Ahmet Yiğit Kaptan, Selçuk Korkmazer, Toygun Kağan Eren
Amaç: Hızlandırılmış Ponseti yöntemi, çarpık ayaklı hastalara haftalık yönteme göre daha sık aralıklarla manipülasyon ve alçı uygulamasıdır. Bu çalışmanın amacı çarpık ayak hastalarına uygulanan iki farklı hızlandırılmış ponseti yönteminin karşılaştırılmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Eylül 2018 ile Nisan 2020 tarihleri arasında çarpık ayak nedeniyle hızlandırılmış Ponseti yöntemi uygulanan 12 hasta (19 ayak) çalışmaya dahil edildi. Hastalar grup A ve grup B olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Grup A haftada iki kez manipülasyon ve alçılama uygulanan hastaları içerirken, Grup B ise ilk gün uygulanan alçılama ve manipülasyon sonrası 2., 3., 4., 5. alçı ve manipülasyon sırasıyla 4., 5., 6., 7. günlerde yapılan hastaları içeriyordu.
Bulgular: Grup A 6 hastadan (9 ayak) ve grup B 6 hastadan (10 ayak) oluştu. Hastaların ortalama yaşları gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi (P = 0,206). Pirani skoru son alçı çıkarıldıktan sonra (P = 0.856) ve son alçı çıkarıldıktan 6 hafta sonra (P = 0.930) gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi.
Sonuçlar: Hızlandırılmış Ponseti yöntemi için belirlenmiş kesin bir aralık bulunmasa da bu çalışmada uygulanan hızlandırılmış Ponseti teknikleri sonucunda başarılı sonuçlar elde edilmiştir.
Aim: Accelerated Ponseti technique is aplication of manipulation and casting the clubfoot patients more frequent than the weekly technique. The aim of this study is to compare two different accelerated ponseti techniques applied to clubfoot patients.
Patients and techniques: Twelve patients (19 feet) treated with the accelerated Ponseti technique for severe clubfoot between September 2018 and April 2020 were included in the study. The patients were divided into 2 groups as group A and group B. Group A had casting twice a week and Group B had 1st casting in first day of the treatment, with the 2nd, 3rd, 4th, 5th castings in the 4th, 5th, 6th, 7th day post-manipulation
Results: 6 patients ( 9 feet) were in group A, 6 patients ( 10 feet) were in group B. There was no significant difference regarding ages of patients’ between groups (P=0.206). There were no significant difference between groups regarding Pirani score after final cast removal (P=0.856) and after 6 weeks (P=0.930).
Conclusions: Although there is no definite interval determined for the accelerated Ponseti technique, successful results were obtained as a result of the techniques applied in the present study.
İsa Ardahanlı, Okan Akyüz
Amaç: Hemodiyaliz (HD) hastalarında ventriküler aritmiler ve ani kardiyak ölüm (AKÖ) dahil kardiyovasküler olaylar birincil ölüm kaynağıdır. QT aralığı, QT dispersiyonu (QTd), TPe aralığı, TPe / QT oranı ve kardiyak-elektrofizyolojik denge (iCEB = QT / QRS) gibi EKG parametrelerinin kontrol edilmesi, yüksek aritmi ve SCD riski olan hastaların sınıflandırılmasında yararlı olabilir. Çalışmamız, HD seansı öncesi ve sonrasında elektrokardiyografik parametrelerdeki değişimi sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırmayı amaçladı.
Yöntemler: Çalışmaya 49 HD hastası ve 50 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Gruplar hemodiyaliz ve kontrol grubu olarak iki gruba ayrıldı. Hemodiyaliz grubunun EKG'leri diyaliz öncesi ve sonrası değerlendirildi. EKG verileri tarandı ve dijital bir platformda değerlendirildi. QT, cQT, QTd, TPe, TPe / QT, TPe / cQT, QT / QRS ve cQT / QRS ölçüldü.
Bulgular: Hemodiyaliz sonrası QTd, cQTd, TPe, TPe / QTc ve QRS pre-HD'ye göre anlamlı olarak azalırken (her biri için p <0,05), diyaliz tedavisi sonrası HR, iCEB ve iCEBc anlamlı artış gösterdi (p <0,05 için her biri). Diyaliz öncesi EKG parametreleri ile kontrol grubu karşılaştırıldığında QT, cQT, QTd, cQTd, TPe ve iCEBc pre-HD'de anlamlı olarak daha yüksekti (her biri için p <0.05). Diyaliz sonrası EKG parametreleri karşılaştırıldığında, HR, cQT, QTd, cQTd, iCEB ve iCEBc değerleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (her biri için p <0.05).
Sonuç: HD hastalarında ventriküler repolarizasyon ve depolarizasyonu birlikte gösteren elektrokardiyografik parametreler değerlendirilerek aritmi ve ani kardiyak ölüm riski öngörülebilir.
Aim: Cardiovascular events, including ventricular arrhythmias and sudden cardiac death (SCD), are the primary source of death in hemodialysis (HD) patients. Checking ECG parameters such as QT interval, QT dispersion (QTd), TPe interval, TPe/QT ratio, and cardiac-electrophysiological balance (iCEB = QT/QRS) can be useful for classifying patients with high arrhythmia and SCD risk. Our study aimed to compare the change of electrocardiographic parameters before and after the HD session with the healthy control group.
Methods: A total of 49 HD patients and 50 healthy volunteers were included in the study. The groups were divided into two groups as hemodialysis and control group. ECGs of the hemodialysis group were evaluated before and after dialysis. ECG data were scanned and evaluated on a digital platform. QT, cQT, QTd, TPe, TPe/QT, TPe/cQT, QT/QRS, and cQT/QRS were measured.
Results: While QTd, cQTd, TPe, TPe / QTc, and QRS decreased significantly after hemodialysis compared to pre-HD(p <0.05 for each), HR, iCEB, and iCEBc showed a significant increase after dialysis treatment (p <0.05 for each). Comparing pre-dialysis ECG parameters with the control group, QT, cQT, QTd, cQTd, TPe and iCEBc were significantly higher in pre-HD (p <0.05 for each). Comparing the ECG parameters after dialysis, HR, cQT, QTd, cQTd, iCEB, and iCEBc values were significantly higher than the control group (p <0.05 for each).
Conclusion: By evaluating the electrocardiographic parameters showing ventricular repolarization and depolarization together, the risk of arrhythmia and sudden cardiac death can be predicted in HD patients.
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
Mehmet Adam, Seray Aslan Bayhan, Hasan Ali Bayhan, Ersin Muhafiz, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal
Aim: To determine the effects of age and sex on retinal ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness in the eyes of healthy individuals determined using RTVue optical coherence tomography.
Patients and Methods: We evaluated 393 healthy Turkish subjects aged 10-84 years in a cross-sectional study. Linear regression analysis and Pearson’s correlation were performed to analyze the difference in the age-related changes. We evaluated the relationship between the retinal nerve fiber layer thickness and ganglion cell complex thickness using Pearson’s correlation.
Results: The whole population mean retinal nerve fiber layer thickness was 108.94±9.77 µm, and decreased by 0.101 µm/year (95% confidence interval (CI), -0.151, -0.051; linear regression analysis, p<0.001). The most significant decrease was in the supero-temporal sector (0.197 µm/year, 95% CI, -0.293, -0.101; linear regression analysis, p<0.001).There was no difference in the retinal nerve fiber layer thickness between sexes, except for the superior quadrant. The mean ganglion cell complex thickness was 97.45±6.42 µm, and decreased by 0.043 µm/year (95% CI, -0.079, -0.007; linear regression analysis, p=0.019). There was no relationship between sex and ganglion cell complex thickness. The mean retinal nerve fiber layer and ganglion cell complex thicknesses exhibited a significant correlation (p<0.001 and r=0.630).
Conclusion: The ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness decreased significantly with age but ganglion cell complex thickness was less affected. In addition, the ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness were greater in the present study than in the RTVue database. These differences should be taken into consideration because they may lead to delayed diagnosis.
Amaç: Sağlıklı bireylerde yaş ve cinsiyetin ganglion hücre kompleksi ve retina sinir lifi kalınlığı üzerine etkisinin RTVue optik kohorens tomografi ile değerlendirilmesi
Hastalar ve Yöntem: Yaşları 10-84 arasında değişen 393 sağlıklı katılımcıyı bu kesitsel çalışmada değerlendirdik. Yaşa bağlı değişikler lineer regresyon analizi ve Pearson korelasyon analizi ile incelendi. Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi arasındaki ilişki pearson korelasyon testi ile değerlendirildi.
Bulgular: Tüm populasyonun ortalama retina sinir lifi kalınlığı 108.94±9.77 µm idi ve yıllık 0.101 µm (95% güven aralığında , -0.151, -0.051; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) azalmaktaydı. En önemli azalma üst temporal bölümde ve yıllık 0.197 µm (0.197 µm/yıl, 95% güven aralığı, -0.293, -0.101; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) olarak görüldü. Üst kadran hariç retina sinir lifi kalınlığında cinsiyete göre fark bulunamadı. Ortalama ganglion hücre kompleksi kalınlığı 97.45±6.42 µm olarak bulundu ve her yıl 0.043 µm azalmaktaydı (95% güven aralığında, -0.079, -0.007; lineer regresyon analisi ile, p=0.019). Cinsiyetle ganglion hücre kalınlığı arasında bir ilişki bulunmazken retina sinir lifi ile ganglion hücre kompleksi arasında anlamlı korelasyon tespit edilmiştir (p<0.001 ve r=0.630).
Sonuç: Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi kalınlığı yaşla birlikte önemli ölçüde azalmaktadır ancak ganglion hücre kalınlığı daha az etkilenmektedir. Ek olarak bu çalışmada ganglion hücre kalınlığı ve retina sinir lifi kalınlığı RTVue veri tabanından yüksek bulunmuştur. Bu fark tanıda gecikmeye neden olabileceğinden dikkate alınmalıdır.
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
Fatih Keskin, Mehmet Fatih Erdi, Densel Araç
Amaç: Dejeneratif servikal spondilotik miyelopatinin tedavisinde kullanılan cerrahi yaklaşımların servikal dizilim ve vertebral kanal çapı ölçümlerine etkisini araştırmak
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 2016-2020 yılları arasında servikal spondilotik miyelopati (SSM) ile 45 hasta ameliyat edildi. 5'i kadın 18'i erkek 23 hasta open door laminoplasti ile ameliyat edildi; 4'ü kadın 18'i erkek 22 hasta lateral kitle vida füzyonu ile laminektomi ile ameliyat edildi. Hastaların SVA (C2 orta hat ile C7 üst uç plak orta hattı arasındaki mesafe), Cobb açıları (C2 alt uç plakası ve C7 alt uç plakasından geçen hatlar arasındaki açı) ve VCD (MR görüntülerinden ölçülen vertebral kanal çapı) değerleri ölçüldü.
Bulgular: Hastaların ameliyat öncesi dönemde ve ameliyattan 1 yıl sonra toplanan verileri istatistiksel olarak değerlendirildi.
Sonuç: SSM'li hastalarda faset eklem hasarına neden olmayan plak ve vida sistemleri servikal dizilim korumasında daha etkilidir.
Objective: To investigage the effect of surgical approaches used in the treatment of degenerative cervical spondylotic myelopathy on cervical alingment and vertebral canal diameter measurements
Material and Methods: 45 patients were operated with degenerative cervical sponylotic myelopathy (CSM) in our clinic between 2016 and 2020. 23 of them including 5 females and 18 males, were operated with open door laminoplasty; and 22 of them including 4 females and 18 males, were operated with laminectomy with lateral mass screw fusion. SVA (Distance between C2 midline and C7 superior end plate midline), Cobb angles (The angle between the lines passing through C2 lower end plate and C7 lower end plate), and VCD (vertebral canal diameter measured from MR images) values of patients were measured.
Results: Collected data of patients in preoperative period and 1 year after operation were evaluated statistically.
Conclusion: Plate and screw systems not causing facet joint damage use in patients with CSM are more effecticve in the cervical alignment protection
Turan Akdağ, Celalettin Korkmaz
Amaç: Sarkoidoz, etiyolojisi bilinmeyen ve non-kazeifiye granülomatöz inflamasyon ile karakterize multifaktöriyel bir hastalıktır. Sarkoidoz patogenezi ise inflamasyon ve otoimmün aktivasyon olarak tanımlanır. Bu nedenle sarkoidoz hastalığında plazma clusterin ve α-klotho düzeylerini değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve yöntemler: Sarkoidozlu 40 hasta (ortalama yaş: 52,10±12.60 yıl; 12 erkek, 28 kadın) ve 40 sağlıklı gönüllü (ortalama yaş: 37,40±18.20 yıl; 12 erkek, 28 kadın) çalışmaya alındı. Her iki gruptan alınan kan örnekleri ile plazma clusterin ve α-klotho düzeyleri enzime bağlı immünosorban testi (ELISA) ile araştırıldı.
Bulgular: Sarkoidozlu hastalarda plazma clusterin düzeyleri (309.73±40.68 ng/ml) sağlıklı gruba (117.86±102.03 ng/ml) kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.005). α-klotho plazma düzeyleri ise sarkoidoz grubunda 5.34±7.30 ng/ml ve sağlıklı grupta 7.21±9.84 ng/ml olarak belirlendi, minimal bir azalma gözlendi ancak istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0.338). Sarkoidozlu hastaların hemoglobin düzeylerinin sağlıklı gruba göre azaldığı belirlendi (12.93±1.02 g/dL'ye karşılık 14.06±1.50 g/dL) (p=0.012).
Sonuç: Sarkoidozun bağımsız olarak yüksek seviyelerde clusterin ile ilişkili olduğu sonucuna varıldı. Plazma clusterin düzeyleri sarkoidoz için potansiyel bir biyobelirteç olabilir. Literatüre göre bu çalışma, sarkoidozda clusterin ve α-klotho' nun plazma seviyeleri için bilgi verilen ilk çalışmadır. Bu konuda daha fazla ve kapsamlı araştırmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Sarcoidosis is a multifactorial disease with unknown aetiology and characterized by non-caseous granulomatous inflammation. The pathogenesis of sarcoidosis is defined as inflammation and autoimmune activation. Here, we aimed to evaluate plasma clusterin (CLU) and α-klotho levels in those with sarcoidosis.
Patients and methods: Forty patients with sarcoidosis (mean age: 52.10±12.60 years; 12 males, 28 females) and 40 healthy volunteers (mean age: 37.40±18.20 years; 12 males, 28 females) were enrolled into the study. Blood samples were drawn from both groups, and plasma CLU and α-klotho levels were investigated by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) technique.
Results: Patients with sarcoidosis had significantly higher plasma CLU levels (309.73±40.68 ng/mL), compared with healthy controls (117.86±102.03 ng/mL) (p=0.005). The plasma levels of α-klotho were measured as 5.34±7.30 in the sarcoidosis patients and 7.21±9.84 ng/mL in the controls. A minimal decrease was observed, but there was no statistically significant difference (p=0.338). The hemoglobin levels of sarcoidosis patients were decreased, when compared with the control group (12.93±1.02 g/dL vs 14.06±1.50 g/dL) (p=0.012).
Conclusion: We concluded that sarcoidosis is associated with high levels of CLU. Plasma CLU may be a potential biomarker of sarcoidosis. Based on literature and to the best of our knowledge, this is the first study to provide insight in the determination of plasma levels of CLU and α-klotho in sarcoidosis. Further and comprehensive investigations are needed to clarify the entity.
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
Mehmet Aykut Yıldırım, Hülya Vatansev, Mustafa Şentürk, Cengiz Kadıyoran, Sinan İyisoy
Amaç
Künt multiple travma nedeniyle nonoperatif tedavi (NOT) uygulanan karaciğer travmalı hastaların takibinde halen fikirbirliği yoktur. Çalışmamızda hastanemizde NOT uygulanan künt travma sonucu karaciğer yaralanması olan hastalara ait deneyimlerimizi sunmayı amaçladık.
Materyal Metod
Çalışmada hastanemize multiple travma nedeniyle başvuran ve karaciğer yaralanması olan 104 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. NOT başarılı olan hastalar ve NOT başarısız olup laparatomi yapılan hastalar tasnif edildi.
Bulgular
Künt karın travmasına bağlı 104 hastanın tamamında solid organ yaralanması olup bunların 58’inde toraks travması mevcuttu. Künt karın travması nedeniyle karaciğer yaralanması olan 94 hastaya NOT başarı ile uygulandı.10 hastada konservatif takip sırasında cerrahi tedaviye dönüldü. Yaralanma derecesine göre 35 hasta grade 1, 23 hasta grade 2, 24 hasta grade 3 ve 12 hasta grade 4 olarak derecelendirildi. NOT’un başarısız olduğu karaciğer travmalı 10 hastanın verileri NOT uygulanan grupla karşılaştırıldı.
Sonuç
Yaralanma derecesi yüksek veya toraks travmasının eşlik ettiği hastalarda komplikasyon gelişimi de artmaktadır. Grade 4 yaralanmalarda NOT uygulanan vakalarda komplikasyonların görülme oranı yüksektir.
Abstract
Objective
There is still no consensus on nonoperative management (NOM) for the treatment of patients with liver injury due to multiple trauma. In this study, we aimed to present our experience in patients who underwent NOM in our hospital due to liver injury resulting from blunt trauma.
Material & Methods
In this study, a total of 104 patients who presented to our hospital with liver injury due to multiple trauma were retrospectively evaluated. Patients with successful NOM and those who underwent laparotomy due to failure of NOM were grouped.
Results
All of the 104 patients had solid organ injury due to blunt abdominal trauma, and 58 of these had thorax trauma. NOM was successfully performed in 94 patients with liver injury due to blunt abdominal trauma. The treatment was converted to surgery in 10 patients during conservative follow-up. According to injury grades; 35 patients were graded as Grade 1, 23 patients as Grade 2, 24 patients as Grade 3, and 12 patients as Grade 4. Data of 10 patients with liver trauma and NOM failed were compared with those of the NOM group.
Conclusion
The development of complications increases in patients with high-grade injury or those accompanied by thorax trauma. The rate of complications is high in patients who receive NOM in Grade 4 injury.
Necdet Poyraz, Hayrettin Karakuş
yok
yok
Seyit Erol, Ramazan Dertli, Mehmet Asil, Yusuf Kenan Boyraz, Ülkü Kerimoğlu
Amaç: İnflamatuar Barsak Hastalığı(İBH) tanılı aktif bulguları olan ve remisyondaki hastalar arasında MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemelerinin ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmamıza, hastanemizde 01.12.2015 ve 31.08.2016 tarihleri arasında İBH tanısı olan hastalar dahil edilmiştir. Toplam 47 hasta olup bunların 30’u erkek (%63,8), 17’si kadındır (%36,2). Hastaların 32’sinde (%68,1) Ülseratif kolit, 15’inde (%31,9) Crohn hastalığı vardır. Hastalara yağ baskılı T2 trufi ve difüzyon ağırlıklı görüntüleme sekansları alınmıştır. Daha sonra intravenöz kontrast madde sonrası 60. saniyede T1 VİBE sekansları alınmıştır. 47 hastanın 1. grup olan 10 tanesinde aktif ve remisyonda MR incelemeleri olup, 2. gruptaki 37 hastanın ise aktif ve inflame olmayan barsak duvarından ADC, duvar kalınlıkları ve kontrastlanma miktarları karşılaştırıldı.
Bulgular: Birinci grupta aktif ve remisyon MR incelemelerindeki ADC değerleri ile aktif ve remisyondaki duvar kalınlıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p=0.005). Birinci grupta aktif ve remisyondaki barsak duvar kontrastlanmaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0.059). İkinci gruptaki aktif ve normal barsaktan ADC değerleri, duvar kalınlıkları ve kontrastlanmalarında da istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0.001).
Sonuç: MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemesi bu hastalardaki inflamasyonun derecesi ve tedaviye yanıtın belirlenmesinde yararlı olabilir.
Aim: We aimed to evaluate the relationship between magnetic resonance (MR) enterography and diffusion magnetic resonance imaging (MRI) investigations in inflammatory bowel disease (IBD) patients during active inflammation and remission phases.
Patients and Methods: We included patients diagnosed with IBD between 01.12.2015-31.08.2016 at our hospital. 47 patients were included; 30 were male (63.8%) and 17 were female (36.2%). Thirty two (68.1%) of them had ulcerative colitis and 15 (31.9%) had Crohn’s disease. Standard institutional sequences for upper and lower abdomen scan included: sagittal and axial T2 TRUFI, axial and coronal fat suppressed T2 TRUFI and coronal and axial T1 VIBE following intravenous (at 60 seconds) contrast medium administration. First group of patients (n=10) had MRI investigations both at active and remission phases, whereas in the second group of patients (n=37) apparent diffusion coefficient (ADC) values, bowel wall thickness and contrast enhancement grades were compared between actively inflamed and non-inflamed bowel segments.
Results: A statistically significant difference was found regarding ADC values and bowel wall thickness measurements in the first group of patients when compared between active and remission phase MRI investigations (p=0.005). Bowel wall contrast enhancement degree did not differ between active and remission phases in the first group (p=0.059). In the second group, there was a statistically significant difference between active and normal bowel segments regarding ADC values, bowel wall thickness and contrast enhancement (p<0.001).
Conclusion: MR enterography and diffusion MRI may be beneficial to determine the degree of inflammation and response to treatment in IBD patients.
Fatma Hümeyra Zengin, Efsun Karabudak
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
Aylin Orgen Çallı
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
Rafet Özbey
Üst ekstremitede yanık sonrası gelişen kontraktürler elin ve kolun fonksiyonunu kısıtlamaktadır. Yirmibeş yaşında bayan hasta 3 yaşından beri sol el bileği bölgesindeki kontraktür sebebiyle polikliniğimize başvurdu. Muayenesinde hastanın sol elbilek ekstansör yüzde yaklaşık 120 derece ekstansiyon kontraktürü vardı. Hastanın kontraktürü yapılan insizyonla açılarak oluşan defekt karın flebiyle kapatıldı. Karın flebinin yanık sonrası görülen kontraktürlerin tedavisinde iyi bir tedavi alternatifi olduğunu düşünmekteyiz.
Postburn contractures in the upper extremities limit the function of the hand and arm. A 25-year-old female patient was admitted to our outpatient clinic for contracture of the left wrist since the age of three. On examination, the patient had an extension contracture of approximately 120 degrees in the left wrist. The patient's contracture was opened with an incision and the defect was closed with an abdominal flap. We think that abdominal flap is a good alternative for the treatment of postburn contractures.
Ahmet Buğrul, Hasan Hüseyin Kozak, Mustafa Altaş
Sneddon sendromu(SS) tekrarlayan iskemik ataklar ile giden nadir görülen bir vaskülopatidir. Kesin bir tedavi yöntemi olmamakla birlikte antiagregan, antikoagülen ve immünsüpresan tedaviler önerilmektedir. 44 yaşında kadın hasta sağ tarafında geçici his kaybı ve eşlik eden konuşma bozukluğu ile başvurdu. Nörolojik muayanesinde sağda santral fasiyel asimetri ve konuşmasında hafif dizartri vardı. Difüzyon MR’nda sol lentifom nukleus ve kaudat nükleus başında akut iskemik değişiklik mevcuttu. Kraniyal MR’da perivasküler iskemik gliotik değişiklikler ve yaygın kortikal serebral atrofi mevcuttu. Her iki ayakta livedoretikülaris görünümü olan hastaya cilt biyopsisi yapıldı. Cilt biyopsisi vaskülopati ile uyumlu geldi. Ayaklarda livedo retikülaris, periventriküler iskemik gliotik değişikler ve iskemik atak öyküsü olan hasta SS olarak kabul edildi. Antifosfolipid antikoru negatif olan hasta ikili antiagregan ile takip edildi. İkili antiagregan ile bir sene takip edilen hastada yeni atak görülmedi. Tekrarlayan iskemik olayları olan ve antifosfolipit antikoru negatif saptanan SS hastalarında ikili antiagregan tedavi düşünülebilir.
Sneddon syndrome(SS) is a rare, progressive vasculopathy with recurrent ischemic attacks. There is no specified treatment recommendation, various treatment methods such as anticoagulants, antiaggregants, and immunosuppressions are recommended. A 44-years-old woman who applied with a temporary numbness on her right side and speech disorder. In her neurological examination, there was central facial asymmetry on the right and mild dysarthria in his speech. In cranial diffusion MR, there was an acute ischemic change in the left lentiform nucleus and at the head of the caudate nucleus. In cranial MR, there were perivascular ischemic gliotic changes and diffuse cerebral cortical atrophy. The patient underwent a skin biopsy to have livedo reticularis-like lesions on both legs. Skin biopsy was compatible with vasculopathy. Due to the ischemic attack, periventricular ischemic changes, and livedoreticularis, the patient was accepted as SS. Since the antiphospholipid antibodies (APL) were negative, that she was followed up with dual antiplatelet therapy. There was no new attack within a year with dual therapy. Dual antiplatelet therapy may be used in SS patients with recurrent ischemic events and negative APL.