Gülşah Barğı, Merve Koku
Amaç: Yeni koronavirüs hastalığının (COVID-19) uzamış süreci ve ilgili kısıtlamalar bireylerde fiziksel
inaktiviteye, COVID-19 korkusuna ve yorgunluğa neden olmaktadır. Pandemi sürecinde, hastalarda
kinezyofobi ölüm korkusu ve fiziksel inaktiviteyi artırabilmektedir. Ancak bireylerde kinezyofobi ve
kinezyofobinin fiziksel aktivite, COVID-19 korkusu ve yorgunlukla ilişkisi henüz bilinmediğinden mevcut
çalışmada araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yetişkin bireyler (n=166, 36,3±15,37 yıl) dâhil edildi. Kinezyofobi
(Tampa Kinezyofobi Ölçeği), fiziksel aktivite düzeyleri (Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Formu),
COVID-19 korkusu (COVID-19 Korkusu Ölçeği (CKÖ-19)) ve yorgunluk (Sayısal Derecelendirme Ölçeği) 3
Haziran 2021 ve 30 Haziran 2021 arasında çevrimiçi platform üze rinden uzaktan değerlendirildi.
Bulgular: Bireylerin 91’inde (%54,8) yüksek derecede kinezyofobi vardı, 55'i (%33,1) inaktif, 84'ü (%50,6)
minimal aktif ve 27'si (%16,3) çok aktifti. Kinezyofobi puanı yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, eğitim
düzeyi, yürüme, toplam fiziksel aktivite, CKÖ-19 ve yorgunluk puanları ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0,05).
Sonuç: Bireylerin çoğunluğunda kinezyofobi ve fiziksel inaktivite yaygındır. COVID-19 pandemisi boyunca
bireylerin hastalığı olmamasına rağmen, yürüme, fiziksel aktiviteler ve eğitim düzeyi azaldıkça bireylerde
kinezyofobi artmaktadır. Yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, COVID-19 korkusu ve yorgunluk arttıkça
da kinezyofobi artmaktadır. Kinezyofobinin ve uzamış pandemi sürecinin olumsuz etkileri düşünüldüğünde,
bireyler acilen fiziksel aktivite danışmanlığı programlarına yö nlendirilmelidir.
Aim: The prolonged process of new coronavirus disease (COVID-19) and related restrictions cause
physical inactivity, fear of COVID-19, and fatigue in individuals. During the pandemic, kinesiophobia may
raise fear of death and physical inactivity in patients. However, kinesiophobia and its relationship with
physical activity (PA), fear of COVID-19, and fatigue in individuals have not been known yet, which was
therefore aimed to investigate in the current study .
Patients and Methods: Adult individuals (n=166, 36.3±15.37 years) were included in the study.
Kinesiophobia (Tampa Scale of Kinesiophobia), PA levels (International Physical Activity Questionnaire-
Short Form), fear of COVID-19 (Fear of COVID-19 Scale (FCS-19)), and fatigue (Numeric Rating Scale)
were evaluated remotely between 3 June 2021 and 30 June 2021 th rough an online platform.
Results: Of the individuals, 91 (54.8%) had a high level of kinesiophobia, 55 (33.1%) were inactive, 84
(50.6%) were minimally active, and 27 (16.3%) were very active. Kinesiophobia score was significantly
correlated with age, weight, body mass index, education level, and walking, total PA, FCS-19, and fatigue
scores (p<0.05).
Conclusion: Kinesiophobia and physical inactivity are prevalent in many individuals. Although individuals
have no disease during the COVID-19 pandemic, their kinesiophobia level increases as walking, physical
activities, and education levels decrease. Kinesiophobia also increases as age, weight, body mass
index, fear of COVID-19 and fatigue increase. Considering the negative effects of kinesiophobia and the
prolonged pandemic process, individuals should be urgently dire cted to P A counseling programs.
Nurullah Türe, Yeşim Tunç, Cemal Aksoy
Amaç: Bu çalışmada, ulusal ölçekte kulak burun boğaz hekimleri arasında podcast farkındalığının ve
kullanım sıklığının araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çevrimiçi anket türündeki çalışmamız, 2021-2022 yılları arasında ‘Google forms’
(Mountain View, CA) açık web adresi üzerinden yapılmıştır. Hedef kitle, ulusal ölçekteki her yaş ve
deneyim seviyesinden kulak burun boğaz hekimleridir . Anketimiz yirmi sorudan oluşmaktadır .
Bulgular: Anket çalışmamızda, sorularımıza cevap veren kişi sayısı 112’dir. Bu 112 kişinin 92’ si erkek
(%82,1), 20’ si kadın (%17,9)’dır. Kulak burun boğazla ilgili mesleki alanda podcast dinleyen %20,5
(n=23), dinlemeyen %79,5 (n=89) olarak izlendi. Pandemi öncesi en sık başvurulan kaynakların %40,2
(n=45) ile kitap ve %31,3 (n=35) ile e-kitap olurken, pandemide %30,4 (n=34) çevrimiçi toplantı ve %27,7
(n=31) e-kitap olduğu izlenmiştir. Pandemi öncesi ve pandemi dönemi başvurulan kaynakların sıklık
karşılaştırılmasında istatistiksel anlamlı fark bulunmuştur (p< 0,001).
Sonuç: Süregelen pandemi bilgi kaynaklarına başvuru sıklığını etkilemiş olmasına rağmen, podcast
kullanımında anlamlı bir değişikliğe neden olmamıştır. Yazarlar, bu makalenin kulak burun boğaz alanında
Türkçe podcast üretmek için bir farkındalık oluşturacağını umuy orlar.
Aim: It was aimed to investigate podcast awareness and frequency of use among otorhinolaryngologists
on a national scale.
Patients and Methods: This study was conducted via the open web address of 'Google forms'
(Mountain View, CA) between 2021-2022. On a national scale, the intended audience consisted of
otorhinolaryngologists of all ages and levels of experience. Ou r survey consisted of twenty questions.
Results: In our study, the number of people who answered our questions was 112 (92 men (82.1%),
20 women (17.9%). When asked if they had listened to podcasts about otorhinolaryngology, 23 people
(20.5%) answered that they had listened and 89 people (79.5%) had not. When people want to learn
about a topic in the field of Otorhinolaryngology before pandemic, the most frequently used literature
resources are 40.2% (n=45) books and 31.3% (n=35) e-books. It was observed that the most frequently
used literature sources in the pandemic were 30.4% (n=34) online meetings and 27.7% (n=31) e-books.
There was a statistically significant difference between the frequency distribution of resources consulted
before and during the pandemic (p<0.001).
Conclusion: Although the ongoing pandemic has affected the frequency of consulted to literature
resource, it has not caused a significant change in podcast usage. The authors hope that this article will
create an awareness for producing Turkish podcasts in the field of otolaryngology .
Alper Yıldırım, Abdullah Yazar, Fatih Akın, Ahmet Osman Kılıç, Mehmet Uyar, Ayşegül Zaimoğlu
Amaç: Çalışmanın amacı pandemi döneminde çocuk acil servisten cerrahi branşlara danışılan hastaların
klinik özelliklerinin ve konsültasyon sürecinin değerlendirilmesi, elde edilen bulguların pandemi öncesi verilerle
kıyaslanmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Araştırma 11.03.2020-11.03.2021 tarihleri arasında hastanemizin çocuk acil servisinde
yapılmıştır. 0-18 yaş grubundaki hastalar geriye dönük olarak cinsiyet, yaş, tanı, konsültasyon sonucu, konsültasyon
yanıt süresi açısından değerlendirildi. Elde edilen bulgular 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasındaki pandemi
öncesi verilerle karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların; %42,4'ü kadın, %57,6'sı erkektir. Ortalama yaş 6,9±4,9 yıldır. Hastalarımızın %27,3'ünün
cerrahi kliniklerden birine yabancı cisim, %22,2'sinin akut karın, %10,6'sının yabancı cisim aspirasyonu tanısı ile
başvurduğu belirlendi. Hastaların %38,5'inin çocuk cerrahisi, %33,9'unun kulak burun boğaz ve %11,4'ünün göğüs
cerrahisi bölümüne konsülte edildiği belirlendi. Ortalama konsültasyon yanıt süresi 72,2±48,8 dakikaydı. Pandemi
sırasında acil servise başvuran hastaların tanı dağılımı, konsültasyon yanıtlanma süresi, konsültasyon yapılan
cerrahi bölüm dağılımı, konsültasyon sonuçları, cerrahi bölümlere göre konsültasyon yanıt sürelerinin dağılımı
pandemi öncesi döneme göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05).
Sonuç: Çalışmamızda pandemi döneminde çocuk acil servisine başvuran hasta sayısının azaldığı, yatış sayısının
arttığı, travma ve yakın fiziksel temasla ilişkili tanıların azaldığı, epididimoorşit tanılarının arttığı saptandı. Bununla
beraber konsültasyon yanıtlanma sürelerinin oldukça uzadığı gör üldü.
Aim: The aim of the study was to evaluate the clinical features and consultation process of the patients who
were consulted from the pediatric emergency department to the surgical departments during the pandemic
period, and to compare the findings with the data before the pa ndemic.
Patients and Methods: The research was conducted between 11.03.2020-11.03.2021 in the pediatric
emergency department of our hospital. The enrolled patients at 0-18 years of age were retrospectively
evaluated in terms of gender, age, diagnosis, consultation result, consultation response time. Our study was
compared with the prepandemic data between 01.01.2019 and 31.12 .2019.
Results: Of the patients; 42,4% were female and 57,6% were male. The mean age was 6,9±4,9 years. It
was determined that 27,3% of our patients were consulted to one of the surgical clinics with the diagnosis of
foreign body, 22,2% acute abdomen, 10.6% foreign body aspiration. It was found that 38,5% of the patients
were consulted to the pediatric surgery department, 33,9% to the otolaryngology department and 11,4% to the
thoracic surgery department. The mean consultation response time was 72,2±48,8 minutes. The distribution
of diagnoses, consultation response time, consulted surgical departments, consultation results by age groups,
and distribution of the consultation response times by surgical departments during the pandemic were found
to be statistically significant compared to the pre-pandemic pe riod (p<0,05).
Conclusion: In our study, it was found that the number of patients admitted to the pediatric emergency
department decreased during the pandemic period, the number of hospitalizations increased, the diagnoses
associated with trauma and close physical contact decreased, and the diagnosis of epididymorchitis increased.
In addition consultation response times were observed to be con siderably longer.
Hande Çağlıyan, Işık Solak Görmüş, Hatice Solak, Raviye Özen Koca, Burcu Gültekin
Amaç: Morfin, kronik ağrı tedavisinde tercih edilen opioidlerdendir. Tekrarlayan kullanımı bağımlılığa
neden olabilir. Opioid bağımlılığının kalp kontraksiyonuna olan etkilerini araştırmak amacıyla deneysel
morfin bağımlılığı/yoksunluğu oluşturulan sıçanlarda miyokardiyal kontraktilite/histolojik değişiklikler
araştırıldı.
Gereçler ve Yöntem: Resmi olarak 28.05.2021’de tamamlanan çalışmada kullanılan 32 yetişkin erkek
Wistar albino sıçan, Kontrol(C), Morfin(M), Morfin+Nalokson(MN) gruplarına ayrıldı. GrupC’ye 10mg/kg
%0,9 NaCl, GrupM'ye 10mg/kg morfin 7 gün subkutan uygulandı. Son morfin uygulamasından sonra C-M
gruplarına 3mg/kg NaCl, GrupMN’ye 3mg/kg nalokson intraperitoneal verildi. 30dk morfin yoksunluğu
belirtileri puanlandı. 3-4mm atriyum şeritleri izole organ banyosu haznelerine asıldı. 2g gerimle adrenalin
kaynaklı kasılmalar(0,001M) gözlemlendi. Gerim değişiklikleri kaydedildi. İstatistiksel analizde SAS
University Edition 9.4 programı kullanıldı.
Bulgular: MN grubunda morfin yoksunluğu davranışları gözlendi. GrupM-MN’de adrenalin öncesi
gerim değerleri GrupC’ye göre daha yüksekti. Adrenalin kaynaklı verilerden 15 dakika öncesi/sonrası
kasılmadaki en büyük artış GrupC’de tesbit edildi.
Sonuç: Morfin bağımlılığı-yoksunluğu, sıçanlarda inotropik/kronotropik etkilerde değişikliğe neden
olmadı. Mast hücrelerinde histolojik farklılık gözlenmedi. Çalışma morfin bağımlılarında, sistem analizi
açısından kalp için olumlu bir kaynak oluşturabilir .
Aim: Morphine is one of the most preferred opioids in treatment of chronic pain. Recurrent use can
cause addiction. There is no consensus on cardiovascular system treatment/side effects of opioids. In
order to investigate effects of opioid addiction on heart, myocardial contractility/histological changes were
investigated in rats via experimental morphine addiction/withdr awal.
Materials and Methods: 32 adult male Wistar albino rats used for study, which was officially completed
on 28-05-2021, were divided into Control(C), Morphine(M), Morphine+Naloxone(MN) groups randomly. In
GroupC 10mg/kg 0.9% NaCl solution, in GroupM-MN 10mg/kg morphine were administered subcutaneously
for 7 days. After the last administration of morphine, 3mg/kg NaCl was given to GroupC-M, 3mg/kg naloxone
was given to GroupMN intraperitoneally. Signs of morphine withdrawal were observed for 30 minutes
and scored. 3-4mm strips of atria were hung in isolated organ bath chambers. Tension was adjusted to
2g. Adrenaline-induced contractions (0.001M) were observed. Changes in tension were recorded. SAS
University Edition 9.4 program was used for statistical analysi s.
Results: Morphine withdrawal behaviours were observed in GroupMN. There was no statistically
significant difference between atrial contractility tension values of GroupC-M-MN(p>0.05). Pre-adrenaline
tension values were higher in GroupM-MN than in GroupC. But the greatest contraction increase between
15minutes before/after adrenaline-induced data was in GroupC.
Conclusion: Morphine addiction/withdrawal didn’t cause inotropic/chronotropic changes. No histological
differences were observed in mast cells. These results may constitute a positive resource for the heart for
systems analysis in morphine addicts.
Ahmet Fevzi Kekeç, Alper Kırılmaz, Haluk Yaka, Tahsin Sami Çolak, Halil Sezgin Semiz
Amaç: Bu çalışmanın amacı, kalça kırığı tanısı almış yaşlı hastalarımızda pandemi öncesi ve sonrasında
ameliyata alınma süresinin değişip değişmediğini ve bu durumun mortalitede artışa neden olup olmadığını
incelemektir.
Hastalar ve Yöntem: Mart 2019-Mart 2020 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen hastalar
pandemi öncesi dönem, Nisan 2020-Nisan 2021 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen
hastalar ise pandemi dönemi olarak kabul edildi. Her iki grup; yaş, cinsiyet, cerrahiye kadar geçen süre,
hastanede kalış süresi ve bir yıllık mortalite açısından karşıl aştırıldı.
Bulgular: Mortaliteyi etkileyen tüm faktörler incelendiğinde, ameliyata kadar geçen sürenin mortaliteyi
anlamlı olarak artırdığını gösterdi. Ameliyat için ortalama bekleme süresi tüm hastalarda 27,6±19,4
saat iken Grup 1'de 25,7±19,1 saat ve Grup 2'de 29,6±19,6 saat olup iki grup arasında anlamlı fark
vardı. (p=0.043). Mortaliteye neden olan cerrahi bekleme süresinin cut-off değeri “23.35” saat olarak
hesaplandı. Grup 1'de mortalitede anlamlı artış saptanmazken (p=0.340), Grup 2'de cerrahi gecikmenin
artması mortaliteyi anlamlı olarak etkiledi (p=0.027).
Sonuç: Bu çalışmada, yaşlı popülasyonda kalça kırığı sonrası 23.35 saatin üzerinde cerrahi başvuru
gecikmesindeki artışın bir yıllık mortalite ile doğrudan ilişkili olduğu gösterilmiştir, ayrıca pandemi
koşullarında ameliyat için bekleme süresindeki artışın direkt olarak mortaliteyi olumsuz etkileyen
faktörlerden biri olduğu düşünülmektedir .
Aim: The aim of this study is to examine whether the timing of surgery in our elderly patients with a
diagnosis of hip fracture changed before and after the pandemic, and whether this situation caused an
increase in mortality .
Patients and Methods: The patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between March
2019 and March 2020 in our hospital database were accepted as in the pre-pandemic period, and the
patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between April 2020 and April 2021 were
considered as in pandemic period. Both groups were statistically compared in terms of age, gender,
waiting time for surgery , length of hospital stay and one year mortality .
Results: When the factors af fecting mortality were examined, the time elapsed until surgery significantly
increased mortality. While the mean waiting time for surgery was 27.6±19.4 hours in all patients, it was
25.7±19.1 hours in Group 1 and 29.6±19.6 hours in Group 2 and there was a significant difference between
the two groups (p=0.043). The cut-off value of the waiting time for surgery, which caused mortality, was
determined as “23.35” hours. While no significant increase in mortality was found in Group 1 (p=0.340),
the increased delay for surgery in Group 2 affected mortality significantly (p=0.027).
Conclusion: In this study, it was found that the increase in the delay of admission for surgery over 23.35
hours in the elderly population after hip fractures was directly associated with one year of mortality
and also we think that the waiting time for surgery in the pandemic conditions is one of the factors that
negatively af fect mortality in these patients.
Pınar Didem Yılmaz, Sevinç Kalın, Mevlüt Hakan Göktepe
Amaç: Non- kazeifiye granülomlar ile karakterize sistemik granülomatöz bir hastalık olan sarkoidozun tanısında ve
prognozunu belirlemede akciğer grafisi ve toraks bilgisayarlı tomografi (BT) önemli bir yer tutmaktadır. Hastalığın
nadir bir komplikasyonu olan pulmoner hipertansiyon tüm evrelerde görülebilmektedir. Pulmoner hipertansiyon
(PH) ile ana pulmoner arter çapındaki (APAÇ) artış arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu çalışmamızda evre
II sarkoidozlu hastalarda erken dönemde PH tanısı için çok kesitli BT incelemesi ile APAÇ’ ı değerlendirmeyi
amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Görüntülemelerinde hiler lenfadenopati ve parankimal değişikliklerin olduğu, ocak-2018 ile
aralık-2021 tarihleri arasında hastanemizde sarkoidoz tanısı ile takip edilen Evre II sarkoidozlu hastalarda toraks
BT’de ana pulmoner arter çapını ölçerek akciğer grafisi normal olup nonspesifik semptomlarla toraks BT çekilmiş
kontrol grubu ile karşılaştırdık. Evre II sarkoidozlu hastaların Ekokardiyografi (EKO) ile elde edilmiş pulmoner arter
basınçları ile ana pulmoner arter çapı arasındaki ilişkiyi değe rlendirdik.
Bulgular: Sarkoidozlu hastalarda kontrol grubuna kıyasla APAÇ artışı ve EKO ile ölçülen pulmoner arter basıncı
ile bu grup hastalardaki BT’den ölçülmüş olan pulmoner arter ça pı arasında anlamlı bir ilişki tespit ettik.
Sonuç: Sarkoidozlu hastalarda BT ile pulmoner arter çapının değerlendirilmesinin PH gelişimi konusunda yol
gösterici olabileceği dolayısıyla erken dönemde müdahele fırsat ı sunacağı kanısındayız.
Aim: Chest radiography and thoracic computed tomography (CT) play an important role in the diagnosis and
prognosis of sarcoidosis, a systemic granulomatous disease characterized by non-caseating granulomas.
Pulmonary hypertension, a rare complication of the disease, can be seen in all stages. There is a strong
correlation between pulmonary hypertension (PH) and an increase in the diameter of the main pulmonary
artery (MPAD). In this study, we aimed to evaluate MPAD with multislice computed tomography (CT)
examination for the early diagnosis of PH in patients with stag e II sarcoidosis.
Patients and Methods: We measured the diameter of the main pulmonary artery on thorax CT in patients
with stage II sarcoidosis, who were followed up in our hospital with a diagnosis of sarcoidosis between
January-2018 and December-2021, with hilar lymphadenopathy and parenchymal changes in their imaging,
and compared them with the control group, whose chest X-ray was normal and thorax CT scan was performed
with nonspecific symptoms. We evaluated the relationship between the pulmonary artery pressures obtained
by echocardiography and the diameter of the main pulmonary arte ry in patients with stage II sarcoidosis
Results: We found a significant correlation between the increase in MPAD and pulmonary artery pressure
measured by ECHO in patients with sarcoidosis compared to the control group, and the pulmonary artery
diameter measured by CT in this patient group.
Conclusion: We think that CT evaluation of pulmonary artery diameter in patients with sarcoidosis can guide
the development of PH and therefore of fer an opportunity for early intervention.
İbrahim Kartal, Ayhan Dağdemir, Oğuz Salih Dinçer, Murat Elli, Canan Albayrak
Amaç: Bu çalışmada yüksek riskli pediatrik solid tümör hastalarında uyguladığımız otolog hematopoietik
kök hücre tedavisinin (OHKHT) etkinlik ve güvenilirliğini 12 yı llık tecrübemizle paylaşmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2009-Temmuz 2021 tarihleri arasında Çocuk Kemik İliği Nakil Ünitesi'nde 18
yaş altı OHKHT yapılan pediatrik maligniteli hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Ortanca yaşı 7,8 (0,5-18) yıl olan 51 hasta (24 kız, 27 erkek) çalışmaya dahil edildi: sırasıyla
nöroblastom, ewing sarkomu, hodgkin lenfoması, hodgkin dışı lenfoma, germ hücreli tümör ve yumuşak
doku sarkomu olan 20, 15, 8, 4, 2 ve 2 hasta vardı. Hastaların nötrofil ve trombosit engraftman ortanca
süreleri sırasıyla 11 (8-45) gün ve 16 (4-62) gün ve ortanca hastanede kalış süresi 38 (17-67) gün idi.
Tüm hastalarda ortanca takip süresi 2.83 (0.12-10.81) yıl ve genel sağkalım %51.3±10.3; Ewing sarkomu
ve nöroblastom olgularının ortanca takip süreleri ve sağkalım oranları sırasıyla 2,63 (0,12-10,55) yıl ve
% 64,2 ±14,9 ve 2,81 (0,31-7,91) yıl ve %42,8±12 idi. Nöroblastom hastalarında; karboplatin, etoposid,
melfalan (CEM) hazırlık rejimi olarak alan 4 hastanın tümü ölürken, hazırlık rejimi olarak busulfan ve
melfalan (Bu/Mel) rejimi alan 16 hastanın 6'sı öldü: Bu/Mel grubunun ortanca takip süresi 3.08 (0.32-7.91)
yıl ve genel sağkalım %55,1±13,8 idi (p:0,001).
Sonuç: Hasta sayımızın sınırlı olmasına rağmen, kliniğimizde Ewing sarkomu ve nöroblastom
olgularımızda elde edilen verilerde ve literatürde OHKHT'nin yapılmayan hastalara göre daha iyi sağkalım
sağladığı görülmektedir.
Aim: In this study, we discuss the efficacy and safety of autologous hematopoietic stem cell transplantation
(AHSCT) for high-risk pediatric solid-tumor patients based on 1 2 years of experience.
Patients and Methods: The data of patients aged < 18 years with pediatric malignancies who underwent
AHSCT between January 2009 and July 2021 at the Pediatric Bone Marrow Transplant Unit were evaluated
retrospectively.
Results: Fifty-one patients (24 girls and 27 boys; median age, 7.8 years; range: 0.5–18 years) were
enrolled in the study; 20, 15, 8, 4, 2, and 2 patients had diagnoses of neuroblastoma, Ewing’s sarcoma,
Hodgkin’s lymphoma, non-Hodgkin’s lymphoma, germ cell tumor, and soft tissue sarcoma, respectively.
The median neutrophil and platelet engraftment times were 11 (8–45) and 16 (4–62) days, respectively,
and the median hospital stay was 38 (17–67) days. The median follow-up time was 2.83 (0.12–10.81)
years and the overall survival (OS) rate was 51.3 ± 10.3% for all patients; the median follow-up times
and survival rates for the Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases were 2.63 (0.12–10.55) years and
64.2 ± 14.9%, and 2.81 (0.31–7.91) years and 42.8 ± 12%, respectively. All four patients who received
the conditioning regimen of carboplatin, etoposide, and melphalan (CEM) died; 6 of 16 neuroblastoma
patients who received the busulfan and melphalan (Bu/Mel) regimen as a conditioning regimen died: the
median follow-up period of the Bu/Mel neuroblastoma patients was 3.08 (0.32–7.91) years and the OS
rate was 55.1 ± 13.8%.
Conclusion: Although the number of patients in this study was limited, AHSCT resulted in better survival
for Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases than reported for those who did not undergo AHSCT in
our clinic.
Duygu İlke Yıldırım
SARS-CoV-2’nin tanımlanmasından bu yana COVID-19 hastalığı sonrası çocuklarda ortaya çıkan ve
Kawasaki hastalığını taklit eden multisistem inflamatuar bir sendrom (MIS-C) İngiltere’de Nisan 2020’de
bildirilir iken, yetişkinlerde ortaya çıkan COVID-19 ile ilişkili multisistem inflamatuar sendrom (MIS-A)
Haziran 2020’de bildirilmiştir. MIS-A hastalarının literatürde 50 yaşına kadar olduğu bildirilmiş olup MIS-C
ile karşılaştırıldığında altta yatan bazı sağlık koşullarına sahip olma ve yakın dönemde tanımlanabilir bir
solunum yolu hastalığı geçirmiş olma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan MIS-A hastaları ile MIS-C
hastaları örtüşen birçok klinik özelliğe sahiptir fakat MIS-A’da kardiyak disfonksiyonun ciddiyeti, tromboz
insidansı ve MIS-A mortalitesi daha yüksek olabilir. MIS-C/A’da nötrofili, lenfopeni ve trombositopeninin
yaygın olarak bulunduğu açık olmakla beraber bu özellikler troponin ve BNP/NT-proBNP’deki yükselmelerle
birlikte hastalık aktivitesinin ölçüleri olarak kabul edilmişti r.
Since the identification of SARS-CoV-2, a multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) that appears in
children after COVID-19 disease and mimics Kawasaki disease was reported in the UK in April 2020,
while it is associated with Covid-19 in adults. Multisystem inflammatory syndrome (MIS-A) was reported
in June 2020. MIS-A patients have been reported to be up to 50 years of age in the literature and are more
likely to have some underlying health condition and have recently had an identifiable respiratory disease
compared to MIS-C. On the other hand, MIS-A patients and MIS-C patients have many overlapping clinical
features, but the severity of cardiac dysfunction, incidence of thrombosis, and MIS-A mortality may be
higher in MIS-A. While it is clear that neutrophilia, lymphopenia, and thrombocytopenia are common in
MIS-C/A, these features, together with elevations in troponin and BNP/NT-proBNP, have been considered
measures of disease activity .