Emine Türen, Ali Acar
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
Bülent Ataş, Serkan Kutlu
Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tanılı hastalarımızın atak ve remisyon dönemlerinde ısı şok protein (HSP) 90 alfa ve vitamin düzeyindeki değişimleri sağlıklı gönüllülerle kıyaslamak ve bu moleküllerin AAA atağını kontrol etmede, amiloid birikimini önlemede faydasının olup olmayacağını araştırmak, ayrıca bu moleküllerin AAA gen mutasyonları ile ilişkilerinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemiz çocuk nefrolojisi bölümünde AAA tanılı 6 ay-18 yıl arası 30 hastadan atak ve remisyon dönemlerinde ve 30 sağlıklı gönüllüden alınan kan örneklerinde HSP 90 alfa, A vitamini, B 12 vitamini, D vitamini, E vitamini ve folik asit düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar istatistiki olarak birbirleriyle kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların 19’u (%63,3) erkek, 11’i (%36,7) kızdı ve yaş ortalaması 11 yıldı. Hastaların atak döneminde en sık başvuru şikayeti ateşten sonra 19 (%63,3) hastada karın ağrısı idi ve sadece yüksek ateş beş (%16,7) hastada saptandı. En sık genetik mutasyon M694V 14 (%46,7) hastada varken beş (%16,7) hastada mutasyon saptanmadı. HSP 90 alfa atak grubunda en yüksek, en düşük ise remisyon grubunda olmasına rağmen gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. B12 vitamini gruplar arasında anlamlı düzeyde farklıydı ve en yüksek değer kontrol grubundaydı. D vitamini atak ve remisyon grupları arasında anlamlı derecede farklıydı ve en yüksek değer atak grubunda idi. Ayrıca D vitamini düzeyi erkeklerde anlamlı yüksekti. A vitamini, E vitamini ve folik asit değerleri arasında anlamlı fark bulunmadı. AAA gen mutasyonlarının HSP 90 alfa ve vitamin düzeyleri üzerinde etkili olmadığı saptandı.
Sonuç: Bulgularımız AAA'da serum HSP 90 alfa, D vitamini, E vitamini ve folik asit değerlerinin normal olduğunu, ancak B12 vitamini ve A vitamini düzeylerinin atak ve remisyon sırasında düşük olduğunu göstermiştir. Ancak konuyla ilgili daha geniş serileri içeren prospektif çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Hasan Önner, Mustafa Erol
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Yılmaz Akbaş, Nuh Yılmaz
Amaç: Bu çalışmamızda ki amacımız bölgemizde takip ettiğimiz Nörofibromatozis tip 1 tanılı hastaların kardiak tutulumlarının değerlendirilmesi ve diğer klinik bulgularla karşılaştırılmasıdır. Bu çalışma ile kardiyak tutulumun sıklığını ve çeşitliliğini göstermek istedik
Gereç ve Yöntem: Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne 01/09/2019-01/09/2020 tarihleri arasında Nörofibromatozis tip 1 tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastalar Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından muayene edilip ekokardiografi ve elektrokardiografi çekimleri yapıldı. Hastaların dosya kayıtlarından demografik bilgileri, muayene bulguları, beyin manyetik rezonans görüntüleri toplandı. Elektrokardiografi ve ekokardiografi Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından incelenip kayıt altına alındı.
Sonuçlar: Çalışmaya merkezimizden 17 hasta kabul ettik. Altı hastamız (%35,3) sporadik Nörofibromatozis-1 tanısı alırken 11 hastamızda (%64,7) familyal Nörofibromatozis-1 mevcuttu. Hastalarımızın tamamında ciltte cafe au late lekeleri (%100), 10 tanesinde (%58,8) aksiller ve/veya inguinal çillenme 3 (6/17-%35,2) tanesinde optik glioma ve papil ödemi 3 tanesinde ise lish nodülü tespit ettik. Santral sinir sistemi tutulumuna baktığımızda 8 (%47) hastamızın beyin MRG’lerinde çeşitli tutulumlarla karşılaştık. Kardiyak açıdan yaptığımız incelemede 1 hastada QT uzunluğu, 3 hastada subendokardiyal nörofibromla uyumlu nodüler görünüm, 3 hastada mitral yetmezlik, 1 hastada patent foramen ovale, 1 hastada atrial septal defekt, 1 hastada ise biküspit aorta vardı.
Tartışma: Çalışmamızda literatürden farklı olarak 3 hastamızda subendokardiyal nodüler hiperekojen görüntü mevcuttu. Bu bulgular oldukça nadir olmasına rağmen bizim 17 hastamızın 3’ünde saptanması bu patolojinin daha sık olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca bir hastamızda uzun QT mevcuttu. Bu vakada bildiğimiz kadarıyla Nörofibromatozis tip 1 ve Uzun QT sendromuna sahip ilk vakadır. Sonuç olarak; Nörofibromatozis tip 1 hastalarında kardiyak tutulumun literatürde bahsedilen oranlardan daha yüksek olabilir
Esma Kepenek, Bahar Kandemir, İbrahim Erayman, Sümeyye Yüce, Rukiyye Bulut
Giriş ve Amaç
Brusellozis Türkiye’de endemik olarak görülen aynı zamanda halk sağlığı problemi olan zoonotik bir infeksiyondur. Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen brusellozis olgularının demografik/epidemiyolojik, klinik, laboratuvar özelliklerinin, komplikasyon ve tedavilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem
Bu çalışmada kliniğimizde 1 Ocak 2010-31 Aralık 2018 tarihleri arasında takip edilen olguların özellikleri retrospektif olarak incelendi. Tanımlayıcı veriler sayı ve yüzde (%) olarak belirtildi. Kategorik değişkenler ki-kare testi, sayısal değişkenler Student-T testi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular
Toplam 365 brusellozisli hastanın 159 (%43.56)’u kadın, 206 (%56.44)’sı erkekti. Hastaların yaş ortalaması 45.9±14.51 (18-82) idi. En sık başvuru zamanı 137 (%37.5) ile yaz mevsimiydi. Hastalığın en sık 252 (%69) bulaş yolu hayvancılıkla uğraşma öyküsü olarak bulundu. Olguların 168 (%46)’i akut, 96 (%26.3)’sı subakut, 101 (%27.7)’i kronik brusellozis idi. Hastaların en sık şikayeti 302 (%82.7) halsizlik olup akut bruselloziste daha yüksekti (0.0015). Elli üç (%33.3) erkek, 114 (%55.3) kadında anemi olup kadınlarda anemi daha yüksek (p₌0.0283) bulundu. Hastalarda %7.9 lökopeni, %16.2 lökositoz, %9.6 trombositopeni, %4.1 nötropeni, %9 nötrofili, %12 lenfomonositoz saptandı. Wright agglütinasyon testi 26 (%7.1), Brusella immuncapture aglütinasyon testi 361 hastada bakılmış olup hepsinde pozitif saptandı. Hastaların 172 (%47.1)’sinde komplikasyon gelişip en sık 58 (%15.9) spondilodiskit saptandı. Olguların 61(%31.8)’inde relaps gelişti.
Sonuç
Brusellozisin ülkemizde endemik olması ve bölgemizde hayvancılığın yaygın olarak yapılması nedeniyle halsizlik, eklem ağrısı ve ateş gibi şikayetler ile başvuran hastalarda brusellozis ön tanılar arasında yer almalıdır. Ayrıca hastalar nüks açısından takip edilmelidir.
Çiğdem Gökbaş, İpek Duman
Amaç: Ginkgo biloba, geleneksel Çin tıbbında astım, öksürük ve enürezis gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Standardize Ginkgo biloba ekstresi, EGb-761, hayvan çalışmalarında vazodilatasyona neden olan flavonoidler ve terpenoidler içerir. EGb-761'in insandaki umbilikal dolaşım üzerindeki etkileri hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bu in vitro çalışma, EGb-761'in izole insan umbilikal arter üzerindeki vasküler etkilerini ve bu etkilerde nitrik oksit (NO) ve prostaglandinlerin rolünü değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Gereçler ve Yöntem: İzole edilmiş insan umbilikal arter şeritleri, Krebs-Henseleit solüsyonu içeren organ banyolarında asılarak, sürekli olarak %95 O2-%5 CO2 ile gazlandırıldı. Dinlenme süresinden sonra uygulanan ajanların oluşturduğu izometrik vazoaktif değişiklikler kaydedildi. Farklı doku gruplarında (n=9) şu deneysel prosedürler yapıldı; 1) Kümülatif uygulanan EGb-761'in (50-500 µg/ml) umbilikal arter şeritlerinin bazal tonusu üzerindeki etkisi. 2) Kümülatif EGb-761'in 10-6 M 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. 3) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi 4) Kümülatif EGb-761'in indometazin ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi ve 5) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ve indometazin ile inkübasyonu sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. Verilerin istatistiksel analizinde karma etki modelleri kullanıldı. p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Kümülatif EGb-761 uygulaması (50-500 µg/ml) arter şeritlerinin bazal tonunu değiştirmedi (p>0.05). Kümülatif EGb-761 (50-500 µg/ml), 5-HT kaynaklı kasılma cevaplarında konsantrasyona bağlı gevşeme oluşturdu (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in (50-500 µg/ml) tüm konsantrasyonlarında 5-HT kasılmaları üzerinde oluşturduğu gevşeme yanıtlarını önemli ölçüde azalttı (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in düşük konsantrasyonlarında (50-100 µg/ml) oluşturduğu gevşeme yanıtlarını ise tamamen inhibe etti. İndometazin ise bu yanıtları daha yüksek EGb-761 konsantrasyonlarında (200-500 µg/ml) anlamlı şekilde inhibe etti (p<0.05). L-NAME + indometazin, tüm EGb-761 konsantrasyonlarının (50-500 µg/ml) oluşturduğu yanıtlarda anlamlı şekilde inhibisyona neden oldu (p<0.05). Dahası, L-NAME ve indometazinin birlikte uygulanması, bu gevşeme yanıtlarında belirli EGb-761 konsantrasyonlarında tek başına L-NAME ve indometazinden daha güçlü bir inhibisyon ile sonuçlandı.
Sonuç: EGb-761, insan umbilikal arterinin bazal tonusunu etkilememektedir. EGb-761’in 5-HT ile önceden kasılma oluşturulan insan umbilikal arter şeritlerine kümülatif olarak uygulanması anlamlı şekilde konsantrasyona bağlı gevşeme yanıtı oluşturmaktadır. NO ve prostaglandinler, bu vazodilatasyon mekanizmasında EGb-761 konsantrasyonuna bağlı olarak değişen potansiyelde katkıda bulunmaktadır. Ayrıca prostaglandinler bu yanıtlarda NO ile sinerjik etki yaratmaktadır.
Nadir Tayfun Özcan, Zeliha Başkurt
Hastalığın canlı (insan ya da hayvan) bireyde doğal seyrini görüp, buna yönelik tedavinin geliştirilmesi açısından bilimsel deneylere gereksinim vardır. Bilimde ve sağlıkta ilerleme amacıyla insanoğlu yüzyıllardır insan benzeri organizmalar üzerinde çalışmalar yapmakta ve hayvanları deneylerde kullanmaktadır. Ana felsefesi, klinik ve deneysel araştırmalarla elde edilen deneyimlerin ışığı altında her hastaya uygun tedavi yöntemin bir ekip çalışması çerçevesinde programlanması ve uygulanması olan fizyoterapi alanında, hayvan deneylerine yönelik araştırmaların sonuçlarının etkin olarak değerlendirilebilmesi için araştırmacıların çalışmanın tasarım, yöntem, analiz ve yorumu hakkında bilgi sahibi olmaları gerekir. Bu yazının amacı fizyoterapi alanında kullanılan deneysel hayvan çalışmalarının temel ilkelerinden ve uygun deney modeli seçimi konusunda dikkat edilmesi gereken noktaları genel hatlarıyla tanıtmaktır.
Ayşe Çağlar Sarılar, Murat Gültekin, Mehmet Fatih Yetkin, Recep Baydemir, Füsun Ferda Erdoğan
HaNDL sendromu, migren benzeri orta şiddette veya çok şiddetli baş ağrısı epizodları ile beraber geçici nörolojik defisitin görüldüğü, beyin omurilik sıvısında (BOS) lenfositoz saptanan inme ve auralı migreni taklit edebilen, nadir bir sendromdur. Bu yazıda, baş ağrısı ile beraber geçici nörolojik defisiti ve BOS’ta lenfositozu olan HaNDL sendromu tanısı konulan 26 yaşında erkek hasta sunulmaktadır.