Yıl: 2011, Cilt: 27, Sayı: 4
Tüm Sayı(PDF)
Araştırma makalesi
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Mücahit Demirtaş, Bülent Oran, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results In VentrIcular Septal Defects
Ventriküler septal defektlerin (VSD) tamirinden sonra cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde 2001 – 2009 yılları arasında 92 hasta VSD tanısıyla operasyona alındı. 27 (% 29.3) hastada pulmoner hipertansiyon, 10 (% 10.8) hastada patent ductus arteriozus, 7 (% 7.6) hastada Down sendromu , 5 (% 5.4) hastada ise aort yetmezliği mevcuttu. Kardiyak tamirlerde defekt tek tek sütürler kullanılarak Dacron yama ile kapatıldı. Cerrahiden sonra erken mortalite 5 (% 5.4) hastada gelişti. 65 hastada ortalama 6.1 yıl süreyle asemptomatik olarak takip edildiler. Rezidü VSD 3 hastada görüldü ve 1 hastaya tekrar cerrahi gereksinim oluştu. Komplet atrioventriküler blok görülmedi. Triküspit ve aort kapaktaki 1˚- 2˚ yetmezlikler takibe alındı. Orta Anadolu’da yeni bir merkez olarak, VSD operasyonlarını daha düşük mortalite ve morbidite ile gerçekleştirmeyi ümit ediyoruz.
The aim of this study is to report our surgical results in ventricular septal defects. Between 2001 and 2009, 92 patients with ventricular septal defect underwent surgical correction in our center were included in this study. Additional cardiac defects were pulmonary hypertension in 27 (29.3 %) patients, patent ductus arteriozus in 10 (10.8 %) patients, Down Syndrom in 7 (7.6 %) patients, and aortic regurtation 5 (5.4 %) patients. Defects were closed with Dacron patch using separately sutures. Early mortality was developed in 5 (5.4 %) patients. 65 patients were followed for 6.1 years. Residual VSD was detected in 3 patients and one of them underwent secondary operation. There was no complet atrioventriculary block. 1˚- 2˚ degree aortic and tricuspit regurtation were not operated and included in our follow up programme. We hope to perform surgery for ventricular septal defect with low mortality and morbidity as a new Middle Anatolian center.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perikardiyal Efüzyon Tedavisinde Subksifoidal Tüp Drenajı
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Musa Ağrış, Nihan Kayalar, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Perikardiyal Efüzyon Tedavisinde Subksifoidal Tüp Drenajı
SubxIphoId Tube DraInage In PerIcardIal EffusIon Treatment
Bu çalışmada perikardiyal efüzyon hastalarında subksifoidal perikardiyal tüp drenajı tekniğinin sonuçları değerlendirildi. Ocak 2007 ile Aralık 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 39 perikardiyal efüzyonlu hasta, subksifoidal perikardiyal tüp drenajı tekniği ile tedavi edildi. Hastaların 16’sı kadın, 23’ü erkek ve yaşları 17-83 yaş arasında idi. Prosedür tüm hastalarda lokal anestezi ve sedasyon altında gerçekleştirildi. Hiçbir hastada mortalite gözlenmedi. Ortalama drenaj miktarı 1050 ml idi. Rekürrenefüzyon nedeniyle, 2 hastada tekrar cerrahi girişim gerekti. Perikardiya lefüzyon tedavisinde,subksifoidal perikardiyal tüp drenajı efektif ve güvenli bir yöntemdir.
Inthisstudy,theoutcomes of subxiphoid pericardial tube drainage technique were eveluated in patients with pericardial effusion. 39 patients with pericardial effusion admitted toour clinic between January 2007 - December 2010 were treated with subxiphoid pericardial tube drainag etechnique. 16 of patients were femaleand 23 were male and their ages were between 17 to 83 years. The procedure was carried out with local anesthesia and sedation in all patients. There was no mortality in any patients. Average drainag evolume was 1050 ml. Recurrent pericardial effusion requiring repeated surgical in tervention was observed in 2 patients. Subxiphoid pericardial tube drainage is a effective and safetechnique for treatment of pericardial effusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
Yavuz Atar, İlhan Topaloğlu, Abdullah Onur Göksel
Araştırma makalesi
Özeti
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
SalIvary Gland Tumors: HIstopathology AnalysIs Of 110 Cases
Tükrük bezi tümörü nedeniyle kliniğimizde ameliyat ettiğimiz olguların histopatolojik dağılımının ve özelliklerinin araştırılarak literatürdeki çalışmalarla karşılaştırması. Çalışmada 01.01.2000- 01.01.2007 tarihleri arasındaki yedi yıllık dönemde kliniğimizde ameliyat edilen 110 olgunun histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelendi. Olguların %51’i erkek, %49’u kadın, yaş ortalaması 44 idi. Tümörlerin, %82’i parotis bezinden, %13’ü submandibuler bezden, %5’i minör tükrük bezlerden gelişmekteydi. Parotis bezi tümörlerinin %80’u benign, %20’i malign, submandibüler bez tümörlerinin %80’i benign, %20’si malign, minör tükrük bezi tümörlerinin %50’si benign, %50’si malign yapıda olduğu saptandı. Literatürde histopatolojik tanımlamada ayrılıklar ve TBT oranları arasında anlamlı farklılıklar bulunmaktadır. Çalışmada, olguların histopatoloji raporları analiz edilerek literatür gözden geçirildi.
To investigate the characteristic findings and histopathologic evaluation of the patients underwent to operation due to salivary gland tumor in our clinic. In this study on seven years period and between 01.01.2000-01.01.2007 dates, 110 cases were evaluated histopathologically addmitted to our clinic retrospectively. Men %51 of the cases, %49 were women. The average age of the cases were 44 years old. Tumors were orginated from parotis glands %84, submandibuler glands %15, %1 minor glands. Tumors of parotis gland were %80 benign, %20 malignant, tumors of submandibular glands were %80 benign, %20 malignant, tumors of minor salivary glands were %50 benign, %50 were found to be malignant in nature. In this study, cases with salivary gland tumors analyzed by histopathologically and discussed with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epiforalı Hastaların Tanısında Kullanılan Testlerin Tanısal Değeri
Can Demir, Nazmi Zengin, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Epiforalı Hastaların Tanısında Kullanılan Testlerin Tanısal Değeri
DIagnostIc Value Of LacrImal TestIng In PatIents WIth EpIphora
Göz polikliniğine başvuran hastaların önemli bir kısmında göz yaşarması şikayeti vardır. Göz yaşarması hipersekresyona bağlı olabileceği gibi lakrimal drenaj sistemindeki (LDS) bir tıkanıklık ya da yetersizlik sonucu gelişen epiforadan da kaynaklanabilir. Epiforalı hastaların tanısında kullanılabilecek birçok test geliştirilmiştir. Bu testlerin birbirlerine göre üstün olan ve olmayan yönleri vardır. Çalışmamızda göz yaşarması şikayeti olan 50 olgunun 100 gözü değerlendirildi. Bu olgularda ilk uygulanabilecek tanı yöntemleri ve bu tanı yöntemlerinin LDS’ndeki tıkanıklığın yerini belirlemedeki sensitivite ve spesifisiteleri araştırıldı. Tat testi (TT), Flörosein kaybolma testi (FKT), primer Jones testi (PJT), sekonder Jones testi (SJT), lakrimal irrigasyon, kanaliküler probing, konvansiyonel dakriyosistografi (KDSG) ve nükleer dakriyosintigrafi (NDSG) testleri yapıldı. 100 gözün 40’ında LDS normal (%40.0) ve 60’ında anormal (%60.0) bulundu. TT, FKT ve NDSG’nin sensitivite ve spesifisite değerleri yüksek bulundu (p>0.05). Ancak TT’nin klinik tanı karşısındaki uyumu FKT ve NDSG’den düşüktü (kapa
Many patients admitting to ophthalmology outpatient clinics are suffering from watering eye. Watering eye may be due to hypersecretion but it may also be due to epiphora resulting from lacrimal drainage system obstruction or in adequate drainage. In patients with epiphora many tests has been developed to reach the diagnosis. When compared with the others, each tests has preferable and unpreferable aspects. We evaluated 100 eyes of 50 patients complaining from watering eye. In these patients we studied the sensitivity and specificity of the initial diagnostic tests in determining the site of blockage in the lacrimal drainage system. All patients underwent taste test, flourescein dye disappearance test, primary and secondary Jones test, lacrimal irrigation, canalicular probing, conventional dacryocystography and nuclear dacryoscintigraphy. Among the 100 eyes, 40 of them (%40) has abnormal lacrimal drainage system and 60 of them (%60) has abnormal lacrimal drainage system. Taste test, flourescein dye disappearance test and nuclear dacryscintigraphy were found to have high sensitivity and specificity value. However, the kappa agreement of taste test was lower than the flourescein dye disappearance test and nuclear dacryoscintigraphy (kappa
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ürolojik Cerrahiye Alınacak Hastalarda Operasyon Öncesi Hbs-Ag, Anti-Hcv Ve Anti-Hıv Pozitiflik Oranlarının Değerlendirilmesi
Tülin Demir, Mustafa Gürkan Yenice, Kubilay Sarıkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Ürolojik Cerrahiye Alınacak Hastalarda Operasyon Öncesi Hbs-Ag, Anti-Hcv Ve Anti-Hıv Pozitiflik Oranlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RatIo Of PosItIvIty Of Hbs-Ag, AntI-Hcv And AntIhIv In PatIents AdmItted To UrologIc Surgery
Kan yolu ile bulaşan HIV, Hepatit B ve C virüs enfeksiyonları özellikle sağlık çalışanları için ciddi bir mesleki risk oluşturmaktadır. Cerrahi girişim öncesinde hastaların serolojik tarama testlerinin araştırılması bulaş riskini azaltmaktadır. Bu çalışmada üroloji kliniğinde yatan ve cerrahi girişim planlanan hastalarda HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV ½ seroprevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır. Mart 2008- Aralık 2010 tarihleri arasında elektif cerrahi için üroloji Kliniği’ne kabul edilen ve cerrahi planlanan hastaların HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV ½ pozitiflik durumları retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya 184’ü (% 70,8) erkek, 76’sı (% 29,2) kadın toplam 260 hasta dahil edildi. Hasta grubunda HBsAg ve Anti-HCV pozitifliği sırasıyla; % 3,1 (n=8) ve % 0,4 (n=1) olarak belirlendi. AntiHIV ½ pozitif hasta ise saptanmadı. HBsAg pozitifliği kadın hasta grubunda daha yüksekti ancak cinsiyet ve HBsAg pozitifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi. Hasta grubumuzda HBsAg ve Anti-HCV pozitiflik oranları ülkemizde daha önceden yapılan diğer çalışmalarla uyumlu şekilde düşük bulunmuştur. Mesleki bulaş riskinin en aza indirilmesi için sağlık personelinin eğitimi, Hepatit B’ye karşı aşılanması, cerrahi işlemler sırasında katı güvenlik önlemlerinin alınmasının yanısıra cerrahiye alınacak hastaların serolojik yönden değerlendirilmeleri de önerilmektedir.
The infections caused by human immun deficiency virus (HIV), Hepatitis B and C virus pose a serious occupational risk for the healthcare workers especially those in emergency service, laboratory and surgery wards. Vaccination and establishment of the strict biosafety procedures are the main principles to prevent bloodborne infections in healthcare workers. Additionally, serological screening of the preoperative patients could decrease the risk for exposure. In this study, we aimed to determine the seroprevalence of HBsAg, AntiHCV, Anti-HIV ½ in preoperative urological surgery patients. A total of 260 patients (184 (%70.8) male, 76 (% 29.2) female were included in the study. HBsAg, anti-HCV and anti-HIV ½ seropositivity of the patients admitted to Urology Clinic for elective surgical procedures between March 2008-December 2010, were evaluated retrospectively. Among all patients included in the study, a total of eight patients- six male, two female- were HBsAg positive and one male patient were positive for Anti-HCV. Anti-HIV ½ positivity was not detected. The seroprevalence of HBsAg and Anti-HCV were; 3.1% (n=8) and 0.4% (n=1), respectively in patient group. Although statistically significant relationship was not detected, HBsAg positivity rate was higher in male patients than female patient group. HBsAg and Anti-HCV seropositivity rates in our study group showed concordance with the low rates reported previously in our country. Besides educational programmes to healthcare workers about bloodborne diseases, vaccination against hepatitis B, implementation of strict biosafety precautions during surgery process considering any patients as potential carriers, preoperative serological screening of the patients should be useful to reduce the risk of occupational exposure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sperm Hazırlama Tekniklerinin Fertilizasyon Sonuçları Üzerine Etkileri
Tahsin Murad Aktan, Gökhan Cüce, Selçuk Duman, Emine Aksoy, Hüseyin Görkemli
Araştırma makalesi
Özeti
Sperm Hazırlama Tekniklerinin Fertilizasyon Sonuçları Üzerine Etkileri
Effect Of Sperm PreparatIon TechnIques On FertIlIzatIon
Mikroenjeksiyon sonuçları manipülasyon ve işlem aşamalarından etkilenmektedir. Sperm hazırlamasında santrifüjün etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Sperm hazırlamak için 2 grup oluşturuldu. Grup 1’de (G1, n:28) likefaksiyondan sonra 2 aşamalı santrifüj işlemi gerçekleştirildi. Grup 2’de (G2, n:31) likefaksiyondan sonra bire bir medyum eklendi ve yüzdürülme uygulandı. Oosit sperm mikroenjeksiyonu (ICSI) uygulandıktan 18-20 saat sonra pronukleer gelişme kaydedildi. Sonuçlar bağımsız t-Testi ile değerlendirildi. Toplanan metafaz 2 oosit sayısı; Grup 1 için 7,5 ± 2,1 ve Grup 2 için 7,2 ± 2,1 oldu, bu iki değer istatistiksel olarak farklı yorumlanmadı. Fertilizasyon yüzdesi ise Grup 1 için 52,5 ± 15,4 ve Grup 2 için 66,6 ± 19,0 olarak hesaplandı ve p değeri 0,03 bulunarak istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Androloji laboratuarlarında ICSC için sperm hazırlama santrifüj süreci genellikle 10-15 dakika sürmektedir (1200- 1800 rpm). Yüksek santrifüj işlemi yüksek sperm kondenzasyonuna ve serbest radikallerin oluşmasına sebep olmaktadır. Dekondanse sperm enjeksiyonu düşük fertilizasyon ve gebelik oranlarına sebep olmaktadır. Direk swim up ile hazırlanan sperm, in vivo ortamdaki spermlere daha yakın ve daha düşük dekondanzasyon oranına sahip olmaktadır. Laboratuar maniplasyonları için avantajı daha az zaman almasıdır.
The manipulation and process stages effect microinjection results. Evaluation of zygote forming by the effect of centrifugation on sperm preparation was aimed. Two groups were prepared for sperm processing. In Group1 (G1, n:28) after liquefaction, two steps of centrifugation were done. While in Group 2 (G2, n: 31) after liquefaction, medium was added as 1:1 volume and layering was performed. After oocyte retrieval, intracytoplasmic sperm microinjection (ICSI) was done, 18-20 hours later pronuclear development was recorded. Results were evaluated by independent sample’s t-Test. Collected metaphase 2 oocytes were 7,5 ± 2,1 and 7,2 ± 2,1 respectively for G1 and G2 which is statistically no meaningful. Fertilized oocytes number were 52,5 ± 15,4 and 66,6 ± 19,0 respectively for G1 and G2 which is statistically meaningful ( p value, 0,03 ). In andrology laboratory, ICSI sperm preparation centrifugation process usually takes 10-15 minutes ( for 1200-1800 rpm). Higher centrifugation rates cause higher sperm condensation and free radical problems. Decondensated sperm injection is a cause for lower fertilization and implantation rate. Direct swim up prepared sperm can be more close to in vivo sperm, with lower decondensation rates, and as an advantage needs less time for laboratory manipulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşın Ve Cinsiyetin İnsan Epidermis Kalınlığına Ve Melanosit Sayısına Olan Etkilerinin Histolojik Yöntemlerle Araştırılması
Burcu Gültekin, Aydan Canbilen
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşın Ve Cinsiyetin İnsan Epidermis Kalınlığına Ve Melanosit Sayısına Olan Etkilerinin Histolojik Yöntemlerle Araştırılması
The Effects Of Age And Sex On The ThIckness Of EpIdermIs And The Number Of Melanocytes Were DetermIned In Human SkIn Samples By UsIng HIstologIcal Methods
Bu çalışmada, yaşın ve cinsiyetin epidermis kalınlığına ve melanosit sayısına olan etkilerinin histolojik yöntemler yardımıyla belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada değişik yaş gruplarından oluşan 10 erkek ve 10 kadından alınan deri numuneleri %10’luk formalin solüsyonunda tespit edildi. Deri numunelerine rutin histolojik yöntemler uygulandı ve parafine gömüldü. Epidermisde dermoepidermal bileşkede yassılaşma ve dermal papillaların sayısında azalma olduğu görüldü. Epidermis kalınlığının yaşa bağlı olarak azaldığı ancak cinsiyetle bu kalınlık arasında anlamlı bir fark olmadığı bulunmuştur. Ayrıca, yaşla beraber epidermisdeki melanositlerin sayılarında azalmalar bulundu. Melanosit sayısının cinsiyete bağlı olarak değiştiği tespit edildi. Epidermis kalınlığının yaşa bağlı olarak değişip değişmediği test edilmiş değişimin anlamlı olduğu görülmüştür (p
In this light microscopic study, the effects of age and sex on the thickness of epidermis and the number of melanocytes were determined in human skin samples by using histological methods. Skin samples from a group of various ages including 10 men and 10 women were fixed in 10 % formaldehyde solution.The formalin fixed skin samples were processed using routine histologic procedures and embedded in paraffin. In this study, the most consistent results are in the epidermis of aging individuals is flattenning of the dermo-epidermal junction and decreased number of dermal papilla. However, it was found that numbers of melanocytes in epidermis decreased with age and changed with sex. Consequently, there is a significant statistical difference between epidermis thickness and age ( p< 0,0001 ). However, a high negative correlation was determined between epidermis thickness and age ( r= -0,8047). In conclusion epidermal thickness decrease %80 with age. But there is a no significant statistical difference between epidermis thickness and sex ( p= 0,7622). Also, there is a significant ( p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
Ömer Şatıroğlu, Mehmet Bostan, Yüksel Çiçek, Mustafa Çetin, Engin Bozkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
The RelatIonshIp Between PerIpheral Artery DIsease Prevalence And AtherosclerotIc RIsk Factors
Bu çalışmada ülkemizde periferik arter hastalığı tanısı almış hastalarda, aterosklerotik risk faktörleri ile ilişkilerini belirlemek amaçlanmıştır. Risk faktörlerinin iyi bilinmesi modifiye edilebilir olanlara karşı gerekli önlemlerin alınmasını, erken tanı ve tedaviyi mümkün kılacaktır. Klinik olarak veya ultrasonografi ile periferik arter hastalığı (PAH) tanısı almış olan hastalara alt ekstremite arterleri için periferik anjiyografi yapıldı. Hastaların yaş, cinsiyet ve ateroskleroz risk faktörleri sorgulandı. Çalışmaya alınan 408 hastanın %78.4’i erkek olup, hastaların yaş ortalaması 61.5±9.5 idi. Hastaların %58.3’ünde hipertansiyon (HT), %26.7’sinde diyabetes mellitus (DM), %15.9’unda ailede koroner arter hastalığı (KAH) öyküsü mevcuttu. Hastaların %48.2’i sigara kullanıyordu, %49.7’sinde hiperkolesterolemi vardı. Periferik alt ekstremite anjiyografisinde saptanan periferik arter hastalığı yaygınlığının derecesi ile aterosklerotik risk faktörleri arasında ilişki vardır. Risk grubundaki hastalarda morbidite ve mortaliteyi azaltmak için periferik arter hastalığı açısından dikkatli olunmalı ve erken tanı için noninvaziv testler ve gerekirse invaziv testler yapılmalıdır.
The current study aimed to determine the in our country patients diagnosed peripheral arterial disease (PAD), the relationship with the atherosclerotic risk factors. A better understanding of the risk factors will make it possible to take precautions against the modifiable risk factors, and will facilitate the early diagnosis and implementation of effective therapy. The patients who had been diagnosed with PAD either clinically or by using ultrasonography underwent peripheral angiography for the arteries of the lower extremities. The patients were evaluated in terms of age, gender, and atherosclerotic risk factors. Of the 408 patients, 78.4% were males, and the mean age was 61.5±9.5 years. The patients had the following risk factors: hypertension (HT), 58.3%; diabetes mellitus (DM), 26.7%; a family history of CAD (Coronary artery disease), 15.9%; smokers, 48.2%; hypercholesterolemia, 49.7%. The extent of PAD observed during peripheral lower extremity angiography was associated with atherosclerotic risk factors. Particular attention should be focused on the co-morbidities of PAD. Non-invasive, as well as invasive tests, should be performed when indicated to decrease morbidity and mortality in patients at risk for PAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
Egemen Altan, Müjdat Adaş, Murat Tonbul, Osman Orman
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
FunctIonal Results Of ArthroscopIc Bankart RepaIr Of TraumatIc Recurrent Shoulder InstabIlIty PatIents
Travma sonrası tekrarlayan anterior-inferior glenohumeral instabilite tanısıyla artroskopik Bankart tamiri yapılan hastaların fonksiyonel sonuçları değerlendirildi. Hastaların ortalama takip süreleri 45 aydı (dağılım 32- 80 ay). Olguların 4’ü (%10) kadın, 37’si (%90) erkekti ve yaş aralıkları 24-44 (ortalama 32)’dü. Olgularımızın 27’inde (%65) sağ omuzda, 14’ünde (%35) sol omuzda patoloji gözlendi ve bunların 25’inde dominant taraf tutulumu vardı. Olgularımızın hepsinde travmatik omuz çıkığı meydana gelmiş ve travma şekli olarak düşme, futbol oynarken darbe alma, yüzme gibi aktiviteler etyolojide sıklıkla rol oynamışdır. 10 hasta düşme sonucu, 4’ü voleybol oynarken, 2’si kaledeyken, 1’i güreş yaparken, 2’si kavga sırasında, 2 hasta yüzerken, diğerleri de çeşitli travmalar sonucunda çıkık episodları geçirmiştir. Ameliyat öncesi manyetik rezonans incelemelerinde tüm hastalarda Bankart lezyonu saptandı. Hastalar Rowe ve Constant skorlama sistemlerine göre değerlendirildi. Ameliyattan sonra ortalama Rowe skoru 87 (ortalama 15-100) olarak ve Constant skoru ise 95 (dağılım 88-100) olarak bulundu. Buna göre 33 (%80.5) hastada mükemmel sonuca ulaşıldığı tespit edildi. Tekrar instabilite gelişen 8 (%19.5) hastadan 2’sine artroskopik revizyon cerrahisi 2’sine Laterjet prosedürü uygulandı. Artroskopik omuz cerrahisi uzun bir öğrenme eğrisi olan, eğitim süreci gerektiren ama aynı zamanda kanama, rehabilitasyon ve yara iyileşmesi gibi pek çok konuda avantajları olan bir yöntemdir. Sonuç olarak bu etkili yöntemle daha az komplikasyon oranları ile omuz instabilitesi olan hastalar başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir.
The purpose of this study was to present, through a retrospective case series, results of the patients who were treated arthroscopically for anterior glenohumeral instability. We evaluated 41 patients. Mean follow-up of the patients were 45 months (range 32-80). There were 4 (10%) female and 37 (90%) male with a mean age of 32 (range 24- 44). There were 27 (65%) right and 14 (35%) left shoulders. Dominant side was injured in 25 patients. All of the patients were suffered from a traumatic shoulder dislocation. Many etiological factors are responsible for these traumatic dislocations like swimming, falling on the side while playing soccer or volleyball or a direct trauma to the shoulder. MRI was performed before the surgery and it was found to be a Bankart lesion for all the patients. Also, all patients were evaluated according to Rowe and Constant scores. Postoperatively, mean Rowe score was 87 (range 15-100) and mean Constant score was 95 (range 88-100). Excellent resuls were obtained in 33 (80.5) patients. There were 8 (19.5) patients of recurrences and 2 of them had arthroscopic revision surgery and Laterjet procedure was performed for the latter 2 patients. Arthroscopic shoulder surgery is a long learning curve, requiring the training process but also has the advantages of less bleeding, easy rehabilitation and wound healing. As a result, this effective method can be performed for recurrent shoulder instability patients with less complication rates.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyovenöz Fistül Disfonksiyonunun Renkli Doppler Ultrasonografi Bulguları
Gülperi Çelik, Nurullah Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyovenöz Fistül Disfonksiyonunun Renkli Doppler Ultrasonografi Bulguları
Color Doppler Ultrasonography FIndIngs Of ArterIovenous FIstula DysfunctIon In HemodIalysIs PatIents
Çalışmada arteriyovenöz fistül (AVF) disfonksiyonu/afonksiyonu bulunan olgularda renkli doppler ultrasonografi (RDUS) bulgularının değerlendirilmesi amaçlandı. Yetersiz diyaliz nedeniyle RDUS incelemesi yapılmış olan 45 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Elde edilen bulgular literatür verileri ile karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Olguların 27(%60)’ si kadın, 18 (%40)’ i erkek olup, yaş ortalamaları 55.15±15.03 (16-87) idi. 45 olgunun, 28 (%62.22)’ inin radiosefalik, 17 (%37.78)’ sinin antekübital fossada yerleşim gösteren nativ AVF (brakiyosefalik ve brakiyobasilik AVF) mevcuttu. 36 (%80) AVF’de stenoz saptanmış olup, bunların 2 (%4) besleyici arterde, 5 (%11) anostomoz düzeyinde, 19 (%42) anostomozdan sonraki ilk segmentte, 10 (%22) olguda ise ilk segment distalinde yerleşim gösteriyordu. 4 (%8.9) AVF’de santral venöz oklüzyon, 6 (%13.3) AVF’de ise anevrizmatik dilatasyon bulundu. RDUS’da trombüs saptanan 13 (%28.9) AVF’nin, 7(%53.9)’ sinde fistül afonksiyone olup trombüsün lümeni oklüde ettiği saptandı. Diğer olgularda ise trombüs anevrizmatik dilatasyon içerisinde yerleşim göstermekteydi. Kronik hemodiyaliz (HD) programına alınmış hastaların arteriyovenöz fistül disfonksiyonlarının saptanmasında RDUS etkili bir yöntemdir.
The purpose of this study is to assess the color doppler ultrasound findings in the hemodialysis patients with arteriovenous fistula dysfunction/afunction. In this retrospective study, we searched the dossier of forty- five patients underwent to color doppler ultrasound examination because of inadequate dialysis. This color doppler ultrasound findings were compared with the literature. Twenty-seven (60%) of this 45 hemodialysis (HD) patients were female, 18 (%40) were male and the mean age was 55.15±15.03 (16-87). Twenty-eight of 45 patients have radiocephalic, 17 patients have brachiocephalic and brachiobasilic native arteriovenous fistula. Stenosis were detected in 36 HD patients, two of them settled in supporter arteries, 5 stenosis were on the level of anastomosis, 19 stenosis localized in the first segment after anastomosis and 10 stenosis settled on distal part of the first segment. Central venous oclusion were found in 4 of patients, whereas aneurysms were found in 6 patients. Seven of 13 thrombosed arteriovenous fistula were nonfunctional and the thromboses occluded the lumen of fistula. The thromboses settled in the anevrysmatic dilatation in others cases. The doppler Ultrasound examination performed well skilled is very usefull methods for diagnosis of arteriovenous fistula dysfunction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Sabri Hergüner, Arzu Hergüner
Araştırma makalesi
Özeti
Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Cholesterol Levels In ChIldren And Adolescents WIth AutIstIc DIsorder
Otizm sosyal ilişki ve iletişim alanlarında belirgin güçlükler, yineleyici-sınırlı-olağan dışı davranış ve ilgilerin olduğu nörogelişimsel bir bozukluktur. Otizmin nedeni halen net olarak bilinmemektedir fakat genetik, immünolojik, metabolik ve çevresel faktörlerin etkileşimiyle oluşan multifaktoriyel bir bozukluk olduğu düşünülmektedir. Otizmin etyolojisinde lipid metabolizmasında bozulmanın bulunduğuna dair kanıtlar giderek artmaktadır. Bu çalışmada otistik bozukluğu olan çocuk ve ergenlerin kolesterol düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya DSM – IV ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı alan 88 çocuk ve ergen alınmıştır. Bilinen her hangi bir genetik, metabolik ve/veya nörolojik hastalığı olan olgular çalışma dışı bırakılmıştır. Ortalama kolesterol düzeyi 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl olarak bulunmuştur. On altı olgunun (% 18.2) kolesterol düzeyinin iki yaşından büyük çocuklar için 5. persantil değeri olan 100 mg/dl’den düşük olduğu görülmüştür. Bu bulgular kolesterol metabolizmasında bozulmanın otistik bozukluk etyolojisinde rol alabileceğini desteklemektedir. Otizm ile kolesterol metabolizması arasında ilişkiyi inceleyen daha ileri çalışmalara gereksinin bulunmaktadır.
Autism, a neurodevelopmental disorder, is defined by core abnormalities in reciprocal social interaction and communication, and by the presence of restrictive or stereotyped interests and behaviors. Its etiology is almost unclear however a number of factors is being investigated including genetic, infectious, metabolic and environmental causes. Recent findings suggest the role of abnormal lipid metabolism in autism. The aim of this study was to investigate the incidence of cholesterol deficiency in a group of subjects with autistic dis¬order (AD). Study group included 88 children and adolescents with autistic disorder according to DSM-IV criteria. Children with any diagnosed genetic, metabolic, or neurological disorders were excluded from the study. The mean cholesterol level was 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl. Sixteen subjects (18.2 %) had a cholesterol level lower than 100 mg/dl, which is below the 5th centile. Our findings confirmed the high prevalence of abnormally low cholesterol levels in autistic disorder and support clinical significance regarding the possible role of cholesterol deficit in the etiology. Further studies are needed to investigate the relation between cholesterol metabolism and autism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Derleme
Gebelikte Travmaya Yaklaşım
Kazım Gezginç, Halime Göktepe
Derleme
Özeti
Gebelikte Travmaya Yaklaşım
Approach To Trauma In Pregnancy
Gebelerde travma nonobstetrik maternal-fetal mortalite ve morbiditeden sorumludur. Gebelikte travmaya yaklaşım gebe olmayanlara benzemekle birlikte gebelikte olan fizyolojik değişiklikleri bilerek hastaya yaklaşılmalı ve gelişebilecek obstetrik komplikasyonlara zamanında önlem alınmalı ve bu komplikasyonların maternal mortalite ve morbiditeyi de etkileyebileceği unutulmamalıdır.
In pregnant women, trauma is responsible for nonobstetrik maternal-fetal mortality and morbidity. Approach to trauma in pregnancy is similar to non-pregnant women. Approach to patient with considering physiological changes during pregnancy and timely prevention of possible obstetrical complications is significant keeping in mind that these complications may affect maternal mortality and morbidity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neonatal Hemokromatozis
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Rahmi Örs
Derleme
Özeti
Neonatal Hemokromatozis
Neonatal HemochromatosIs
Neonatal hemokromatozis, ekstrahepatik siderozis ile birlikte olan ve klinikte şiddetli neonatal karaciğer hastalığı olarak tanımlanan nadir bir hastalıktır. Neonatal hemokromatozisin etiyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak fetüsta karaciğer hasarına yol açan alloimmun bir bozukluğun neden olduğu kabul edilir. Neonatal hemokromatozisin sonraki gebeliklerde tekrarlama oranı yaklaşık olarak %80’dir. Neonatal hemokromatozis koagülopati, hipoglisemi, hipoalbuminemi, hipofibrinojenemi, trombositopeni, anemi, direkt ve indirekt hiperbilirubinemi ile yaşamın ilk gününde ortaya çıkan hepatosellüler yetmezlik ile karakterizedir. Pozitif aile öyküsü, yüksek serum ferritin düzeyi, yüksek alfa-fetoprotein düzeyleri ve histolojik veya manyetik rezonans görüntüleme ile siderozisin gösterilmesi neonatal hemokromatozis tanısını koymada göz önünde bulundurulan kriterlerdir. Etkili bir medikal tedavisi olmadığı için sıklıkla karaciğer transplantasyonu gerekmektedir. Prognozu genellikle kötüdür. Bu derlemede fetüs ya da yenidoğanda karaciğer yetmezliğine yol açan neonatal hemokromatozis tartışılacaktır.
Neonatal hemochromatosis is a rare disease clinically defined as severe neonatal liver disease in association with extrahepatic siderozis. The etiology of neonatal hemochromatosis is not understood exactly. However, according to a theory neonatal hemochromatosis is accepted to be an alloimmune disorder causing liver injury in fetus. After an effected one in the pregnancy the recurrence rate of neonatal hemochromatosis is ~80%. Hepatocellular failure which occurs in the first days of life with coagulopathy, hypoglycemia, hypoalbuminemia, hypofibrinogenemia, thrombocytopenia, anemia, and direct and indirect hyperbilirubinemia characterizes neonatal hemochromatosis. In order to diagnose neonatal hemochromatosis there are some certain criteria that sould be taken into account such as a positive family history, high serum ferritin levels, high serum alpha-fetoprotein levels and siderozis demonstrated with histology or with magnetic resonance. Since an affective medical treatment has not been found yet, liver transplantation is almost always required. The prognosis of neonatal hemochromatosis is generally poor. This review will discuss neonatal hemochromatosis that leads to liver failure in the fetus or newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olgu sunumu
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
Buğra Kaya, Oktay Sarı, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
CervIcal Lymph Nodes MImIckIng Metastases: A Case WIth Breast Cancer
Meme kanseri nedeniyle takip edilen ve 18F-FDG PET/BT’de servikal bölgede artmış FDG tutulumu olan lenf nodları tespit edilen, biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit gelen vakayı sunmayı amaçladık. Boyun ve sırt bölgesinde ağrısı olması nedeniyle PET/BT önerilen 63 yaşındaki meme kanserli hastanın hastanemizde yapılan PET/BT’sinde bilateral servikal zincirde, sol submandibuler bölgede ve mediastende sol prevertebral bölgede FDG tutulumu artmış lenf nodları izlendi. Hastayı takip eden klinik tarafından bu görünümler geçirilmekte olan bir enfeksiyona sekonder olarak düşünüldü ve kemoterapiye devam edildi. Takip USG’de karaciğerde solid lezyon tespit edilen hastaya ilk çalışmadan 4 ay sonra yapılan PET/BT’de bilateral servikal ve sol submandibuler bölgedeki lenf nodlarının sayı ve SUVmax değerlerinde, sol prevertebral lenf nodunun SUVmax değerinde artış olduğu, sağ aksillada lenf nodu ve karaciğerde FDG tutulumu artmış hipodens lezyon olduğu tespit edildi. Kemoterapi sonrası lenf nodlarının sayısında ve FDG tutulumunda artış olması ve karaciğerde solid lezyon olması nedeniyle biyopsi önerildi. Lenf nodlarının biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit, karaciğer biyopsi sonucu ise meme karsinom metastazı geldi. Tüberkülozun ülkemizde yaygın bir hastalık olması nedeniyle FDG PET çalışmalarında hatalı pozitif sonuçlarla sıklıkla karşılaşılabilmektedir. Atipik bulguların varlığında mutlaka biyopsi yapılmalıdır.
We aimed to present a case with breast cancer which has cervical lymph nodes with increased FDG uptake in 18F-FDG PET/ CT and has biopsy result of tuberculosis lymphadenitis. Sixty-three year-old female patient with breast cancer complaining cervical and thoracal pain was imaged with PET/CT. PET/CT showed increased FDG uptake in bilaterally cervical, left submandibular and left prevertebral lymph nodes. The clinician considered that this image was related to an infectious process and continued to chemotherapy. A solid lesion was determined in follow-up ultrasonography. A PET/CT imaging was done to confirm this lesion. Increasing in quantity and SUVmax values of cervical, submandibular and prevertebral lymph nodes was determined. There was also a right axillary lymph node and a hypodense lesion with increased FDG uptake in liver. Biopsy was recommended because of increasing quantity and FDG uptake of lymph nodes and a new lesion in liver after chemotherapy. Biopsy result was tuberculosis lympadenitis in lymph nodes and metastasis in liver. False positive results in FDG-PET studies should be kept in mind because tuberculosis is a common disease in Turkey. Biopsy should be done in atypical cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Başlangıçlı Pür Mitokondrial Miyopati
Emrah Aytaç, Selçuk Çomoğlu, Bülent Kurt
Olgu sunumu
Özeti
Erişkin Başlangıçlı Pür Mitokondrial Miyopati
Early Pur MItochondrIal Myopathy In Adult
Mitokondriyal hastalıklar genellikle mitokondriyal DNA (mtDNA) veya nükleer DNA (nDNA) mutasyonları sonucu gelişir. Mitokondriyal miyopatide bulgular sıklıkla iskelet kası ile sınırlı olup, ekstremitelere ait yavaş ilerleyici kas güçsüzlüğü yanısıra ekstraoküler kas zayıflığına bağlı oftalmoplejiye sık rastlanır. Kas güçsüzlüğü özellikle proksimal kaslarda belirgin olmakla birlikte distal tutulum da görülebilir. Biz bu yazıda son 10 yıl içerisinde yavaş ilerleme gösteren, izole kas tutulumu ile seyreden ve kas biyopsisi sonucunda ragged red lifler saptanan erişkin başlangıçlı mitokondriyal miyopati tanısı konulan bir vakayı sunduk.
Mitochondrial disease usually occur as a result at mitochondrial DNA (mtDNA) or nucleer DNA (nDNA) mutations.Findigs in mitochondrial myopathy are often limited with skeletel muscle symptoms, slowly progresive muscle weaknes at extremites and oftalmoplegy due to extaoculer muscle weaknes are common. Muscle weaknes is prominent in the proximal muscles but distal muscle involvement is propable. In this article, we present a patient diagnosed as adult onset mitochondrial myopathy with slow progress in 10 years , regged red fibers in muscle biopsy and ısolated muscle ınvolvement
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmadan 15 Yıl Sonra Tanı Alan Göz İçi Yabancı Cismi
Ekrem Kadıoğlu, Şaban Gönül, Hasan Basri Velioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Travmadan 15 Yıl Sonra Tanı Alan Göz İçi Yabancı Cismi
Intraocular ForeIgn Body DIagnosed 15 Years After Trauma
Penetran göz yaralanmalarının sebep olduğu göz içi yabancı cismi (GİYC), cismin lokalizasyonu, boyutu ve niteliğine göre çeşitli bulgulara sebep olabilir. Bununla birlikte nadir olarak GİYC herhangi bir şikayete neden olmadan yıllarca sessiz kalabilir. Biz bu çalışmada travmadan 13 yıl sonra sık tekrarlayan ön üveite neden olan ve kataraktın bulunduğu bir hastada tespit ettiğimiz göz içi yabancı cisim olgusunu sunuyoruz. 31 yaşında erkek hasta iki senedir mevcut olan sol gözde görme azlığı ve ataklar şeklinde gelişen ağrı, kızarıklık, ışık hassasiyeti şikayetleri ile göz hastalıkları polikliniğine basvurdu. 15 yıl önce yakınında seramik veya porselen türü bir cismin patlamasıyla sol gözünden yaralanma öyksü mevcuttu. Ön segment muayenesinde sol gözde saat 2 hizasında periferik korneada minimal nefelyon, 2x1 mm boyutlarnda periferik iris defekti, ön kamarada grade 2 hücre reaksiyonu ve arka subkapsüler katarakt mevcuttu. Orbital bilgisayarlı tomografi tetkikinde sol glob içerisinde arka kutupta yerleşen 3x2mm boyutlarında, hiperdens yabancı cisim saptandı. Nedeni açıklanamayan üveit olgularında, hasta özellikle çocuk ve genç yaş gurubunda ise göz içi yabancı cisim olasılığı her zaman akılda tutulmalıdır.
Intraocular foreign body (IOFB) caused by penetrating eye injuries may lead to various findings by depending on the location, size and nature. However, in rare cases IOFB may remain silent for years without any complaint. In this study, we present the case of IOFB causing recurrent anterior uveitis 13 years after trauma in the patient with cataract. A 31-year-old male patient admitted to Ophthalmology department with the complaint of decreased vision which have been two years and pain, redness, light sensitivity with attacks in left eye. 15 years ago, a history of left eye injury occurred with exploding an object type of ceramic or porcelain was present. On the anterior segment examination, minimal peripheral corneal nefelyon at 2 hours position, peripheral iris defect size of 2x1 mm, grade 2 cell reaction in anterior chamber and posterior subcapsular cataract were present in left eye. In computerized tomography scan was detected the hyperdense foreign body placed in the posterior pole at the size of 3x2mm within the left globe. The possibility of intraocular foreign body should be kept in mind in patients with idiopathic uveitis specially in children and young people.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Gastrektomi Sonrası Gelişen Anastomoz Kaçağının Endoskopik Onarımı: Minimal İnvaziv Yaklaşım
Mustafa Şahin, Hüsnü Alptekin, Hüseyin Yılmaz, Fahrettin Acar, Mehmet Ertuğrul Kafalı
Olgu sunumu
Özeti
Total Gastrektomi Sonrası Gelişen Anastomoz Kaçağının Endoskopik Onarımı: Minimal İnvaziv Yaklaşım
EndoscopIc RepaIr Of AnastomotIc Leakage After Total Gastrectomy: A MInImal InvasIve Approach
Son yirmi yılda, cerrahi sonrasında gelişen özefageal ve gastrointestinal anastomoz kaçaklarının konservatif tedavisinde fibrin doku yapıştırıcı kullanımı gündeme gelmiştir. Bu çalışmada özofagojejunostomi sonrası anastomoz kaçağı gelişen ve fibrin doku yapıştırıcısı kullanarak tedavi ettiğimiz olguyu sunduk. Anastomozdaki defekt çapı küçükse, fistül debisi fazla değilse ve endoskopik olarak ulaşılabilecek mesafede ise bu tedavi yöntemi rahatlıkla uygulanabilir.
In the last 20 years the endoscopic use of fibrin tissue adhesive has been mainly used for the conservative treatment of many postsurgical esophageal, gastrointestinal leaks. In this case report, a patient with anastomotic leakage after esophagojejunostomy treated by endoscopic use of fibrin tissue adhesive was presented. If anastomotic defect is smaller, fistula flow is not more, and distance can be reached by endoscopically, this treatment method can be applied easily.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
Fatıma Bilgin, Özhan Özcan, Mustafa Dönmez, Erdem Şentatar, Erhan Ayşan, Arslan Kaygusuz
Olgu sunumu
Özeti
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
IntestInal InvagInatIon In An Adult
İnvajinasyon barsağın bir segmentinin diğer segmentinin içine girmesi olarak tanımlanır. Yetişkin invajinasyonu nadir bir durumdur ve sebepleri çocukluk yaş grubundan farklıdır. Otuzüç yaşında kadın hasta acil servise karın ağrısı, bulantı ve kusma şikayetleriyle başvurdu. Karın ultrasonografisi ve bilgisayarlı tomografide invajinasyondan şüphelenildi, hasta acil ameliyata alındı. İnvajinasyon alanında tümöral kitle palpe edilerek segmenter rezeksiyon uygulandı. Ameliyat sonrası süreçte sorun yaşanmayan hasta postoperatif yedinci gün taburcu edildi. Patolojik değerlendirmede dört polibin her birinde iyi diferansiye adenokarsinom tespit edildi. Yetişkin olgularda invajinasyon nadir görülse de preoperatif değerlendirmede invajinasyon düşünüldüğünde bunun habis bir tümöre bağlı olabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda yapılacak rezeksiyonun sınırlarının geniş tutulması önerilir.
Invagination is the condition whereby a segment of intestine becomes drawn into the lumen of the proximal bowel. İnvagination in adults is a rare situation and the causes are different from childhood group. A 33 years old female patient admitted to emergency service with abdominal pain , nousea and vomiting. In ultrasonography and abdominal computed tomography suspected from invagination so the patient was operated urgently.In operation a masswas palpated and segmental resection was applied. Post-operative 7 th day , the patient was discharged from hospital without any complication. In pathological evaluation well-differentiated adenocarcinoma was detected in all polyps. Although invagination is a rare condition in adult patients when suspected from invagination the possibility of malign tumor should be considered. According to this , wide segmental resection is advised.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erkek Genital Self-Mutilasyon: Bir Psikotik Bozukluk Olgusu
Bilge Burçak Annagür, Lut Tamam
Olgu sunumu
Özeti
Erkek Genital Self-Mutilasyon: Bir Psikotik Bozukluk Olgusu
Male GanItal Self-MutIlatIon: A Case Of PsychotIc DIsorder
Self mutilasyon; ölüm isteği olmaksızın bireyin bilerek ve isteyerek, kendi bedeninin bir bölgesine zarar vermesi olarak tanımlanır. Genital self mutilasyon genellikle psikozla ilişkilidir. Psikotik olmayan olguların ise çoğunu kişilik bozukluğu (özellikle sınır kişilik bozukluğu) veya transseksüaller oluşturur. Şizofrenik hastalarda özkıyım davranışı oldukça sıktır. Bu hastalarda self mutilasyon eylemi de olabilmekte hatta ölümle sonuçlanabilmektedir. Genital self mutilasyon buna bir örnek olarak verilebilir. Genital self mutilasyon olgularına yaklaşım cerrahi ve psikiyatrinin işbirliğini gerektirir. Erken dönemde psikozu tedavi etmek ve ajitasyonu kontrol altına almak, cerrahi dönemde sosyal ve duygusal destek ve güven vermek, uzun dönemde psikozu kontrol altında tutmak tedavi sürecinin önemli aşamalarını oluşturur.
Self mutilation is defined as the intentional, direct injuring of body tissue without suicidal intent. Genital self mutilation is generally associated with psychosis. Personality disorder (especially borderline personality disorder) or transsexuals make up most of the non psychotic disorders. Suicidal behavior is common among schizophrenic patients. Self mutilation is also seen with these patients and can be even resulted in death. Genital self mutilation can be given as an example. An approach to genital self mutilation cases requires cooperation of surgery and psychiatry. Important steps of the treatment are to treat early psychosis and control agitation, provide emotional and social support in surgical period, and control psychosis in the long run.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukta Distal Falanksın Seymour Kırığı
Murat Kayıpmaz
Olgu sunumu
Özeti
Çocukta Distal Falanksın Seymour Kırığı
Seymour Fracture Of DIstal Phalanx In A ChIld
Çocuklarda el distal falanks epifizleri kapanmadan önce büyüme plağında kırıklar meydana gelebilir. Ekstansör ve fleksör tendonlarının asimetrik yapışmasından dolayı genç çocuklarda bu yaralanmanın klinik belirtisi çekiç parmak deformitesine benzer. 13 yaşında erkek, araba kapısına elini sıkıştırma nedeniyle acil servise başvurduğunda yapılan tetkikler sonucu Seymour kırığı tanısı konuldu. Kırıklar Kirschner teli (K teli) ile tespit edildi ve komplikasyonsuz iyileşti. Bu olgu sebebiyle, başka yaralanmalara benzetilen Seymour kırığının bu ilginç kırık paterni, tanı ve tedavisi literatür eşliğinde incelendi.
In children, fracture may occur in growth plate before the epiphysis of hand distal phalanx become closed. Because of the asymmetry of the insertions of the extensor and the flexor tendons, the clinical manifestation of this injury in young children mimics a mallet finger deformity. When admitted to the emergency service due to the hand squeezing in the door of the car, the 13-year-old male child was diagnosed with Seymour fracture as a result of investigations. Fractures were fixed by a Kirschner wire (K wire) and healed without complications. Because of this case, the diagnosis and treatment of Seymour fracture‘s interesting pattern which resembles other injuries, have been researched with the accompaniment of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastada Actinomyces Naeslundii Pozitif Atrofik Rinit
Recep Keşli, Yusuf Baran, Sermin Selver Serinkaya, Pınar Karabağlı, Mesut Sabri Tezer
Olgu sunumu
Özeti
Çocuk Hastada Actinomyces Naeslundii Pozitif Atrofik Rinit
AtrophIc RhInItIs PosItIve WIth ActInomyces NaeslundII In A ChIld PatIent
Atrofik rinit nazal mukozanın ve konkaların atrofisi, yapışkan ve kötü kokulu sekresyon, krut oluşumu, nazal kavitede genişleme ve paradoksal nazal konjesyonla seyreden nadir görülen kronik bir enfeksiyondur. Primer ve sekonder formları tarif edilmiştir. Primer atrofik rinit daha önce sağlıklı bir burunda gelişirken sekonder atrofik rinit sıklıkla geniş sinüs cerrahisi, nazal travma, kronik granülomatöz hastalıklar sonrası gelişmektedir. Olgunun yapılan fizik muayenesinde anterior rinoskopide nazal kavitede yaygın krut ve pürülan, sarı-koyu yeşil akıntı tespit edildi. Burun akıntısı materyalinden yapılan aerop kültürde otomatize bakteri tanımlama ve duyarlılık sistemi (Phoenix 100) ile Klebsiella ozaenae, Stapylococcus aureus; aneerop kültürde ise Actinomyces naeslundii tanımlandı. Klebsielle ozaenae sadece ampisiline dirençli test edilen diğer bütün antibiyotiklere duyarlı ve genişlemiş spektrumlu beta-laktamaz (GSBL) negatif bulundu. Staphylocccus aureus sefazolin, klindamisin, eritromisin, fusidik asit, meropenem, oksasilin, penisilin G ve ampisiline dirençli bulundu. Actinomyces naeslundii ise E-test metodu ile metronidazole dirençli, moksifloksasin ve meropeneme duyarlı, beta-laktamaz testi negatif olarak bulundu. On yaşında erkek hastada gelişen atrofik rinit klinik, mikrobiyolojik ve patolojik özellikleri ile sunularak konu ile ilgili literatür eşliğinde tartışıldı.
Atrophic rhinitis is a rarely witnessed inflamatory and chronic infection characterized by the atrophy of nasal mucosa and conchas, nasal crusting with bad smell and the enlargement of the nasal space with paradoxical nasal congestion. Primary and secondary forms of atrophic rhinitis are well-established. While primary atrophic rhinitis occurs in a previously healthy nose, secondary form frequently occurs following extensive sinus surgery, nasal trauma and chronic granulomatos diseases. On the physical examination of the case during anterior rhinoscopy, common crut and purulent, yellowish-dark green discharge were determined in nasal cavity. Klebsiella ozaenae and Staphylococcus aureus in aerobic culture with automated bacteria identification and susceptibiltiy testing system (Phoenix 100) and Actinomyces naeslundii in anerobic culture were yielded. Klebsielle ozaenae was found to be resistant only to ampicillin and was susceptible all the other tested antibiotics, and expanded spectrum beta-lactamase (ESBL) was negative. Staphylocccus aureus was found to be resistant to cefazolin, clindamycin, erythromycin, fucidic acid, meropenem, oxacillin, penicillin G and ampicillin. Actinomyces naeslundii was found to be resistant to metronidazole; susceptible to moxifloxacin and meropenem, with E-test method and beta lactamase test was negative. Presenting atrophic rhinitis in a 10-year-old male patient with clinical, microbiological and pathological features, the subject were discussed in the light of related literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailevi Akdeniz Ateşine Bağlı Çok Nadir Bir Göğüs Ağrısı Sebebi; Kostokondrit
Turgut Teke, Kemal Erol, Emin Maden, Ali Sallı, Kürşat Uzun
Olgu sunumu
Özeti
Ailevi Akdeniz Ateşine Bağlı Çok Nadir Bir Göğüs Ağrısı Sebebi; Kostokondrit
A Very Rare Chest PaIn Reason Due To FamIlIal MedIterranean Fever; CostochondrItIs
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA), ateş ve serozit atakları ile karakterize otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Eklem tutulumu, karın ağrısından sonra ikinci en sık görülen bulgusudur. Eklem tutulumu sıklıkla alt ekstremitelerin büyük eklemlerinde olur, ancak ayak bileği, omuz, temporomandibular eklem veya sternoclavicular eklemlerde de tutulum gözlenebilir. Burada kostokondritin eşlik ettiği 25 yaşındaki AAA’li erkek bir hastayı sunduk. Sonuç olarak AAA artriti klinik olarak kostakondrit gibi çeşitli formlarda ortaya çıkabilir
Familial mediterranean fever (FMF) is an autosomal recessivelytransmitted disease characterised by attacks of fever and serositis. Articular involvement is the second most common manifestation following abdominal pain. Articular involvement is commonly in the large joints of the lower extremities but may occur in other joints such as the ankle, shoulder, temporomandibular joint, or sternoclavicular joint. Here, we report a 25-year-old man of FMF with accompanying costochondritis. In conclusion, arthritis of FMF is clinically presented in various forms such as costochondritis
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta