Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
Volkan Özkaya, Şebnem Özgen Özkaya
Derleme
Özeti
Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
DIetetIc Approach To CelIac DIsease
Çölyak hastalığı hayat boyu devam eden tek besin intoleransıdır. Glutene karşı meydana gelen bu intolerans, ince bağırsağın yapısını bozmakta ve besin öğelerinin emilimini engellemektedir. Çölyak hastalığı, genellikle diğer otoimmün hastalıklarla ilişkilidir. Ülkemizde de sıklığı giderek artmaktadır. Farklı yaşlarda ve farklı klinik bulgularda karşımıza çıkabilmektedir. Günümüzde en etkili tedavi yöntemi, glutenin günlük diyetten çıkarılmasıdır. Tedavi aşamasında devreye giren glutensiz diyet, büyüme ve gelişmenin en hızlı olduğu dönemde bireyin tüm yaşantısını etkilemektedir. Glutensiz diyetin sıkı bir şekilde uygulanmasıyla hastalıkla ilişkili düşük kemik mineral yoğunluğu ve bağırsak malignite dahil bir çok komplikasyonun riski azalabilir. Ancak glutensiz diyetin çocuk veya aile tarafından uygulanması ve takip edilmesi her zaman kolay değildir. Ayrıca glutensiz diyet bazı besin ögesi fazlalığına (doymuş yağlar), yüksek kalori alımına ve belirli besin ögelerinin (lif, Folik asit, B 12 vitamini, demir, çinko, magnezyum) yetersizliğine de neden olmaktadır. Özellikle glutensiz ürünler gluten içeren muadilleriyle karşılaştırıldıklarında hem magnezyum, lif ve folik asit içeriği daha düşük hem de daha pahalıdır. Diyet tedavisine “dirençli” olduğu düşünülen birçok hastanın da gluten içeren besinleri tükettikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle glutensiz diyet iyi planlanmalı, aile ve çocuk eğitilmeli ve hasta uzun süreli takibe alınmalıdır. Bu derleme makalede çölyak hastalığı, çölyak hastalığında uygulanan diyet tedavisi, diyet tedavisinin ilkeleri, diyete uyum ve bu uyumu etkileyen faktörlere yer verilmiştir.
\r\n
Celiac disease is the only life-long continuing food intolerance. This intolerance, caused by gluten, endamages the structure of small intestine and prevents the absorption of nutritional elements. Celiac disease is usually related with other auto-immune diseases. Rate of this disease in our country is increasing in time. It can be seen in people of different ages and different clinical findings. In our day, the most efficient way of treatment is removal of gluten from daily diet. Gluten-free diet that step in treatment phase, affects the living of individual in a period in which growth and development is most rapid. By applying the gluten-free diet strictly, the risk of complications like low bone mineral density and intestine malignite related with the disease, can be decreased. However, it is not always easy to apply and keep track of gluten-free diet by family or child. Moreover, gluten-free diet can cause excess of some nutritional elements (saturated fat), gaining high calorie, and poorness of some nutritional elements (fiber, folic acid, vitamin B 12, iron, zinc, magnesium). Particularly, gluten-free products, when compared with their gluten-including equivalents, have less magnesium, fiber, and folic acid, as well as they are far more expensive. It is determined that a lot of patient considered "resistant" to diet treatment are also eating gluten-including food. Therefore, gluten-free diet should be planned and followed well, and family and child should be educated. This editted article is about, celiac disease, diet treatment for celiac disease, principles of the diet treatment, concordance to the diet, and the factors that effects this concordance.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
Özkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
ClInIcal, Laboratory And EpIdemIologIcal CharacterIstIcs Of FamIlIal
medIterranean Fever In ChIldhood And The RelatIonshIp Between
these Features WIth GenetIc MutatIons
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) seröz zarların inflamasyonu
ile karakterize, ataklarla seyreden bir hastalıktır. MEVF gen
mutasyonlarının keşfinden sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili
bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip
arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmada
AAA hastalarının klinik özellikleri ve kolşisine yanıtlarının genotiple
ilişkisinin araştırılması amaçlandı. AAA tanısıyla izlenmekte olan
131 hastanın dosyaları retrospektif olarak taranarak demografik,
klinik veriler ve mutasyon analizleri kayıt edildi. Hastalarımızın
%52.7’si erkek, %47.3’ü kızdı. Hastalarımızın şikayetlerinin başlama
yaşı ile tanı yaşının dağılımı farklılık göstermekteydi (p=0.00). En
sık görülen semptom karın ağrısı (%94.7) ve onu sırasıyla ateş
(%91.6), artralji (%65.6) ve göğüs ağrısı (%27.5) takip ediyordu.
Enfeksiyon, stres, menstürasyon, spor gibi faktörler bazı hastalarda
atağı tetiklemekteydi. En sık görülen mutasyonlar sırasıyla M694V
(%50.4), M680I (%26.7), 148Q (%11.5) idi. Mutasyon saptanmayan
%14.5 hastamız vardı. M694V homozigot olan hastalarda bulantı
ve kusma daha az, E148Q heterozigot olan hastalarda artralji daha
fazlaydı (p<0.05). Aynı aileden kolşisine dirençli 3 hastamız vardı.
Çalışmamızda AAA hastalarının fenotip ve genotipi arasında önemli
bir ilişki gözlenmemiştir. İnfantil dönemde hastalığın tanınması
zor olup, komplikasyonları önlemek adına hastaneye sık başvuran
hastalarda AAA tanısı da akla gelmelidir.
Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by attacks
and inflammation of serous membranes. After discovery of MEVF
mutations, several studies have been carried out about the effect
of genotype to phenotype, a number of them showed relationship
between genotype and phenotype, but some of them not. The aim
of our study was to investigate the relationship between genotype
and clinical features in children with FMF. This study was performed
with 131 patients who have FMF diagnosis. The demographic data,
clinical findings, mutations were investigated retrospectively. 52.7%
of our patients were boys, 47.3% were girls. Distribution of the age
of diagnosed was different from age of onset of symptoms (p=0.00).
The most frequent symptom was abdominal pain (94.7%) and it is
followed by fever (91.6%), arthralgia (65.6%) and chest pain (27.5%).
Infection, stress, menstruation and physical training triggered the
attack in some patients. Respectively, the most common mutations
were M694V (50.4%), M680I (26.7%) and 148Q (11.5%). No mutation
was detected in 14.5% of our patients. Nausea and vomiting were
less in M694V homozygous patients, and arthralgia was higher in
E148Q heterozygous patients (p<0.05). We had 3 patients with
colchicine-resistant who were siblings. In our study, a significant
relationship between phenotype and genotype was not observed. It
is difficult to recognize the disease in infancy period, FMF should be
considered in patients with frequently admitted to hospital in order to
avoid complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prediyabet
Evrim Çakır
Derleme
Özeti
Prediyabet
PredIabetes
Prediyabet sıklığı tüm dünyada giderek artış göstermektedir.
2030’lu yıllarda 470 milyondan fazla kişide prediyabet izleneceği
tahmin edilmektedir. Prediyabet, glisemik değerlerin normal ile
diabetes mellitus (DM) arasında değiştiği DM gelişimi için yüksek risk
grubunu tanımlamak için kullanılır. Prediyabette insülin direnci ve beta
hücre disfonksiyonu glukoz seviyesinde aşikar değişiklik izlenmeden
başlamaktadır. Gözlemsel çalışmalarda prediyabetin kronik böbrek
hastalığı, küçük fiber nöropati, retinopati ve artmış serebrovasküler
ve kardiovaküler hastalık riski ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu
derlemede prediyabetin tanımı ve prediyabetin mikrovasküler ve
makrovasküler hastalıklarla birlikteliği değerlendirilmiştir.
The prevelans of prediabetes is increasing over the world. It is estimated that more than 470 million people will have prediabetes by 2030. Prediabetes is defined as intermediate state between normal and diabetic glycaemic values and high risk categories for DM development. Insulin resistance and beta cell dysfuction start with prediabet before marked glucose changes. In observational studies it has been reported that the relationship was found between prediabetes and chronic renal disease, small fiber neuropathy, retinopathy, serebrovascular and cardiovascular disesase. In this review, it was evaluated that the definition of prediabetes and its microvascular and macrovascular complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koagulaz - Negatıf Stafılokoklar Uzerıne Topıkal Antımıkrobıyal Ajanların Etkisi
Naci Kemal Kırca, Hüseyin Tol, Mahmut Baykan, Ali Sütçü, Fatma Keklikoğlu, Bülent Baysal, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi
Özeti
Koagulaz - Negatıf Stafılokoklar Uzerıne Topıkal Antımıkrobıyal Ajanların Etkisi
Effect Of TopIcal AntImIcrobIal Agents On Co-Agulase-NegatIve StaphylococcI
Deri yazeyinde hulunan koagalaz-negatif sta-filokoklara topikal olarak uygulanan antimikrobiyal ajanlarin etkirzligi araorrildr. 5 antiseptik solusyon ye 5 antimikrobiyal pomat degerlendirildi. Antiseptik solusyonlar (% 10 Po-. vidone-iodine, % 2 iodine, % 2 Tentardiyot, % 70 etanol, % 0.5 Klorhekzidin) gazli hezle 15 saniye uy-gulandi. Antimikrobiyal pon-zadlar (mupirocin, neomycin-bacitracin • silver sulfadiazirz, povidone-iodine pomad. sodywn fusidat) gazli hezle 6 saw sareyle tathik edildi. Tedavi uygulamalarrndan sonra arnekler Povidone-iodine. Klorhekzidin ye tentiirdiyot dim Orneklerde (10110) yilzey bakterikrini eradike etti. % 2 iodine 10 ornegin 9'unda, % 70 etanol ise lo ornegin 7'sinde eradike edici hulundu. 5 antimikrobiyal pomadm 471 deri yazeyinin ste-rilizasyonunda etkin hulundu. % Silver sal-fadiazinVe 10 ornekten 2'cinde koagiilaz negatif sta-filokok arernesi goralda.
In the Human Skin The efficacy of antimicrobial agents applied to-pically to the skin surface in eradicating coagulase-negative staphylococci (ENS) residing in the skin surface. Five antiseptic solutions (10 % povidone iodine, 2 % iodine, 2 % tincture of iodine, 70 % ethanol, and 0.5 % Chlorhexidine) were applied for 15s with a gauze sponge. The antimicrobial ointments (po-vidone-iodine. silver sulfadiazine, mupirocin, so-dium fucidate, and a double-antibiotic ointment con-taining neomycine, and bacitracin) were applied and covered for 6 th with gauze. After treatment. the surface was sampled. All agents were effective in eradicating ENS from the surface. The antiseptic solutions povidone-iodine. chlor-hexidine and tincture of iodine eradicated surface bacteria in every trial (10 of 10 each), and 2 % io-dine and 70 % ethanol eradicated bacteria from the surface in 9 and 7 of 10 trials, respectively. Four of the five antimicrobial ointments were also effective in the sterilization of the skin sur-face: 1 % silver sulfadiazine was the exception.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Asım Duman, Nuri Ildız, Cemil Ceviz, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Causes Of Cholecstectomy And Colledoc Exploratıon
Bu makalede kliniğimizde kolesistektomi veya kolesistektomi ile birlikte koledok eksplorasyonu yapılan 750 vakanın sonuçları sunulmuştur. Vakalarımızın 549 unda (% 73,2) kronik kolesistit, 150 sinde ( O 20) akut kolesistit, 34 tinde (% 4,5) safra kesesi yaralanması 9 unda (%1,2) safra kesesi kanseri nedeniyle ve 8 inde (% 1,1) ise diğer nedenlerle kolesistektomi yapılmıştır. 150 vakada (% 20) çeşitli nedenlerle koledok eksplorasyonu uygulanmıştır. Yaşayan 720 hastanın 80 inde (% 11.1) tıbbi veya cerrahi tedavi ile iyileşen çeşitli postoperatif komplikasyonlar tespit edilmiştir, Postoperatif devrede 750 hastanın 30 u kaybedilmiş olup mortalite oranı % 4 dür. Taşlı ve taşsız kronik kolesistit nedeniyle kolesistektomi yapılan 556 hastanın 7 si (% 1,2) kaybedilmiştir.
In this article, results of 750 cases who underwent choledochus exploration with cholecystectomy or cholecystectomy in our clinic are presented. In 549 (73.2%) of our cases, chronic cholecystitis, 150 (O 20) acute cholecystitis, 34 (4.5%) had gallbladder injury, 9 (1.2%) were due to gallbladder cancer and 8 (1%) , 1) cholecystectomy was performed for other reasons. Common bile duct exploration was performed in 150 cases (20%) for various reasons. Various postoperative complications were detected in 80 (11.1%) of 720 surviving patients who recovered with medical or surgical treatment. 30 of 750 patients died in the postoperative period, with a mortality rate of 4%. 7 (1.2%) of 556 patients who underwent cholecystectomy for chronic cholecystitis with and without stones died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
Ruküye Burucu, Saniye Gencer, Nesibe Günay Molu, Deniz Sağlam Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
A Cost AnalIsIs Of DIsposable And Reusable SurgIal Dropes
Bu araştırma, tek kullanımlık ve çok kullanımlık cerrahi
örtülerin tıbbi atık ve yıkama maliyetinin karşılaştırılması amacıyla
gerçekleştirildi. Tanımlayıcı tipteki araştırmanın örneklemini bir eğitim
ve araştırma hastanesindeki izlenen 304 vaka oluşturdu. Veriler
“cerrahi örtüler izlem formu” kullanılarak toplandı. Ameliyathanenin
çalışma düzenine müdahale edilmedi ve vaka seçimi rastgele yapıldı.
Her iki örtü grubu da, örneklem grubundaki tüm ameliyatlarda eşit
sayıda kullanıldı ve araştırmacılar tarafında izlendi. Araştırmanın
yapılabilmesi için Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu
ve Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Planlama ve
Koordinasyon Kurulundan yazılı izinler alındı. Veriler sayı, yüzde,
ortalama ve standart sapma ile özetlendi, analizde t ve ANOVA testleri
kullanıldı. Tek kullanımlık örtülerin maliyetini tıbbi atık ve malzemenin
alınmasındaki maliyet oluşturmaktadır. Çok kullanımlık örtülerde ise
kullanılan örtülerin yıkama, sterilizasyon maliyeti, maliyeti oluşturan
başlıklardır. Çok kullanımlık örtülerin maliyetinin daha fazla olduğu
tespit edilmiştir. Tek kullanımlık örtülerin çok kullanımlık örtülere
göre maliyeti daha düşüktür.
The purpose of that study is comparing reusuable and disposable
dropes’ medical waste and washing expenditures. Sample of
definer type study generates 304 case who fallowed at a training
and research hospital.Parameters were collected with using “the
inspection form of surgial dropes”.The work order of operating room
was not interfereted and all cases were choosen randomly.Both
drope groups were used in all surgeries which is in group of sample
and it was watched by researchers.For practicable study;written
written authority was gotten from Ethical Committee of The Selçuk
University and Educational Planning and Coordination Committee
of Konya Training and Research Hospital.Datas were summerized
with number,percent,average and standart deviation. T and ANOVA
tests were used on analysis.Findings: The cost of buying medical
waste and materials generates the cost of disposable dropes.
In case reusuable dropes,washing and sterilization costs on used
dropes generate main costs .Resusuable dropes has a cot overrun
was determined. Disposable dropes are more cost-effective than the
disposable dropes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
Osman Balcı
Olgu sunumu
Özeti
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
LaparoscopIc RadIcal Hysterectomy (type III) WIth PelvIc And ParaaortIc
lymphadenectomy And BIlateral OvarIan TransposItIon In A
young PatIent WIth Stage I ServIcal Cancer
Erken evre serviks kanserleri evre I ile evre IIA arasını
içermektedir ve tedavisinde radikal histerektomi ve pelvik lenf
nodu diseksiyonu uygulanmaktadır. Operasyonun laparatomi ile
yapılabilmesinin yanında laparoskopik teknolojinin gelişmesiyle
birlikte tedavide laparoskopik radikal histerektomi ve laparoskopik
lenf nodu disseksiyonu gündeme gelmeye başlamıştır. Laparoskopik
yaklaşımın daha az analjezik ihtiyacı, minimal post-operatif
rahatsızlık, daha kısa hastanede kalış süresi ve daha hızlı normal
günlük aktivitelere dönme gibi avantajlar bulunmaktadır. Bu makalede
30 yaşında erken evre serviks kanseri tanısı alan ve bu nedenle
laparoskopik radikal histerektomi (tip III), laparoskopik bilateral
pelvik paraaortik lenf nodu diseksiyonu ve ayrıca radyoterapi alma
ihtimaline karşılık overleri radyoterapi alanından uzaklaştırmak
için laparoskopik bilateral overial transpozisyon uygulanan bir olgu
sunulmaktadır. Bu operasyon her merkezde yapılamamakla birlikte
ileri tecrübe gerektirmektedir.
Early stage cervical cancers involve stage I and stage IIA. The
treatment is radical hysterectomy and pelvic lymph node dissection.
Besides the operation can be performed by laparotomy, with the
development of laparoscopic technology, the treatment has been
started with laparoscopic radical hysterectomy and laparoscopic
lymph node dissection. The advantages of laparoscopic approach
are less analgesic requirement, minimal postoperative discomfort,
shorter hospital stay and faster return to normal daily activities.
In this article, a patient was presented having early stage cervical
cancer at 30 years old; therefore, applied laparoscopic radical
hysterectomy (type III), laparoscopic bilateral pelvic para-aortic
lymph node dissection. Also, despite possibility receive radiotherapy,
laparoscopic bilateral ovarian transposition was applied due to
remove ovaries from radiation area. This operation can not be
performed at any center, because it requires advanced experience.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vizüel Bılgı Akışı, Sakkad Süresınce Supresse Mi Oluyor?
Süleyman İlhan, Nurhan İlhan, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Vizüel Bılgı Akışı, Sakkad Süresınce Supresse Mi Oluyor?
Is VIsual InfortnatIon ProcessIng Sapressed DurIng SaccadIc Eye Movements?
Bu araştırmada Türkçe bir metnin okunuşu elektrookülografik olarak incelendi. Regresyon sakkadları ve bunları izleyen ilk sakkadların ampiltüdleri arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular sakkadlar sırasında vizüel bilgi akışının supresse olmadığı düşündürdü.
Saccadic eye movernents in reading of a teıt iır Turkish were electrooculographicaily recorded, nd the arnplitudes of the saccades were Tneasured on the electrooculograrns. The relationship between ithe amplitudes of regression saccades and those of the next ()nes was investigated. The results suggested thLıt visual information proces.sing alsa occurs during reading.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
FIve-Year SurvIval Outcomes Of Breast Cancer And PrognostIc
factors. A SIngle InstItutIon ExperIence
Kliniğimizde tedavi edilen olgu serisini retrospektif olarak
inceleyerek 5 yıllık sağkalım sonuçlarını ve sağkalımı etkileyen
prognostik parametreleri saptamaktır. Meme kanseri tanısıyla
başvuran ve kliniğimizin rutin meme prosedürüne göre küratif olarak
tedavi olmuş olgu verileri incelenmiştir. Tüm olgular üç boyutlu
konformal RT tekniği ile göğüs duvarı veya meme dokusuna karşılıklı
paralel tanjansiyel alanlar kullanılarak günlük 2 Gy fraksiyon dozuyla
haftada 5 gün olacak şekilde tedavi edilmiştir. Rejyonel lenf nodu
bölgesinin tedavi edilmesi gereken durumlarda ise supraklavikuler
fossa ışınlaması da tedaviye eklenmiştir. Olgulara sıklıkla antrasiklin
bazlı kemoterapi rejimleri uygulanmış olup, östrojen reseptörü
pozitif olan olgular hormon tedavisi, Her-2 reseptör pozitif olgular
da trastuzumab tedavisi almıştır. Çalışmanın birincil sonlanım
noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım (HS) idi. İkincil
sonlanım noktası ise sağkalım süreleri üzerine etkili olan prognostik
faktörleri saptamak idi. Tüm istatistiksel analizler SPSS (Statistical
Package for Social Sciences) 13 versiyonu kullanılarak yapılmıştır.
11.02.2010- 01.05.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran
toplam 559 meme kanseri olgusu değerlendirilmiştir. 2 ve 5 yıllık GS
oranları sırasıyla %97 ve %84; 2 ve 5 yıllık HS oranları sırasıyla
%97 ve %71 olarak bulunmuştur. Çok değişkenli analizlerde, ≥70
yaş, triple (-) olmak, T3-4 evre hastalığa sahip olmak, N2-3 nodal
evre hastalığa sahip olmak ve metastaz yada lokal- bölgesel nüks
olması GS’ yi olumsuz etkileyen bağımsız prognostik faktörler
olarak bulunurken; N2-3 nodal hastalığa sahip olmak ve triple (-)
olmak HS’ yi olumsuz etkileyen faktörler olarak saptanmıştır. Meme
kanseri dünya genelinde kadınlar arasında görülen en sık kanser türü
olup insidansı artmasına rağmen hastalığa bağlı mortalite oranları
zamanla düşmeye başlamıştır. Güncel tedavi modaliteleri ışığında
prognostik faktörlerin bilinmesi hem en doğru tedavi modalitesinin
seçilmesi hem de uygulanan tedavi modalitesine alınacak yanıtın
öngörülebilmesi açısından önemlidir.
To evaluate the five year survival outcomes of breast cancer
patients treated at our department and to assess the prognostic
factors that affect survival parameters. All patients underwent our
department’s routine procedure for breast cancer. All patients received
RT to the breast or chest wall using 3D conformal technique with 2 Gy
fraction doses, five days a week with two opposite tangential fields.
If necessary, ipsilateral supraclavicular fossa field was added to the
treatment field. Anthracycline-based chemotherapy was primarily
used, patients with estrogen receptor- positive disease received
hormonal therapy and patients with Her-2 receptor-positive disease
received trastuzumab. The primary end points of this study were
to evaluate the overall survival (OS) and the disease-free survival
(DFS) of the patients. The secondary end points of this study were
to assess the prognostic factors that affect the survival outcomes.
Statistical analysis were carried out using SPSS Statistic program
version 13. Between 11.02.2010 and 01.05.2016, 559 patients with
breast cancer who had been irradiated postoperatively were included
in this retrospective study. 2 and 5 year OS rates were 97% and 84%;
2 and 5 year DFS rates were 97% and 71%, respectively. According to
multivariate analysis, ≥70 year, to have triple (-) hormonal status, to
have T3-4 disease, to have N2-3 nodal stage and to have locoregional
recurrence or distant metastasis were the independent prognostic
factors that affect OS. Also, to have N2-3 nodal stage and to have
triple (-) hormonal status were independent prognostic factors that
affect DFS. Breast cancer is the most common cancer among women.
Its incidence has been increasing but mortality has been decreasing
in the last 10-15 years. In the light of current treatment modalities,
to know the prognostic factors that affect survival outcomes is very
important for both choosing the most appropriate treatment modality
and the prediciton of treatment response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Seda Özbek, Ali Sami Kıvrak, Alaaddin Nayman, Hasan Erdoğan, Mesut Sivri
Derleme
Özeti
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Ultrasound In SolId Breast Masses: BenIgn Versus MalIgn
Son yıllarda ulaşılan teknik gelişmeler sayesinde ultrasonografi (US), sadece kistik-solid lezyon ayrımında kullanılan bir inceleme yöntemi olmaktan çıkmış, hem mamografi ve manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi diğer inceleme yöntemlerine tamamlayıcı, hem tanısal açıdan etkin, hem de girişimlerde rehber bir modalite haline gelmiştir. Bu gelişmeler raporlamada uluslararası ortak bir yaklaşım ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Amerikan Radyoloji Derneği tarafında geliştirilen “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) sözlüğü, ultrasonografide kullanılan terminolojiyi standardize etmeyi, bulguları malignite risklerine göre kategorize etmeyi ve uygun klinik yaklaşımları önermeyi amaçlamaktadır. Bu sözlükte solid meme kitleleri için altı ultrasonografik morfolojik özellik tanımlanmıştır: şekil, yerleşim, kenar, sınır, eko paterni, arka akustik özellik. Benign ve malign US özelliklerinde çakışma olsa da oval şekil, üçten az yumuşak lobülasyon, homojen hiperekojenite, paralel yerleşim benignite; düzensiz şekil, antiparalel yerleşim, keskin olmayan kenar, ekojenik halo, arka akustik gölgelenme ise malignite için daha anlamlı özelliklerdir. Bu yazıda, BIRADS sözlüğünde solid kitleler için tanımlanan morfolojik US özelliklerinin, benignite ve malignite açısından etkinlikleri literatür bilgileri ışığında gözden geçirilmektedir.
With the rapid technological advances, ultrasonography (US) has become an important breast imaging procedure in the last decade. In addition to the complementary role to mammography and magnetic resonance imaging, today it has an important place in interventional situations such as guiding needle aspiration, core needle biopsy and presurgery needle localization. American College of Radiology has developed “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) lexicon to standardize the terminology in the US reports. This lexicon includes the descriptors from several feature categories, the assessment of findings and the recommendation of the action to be taken. Six morphologic features were described for solid breast masses: shape, orientation, margin, lesion boundary, internal echo pattern and posterior acoustic features. Despite the known overlap between benign and malignant features, typical signs of benignity were oval shape, gently lobulation, homogenous hyperechogenity, parallel orientation; typical signs of malignity were irregular shape, antiparallel orientation, noncircumscribed margin, echogenic halo, decreased sound transmission. The purpose of this article was to discuss reliability of these BIRADS US lexicon descriptors in the differentiation of benign from malignant solid masses of the breast.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
Ali İnal, Abdullah Karakuş, Muhammed Ali Kaplan, Mehmet Küçüköner, Zuhat Urakçı, Mehmet Serdar Yıldırım, Abdurrahman Işıkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
PrognostIc Factors In Nsclc PatIents
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık kansere bağlı ölüm nedenidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinom (KHDAK) akciğer kanser vakalarının %80 ile %85’ini oluşturmaktadır. Sistemik kemoterapinin hastaların yaşam süresi üzerine sınırlı etkisi mevcuttur. Hastalar kemoterapi için dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Bu çalışmamızda KHDAK hastaların yaşam süresi için önemli olan risk faktörlerini tespit etmeyi amaçladık. 2000- 2012 tarihleri arasında KHDAK tanısı konmuş 741 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 10 potansiyel prognostik faktör analiz edildi. Hastaların yaşam süresi ile ilişkili prognostik faktörlerin tespiti için univaryant ve multivaryant analizler yapıldı. Univaryant analiz sonucunda 10 değişken arasından prognostik öneme sahip olan 3 değişken tespit edildi; performans durumu (PD), diyabetes mellitus (DM) ve evre. Univaryant analizde bulunan 3 değişken için multivaryant analiz yapıldı. Multivaryant analiz sonucunda PD, DM ve kanser evresi hastaların yaşam süresi üzerinde bağımsız risk faktörleri olarak gösterildi. Çalışmamızda PD, DM ve kanser evresi KHDAK hastalarında önemli prognostik faktörler olarak tanımlandı. Bu bulgular tedavi öncesi hasta seçiminde ve hastaların yaşam süresini tahmin etmede kullanılabilir.
Lung cancer is the most common among cause of cancer deaths in worldwide. NSCLC represent between 80% to 85% of all the diagnosed lung cancers cases. Systemic chemotherapy for patients with NSCLC has limited impact on overall survival. Patients eligible for chemotherapy should be selected carefully. The aim of this study analyzed prognostic factors for survival in NSCLC patients. We retrospectively reviewed 741 NSCLC patients between 2000 and 2012. Ten potential prognostic variables were chosen for analysis in this study. Univariate and multivariate analyses were conducted to identify prognostic factors associated with survival. Univariate and multivariate statistical methods were used to determine prognostic factors. Among the 10 variables of univariate analysis, three variables were identified to have prognostic significance: performans status (PS), diabetes mellitus (DM) and stage. Multivariate analysis included the 3 prognostic significance factors in univariate analysis. Multivariate analysis by Cox proportional hazard model showed that PS was considered independent prognostic factors for survival, as were DM and stage. In conclusion, PS, DM and stage were identified as important prognostic factors in NSCLC patients. These findings may also facilitate pretreatment prediction of survival and can be used for selecting patients for treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
Gülcan Erk, Evrim Oral, Nermin Göğüş
Araştırma makalesi
Özeti
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of AnaesthesIa InductIon, MaIntenance, Recovery And CognItIve FonctIons In GerIatrIc PatIents DurIng MIdazolam-Fentanly And Sevoflurane AnaesthesIa.
Bu çalışma midazolam - fentanil kombinasyonu ile oluşturulan TİVA, ve sevofluran inhalasyonu ile sağlanan VİMA uygulamalarının geriatrik yaş grubunda anestezi indüksiyonu, idamesi, derlenme dönemi ve kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkilerini araştırmak amacı ile planlanmıştır. Bu amaçla, transuretral prostatektomi (TUR-P) uygulanacak olgular Grup S ve Grup M olarak ayrıldı. Anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup M olgularda midazolam ve fentanil iv uygulanması ile sağlandı. Her iki grupta da maske toleransı, indüksiyon zamanı, solunum refleksleri; ekstübasyon, göz açma ve adını söyleme süreleri; ve yan etkiler kaydedildi. Operasyon süresince ortalama arter basıncı ( OA B ) ve kalp atım hızı (K A H ) kaydedildi. Operasyondan önce; 2 ve 24 saat sonra olguların hemoglobin (Hg) ve oksijen saturasyonu (SpO2) değerleri not edildi; mental durum testi uygulandı Grup M olgularda. Grup S olgulara göre indüksiyon zamanı uzun, göz açma ve adını söyleme süreleri anlamlı olarak kısa bulundu ( p<0.05). KAH, Grup M olgularda, Grup S olgulara göre, operasyonun başlamasından sonra ve operasyonun 3O.dk'.sında anlamlı olarak düşük bulundu ( p<0.05 ). Kognitif fonksiyonları değerlendirme testi, gruplar arasında, her üç değerlendirme dönemi anında da farklılık göstermedi. Yirmi dördüncü saatte preoperatif değerleri ile arasında fark saptanmadı ( p>0.05). Sonuç olarak her iki anestezi yönteminin de bu yaş grubunda, stabil hemodinami sağlaması, hızlı ve rahat derlenme bulguları ile uygun birer tercih olabileceği, erken dönem kognitif fonksiyonlar üzerine birbirlerinden farklı etkileri olmadığı kanısına varıldı.
This study has been planned for investigating the effects of TİVA, vvhich is formed by the combination of midazolam-fentanyl and VİMA with inhalation of sevoflurane on the induction and maintenance of anesthesia, recovery period and cognitive functions of anesthesia in geriatric age. Patients undergoing to transurethral prostatectomy ( TUR-P ) were randomly divided two groups as Group M and S. İnduction vvas performed with midazolam and fentanyl in group M and inhalation ın Group S. Mask tolerance, induction time, reflexes of respiration, extubation, eye-opening time and time for telling his/her name, and advers effects were examined in both groups. The mean arterial blood pressure and heart rate vvere also recorded during the operation. The hemoglobin and 02 saturation values vvere recorded before the operation, 2 and 24 hours after the operation. The mental status test vvas applied. The induction time of Group M vvas found to be longer and eye-opening time and time for telling name vvere significantly shorter than Group S ( p<0.05). Heart rate vvas significantly lovver in group M 2 minutes after operation starts and at 30th minute of the operation ( p<0.05 ). The mental status test shovved no difference betvveen two groups in every mental status examining period ( p>0.05 ). There vvas no difference betvveen the preoperative values and postoperative 24 hours’ values.İn conclusion, each of the anesthesia methods can be a choice for this group of age by providing a heamodynamically stable anesthesia, fast and comfortable recovery. İn addition, the effects of these methods on early cognitive functions did not differ from each other.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Özkan İlhan, Esra Arun Özer, Sümer Sütçüoğlu, Senem Alkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Assessment Of Adherence To The Treatment GuIdelIne In PatIents
hospItalIzed Due To Neonatal JaundIce
Yenidoğan sarılığı genellikle kendiliğinden düzelen, benign bir
klinik durumdur. Yenidoğan sarılığının tedavi sınırlarını belirleyen
uluslar arası kabul görmüş tedavi kılavuzları bulunmaktadır.
Araştırmamızda yenidoğan sarılığı nedeniyle hastaneye yatırılan
olgularda hiperbilirubinemi tedavi kılavuzlarına uyumun araştırılması
amaçlanmıştır. Hastanemiz Yenidoğan Kliniği’ne 1 Ocak 2009-31
Aralık 2010 tarihleri arasında yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan
olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Tüm olguların
yatış sırasındaki sarılık durumu hiperbilirubinemi tedavi kılavuzuna
göre değerlendirildi. Ciddi hiperbilirubinemi için herhangi bir klinik
risk faktörü ya da ek sorunu olan, yatış sırasındaki serum bilirubin
düzeyi tedavi gerektiren sınırda veya üzerinde olan hastalar “Tedavi
Gerektiren Bebekler”, yatış sırasında serum bilirubin düzeyi tedavi
kılavuzunda belirlenen düzeyin altında ve ciddi hiperbilirubinemi
gelişimi açısından klinik risk faktörü olmayan olgular ise “Tedavi
Gerektirmeyen Bebekler” olarak tanımlandı. Çalışma süresince
yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan, 267’si erkek (%51.5) toplam
518 olgunun ortalama gebelik yaşı 37.2±2.2 hafta olup, doğum ağırlığı
2988.3±617 gram idi. Yenidoğan sarılığı tedavisinde güncel tedavi
kılavuzuna uygun olarak yatışı yapılan hasta sayısı 391 (%75.4) idi.
Tedavi kılavuzuna göre tedavi gerektiren ve gerektirmeyen bebekler
karşılaştırıldığında gruplar arasında gebelik yaşı, doğum ağırlığı,
doğum şekli, çoğul gebelik ve akraba evliliği sıklığı açısından anlamlı
istatistiksel farklılık bulunmazken, tedavi gerektiren grupta erkek
bebek sıklığı istatistiksel olarak daha fazla idi (p=0.03). Sarılıklı
bebeklerin bilirubin ensefalopatisi gelişimini önlemek amacıyla uygun
şekilde takibinin yapılması, ancak gereksiz tetkik ve tedavilerden
kaçınılması gerektiği düşünüldü.
Neonatal jaundice is usually a self-limiting benign clinical
condition. International treatment guidelines to outline the borders
of treatment of neonatal jaundice exist. The aim of our study is to
evaluate the rationale of treatment guidelines for newborns admitted
to the hospital for jaundice. In this retrospective study, the records
of the cases admitted to the Newborn Intensive Care Unit between
January 1, 2009 and December 31, 2010 for neonatal jaundice
were reviewed. Status of jaundice on admission were evaluated on
the basis of hyperbilirubinemia treatment guideline. The newborns
who had any clinical risk factor or additional problem for severe
hyperbilirubinemia, and higher serum bilirubin level on admission
requiring treatment were designated as “Babies Need to Treatment”,
whereas the remaining as “Babies Need Not to Treatment”. Of overall
518 cases, 267 were boys (51.5%) and mean gestational age was
37.2±2.2 weeks, and birth weight 2988.3±617 gram. The number
of patients admitted in consistent with current treatment guideline
of neonatal jaundice was 391 (75.4%). The group of “Babies Need
to Treatment” showed significant relationship with the male gender
(p=0.03), whereas other parameters including gestational age,
birth weight, delivery type, multiple gestation and consanguineous
marriage were nonsignificant. We think that newborns with jaundice
should be on close follow-up in order to prevent development of
bilirubin encephalopathy, however unnecessary investigations and
treatment should be avoided as well.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
Halim Yılmaz, Gülten Erkin, Sami Küçükşen, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
CorrelatIon Between Body Mass Index And ClInIcal Parameters In FIbromyalgIa Syndrome
Fibromiyalji Sendromlu (FMS) kadın hastalarda klinik özelliklerle
vücut kitle indeksinin (VKİ) ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. 1990
Amerikan Romatoloji Cemiyeti (ACR) kriterlerine göre FMS tanısı
alan 162 kadın çalışmaya alındı. Hastalarda şikayet süresi, eğitim
düzeyleri, Vizüel Ağrı Skalası (VAS) ile ağrı şiddeti, hassas nokta
sayısı (HNS) skoru, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) skoru, Fibromiyalji
Etki Anketi (FEA) skoru belirlendi. Hastaların VKİ (kg/m²) hesaplandı.
Hastalar VKİ’ne göre normal kilolu (VKİ<25), fazla kilolu (VKİ=25-
29.9) ve obez (VKİ≥30) olarak üç gruba ayrılarak, üç grup arasında
FMS’nin klinik özellikleri karşılaştırıldı. Spearman sıra korelasyon
katsayısı kullanılarak FMS’li hastalarda VKİ ile FMS’nin klinik
özellikleri arasındaki ilişki araştırıldı. Normal kilolu grupta 52 (%
32.1) hasta, aşırı kilolu grupta 70 (% 43.2) hasta, obez grupta 40 (%
24.7) hasta yer aldı. Üç grup arasında HNS ve FEA skorları arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark mevcut iken, yaş, şikayet süresi, VAS
ve BDÖ skorları arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Korelasyon
analizinde VKİ ile HNS, FEA skoru, şikayet süresi ve yaş arasında
pozitif korelasyon, BMİ ile eğitim düzeyi arasında negatif korelasyon
saptandı. Sonuçlarımız FMS’li kadın hastalarda FEA ve HNS’nın VKİ
ile güçlü şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle yüksek
VKİ; FMS’nin şiddetini artıran bir durum gibi gözükmektedir. Biz bu
nedenle FMS’li kadın hastalarda kilo kontrolünün fiziksel fonksiyonları
ve hastalığın seyrini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz.
To investigate the correlation of body mass index (BMI) with
clinical parameters in women with fibromyalgia syndrome (FMS).
Under the criteria of 1990 American Council of Rheumatology, 162
women diagnosed with FMS were included. In each patient, duration
of complaints, level of education, pain severity via Visual Analogue
Scale (VAS), tender point counts (TPC), Beck Depression Inventory
(BDI) score, Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ) and BMI (kg/
m²) were measured. Patients were grouped as normal (BMI<25),
overweight (BMI=25-29.9) and obese (BMI≥30), and clinical
parameters of FMS were compared between groups. Via Spearman’s
ranked correlation coefficient, the association between BMI and FMS
was investigated. Fifty-two patients (34.4%) was present in group
with BMI<25, 70 (44.8%) in group with BMI=25-29.9 and 40 (%24.7)
in group with BMI≥30. While a statistically significant difference
was present as to TPC and FIQ between groups, no significant
association was found as to age, duration of complaints, VAS and
BDI scores. In the analysis, a positive correlation between BMI, and
TPC, FIQ scores, duration of complaints and age, and a negative
correlation between BMI and level of education were determined.
Our findings indicate FIQ and TPC are strongly correlated with BMI,
and higher rate of BMI seems to increase the severity of FMS. So,
it is considered that weight control may positively impact physical
functions and course of the condition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
Osman Balcı, Emine Türen
Olgu sunumu
Özeti
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
GIant OvarIan LeIomyosarcoma In A Postmenapausal Woman
Primer ovarian leiomyosarkomlar genellikle post-menopozal
kadınlarda karşımıza çıkan, nadir görülen, orijini, etiyolojisi, histolojik
özellikleri, kliniği ve optimal tedavisi tam olarak açıklanamamış
tümörlerdir. Tüm over tümörlerinin %3‘ünden azını oluşturmaktadırlar.
Seyrek görülüyor olmaları ve spesifik semptomlarının olmaması tanıyı
daha da güç hale getirmektedir. Bu makalede, ovarian kitle nedeni
ile opere edilen ve patoloji sonucu ovarian leiomyosarkom gelen 66
yaşında bir hasta sunuldu. Her ne kadar ovarian leiomyosarkomlar
nadir görülen tümörler olsa da over gonadal stromal tümörlerinin
ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır.
Primary ovarian leiomyosarcomas, which are often encountered in
post-menopausal women, are rare, their origin, etiology, histological
and clinical features and optimal treatment plan have not been
fully explained tumors. They constitute less than 3% of all ovarian
tumors. Due to rarely observation and the lack of specific symptoms,
ovarian leiomyosarcomas are often difficult to be recognized. In this
article, a 66-year-old patient who was operated for ovarian mass and
pathology resulted with ovarian leiomyosarcoma, was presented.
Although ovarian tumors are rare, leiomyosarcomas ovarian gonadal
stromal tumors should be kept in mind in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Hastalarda İntravenöz Port Kullanımı: 5 Yıllık Klinik Deneyim
Mehmet Ali Kaygın, Özgür Dağ, Mustafa Güneş, Mutlu Şenocak, Bilgehan Erkut
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Hastalarda İntravenöz Port Kullanımı: 5 Yıllık Klinik Deneyim
The Use Of Intravenous Port In MalIng DIsease: 5-Year ExperIence
Uzun süreli intravenöz tedavi ihtiyacı duyan kanser hastalarında damarsal erişim yolu önem taşır. Port adı verilen bu kısmi implante edilen kateterler ile uzun süreli intravenöz uygulama sağlanabilmiş ve yıllar içinde kateterin yapısında ve uygulamasında değişiklikler yapılmıştır. Ocak 2006-Ağustos 2010 tarihleri arasında tedavileri için kliniğimize başvuran ve kalıcı venöz port uygulanan 235 kanser hastası retrospektif olarak incelendi. Port kateter takılan hastaların yaşları 28-82 arasındaydı (45±3). Hastaların 132’si bayan, 103’ü erkek idi. Tüm port kateter girişimlerimiz ameliyathanede, monitörizasyon ve lokal anestezi altında gerçekleştirildi. 235 hasta için portun takılı kaldığı toplam gün sayısı 11-1997 gün arasında değişmekteydi (ort. 603 gün). İntravenöz port kateterlerin klinik kullanımının her geçen gün artması bunlara olan önemi artırmıştır. Özellikle kanser tedavisi için damar yolu bulmanın güç olduğu olgularda güvenle kullanılır. Uzman kişilerce portun takılması, huber iğnesinin kullanımında gereken dikkatin verilmesi, kullanılan enjektörün hacminin 10 cc ve üzerinde olarak belirlenmesi dışında, port takıldıktan sonra görüntüleme yöntemleri ile değerlendirilmesi, cilt altına iyi tespit edilmesi, kullanım döneminde ise steril şekilde kullanması ve heparin ile yıkama işlemlerinin yine deneyimli kişilerce yapılması kateter ömrünü uzatacak ve hasta konforunu daha da arttıracaktır.
The vascular access path is important in cancer patients who need long-term intravenous treatment. With this partial application port named, long-term intravenous application could be performed, and changes were made in the structure and application of these catheters with the over the years. Between January 2006-August 2010, 235 cancer patients underwent permanent venous port were retrospectively reviewed in our clinic. Patients’ age were ranged from 28-82 (mean 45±3). 132 patients were female, 103 were male. All attempts to port catheter performed under local anesthesia in the operating room, monitoring. The total number of days that remained attached to the port for 235 patients ranged from 11-1997 days (mean 603 days). The clinical use of intravenous port catheters has increased, and the importance of them every day to increase. Especially, in patients’ vascular access inappropriate, these catheters used safely. Installing the port by experts, be careful in Huber needle use, than more 10 cc of injector volume, and the port has been inserted after the evaluation of imaging methods, detection of skin under the best of use of the sterile period, and the use of heparin made by persons experienced with the washing process also will extend the life of the catheter and will improve patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Zafer Şahin, Ahmet Özkaya, Ökkeş Yılmaz, Ahmet Orhan Görgülü
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Effect Of GeranIol On BraIn Cholesterol, VItamIn
a And E Levels In The Hydrogen PeroxIde-Treated
rats
Amaç: Bir monoterpen olan geraniol, bazı bitkilerde yer alan doğal bir antioksidandır. Hidrojen peroksit
(H2O2) ise reaktif oksijen türlerinin (ROS) bir üyesidir. Bu çalışmada, H2O2 uygulanan sıçanlarda geraniolün
beyin kolesterolü ve yağda çözünen A (retinol) ve E (alfa (α)-tokoferol ve α-tokoferol asetat) vitaminlerine
etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada yetişkin erkek Wistar sıçanlar rastgele dört gruba ayrılarak (n=7),
geraniol (50mg/kg) ve H2O2 (16mg/kg), intraperitoneal olarak, 30 gün süresince gün aşırı uygulandı. Beyin
numuneleri homojenize edildikten sonra kolesterol, α-tokoferol, α-tokoferol asetat ve retinol düzeyleri yağ
ekstraktlarından HPLC ile analiz edildi.
Bulgular: Beyin kolesterol düzeyinin H2O2 grubunda kontrol grubuna kıyasla daha fazla olduğu belirlendi.
H2O2 ve geraniol+ H2O2 gruplarında, beyin α-tokoferol asetat düzeylerinin kontrole kıyasla daha yüksek
olduğu bulundu. Beyin retinol seviyesi bakımından grupların hiçbirisinde istatistiksel olarak anlamlı bir
değişiklik mevcut değildi.
Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, beyinde kolesterol ve α-tokoferol asetat düzeylerinin H2O2 ile oluşturulan
oksidatif stresten etkilendiğini göstermektedir. Geraniolün erkek sıçanlarda H2O2’nin etkilerini azaltma
potansiyeli olduğu söylenebilir.
Aim: Geraniol, a monoterpene, is a plant-derived natural antioxidant. Hydrogen peroxide (H2O2) is a
member of reactive oxygen species (ROS). The objective of this study is to de-termine the effect of
geraniol on brain cholesterol and lipophilic vitamins such as vitamin A (retinol) and vitamin E (alpha (α)-
tocopherol and α-tocopherol acetate) in H2O2-administrated male rats.
Materials and Methods: Adult male Wistar rats were randomly divided into four groups (n=7). Geraniol
(50 mg/kg) and H2O2 (16 mg/kg) were administered by an intraperitoneal injection for 30 days with a
1-day interval. Brain samples were homogenized and cholesterol, α-tocopherol, α-tocopherol acetate, and
retinol levels analyzed from lipid extracts by HPLC.
Results: Brain cholesterol level was found to be significantly higher in the H2O2 group than the control
group. Brain α-tocopherol acetate levels were found to be significantly higher in the H2O2 and the
geraniol+H2O2 groups than the control group. There was no difference in retinol levels between any
groups.
Conclusion: In conclusion, our results indicate that brain cholesterol and α-tocopherol acetate levels are
affected by H2O2-induced oxidative stress. Moreover, we suggest that geraniol has the potential to reduce
the effect of H2O2 in male rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Status Epileptikus Kliniği İle Başvuran Şizensefali
vakası
Hilal Aydın, Nimet Kabakuş, Gökçe Kaya, Emine Dağıstan
Olgu sunumu
Özeti
Status Epileptikus Kliniği İle Başvuran Şizensefali
vakası
A Case Study Of SchIzencephaly WIth Status EpIleptIcus ClInIcs
Şizensefali, hemisfer boyunca ependimal yüzeyden korteksin
pia örtüsüne kadar uzanan, gri madde ile çevrili bir yarıktır.
Yarıkların gri cevher ile örtülü duvarlarının birbirine yakın olması
Tip 1 (kapalı dudak), birbirinden uzak olması ise Tip 2 (açık dudak)
olarak adlandırılır. Çocuklardaki kliniği mental motor retardasyon,
nöbetler ve fokal nörolojik bozukluklara kadar değişen geniş bir
aralığa sahiptir. Epilepsi hastaların çoğunda vardır, genellikle
fokal nöbetler ile karakterizedir. Şizensefalinin status epileptikus’a
neden olabileceği az sayıda vakada bildirilmektedir. Bu yazımızda,
nöbeti fokal başlayıp jeneralize devam eden, status epileptikus
kliniği ile başvuran yedi yaşındaki bir şizensefali olgusu sunularak;
şizensefalinin epilepsi ve status epileptikustaki yeri vurgulanmaya
çalışılmıştır.
Schizencephaly is a slit covered with gray matter, that lies from
the ependimal surface to the piadressing a long the hemisphere. If
the walls of the slitscovered with gray matter of are close to each
other it is named as Type 1 (closedlip), if they are further from each
other, it is called astype 2 (openlip). Clinics in children has a large
range of spectrum from mental motor retardation, seizure to focal
neurological disorders. Most of the patients have epilepsy which
are usually characterized by focalseizures. There are only a few
cases where schizencephaly causes status epilepticus. Here in, we
report a schizencephaly case of a 7 year old boy who was accepted
with a status epilepticus clinics that started locally and progressed
generally. We emphasize the important role of schizencephaly in
epilepsy and status epilepticus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Sameera Rashid, Issam Albozom
Araştırma makalesi
Özeti
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Customer SatIsfactIon In HIstopathology: A QualIty Control Survey
Amaç:
Müşteri memnuniyeti anketleri, performansı değerlendirmek için kullanılan rutin bir araçlardır. Hastanelerde doktor ve hasta memnuniyetini kontrol etmek için anketler kullanılır. Bu anketlerden bazıları yeterlilik testi, laboratuvar bireylerinin ve ekipmanlarının güncel olduğunu ve doğru sonuçlar verdiğini tespit ederken, doktor anketleri ile elde edilen veriler, bu kurum için en uygun yerel yönetmelikler ve iş akışlarının tasarlanmasına yardımcı olur.
Yöntem:
Anket toplamda 15 soruyla çevrimiçi olarak yapıldı ve bağlantı Hamad medikal firmasındaki (HMC) tüm Danışman ve Uzman hekimlere elektronik olarak gönderildi. Yaklaşık 3500 e-posta gönderildi ancak iki ayda sadece 105 anket dolduruldu. Araştırmada, histopatoloji hizmetlerinin kalitesi ile ilgili sorular yer aldı.
Sonuçlar:
Genel memnuniyet, multidisipliner sunumlar için en yüksek (% 96) ve raporlamanın zamanında gerçekleşmesi için en düşük (% 77) idi. Netlik ve format, Diagnostik doğruluk ve patologların problemlere cevap vermesi için memnuniyet% 90'ın üzerindeydi. Katılımcıların yüzde otuz altısı MDT sunumlarını mükemmel olarak değerlendirirken, % 46'sı genel mesleki etkileşim kalitesini iyi buldu. Bu ankete göre, iyileştirme alanları, önemli anormal sonuçların bildirilmesi ve bildirimlerinin zamanında olmasıydı (genel memnuniyet% 79). Araştırmaya katılanların çoğunluğu (% 36) tıp mensubu iken yarısı multidisipliner toplantılara (% 49) üye idi. Katılımcıların yüzde yetmişi Hamad Genel Hastanesi (HGH) iken, geri kalanlar HMC kapsamında diğer hastanelerden gelmekteydi.
Sonuç:
Biyokimya ve mikrobiyoloji laboratuvarlarının aksine, yeterli klinik bilgi, yönelim ve radyolojik bulgular olmadığında raporlama mümkün olmadığından Histopatoloji laboratuar personeli klinisyenlerle yakın bir ilişki içerisindedir. Kalite kontrol araştırmaları, patoloji personelinin iyileştirilmesi gereken alanları hedeflemesine ve klinik-patolog ilişkisinin geliştirilmesine ve histopatoloji hizmetlerinin kalitesini en üst düzeye çıkaransistemlerin kullanımı ve gerekli önlemlerin alınmasına izin verir.
Objectives:
Customer satisfaction surveys are a routine device used to assess performance. Surveys are used in hospitals to check physician and patient satisfaction. Hamad Medical corporation’s (HMC) histopathology laboratory is College of American pathologists (CAP) accredited with highly trained pathologists and technical staff that routinely undertake various educational courses and are involved in research related activities. The lab has state of the art staining and immunohistochemistry service as well. However, it was felt that not all clinicians are very comfortable approaching pathologists and some many times experience problems either contacting lab staff or updating histopathology orders. Hence to narrow down the problems encountered by the clinicians and improve the specimen flow through the lab along with the communication between clinician and pathologist, that we deem vital, we designed this pilot survey.
Methods:
The survey questionnaire was made online with 15 questions in total and the link was electronically mailed to all Consultant and Specialist physicians in Hamad medical corporation (HMC). Around 3500 emails were sent out but only 105 surveys were filled in two months’ time. The survey included questions pertaining to multiple facets of quality of histopathology services and information regarding the participant.
Results:
The overall satisfaction was highest for Multidisciplinary presentations (96%) and lowest (77%) for timeliness of reporting. The satisfaction was above 90% for clarity and format, Diagnostic accuracy and pathologists’ responsiveness to problems. Thirty six percent of the people rated MDT presentations as excellent while 46% of the people thought overall quality of professional interaction was good. The areas of improvement, as per this survey, was timeliness of reporting and notifications of significant abnormal results (overall satisfaction 79%). Majority of the people who took the survey (36%) were from internal medicine and half were members of multidisciplinary meetings (49%). Seventy-one of percent of the participants were from Hamad General hospital (HGH), while rest were from the other hospitals under HMC.
Conclusion:
The response rate for the survey was low, hence another survey with a wider reach, preferably by paper, is required to get more representative data. In general, the clinicians at HGH are satisfied with the services provided by the histopathology laboratory. Areas of improvement include Turnaround time (TAT), avoidance of descriptive reports and better communication with the ordering clinician.
Keywords:
Quality control, quality improvement, survey, histopathology, Laboratory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toksoplazmozısde Oluşan Antikorların Saptanmasında Iha Ve Elısa Yöntemlerının Karşılaştırılması
Bülent Baysal, Emine İnci Tuncer, A. Zeki Şengil
Araştırma makalesi
Özeti
Toksoplazmozısde Oluşan Antikorların Saptanmasında Iha Ve Elısa Yöntemlerının Karşılaştırılması
ComparIson Of Measurements Toxoplasma AntIhodIes WIth Elısa And IndIreet LlpemaglülInatIon Methods
Bu çalışmada, toksoplazınazis şüpheli kişilerden alınan 200 serum örneğine İndirekı Hemoglütinasyon ve ELISA Ig G 1,Q, Ig M testleri uygulanmıştır. İndireki lletna,glütinasyon ile 104 adet serum (%52) 1164 ve üzerindeki titrelerde pozitif sonuç azalmıştır. ELISA Ig G testinde 88 (%44) pozitif, Ig M de ise 40 (%20) pozitif değerler elde edilmiştir. ELISA Ig G ile indirekt Hemaglütinasyon testleri arasında %71 oranında uygunluk saptanmıştır. Bulunan değerlerle literatür verileri karşılaştırılarak her iki testin duyarlılıkları ve uygunlukları tartışılmıştır.
In ihis study, 200 serum samples whiclı were taken from suspectd patients with toxoplasmosis lwere applied ta Indirect liaernagglutination and ELISA IgG and IgM tesis, Positive results were rrecorded ıriihixt 104 samples (52%) for Indirect Ilaemaglülination, 1164 and more titers. 88 positive volumes (44%) were found in ELISA I8G test, as for IgM test 40 (20%) were found ln agreetnent of 171% was established between ELISA 18G and Indireet Haemaglütination tesis. Concequently icompairing the discovered values and data, specivity, sensitivity and ağreetnent both tesis were discused.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Korkusu Ve Yaşlı Ayırımcılığı Arasındaki İlişki
Saniye Göknil Çalık, Evre Yılmaz, Hatice Balcı, Halil Türktemiz, Gülfidan Başer, Doğa Başer
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Korkusu Ve Yaşlı Ayırımcılığı Arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between CovId-19 Fear And AgeIsm
olanlar ve yaşlı bireyler için daha fazla risk teşkil ettiği incelenen vaka profillerinde görülmüştür. Yaşlı
bireyleri COVID-19’dan korumak amacıyla hükümetler bazı kısıtlamalar getirmiştir. Bu kısıtlamaların yanlış
değerlendirilmesinin yaşlı ayrımcılığı tutumlarına yol açabileceği düşünülmektedir. Bu çalışma, toplumun
COVID-19 korkusu ile yaşlı ayrımcılığına yönelik tutumları arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçlamaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Tanımlayıcı tipte tasarlanan bu çalışma gönüllü 18-65 yaş arası 683 kişi ile
yapılmıştır. Araştırmanın verileri Fraboni Yaşlı Ayrımcılığı Ölçeği ve COVID-19 Korku Ölçeği kullanılarak
toplanmıştır. Veriler 1-20 Haziran 2020 tarihlerinde toplanmıştır .
Bulgular: Ortalama Fraboni Yaşlı Ayrımcılığı Ölçeği ve COVID-19 Korku Ölçeği puanları sırasıyla 67.87
± 6.15 ve 18.81 ± 6.16 bulunmuştur. Sonuçlar, COVID19 korkusu ile yaşlılık arasında zayıf ve negatif bir
ilişki olduğunu göstermiştir .
Sonuç: Genel olarak bireylerin yaşlılara karşı olumlu tutumları ve düşük COVID-19 korkusu bulunmuştur.
Aim: The clinical course of COVID-19 cases and the severity of symptoms vary according to the case.
However, it has been seen in the cases examined that it poses a greater risk for those with chronic
diseases and elderly individuals. In order to protect elderly individuals from COVID-19, governments
have introduced some restrictions. It is thought that the wrong evaluation of these restrictions may lead
to attitudes of ageism. This study aimed to determine the relationship between society's fear of COVID-19
and attitudes towards ageism.
Patients and Methods: This work is designed in descriptive type. This study was conducted with
volunteers between the ages of 18-65 683 people. The data of the study were collected using the Fraboni
Scale of Ageism and COVID-19 Fear Scale. Data were collected on 1-20 Jun e 2020.
Results: The mean Fraboni Scale of Ageism and COVID-19 Fear Scale scores were 67.87±6.15 and
18.81±6.16, respectively. The results showed a weak and negative correlation between COVID19 fear
and ageism.
Conclusion: In general, individuals had a positive attitude towards the elderly and had low levels of
COVID-19 fear.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Derin Yerleşimli Yumuşak Doku Yabancı Cisimlerinin Cinsiyet Ve Yaş Gruplarına Göre Değerlendirilmesi
Mustafa Özer, Mehmet Türker, Veysel Başbuğ, Kayhan Kesik, Faik Türkmen, Burkay Kutluhan Kaçıra, İsmail Hakkı Korucu, Tahsin Sami Çolak, Recep Memik
Araştırma makalesi
Özeti
Derin Yerleşimli Yumuşak Doku Yabancı Cisimlerinin Cinsiyet Ve Yaş Gruplarına Göre Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of Deep-Seated Soft Tıssue Foreıgn Bodıes Accordıng To Gender And Age Groups
Amaç: Çalışmadaki amacımız, derin yerleşimli yumuşak doku yabancı cisimlerinin tipinin ve yerleşim yerlerinin belirlenerek, cinsiyet ve yaş grupları arasındaki farklılıkların değerlendirilmesidir.
Gereçler ve yöntemler: Ocak 2011 ile Ocak 2018 yılları arasında derin yerleşimli yabancı cisim penetrasyonu nedeniyle cerrahi uygulanan 310 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar 18 yaş altı, 18-45 yaş arası ve 45 yaş üzeri olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Yabancı cisimler 5 gruba ayrıldı. Yabancı cisim yerleşim yeri olarak üst ekstremite 5 bölgeye, alt ekstremite ise 6 bölgeye ayrıldı. Yabancı cisim tipi ve yerleşim yeri, yaş gupları ve cinsiyete göre karşılaştırılarak analiz edildi.
Bulgular: Erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 48.4% metal parçasıyken, kadınlarda 77.3% iğneydi (P < .0001). 18 yaş altı erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 67.4% iğneyken, kadınlarda 94.2% iğneydi (P = .12). 18-45 yaş arası erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 54.7% metal parçasıyken, kadınlarda 71.4% iğneydi (P = .0007). 45 yaş üzeri erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 61.3% metal parçasıyken, kadınlarda 70% iğneydi (P = .0023). Erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 35.2% elken, kadınlarda 61% ayaktı (P < .0001). 18 yaş altı erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 65.1% ayakken, kadınlarda 62.9% ayaktı (P = .04). 18-45 yaş arası erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 38.9% elken, kadınlarda 60.3% ayaktı (P < .0001). 45 yaş üzeri erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 65.5% elken, kadınlarda 60% ayaktı (P < .0001).
Sonuç: Çalışmamız derin yerleşimli yabancı cisimlerin tipi ve bulunduğu anatomik bölgenin yaş grupları ve cinsiyete göre değerlendirildiği literatürdeki ilk çalışmadır. Kadınlarda tüm yaş gruplarında ve 18 yaş altı erkeklerde; en sık tesbit edilen yabancı cisim yerleşim yeri ve tipi sırasıyla ayak ve iğne olarak bulundu. Bu sonuç, evde sıklıkla dikiş için kullanılan iğnenin bireylerin dikkatsizliği veya ihmali sonucu yere düşürülmesi ve bu grupların evde daha fazla vakit geçirmesi ile ilişkili olabilir. 18 yaş üstü erkeklerde ise en sık tesbit edilen yabancı cisim yerleşim yeri ve tipi sırasıyla el ve metal parçası olarak bulundu. Bu sonuç da, penetran el yaralanmaları için risk altında olan ağır iş yapan işçi sınıfının çoğunlukla 18 yaş üstü erkek cinsiyette olması ile ilişkili olabilir.
Aim: We aimed to determine types and locations of deep-seated soft tissue foreign bodies (FB) and to evaluate the differences between gender and age groups.
Materials and Methods: A total of 310 patients operated due to deep-seated FB penetration between January 2011 and January 2018 were included in the study. Patients were divided into three groups as under 18 years, 18-45 years, and over 45 years. FB were divided into five groups. Locations of the FB were divided into five region in the upper extremities and into six region in the lower extremities. FB type and location were analyzed according to the gender and age groups.
Results: The most common FB was metal piece in men by 48.4%, and needle in women by 77.3% (P<.0001). Needle was the most common FB by 67.4% in men and 94.2% in women who aged under 18 years (P=.12), whereas the most common FB was metal piece by 54.7% in men and needle by 71.4% in women in the aged 18-45 years age group (P=.0007) and metal piece by 61.3% in men and needle by 70.0% in women in the over 45 years age group (P=.0023). The most common location of FB was hand in men by 35.2% and foot in women by 61% (P<.0001). The most common location of FB was foot by 65.1% in men, and foot by 62.9% in women who aged under 18 years (P=.04), whereas the most common location of FB was hand by 38.9% in men aged 18-45 years and foot by 60.3% in women in the same age group (P=<.0001). The most common location of FB was hand by 65.5% in men and foot by 60% in women who aged over 45 years (P<.0001).
Conclusion: Our study is the first in the literature to evaluate the type and location of the deep-seated FB according to the gender and age groups. The most common location and type of FB were found as foot and needle in women of all age groups and in men under 18 years. This result may be related to the reason that needles, which is used for sewing, are often dropped to the floor due to inattention or neglect of persons, and these persons spend more time at home. Whereas, the most common location and type of FB were hand and metal piece in men over 18 years, respectively. This result may be associated with the labor class doing heavy work which is under risk for hand injury and consists of men over 18 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
97 Yaşında St Segment Yükselmeli Akut Miyokard İnfarktüsünde Primer Perkütan Girişim
Derya Tok, Nurcan Başar, İrfan Fırat Özcan, Kumral Çağlı, Sinan Aydoğdu
Olgu sunumu
Özeti
97 Yaşında St Segment Yükselmeli Akut Miyokard İnfarktüsünde Primer Perkütan Girişim
PrImary Percutaneous InterventIon In 97 Year Old PatIent
Günümüzde 80 yaş üstü insanların sayısı giderek artmaktadır.
Bu hastalar kardiyovasküler hastaların önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. Akut koroner sendromunun sıklığı, mortalitesi ve
morbiditesi yaşla birlikte artmaktadır. Buna rağmen ST yükselmeli
miyokard infarktüsü geçiren ileri yaş bu hastalarda primer perkütan
girişim sonuçları ile ilgili kısıtlı veriler bulunmaktadır. Bu yazıda 2
saatlik göğüs ağrısı ile başvuran akut inferior miyokard infarktüsü
saptanan ve başarılı şekilde primer perkütan girişim yapılan 97
yaşında bir hasta olgu olarak sunulmuştur. Bu olgu ışığında, ileri yaş
hasta grubunda primer perkütan girişiminin yapılabilirliğini literatürü
gözden geçirmek suretiyle tartışmak amaçlanmıştır
The part of population over 80 years old has increased in the
last decades. Older population constitiutes major part of patients
with cardiovascular diseases. The mortality, the morbidity and the
frequency of acute coronary syndromes rise as the age of patients
increases. The data related with the benefit of primary coronary
intervention for old aged population is limited.Here we present 97
year old patient who applied with inferior myocardial infarction at the
second hour of his chest pain and underwent to primary percutaneous
intervention successfully. We wanted to discuss the current literature
pertinent with our case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beckwith-Wiedemann Sendromu Ve Uzamış Hipoglisemi
Erdal Peker, Ercan Kırımi, Oğuz Tuncer, Sinan Akbayram
Olgu sunumu
Özeti
Beckwith-Wiedemann Sendromu Ve Uzamış Hipoglisemi
BeckwIth-WIedemann Syndrome And Prolonged HypoglycemIa
Beckwith-Wiedemann sendromu (BWS), makrosomi, makroglossi, karın duvar defektleri, hemihipertrofi ile karakterize prenatal veya postnatal bir aşırı büyüme sendromudur. Hastalığın komplikasyonları arasında wilms tümörü, rabdomyosarkom, nöroblastom gibi embriyonal kanserlerle ve hipoglisemi sayılmaktadır. BWS’lu bebeklerin yaklaşık %30’unda hipoglisemi rastlanmaktadır. Hipoglisemi nedeni tam olarak bilinmemekte ve hiperinsülinemi suçlanmaktadır. BWS’da hipoglisemi genellikle yaşamın ilk üç gününden sonra iyileşmesine rağmen vakaların %5’inde dirençli hipoglisemi devam etmektedir. Sonuç olarak BWS’lu bebeklerde kan şekeri düzeyleri ilk saatlerden itibaren düzenli izlenmeli ve insülin düzeyleri de kontrol edilmelidir. Hiperinsülinemi varlığında hipoglisemi problemi burada sunulan vakada olduğu gibi uzayabilir
Macroglossia, prenatal or postnatal overgrowth, macrosomia, macroglossia, and abdominal wall defects (omphalocele, umbilical hernia, or diastasis recti) permit early recognition of BeckwithWiedemann syndrome. Complications include neonatal hypoglycemia and an increased risk for Wilms tumor, adrenal cortical carcinoma, hepatoblastoma, rhabdomyosarcoma, and neuroblastoma, among others. The frequency of hypoglycemia in this population is between 30% and 50%. The cause of hypoglycemia is unclear but supports a hyperinsulinemia as the major factor. The majority of infants with hypoglycemia will be asymptomatic and have resolution of the hypoglycemia within the first 3 days of life. Less than 5% will have hypoglycemia beyond the neonatal period. As conclusion, in patients with BWS levels of insulin and blood glucose must be monitorized beginning from first hours of life. Hypoglycemia may be prolonged in presence of hyperinsulinemia as like this present case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
Bilsev İnce, Zeynep Altuntaş, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen, Tuğba Sodalı
Olgu sunumu
Özeti
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
SupportIve DebrIdement TechnIque In The Treatment Of NecrotIzIng
fascIItIs: MultIple FascIotomy
Nekrotizan fasiit (NF) cilt, yumuşak doku, fasya ve kasların nekrozu
ile karakterize, fulminan seyirli olabilen enfeksiyoz bir hastalıktır.
Tedavi geniş debridman ve antibioterapi olmasına rağmen, hastanın
genel durumu, kanama diatezi, kullanılan ilaçlar gibi bazı nedenlerle
hastalara genel ve/veya blok anestezisi verilemeyerek debridman
yapılamayabilir. Bu gibi durumlarda hastalarda yapılabileceklerle
ilgili sınırlı bilgi ve çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar, lokal
anestezi altında yapılacak erken fasyatominin hayat kurtarıcı
olabileceği yönündedir. Yetmiş altı yaşında erkek hasta sağ ön kol ve
kolda generalize ödem, eritem, büllü ve pürülan akıntılı lezyon tespit
edildi. Parmak testi pozitif olması üzerine NF tanısı konularak acil
operasyon planlandı. Ancak genel durum bozukluğu nedeniyle genel
anestezi verilemedi. Aspirin kullanımı nedeniyle blok yapılamadı.
Bunun üzerine lokal anestezi ile kol ve ön kola fasyotomiler açılarak
yaygın apse boşaltıldı ve kültür örnekleri alındı. Sonuç olarak NF
tedavi edilmediği takdirde ölümcül bir hastalık olup erken tanı, yeterli
debridman ve uygun antibiyotik tedavisi ile başarılı sonuçlar elde
edilebilmektedir. Ancak hızlı debridman yapılamadığı veya anestezi
verilemeyen hastalardaki NF’te çoklu fasyotomiler açılarak apsenin
boşaltılması, laboratuar bulgularında düzelme sağlayarak tedaviye
yardımcı olmaktadır. Bu gibi hastalarda fasyotomi debridman öncesi
yardımcı tedavi olarak uygulanabilir.
Necrotizing fasciitis (NF) is an infectious disease with a possible
fulminant course that it is characterized by necrosis of the skin, soft
tissues, fascia or muscle. Treatment involves extensive debridement
and antibiotherapy. Although, debridement may not always be
possible due to limitations in the administration of general and/or
block anesthesia in some patients based on such reasons as overall
health, bleeding diathesis or medications being used by the patient.
There is limited information or studies exploring possible options
in such patients, although those that are available support the lifesaving
advantages of early fasciotomies performed under local
anesthesia. A 76-year-old male patient was admitted with generalized
edema to the right forearm and arm, erythema, and a lesion with a
bulla and purulent discharge. An NF diagnosis was confirmed with a
positive finger test and emergency surgery was planned; however,
general anesthesia could not be administered due to the impaired
overall health status of the patient, who was using aspirin, preventing
blockage. Accordingly, the abscess was drained through arm and
forearm fasciotomies that were performed under local anesthesia,
and samples were obtained for culture.In conclusion, NF can be
fatal when left untreated, while successful results can be achieved
with early diagnosis, sufficient debridement and treatment with
appropriate antibiotics. That said, drainage of the abscess through
multiple fasciotomies can improve the laboratory findings and support
treatment in NF patients who cannot undergo rapid debridement or
can not tolerate general anesthesia. A fasciotomy may be performed
as a supportive treatment prior to debridement in such patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Ovaryan Kist Ön Tanısıyla Opere Edilen Benign
uterin Müllerien Kist Olgusu
Zeliha Esin Çelik, Mehmet Güzelgül
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Ovaryan Kist Ön Tanısıyla Opere Edilen Benign
uterin Müllerien Kist Olgusu
BenIgn UterIne MullerIan Cyst Operated WIth PreoperatIve DIagnosIs
of RIght OvarIan Cyst
Müllerien tip benign retroperitoneal kistler; perimenopozal ve
postmenopozal kadınlarda pelvik kitle olarak ortaya çıkar ve klinik
olarak ovaryan maligniteleri taklit edebilir. Burada; medikal tedaviye
dirençli postmenopozal kanaması olan ve sağ ovaryan basit kist
ön tanısıyla opere edilen kadın hastada tespit edilen benign uterin
müllerien kist olgusu sunulmuş, ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken
diğer lezyonlara dikkat çekilmiştir. Karın ağrısı ve vaginal kanama
şikayetleriyle başvuran 62 yaşında postmenopozal kadın hastanın
pelvik ultrasonografisinde sağ adneksiyel bölgede 4x3 cm ölçülerinde
sağ overden kaynaklandığı düşünülen kistik kitle tespit edildi. Daha
önce uygulanan 6 aylık medikal tedaviyle düzelmeyen postmenopozal
kanaması da olan hastaya sağ ovaryan basit kist ön tanısıyla
laparotomi uygulandı. Histopatolojik bulgularla olguya benign uterin
müllerien kist tanısı konuldu.
Benign cysts of Mullerian type present as pelvic mass in
perimenopausal and postmenopausal women mimicking ovarian
malignancy. Herein, a case of benign uterine mullerien cyst detected
in a woman with postmenopausal uterine bleeding resistant to
medical treatment and operated with a preoperative diagnosis of
right ovarian simple cyst is presented. Differential diagnosis is also
discussed. Sixty two years old postmenopausal woman presented
with complaint of abdominal pain and vaginal bleeding. A cystic mass
of 4x3 cms thougth to be originated from right ovary was determined
on pelvic ultrasound. The patient with postmenopausal uterine
bleeding resistant to medical treatment of 6 months given before
went to surgery with a preoperative diagnosis of right ovarian simple
cyst. After pathologic examination, the cyst was diagnosed as benign
uterine mullerien cyst.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
Neşe Asal, Pınar Nercis Koşar, Mahmut Duymuş, Ömer Yılmaz, Uğur Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
BIlateral OvarIan Metastases From Lobular Breast Cancer
Metastatik over tümörleri, tüm over tümörlerinin %3-8’ni malign over tümörlerinin yaklaşık %10-30’unu oluşturmaktadır. Overlerin metastatik hastalığı sıklıkla kolon, mide, meme ve genitoüriner sistem kaynaklıdır. Lenfoma, lösemi gibi hematolojik tümörler de overlere yayılabilir. Klinik hikaye, tümör markerları, tümör morfolojikhistolojik özellikleri ve görüntüleme özellikleri primer ve sekonder over tümörleri arasındaki ayırımda yararlıdır. Manyetik resonans görüntüleme (MRG) tümoral lezyonların karakterizasyonunda, benign ve malign kitle ayırımında çok faydalıdır. MRG incelemede T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde sinyal ve morfolojik karakteristikleri ile over kitleleri tanımlanabilmektedir. Over metastazının saptanması tedavi yönetimini değiştirdiğinden tanınması önemlidir. Bu olgu sunumunda lobuler meme kanserinin her iki overe metastazı MRG ve ultrason bulguları sunulmaktadır
The metastatic ovarian tumors constitute 3 to 8% of all and 10 to 30% of malignant ovarian tumors. The common primary sites for metastatic disease to the ovaries include the colon stomach, breast and the genitoürinary tract. Hematolojic malignancies, including lymhoma and leukemia, also involve the ovaries. Clinical history, tumor markers, tumor morphological-histological features and imaging features are useful to distinguish secondary ovarian tumors from primary ovarian tumors. Magnetic Resonance imaging (MRI) provides useful information for characterization of various ovarian benign or malign masses. The use of MRI for diagnosis of ovarian masses includes consideration of morphologic characteristics and signal intensity characteristics on T1 and T2-weighted images. It is important to determine the ovarian metastasis due to change the method of treatment. İn this case we present MRI an ultrasound findings of bilateral ovarian metastasis of lobular breast cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Süleyman Uzun, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
ComprarIson Of Recovery CharacterIstIcs Of Desflurane And Isoflurane In PedIatrIc AnesthesIa
Bu çalışmada tonsillektomi ve/veya adenoidektomi geçiren çocuklarda desfluran ve isofluranın derlenme özellik leri karşılaştırıldı. Yaşları 4-12 olan 40 çocuk çalışmaya alındı ve anestezi indüksiyonundan 30 dk. önce 0.5 mg/kg midazolam oral uygulandı. Anestezi indüksiyonu için 2;2.5 mg/kg propofol ve 10 pg/kg alfentanil verildikten sonra hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve anestezi idamesi için % 1-1.5 isofluran (grup I) ve % 6-7 desfluran (grup II) uygulandı. Cerrahi başlamadan önce, hastalara postoperatif analjezi için 20 mg/kg parasetamol rektal uygulandı. Postoperatif bulantı-kusma insidansını azaltmak için 150 pg/kg deksametason verildi. Anestezik ajanlar operasyon bitiminde kesildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı saptandı. Ekstübasyon zamanı anestezik gazların kesiminden, ekstübasyona kadar geçen süre; derlenme zamanı anestezik gazların kesiminden Aldret skoru 8 oluncaya kadar geçen süre olarak tanımlandı. Ajitasyon üç puanlı skorlama ile değerlendirildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı desfluran grubunda isofluran grubuna göre anlamlı olarak kısa bulundu. Ajitasyon insidansı iki grupta benzerdi. Sonuç olarak, çocuklarda kısa süreli cerrahi girişimlerde desfluran, isoflurana göre daha hızlı derlenme sağlamaktadır.
The study compares the recovery charecteristics of desflurane and isoflurane in children undergoing tonsillectomy and/or adenoidectomy. Forty children 4-12 year of age were studied and thirty minutes prior to the induction of anesthesia, ali patients received 0.5 mg/kg midazolam orally. They were randomly assigned to receive 1-1.5 % isoflurane (group I) and 6-7 % desflurane (group II) for maintenance of anesthesia afterpatients given 2-2.5 mg/kg propofol and 10 pg/kg alfentanyl for anesthesia induction. Before surgery, patients received 20 mg/kg paracetamol rectally for postoperative analgesia. Dexamethasone 150 pg/kg was given to reduce the incidence of postoperative nausea and vomiting. Administration of anesthetic agents was terminated at the end surgery. At the end of operation extubation and recovery time determined. Extubation time was defined as the time from discontinuation of anesthetics to extubation. Recovery time was measured from the time the anesthetics were discontinued until the patients achieved a score of 8 on the Aldrete score. Agitation was evaluated by using the three-point score. Extubation and recovery time were significantly faster in the desflurane group than isoflurane group (p<0.05). İncidence of agitation was similar for both groups. As a result, desflurane provides a faster recovery than isoflurane in short-term surgery on children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
İnci Mevlitoğlu, Zeynep Olcay Ekinci, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi
Özeti
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
Herpes Zoster And MalIgnant DIseases
Son 5 yılda Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğe başvuran herpes zosterli ( HZ) hastalar malign hastalıklar yönünden araştırıldı. 213 HZ’ Ii hastanın 12 ( %5,68) sinde akciğer, karaciğer, över, mesane kanseri, skuamöz hücreli karsinomf SCC), kronik lenfositik lösemi (KLL) ve non- hodgkin lenfoma gibi malign hastalıklar saptandı. Herpes Zoster geçiren hastalarını malign hastalıklar yönünden araştırılmasının uygun olacağı ancak hastalığın, bir kanser habercisi gibi ele alınmaması gerektiği düşünüldü.
/Ve observed patients with Herpes Zoster for the malignant diseases who came to dermatology elinle in the last five years. Of the 213 patients, in 12 ( % 5.68) we found malignant diseases such as pulmonary, hepatic, ovary, bladder cancers, squamous celi carcinoma, chronic lymphositic leukemia and non- hodgkin lymphoma. We suggest that, patients with Herpes Zoster must be searehed for malignant diseases, but it doesn ’ t mean that Herpes Zoster is a cancer marker.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
Safiye Seçil Akgün Çalışkanyürek, Duygu İlke Yıldırım, İkbal İnanlı
Araştırma makalesi
Özeti
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
The Effect Of Mental Status Of Mothers Aged 18-49 Years On AttItude To BreastfeedIng
Amaç: Son yıllarda anne sütü ve emzirme kadar kıymetli olan bir diğer husus da doğum sonrası lohusa
annelerin ruhsal durumudur. Çalışmanın amacı 18-49 yaş arası lohusaların doğum sonrası depresyon ve
anksiyete düzeylerinin emzirme tutumuna olan etkisini değerlend irmektir.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma 1 Şubat 2021 ile 1 Ağustos 2021 tarihleri arasında Aile sağlığı
merkezlerine kayıtlı olan lohusa ve yeni doğan aşısı için başvuran 18 yaş üstü, gebelik öncesi veya
gebelik döneminde psikiyatrik hastalığı olmayan 243 katılımcı i le yapılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim düzeylerinin, anne sütünün gerekliliğinin, emzirme bilgi düzeyinin ve emzirme
süresinin emzirme tutum düzeylerini etkilediği görülmüştür. Doğum haftalarına göre emzirme tutumlarını
incelediğimizde, 32 hafta öncesi doğum yapan katılımcıların emzirme tutumlarının 36 hafta ve üzerinde
doğum yapanlara kıyasla daha yüksek düzeyde olduğu görüldü (p=0,001).
Sonuç: Emzirme tutum düzeylerine etki eden en önemli değişkenin durumluk kaygı olduğu görülmüştür.
Durumluk kaygısı ve doğum sonrası depresyon düzeyi konusunda destek alan kadınların emzirme tutum
düzeyleri daha iyi olacağı için bu konu ilgili anneler ile iletişimin artırılmasının anne ve bebek sağlığını
olumlu yönde etkileyeceği söylenebilir .
Aim: Another issue that is as important as breast milk and breastfeeding today is the mental health of
postpartum mothers. The aim of the study is to evaluate the effect of postpartum depression and anxiety
levels of puerperant women aged 18-49 on breastfeeding attitude s.
Patients and Methods: This study was conducted with 243 participants over the age of 18, who did
not have any psychiatric disease before or during pregnancy, who applied for puerperal and newborn
vaccination between February 1, 2021 and August 1, 2021, registered to the central family health centers.
Results: It was observed that women's education, necessity of breast milk, breastfeeding knowledge
level and breastfeeding duration affected their breastfeeding attitude levels. When we examined the
breastfeeding attitudes according to the weeks of birth, it was seen that the breastfeeding attitudes of
the participants who gave birth before 32 weeks were at a higher level than those who gave birth at 36
weeks or more (p=0.001).
Conclusion: It is evaluated in terms of the state of the optimizable how it affects the views according to
the results. In the field of education, which receives support in state anxiety and postpartum appearance,
it can be played that the body will affect the mother and baby positively, regarding the communication in
this regard, for better general appearance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Tuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Olgu sunumu
Özeti
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Secondary BacteremIa After RotavIrus InfectIon
İshal çocuklarda önemli mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Rotavirüs
enfeksiyonları bebeklerde ve küçük çocuklarda görülen şiddetli gastroenteritlerin en başta
gelen nedenlerindendir. Rotavirüse bağlı nadiren sekonder bakteriyemi olguları bildirilmiştir.
Sekiz aylık erkek hasta rotavirüs gastroenteriti ve orta derecede dehidratasyon tanılarıyla
serviste izleme alınmıştır. İntravenöz hidrasyon ve oral probiyotik saşe ile şikayetleri gerileyen
hastanın yatışının 3. gününde ateşleri tekrar yükselmiş, genel durumu kötüleşmiş ve sepsis
tanısı konulmuştur. Yoğun Bakım Ünitesinde izleme alınan ve ampirik olarak seftriakson,
amikasin ve vankomisin başlanan hastanın kan kültüründe seftriakson ve amikasine duyarlı
Klebsiella oxytoca üremesi olmuştur. Vankomisin kesilmiş, diğer tedavileri toplam 14 gün
verilmiştir. Kliniği tamamen düzelen hasta taburcu edilmiştir. Rotavirüse sekonder bakteriyel
sepsis önemli bir klinik durumdur. Kırksekiz saatten uzun süren veya düşüp tekrar yükselen
ateş uyarıcı olmalıdır. Rotavirüs aşılamasının önemi, hastalığın komplikasyonlarında azalma
sağlayabileceğinden dolayı vurgulanmalıdır.
Diarrhea goes on to be an important reason of morbidity and mortality in childhood. Rotavirus
infections are among the most common casues of severe gastroenteritis in infants and small
children. Secondary bacteremia cases after rotavirus have been rarely reported. An eight
month of boy was hospitalized due to rotavirus gastroenteritis and moderate dehydration.
After his symptoms resolved with intrevenous hydration and probiotic sachet, fever and
deteriotation in general condition were realized on the third day and sepsis was diagnosed. He
was monitorized in Intensive Care Unit and started ceftriaxone, amikacine, and vancomycine
empirically. His blood culture grew Klebsiella oxytoca which was sensitive to ceftriaxone and
amikacine. Vancomycine was stopped and other antibiotics were given for totally 14 days.
He was discharged when recovered completely. Bacterial sepsis secondary to rotavirus is an
important clinical situation. Fever lasting more than 48 hours or fever rising after remission
should be alarming. The importance of rotavirus vaccination should be emphasized because
of its probable protective effects on disease complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis
Ahmet Göçmen, Mustafa Gazi Uçar, Fatih Şanlıkan
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis
EndometrIosIs On The Cesarean Scar
Endometriozis fonksiyonel ve morfolojik olarak endometrial gland ve stromal yapısının uterus dışında bulunması halidir. Genellikle pelvisi, peritonu, overleri, cul de sac boşluğunu ve utero sakral ligamentleri tutar. Endometriozis patogenezinde; retrograd menstruasyon, metaplazi, hematojen ve lenfatik yayılım, operasyon esnasında insizyon skarı içine mekanik transplantasyon gibi çeşitli teoriler öne sürülmüştür Cilt altında kitle, şişlik, menstruasyonla beraber siklik ağrı, hassasiyet gibi klinik bulgular verebilir. Tanıda manyetik rezonans, bilgisayarlı tomografi, ultrason ve ince iğne aspirasyon biyopsisi kullanılabilir. Skar endometriozisin cerrahi olarak tümüyle çıkarılması önerilen tedavi yöntemidir. Total eksizyon sonrası rekürrens oldukça nadirdir. Bu vakada 33 yaşında sezaryenden 3 yıl sonra pfannenstiel kesisinin sol dış tarafında siklik ağrı ve şişlik yakınması başlayan bir hastada teşhis ve tedavi ettiğimiz skar endometriozisini sunmaktayız.
Endometriosis is a condition where the functional and morphological endometrial gland and stromal structure are found outside the uterus. It occurs most often in pelvis, peritoneum, ovaries, posterior cul-desac and uterosacral ligaments. Retrograd menstruation, metaplasia, lymphatic and hematogenous outspread, mechanical transplantations in insicional scars during the operations and some else theories are introduced for pathogenesis. Subcutaneous mass, swelling, cyclic pains associated with menstruation, tenderness are likely clinical symptom and signs. Magnetic resonance imaging, computed tomography, ultrasound, fine needle aspiration biopsy are used in diagnosis. Total excision is the considered management of the scar endometriosis. Recurrens is rarely occurs after total excision. Here we present the case of 33 years old woman who had a cyclic painful mass on her p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Domuz Kaynaklı İnfluenza A (h1n1) Virus Enfeksiyonu : Radyolojik Bakış
Seda Özbek
Derleme
Özeti
Domuz Kaynaklı İnfluenza A (h1n1) Virus Enfeksiyonu : Radyolojik Bakış
SwIne OrIgIn Influenza A VIrus (h1n1) InfectIon: A RadIologIcal RevIew
Domuz kaynaklı influenza A virüsü ilk olarak saptandığı Nisan 2009 dan itibaren dünya çapında hızlı bir yayılım göstermiş ve ölüm vakaları giderek artmıştır. Bugüne kadar literatürde hastalığın oluşturduğu radyolojik bulguları içeren yayınların sayısı oldukça azdır. Bu yazıda amaç literatür bilgileri ışığında H1N1 enfeksiyonuna genel bir bakış yapmak ve radyolojik bulgulara ait bilgileri derlemektir.
Since it has first observed in April 2009, the swine origin Influenza A virus infection, spreaded worldwide and cases of dead increased. Untill now the number papers in literature about the radiological signs caused by the desease is extremely low. In this review we aimed to overview the H1N1 and collect the data in literature about radiological signs of the desease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epilepside Görsel Uyardmış Kortikal Cevaplar
Nurhan İlhan, Orhan Demir, Bülent Oğuz Genç, Emine Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Epilepside Görsel Uyardmış Kortikal Cevaplar
VIsual Evoked PotentIals In EpIlepsy
Epilepside VEP çalışmalarının birbirini pek tutmayan bulgular verdiği görülmektedir. Farklı tekniklerin kullanılması, yaka sayılarının nisbeten az olması bu durumu açıklayabilir. Bu çalışmada, EEG'de fotosensitif (FS) cevabı olan 24 ve 21 diğer epilepsi vakası VEP incelemesine alındı. VEP çekirnlerinde pattern-reversal stimulus uygulandı. VEP amplitüd değerlerinin normal kontrol grubullunkilerden farklı olmadığı. latans değerlerinin ise ilaç kullansın veya kullanmasın FS olmayan diğer epilepsi grubunda uzadığı görüldü. FS grupta latans normal bulundu. FS grubunda ilaç etkisinin (valproik asit ve karhamazepin) de, diğer gruptan farklı olarak VEP latansına yansıdığı edinildi. Sonuçların FS vakalarda farklı bir patogenetik mekanizmaya işaret edebileceği düşünüldü.
In the literature. results of VEP studies in epi-lepsy appear tü be controversial. This picture is li-kely due tü the technique diverselv used and the re-latively small numbeı- of the patients groups. Pattern-reversal VEP are recorded in 24 patients with photosensitive (FS) discharges in EEG, and other 21 patients with epilepsy. VE? amplitudes show no dUlerences from those of normal control groups. P100 mean latency of non-fotosensitive group is not prolonged in the patients who are un-derınedication, nor is. it in the ones who have not been administered the drugs (valproic acide and carbamazepine) yet. The latency is founded to be normal in FS gı-o-ups. The impression that the effects of the drugs on VEP reflect dğyerently in this group is eliceted. it is considered that the results may indıcate dğferent pathogenetical mechanisirn in FS group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
The Comparision Of Esvvl And Ureteroscopy İn The Treatment Of Distal Ureteral Stones.
Giray Karalezli, Talat Yurdakul
Araştırma makalesi
Özeti
The Comparision Of Esvvl And Ureteroscopy İn The Treatment Of Distal Ureteral Stones.
The ComparIsIon Of Esvvl And Ureteroscopy In The Treatment Of DIstal Ureteral Stones.
Alt üreter taşlarında ilk tedavi seçeneğinin ESWL (Ekstrakorporel şok dalgaları ile litotripsi) mi, yoksa Üreteroskopi mi olması halen tartışmalıdır. Alt üreter taşı nedeniyle 321 hastaya ESVVL uygulandı. 131 olguda lokalizasyon ultrasonografi (Grup I), 186 olguda da floroskopi(Grup II) ile yapıldı. 121 hasta ise üreteroskopik girişimle ile tedavi edildi. (Grup III). ESVVL grubunda total başarı oranı %85 iken bu oran üreteroskopik girişim grubunda %94.2 olarak bulundu.(P=0.015) Grup İde % 91.1, grup II de ise % 80.6, başarı oranları vardı. (P=0.015) Grup I de tekrarlanan tedavi oranı (%11.8), grup ll’yegöre belirgin olarak düşük (%26.3) bulundu. (P-0.001) ESVVL gruplarındaki başarı üreteroskopik girişimdeki başarı ile karşılaştırıldığında üretroskopik girişim Grup I ile anlamlı farklılık göstermez iken (P=0.48), Grup ll'ye göre daha başarılı bulundu. (P=0.001) Üreteroskopik girişim grubunda (%13.2), ESVVL grubuna (%3.7) göre daha yüksek oranda komplikasyon görüldü. (P=0.004). Ultrasonografi ile görüntülenebilen alt üreter taşlarında ESVVL’nin tatminkar başarı oranları ve komplikasyon oranının düşüklüğü nedeni ile ilk tercih edilmesi gereken tedavi yöntemi olduğu sonucuna varıldı.
Selection of primary mode of therapy for lower ureteral stones is stili controversial, should it be ESVVL (Extracorporeal shock wave lithotripsy) or ureteroscopic approach? ESVVL therapies were applied to 321 patients. Ultrasonographic targetings were used when stones could be localised by ultrasound in 131 patients (Group I), fluoroscopic targetings were used in 186 patients (Group II) during ESVVL treatment. Uretroscopic approach was selected in 121 patients as a primary treatment of lower ureteral stones. (Group III) Total success rates were 85% for ESVVL treatment and 94.4% for ureteroscopic approach. (P=0.015) Success rates were 91.1% and 80.6% in Group 1 and 2 subsequently. (P=0.015) Retreatment rate was clearly lower in group I (11.8%)than the group II (26.3%). (P=0.001) Success rate of ureteroscopic approach was compared to ESVVL groups, vvhile there was no d if ference with group I, (P=0.048) success rate of grup III was higher than group ll.(P=0.002) Complication rates showed significant difference between ESVVL and ureteroscopy groups.(13.2% versus 3.7%)(P=0.004) VVe concluded that ESVVL should be selected as a primary therapy of lower ureteral stones that can be seen by ultrasound due to its the higher success and lower complication rates than the ureteroscopic approach.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
Duygu İlke Yıldırım, Kamile Marakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RelatIonshIp Between VItamIn D And Hba1c Levels In DIabetIc PatIents
\r\n Amaç: Diyabet son yıllarda hızla artış gösteren, ciddi komplikasyonlara yol açan bir sağlık problemidir. D vitamini düzeyi, diyabetin kontrolüne katkıda bulunan bir faktör olarak belirtilmektedir. Bu çalışmada diyabetik hastalarda D vitamini düzeylerini ve glisemik kontrol arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Yöntem: Çalışmaya Diyabet Eğitim Polikliniği’ne Eylül 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran takip ve tedavi altında ki 330 diyabetik hasta alındı. Çalışmaya 18 yaş ve üzerinde olan hastalar dahil edildi. Hastalar vitamin D düzeylerine göre; ≤20 ng/mL, 20-30 ng/mL arasında ve ≥30 ng/mL olmak üzere üç gruba ayrılarak kategorize edildi. Bu gruplar hastaların sosyo-demografik özellikleri, kan parametreleri, diyabetile ilgili özellikleri ve diyabettedavileri yönünden karşılaştırıldı. HbA1c düzeylerine göre≤%7altıve >%7 üzeri olmak üzere iki gruba kategorize edildi. Buiki grupta da aynı parametreler ve D vitamini değerleri karşılaştırıldı. İstatistiksel sonuçlar SPSS 21.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Katılımcıların demografik bilgileri yüzde ve frekans değerleri tablolar halinde gösterildi. Önemlilik düzeyi olarak p<0.05 alındı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Bulgular: Çalışmaya alınan 330 diyabetik hastanın %51,2’si (n=169) kadın ve %48,8’i (n=161) erkekti. Hastaların yaş ortalamaları 53,79±10,2 yıl idi. Çalışmamıza alınan hastalar VKİ açısından değerlendirildiğinde %13,9’u (n=46) normal, %34,5’i (n=114) fazla kilolu ve %51,5’i (n=170) obez olarak sınıflandırılmıştır. Hastalar D vitamini düzeylerine göre gruplara ayrıldığında, vitamin D seviyesi 20 ng/mL’nin altında 286 hasta (%86.7), 20 ng/mL’nin üzerinde 44 hasta (%13.3) saptandı.Hastalar D vitamini düzeylerine göre karşılaştırıldığında D vitamini değerleri ile hastaların açlık kan şekeri (AKŞ), tokluk kan şekeri (TKŞ) arasında negatif korelasyon (-r=0.357, p<0.001, -r=0.344, p<0.001 sırasıyla) bulundu. D vitamini değerleri ile HbA1c değerleri arasında negatif korelasyon olduğu (-r=0.433, p<0.001) tespit edildi. D vitamini ile trigliserid düzeyi arasında ise negatif yönde korelasyon (-r=0.131, p<0.05) saptandı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Çalışmamızda D vitamini düzeylerine göre istatistiksel değerlendirme yapıldığında; HbA1c>%7 olanların (n=191), HbA1c<7 olanlara (n=95) göre D vitamini düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p<0,001). Bu sonuçlar D vitamini seviyelerinin diyabet hastalarında glisemik kontrolde önemli olduğu kanısını desteklemektedir.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nAim: Diabetes is a serious health problem which has increased rapidly in recent years and causes numerous complications. Vitamin D levels may be a contributing factor to the glycemic control. The aim of the study was to evaluate the relationship between vitamin D levels and glycemic control in diabetic patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nMethods: 330 patients with Diabetes Mellitus type 2, who were admitted to our outpatient clinic between September 2015 and June 2016, were included in the study. Patients were stratified into three groups according to the vitamin D levels; ≤20 ng / mL, between 20-30 ng / mL and ≥30 ng / mL. These groups were compared in terms of patients' socio-demographic characteristics, blood parameters, diabetes-related characteristics, and diabetes treatment. Patients were categorized into two groups according to the HbA1c levels; ≤7% and ≥7%. The same parameters and vitamin D values were compared between two groups. All data were recorded into the SPSS version 21. Participants' demographic datas, percentage and frequency values, were tabulated. A p value of <0.05 was the limit for statistical significance.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nResults: A total of 330 patients (51.2% females, mean age 53,79±10,2 years) with diabetes were interviewed. When evaluated in terms of body mass index, 13.9% (n = 46) were classified as normal, 34.5% (n = 114) were overweight and 51.5% (n = 170) were obese. When patients were divided into groups according to vitamin D levels, 286 (86.7%) patients with a vitamin D level below 20 ng / mL and 44 patients (13.3%) with a level above 20 ng / mL were detected. When patients were compared according to vitamin D levels, there was a negative correlation (-r = 0.357, p <0.001, -r = 0.344, p <0.001, respectively) between vitamin D levels and patients' fasting blood glucose level (FBG) and postprandial glucose level (PBG). There was a negative correlation (-r = 0.433, p <0.001) between vitamin D levels and HbA1c levels. Negative correlation (-r = 0.131, p <0.05) was found between vitamin D and triglyceride levels.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nConclusion: Vitamin D levels were significantly lower in patients with HbA1c> 7% (n = 191) when compared to those with HbA1c <7 (n = 95) (p <0.001). Vitamin D levels may be important in glycemic control of diabetic patients.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Yağlı Diyet Ve Akrilamidin Sıçanlarda Doku
oksidan Ve Antioksidan Seviyelerine Etkisi
Ümmügülsüm Can, Fatma Hümeyra Yerlikaya, Yeşim Yener, Serkan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Yağlı Diyet Ve Akrilamidin Sıçanlarda Doku
oksidan Ve Antioksidan Seviyelerine Etkisi
Effects Of HIgh-Fat DIet And AcrylamIde On TIssue OxIdant And
antIoxIdant Levels In Rats
Akrilamid (ACR) dünya çapında yaygın olarak tüketilen gıdalarda
meydana gelen organik bir kimyasaldır. ACR reaktif oksijen
moleküllerinin oluşumuna ve antioksidanların azalmasına yol açar.
Bu çalışmanın amacı; karaciğer (KC), beyin ve böbrek dokusu total
oksidan durum (TOS), antioksidan durum (TAS) ve KC ve beyin
dokusu okside LDL (ox-LDL) düzeylerini uzun süre ACR + standart
diyet ve ACR + yüksek yağlı diyet verilen sıçanlarda kontroller ile
karşılaştırarak incelenmesidir. Toplam 48 adet 5-6 haftalık Wistar ırkı
erkek sıçanlar iki diyet grubuna ayrılmış ve bir grup %20 yüksek yağ
içerikli diyet ile diğer grup ise %2.7 standart yağ içerikli diyet ile
beslenmiştir. Her iki diyet grubundaki hayvanlar 0, 2, 10 ve 20 mg/
kg/gün dozlarındaki ACR ile içme suları vasıtasıyla 28 gün boyunca
muamele edilmiştir. Çalışma sonunda doku örneklerinde TAS, TOS
veox-LDL analiz edilmiştir. ACR dozu yükseldikçe KC ve beyin oxLDL/protein
ve TOS/protein düzeyleri arttı. Ancak, 8 grup arasında
KC dokusunda ox-LDL/protein (p=0.087) ve TOS/protein(p=0.751)
düzeylerinde anlamlı fark yoktu. Beyin dokusunda ox-LDL/protein
(p=0.808) seviyesinde anlamlı fark yok iken TOS/protein (p<0.001)
seviyesinde anlamlı fark vardı. Böbrek dokusunda 8 grup arasında
TOS/protein (p=0.052) seviyesinde anlamlı fark bulunamadı. Her üç
dokuda ACR dozu yükseldikçe TAS/protein (p< 0.001) anlamlı olarak
azaldığı tespit edildi. Sonuç olarak, 2, 10 ve 20 mg/kg dozlarında ACR
+ standart diyet ve ACR + yüksek yağlı diyet verilen sıçanlarda doku
TOS ve ox-LDL seviyelerinde artış ve doku TAS seviyelerinde anlamlı
azalma olduğunu göstermiştir. ACR oksidatif strese yol açmaktadır.
Acrylamide (ACR) is an organic chemical which occurs in
foods extensively consumed in diets worldwide. ACR promotes
the generation of reactive oxygen species and the depletion of
antioxidants. The aim of this study was to investigate liver, brain and
kidney of tissue total antioxidant status (TAS), total oxidant status
(TOS) and liver and brain of tissue oxidized LDL (ox-LDL) levels in
long term ACR + standard diet and ACR + high-fat diet given rats,
compared to control rats. Forty-eight male Wistar rats (5-6 weeks of
aged) were segregated into two diet groups and fed with a high-fat
diet (crude fat 20%) or standard diet (crude fat 2.7%) respectively;
and animals in each diet groups were exposed to acrylamide at the
dose of 0, 2, 10 and 20 mg/kg bw/day via drinking water for 28 days.
At the end of the experiment tissue samples were analyzed for TAS,
TOS and ox-LDL. ox-LDL and TOS levels were increased as doses
of acrylamide were elevated in liver and brain tissue, no significant
difference was present at levels of ox-LDL/protein (p=0.087) and
TOS/protein (p=0.751) in liver tissue among eight groups. While
no significant difference was observed at levels of ox-LDL/protein
in brain tissue (p=0.808) among eight groups, TOS/protein levels in
brain tissue (p<0.001) became significantly increased. No significant
difference was present at levels of TOS/protein (p=0.052) in renal
tissue among eight groups. As doses of acrylamide were increased,
TAS/protein levels in brain, liver and renal tissue became decreased,
and a significant difference was present at TAS/protein levels among
the groups (p<0.001). Our findings showed that long term treatment
with 2, 10 and 20 mg/kg doses of ACR + standard diet and ACR
+ high-fat diet treatment led to a significant depletion of tissue
TAS levels and over production of tissue TOS and ox-LDL levels,
consequently, to an increase in oxidative stress.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gestasyonel Diabetes Mellitus Tanısı
Evrim Çakır
Derleme
Özeti
Gestasyonel Diabetes Mellitus Tanısı
The DIagnosIs Of GestatIonal DIabates MellItus
Gestasyonel diyabet (GDM) yıllarca ilk defa gebelikte saptanan
glukoz intoleransı olarak tanımlandı. Günümüzde ise ilk prenatal
vizitte diabetes mellitus (DM) tanısı alan gebeler aşikar DM olarak
tanımlanmaktadır. İlk prenatal vizitte DM saptanmayan ve daha önce
DM olduğu bilinmeyen gebeler, gebeliğin 24-28. haftasında oral
glukoz toleransı ile taranmalı ve herhangi bir değerin eşik değeri
aşması durumunda GDM olarak tanımlanmalıdır. GDM prevalansı
farklı populasyonlarda % 1-14 olarak bildirilmiştir. GDM tanısı, yeni
kriterlerle tüm dünyada giderek artış göstermektedir. Yakın zamanda,
GDM tanısı için Amerikan Diyabet Birliği (ADA), Hiperglisemi ve
Gebelik Sonuçları (Hyperglycemia and Adverse Pregnancy OutcomeHAPO)
çalışmasını temel alan 2008, Uluslar arası Diyabet Birliği
ve Gebelik Çalışma Grubu konferansı kriterlerini kabul etmiştir. Bu
kriterlere göre; Bu konferansta; 75 gr glukoz tolerans testi tanı testi
olarak önerilmiş ve tek bir anormal değerin GDM tanısı için yeterli
olduğu kabul edilmiştir. Bu test için eşik değerler; açlık; 92 mg/dl
(5.1 mmol/l), 1.saat; 180 mg/dl (10 mmol/l), 2. saat; 153 mg/dl (8.5
mmol/L) olarak belirtilmiştir. Bu derlemede GDM tanımı üzerinde
yapılan değişiklikler ve güncel tanı kriterleri değerlendirilmiştir.
Gestational diabetes mellitus (GDM) was previously described as
any degree of glucose intolerance with first recognition at pregnancy
for many years. Currently, pregnant with DM at their initial prenatal
visit has been diagnosed as overt diabetes, not gestational diabetes.
The remaining pregnant who found not to have DM at initial visit
and not known to have DM should undergo oral glucose tolerance
screening at 24-28. weeks of gestation and diagnosed as GDM if
any value exceeds the threshold values. The prevalence of GDM
is reported 1-14% among the different populations. Its diagnose
is increasing over the world with new GDM criteria. Recently, ADA
has adopted the 2008 International Association of Diabetes and
Pregnancy Study Groups (IADPSG) conference criteria based on
the Hyperglycaemia and Adverse Pregnancy Outcome (HAPO) study.
IADPSG criteria for GDM is including; 75 gr glucose tolerance test
has been recommended as diagnostic test for GDM and a single
abnormal value has been considered to be sufficient for diagnosis
in this conference. The threshold values for glucose tolerance test
are as following; for fasting glucose; 92 mg/dl (5.1 mmol/L), for
1.hour; 180 mg/dl (10 mmol/L), for 2 hour; 153 mg/dl (8.5 mmol/L).
In this review, the modifications on GDM definition and the current
diagnostic criteria for GDM were evaluated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Defekt Onarımının Ana Flebi Olarak Skapüler Ada Flebi
Mehmet Altıparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Aksiller Defekt Onarımının Ana Flebi Olarak Skapüler Ada Flebi
Scapular Island Flap As A Workhorse Flap For AxIllary Defect ReconstructIon
Amaç: Aksiller defektler genellikle yanık kontraktürlerinin açılması veya hidradenitis suppurativa debridmanlarının neticesinde meydana gelir. Onarımdaki nihai hedef, omuz ekleminde tam hareketlilik sağlayan ince ve esnek bir kapama olması nedeniyle zordur. Aksiller defekt onarım seçeneklerinden birisi skapuler fleptir. Bu çalışmanın amacı skapuler ada fleplerinin aksiller defektlerin onarımında farklı endikasyonlardaki kullanımını sunmak, onarım sonuçlarını değerlendirmek ve aksiller rekonstrüksiyonda skapuler ada flebinin ana flep olarak tartışılmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Retrospektif olarak 2015 ile 2019 yılları arasında yapılan toplam 7 hastada 8 skapuler ada flebi çalışmaya dahil edildi. Beş hasta hidradenit nedeniyle opere edilirken 2 hasta ise aksiller kontraktür nedeniyle rekonstrükte edildi. Tüm skapüler fleplerin pedikülleri iskeletize edildi ve trianguler aralıktan aksiller bölgeye aktarıldı.
Bulgular: Flep boyutları 84cm2 ile 128 cm2 arasında değişmekte ve genişliği en fazla 8cm’e kadar ulaşmaktaydı. Donör alan skarları 3 ile 6 ay arasında yaştan bağımsız olarak genişledi. En az 3 aylık takiplerde donör alan skarları 1,5 ile 2,6 cm arasında değişiklik gösterdi. Bir tanesi hariç (sekonder iyileşen tip nekrozu) tüm flepler komplikasyonsuz sonuçlandı.
Sonuç: Skapuler ada flebi çeşitli nedenlerden dolayı oluşan aksiller defektlerin onarımında kullanılabilir. Flebin yatay uzanıma sahip olması posterior aksiller çizgideki ve koldaki yanık alanlarından bağımsız hareket edebilmesini sağlar. Skarların genişlemesi bir dezavantaj olarak görülse de, skapuler flebin ince ve esnek kapama sağlaması, kolay elevasyonu ve komplikasyon oranının düşük olması nedeniyle aksiller rekonstrüksiyonunun ana flebi olarak değerlendirilebilir.
Aim: Axillary defects mostly occur after burn contracture releases or hidradenitis suppurativa debridements. Reconstruction of this type of defect is a challenge since the ultimate aim is maintaining a pliable coverage with full mobility of the shoulder joint. Scapular flap is one of the reconstructive options in axillary defect coverage. This study is aiming to present reconstruction of axillary defects with scapular island flaps for different indications and to discuss the outcomes of the donor sites so as to suggest it as a workhorse flap in axillary reconstruction.
Patients and Methods: A total of 7 patients treated with 8 scapular island flaps between 2015 and 2019 were included retrospectively. Five patients were operated for hidradenitis suppurativa and 2 patients reconstructed for axillary contracture. All scapular flap pedicles were skeletonized and transferred to the axilla through the triangular space.
Results: Flap dimensions ranged from 84cm2 to 128 cm2 without exceeding 8cm of the width. Donor site scars widened between 3 months to 6 months post-operatively and independent of patient age. Donor site scars ranged from 1.5-2.6 cm after at least 3 months of follow-up. All flaps survived without any complication except one with a tip necrosis that healed with secondary intention.
Conclusion: Scapular island flaps can cover defects of the axilla created by various causes. Horizontal extension of the flap protects it from burn scar involvements of the posterior axillary line and the arm. Although widening of the scars seems to be a disadvantage, thin and pliable skin coverage with ease
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Immatür Teratom Ve Ayırıcı Tanısı
Hatice Toy, Kazım Gezginç, Lema Tavlı, Mustafa Cihat Avunduk, Serra Kayaçetin, Cemalettin Akyürek
Olgu sunumu
Özeti
Immatür Teratom Ve Ayırıcı Tanısı
Immature Teratoma And Its DIfferentIal DIagnosIs
Amaç: Matür teratomdan ayırıcı tanısı yapılan bir Immatür teratom vakasının sunulması. Olgu sunumu: 29 ya şındaki bayan hasta kasık ağrısı şikayeti ile Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne başvurdu. Hastanın anamne- zinden 13 yaşında iken sol ovarial kist nedeniyle sol ooferektomi geçirdiği öğrenildi. O dönemde sol överin pato lojik incelemesinin normal olduğu söylenmiş. Hastanın yapılan pelvik muayenesinde uterustan net ayrılamayan pelvik kitlesinin olduğu saptandı. Hastanın pelvik ultrasonografisinde ise sağ ovarial bölgede 11x11 cm lik solid, kistik yapıları olan kalsifik alanlar içeren düzgün sınırlı heterojen kitle izlendi. Labaratuvar bulgularından AFP: 10,5 (0-7), CEA: 6,4 (0-4,1), CA125: 32,9 (0-21), CA19.9: 322 (0-18,4), CA 15.3 : 24,5 (7,5-53 ), HCG < 1 olarak bulundu. Hastaya sağ ovarial kitle ekstirpasyonu ve sağ ooferektomi yapıldı. Operasyon sonrası histopatolojik in celemede immatür teratom grade-l tanısı verildi. Sonuç: Teratomlarda immatür komponentin atlanmaması için çok sayıda parça alınması ve nöral elemanların immünohistokimyasal çalışma ile gösterilmesi gerekmektedir.
Aim: To report an immature teratoma case that was differentiated from mature teratoma. Case report: A 29 year old woman consulted to Gynecology and Obsterics clinic vvith pelvic pain. İn the histoıy of the patient, it was un- derstood that she had left sided ooferectomy due to left ovarial cyst. At that time the ovarial pathologyhad been reported as normal. İn the pelvic examination of the patient a pelvic mass that can not be differentiated from ute- rus was detected. İn the pelvic ultrasonography of the patient, at the right ovarial area a smooth bordered hete- rogenous mass that had calcified areas vvith in the body, and that was measured as to be 11x11 cm and found to have solid and cystic components was detected.İn the laboratory finding AFP: 10,5 (0-7), CEA: 6,4 (0-4,1), CA 125: 32,9 (0-21), CA19.9: 322 (0-18,4), CA 15.3 :24,5 (7,5-53 ), HCG < 1 was found. The patient had been operated, the right ovarial mass extirpation and right ooferectomy had been done. The diagnosis vvith the histopathological examination of the mass was defined as immature teratoma grade-l. Conclusion: İt is needed to get several biop- sies of the pathological spesimen in order not to skip. The immature components of the teratomas and neural com ponents should be shown vvith immunohistochemical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Down Sendromu Olan İki Yenidoğanda Konjenital Lösemi
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Hüseyin Tokgöz, Sabahattin Ertuğrul, Ümran Çalışkan, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Down Sendromu Olan İki Yenidoğanda Konjenital Lösemi
CongenItal LeukemIa In Two Newborns WIth Down Syndrome
Konjenital lösemi, doğumda veya yaşamın ilk 4 haftasında ortaya çıkan nadir bir hastalıktır. Konjenital löseminin görülme sıklığı 4,7 milyon canlı doğumda 1’dir. Konjenital lösemilerin büyük çoğunluğu akut myeloblastik lösemidir. Genellikle lökositoz, peteşi, ekimoz, kutanöz nodüller, hepatosplenomegali ve santral sinir sistemi tutulumu şeklinde bulgular vermektedir. Bu yazımızda down sendromu olan, sepsis kliniği ile gelen ve yenidoğan döneminde konjenital lösemi tanısı konulan iki olgu sunulmuştur. Bu hastaların erken dönemde tanınması ve sepsis gibi ikincil klinik tablolarının ortaya çıkmadan tedavi şansının yakalanması hayat kurtarıcı rol oynamaktadır
Congenital Leukemia is rare disease seen at birth or in the first 4 weeks of life . The incidence of Congenital Leukemia is 1 over 4.7 million live births. Most of the cases are myeloblastic leukemia. Usually symptoms like leukocytosis, petechia, echymosis, cutaneous nodules, hepatosplenomegaly and central nervous system involvement are seen. Two newborns with Down syndrome which were septic at application and diagnosed as congenital leukemia are presented in this article. The early recognition of such cases and finding opportunity to treat before the appearance of secondary complications such as sepsis play an essential role for saving life.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
Ahmet Küçükapan, Suat Keskin, Zeynep Keskin, Necdet Poyraz
Derleme
Özeti
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
InterventIonal RadIologIcal Methods In Treatment Of Hepatocellular
carcInoma
Hepatosellüler karsinom (HCC) çoğunlukla viral hepatit sonrası oluşan bir durumdur. HCC karaciğer parankiminde geç dönemde siroz gelişiminden displastik nodül gelişimine ve erken evre kanser oluşumuna kadar farklı antitelere neden olabilmektedir. Ancak tümör çapının yaklaşık 2 cm olduğu olgularda ve vasküler invazyonu gelişmeden küratif tedavi mümkün olabilmektedir. Karaciğer fonksiyonlarının yetersiz olması, vasküler invazyon ve metastaz nedeniyle cerrahi tedavinin olası olmadığı hastalarda tümör gelişimini durdurmak amacıyla perkütan radyofrekans ablasyon ve transarteriyel kemoembolizasyon gibi cerrahi olmayan tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Hepatocellular carcinoma (HCC) generally develops as a
consequence of underlying liver disease, most commonly viral
hepatitis. The development of HCC follows an orderly progression
from cirrhosis to dysplastic nodules to early cancer development,
which can be reliably cured if discovered before the development
of vascular invasion (typically occurring at a tumor diameter
of approximately 2 cm). If resection is not possible because
of poor liver function, vascular invasion and metastasis. To
prevent tumor progression while waiting, nonsurgical treatments
including percutaneous radiofrequency ablation, and transarterial
chemoembolization are employed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Seyrek Görülen Bir Disgerminom Olgusu: Dev Bir Karın İçi Kitle
Müslim Yurtçu, Hüseyin Tokgöz, Hatice Toy
Olgu sunumu
Özeti
Seyrek Görülen Bir Disgerminom Olgusu: Dev Bir Karın İçi Kitle
A Rare PresentatIon Of DysgermInoma: A GIant AbdomInal Mass
14 yaşında bir kız çocuğunda dev over tümörü nedeniyle karında kitleye neden olan nadir bir olguyu sunmaktayız. Fizik muayenede karında distansiyon ve sert kıvamda palpabl kitle saptandı. Abdominal ultrasonografi (USG) ve bilgisayarlı tomografi (BT)’de sol over kaynaklı, karnı tümüyle dolduran dev kitle tespit edildi. Tetkikleri tamamlanan hastanın elektif şartlarda laparatomisi yapılıp, overleri ve her iki tubası izlenerek sol over kaynaklı solid kıvamdaki kitleye ulaşıldı. Sol salpingoooferektomi yapılarak kitle total olarak çıkarıldı. Kitlenin histopatolojik muayenesinde disgerminom tanısı konuldu. Hasta kemoterapi almak üzere Çocuk Hematoloji-Onkoloji Polikliniği’ne başvurmak üzere taburcu edildi. Disgerminom, adolesan döneminde karın içi dev kitle ile başvuran kızların ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
We aimed to present a rare case with giant ovarian tumor which causes intraabdominal mass in a 14-year-old girl. On examination, there were abdominal distension and a palpable solid mass in abdomen. On abdominal ultrasonography (US) and computed tomography (CT) examination, a giant mass, which covers all intraabdominal cavity, was identified in the abdomen. Laparatomy was carried out in elective conditions after all tests had been performed. The mass originated from left ovary was excised totally via left salpingoooferectomy, following both ovaries and both tuba uterinas. The operative diagnosis of dysgerminoma was confirmed with histopathologic examination. Chemotherapy was scheduled by Hematology-Oncology Department. Dysgerminoma should be considered in the differential diagnosis of the girls who are admitted with the intraabdominal giant masses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Hasan Kaya, A. Rıza Odabaş, Ramazan Çetinkaya, Yılmaz Selçuk
Araştırma makalesi
Özeti
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Biz kemoterapi sonrası, tümör lizis sendromuna bağlı olarak akut böbrek yetmezliği gelişen, 38 yaşında bir non-Hodgkin lenfoma hastasını rapor ettik. Konservatif tedavi olarak diüretik, bikarbonat infüzyonu, %10'luk kalsiyum glukonat ve insülinle tamponlanmış % 30 dekstroz verdik. Ancak, tedaviye cevap alamadık. Kemoterapi sonrası 4. günde hemodiyalize başladık. Hastada hemodiyaliz sonrası klinik ve laboratuvar olarak iyileşme sağladık.
We report a 38 year-old male patient vvith non-Hodgkin’s lymphoma who developed oliguric acute renal failure depending on tumor lysis syndrome, following chemotherapy. We treated, patient vvith diuretic, bicarbonate infusion, calcium gluconate, and 30% dextrose vvith insulin. We couldn’t give a response to these treatments. After chemotherapy, on 4th day we started to use hemodialysis. After hemodialysis, we supplied a recovering in this patient as clinic and laboratory.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İşitme Engellilerde Okuma -Preliminer Çalışma
Nurhan İlhan, Orhan Demir, Galip Akhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
İşitme Engellilerde Okuma -Preliminer Çalışma
A PrelImInory Study Of ReadIng Process In The Deaf-Mutes
Tamamen sağır olan 5 denekte okuma sırasında göz anneleri elektrookülografik olarak kaydedildi. Elektrookülografik paternlerin büyük sakkadlar ve uzun süreli fiksasyonlar göstermesi dikkat çekiciydi. Beklendiği gibi sağır-dilsizler fonolojik olmayan okuma süreci ile okunmuş kabul edildi. Yine de sonuçlar daha fazla kantitatif çalışma için motive oldu.
Eye movernents during reading in 5 completely deaf-mute subjects were electrooculographically recorded. It was notable that electrooculographical patterns showed large saccads and fixations with long duration. As expected the deaf-mutes were considered ta read with non-phonological reading process. However the results motivated for further quantitative study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
Abdülkadir Kandemir, Mahmud Zahid Ünlü, Mehmet Balasar, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
GIant SImple Renal Cyst AssocIated WIth Dyspnea
Basit böbrek kistleri; genellikle tedavi gerektirmeyen, yaygın,
benign, asemptomatik kitlelerdir. Ancak zamanla bu basit kistler
büyüyebilir, semptomatik hale gelebilir ve komplikasyonlar geliştirip
tedavi gerektirebilir. Çalışmamızda, nefes darlığı, karın ağrısı ve
asimetrik karın şişliği kliniği ile başvuran 63 yaşındaki erkek hastayı
sunmayı amaçladık. Abdominal ultrasonografi (USG) görüntülemede
195x180 mm boyutuna ulaşmış ekzofitik böbrek kisti saptandı.
Hastaya devamlı perkütan drenaj eşliğinde sklerozan madde
uygulandı ve takibinde nefes darlığı geriledi. Altı ay sonraki USG
takibinde kistin kaybolduğu gözlendi.
Simple kidney cysts are common, benign and asymptomatic
masses and usually unrequire any treatment. However, this simple
cyst can grow over time, may become symptomatic and develop
complications they may require treatment. In our study, we aim to
present, the 63 -years-old male patient admitted to our clinic with
dyspnea, abdominal pain and asymmetric abdominal distension.
Abdominal ultrasonography (USG) showed that exophytic renal
cyst reached 195x180 mm. We underwent sclerosing agents in the
presence of continuous percutaneous catheter drainage and dyspnea
decreased at the follow-up. Subsequent USG after six months
revealed disparition of the cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkin Bireylerde Diyet Kalitesinin Ortalama Yeterlilik
oranı (mar) Kullanılarak Değerlendirilmesi
Eda Köksal, Hande Mortaş, Merve Şeyda Karaçil Ermumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Yetişkin Bireylerde Diyet Kalitesinin Ortalama Yeterlilik
oranı (mar) Kullanılarak Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIetary QualIty UsIng Mean Adequacy RatIo (mar) In
adults
Bu çalışmada, yetişkin bireylerin diyetlerinin ortalama yeterlilik
oranlarının hesaplanması ve farklı parametrelere göre (beden kütle
indeksi, eğitim düzeyi, cinsiyet, yaş) karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yapılan kesitsel çalışma, Ankara’da yaşayan rastgele örnekleme
yöntemiyle seçilmiş 421 yetişkin birey (275 kadın, 146 erkek) ile
planlanarak yürütülmüştür. Yaşları 20-50 yıl arasında değişen
(ortalama±SS, 32.7±9.096 yıl) bireylerin besin tüketim kayıtları
24 saatlik hatırlatma yöntemiyle alınmıştır. Diyetin kalitesinin
değerlendirmesi amacıyla besin öğesi yeterlilik oranı kullanılarak
hesaplanan ortalama yeterlilik oranı skorları kullanılmıştır. Bireylerin
ortalama yeterlilik oranı skorlarına göre, %56’sının diyet besin öğesi
içeriğinin yetersiz olduğu saptanmıştır. Bireylerin ortalama yeterlilik
oranı skorları arasında eğitim, yaş ve vücut ağırlığına göre anlamlı
bir fark bulunmazken, erkeklerin ortalama yeterlilik oranı skorlarının
kadınlardan yüksek olduğu saptanmıştır (p<0.05). Çalışmada,
ortalama yeterlilik oranı değerlendirmesine göre Türkiye’de yetişkin
bireylerin diyetlerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Diyet kalitesini,
beden kütle indeksi, yaş, eğitim durumu ve cinsiyet gibi farklı
değişkenler etkileyebilmektedir. Bu değişkenler de dikkate alınarak
ülkelerin geliştirdikleri beslenme plan politikalarında diyet kalitesinin
iyileştirilmesi amaçlanmalıdır.
This study aimed to research dietary quality in adults and to
compare using different parameters (body mass index, education
statues, gender and age). The cross-sectional study was conducted
on randomly selected 421 adults (275 females, 146 males) living in
Ankara. Dietary intakes of individuals aging between 20 and 50 years
(mean±SD, 32.7±9.096 years) were collected by using 24-hour recall
method. Mean adequacy ratio scores calculated by using nutrient
adequacy ratio were used for dietary quality assessment. According
to mean adequacy ratio scores, 56% of individuals’ dietary nutrient
content found to be inadequate. In the study, there was no significant
difference in mean adequacy ratio scores according to education,
age, body weight; whereas, male mean adequacy ratio scores were
higher than female. There is a need for improving diets according to
mean adequacy ratio scores assessment in Turkey. Dietary quality
can be affected by different variables such as gender, body mass
index, age and education statues. Improving dietary quality should
be aimed using plan and policies, developed taking into consideration
these variables by governments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparaskopik Kolesıstektomı
Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Şükrü Bülent Özer, Mehmet ak
Araştırma makalesi
Özeti
Laparaskopik Kolesıstektomı
LaparoseopIe Choleeystectomy
Ocak 1994 ye temmuz 1995 tarihleri arastnda Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi Genel Cerrahi ABDInda laparoskopik koksistektomi (LK) yaptlan 268 olgu degerlendirildi. 236 hasta biliyer kolik Lie seyreden safra kesesi tap, 32 hasta akut koksistit ta-nisi almo. ilk gruptaki 4 hastada ta§likolesistit ya-runda, yandac hastaltk olarak dalak absesi, dalak kist hidatigi. karaciger sol lobda ye sag overde hasit kist vardi. Tedavileri yapildt. 15 hasta daha ijnceden batin ctmeliyatt gecirmigi. LK 252 hastada began ile yapilirken 16 hastada aciga gecilme zorunlulugu duyuldu. 6 hastada ciddi komplikasyonlar gorilla. Mortalite olmadt, or-talanza ameliyat siiresi 50 dk, hastanede kalma sii-resi 2 giin, normal aktiviteye donme siiresi 1 hafta olarak bulundu. Bu calgmadaki komplikasyon orantnin yiiksek ()imam klinigimizde Llenin yeni uygulanmaya beglanniq olmasina bagh oldugu düşünüldü.
268 cases on which laparoscopic cho-lecystectomy was treated in General Surgical De-partment at the University of Selcuk, Faculty of Me-dical Science between 1994 th January-1995 th June were taken into consideration. 236 patients have de-veloped gallbladder stone which moves along with bilecholic, 32 patients have developed acute cho-lecystitis and 4 patients, because of having de-veloped splenic abcess, splenic eccinococcous cyst, simple cyst at left lobes of the liver, simple cyst at right over were taken into operation. Despite the successful application of la-paroscopic cholecystectomy at 252 patients, 16 pa-tient had necessarly been take into laparotomy. Mortality rate is nil. The operation approximately takes 50 minutes and patients are kept at our hos-pital for nearl 2 days and the patient's recoveries takes a week. Serious complications was observed at 6 patients. We come to the conclusion that the reason for the complications peeing high is that this kind of surgical attempts are very recently applied in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Opopanax Hispidus Bitkisinin Gövde Ekstresinin Fare Overi Üzerine Etkileri
Neşe Çölçimen, Safa Gümüşok, Ceyda Sibel Kılıç, Okan Arıhan
Araştırma makalesi
Özeti
Opopanax Hispidus Bitkisinin Gövde Ekstresinin Fare Overi Üzerine Etkileri
Effect Of The Opopanax HIspIdus Plant's AerIal Parts Extract On MIce Ovary
Amaç: Opopanax hispidus bitkisi Apiaceae familyasındandır. Tedavi amaçlı yaygın olarak hemoroid, kadın infertilitesi ve kanın temizlenmesinde kullanılmaktadır. Çalışmamızda Opopanax hispidus gövde kısımlarının methanol ekstresini farelere vererek over dokusu üzerinde oluşturduğu histolojik değişiklikleri incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 12 adet erişkin, dişi, Swiss-Albino fare alındı, randomize olarak 2 gruba ayrıldı. Kontrol grubu: Herhangi bir uygulama yapılmadı. Opopanax hispidus grubu: Opopanax hispidus metanolik ekstresi (200 mg/kg/gün) 5 gün oral gavajla uygulandı. Deneyin sonunda, sağ over dokusu eksize edilerek çıkarıldı. Dokular %10’luk tamponlu formaldehit içinde fiske edildi, rutin histolojik inceleme için takip metodları uygulandı ve akabinde 5 µm kalınlığında kesitler alındı. Kesitler hematoksilen-eozin ile boyandı ve ışık mikroskopik incelemeye tabii tutuldu. Stereolojik ölçümde Cavalieri prensibinin modifiye metodu kullanıldı. Total doku volüm oranları, Shtereom 1.5 version paket programında verilmiş noktalı alan cetveliyle ölçüldü. Grupların karşılaştırılmasında Mann-Whitney U testi kullanıldı. Hesaplamalarda, istatistik anlamlılık düzeyi %5 alındı. Tüm hesaplamalar için SPSS (ver:20) istatistik paket programı kullanıldı.
Bulgular: Antral follikül sayısı açısından değerlendirildiğinde istatistiki olarak anlamlı fark bulundu (p<0.05). Gruplar arasında over volümü değerlendirildiğinde Opopanax hispidus grubunda kontrol grubuna göre azalma olduğu ve istatistiki olarak anlamlı olduğu tesbit edildi (p<0.05).
Sonuç: Opopanax hispidus’ un over dokusunda olumlu etkiler oluşturarak antral follikül sayısını arttırdığını tesbit ettik ve bununda muhtemelen antioksidan etkisinden kaynaklandığını düşünmekteyiz.
Aim: Opopanax hispidus (Friv.) Griseb plant belongs to the Apiaceae family. It is traditionally used for the treatment of hemorrhoids, female infertility, and purification of blood. We aimed to examine the histological changes in the murine ovarian tissue following the administration of a methanolic extract of the aerial parts of the Opopanax hispidus (Friv.) Griseb plant.
Materials and methods: Twelve adult female Swiss-Albino mice were randomly allocated into 2 groups. Control group received no administration. In the Opopanax hispidus group the methanolic extract (200 mg/kg/day) was administered via oral gavage for 5 days. At the end of the experiment right ovarian tissue of each subject was excised. Routine histological processing of tissue samples fixed in 10% formalin were then sectioned at a thickness of 5 µm. The sections were stained with hematoxylin and eosin and examined with a light microscope. The modified method of Cavalieri principle was used in the stereological measurement. The total tissue volume ratio was measured with a point counting grid provided by the Shtereom version 1.5 software package. Mann-Whitney U test was used to compare the groups.The significance level was set at 5%. All statistical analyses were performed using SPSS (ver: 20) software package.
Results: A significant difference was observed with respect to the number of antral follicles (p<0.05). A comparison of ovarian volumes between the groups revealed a significant decrease in the Opopanax hispidus group (p<0.05).
Conclusion: We demonstrated that Opopanax hispidus exerted positive effects on the ovarian tissue and increased the number of antral follicles, probably due to its antioxidant effect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Ekstremite Arter Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Kemal Ödev, Özkan Akkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Ekstremite Arter Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Upper Extremıty Arterıal Injurıes And Surgıcal Treatment
Arter yaralanmaları Hipokrat zamanından beri bilinmektedir. Hatta bir arter yaralanması ile karşılaşıldığında o devir içinde, o şartlar altındaki tedavi şekilleri bile önerilmiştir. Ambrois Pari 16. yüzyılda arter yaralanmalarında, arterin ligatüre edilmesi fikrini ortaya koymuştur. Hallowell 1759 yılında flebotomy sırasında yaralanan brakial arteri sekiz dikişi ile tamir etmiştir. Bu, arter lümenini koruyarak hemorajiyi kontrol etmek amacı ile yapılan ilk girişimdir. Bundan sonra yapılan bir çok teşebbüsler, trombozis nedeni ile başarısız kalmıştır. 1889 yılında Jassinowsky intimadan geçmeden süt ür konulmasını tavsiye etmiştir. Dorfler o zamana kadar uygulanan metodlardan farklı olarak damar duvarının bütün katlarından geçen devamlı dikişi kullandı ve geliştirdi. Bu tür girişimlerde ince iğne ve ince ipeği tavsiye etti. İnce materyalin kullanılmasının trombozis yapmıyacağını ileri sürdü. Dorfler aynı metodu ven yaralanmalarında da tarif ve tavsiye etti.
During nine years (1976 - 1985) 80 patients with upper extremity arterial injuries after shotgun, cunt trauma etc. were treated surgically. Earliest admission was two his and latest was 18 his. 66 of patients had uneventful recovery and 14 were palliated with acceptable results. This article emphasises the importance of such injuries and early admission to a vascular surgical unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Aydin Akyuz, Ramazan Uygur, Seref Alpsoy, Veli Caglar, Dursun Cayan Akkoyun, Bilal Burak Baltaci
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Anomaly Of RIght Coronary, Lad, And Cx ArterIes OrIgInatIng From
rIght SInus Valsalva
Tek koroner arter bütün koroner arter anomalileri içerisinde
yaklaşık olarak % 2-4 oranında gözlenir. Bizim vakamızda, 48
yaşında bayan hastada egzersize bağlı göğüs ağrısı ve yorgunluk
vardı. Hastanın egzersiz elektrokardiogramında 9 mets iş gücünde ST
depresyonu sonrası, biz koroner anjiografide orijinal sol ana koroner
arterin yerinde olmadığını sol ön inen arterin ve sirkumfleks arterin
sağ sinus Valsalvadan sağ koroner arterle birlikte çıktığı çok nadir bir
tek çıkışlı koroner arter anomalisi olduğunu gösterdik. Medikal tedavi
olarak beta bloker ile hastanın semptomları düzeldi. Bu tip koroner
arter anomalileri oldukça seyrektir ve ani ölüm sebebi olabilir.
Single coronary artery is observed in approximately 2-4% of all
coronary artery anomalies. In our case, 48 years old female patient
had exercise-induced angina pectoris and fatigue. After her exercise
electrocardiogram revealed ST depression during 9 mets, we
demonstrated a single coronary artery as an extremely rare anomaly
of coronary artery in which there was no original left main artery as
well as right coronary artery, left anterior descending and circumflex
arteries were originated from right sinus Valsalva. On medical
treatment with beta blocker, her symptoms had recovered. This type
of coronary anomalies is very infrequent and may be a reason of
sudden death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Stilohyoid Sendrom
Levent Soley, Fuat Yöndemli, Salim Güngör, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Stilohyoid Sendrom
The StylohyoId Syndrome
Stilohyoid sendrom semptomatik uzun stiloid proçes ve stiloid ligamentte kalsifikasyon sonucu oluşan klinik tablocluı.. Stilohyoid sendrom tanısıyla opere ettiğimiz 43 hastada en sık tespit edilen şikayet hastaların %79'unda görülen boğazda ağrı, kuruluk, yabancı (-isim hissiydi. Koınpüterize tomogralide hastaların %70.3 ünde uzun stiloid proçes , % 29.6 sında stilohyoid li-gamentte kalsifikasyon • ossifikasyon ve segmente uzun stiloid proçes tespit edildi. Spesmenlerin histopatolojik tetkikinde ligament dokusunda kal-siyum kristallerinin birikimi gözlendi. Hastaların %95 .3 ünde operasyondan sonra şikayetlerinde iyileşme görüldü.
The Stylohyoid syndrome is a clinical o•cuı-ance which is resulted due to elongated styloid process and calcified stylohyoid ligament . The main complaints in the opeı-ated 43 patients with the diagnosis of stylohyoid syndrome were sore thı-oat, foreign body sensation. Evaluation of computerized tomographic findings revealed that elongated styloid process (70.3%) followed hy ligament calcıfication (29,6%) were the ıngior causes of styloid syndrome. Evaluation of the pos toperat ive specimens histopathologically showed the calsite crystal depositions in ligament Postoperative follow- up revealed complete recovery of the complaints in 95.3% of patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
Bilsev İnce, Pembe Oltulu, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Mehmet Uyar, Recep Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
ComparIson Of The EffectIveness Of UltrasonIc LIposuctIon And
conventIonal LIposuctIon In ThInnIng Of Upper Arm
Vücut şekillendirme cerrahisinde ultrason yardımlı liposakşın kullanımının
konvansiyonel liposakşına göre daha az kan kaybı yarattığı ve daha fazla
cilt kontraksiyonu oluşturduğu iddia edilmesine karşın kol sarkıklığının
tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşının etkinliklerinin
karşılaştırılmasıyla ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada, kol
sarkıklarının tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşın
tedavilerinin etkinlikleri ile komplikasyonlarının ve kanama miktarlarının
karşılaştırılması amaçlandı. 2012-2016 tarihleri arasında kolda sarkma
şikayetiyle başvuran ve liposakşın ile tedavi edilen 20 hasta çalışmaya dahil
edildi. Çalışmada, ultrasonik liposakşın (Grup 1; n:10) ve konvansiyonel
liposakşın (Grup 2: n:10) yapılanlar olarak ayrıldı. Hastada nekroz olması
major komplikasyon, seroma, hematom, asimetri ve deride pürüz olması ise
minör komplikasyon olarak tanımlandı. Ameliyat bitiminde ve ameliyat sonrası
1. yıl sonunda her iki gruptaki hastaların her iki kolunun en kalın olduğu yerler
tekrar ölçüldü. Her hasta için intraoperatif lipoaspiratlarından 5 ml örnek alındı.
Örnekler hematoksilen eozin ile boyandı ve birim alandaki eritrosit sayıları
belirlendi. Grup 1’de hastaların 4’ü Triceps Deri Klasifikasyonuna göre Tip 2,
3’ü Tip 3, 3’ü Tip 4 olarak tespit edildi. Grup 2’de hastaların ise 3’ü Tip 2,
3’ü Tip 3 ve 4’ü Tip 4’tü. Hastaların ortalama kol çevreleri Grup 1’de 36 cm
(minimum 32 - maksimum 40), Grup 2’de ise 35 cm (minimum 31 - maksimum
39) olarak tespit edildi. Ameliyat bitiminde hastaların ortalama kol çevresi Grup
1’de 31 cm (minimum 28 - maksimum 32) iken Grup 2’de 32 cm (minimum
28 - maksimum 33) olarak ölçüldü. Ameliyat sonrası 1. yıl sonunda Grup 1’de
ortalama kol çevresi 30 cm’e düştü, Grup 2’de ise 31.8 cm idi. Grup 2’de
cm2
’de hesaplanan eritrosit sayısı 40’lık büyütmede (HPF: high power field)
ortalama 50-60/1HPF iken Grup 1’de bu değer 20/1HPF olarak hesaplandı. Her
iki grup hastalarının ameliyat öncesi kol kalınlıkları ortalaması benzer olmasına
karşın, ameliyat sonrası Grup 1’deki hastaların ortalama kol kalınlıkları Grup
2’ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Yine alınan
lipoaspiratta birim alanda görülen eritrosit sayısı Grup 1’de Grup 2’ye göre
istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Çalışmada, kol
sarkması tedavisinde uygun hasta seçimi sonrası ultrasonik liposakşının daha
fazla cilt kontraksiyonu yapabildiği tespit edildi. Bu endikasyon da kullanımında
konvansiyonel liposakşına kıyasla daha az sarkma ile daha iyi görünüm elde
edilebilir.
It is claimed that the use of ultrasound-assisted liposuction in bodyshaping
surgery produces less blood loss and more skin contraction than
conventional liposuction. In the literature, however, we could not find any
studies comparing the efficacy of conventional liposuction with ultrasonic
liposuction in the treatment of arm contour deformities. In this study,
therefore, it is aimed to compare the efficacy, complications and bleeding
rates of conventional liposuction with ultrasonic liposuction in the treatment
of arm contour deformities. Twenty patients with the complaints of arm contour
deformity during the period of 2012-2016 were included in the study. All of
the patients were treated with liposuction. The patients were divided into two
groups; ultrasonic liposuction (Group 1; n: 10) and conventional liposuction
(Group 2; n: 10). Necrosis was defined as a major complication. Seroma,
hematoma, asymmetry and roughness in the skin were defined as minor
complications. The location of the thickest part of both arms of patients in
both groups were measured at the end of the surgery and at the end of the first
postoperative year. A total of 5 ml lipoaspirate samples were taken from each
patient intraoperatively. The specimens were stained with hematoxylin-eosin
and the numbers of erythrocytes per unit area were determined. According to
Triceps Skin Classification, 4 of the patients were Type 2, 3 were Type 3 and 3
were Type 4, in Group 1. In Group 2, 3 of the patients were Type 2, 3 were Type
3 and 4 were Type 4. The average arm circumference of the patients in Group
1 was 36 cm (minimum 32 cm - maximum 40 cm), while in Group 2 the average
arm circumference was 35 cm (minimum 31 cm - maximum 39 cm). At the end
of the operation, the average arm circumference of the patients in Group 1
was 31 cm (minimum 28 cm - maximum 32 cm) while in Group 2 the average
arm circumference of the patients was 32 cm (minimum 28 cm - maximum 33
cm). At the end of the first postoperative year, the average arm circumference
was decreased to 30 cm in Group 1 and 31.8 cm in Group 2. Moreover, the
number of erythrocytes calculated in cm2
in Group 2 was 50-60 / 1HPF (HPF:
high power field) at 40x magnification and this value was calculated as 20 /
1HPF in Group 1. The mean arm thickness before the surgery was similar in
both groups. However, the mean postoperative arm thickness of the patients in
Group 1 was significantly lower than Group 2 (p <0.05). Moreover, the number
of erythrocytes seen in the lipoaspirate unit area was significantly lower in
Group 1 than in Group 2 (p<0.05). In this study, we have demonstrated that
ultrasonic liposuction could provide more skin contraction in the treatment of
arm contour deformities with appropriate patient selection. In this indication,
a better appearance can be obtained with less sagging compared with
conventional liposuction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Berrin Benli Yavuz, Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Is Tumor SIze EffectIve In GastrIc Cancer PrognosIs?
Amaç: Mide kanseri tanısıyla postoperatif kemoradyoterapi uygulanan hastalarda tümör boyutunun ve preoperatif albumin düzeyinin prognozla ilişkisini belirlemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Klinikopatolojik özellikleri analiz edildi. 15.1.2010-31.12.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 199 olgu çalışmaya dahil edildi. Birincil sonlanım noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım(HS) idi. Bulgular: Ortalama takip süresi 20,43 ay idi. Uzak metastaz 50 (%25.1) hastada gelişirken, 102 hasta (%51,3) hayatta idi. Çok değişkenli analizlerde ileri evre, sigara içimi, tümör boyutunun 8cm. den büyük olması, operasyon öncesi albumin değerinin 3,5 g/dl nin altında olması GS üzerine olumsuz etkili olarak bulundu. Lenfovasküler invazyon (LVI) ve tümör boyutunun, HS üzerine olumsuz etkileri gösterildi. İstatistiki analiz için SPSS(Statistical Package for Social Sciences) 21 versiyonu kullanıldı. Sonuç: Gelişen tedavilere rağmen halen prognozu kötü olan mide kanseri hastalarda bilinen prognostik faktörlere ilave faktörlerin belirlenmesi, tedavi modalitelerinin seçimi ve hasta yaşam sürelerini tahmin etmekte kulanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the prognosis value of tumor size and preoperative albumin levels in gastric cancer patients treated with postoperative chemoradiotherapy. Patients and Methods: Patients records reviewed retrospectively. Clinicopathologic features were analyzed. 199 patients who applied to our clinic between 15.1.2010-31.12.2016 were included in this study. The primary end points of this study were to evaluate the overall survival (OS) and the disease free survival(DFS). Results: Mean follow up time was 20.43 months. Distant metastases devoloped in 50 patients and 102 patients were alive. In multivariate analyses , advanced T stage, history of smoking, preoperative albumin level less than 3.5 gr/dl and tumor size more than 8 cm were found to have poor prognostıc effect on OS. Lymphovascular invasion (LVI) and tumor size were showed negative effects on DFS. For statistical analyses SPSS( statistical package for social sciences) 21.0 statistical package was used. Conclusions: Despite recent treatment modalities the prognosis of gastric cancer is still poor and novel prognostic factors together with the current ones may be helpful to predict decision of proper treatment modalities and survival of the patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Cerrahisinde Hemşirelik Bakımı
İsmail Otlamaz, İlhan Ece
Derleme
Özeti
Obezite Cerrahisinde Hemşirelik Bakımı
NursIng Care In BarIatrIc Surgery
Obezite tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hızla artmaktadır.
Diyet ve ilaç tedavilerinin etkilerinin tatmin edici olmaması obezite
tedavisinde cerrahiyi altın standart haline getirmiştir. Obezite
cerrahisi uygulayan klinik sayısı giderek artmaktadır. Bu derlemede
obezite cerrahisi öncesi, ameliyat sırasında ve ameliyat sonrasında
hemşirelik bakımı ile ilgili konular tartışılmıştır.
Obesity incidence is rapidly increasing in Turkey like all over the
world. Surgery has become a gold standard treatment for obesity due
to the unsatisfactory results of diet and drug therapies. The number
of clinics applying bariatric surgery is increasing every day. In this
review, preoperative, perioperative and postoperative nursing care
strategies were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptojenik Organize Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Turgut Teke, Resul Altuntaş, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Pınar Doğan
Olgu sunumu
Özeti
Kriptojenik Organize Pnömoni
CryptogenIc OrganIzIng PneumonIa
Organize pnömoni (OP) histopatolojik olarak respiratuar bronşiol
ve alveollerde fibroblast kümeleri ve immatür kollojenlerin birikimi
ile karakterizedir. Genellikle öksürük ve dispne gibi nonspesifik
semptomları vardır. Radyolojik olarak OP sıklıkla bilateral yer
değiştirebilen yamalı infiltrasyonlar şeklinde görülür. Kriptojenik
organize pnömoni (KOP) nonspesifik semptomları olan ve OP’nin
herhangi bir sebebe bağlanamadığı alt grubu olarak tariflenebilir.
Kırk dokuz yaşında kadın hasta, 2 yıldır efor dispnesi ve 20 gündür
kuru öksürük şikayeti ile başvurdu. Pnömoni tanısıyla uygulanan
antibiyoterapiler ile hastanın şikayetlerinde ve akciğer grafilerinde
düzelme olmadı. Hastanın fizik muayenesi, rutin laboratuvar
incelemeleri ve bronkoskopisi normaldi. Akciğer grafisinde sol üst
zonda 4 adet yaklaşık 1 cm boyutlarında nodüler dansite artışı
mevcuttu. Toraks BT’sinde her iki akciğer üst lobda ve sol alt lob
superiorda düzensiz konturlu en büyüğü 35X7 mm ebadında multiple
nodüller izlendi. Bronko alveolar lavajda ARB negatifti. Kollojen doku
belirleyicileri normaldi. Hasta klinik ve radyolojik olarak KOP olarak
değerlendirildi. Sistemik kortikosteroid tedavisi başlandı. Tedavinin
altıncı ayında tam klinik düzelme gözlendi ve çekilen kontrol toraks
BT’de nodüler lezyonların kaybolduğu gözlendi. Antibiyoterapiye
cevap alınamayan, radyolojik olarak yer değiştiren ve geçici
infiltrasyonları olan hastalarda ayırıcı tanıda KOP akılda tutulmalıdır.
Organizing pneumonia (OP) is characterized histopathology cally
by tufts of fibroblasts and immature collagen filling of respiratory
bronchioles and alveoli. Symptoms are usually nonspecific and
include cough and dyspnea. Radiograph cally, OP frequently
manifests as patchy bilateral infiltrates that can be relapsing and
migratory. Cryptogenic organizing pneumonia (COP) may be defined
as having non-specific symptoms which can ultimately be described
as a subset of the OP that cannot be attributed to any reason.
Forty-nine-year-old female patient admitted with the complaints of
2 year exertional dyspnea and 20 day dry cough. The patient was
diagnosed of pneumonia and prescribed with antibiotics; however,
no improvement was observed in her complaints and lung graphics.
The physical examination of the patient, routine laboratory analyses,
collagen tissue markers and bronchoscopy were normal. In chest
X-Ray, there were 4 nodular density approximately 1 cm in size, in
the upper zone. In thorax CT, there were irregular contours multiple
nodules, and the biggest one was approximately 35x7 mm in the
upper lobes and in the superior of the left lower lobe of lungs. Acid
fast bacteria was negative at bronchoalveolar lavage. The patient
was diagnosed COP as clinically and radiologically. Then, systemic
cortico steroid therapy was started. A complete clinical recovery was
observed in the sixth month of the treatment and at the control thorax
CT displayed that nodular lesions were disappeared completely. In
the cases that were not respond to antibiotic therapy and patients
having radiologically mobile and temporary infiltrations may be taken
into consideration in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
Ayhan Uğur, Gülcan Erk, Bayazıt Dikmen
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
The Effects Of DIfferent AnaesthetIc Methods On Nausea-VomItIng And Recovery In The MIddle Ear Surgery.
Bu çalışmada, orta kulak cerrahisinde sevofluran ve propofol uygulanan anestezi yöntemlerinin postoperatif bulantı kusma ve derlenme üzerindeki etkilerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Bu amaçla orta kulak cerrahisi planlanan 38 olgu rastgele seçimle Grup S ( n=19 ) ve Grup P ( n= 19) olarak iki gruba ayrıldı. Her iki gruba da 0.1 mg/kg İM midazolam ile premedikasyon uygulandıktan sonra, anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup P olgularda ise 2.5 mg/kg İV propofol ile sağlandı. 0.1 mg/kg İV vekuronyum ile nöromusküler blok sağlandıktan sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Anestezi idamesi Grup S de %1-3 sevofluran %70 N20/O2 inhalasyonu, Grup Pde 8 mg/kg/saat propofol ve %70 N2O/O2 inhalasyonu ile yürütüldü.Operasyonun bitiminde anesteziklerin kesilmesinden itibaren ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi, derlenme süresi kaydedildi. Bulantı, kusma ve öğürme postoperatif 0-2, 2-6, 6-12, 12-18 ve 18-24. Saatlerde değerlendirildi. Gruplar arasında ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi ve derlenme süreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı ( p>0.05). Bulantı kusma ve öğürme 0-2, 2-6 ve 12-18. Saatlerde Grup S olgularda istatistiksel anlamda yüksek bulunurken ( p<0.05 ), 6-12. Saatlerde farklılık saptanmadı ( p>0.05 ). 18-24. Saatlerde her iki grupta da bulantı kusma ve öğürme görülmedi. Sonuç olarak bu farklı anestezi yöntemlerinin postoperatif derlenme üzerinde belirgin farklılıkları olmamasına rağmen, Grup P olgularda bulantı kusma oranının belirgin olarak az olması nedeniyle, postoperatif bulantu kusma riski yüksek olan orta kulak girişimlerinde propofolün iyi bir alternatif olabileceği kanısına varıldı.
The aim of this study is to investigate the effects of sevoflurane and propofol anesthesia on postoperative nausea vomiting and recovery in the middle ear surgery. The patients undergoing to middle ear surgery were randomly divided into two groups as Group S ( n=19) and Group P ( n=19). AH the patients are premedicated with 0.1 mg/kg İM midazolam and the induction was done with sevoflurane in Group S and 2.5 mg/kg İVpropofol in Group P. After the blockage with vecuronium 0.1 mg/kg, entübation was performed. Anesthesia maintenance was done with sevoflurane 1-3% in Group S and 8 mg/kg /h IV propofol infusion in Group P and 70% N2O/O2 inhalation in both. At the end of the operation, after quitting the anesthetics, the extubation times, spontaneous eye opening and recovery times were recorded. Postoperative nausea vomiting were evaluated in 2nd, 6th, 12th,18th and 24th hours. There were no significant differences found betvveen the groups according to spontaneous eye opening and recovery times ( p>0.05 ). Nausea-vomiting rate was found to be high in 0-2, 2-6, 12-18 hours in Group S ( p<0.05), but there was no difference in 6-12 hours ( p>0.05). Nausea-vomiting was not seen in any of the groups in 18-24 hours. İn conclusion no differences were found betvveen these anesthesia methods according to postoperative recovery, although nausea-vomiting rates appearently lovver in Group P. For this reason propofol anesthesia was decided to be an alternative for the middle ear surgery which has a high incidence ofpostoperative nausea and vomiting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Akut Batın Nedeni; Dev Over Kisti
Ali Kagan Coşkun, İbrahim Alanbay, Zafer Kılbaş, Tahir Özer, Taner Yiğit, Orhan Kozak, Turgut Tufan
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Akut Batın Nedeni; Dev Over Kisti
A Rare Cause Of Acute Abdomen: GIant OvarIan Cyst
Over kistleri sık görülmekle beraber nadiren büyük boyutlara ulaşırlar. Büyük over kistleri mezenter kistleriyle, lenfanjiomalarla, loküle asit birikimleriyle veya peritoneal inklüzyon kistleri ile karışabilmektedir. Bu makalede klinik ve radyolojik bulguları nedeniyle lenfanjioma olarak değerlendirilen ancak yüksek oran da benign natürlü bir tip over kisti olan endometriotik kist tanısı konulan olgu sunulmuştur. Akut batın bulguları ile gelen hastalarda, fizik muayene ve laboratuar tetkikleri neticesinde nadiren pelvik yerleşimli dev kistik kitleler saptanabilir. Bu olguların ayırıcı tanısında gonadal yapılardan kaynaklanan kistler de göz önünde bulundurulmalıdır. Hastanın fertilite durumuna özel tedavi algoritması disiplinler arası koordineli bir çalışma ile çizilmelidir.
Ovarian cysts rarely reach enormous dimensions. The giant ones could be get mixed with mesenteric cysts, lymphangioma, local ascites or peritoneal inclusion cysts. We presented a case in which the preoperative evaluations revealed a lymphangioma eventhough the final hystopathological diagnosis was an endometriotic cyst (a type of benign ovarian cyst). Cystic lesions related to gonadal structures should be kept in mind when you’re dealing with giant cystic structures which are encountered rarely as a result of physical and laboratory examination at acute abdomen. The fertility situation and wish of patient should be considered when the treatment algoritm with an interdisciplinary approach are drawn .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Emine Vural Yalçın, Aybars Tavlan, Sema Tuncer
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Anesthesıa Management For Cesarean In Patıent Wıth Myocardıal Infarctıon In Pregnancy
Gebelikte kalp hastalığı varlığı anne ölümlerinin halen en önemli sebeplerinden biridir. Gebelik sürecinde akut koroner sendrom gelişme riski artar. Sezaryen ile doğum kalp hastalığı olan gebelerde uygun hemodinamik izlem ve yönetim sağlar. Kalp hastalığı olan gebede uygulanacak ideal anestezi yöntemi ise tartışmalıdır. Rejyonel anestezi genellikle tercih edilen yöntem olmasına rağmen bazı özel durumlarda genel anestezi uygulanabilir. İnvaziv monitörizasyon genel anestezi uygulanan kalp hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltır. Opioid kullanımı cerrahi ve entübasyona stres cevabı azaltır. Opioidin doğumdan önce uygulanması gerekiyorsa remifentanil hızlı etki başlangıcı ve metabolizması ile tercih edilecek ajandır. Bu olguda, antikoagülan kullanımı nedeni ile rejyonel anestezinin kontrendike olduğu yüksek kardiyak riskli gebede genel anestezi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
The presence of cardiac disease in pregnancy is still one of the most important reason of maternal mortality. The possibility of acute coronary syndrome increases in pregnancy. Birth with caesarean section provides proper hemodynamic monitoring and management in parturients with cardiac disease. However the ideal anesthetic to be applied to parturient with cardiac disease is controversial. Although regional anesthesia is usually preferred method, general anesthesia may be applied in some special cases. Invasive monitoring reduces mortality and morbidity in cardiac patients undergoing general anesthesia. Opioid use reduces the stress response to surgery and intubation. If the use of opioid is required before birth, remifentanil is the ideal agent because of its rapid onset of action and metabolism. In this case, we aimed to present our general anesthesia experience on a parturient with high cardiac risk where regional anesthesia is contraindicated because of the use of anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
İsmihan İlknur Uysal, Ahmet Kağan Karabulut, Muzaffer Şeker, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
The Effects Of Ethanol On Development And MorphogenesIs Of The MammalIan Embryos At The Stage Of Early OrganogenesIs And The Role Of Free RadIcals In ThIs Effect
Gebe kadınların aşırı alkol almaları Fötal Alkol Sendromu adı verilen ve etanolün prenatal dönemde embriyotoksik etkileri sonucu ortaya çıkan bir patolojiye neden olmaktadır. Etanol’ün bu dönemde hücresel ve moleküler düzeydeki etki mekanizmaları ise tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada etanolün embriyonik büyüme ve gelişme ile morfolojik yapı üzerine olan etkileri ve serbest radikallerin bu etkilerdeki rolünün araştırılması amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi hayvan laboratuvarından elde edilen Wistar ratlardan gebeliklerinin 9.5 uncu gününde diseke edilerek çıkartılan embriyoların rat serumu içerisinde 48 saat süreyle kültürü yapıldı. Kültür ortamı olarak; kontrol grubu için normal rat serumu kullanılırken, deney grupları için rat serumuna değişen konsantrasyonlarda etanol (250-500 mg%) ilave edildi. Ayrıca etanol’ün toksik etkisinin tüm parametreleri etkilediği dozu ile birlikte antioksidan superoksid dismutaz (SOD) kültür ortamına ilave edildi. Her bir konsantrasyon için 10 rat embriyosu kullanıldı. Etanol’ün rat embriyolarının gelişim parametreleri (total morfolojik skor, yolk salk çapı, tepe-kıç mesafesi, somit sayısı, embriyo ve yolk salk protein içerikleri) üzerine doz bağımlı etkileri, morfolojik ve biyokimyasal yöntemlerle karşılaştırıldı. Embriyolar malformasyon varlığı açısından da değerlendirildi. Kontrol embriyoları ile karşılaştırıldığında etanol’ün doz bağımlı olarak bütün gelişimsel parametreleri gerilettiği (P<0.05) ve genel morfolojide bozukluklara sebep olduğu gözlendi. Özellikle nöral tüp olmak üzere değişik bölgelerde hematomlar gözlendi. Kültür ortamına etanol ile birlikte SOD eklendiğinde büyüme ve gelişme parametrelerinde artış (P<0.05) ve malformasyon sıklığında azalma (P<0.05) tespit edildi. Etanol’ün organogenez dönemindeki rat embriyoları üzerine doz bağımlı gelişimsel toksisiteye sebep olduğu ve bu etkilerde serbest oksijen radikallerinin rol oynayabileceği belirlendi.
The excessive maternal alcohol drinking results in Fetal Alcohol Syndrome which is a pathology caused by the embryotoxic effects of ethanol in prenatal period. The mechanisms of ethanol action at the cellular or molecular levels are scarce. In this study it was aimed to investigate the effects of ethanol on growth and development of mammalian embryos as well as the morphological structure and the role of free radicals on these effects. Wistar rats were obtained from the Selcuk University Experimental Medicine Research Center and their 9.5 days embryos were explanted and cultured for 48 hours in rat serum. Whole rat serum used as a culture medium fort he control group while different concentrations of ethanol (250-500 mg%) were added tor at serum fort he experimental groups. Also, the lowest effective concentration of ethanol for all parameters was added to the culture media in the presence of an antioxidant superoxide dismutase (SOD). Ten embryos were used for each experimental condition. Dose-dependent effects of ethanol on embryonic developmental parameters such as; total morphological score, yolk sac diameter, crown-rump length, somite number, embryo and yolk sac protein contents were compared using morphological and biochemical methods. Each embryo was evaluated for the presence of any malformations. Compared to the control embryos, ethanol significantly decreased all developmental parameters döşe-dependently (p<0.05) with an increase in overall dismorphology. The haematoma in different regions, especially in the neural tube was most frequently observed. When the SOD was added to theculture media in the presence of ethanol, growth and developmental parameters were improved (p<0.05) and there was a decrease in the incidence of malformations (p<0.05). A döşe dependant developmental toxicity of ethanol on rat embryos during organogenesis wasdetermined, these effects might involve free oxygen radicals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dalakta Tanısı Gecikmiş Subkapsüler Hematom
Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse, Ergün Deniz, Ayşe Yüceaktaş, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Dalakta Tanısı Gecikmiş Subkapsüler Hematom
Delayed DIagnosIs Of Subcapsular Hematoma Of The Spleen
Günümüzde künt karın travması olan hastalarda batın ultrasonografik incelemesi rutin olarak yapılmaktadır. Batın içinde serbest sıvı saptanmaması, ultrasonografik incelemenin suboptimal şartlarda yapılması ve travma son rasında dikkatin santral sinir sistemi yaralanmalarına yöneltilmesi nedeniyle dalakta subkapsüler kanaması olan olgular kolaylıkla gözden kaçabilmektedir. Travmadan hemen sonra rutin batın ultrasonografik incelemeleri yapılan ve dalakta patolojik bulgu saptanmayan, 3 olgunun farklı zamanlarda (1 hafta-1 yıl), değişik şikayetleri ne deniyle yapılan üst abdominal bilgisayarlı tomografik incelemelerinde dalakta subkapsüler hematom saptandı. Da lakta subkapsüler hematom tanısı gecikmiş olgularda, geç dönemlerde rüptür olabileceğinden dolayı künt karın travması ile başvuran hastaların kontrol radyolojik incelemelerinin uygun olacağı kanısındayız.
Novvadays, patients suffering from blunt abdominal trauma are examined by abdominal ultrasonography, routinly. Subcapsular bleeding of the spleen in these patients can be overlooked if there isn't free fluid in the abdominal cavity, ultrasonographic examination carried out in suboptimal contitions and after the trauma attention was in- tensified on the Central nervous system injury. İn 3 cases who have been examined by abdominal ult rasonography just after the trauma, any pathological finding was not been determined related with their spleen also examined by upper abdominal computed tomography because of their some complaints after the trauma (1 wk-1 yr) and splenic subcapsular hematomas were establised in these patients. İn patients with delayed de- velopment of splenic subcapsular hematoma following abdominal trauma can cause late rupture of the spleen, so we think that the patients suffering from blunt abdominal trauma must be examined by the control radiological methods after the trauma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
Baykal Tülek, Levent Tabak
Araştırma makalesi
Özeti
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
RelatIonshIp Of Nocturnal DesaturatIons And DaytIme Pulmonary FunctIons In Duchenne Muscular Dystrophy
Amaç: Duchenne müsküler distrofi (DMD) ölüm nedeni genellikle solunum yetmezliği olan, ilerleyici, kalıtımsal bir nöromüsküler hastalıktır. Uyanıklıktaki solunum yetmezliği öncesinde genellikle uykuda hipoventilasyon mevcuttur. Bu çalışmanın amacı; DMD’li hastalarda noktürnal desatürasyonların varlığını ve ağırlığını değerlendirmek ve noktürnal desatürasyonlar ile ilişkili gün içi solunum fonksiyon parametrelerini saptamaktı. Gereç ve yöntem: Gecelik oksijen satürasyon izlemi, uyku apne-hipopne sendromu taramasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Çalışma yöntemi olarak uyanıklıkta yapılan solunum fonksiyon testleri (spirometre, maksimum volanter ventilasyon, maksimum ağız içi basınçları, arter kan gazları) ile gece boyu oksimetre sonuçlarının prospektif karşılaştırılması seçildi. Klinik olarak stabil, ortalama yaşları 13,83±1,86 olan 14 DMD’li hasta çalışmaya alındı. Bulgular: Dokuz hastada (%64), en düşük oksijen satürasyon < %85, 10 hastada ise (%71) desatürrasyon indeksi > 5 olarak saptandı. Desatürasyon indeksi ile maksimum inspiryum basıncı (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= - 0,730, p<0,01) ve FEV1 (r= -0,664, p<0,05) arasında anlamlı ilişki saptandı. Bununla beraber, lojistik regresyon analizi yapıldığında gece boyu desatürasyonların, gündüz solunum fonksiyon testlerinin sonuçlarıyla öngörülemeyeceği saptandı. Sonuç: Klinik olarak stabil olan DMD’li hastalarda uykuyla ilişkilidesatürasyonlar sıklıkla mevcuttur. Gecelik desatürasyonlar, gün içi solunum fonksiyon testleri ile öngörülemez. DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili yakınmaların (baş ağrısı, uykuluk, vs.) yokluğunda bile DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili solunum bozukluklarından şüphelenilmeli ve araştırılmalıdır.
Duchenne muscular dystrophy is a progressive, hereditary neuromuscular disease with the cause of death usually occurring because of respiratory failure. The development of respiratory failure during wakefulness usually preceded by hypoventilation during sleep. The aim of this study were to assess the presence and severity of nocturnal desaturations and to determine the parameter of daytime lung function associated with nocturnal desaturations in patients with DMD. Material and method: The monitoring of overnight oxygen saturation is widely used for sleep apnoea-hypopnea screening. As our method we choosed aprospective comparison of wakeful respiratory function tests (spirometry, maximum voluntary ventilation, maximal mouth pressures, arterial blood gases) with outcomes of overnight oxymetry. Fourteen clinically stable patients with DMD, mean age (±SD) 13,83 ± 1,86 were studied. Results: The lowest oxygen saturation < 85% was present in 9 (64%) patients and oxygen desaturation index > 5 was found in 10 subjects (71%). Desaturation index was significantly related to maximum inspiratory pressure (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= -0,730, p<0,01) and FEV1 (r= 0,664, p<0,05). However logistic regression analysis showed that overnight desaturations could not be reliably predicted from the daytime pulmonary function test results. Conclusion: Sleep-related desaturations are freguently present in clinically stable patients with DMD. Overnight desaturations can not be predicted from daytime respiratory function tests. Even in the absence of sleep-related symptomatology (headache, somnolence, etc.), sleep related respiratory disturbances should be suspected and searchhed in DMD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üretrada Anatomik Bütünlüğü Bozan Yabancı Cisim
Ali Acar, Arif Ali Gençtürk, Mehmet Balasar, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Mehmet Yasin Çelebi
Olgu sunumu
Özeti
Üretrada Anatomik Bütünlüğü Bozan Yabancı Cisim
Urethral ForeIgn Body
Üretranın anatomik bütünlüğünü bozarak infeksiyon, rüptür ve fistül gibi komplikasyonlara neden olan yabancı cisimler merak, erotik stimülasyon, infravezikal obstrüksiyonu açmak amacıyla konmaktadır. 60 yaşındaki bir hastada beningn prostatik hiperplazi (BPH)' nin neden olduğu infravezikal obstrüksiyonu açma amacıyla üretraya konmuş 90 cm boyunda bir elektrik kablosu belirlendi.
Distruction of urethral anatomic continuation resulted from some complication like infections , rupture and fistula which arise from foreign body insertion . These foreign bodies are inserted for desire, erotic stimulation and infravesical obstruction. A 60 years old male patient presented with uretheral foreign body (90 cm electric cable) which thought to be inserted for overcoming the infravesical obstruction which resulted from BPH.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Akut Apandisit Tanısı
Erdal Göçmen, İsmail Bilgiç, Tamer Ertan, Ömer Yoldaş, Aydın Bilgin, Mehmet Kılıç, Mesut Tez, Mahmut Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelikte Akut Apandisit Tanısı
DIagnosIs Of Acute AppendIcItIs DurIng Pregnancy
Giriş: Gebelikte, obstetrik olaylar dışında en sık cerrahi girişim nedeni akut apandisittir. Bu çalışmada akut apandisit ön tanısıyla ameliyat edilen gebe hastalar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ocak 2001 ile Aralık 2003 tarihleri arasında akut apandisit ön tanısıyla opere edilen 24 gebe hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Sonuçlar: Yirmidört hastanın 19’unda patoloji sonucu akut apandisit tanısı ile uyumlu idi (%79.2). Diğer 5 hastanın 2’sinde over kist rupturü, 1’ inde paratubal torsiyone over kisti diğer 2’sinde ise negatif laparatomi mevcuttu. 1., 2., ve 3. Trimesterdeki hasta sayısı sırasıyla 2. 16 ve 6 idi. 2 hastada preterm eylem gelişti ve vakaların birinde fetüs kaybedildi. 12 hastada preoperatif dönemde yapılan ultrasonografi peroperatif bulgularla benzerdi. Tartışma: Gebelikte akut apandisit tanısı oldukça güç olup fizik muayene anamnez, halen en önemli tanı yöntemleridir ve normal popülasyona göre gebelerde perforasyon riski artmaktadır.
Background: Acute appendicitis is the mostcommon surgical problem in pregnancy after obstetric reasons. Pregnant patients operated with diagnosis of acute appendicitis were reviewed retrospectively in this study. Patients and Methods: 24 pregnant patients operated with diagnosis of acute appendicitis in Ankara Numune Training and Research Hospital between January and December 2003 were included in this study. Results: 19 out of 24 patients (%79.2) were pathologically diagnosed as acute appendicitis. Out of other 5 patients, 2 patients had ovarian cystrupture, 1 had ovarian cyst torsion and 2 had negative laparatomies. Distribution of patients was 2, 16 and 6 patients respectively, for 1st, 2nd and 3rd trimester. 2 patients had pretermlabour and 1 fetus resulted with exitus. Preoperative ultrasonography showed similarity to peroperative findings in 12 of 24 patients. Discussion: Diagnosis of acute appendicitis in pregnancy is quite difficult and physical examination and patient history are still most important diagnostic tools. Perforation risk in pregnant patients higher than normal population.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Asım Duman, Cemil Ceviz, Seyfettin Sönmez, Muharrem Kalbisade, Ferit Eğriparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Research ConcernIng ColonIc And Rectal CarcInoma
Ağustos 1969 ile Ocak 1982 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Kliniğinde yatan kolon ve rektum kanserli 186 hastanın dosya notları incelenmiştir. Bunların 156'sında cerrahi girişimde bulunulmuş, 30 unda ise cerrahi tedavi uygulanmamıştır. Vakalarımızda lezyonun % 55,9 u rektum veya rektosigmoidte, %26,8'i sağ kolonda ve %17,3'ü ise sol kolonda yerleştiği tespit edilmiştir. Karsinomanın 156 hastanın 98'inde nonkürabl, 58'inde kürabl olduğu anlaşılmıştır. 58 hastada radikal, 98 vakada ise palyatif ameliyat tatbik edilmiştir. 156 hastada genel mortalite oranı % 26,2'dir. 89 kalın barsak kanserli hasta kliniğimize acil olmayarak başvurmuş, bunların 60'ında kanser nonkürabl olup postoperatif mortalite % 23,3 ve 29 unda kanser kürabl olup % 10,3 idi.
Between August 1969 and January 1982, D.Ü.T.F. The file notes of 186 patients with colon and rectal cancer hospitalized in the General Surgery Clinic were examined. Surgical intervention was performed in 156 of these, and surgical treatment was not performed in 30 of them. In our cases, 55.9% of the lesion was found in the rectum or rectosigmoid, 26.8% in the right colon and 17.3% in the left colon. Carcinoma was found to be non-curable in 98 and curable in 58 of 156 patients. Radical surgery was performed in 58 patients and palliative surgery in 98 patients. Overall mortality rate in 156 patients was 26.2%. Eighty-nine colon cancer patients applied to our clinic without an emergency, 60 of them cancer is non-curable and postoperative mortality was 23.3% and cancer was curable in 29 and 10.3%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
A. Ferdane Oğuzöncül, Yüksel Güngör, Yasemin Açık, Leyla Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
Pregnancy DIabetes ScannIng In Pregnant Women Who LIve In Elazığ YenImahalle TraInIng And Research Health Department RegIon
Bu çalışmada; Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocağı (YMEASO) bölgesinde yaşayan ve 24-28. gebelik haftasında bulunan gebelere glikoz tarama testi uygulayarak anormal glikoz değerlerini tespit etmek amaçlanmıştır. YMEASO bölgesinde Haziran 2001 tarihinde 24-28. gebelik haftasında bulunan 205 gebe bulun makta olup tespit edilen gebeler ebeler tarafından sağlık ocağına davet edilmiştir. Bu gebelerden 201’1 (%98) tara ma testini uygulamayı kabul etmişlerdir Çalışmamızdaki gebelerin yaş ortalaması 26.9± 5.5 idi. Pozitif Glikoz Tarama Testi (GTT) oranımız %18.9; pozitif Oral Glikoz Tolerans Testi oranımız ise %4.5 olarak bulundu. Yaş, ailede diabet varlığı, makrozomi öyküsü, obezite ve parite ile GTT pozitifliği arasında bir ilişki saptanamadı (p>0.05). Sonuç olarak; YMEASO bölgesinde yaşayan gebelerin %18.9’unda GTT pozitif tespit edilmiştir. Yaş, parite, geçmişte iri bebek doğurma öyküsü, VKİ ve ailede diabet öyküsü testin sonucunu değiştirmediği gözlendi. Bu nedenle 24. gebelik haftasını geçen tüm gebelere GTT’nin uygulanması gerektiği kanısına varıldı.
İn this study, the pregnant women live in Yenimahalle Training and Research Health Department (YMTRHD) region, at the 24-28 th pregnancy week were applied the Glucose Scanning Test in order to determine the abnor- mal glucose values. On June 2001 and in YMTRHD region, there has been 205 pregnant women at the midwives. 201 of them (98%) was accepted to fulfill the scanning test. The mean age of the pregnant vvomen was 26.9±5.5. İn the study we found the rate of positiveness in Glucose Scanning Test (GST) as 18.9%; and the rate of positive- ness in Oral Glucose Tolerance Test as 4.5%. İt is observed that GSTpositiveness has no relation with diabetes- existence, macrosomia story, obesity and parity (p>0.05). Consequently, Gst was determined positive in the 18.9% of the pregnant women who live in YMTRHD region. İt is observed that parity, aprevious history of overweight born baby, Body Mass lndex (BMI) and diabetes history in the family do not change the result of the test. For this rea- son, it has been determined that GST should be applied to ali the pregnant women who exceed 24th week of preg nancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Ümit Dündar, Alper Murat Ulaşlı, Ömer Dikici, Tuğba Şenay, Selma Eroğlu, Hasan Toktaş, Özlem Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Does FIbromyalgIa Syndrome Affect The Treatment And DIsease
actIvIty In RheumatoId ArthrItIs?
Romatoid artritli (RA) hastalarda eşlik eden fibromiyalji sendromu
(FMS) varlığı %14-17 olarak bildirilmiştir. RA’da tedavi kararı
verilirken en sık başvurulan yol hastalık aktivitesini hesaplamaktır.
Hastalık aktivitesi hastalık aktivite skoru (DAS 28) ile belirlenmektir.
Yapılan çalışmalarda RA hastalarında FMS varlığında hastalık
aktivitesinin daha şiddetli olduğu rapor edilmiştir. Bundan dolayı FMS
varlığı göz ardı edilirse bu hastalara daha agresif tedavi yaklaşımları
uygulanabilir. Bu çalışmanın amacı RA’ya eşlik eden FMS sıklığını
belirlemek ve FMS’nin RA hastalık aktivitesine ve RA’da uygulanan
tedavi yaklaşımına etkisini değerlendirmektir. Çalışmaya toplamda
74 kadın hasta alındı ve hastalar FMS varlığına göre iki gruba (Grup
1: sadece RA, Grup 2: RA+FMS ) ayrıldı. Hastalarının hassas (HE)
ve şiş eklem (ŞE) sayıları, eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), ağrı
düzeyi için vizüel analog skala (VAS) değerleri kaydedilerek DAS 28
skorları RA hastalık aktivitesi için hesaplandı. Ayrıca hastaların FMS
hassas nokta muayeneleri yapıldı. Grup 1’de 44 hasta, Grup 2’de
30 hasta bulunmaktaydı. Grup 2’de ortalama DAS 28 skoru (3.41 &
4.77, p:0,000), ortanca HE değeri (4 & 11) (p:0,000) ve ortalama VAS
(21,81 & 45,00) (p:0,000) anlamlı olarak farklıydı. Ancak ortanca ŞE
değeri (0 & 0) (p:0,240) ve ortalama ESH (24.93 ± 18 & 30.33 ± 25
mm/h) (p:0,869) arasındaki fark anlamlı değildi. RA hastalarındaki
FMS’nin varlığı medikal tedavinin tipini değiştirmiyordu. Bu çalışmada
RA hastalarında FMS varlığında HE sayısının, ortalama VAS ve DAS
28 skorunun daha yüksek olduğu gözlendi. RA hastalık aktivitesi
DAS 28 ile ölçüldüğünde FMS varlığında abartılmış olabilir ve bu da
uygunsuz tedavi kullanımına yol açabilir. Ancak bizim kliniğimizde
FMS varlığı gözardı edilmediği için uygulanan medikal tedaviler
arasında fark bulunmamıştır.
In patients with rheumatoid arthritis (RA), concomitant
fibromyalgia syndrome (FMS) has been reported in 14-17% of
cases. Several methods are used to evaluate the outcomes in RA.
Among them, disease activity score (DAS 28) is the most frequently
used. The previous studies demonstrated that the presence of FMS
is associated with a significant increase in the DAS 28 scores in
patients with RA. Therefore if, the presence of FMS is ignored if more
aggressive treatment approach can be applied to these patients. The
aim of this study was to assess the frequency of FMS and evaluate
the effect of FMS to disease severity and treatment approach in RA
patients. A total of 74 female RA patients were enrolled to the study
and they were separated in two groups with regards to presence
of concomitant FMS (Group 1 only RA, and group 2 RA with FMS).
The number of tender (TJ) and swollen joints (SJ), erythrocyte
sedimentation rate (ESR) and for pain visual analog scale (VAS)
levels were noted and DAS 28 scores were calculated for RA disease
severity. Additionally, the patients were examined for the presence
of pain in 18 FMS tender points. Group 1 included 44 patients, while
there were 30 patients in group 2. The mean DAS 28 score (3.41 &
4.77, p:0,000), the median number of TJ (4 & 11) (p:0,000) and mean
VAS (21,81 & 45,00) (p:0,000) were significantly higher in group 2.
However, the difference in SJ (0 & 0) and ESR (24.93 ± 18 & 30.33
± 25 mm/h) values were not significant. The type of medication used
for treatment (DMARD or Anti-TNF drug) did not differ according
to FMS existence in RA patients or not whether having FMS or not
in RA patients. This study revealed that, the number of TJ, mean
VAS and mean DAS 28 score are higher in in RA patients having
concomitant FMS in RA patients. RA severity evaluated with DAS28
score may be overestimated due to concomitant FMS which may lead
to inappropriate treatment approaches. There was no difference in
terms of medical treatments because the presence of FMS considered
in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
Tamer Ertan, Mehmet Kılıç, A. Keşşaf Aşlar, Ömer Yoldaş, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Olgu sunumu
Özeti
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
ActInomycosIs Of SIgmoId Colon: MImIckIng A Colon Cancer
Abdominal aktinomikoz anaerobik bir bakteri olan Actinomyces İsraeli’nin neden olduğu nadir görülen bir enfeksiyöz hastalıktır. Pelvik aktinomikoz sıklıkla intrauterin araç (İUA) kullanımıyla birliktedir. Kronik süpüratif enfeksiyon pelvik maligniteyi taklit edebilir. Preoperatif dönemde doğru tanı konulması genellikle mümkün olmamaktadır. İUA kullanımının bu nadir komplikasyonunu farketmek hastayı gereksiz ameliyattan kurtarabilir. Olgu: 31 yaşında ve İUA kullanım öyküsü olan kadın hasta karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvurdu. Fizik muayenesinde sağ alt kadranda hassasiyeti mevcuttu. Bimanuel pelvik muayenesinde 8x10 cm’lik kitle mevcuttu. Transvajinal ultrasonda sağ overden köken alan 9x9 cm’lik kistik kitle saptandı. Hasta sağ over kist torsiyonu tanısıyla acil ameliyata alındı. Ameliyatta sağ adneks, sigmoid kolon, sakrum ve sağ pelvik duvarı infiltre eden kitle lezyonu saptandı. 10 cm’lik bir jejunum ansı’da bu kitle lezyonuna yapışıklık gösteriyordu ve sigmoid kolonda yaklaşık 5x6 cm boyutunda kitle palpe ediliyordu. Bu bulgular kolon karsinomunu destekliyordu ve intraoperatif genel cerrahi konsültasyonu istendi. Hastaya sağ salfingo ooferektomi + sigmoid rezeksiyon + segmental jejunum rezeksiyonu yapıldı. Rezeksiyon materyalinin patolojik incelemesinde aktinomikozla uyumlu kronik inflamasyon doku saptandı. Sonuç: Özellikle İUA kullanan hastalarda pelvik kitlelerin ayırıcı tanısında nadir görülen bu infeksiyöz hastalık akılda tutulmalıdır.
Abdominal actinomycosis is a rare infectious disease caused by an anaerobic bacterium actinomyces israeli. Pelvic actinomycosis is generally associated with the use of intrauterin devices (IUD). This chronic suppurative infection can mimic pelvic malignancy. The diagnosis of the disease is frequently miss preoperatively. The surgeons must be aware of this rare complication in order to avoid an extensive surgical procedure. Case: We present the case of a 31 year old premenoposal woman with an abdominal pain and a history of IUD us efor 6 years. On physical examination the patient had tenderness on right lower abdomen and a palpable cystic mass 8x10 cm in size on pelvic bimanual examination. A preoperative transvaginal USG showed a 9x9 cm cystic mass originated from right ovary. The patient was taken to the emergency operating suite with the diagnosis of torsion of the right cystic ovary by gynaecologist. During the exploratory laparotomy we observed an extensive diffusely infiltrating process involving right adnexa, sigmoid colon sacrum and right pelvic Wall. A loop of jejunum was adherent to this infiltrating process and a mass 5x6 cm in size was palpated in sigmoid colon. These findings were highly suggestive of a colonic carcinoma and the patient was consulted with a general surgeon intraoperatively. Right salpingo -ooferectomy + sigmoid resection + segmental jejunal resection was performed. Pathologic findings showed chronic inflammatory tissue with evidence of actinomycosis. Conclusion: The case described here underlines that surgeons must be aware of this unusual infectious disease in the differential diagnosis of pelvic mass.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
Nadire Ünver Doğan, İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan
Araştırma makalesi
Özeti
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
The Course And The VarIatIons Of RadIal Nerve And Its Muscular Branches In Human Fetuses’ Arms And Forearms
Amaç: İnsan fetuslarında, n. radialis’in ve musküler dallarının seyri ve varyasyonlarını tespit etmek. Gereç ve yöntem; Nevrus radialis diseksiyonları 100 fetusun (50 difli ve 50 erkek) 200 kol ve önkolunda yapıldı. Uzunluk, kalınlık ve uzaklık ölçümleri 0.01 mm hassas dijital kumpas kullanılarak aynı kişi tarafından alındı. Bulgular: Tüm kollarda n. radialis’ten ilk olarak ramus musculares’in medial dalı ayrılıyordu. Bu dal 153 kolda (%76.5) n. radialis’in arka üst bölümünden, 47 kolda (%23.5) ise n. radialis’in ön üst bölümünden çıkıyordu. Önkollarda n. radialis’ten çıkan ilk dalların m. Brachioradialis ve m. extensor carpi radialis longus’a gittiği gözlendi. M. extensor carpi radialis brevis’i innerve eden musküler dalın %48 r. profundus’tan, %42 n. radialis’ten (r. superficialis ve r. profundus’un ayrım yeri), %10 r. superficialis’ten çıktığı tespit edildi. Ayrıca, n. radialis’ten m. brachialis’in inferolateral segmentine giden musküler bir dal (%26) gözlendi. Fetuslarda n. radialis seyri ve humerus gövdesi ile ilişkisi incelendiğinde proksimal (üst 0.18’i) ve distal (alt 0.17’si) kısımlarda ilişki tespit edilmedi. Sonuç: Nervus radialis’in seyri, musküler dalları, innervasyon paternleri ve varyasyonlarının bu bölgenin cerrahisiyle uğraşan uzmanlar tarafından iyi bilinmesi gerekmektedir. Özellikle, bu çalışmada tespit edilen, fetuslarda n. radialis’in humerus arka yüzündeki spiral geçişi için güvenli alanın erişkine göre daha az olduğunun bilinmesi önemlidir.
Aim: To determine the course and the variations of radial nerve and its muscular branches in human fetuses. Material and Method: Radial nerve dissections were made on the 200 arms and forearms of 100 fetuses (50 males and 50 females). Length, thickness and distance measurements were taken by the same person using a 0.01 mm sensitive digital compass. Results: In all arms, primarily, the medial branch of muscular branch was separating from radial nerve. This branch was originating from posterior superior part of radial nerve in 153 arms (76.5%) and anterior superior part of radial nerve in 47 arms (23.5%). On forearms it was observed that the first branches of radial nerve reached to the brachioradialis muscle and extensor carpi radialis longus muscle. It was found that the motor branch which innervates extensor carpi radialis brevis muscle exit from deep branch in 48% of the arms, from radial nerve (separating location of the deep and superficial branches) in 42% of the arms, and from superficial branch in 10% of the arms. Also it was observed, in 26% of the cases, that a muscular branch originated from radial nerve and reached to the inferolateral segment of brachial muscle. It was found that there was no relationship between radial nerve and humerus body’s upper (superiorly 0.18) and lover (inferiorly 0.17) parts. Conclusion: The course, muscular branches, innervation patterns and variations of radial nerve should be well known by the specialists especially dealing with the local surgery of this region. In the fetuses, the knowledge of the spiral course of the radial nerve on the posterior face of humerus is crucial to determine the operation approach point, and this area is less safer than adults in the fetuses, according to our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Antidiyabetiklerin Kardiyovasküler Etkileri
Ahmet Soylu, Bülent Behlül Altunkeser
Derleme
Özeti
Oral Antidiyabetiklerin Kardiyovasküler Etkileri
CardIovascular Effects Of Oral AntIdIabetIc Drugs
Koroner arter hastalığı gelişimi için oldukça önemli ir risk faktörü olan diyabetes mellitusun (DM) %90’dan fazlasını tip-2 diyabet oluşturur ve bu hastaların çoğu oral antidiyabetik tedavi almak zorundadır. Tip-2 DM’da esas ölüm nedeninin kardiyovasküler hastalıklar olduğu düşünüldüğünde bu hastalarda kullanılacak ilaçların kardiyovasküler (KV) sistem üzerine olan etkilerinin iyi bilinmesi gerekir. Bu yazıda doğrudan veya dolaylı yoldan çeşitli KV etkilere sahip oldukları bilinen oral antidiyabetiklerin bu etkilerine genel bir bakış sunulmaya çalışılmıştır.
Type 2 diabetes makes up more than 90 percent of diabetes mellitus (DM) being of a quite significant risk factor fort he development of coronary arter disease and most of these patients are required to take oral antidiabetic treatment. Upon considered that the main cause of the deaths in type 2 DM is cardiovascular diseases it is necessary that the effects of the drugs used for thesepatients on cardiovascular system be well-known to have various direct and indirect cardiovascular effects over these influences.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
Berrak Güven, Şerefden Açıkgöz, Ülkü Özmen Bayar, İlker Sarıtekin
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
ProlIdase Enzyme ActIvItIes In PreeclampsIa
Bu çalışmada preeklampside serum ve plasental doku prolidaz
enzim aktiviteleri incelendi. Preeklampsili 24 ve sağlıklı gebe olan
25 kadından serum ve plasental doku örnekleri toplandı. Prolidaz
enzim aktivitesi fotometrik metot kullanılarak tespit edildi. Anne
yaşı, sistolik ve diyastolik kan basıncı, gebelik haftası ve fetal
doğum ağırlığı gibi veriler değerlendirildi. Preeklamptik gebelerde
kontrollere göre serum prolidaz aktiviteleri anlamlı olarak düşük
ve plasenta prolidaz aktiviteleri ise anlamlı olarak yüksek bulundu.
Plasenta prolidaz düzeyleri ve gebelik haftası, fetus doğum ağırlığı
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon arasında izlendi.
Sonuç olarak, preeklamptik plasentada kollajen turnover oranını
artmış olduğu sonucuna varıldı. Ancak preeklampside prolidazın
gebelik haftası ve fetüs gelişimini nasıl etkilediğini gösteren ileri
çalışmalara ihtiyaç vardır.
The present study investigated serum and placental tissue
prolidase enzyme activities in the preeclampsia. Serum and placental
tissue samples from 24 women with preeclampsia and 25 women
with healthy pregnancy were collected. Prolidase enzyme activity
was determined using a photometric method. Data such as maternal
age, systolic and diastolic blood pressure, gestational age and fetal
birth weight were assesed. Serum prolidase activities were found
significantly lower and placenta prolidase activities were significantly
higher in preeclamptic pregnancy than those in controls. Statistically
significant correlations were found between placenta prolidase levels
and gestational age, fetal birth weight. In conclusion, we conclude
that collagen turnover rate is increased in preeclamptic placenta.
However, further studies are needed how prolidase affect gestational
age and fetal birth weight in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezindeki İlkokul Çocuklarında Antropometrik Vücut Ölçümleri Aracılığıyla Büyüme Ve Gelişmenin Değerlendirilmesi
Ahmet Salbacak, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Sabiha Serpil Kalkan, İsmihan İlknur Uysal, Taner Ziylan
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezindeki İlkokul Çocuklarında Antropometrik Vücut Ölçümleri Aracılığıyla Büyüme Ve Gelişmenin Değerlendirilmesi
The DetermInatIon Of The Growth And Development WIth AnthropometrIc Measurements In PrImary School ChIldren In Konya
Konya bölgesi ilkokul çağı çoçuklarında büyüme ve gelişmenin değerlendirilm esi amacıyla bazı antropom etrik vücut ölçüm leri gerçekleştirild i. Boy, ağırlık, baş ve yüz ölçüm leri, oturma yüksekliği, thorax, abdomen ve pelvis ile alt ve üst extrem ite ile ilg ili 356 adet öğrenciden elde edilen bulgularım ız yaş ve cinsiyete göre istastiksel olarak değerlendirildi. Bu ölçüm lerden elde edilen ortalam a değerler ülkem izin diğer illerinde yapılan benzer çalışm alarla ve ulus lararası sta n d a rtla rla ka rşıla ştırıla ra k, fa rk lık la r yorum landı. Ö ğrenci a ile le rin in sosyo ekonomik durumları da büyüme ve gelişmeye katkısı açısından değerlendirildi. Bulgularım ızın Konya bölgesi ilkokul çocuklarında büyüme ve gelişim takibinde referans bir çalışma olarak kul lanılabileceği ve ülke stantardı oluşturulm am ış param etreler için de yapılacak olan çalışm alara destek sağlayacağı düşünülmektedir.
Anthropometric measurements were perform ed to assess the physical growth and developmet of the prim ary school children. For this purpose; the body height and vveight, and head, thorax, ab domen, pelvis, upper and lover extrem ities related parts measurements of 356 prim ary school children were com plated and analysed statistically regarding sex and age. The results were also com pared with other studies from different part of the Turkey and possible factors vvhich might have contributed to the differences were discussed. We expect that our findings could be used a reference norm for grovvth and development in Konya and will be useful in the es- tablishm ent of the standart values of Turkish children body measurements.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dermal Suspansiyon Flebi İle Dudak Kaldırma : Hasta Memnuniyeti Ve Skar Görünümü Üzerine Etkisi
Ömer Buhşem
Araştırma makalesi
Özeti
Dermal Suspansiyon Flebi İle Dudak Kaldırma : Hasta Memnuniyeti Ve Skar Görünümü Üzerine Etkisi
LIp LIft WIh Dermal SuspensIon Flap TechnIque : Effect On PatIent SatIsfactIon And Scar Appearance
Özet
Amaç: Bu çalışma klasik boğa boynuzu eksizyon paternli dudak kaldırma ameliyat tekniği ile (grup I ), aynı paterndeki insizyonla üst dudakta hazırlanan dermal flep kullanılarak gerçekleştirilen dudak süspansiyonu tekniğinin (grup II) , dudak kaldırma ameliyatlarındaki hasta memnuniyeti ve skar görünümüne etkisini karşılaştırmak amacıyla yapılmıştır.
Hastalar ve Yöntem:
Yazar tarafından 2016-2023 yılları arasında ameliyat edilen 48-66 yaş arası 28 kadın hasta iki grupta incelendi. Birinci gruba klasik boğa boynuzu eksizyon paternli dudak kaldırma tekniği ile ameliyat edilen 14 hasta, ikinci gruba aynı paterndeki insizyonla üst dudakta hazırlanan dermal flep kullanılarak dudak süspansiyonu tekniği ile local anestezi altında ameliyat edilen 14 hasta dahil edildi. Altı ay takip edilen her iki guruptaki hastalara 6. ayın sonunda global estetik iyileştirme ölçeği kullanılarak genel estetik sonuçtan memnuniyet düzeyleri soruldu. Ayrıca bir değerlendirici cerrah, Vancouver skar ölçeğini kullanarak ameliyat sonrası oluşan skarı skorladı. Tüm sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular:
Postoperatif değerlendirmede dermal süspansiyon flebi kullanılan grup 2'de 14 hastanın 9'u (%66) çok fazla düzelme bildirirken, Grup 1'de 14 hastanın 6'sı (%42,9) klasik teknikle çok fazla düzelme olduğunu belirtti. Aynı şekilde değerlendirici cerrah tarafından 6. ayda yapılan skar skoru incelendiğinde skar skalası grup 1'de 14, grup 2'de 4 idi. Grup 1'de hastaların değerleri 0 ile 4 arasında değişmekteydi ve ortalama değer 1.0 idi. Grup 2'de değerler 0-2 arasında değişmekteydi ve ortalama değer 0,3 idi. Muhtemelen gruplardaki hasta sayısının sınırlı olmasından kaynaklanan 2 grup arasında genel hasta memnuniyeti ve skar skoru açısından istatistiksel anlamlılık olmamasına rağmen (p>0.05), genel hasta memnuniyeti grup 2'de grup 1'e göre klinik olarak anlamlı derecede daha yüksekti ve yara izi grup 2'de grup 1'e göre klinik olarak anlamlı derecede daha az bulundu.
Sonuç:
Dermal askı flep tekniği ile yapılan dudak kaldırma ameliyatlarının hem genel estetik hasta memnuniyetinin daha yüksek olması, hem de hastalarımızda daha az iz kalması nedeniyle klasik eksizyon yöntemine değerli bir alternatif olarak katkı sağlayabileceği kanısına varıldı.
Abstract
Aim: This study was designed to compare the effect of the classical bull horn excision pattern lip lift technique (group I) and the lip suspension technique (group II) which was performed using a dermal flap prepared on the upper lip with the same pattern incision, on patient satisfaction and scar appearance in lip lift surgeries.
Patients and Methods: Twenty-eight female patients aged 48-66 years, operated by the author between 2016 and 2023, were analyzed in two groups. The first group included 14 patients who were operated on with the classical bull horn excision pattern lip lift technique, and the second group included 14 patients who were operated with the lip suspension technique using a dermal flap prepared on the upper lip with the same pattern incision under local anesthesia. At the end of the 6th month, the patients in both groups, who were followed up for 6 months, were asked about their satisfaction with the overall aesthetic result using the global aesthetic improvement scale. In addition, an evaluator surgeon scored the postoperative scar using the Vancouver scar scale. All results were evaluated statistically.
Results: 9 of 14 patients (66%) stated very much improvement in the group 2 in which the dermal suspension flap was used, while 6 of 14 patients (%42.9) stated very much improvement with classical technique in Group 1, in the postoperative assessment at 6th month. Likewise, when the scar score performed by the evaluator surgeon was examined in 6th month. The scar scale was 14 in group 1 and 4 in group 2. In Group 1, the values of the patients ranged from 0 to 4, and the mean value was 1.0. In Group 2, the values ranged between 0-2 and the mean value was 0.3. Overall patient satisfaction was clinically significantly higher in group 2 when compared with group 1 and the scar was found to be clinically significantly less in group 2 when compared with group 1, even though there is no statistical significance (p>0.05) between 2 groups in overall patient satisfaction and scar score, probably due to limited number of patients in groups.
Conclusion:
It has been concluded that lip lift surgeries performed using the dermal suspension flap technique can contribute as a valuable alternative to the classical excision method, due to both higher overall aesthetic patient satisfaction and less scarring in our patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Mehmet Uyar, Yusuf Kenan Boyraz, Kübra Gençağa, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Assessment Of Job SatIsfactIon Of The Research AssIstant In A UnIversIty HospItal
Amaç: Kesitsel tipteki bu çalışma Meram Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimi alan araştırma görevlilerinin iş doyumunu ve iş doyumu ile ilişkili olabilecek faktörleri belirlemeyi amaçlamıştır. Hastalar ve Yöntem: Demografik bilgiler ile Minnesota İş Doyum Ölçeği’nden oluşan 36 soruluk anket formu yüz yüze görüşme yöntemiyle 244(%80,2) asistan hekime uygulanmıştır. Bulgular: Katılımcıların %52,5’i erkek, %55,3’ü evliydi ve %29,1’inin en az bir çocuğu vardı. Yaş ortalaması 28,42±3,02 yıl idi. Aylık ortalama nöbet sayıları 6,35±4,10 idi. Araştırma görevlilerinin %9,8’i daha önce bir uzmanlık eğitimini yarıda bırakmıştı. Hekimlerin %60,6’sı aldıkları ücretten memnun değildi. Genel doyum puan ortalaması 3,24±0,53, içsel doyum puan ortalaması 3,40±0,56, dışsal doyum puan ortalaması 2,97±0,62 olarak bulundu. Temel bilimlerde çalışan hekimlerin dışsal iş doyum puan ortalamaları dahili ve cerrahi bilim dallarında çalışan hekimlere göre anlamlı bir şekilde daha yüksek bulundu. Hekimlerin %33,2’si çalışma koşullarından, %44,3’ü amirinin çalışanlara yönelik davranışından, %84,4’ü çalışma arkadaşlarından memnundu. Konya’daki tıp fakültelerinden mezun olanların genel doyum puanı ve dışsal doyum puanı Konya dışındaki fakültelerden mezun olanların genel doyum puanından ve dışsal doyum puanından anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Yoğun çalışma temposuna sahip hekimlerin, çalışma ortamı ve koşullarının iyileştirilmesi, kurum politikalarında söz sahibi olmalarının sağlanması, aldıkları ücretlerin iyileştirilmesi, sadece araştırma görevlisi hekimlerin iş doyumu düzeyini değil hastalara sunulan hizmetin kalitesini de artıracaktır
Aim: This cross-sectional study aims to determine job satisfaction of research assistants taking medical specialization education at Meram Medical School and factors that may be related to job satisfaction. Patients and Methods: A questionnaire consisting of Minnesota Job Satisfaction Scale and questions regarding demographic information is applied to 244 (80,2% ) physician assistants via face to face meeting. Results: 52.5% of participants were male, 55.3% of them were married and 29.1% had at least one child. Average of age was 28.42±3.02 years. Average number of night duties monthly was 6.53±4.10. 9.8% of research assistants had quitted a specialization education before. 60.6% of physicians were not content with their salaries. Overall satisfaction point average was 3.24±0.53, intrinsic satisfaction point average was 3.40±0.56, extrinsic satisfaction point average was found to be 2.97±0.62. Extrinsic satisfaction point averages of physicians working in basic sciences was found to be significantly higher than averages of physicians working in internal medicine and surgery branches. 33.2% of physicians were satisfied with working conditions, 44.3% with their chiefs’ behaviours towards employees, 84.4% with their colleagues. Overall satisfaction and extrinsic satisfaction points of participants who graduated from medical schools in Konya were meaningfully higher than points of those who graduated from medical schools outside Konya. Conclusions: Improving the working environments and conditions of physicians having busy schedule, enabling them to have a voice in institution policies, increasing the wages will not only increase the job satisfaction level of research assistant physicians, but also the quality of service provided to patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Doz A Vitamininin Karaciğer Üzerine Etkileri Işık Mikroskobik Çalışma
Neriman Çolakoğlu, Aysel Kükner
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Doz A Vitamininin Karaciğer Üzerine Etkileri Işık Mikroskobik Çalışma
Effects Of HIgh Doses VItamIn A On LIver
Bu çalışmada yüksek doz all-trans retinoik asidin karaciğer dokusu üzerine olan etkileri araştırıldı. Çalışmada 12 adet ergin erkek VVistar cinsi sıçan kullanıldı. Denekler 3 gruba ayrıldı. I.grup: On beş gün boyunca ora! yoldan 20 mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen sıçanlar (n:4) II.grup: On beş gün boyunca ora! yoldan 40 mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen sıçanlar (n:4) III.grup: Kontrol olarak kullanılan sıçanlardan oluşturuldu. (n:4) Deneyin sonunda sıçanlar eter anestezisi altında öldürülüp karaciğer dokuları alınıp ışık mikroskobik incelemeler için Boin solüsyonunda tespit edildi. Parafin bloklar hazırlanıp 5 mm’llk kesitler alındı. Hazırlanan kesitlere farklı boyalar uygulanıp ışık mikroskopta incelendi. Deney gruplarının karaciğer lobüllerinin periferal zonundaki hepatosit sitoplazmalarının boyanmadığı görüldü. Yine lobüllerin periferal zonlarında aktive olmuş Kupffer hücre yoğunlaşmaları görüldü. Bu bulguların paralelinde deney gruplarının lobül yapılarında bozulmalar saptandı. Yapısal değişiklikler 40mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen gruplarda daha şiddetli düzeyde idi.
The effects of excess all-trans retinoic acid on liver tissue were investigated in this study. Tvvelve adult male VVistar rats were used. The animal were divided into three groups. I. group: 20 mg/kg/day all-trans retinoic acid was given to rats (n:4) by oral gavage, during 15 days II.group: 40 mg/kg/day all-trans retinoic acid was given to rats (n:4) by oral gavage, during 15 days III.group: Pats were used as control (n:4) End of experimental study, rats were killed under ether anesthesia. Liver tissues were taken and fixed with Boin’s solution for light microscobic observation. Paraffin blocks were prepared and 5 mm sections were stained diffrent methods. Later, sections were examined with ligth microscope. İn the experimental groups, the cytoplasms of hepatocytes in the peripheral zone of liver lobules were stainless. Excess celi infiltration which were considered activated Kupffer cells, observed at the peripheral zone. Moreover, hepatic lobule structure of experimental groups were destroyed This findings were more serious for intake 40 mg/kg/day all-trans retinoic acid rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dermatoloji Kliniğimizde Onikomikoz Sıklığı
Mustafa Özdemir, İbrahim Baysal, Hüseyin Tol, İnci Mevlitoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dermatoloji Kliniğimizde Onikomikoz Sıklığı
The Frequency Of OnychomycosIs In Our Dermatology ClInIc
Amaç: Polikliniğimize başvuran hastalarımızdaki onikomikoz sıklığını araştırmak. Yöntem ve gereçler: çalışmaya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliğine Ekim 2004-Ocak 2005 tarihleri arasında başvuran 18 yaş ve üzerindeki 771 hasta alındı. Olguların yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyleri kaydedildi. Onikomikoz tanısı için tırnak numuneleri laboratuarımızda alındı. Her numunenin direkt mikroskopik muayenesi ve mantar kültürü yapıldı. Bulgular chi-square test ve student t testi ile değerlendirildi. Bulgular: 67 olguda (%8.7) onikomikoz saptadık. Bu olguların 43’ü erkek (%64.1) ve 24’ü (%35.9) kadındı. Onikomikoz gelişiminin yaş artışı (p<0.05) ile korale olduğunu tespit ettik. Sonuç: Kliniğimize başvuran hastalar arasında onikomikoz sıklığını %8.6 olarak saptadık. Onikomikozdan korunma ve tedavi yöntemleri ile ilgili bilgilendirici eğitsel çalışmaların yapılması durumunda bölgemizde onikomikoz görülme oranlarının daha da düşeceğini düşünmekteyiz.
Objective: The aim of this study is to determine the frequency of the patients with onychomycosis who have admitted to our clinic. Materials and method: 771 patients aged 18 years and over presented to Dermatology Clinic of Meram Medical Faculty of Selcuk University between October 2004 – January 2005 were included into the study. Age, sex and education level of the patients were noted. Nail samples were taken for diagnosis in our laboratory. Direct microscopic examinaiton and culture were performed. Chi-square test and student t test were used for statistical analysis. Results: Onychomycosis was detected in 67 cases (8.7%), of whom 43 (64.1%) were male and 24(35.9%) were female. The presence of onychomycosis was found to correlate significantly with increasing age (p<0.05), male gender (p<0.05) and low education level (p<0.05). Conclusion: We detected the frequency of onychomycosis as 8.6% in our patients. We consider that occurance rate of onychomycosis may decrease in our region when informative educational measures related to with protection are performed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İçme Suyu İz Element Düzeylerinin Çocukların Vücut
kompozisyonlarıyla Korelasyonu
İhsan Çetin, Mahmut Tahir Nalbantçılar, Birsen Yılmaz, Kezban Tosun, Aydan Nazik
Araştırma makalesi
Özeti
İçme Suyu İz Element Düzeylerinin Çocukların Vücut
kompozisyonlarıyla Korelasyonu
CorrelatIon Of Trace Element Levels In DrInkIng Water WIth Body
composItIon Of ChIldren
Su ile alınan minerallerin iyon şeklinde görünmeleri ve sindirim
yolunda hemen emilmelerinden dolayı içme suyu, mineral alımında
önemli bir kaynak olmaktadır. Ancak içme suyundaki eser element
seviyelerinin, çocukların vücut kompozisyonları ile nasıl bir ilişki
içinde olduğu henüz kapsamlı bir araştırmaya rastlanmamıştır. Bunun
üzerine bu çalışmada, içme suyundaki klinik olarak önemli eser
element seviyeleri ile Batman’daki çocukların vücut kompozisyonları
arasındaki ilişkiyi değerlendirme amaçlandı. Araştırmanın örneklemi,
Batman Bölge Devlet Hastanesi Diyet Polikliniği’ne başvuran
beden kütle indeksi (BKİ) ile persentil eğrilerine göre fazla kilolu,
obez ve normal kilolu olarak 20 kişilik gruplara ayrılan 13-18 yaş
aralığındaki (ortalama yaş 15.9±1.68) kız çocuklarından oluşturuldu.
İndüktif eşleşmiş plazma spektrometresi kullanarak, belediyenin
ve şahısların kuyularındaki sulardan alınan örneklerde lityum (Li),
nikel, kurşun (Pb), silisyum, kalay, stronsiyum (Sr), bor, alüminyum
(Al), baryum ve rubidyum seviyeleri ölçüldü. Vücut kompozisyonu
ölçümleri biyoelektrik empedans cihazı (Tanita BC 418) ile
gerçekleştirildi. İçme suyundaki lityum seviyeleri, bütün çocuklarda
BKİ, yağ kütlesi ve yağ yüzdesi ile önemli ölçüde pozitif korelasyon
göstermiştir. Benzer şekilde, içme suyundaki kurşun seviyeleri
de çocuklarda BKİ, yağ kütlesi ve yağ yüzdesi ile önemli ölçüde
pozitif korelasyon göstermiştir. Son olarak, içme suyundaki Al ve
Sr seviyeleri, çocuklardaki vücut ağırlığı, BKİ, yağ yüzdesi ve vücut
kompozisyonunun dahil olduğu birçok değişken ile önemli ölçüde
pozitif korelasyon göstermiştir. Elde edilen bu bulgulara göre; suyun
içeriğinde bulunan Li, Pb, Al ve Sr seviyelerinin 13-18 yaşlarındaki
çocukların vücut kompozisyonları ile ilişkili olduğu önerilebilir.
Drinking water is a significant source in mineral intake due to
the fact that waterborne minerals are present in ionic form and are
instantly absorbed by the gastrointestinal tract. However, up until
now, no comprehensive research has been encountered about how
levels of trace elements in drinking water are related with body
compositions of the children. Thereupon, in this study, it was aimed
to assess the relationship between clinically important trace element
levels in public drinking water and body composition of the children
in Batman. The universe of the study consisted of female children,
at the age range of 13-18 (mean age 15.9±1.68), who were divided
into overweight, obese and normal weight groups of 20 participants,
according to body mass index (BMI) and percentile curves, and
who applied to Batman Regional State Hospital Diet Policlinic. The
levels of lithium (Li), nickel, lead (Pb), silicon, stannum, strontium
(Sr), boron, aluminium (Al), barium and rubidium were measured
in water samples obtained from municipality and individual wells
by employing inductively coupled plasma spectrometry. Body
composition measurements were performed by means of bioelectrical
impedance analysis (Tanita BC 418). Li levels in drinking water
showed significantly positive correlations with BMI, fat mass and
fat percentage in all children. Similarly, Pb levels in drinking water
showed significantly positive correlations with BMI, fat mass and fat
percentage in children. Finally, Al and Sr levels in drinking water
showed significantly positive correlations with body weight, BMI, fat
percentage and several variables of body composition in children.
According to the findings obtained, it may be suggested that there is
a relationship between Li, Pb, Al and Sr contents in drinking water
and body composition of children aged 13-18.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
Kamile Marakoğlu, Nisa Çetin Kargın, İsmail Marakoğlu, Canan Uçar, Tülin Çora
Olgu sunumu
Özeti
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
GIngIval Overgrowth And Dental Anomaly
an Unusual PresentatIon Of Noonan’s Syndrome
Noonan Sendromu doğumda tipik dismorfik anomalilerin
görüldüğü otozomal dominant bir hastalıktır. Etkilenen bireylerde
kardiyak defektlerle birlikte farklı bir yüz görünümü mevcuttur. Bu
olgumuzda özellikle gingiva hipertrofisi ve dental anomali ile seyreden
Noonan Sendromunu’nun farklı bir varyantını tartışmayı amaçladık.
15 yaşında kız hasta aile hekimliği polikliniğimize, gelişme geriliği
nedeni ile başvurdu. Fenotipik bulguları ile hastaya Noonan Sendromu
tanısı kondu. Noonan Sendromu, Turner benzeri fenotipik özelliklerle
seyreden kromozomal anomalilerle ilişkili olmayan sendromlardan
biridir. Bizim olgumuzda Noonan sendromuyla ilişkili oral bulgulara
ek olarak gingiva hipertrofisi ve dental anomali birlikteliği aynı anda
mevcuttu. Özellikle ağız, diş muayenelerindeki gingival hipertrofisi,
dental anomali olan vakalarda eşlik eden semptom ve bulgular var
ise noonan sendromu düşünülebilir.
Noonan syndrome is an autosomal dominant disorder that is
typically dysmorphic anamolies at birth. In many affected individuals,
this syndrome is associated with cardiac defects and a distinctive
facial appearance. We aimed to discuss a different variant of Noonan
Syndrome progressing especially with gingival overgrowth and dental
anomaly in our cases. A 15-year-old female patient presented to
our family medicine outpatient clinic with the complaint of growth
retardation. The patient was diagnosed with Noonan Syndrome with
phenotypic symptoms. Noonan Syndrome is one of the syndromes
without any chromosomal anomalies developing with Turner-like
phenotypic features. Gingival overgrowth and dental anomaly
coexistence in addition to the oral symptoms that are likely to be
related to the Noonan Syndrome was present in our case.Specifically,
if there are accompanying symptoms and findings in cases with
gingival overgrowth and dental anomalies as seen in patients’
mouth and teeth examinations, Noonan Syndrome may be taken into
consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farmakogenetik Yönden Bireyler Arası Farmakokinetik
varyasyonlar
Mevra al, Mehmet Kılıç, Ayşe Saide Şahin, Burak Cem Soner
Derleme
Özeti
Farmakogenetik Yönden Bireyler Arası Farmakokinetik
varyasyonlar
PharmacogenetIc Dependent InterIndIvIdual PharmacokInetIc
varIatIons
Farmakogenetik (PGx), genetik varyasyonlar ve bunların
bireyler arasında oluşturduğu ilaç yanıtı farklılıkları ile ilgilenir.
İlaç metabolizmasından sorumlu enzimlerin keşfi ve bu enzimleri
kodlayan DNA dizilimlerinin araştırılması bireysel tedavi
stratejilerinin oluşturulmasını sağlar. İlaç metabolizmasından
sorumlu sitokrom 2B6, sitokrom 2C9, sitokrom 2C19, sitokrom 2D6,
sitokrom 3A4, N-asetil transferaz, dihidropirimidin dehidrogenaz,
tiopurin metiltransferaz, 5’-difosfat (UDP)-glukuronoziltransferaz ve
katekol-O-metil transferaz enzim polimorfizleri ilacın farmokokinetik
özelliğini etkileyerek bireyler arası ilaç yanıtı farklılıklarına neden
olabilirler. PGx çalışmaların temelini oluşturan ilk örnekler N-asetil
transferaz ve sitokrom 2D6 polimorfizmleridir. İlaç seçiminde ciddi
farmakokinetik farklılıklara neden olan enzim polimorfizmlerinin göz
önünde bulundurulması tedavi başarısını artırmak ve advers/toksik
reaksiyon riskini önlemek açısından önemlidir. Yaklaşık 50 yıl önce
temelleri atılan farmakogenetik ile ilgili çalışmalar gen teknolojisinin
gelişmesi ile günümüzde daha önemli bir hale gelmiştir. Teknolojik
gelişmeler sayesinde hızlanan farmakogenetik çalışmalar ile bireye
özgü ilaç seçimi farmakogenetiğin ikinci 50 yılı içerisinde daha fazla
gelişme kaydederek önemli bir parametre olacaktır.
Pharmacogenetics deals with genetic variations and individual
response differences of drugs. The discovery of enzymes responsible
for drug metabolism and the research to DNA sequences encoding
these enzymes enable the creation of individual treatment strategies.
Cytochrome 2B6, cytochrome 2C9, cytochrome C19, cytochrome
2D6, cytochrome 3A4, N-acetyltransferase, dihydropyrimidine
dehydrogenase, thiopurine methyltransferase, UDP-glucuronyl
transferase and catechol-O-methyltransferase enzymes are
mainlyresponsible from drug metabolism and polymorphisms in
enzyme activities affect the pharmacokinetic properties of the drug
which leads to differences in drug response between individuals.
First examples that form of the basis of pharmacogenetic studies
are N-acetyltransferase and cytochrome 2D6 polymorphisms.
Consideration of enzyme polymorphisms that may result with
pharmacokinetic differences during drug choice is important to
increase the success of treatment and to prevent adverse/toxic
reaction risk. The studies about pharmacogenetics, which was studied
about 50 years ago, has become more important nowadays with the
development of gene technology. Individual drug choice will be an
important parameter by further development of pharmacogenetics
in the second 50 years through pharmacogenetic studies that is
accelerated due to technological developments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
Fatma Hümeyra Zengin, Efsun Karabudak
Derleme
Özeti
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
The Effect Of ChemerIn On Health
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Overektomi Ve Unilateral Nefrektominin Diğer Böbrek Dokusu Üzerine Olan Etkileri
Leyla Canbolat Koyutürk, Neriman Çolakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Bilateral Overektomi Ve Unilateral Nefrektominin Diğer Böbrek Dokusu Üzerine Olan Etkileri
Effects Of BIlateral Overektomy And UnIlateral Nephrectomy On Other Renal TIssue
Renin antiotensin sisteminin gonadal steroidlerle düzenlendiği düşünülmektedir. Bu çalışmada unilateral nefrekto mi ve unilatreal nefrektomi + bilateral ovarektomi sonrasında diğer böbrek dokusunda meydana gelen histopa- tolojik değişiklikler araştırıldı. Dişi sıçanlara sağ nefrektomi ve bilateral overektomi uygulandı. Sol böbrekler ise bir ay sonra histolojik incelemelerde bulunmak üzere alındı. Sadece nefrektomi uygulaması, böbrek dokusunda, şiddetli inflamatuvar reaksiyon geliştirdi. Overektomi + unilateral nefrektomi, akut renal iskemiye neden oldu. Iskemi sonucu böbrek dokusunda hasar gelişti. Sonuçlarımız gonadal steroidlerin, akut renal iskemiyi düzenleyen bir role sahip olduğunu gösterdi.
The renin angiotensin system is thought to be modulated by gonadal steroids. After unilateral nephrectomy and unilateral nephrectomy + bilateral ovariectomy, occured changes were investigated in this study. Right nephrec- tomized and rigth nephrectomized + bilateral ovariectomized female rats left kidneys were examined histopatho- logically after four week. Severe inflammatory reaction was observed in only nephrectomized rats after four week. Moreover acut renal ischaemia was observed in the unilateral nephrectomized + total ovariectomized rats left kid- ney. Our results showed that gonadal steroids may have a role in modulating acut renal ischaemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatit B Aşısı Sonrası Gelişen Morfea
Recep Dursun, İnci Mevlitoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Hepatit B Aşısı Sonrası Gelişen Morfea
Morphea DevelopIng After HepatItIs B VaccInatIon
Hepatit B aşısı sonrası enjeksiyon bölgelerinde morfea gelişen iki olgu sunulmaktadır. Olgulardan kadın olanı 25 yaşındaydı. Olgu sağ kolunun dış kısmında sertleşme ve kahverengi lekelenme şikayetleri ile kliniğimize başvurmuştu. Anamnezinden olgunun kolundaki kalınlaşan bu bölgeden bir yıl önce 4 hafta ara ile iki kez hepatit B aşısı ile aşılandığı ve aşılamadan birkaç ay sonra enjeksiyon bölgelerinde kaşıntı, renk değişikliği ve sertleşmenin ortaya çıktığı, özelliklede yazın güneşte bu şikayetlerinin arttığı öğrenildi. 23 yaşında ve erkek olan diğer olgu ise sağ kolunun üst dış kısmında renk değişikliği, bölgesel sertleşme ve kıllarda dökülme şikayetleri ile polikliniğimize başvurmuştu. Hasta anamnezinde 8 ay önce birer ay ara ile iki kür hepatit B aşısı olduğunu ve aşı yapılan yerlerde 2 ay sonra yukarıda anlatılan şikayetlerin başladığını söyledi. Her iki olgudan da insizyonel biyopsi alındı. Histopatolojik inceleme sonuçları her iki olgu için de morfea ile uyumlu bulundu. Klinik olarak takip edilen hastalarda hastalığın seyrine göre kadın olan olguda plak ve yavaş ilerleyen tipte morfea ve erkek olan olguda da lineer ve hızlı ilerleyen tipte morfea tanısı konuldu. Her iki olguda da sistemik tutulum saptanmadı. Her iki hastaya da lokal ve//veya sistemik tedaviler başlandı.
Two cases of morphea which developed after hepatitis B vaccination at the sides of injection were presented. One of these two patients was a 25 years old female. She referred to our clinic with complaints of brownish spots and hardening on external side of her right arm. In her history she said that she was given hepatitis-B vaccination a year ago, on the thickened parts of her arm, twice with 4 weeks internal. Itching, discoloration and hardening started on these regions 3-4 months later, especially inceasing with exposure to sun. The other case was male and 23 years old. He referred to our clinic with complaints of discoloration, regional hardening, hair fall on the upper part of his right arm. He said that he was given two hepatitis B vaccination 8 months ago with 4 weeks interval. Two months after the innoculation he had the mentioned complaints over the innoculated regions of his arm. Incisional biopsy was taken from both of two cases. Histophathologic examinaton results were found accord with morphea. According to clinic prognosis, plaque and slowly progressive type morphea was found in the female patient and lineer and rapidly progressive type morphea was found in the male patient. Systemic involvement was not determined in both of the two patients. The local and/or systemic treatments were begun to both of the patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Tanı Alan İzole Fallop Tüpü Torsiyonu
Hakan İbrahim Boyar
Olgu sunumu
Özeti
Preoperatif Tanı Alan İzole Fallop Tüpü Torsiyonu
PreoperatIvely DIagnosed Isolated FallopIan Tubal TorsIon
Over torsiyonu olmadan izole tuba torsiyonu literatürde az sayıda
rapor edilmiştir. Özellikle overlerin normal görüldüğü ve adneksiyel
torsiyon ile ilişkili akut batın tablosu olduğunda bu hastalıktan
şüphelenmek gerekir. Bu olgu sunumunda preoperatif ultrasonografi
ve bilgisayarlı tomografi ile tanısı konmuş ve izole tuba torsiyonu
hastasını sunulmuş ve tedavideki gecikme durumunda oluşabilecek
durumlar tartışılmıştır.
Isolated tubal torsion other than combination with ovarian torsion
is reported in few articles in the literature. Especially in cases with
normal appearing ovaries and having acute abdomen clinic as like
usual torsion, this disease should be kept in mind. In this report
a case of isolated tubal torsion is presented which is diagnosed
preoperatively with ultrasonography and computed tomography and
possible results of the delay in the treatment is discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pelvik Kistik Lezyonların Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Saim Açıkgözoğlu, Demet Kıreşi, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pelvik Kistik Lezyonların Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
EvaluatIon Of AdnexIal Masses: PozItIve PredIctIve Value In Us, Ct, And Mrı
Amaç: Pelvik ve tubo-ovarian lezyonların tanısında önce ultrasonografi, sonra bilgisayarlı tomografi ve magnetik rezonans görüntüleme kullanılmaya başlanmıştır. Tubo-ovarian lezyonları olan olgularımızda her üç yöntemin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya pozitif prediktif katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 41 tubo-ovarian lezyon alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1A, T2A, fat saturasyonlu ve kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalitede tanılarımızın pozitif prediktif sonuçlarını değerlendirdik. Bulgular: Olgularımızın 3'ü korpus luteum kisti, 4'ü folliküler kist, 10'u kistadenom, 7'si över karsinomu, 7'si dermoid kitle, 4'ü endometrioma, 3'ü abse, 2'si kist hidatik ve Ti över fibromu olarak patolojik tanı aldı. Ultrasonografi ile 41 lezyonun 33'üne(%80), bilgisayarlı tomografi ile 36 lezyonun 29'una(%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 40 lezyonun 33'üne(%83) doğru tanı koyduk. Her üç yöntemin birlikte uygulandığı 36 olguda ise pozitif prediktif değerleri US’de %83.3, BT’de %77.7 ve MRG’de %86.1 olarak bulduk. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of pelvic and tubo-ovarian lesions. We discussed the primary contribution of these methods in the diagnosis of uterine masses in the patients with tubo-ovarian lesions. Materials and Method: IVe present 41 tubo-ovarian lesion with pathologic correlation. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover sagittal and axial T1-weighted as well as T2- vveighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium- enhanced MR images of the pelvic region. kVe compared our radiologic findings with histopathological results. Results: Three of 41 cases had corpus luteum eyst, 10 had eystadenoma, 7 had ovarian carcinoma, 7 had dermoid eyst, 4 had endometrioma, 3 had abcess, 2 had eyst hydatid, and 1 had ovarian fibroma on histopathological examination. Correct diagnosis was established in 33 (80%) out of 41 lesions with US, in 29 (80%) out of 36 lesions with CT scan and in 33 (83%) out of 40 lesions with MRI. Correct diagnosis was established in 33 (83.3%) out of 36 lesions with US, in 29 (77.7%) out of 36 lesions with CT scan and in 33 (86.1%) out of 36 lesions with MRI. Conclusion: Because of ability to detect invasion and in defining the extent of disease, MRI is better than sonography, and CT, and appears to be the modality of choice for evaluated of the pelvic masses. Although US pas potantial advantages and limitations, it should be preferred as the first method of searching for pelvic pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
Aylin Orgen Çallı
Derleme
Özeti
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
The Importance Of Mıcro-Rna’s In Wılms Tumor
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
Jule Eriç Horasanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
VagInal Flap Method In PreventIon Mesh ErosIon In Trans Obturator Tape Surgery And Short Term Result
\r\n Amaç: Stres üriner inkontinans tedavisinde yaygın olarak kullanılan Trans Obturator Tape (TOT) uygulamalarında eksizyon gerektirecek meş erozyonları gelişebilmektedir. Çalışmamızda TOT uygulamasına bağlı oluşabilecek üretral meş erozyonunu önleme amaçlı olarak geliştirdiğimiz subüretral sling altına yerleştirilen vajinal flep yöntemini tanımladık ve hastaları postoperatif komplikasyonlar açısından değerlendirdik.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Çalışmamızda Aralık 2014 ile Mayıs 2018 yılları arasında hastanemizde aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu olan ve vajinal mukozadan oluşturulan flebin üretra önüne ve meş altına yerleştirildiği 22 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar üretral meş erozyonu, vajinal meş erozyonu, urgency ve disparoni şikayetleri, üriner retansiyon ve ikincil cerrahi gerekliliği açısından değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Hastaların postoperatif ortalama takip süreleri ortalama 8,95±8,45 aydı. 20 hastaya aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu (%90,9), 2 hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu (%9,1) uygulanmıştı. Takip süresi boyunca hiçbir hastada üretral erozyon gelişmedi. Sadece aynı zamanda menapozda olan bir hastada vajinal mesh erozyonu ve disparoni şikayeti vardı. Başka bir hastada üriner retansiyon ve taşma inkontinansı gelişti. Bu hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu uygulanmıştı. Bu hastaya daha sonra meş kesilmesi işlemi uygulandı.
\r\n
\r\n Sonuç: Vakalarımızda uygulanan cerrahi teknik ortalama 9 aylık yakın dönem takipte üretral erozyondan tümüyle korumasının yanı sıra urgency ve vajinal meş erozyonunu da minimal düzeyde tutmuştur.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Purpose: Mesh erosions that necessitates excision can develop in Trans Obturator Tape (TOT) surgeries which are widely used in the treatment of stress urinary incontinence.
\r\n
\r\n In our study, we described a method of vaginal flap placed under suburethral sling to prevent urethral mesh erosion related with TOT surgery and evaluated the patients for postoperative complications.
\r\n
\r\n Materials and methods: In our study, 22 patients who had TOT and cystocele operations simultaneously and to whom flaps composed of vaginal tissue were placed in front of the urethra under the mesh between December 2014 and May 2018 were evaluated retrospectively. Patients were evaluated for urethral mesh erosion, vaginal mesh erosion, complaints of urgency and dyspareunia, urinary retention, and need for secondary surgery.
\r\n
\r\n Results: The mean postoperative follow-up of the patients were 8,95±8,45 months. 20 patients had simultaneous TOT and cystocele operations (%90,9), 2 patient had vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations simultaneously (%9,1). Urethral mesh erosion developed in none of the patients during the follow-up period. Vaginal mesh erosion and dyspareunia was observed in only one menopausal patient. Urinary retention and overflow incontinence developed in another patient. Vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations were made simultaneously in this patient. Mesh of this patient was cut later on.
\r\n
\r\n Coclusion: The surgical technique we used in our cases kept urgency and vaginal mesh erosion in a minimal level besides totally preventing urethral mesh erosion in a mean short-term follow-up period of 9 months.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antiepileptik İlaç Serum Konsantrasyonlarının Ölçümünde Hplc Vthe Comparison Of Hplc And Turbidimetric Methods İn The Measurement Of Serum Antiepileptic Drug Concentrationse Türbidimetrik Yöntemlerin
Aysel Kıyıcı, Mehmet Şeneş
Araştırma makalesi
Özeti
Antiepileptik İlaç Serum Konsantrasyonlarının Ölçümünde Hplc Vthe Comparison Of Hplc And Turbidimetric Methods İn The Measurement Of Serum Antiepileptic Drug Concentrationse Türbidimetrik Yöntemlerin
The ComparIson Of Hplc And TurbIdImetrIc Methods In The Measurement Of Serum AntIepIleptIc Drug ConcentratIons
Amaç: Antiepileptik ilaçların serumdaki konsantrasyonlarının ölçümünde yıllardan beri farklı yöntemler kullanılmış olup halen pek çok laboratuvarda değişik yöntemlerle ölçüm yapılmaktadır. Biz çalışmamızda serumda antiepileptik ilaç düzeyi ölçümünde türbidimetrik yöntemi HPLC yöntemi ile karşılaştırarak, türbidimetrik yöntemin performansını değerlendirmeyi amaçladık Gereç ve Yöntem: S.B. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi nöroloji ve pediatri kliniklerinde takipte olan epilepsi hastalarının ilaç düzeyi kontrolü için verdikleri kan örneklerinden her iki yöntemle ölçüm yapıldı. Çalışma aynı hastanenin biyokimya laboratuarında gerçekleştirildi. Karbamazepin için 35, fenitoin için 31 ve fenobarbital için ise 30 örnek çalışmaya alındı. Bulgular: Çalıştığımız ilaçlara ait çalışma içi %CV değerleri düşük ve yüksek düzeydeki serum havuzlarında HPLC yönteminde karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için sırasıyla şöyleydi : % 1.57 ve % 3.62; % 2.15 ve % 4.14; % 1.53 ve % 4.34. Türbidimetrik yöntemde ise aynı serum havuzlarında karbamazepin için % 2.66 ve % 7.03; fenitoin için %1.98 ve %2.04 ve fenobarbital için ise % 3.31 ve % 5.24 bulundu. Ayrıca yöntemin HPLC tekniği ile korelasyonu oldukça iyiydi (Karbamazepin için r = 0.95, fenitoin için r = 0.97 ve fenobarbital için r = 0.86). Yaptığımız geri kazanım çalışması sonuçlarına göre ise türbidimetrik yöntemin karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için % R değerlerini sırasıyla % 80.4, % 88 ve % 86.8 olarak bulduk. HPLC yönteminde ise ortalama % R değerleri karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için sırasıyla % 105, % 107 ve % 110 olarak bulundu. Sonuç: HPLC tekniği serumda antiepileptik ilaç konsantrasyonu ölçümünde referans yöntem olarak kabul edilmektedir. Türbidimetrik yöntemin performansı HPLC ile kıyaslandığında daha zayıftır, ancak daha hızlı ve ucuz olması nedeniyle ülkemizde hala tercih edilmektedir.
Aim: Many different methods have been used for detection of antiepielptic drug concentrations for many years in clinical chemistry laboratories. In our study we aimed to evaluate the performance of turbidimetry as a method for detection of serum antiepileptic drug concentrations by comparing it with HPLC technique. Material and Method: Measurements were performed in both methods teknion the blood samples of the epileptic patients who were in follow up in neurology and pediatrics clinics of Ministry of Health Ankara Education and Research Hospital. This study was carried on laboratory of biochemistry of the same hospital. 35 samples for carbamazepine, 31 for phenytoin and 30 for phenobarbital were taken into this study. Results: Within run CV values for HPLC technique in measurement of sera were as follows for each drug: Carbamazepine 1.57% and 3.62%; phenytoin 2.15% and 4.14%; and phenobarbital 1.53% and 4.34%. They were found in turbidimetric method as follows: Carbamazepine 2.66% and 7.03%; phenytoin 1.98% and 2.04% and phenobarbital 3.3%1 and 5.24%. There was a significant correlation between turbidimetric method and HPLC technique (for carbamazepine r= 0.95, phenytoin r= 0.97 and phenobarbital r= 0.86 ). The recovery rates for each drug in turbidimetry were satisfactory (carbamazepine R%= 80.4%, phenytoine 88% and phenobarbital 86.8%).They were as follows in HPLC technique: R%= 105%, 107%, 110%. Conclusion: HPLC technique is accepted as a reference method for detection of serum antiepileptic drug concentrations. The performance of turbidimetric method is weak when compared with HPLC technique. But because of the cost effectiveness and the short turn around time, turbidimetry was preferred in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Şükrü Serdar Balcı, Nilsel Okudan, Hamdi Pepe, Serkan Revan, Hakkı Gökbel, Muaz Belviranlı, Hasan Akkuş
Araştırma makalesi
Özeti
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Changes In Fat And Carbohydrate OxIdatIon DurIng WalkIng And RunnIng ActIvItIes
Bu çalışmada aynı ve farklı hızlarda yapılan yürüyüş ve koşu egzersizleri süresince yağ ve karbonhidrat oksidasyon oranlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlandı. Araştırmaya düzenli olarak egzersiz yapmayan, orta düzeyde aktif ve sigara kullanmayan 11 sağlıklı erkek öğrenci gönüllü olarak katıldı. Katılımcıların bireysel yürüyüşten koşuya geçiş hızları (YKGH) belirlendi. Katılımcıların her biri 2413,5 metrelik mesafeyi ayrı günlerde kendi YKGH ‘nda yürüyüş (YKGH-Y), koşu (YKGH-K) ve bu hızdan 2 km/saat daha yavaş yürüyüş (YKGH-2), 2 km/saat daha hızlı koşu (YKGH+2) olmak üzere dört farklı aktiviteyle kat etti. Yürüyüş ve koşu aktiviteleri sürecinde pulmoner gaz değişimi indirekt kalorimetreyle takip edilerek, yağ ve karbonhidrat oksidasyon miktarları hesaplandı. En yüksek yağ oksidayonu YKGH’da yapılan koşu aktivitesinde meydana geldi ve bu oksidasyon miktarı YKGH-Y aktivitesine göre önemli düzeyde yüksekti. YKGH-Y aktivitesindeki karbonhidrat oksidasyon miktarı YKGH-2, YKGH+2 aktivitelerinden önemli düzeyde yüksekti. Yürüyüş veya koşu aktivitelerinde yağ oksidasyonu miktarlarındaki farklılıkların aktivite tipinden ziyade, aktivitelerin yoğunluklarından kaynaklandığı söylenebilir.
The aim of the study was to investigate the changes in fat and carbohydrate oxidation rates in the same and different activity speed during walking and running. Eleven healthy males participated in this study. The subjects’ individual preferred walk-to-run transition speeds (WRTS) were determined. Each subject covered 1.5 mile distance for four exercise tests; walking (WRTS-W) and running (WRTS-R) tests at WRTS, 2 km.h-1 slower walking than WRTS (WRTS-2) and 2 km.h-1 faster running than WRTS (WRTS+2). The expired air was measured and analyzed breath-by-breath using an automated online system and heart rate was monitored and recorded throughout walking and running tests. Maximal fat oxidation was observed at the WRTS-R activity. Fat oxidation rate was significantly higher in WRTS-R than WRTS-W. Also, carbohydrate oxidation rates were significantly higher in WRTS-W activity than WRTS-2 and WRTS-2 activities. Our results indicate that differences in fat oxidation during running and walking might have been resulted from activity intensity rather than activity mode.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cama Yumruk Atmaya Bağlı Üst Ekstremite Hasarları
Celalettin Sever, Yalçın Külahçı, Cihan Sahin
Araştırma makalesi
Özeti
Cama Yumruk Atmaya Bağlı Üst Ekstremite Hasarları
StrIkIng Glass-Related Upper ExtremIty InjurIes
Bu çalışmada, 2005 -2010 yılları arasında cama yumruk atma sonucu yaralanan 47 hasta retrospektif olarak incelenmiş ve bu hastalara ait dermografik veriler, travmanın şiddeti ve tedavi sonuçları araştırılmıştır.Cama vurma sonucu oluşan cilt laserasyonlarının uzunluğu,büyüklüğü genellikle hasara uğrayan nörovasküler yapıların sayısı ile doğru orantılı değildir.Küçük laserasyonlar daha derin dokularda çeşitli hasara neden olabilmektedir.Tedavide başarılı sonuç alabilmek için operasyon öncesinde hastanın dikkatlice fizik muayeneye tabi tutulması ve erken cerrahi girişimin yapılması gerekmektedir.
We carried out a retrospective and prospective study of 47 patients who had sustained injuries over the last three years from the hand passing through or striking glass. The demographic data, severity of injury, history of psychiatric illness and outcomes of the patients were evaluated. The preoperative examination of these injuries significantly underestimated the amount of damage. A simple and small laceration has the potential to conceal an underlying deep injury. For this reason, if glass is implicated as a causative agent, careful preoperative evaluation and surgical management should be considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikal Tedaviye Dirençli Kronik Nonkomplike Süpüratif Otitlerde Otomikoz Görülme İnsidansı Ve Kombine Tedaviye Alınan Yanıt
Bedri Özer, Ökkeş Emlik, Duygu Fındık, Yavuz Uyar, Ziya Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Medikal Tedaviye Dirençli Kronik Nonkomplike Süpüratif Otitlerde Otomikoz Görülme İnsidansı Ve Kombine Tedaviye Alınan Yanıt
OtomycosIs In IncIdence And Response To CombIned Therapy In NoncomplIcated SuppuratIve OtItIs Re-SIstant To MedIcal Treatment
Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi K.B.B. polikliniğine başvuran 90 kronik süpüratif otitis media (KOM) li hastanın 103 orta kulak akıntısı üzerinde yapıldı. Hastaların orta kulak akıntılarından aerop bakteri ve mantar için kültür örnekleri alındı. Hastalara günlük bakım, topikal damla ve kültür sonucuna uygun antibioterapi uygulandı. Medikal tedaviye cevap alınamayan bir grup hastaya otomikoz kombine tedavisi uygulandı. Sonuçta kronik süpüratif otitis medianın otomikoz gelişimi açısından bir risk faktörü olduğu, tedaviye dirençli hastalarda ge-leneksel tedavi yöntemlerine antimikotik ilaç eklenmesinin hastaların iyileşme şansını artırdığı kanısına varıldı.
This study was constructed on 103 middle ear drainage of 90 suppurative chronic otitis media patients who app-lied to the outpatient clinics of the Selçuk University Faculty af Medicine. Aerobic bacteria and mycatic cultures of middle ear discharges were taken from patients. Standart therapeutic regime (daily care and topical drops with an-tibiotics) was applied ta MI of the patients according to their culture-antibiogram. Some of the patients who are re-sistant this medication were undertakerı to combirıed otomycotic therapy. The results showed that suppurative chro-nic otitis media was a risk factor for otomycosis. It was indicated that the addition of antifungal drugs ta the conventional treatment protocol increased the recovery chance of patients who resistant to conventional therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Endometrıal Kıst
Özden Vural, Sema Soysal, Hilal Koral, Özlem Nisanoğlu, Jule Eriç Horasanlı, Ergün Onur
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelikte Endometrıal Kıst
An EndomerrIotIc Cyst In Pregnancy (a Case Report)
Bu makalede, gebe bir kadında sağ overde bulunan endometrial kist olgusu sunularak klinik ye patolojik bulgular literatürle Endometriozisin infertilite ye gebelige olan etkileri tartışıldı.
in this report. a case of an endometriotic cyst of the right ovary in a pregnant women is presented and clinical and pathological findings were compared to those in the literature. The effects about infertility and pregnancy of endometriosis were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Yaş Grubunda Kazanılmış Melanositik Nevusların Dermoskopik Yapıları Ve Gelişimleri
İlkay Özer, Murat Orhan Öztaş, Esra Adışen, Mehmet Ali Gürler
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Yaş Grubunda Kazanılmış Melanositik Nevusların Dermoskopik Yapıları Ve Gelişimleri
The DermoscopIc Patterns And EvolutIon Of AcquIred MelanocytIc NevI In PedIatrIc Age Group
Amaç: Pediatrik yaş dönemi nevogevez için dinamik bir yapıya sahip olup nevus gelişimi için önemli ip uçlarını bünyesinde barındırmaktadır. Bu çalışmada pediatrik yaş grubunda kazanılmış melanositik nevuslerin dermoskopik patern ve pigment ağ yapıları incelenerek banal ve atipik yapılı nevusların tanınmasına katkı sağlanması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya nevogenez için yatkınlığı bulunmayan 150 pediatrik gönüllü dahil edilmiştir. Çocuklar 7 yaş ve altı ve 8 yaş ve üstü olarak iki gruba ayrılmıştır. Muayene edilen nevuslerden gövde ve ekstremite yerleşimli nevuslerin sayı, boyut, patern ve pigment yapıları incelenmiştir.
Bulgular: Nevus sayı ortalaması büyük yaş grubunda (9,72) küçük yaş grubundan (3,44) daha fazla olduğu izlendi. Her iki grupta da predominant patern yapısının globuler patern olduğu, 8 yaş ve üstü grubunda retiküler paterne sahip nevusların 7 yaş ve altı grubundan daha fazla olduğu izlendi (p=0,03). Her iki grupta da globuler paterne sahip nevusların gövdede, retiküler paterne sahip nevusların ekstremite de daha yoğun olduğu izlendi (p=0,001). Nevuslerin Pigment ağ yapıları incelendiğinde en sık izlenen pigment ağ yapısı uniform olmakla birlikte 8 yaş ve üstü grupta santral pigmentasyon değişikliği bulunan nevusların daha fazla izlendiği görüldü (p=0,001).
Sonuç: Pediatrik yaş grubunda kazanılmış melanositik nevusler sıklıkla globüler patern ve uniform pigment ağ yapısına sahip olsa da artan yaş ile birlikte retiküler paterne ve santral pigmentasyon değişikliğine sahip nevus sayısı artmaktadır.
Aim: Pediatric age period has a dynamic structure for nevogenesis. In this paper, it was aimed to contribute to recognition of banal and atypical nevi through examining dermoscopic pattern and pigment network structures of acquired melanocytic nevi in pediatric age group.
Patients and Methods: One hundred and fifty pediatric volunteers who were not predisposed to nevogenesis were included in the study. Children were divided into two groups as 7 and under, and 8 and over.
Results: It was observed that the mean number of nevus was higher in the older age group (9.72) than in the younger age group (3.44). It was observed that the predominant pattern structure was globular pattern in both groups, and nevi with reticular patter in the age group of 8 and above were more than the age group 7 and below (p = 0.03). In both groups, nevi with globular pattern were found to be denser in the trunk and nevi with reticular patter in the extremities (p = 0.001). When the pigment network structures of nevi were examined, it was observed that the most frequently observed pigment network was uniform, but nevi with central pigmentation changes were observed more frequently in the age group of 8 years and older (p = 0.001).
Conclusion: Although acquired melanocytic nevi in the pediatric age group often have a globular pattern and uniform pigment network, the number of nevi with reticular pattern and central pigmentation changes increases with increasing age.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Mustafa Keskin, Mustafa Güçlü
Araştırma makalesi
Özeti
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerozun İmmünopatolojisi
Zehra Akpınar, Aysun Hatice Akça
Derleme
Özeti
Multipl Sklerozun İmmünopatolojisi
Immunopathology Of MultIple SclerosIs
Amaç: Multipl skleroz (MS) santral sinir sisteminin (SSS) immün aracılı hastalığıdır. Biz bu makalede MS’nin immünopatolojisinde çok farklı mekanizmalar ve kompleks etkileşimlerin önemli role sahip olduğunu vurgulayacağız. Ana Bulgular: MS’nin patogenezi çevresel uyaran ve genetik olarak yatkınlık arasında kompleks etkileşimin en iyi görünümüdür. MS inşamasyon, demiyelinizasyon, oligodendrosit apopitozu, remiyelinizasyon ve akson kaybıyla karekterizedir. SSS’nin farklı komponentlerine (miyelin striktürleri) karşı immün reaksiyon destrüktif proçesin başlamasında önemli role sahiptir. MS’de inşamasyon proinşamatuvar TH1 profilinde T hücrelerinin sayesindedir. Demiyelinzasyon, inşamasyonla oluşan çevrenin indirekt etkisi veya inşamatuvar hücrelerce miyelinin direkt hasarı neticesinde gelişebilir. Akson kaybı, hastalıkta MS lezyonlarının erken başlangıcında görülür. Sonuç: MS farklı immünopatolojik mekanizmalarla gelişir.
Aim: Multiple sclerosis (MS) is an immune- mediated disease of the central nervous system. We will emphasize in this article; very different mechanisms, and complex interactions have important role in immunopathology of multiple sclerosis. Main Findings: The pathogenesis of MS is best viewed as a complex interaction between genetically predetermined susceptibility markers and environmental stimuli. MS is charecterized by inflammation, demyelination, apoptosis in oligodendrocytes, remyelination, and axon loss. Immune reaction against different components of the central nervous system (particularly myelin structures) are thought to play an important role in the initiation of the destructive process. The inflammation in MS appears to be caused by an overactive pro-inflammatory TH1 profile in T cells. Demyelination can result as a consequence of direct damage to myelin by inflammatory cells or indirectly because of the enviroment produced by inflammation. Axon loss occurs in MS lesions starting early in the disease. Conclusion: MS occurs with different immünopathological mechanisms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
Tahsin Gökhan Telatar, Sarp Üner, Hilal Özcebe, Burcu Küçük Biçer, Özge Yavuz Sarı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
DefInIng Falls And AssocIated RIsk Factors In Elderly Among Age Groups And Sex
Amaç
Araştırmada Türkiye, Sinop ilinde yaşayan yaşlıların düşme sıklıklarının ve düşmelerle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler
Kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini 2013 yılında Sinop ilinde yaşayan ve aile hekimliği bilgi sistemine kayıtlı olan 32506 kişilik 65 yaş ve üzeri nüfus oluşturmaktadır. Cinsiyet ve yaş gruplarına (65-74, 75 ve üzeri) göre yapılan tabakalama sonucunda 2463 kişilik örnek büyüklüğü belirlenmiş ve %92,1’ine ulaşılmıştır. Yapılandırılmış bir anket formu aracılığıyla katılımcıların bazı sosyo-demografik özellikleri, düşme durumları, günlük yaşam aktivitelerindeki fonksiyonellikleri, depresyon durumları ve düşmeler konusundaki farkındalıklarını içeren veriler toplanmıştır. Risk faktörlerinin düşmelerle ilişkisi dört farklı lojistik regresyon modeli kullanılarak hesaplanmıştır.
Bulgular
Araştırmaya katılan yaşlıların 65 yaşından sonra düşme prevalansları %36,4 olarak bulunmuştur. Herhangi bir okuldan mezun olmamış olmak, mevcut sağlık durumunu düşük puanlamış olmak, sürekli olarak ilaç kullanıyor olmak, günlük kullandığı ilaç sayısının fazla olması, desteksiz olarak yürüyememek ve depresyonda olmak her iki yaş grubu ve cinsiyet için de düşme riskini artıran faktörler olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir kronik hastalığa sahip olmak, yalnız yaşamak, düşme korkusu yaşıyor olmak, düşmeler konusunda farkındalığın düşük olması, günlük yaşsam aktivitelerinde bağımsız olmamak ve düşmelerden korunma hakkında yetersiz bilgi sahibi olmak yaş ve cinsiyet gruplarının en az ikisinde düşme riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur. Daha önce gelir getiren bir işte çalışmış olmak ve halen çalışıyor olmak ile düşme riski arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç
Düşmeler yaşlılık dönemi için önemli bir halk sağlığı sorunudur ve düşmelerin önlenmesi ile risk faktörlerinin kontrolü konularında ileriye dönük müdahalelerin planlanmasında 65 yaş üzeri nüfus içerisinde yaş ve cinsiyet gibi belirleyicilere bağlı olarak risk faktörlerinin değişiklik gösterdiği göz önüne alınmalıdır.
Aim
This study aims to determine the prevalence of falls and associated risk factors among elderly living in Sinop, Turkey.
Materials and methods
The universe of this cross-sectional study consists of 32506 people older than 65 years old whom are registered to the family physicians’ information system and live in Sinop. After stratification for sex and age (65-74, 75 and over) a sample size of 2463 and 92.1% were reached. Data about some of the socio-demographic characteristics, falling status, daily living activity functionalities, depression status and awareness about falls of the participants were collected via a structuralized questionnaire. Relations between falls and associated risk factors were assessed by four different logistic regression models.
Results
The mean of falling prevalence after age 65 among elderly was 36.4%. Not being graduated from any school, having low scores for current health conditions, using more than one drug daily, not being able to walk without support and being positive for depression are found to be risk factors for falling among both sex and age groups. Having a chronic disease, living alone, having fear of falling, having low awareness about falls, being dependent in daily living activities and having inadequate knowledge about prevention from falls are found to be risk factors for at least two of the sex and age groups. There were no statistically significant relations between falling risk and previous or current employment status.
Conclusion
Falls are important public health concerns among elderly and the variability of risk factors depending on determinants such as age and sex should be considered while planning further implementations targeting fall prevention and control of risk factors for elderly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Cryptococcus
Hasan Solak, Ali Ersöz, Yüksel Tatkan, Ümran Çalışkan, Şamil Ecirli, Kemal Ödev, Osman Yılmaz, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Cryptococcus
Pulmoner Cryptococcus
Cryptococcus Neoforrnans veya Torula Histolytica adı verilen bir mantar ile meydana gelen bu hastalığa Torulosis'te denmektedir. Vak'aların %80 - 85'i, 20 - 60 yaş arasındadır. Beyaz ırk ve erkeklerde sıktır. Burada, literatürümüzde nadir görülen bir pulmoner cryptococcus vak'amızı takdim ettik.
onary Cryptococcosis is a rare entity in Turkey. Diagnosis of the presented rare case made microbiologically from the aspirated bronchia/ lavage and histologically taken from the bronchial biopsy. Excellent result was achieved with Misteklin (Tetracyclin+Mycos-tatin) with uneventful recovery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mukokutanöz Biyopsilerde Direkt İmmünfloresan Değerlendirme Sonuçlarına Bir Bakış, Tek Merkez Deneyimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, İlkay Özer, İbrahim Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Mukokutanöz Biyopsilerde Direkt İmmünfloresan Değerlendirme Sonuçlarına Bir Bakış, Tek Merkez Deneyimi
An OvervIew Of The Results Of DIrect Immunofluorescence In Mucocutaneous BIopsIes: SIngle Center ExperIence
Amaç: Direkt immünfloresan inceleme, müköz membranları da etkileyebilen immün aracılı dermatolojik hastalıkların doğru ve ayırıcı tanısına ve tedavi yönetimine katkıda bulunmaktadır. Bu çalışmada direkt immünfloresan ve histopatolojik inceleme yapılan cilt/mukoza biyopsilerinin immünfloresan sonuçlarını, histomorfolojik bulgularını, ön tanılarıyla uyumunu karşılaştırmak ve immünfloresan incelemenin diagnostik rolünü değerlendirmek amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 01 Ocak 2019 – 31 Aralık 2019 tarihleri arasında patoloji laboratuvarına gönderilen toplam 207 hastanın biyopsileri değerlendirildi. Ön tanılara göre gruplar oluşturuldu (intraepitelyal/subepitelyal ayrışmalı durumlar, lupus eritematozus, liken planus, vaskülit), histolojik (intraepitelyal/subepitelyal ayrışma, klazis, dermal müsin birikimi) ve direkt immünfloresan (İmmünglobülin G, M, A ve C3 birikimleri, paternleri) bulgular kaydedildi. SPSS 23.0 yazılım programında Kappa istatistikleri ve McNemar testi kullanıldı. P<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Direkt immünfloresan sonuçları 115 hastada negatif, 91 hastada pozitifti ve bir hastada değerlendirme yapılamamıştı. Büllöz pemfigoidli 44 hastanın 19’unda (%43,2), pemfiguslu 18 hastanın 10’unda (%55,6), lupus eritematozuslu 26/51 (%50,9), liken planuslu 10/15 (%66,7), Henoch Shönlein purpuralı 6/6 (%100), diğer vaskülitler için 37/62 (%59,7) hastada histopatolojik uyum izlenmiştir. Direkt immünfloresan pozitifliği büllöz pemfigoid için 19/19, pemfigus için 10/10, lupus eritematozus için 11/26, liken planus için 2/10, Henoch Shönlein purpurası için 6/6, diğer vaskülitler için 28/37 olguda saptanmıştır (κ = 0.021).
Sonuç: İmmün aracılı dermatolojik hastalıkların tanısında ve vezikülobüllöz hastalıkların ayırıcı tanısında direkt immünfloresan inceleme, klinik ve histolojik bulgulara önemli ölçüde destek olmaktadır.
Objective: Direct immunofluorescence examination contributes to the correct and differential diagnosis and treatment management of immune-mediated dermatological diseases that can also affect the mucous membranes.
In this study, it was aimed to compare skin/mucosa biopsies performed using direct immunofluorescence and histopathological examination, compliance with the preliminary diagnosis and to evaluate the diagnostic value of immunofluorescence examination.
Patients and Methods: A total of 207 patients’ biopsies sent to the pathology laboratory between January 01, 2019 and December 31, 2019 were evaluated. Groups were formed according to the preliminary diagnosis (intraepithelial/subepithelial separation conditions, lupus erythematosus, lichen planus, vasculitis), and histological (intraepithelial/subepithelial separation, clasia, dermal mucin deposition) and direct immunofluorescence (immunoglobulin G, M, A, and C3 depositions, patterns) findings were recorded. SPSS 23.0 package software with Kappa statistics and the McNemar test were performed. P<0.05 was considered statistically significant.
Results: Direct immunofluorescence results were negative in 115 patients, positive in 91 patients and could not be evaluated in one patient. Histological agreement was found in 19 of 44 (43.2%) patients with bullous pemphigoid, 10 of 18 (55.6%) with pemphigus, 26/51 (50.9%) with lupus erythematosus, 10/15 (66.7%) with lichen planus, 6/6 (100%) with Henoch Shönlein purpuras and 37/62 (59.7%) with other vasculitides. Direct immunofluorescence positivity was found as 19/19 for bullous pemphigoid, 10/10 for pemphigus, 11/26 for lupus erythematosus, 2/10 for lichen planus, 6/6 for Henoch Shönlein purpura, and 28/37 for other vasculitides (κ = 0.021).
Conclusion: Direct immunofluorescence examination significantly supports clinical and histopathological findings in the diagnosis of immune mediated dermatologic diseases and in the differential diagnosis of vesiculobullous diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
PozItIve PredIctIve Value Of UterIne Masses: Us, Bt And Mrı
Amaç: Uterus lezyonlarının ayırıcı tanısında kesitsel radyolojik incelemeler yeni bir çığır açmıştır. Çalışmamızda US, BT ve MRG’nin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya olumlu katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 15 uterus lezyonu alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1 ağırlıklı, T2 ağırlıklı, fat saturasyonlu ve Intravenöz kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalite ile konulan ayırıcı tanılarımızı patolojik tanılar ile karşılaştırdık. Bulgular: Olgularımızın 7'si myom, 3'ü adenomyozis, 3'ü endometrial karsinom ve 2'si servikal karsinomdu. Ultrasonografi İle 15 olgunun 11'ine(%73), bilgisayarlı tomografi İle 12'sine (%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 13'üne (%87) ayırıcı tanı konuldu. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of uterine lesions. We discussed the primary contribution of US, CT, and MRI methods in the diferential diagnosis of uterine masses. Materials and methods: We evaluated the spectrum of US, CT, and MRI findings of the 15 uterine masses. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover, sagittal and axlal T1 weighted as well as T2 weighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium-enhanced MR images of the pelvic region. We compared our radiologic diferential diagnosis with pathologic diagnosis. Results: Seven of 15 cases had myoma, 3 had adenomyosis, 3 had endometrial carsinoma, and 2 had servix carcinoma. Correct diferential diagnosis was established in 11 (73%) out of 15 cases with US, in 12 (80%) with CT, and in 13 (87%) with MRI. Conclusion: MRI is the imaging method best suited for evaluation of uterine lesion than other imaging technigues. Since ultrasonography allows deiiation of the uterine masses in at least two scanning planes, this method should be preferred as the first method of searehing for uterine lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vezikovajinal Fistül Deneyimlerimiz
Giray Karalezli, Talat Yurdakul, Kadir Karabacak, Recai Gürbüz
Araştırma makalesi
Özeti
Vezikovajinal Fistül Deneyimlerimiz
Our VesIcovagInal Fıstula ExperIences
1983-1998 yılları arasında kliniğimizde tedavi edilen vezikovajinal fistül olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Etyolojik nedenler ve tedavi yaklaşımları tartışıldı. Olguların etyolojik olarak, % 70.6 ‘sı jinekolojik, % 29.4’ü obs- tetrik nedenlere bağlı idi. 3 olgu elektrokoagülasyon, 11 olgu transabdominal-transvezikal, 3 olguda transvajinal yaklaşımla tedavi edildi. İlk girişimler değerlendirildiğinde elektrokoagülasyonda % 66.6 (2/3), transabdominal- transvezikal yaklaşımda % 72.7 (8/11), transvajinal yaklaşımda % 100 (3/3) başarı elde edildi. Transabdominal- transvezikal yaklaşımla başarısız olunan 3 olguda aynı yöntemle yapılan ikinci girişimde başarılı olundu. Sonuçların değerlendirilmesinde morbiditenin azlığı, minimal kan kaybı, sahaya hakimiyet, hastanede kalış süresinin kısalığı ve birlikte olan stress inkontinans’ın düzeltilebilmesi gibi nedenlerle olgu sayımızın az olmasına rağmen transvajinal yaklaşımın tedavide ilk tercih edilmesi gereken yöntem olduğu düşüncesindeyiz.
Vesicovaginal fistula cases treated in our clinic betvveen 1983-1998 has been evaluated retrospectively. Etiologic causes and approaches to treatment have been discussed. 70.6 % of the cases were caused by gynecologic re- asons vvhereas the remaining 29.4 % were due to obstetric reasons. Three cases treated by electrocoagulation, eleven cases by transabdominal-transvesical approach and another three by transvaginal approach. After eva- luation of the results, 66.6% (2/3) success rate has been reached with electrocoagulation while this rate was 100% (3/3) at transvaginal methods and 72.7% (8/11) with transabdominal-transvesical approach. Three cases which failed at the first application of transabdominal-transvesical method ended up with recovery after the se- cond treatment with the same method. Although the number of cases are not enough to give a solid decision, we concluded that the transvaginal approach may be preferred as a first method in vesicovaginal fistula by con- sidering the lesser amount of morbidity, minimum blood loss, easiness of operation and control över the operated area, shorter hospital stay and simultaneous treatment of stress incontinance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
128 Kesitli Bilgisayarlı Tomografinin Ciddi Koroner Arter Hastalığının Tespitinde Tanısal Değeri
Yüksel Çiçek, Murtaza Emre Durakoğlugil, Sinan Altan Kocaman, Turan Erdoğan, Mustafa Özateş, Sedat Bozkurt, Mustafa Çetin, Aytun Çanga, Ömer Şatıroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
128 Kesitli Bilgisayarlı Tomografinin Ciddi Koroner Arter Hastalığının Tespitinde Tanısal Değeri
DIagnostIc Performance Of 128-SlIce MultI-SlIce Computed
tomography For The DetectIon Of SIgnIfIcant Coronary Artery LesIons
Çok kesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT) koroner arter
hastalığının tespiti için son zamanlarda kullanılmaya başlamıştır.
Hem ÇKBT hemde koroner anjiyografi direkt olarak koroner arterleri
görüntüleyebilir. Bu çalışmanın amacı 128 kesitli BT’ nin ciddi koroner
arter hastalığının tespitinde tanısal değerini konvansiyonel koroner
anjiyografi ile karşılaştırmaktır. Çalışmaya koroner arter hastalığı
şüphesi olan 42 hasta prospektif olarak alındı.Hastalara 128 kesitli
BT çekildi ve sonrasında koroner lezyon ciddiyetini doğrulamak ve
karşılaştırmak amacı ile koroner anjiyografi yapıldı.Kayıtlar Amerikan
kalp birliğinin 16 segment modeline göre değerlendirildi. Hastaların
yaş ortalaması 56±12 yıl idi.İşlem öncesi ortalama kalp hızı 69±4
/ dakika idi. (en düşük-en yüksek: 54-78). Toplam 672 segmentin
değerlendirmeye uygun 669 segmenti değerlendirildi. Değerlendirilen
tüm segmentler için sensitivite, spesifite, pozitif prediktiv değer,
negatif prediktif değer ve doğruluk oranı 128 kesit BT için sırasıyla
% 91, %98.5, %93.8, % 97.8 ve %97 olarak bulundu. Bu değerler
sadece proximal segmentler değerlendirildiğinde %97.8, %96.4,
%95.7, % 98.1 ve % 97.1 olarak bulundu. Sadece distal segmentler
değerlendirildiğinde ise yine sırasıyla %87.4, %98.8, %92.7, %97.7
ve %97 olarak bulundu. Çalışmamızın sonucunda 128 kesitli BT’nin
konvansiyonel koroner anjiyografiye hemen hemen yakın doğrulukta
tanısal doğruluğu olduğunu tespit ettik ve bu tekniğin giderek artan
kullanımı ile birlikte gereksiz konvansiyonel koroner anjiyografi
işlem sayısının azalacağını düşünmekteyiz
Multi-Slice Computed Tomography (MSCT) is a recently introduced non-invasive technique used for the diagnosis of coronary artery disease (CAD). Both MSCT and conventional coronary angiography (CAG) may provide direct visualization of the coronary arteries. To determine the diagnostic accuracy of 128-slice MSCT compared with the results of conventional CAG for the diagnosis of significant coronary artery stenosis. Forty-two eligible patients who underwent 128-slice MSCT with the suspicion of CAD and had any coronary lesion within the whole coronary tree were enrolled prospectively. Subsequently, CAG was performed to confirm the severity of coronary lesions. The records acquired by MSCT coronary angiography and conventional CAG were evaluated by 16-segment model of American Heart Association (AHA). Mean age of the patients was 56±12 years, and mean heart rate prior to the examination was 69±4 bpm (min-max: 54-78). Of 672 coronary segments, 669 were interpretable and evaluated in 42 patients. For all the interpretable segments, overall sensitivity, specificity, positive predictive value (PPV), negative predictive value (NPV) and the diagnostic accuracy (DA) of 128-slice MSCT to detect significant stenosis were 91%, 98.5%, 93.8%, 97.8% and 97%, respectively. These values for evaluation of proximal segments were 97.8%, 96.4%, 95.7%, 98.1% and 97.1% and, for distal segments were 87.4%, 98.8%, 92.7%, 97.7% and 97%, respectively. Our results show that, the diagnostic performance of MSCT appear almost equivalent to CAG, current gold standard, with excellent, sensitivity, specificity, positive and negative predictive values. We think that, 128 slice-MSCT will be increasingly utilized in future, decreasing unnecessary coronary angiography procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Yahya Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Acute MyocardIal InfarctIon DurIng Early Preg-Nancy
37 ya§inda harm. anteroseptal bOlgede akut mi-yokart infarktiisii (AM!) lie koroner yogun bakim iinitesinde yattrrldr. Son adet kanamasunn 01- madrgou burada farketti. Yaptirrlart test sonunda ge-belik oldugu anlapich. Gebeligin ilk aymdaydr. in-farktusiin akut doneminde komplikasyon olmadt. Sonraki aylarcla yaprlan takiplerinde rahattr. drizenli kullanrldi. Gebeligin sekizinci ayinda 1800 gr dogum agirlikli vaginal yoldan prernatiir dogum oldu. Gehe hammlarm gogiis agrilarr miyokart in-farktiisli yOniinden iyi degerlendirilmeli, yac, hi-pertansiyon, sigara igme, fazla kilo, wile oykiisii gihi risk faktorleri araorrilmaltchr.
A 37 - year old woman was admitted to the co-ronary care unit (CCU) with the diagnosis of acute anteroseptal myocardial infarction. Three days post admission to the coronary care unit upon history of her menstrual status a pregnancy test was done and found to he positive. Her CCU care was continued and discharged without any complications. Her later phases of pregnancy was uneventful and underwent premature vaginal delivery at 8 months. This re-inforces the idea of close follow up of pregnant women with respect to possible angina pectoris if history reveals hypertension, diabetes. SMDking. overweight and other risk factors of myocardial in-farction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Resiprokal Translokasyon (18;20) (p11.3;q11.2) Taşıyan Bir Olgu
Pelin Taşdemir, Ayşegül Zamani, Sennur Demirel, Aynur Acar
Olgu sunumu
Özeti
Resiprokal Translokasyon (18;20) (p11.3;q11.2) Taşıyan Bir Olgu
A Case Who CarrIes RecIprocal TranslocatIon (18;20) (p11.3;q11.2)
Dengeli resiprokal translokasyonlar, çiftlerde tekrarlayan düşüklerden sorumlu olan kromozomal düzensizliklerin en büyük grubunu oluşturur. Bir tanesi ikiz olmak üzere beş adet ilk trimester spontan abortusu olan 27 ve 29 yaşında bir çift sitogenetik inceleme ve genetik danışma için gönderildi. Kromozomal incelemelerden sonra kadının karyotipinin normal, erkeğin karyotipinin 46,XY,t(18;20)(p11.3;q11.2) olduğu saptandı. Üreme kayıplarının en önemli sebebinin var olan translokasyonun dengelenmemiş ürünlerinden kaynaklanabileceği düşünüldü. Bu dengeli translokasyonda bu bölgeye lokalize genler literatür ışığında gözden geçirilerek dengelenmemiş karyotipli gebelik riskleri tartışıldı.
Balanced reciprocal translocations are the largest group of chromosomal aberrations responsible for recurrent abortions in couples. A couple, aged 27 and 29 years referred for cytogenetic analysis and counseling for five first trimester spontaneous abortions which one of them was a twin. After the chromosomal analyses the women’s karyotype was determined normal and the man’s was 46,XY,t(18;20)(p11.3;q11.2). The main cause of the loss of reproduction was tought to be the reason of the unbalanced product of this translocation. The genes localized on the region of this balanced translocation was looked over based on the literatüre and the risk of unbalanced karyotyped pregnancies were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
Müslim Yurtçu, Mustafa Yaşar Özdamar, Nilifer Gürbüzer, Bahattin Aydoğdu, Hacı Hasan Esen, Engin Günel
Olgu sunumu
Özeti
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
IntussusceptIon AssocIated WIth NecrosIs And PerforatIon After HenochschönleIn Purpura
Amaç: Henoch-Schönlein purpurası (HSP) tanısı konmuş sekiz yaşındaki erkek çocukta, alerjik vaskülit, eritematöz makülopapüler döküntüler, rektal kanama, karın ağrısı ve invajinasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişimi literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Sekiz yaşında erkek hasta altı günden beri mevcut olan bulantı, safralı kusma ve özellikle alt ekstremitelerde yaygın makülopapüler döküntüleri nedeniyle konsülte edildi. Derinin histopatolojik incelemesinde HSP bulguları saptandı. Karın muayenesinde yaygın hassasiyet ve distansiyon, hipoaktif barsak sesleri ve nazogastrik tüpten bol miktarda (24 saatte 800 ml) safralı drenajla karakterize akut karın bulguları tespit edildi. Ağır peritonit bulguları ve hastanın genel durumunun kötü olması nedeniyle perforasyon riski olabileceğinden pnömotik ve hidrostatik redüksiyon denenmedi. Preoperatif resüsitasyon sonrası acil operasyona alındı. Eksplorasyonda tüm barsaklarda invajinasyona bağlı ödem ve yer yer dolaşım bozukluğu bulguları mevcuttu. ‹leoçekal valvin 10 cm proksimalinden başlayan yaklaşık 20 cm.lik barsak segmentinde nekroz tespit edildi; bu segment rezeke edilerek ileostomi yapıldı. Postoperatif 11. gün eviserasyon ve brid ileus gelişen hasta, ikinci kez acil ameliyata alınarak bridektomi yapıldı ve aynı seansta ileostomisi kapatıldı. İleostomi kapatılmasından 16 gün sonra hasta şifa ile taburcu edildi. Sonuç: HSP akut karın nedeni olarak seyrek görülmesine rağmen, bu hastalıkta çok ciddi barsak komplikasyonlarının görülebileceği unutulmamalıdır.
Aim: We aimed to evaluate surgical procedure carried out to an 8 years old child, clinically diagnosed as Henoch-Schönlein Purpura (HSP), undergoing intussusception repair, because of allergic vasculitis, erythamatose maculopapuler rashes, rectal bleeding, abdominal pain and intussusception, under the light of literature data. Case Report: An eight years old and a male child was consultated because of his biliary vomiting, nausea and diffuse maculopapuler rushes which were localised especially in lower extremites. The symptoms of HSP were observed at histopathologic examination of skin. On examination, the symptoms of acute abdomen, which were characterised with diffuse tenderness and distansion, hipoactive intestinal sounds and abondant biliary drainage from nasogastric tube, were identified. The pneumatic and hydrostatic reductions were not performed because of the risk of perforation due to severe peritonitis and his poor general condition. The patient was operated on after preoperative resuscitation. During the explorative laparatomy, edema and the symptoms of insufficient vascularisation in all intestinum were present. Also, it was observed that approximately 20 cm’s intestinal segment which begins from 10 cm proximal of ileocaecal valve, had been necrotic and ileostomy was carried out after resecting this segment. Meanwhile, it was observed that the whole intestine was edematous and localised blood circulation was distorted in some areas. The patient was operated on to make bridectomy when evisceration and brid ileus occurred on postoperative eleventh day, and the ileostomy was closed at the same session. The patient was delivered with complete recovery 16 days after closing of ileostomy. Conclusion: Although HSP is rarely seen as the cause of acute abdomen, too serious complications of this disease must be kept in mind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Onaltı Haftalık Nonkomunike Rudimenter Horn Gebelik
Ersen Eraydın, Ahmet Karataş, Seyhan Sönmez, Şevki Göksun Gökulu, Ömer Başoğul
Olgu sunumu
Özeti
Onaltı Haftalık Nonkomunike Rudimenter Horn Gebelik
16 Weeks Pregnancy WIth NoncommunIcatIng RudImentary Horn
Rudimenter hornlu unikornuat uterus tanı konulup uygun tedavi edilmez ise jinekolojik ve obstetrik açıdan morbidite ve mortalite riski taşıyan, müllerian kanalın yetersiz gelişimi sonucu oluşan kadın genital sisteminin en nadir görülen anomalilerindendir. Bu vaka sunumunda 31 yaşında, 4 aylık amenore sonrası karın ağrısı şikayeti ile başvuran ve yapılan abdominal ultrasonografi (USG) sonrası rudimenter horn içerisinde 16 haftalık kardiak aktivitesi olmayan fetus tespit edilen, laparotomi ve eksizyon yapılan rudimenter horn gebelik olgusu sunulmuştur. Erken ve doğru tanı için hastalıktan şüphelenmek ve ultrasonografi kullanımı kilit rol oynamaktadır.
Unicornuate uterus with rudimentary horn is the rarest congenital anatomic anomaly of women genital system and usually develops following insufficient development of Mullerian ducts causing many life threatening obstetrical and gynecologic complications unless diagnosed and managed properly. We present a 31 years old patient applied to our clinic with a his-tory of 4 months amenorrhea and progressively incerasing low abdominal pelvic pain. Abdominal sonographic examination revealed a nonviable fetus at 16 weeks of gestation, lying in a rudimentary horn. Elective laparotomy was performed and the unrupture rudimentary horn with a nonviable fetus was totally excised by laparatomy. Post-operative recovery was uneventful. The need for a high index of suspicion and the role of ultrasonography in the accurate diagnosis is highlighted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Turgut Teke, Mustafa Dinç, Emin Maden, Hatice Toy, Orhan Özbek, Sami Ceran, Mustafa Serdengeçti, Kürşat Uzun
Olgu sunumu
Özeti
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Tuberculous LymphadenItIs WhIch MImIcked MedIastInal Tumor And Elevated Fdg Uptake At Pet-bt
Tüberküloz tüm dünyada ve ülkemizde çok ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak önemini korumaktadır. Ekstrapulmoner yerleşimli tüberküloz vakaları ayırıcı tanıda karşılaşılan zorluklar nedeni ile önemli bir klinik sorun oluşturmaktadır. Kontrastlı toraks BT’de mediastende patolojik boyutlarda lenfadenomegaliler bulunan, PETBT’sinde lenfadenomegalilerinde yüksek FDG tutulumunun görülmesi nedeniyle yapılan mediastinoskopik biyopside tüberküloz lenfadenit olduğu saptanan vakayı tartışmayı amaçladık. 80 yaşında bayan hasta PA akciğer grafisinde sağ paratrakeal bölgede genişleme tespit edilmesi üzerine yatırıldı. Toraks BT ve MR görüntülemeleri bu genişlemenin mediastinal tümörle uyumlu olduğunu destekliyordu. PET-BT incelemesinde kitlenin malignite lehine artmış FDG tutulumu gösterdiği izlendi. Ancak mediastinoskopik biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit olarak rapor edildi ve tüberküloz tedavi başlandı. Erişkin hastalarda bile görüntüleme yöntemleriyle dahi malign olduğu düşünülen mediastinal kitlelere sebep olan patolojiler arasında tüberküloz lenfadenitin de olabileceği akılda tutulmalı ve tüberküloz lenfadenitin PET-BT incelemesinde artmış FDG tutulumu gösterebileceği unutulmamalıdır.
Tuberculosis remains to be a serious public health problem in our country and all over the world. Extrapulmonary tuberculosis causes major clinical problems because of difficulties encountered in the differential diagnosis. In this case report, we aimed to discuss a case of tuberculous lymphadenitis mimicking mediastinal tumor in chest CT and PET-CT examination. Eighty years old female patient with right paratracheal enlargement in the chest radiography was admitted to our hospital. Thorax CT and MR imaging was supporting this expansion as concordant with the mediastinal tumor. The PETCT showed increased FDG uptake in favor of malignant masses. However, mediastinoscopic biopsy was reported as tuberculous lymphadenitis and antituberculous therapy was started. It should be kept in mind that even in adults patients, tuberculous lymphadenitis should be thought in differential diagnosis of mediastinal masses suspecting malignancy with imaging techniques and also it should not be forgotten that tuberculous lymphadenitis may be presented with elevated FDG uptake at PET-BT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
Tamer Baysal, Sevim Karaaslan
Derleme
Özeti
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
The HematologIcal SIgn And ComplIcatIons Of CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Amaç: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklarında hematolojik belirti ve bulgular derlenmiştir. Ana bulgular: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı hastalarda hematolojik yan etkilerin görülme ihtimali yüksektir. Polisitemi, trombositopeni, faktör eksiklikleri, demir eksikliği anemisi ve yaygın damariçi pıhtılaşması gibi birçok bulgu ve belirtiler bildirilmiştir. Siyanotik doğumsal kalp hastalarında azalmış arteriyel oksijen saturasyonu hemoglobin ve hematokrit değerlerinde kompanzatuar artışlara yol açar. Eritrositoz siyanotik doğumsal kalp hastalarında yeterli oksijenizasyonu sağlamak için ortaya çıkan bir cevaptır. Ancak hematokrit değerleri çok artmış hastalarda hiperviskozite bulguları ortaya çıkabilir. Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklarda demir eksikliği hemoglobin değerleri yüksek olduğu için gözden kaçabilir. Hemostatik anormalliklerin zamanında tespiti ve uygun tedavi yaklaşımları ile yan etkiler azaltılabilir. Sonuç: Siyanotik doğumsal kalp hastalığı olan çocuklar hem tromboz hem de kanamaya eğilimlidir. Bu çocukların hematolojik açıdan takipleri az ilgi çekmektedir. Bu hastalara yönelik olarak pratik tedavi yaklaşımları geliştirilmediği için siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklara yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: This review sought to determine the relationship between cyanosis and hematological signs and findings. Main finding: Patients with cyanotic congenital heart disease are succeptible to develope hematological side effects. Several findings, including polycytemia, thrombocytopenia, factor deficiencies, iron-deficiency anemia and disseminated intravasculary coagulation have been reported. Decreased arterial oxygen saturation in cyanotic congenital heart disease causes compensatory kurise in hemoglobin and haematocrit levels. Erythrocytosis is an adaptive response to improve oxygen transport in cyanotic congenital heart disease. However, at highly increased haematocrit levels patients may experience hyperviscosity symptoms. Iron-deficiency in cyanotic congenital heart disease patients is often overlooked due to elevated hemoglobin concentrations. The detection of a hemostatic abnormality and its correction by appropriate therapy are likely to minimize the side effects. Results: Children with cyanotic congenital heart disease are prone to both thrombosis and hemorrhage. Hematological management of cyanotic congenital heart disease has received little attention. The lack of practical therapeutic guidelines forced us to consolidate our observations on patients with cyanotic congenital heart disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnömotorakslarda Parietal Plevra Lambosu İle Cerrahi Tadevi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Özkan Akkoç, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan, Kemal Ödev, Şeref Otelcioğlu, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Pnömotorakslarda Parietal Plevra Lambosu İle Cerrahi Tadevi
Surgıcal Tender Wıth Parıetal Pleural Lamp In Spontaneous Pneumotoraxes
Spontan pnömotoraks göğüs hastalıkları içinde ilk çağlardan beri bilinmekte ve göğüs cerrahisinin acil vakaları grubuna girmektedir. Spontan pnömotoraksla ilgili ilk tarif M.Ö. 460 - 337 yılları arasında yaşamış Hippocrates tarafından yapılmıştır. Aynı klinik tablo 1770 yılında Henson tarafından tariflenmiştir. (1, 2). Göğüs hastalıklarının teşhis ve tedavilerinde uygulanan geliştirilmiş yöntemler sayesinde spontan pnömotoraksın konservalif ve gerektiğinde cerrahi tedavisinde artık günümüzde problem olmaktan çıkmıştır.
The number of patients admitted ta our department with spontaneous. pneumothoıar during the Last ten years is 150. Conservative and intercostal drainage methods used in 30 patients failed. Therefore, they are alt operated on. Superiority of lambolu parietal pleural method over the other methods used for this group of disorders have been discussed. No recurrence has been reported during the 4 - year follow - oup period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Kamu Kuruluşlarının Yemekhanelerinde Çalışan Personelin Hepatit A, B Ve C Belirleyicilerinin Araştırılması
Onur Ural, Duygu Fındık, . .
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Kamu Kuruluşlarının Yemekhanelerinde Çalışan Personelin Hepatit A, B Ve C Belirleyicilerinin Araştırılması
InvestIgatIon Of HepatItIs A, B And C VIrüs SerologIcal Markers In KItchen Staff WorkIng At DIfferent Goverment Departments.
Bu çalışmada değişik kamu kuruluşlarının yemekhanelerinde çalışan 96 personelin ve 100 sağlıklı kişinin serumlarında ELISA yöntemi ile antiHAVIgM ve IgG , HBsAg, HBeAg, antiHBe, antiHBs, antiHBdgM ve antiHBc ile antiHCV seropozitiflikleri araştırıldı. Yemekhane çalışanlarında antiHAVIgG seropozitifliği %93.7 (90/96), kontrol grubunda %92 olarak bulunmuştur. Hiçbir grupta antiHA VlgM seropozitifliğine rastlanmamıştır. Hepatit-B belirleyicilerinden HBsAg, HBeAg, antiHBe, antiHBc ve antiHBs seropozitifliği yemekhane personelinde sırası ile %5.2, 2.1,3.1, 17.7, 14.6 iken kontrol grubunda sırasıyla %7 ,7,0 ,27,34 olarak bulundu. AntiHBdgM bütün serumlarda negatifdi. AntiHCV yemekhane personelinde 1 kişide, kontrol grubunda ise 2 kişide pozitif bulundu. Yemekhane personelinde hepatit A,B ve C belirleyicilerinin taranmasının ve seronegatif olan personelin hepatit A ve hepatit B aşılama programına alınmasının uygun olacağını düşünüldü.
İn this study the seropositivity of antiHA VlgM and IgG, HBsAg, HBeAg, antiHBe, antiHBs, antiHBdgM, antiHBc and antiHCV were investigated in the sera of 96 staff working at the kitchen of different goverment departments and 100 healthy people. İn the sera of staff vvorking in the kitchen antiHAVIgG was 93.7% (90/96) positive and in the control group 92% positive. AntiHAVIgM was found negative in ali of the staff and control group. The seropositivity of HBsAg, HBeAg, antiHBe, antiHBc and antiHBs were found as 5.2, 2.1, 3.1, 17.7, 14.6 % respectively in the control group these markers were found 7, 7, 0, 27, 34 % respedively. AntiHBdgM was negative in al! of the sera. Anti HCV was found positive at one kitchen staff and at the two person of the control group. For the staff who were negative for hepatitis A and B virüs markers a vaccination programme was planned.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Karının Nadir Bir Nedeni; Apendikal Nöroma. Olgu Sunumu
Mehmet Tolga Kafadar, Gürkan Değirmencioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Akut Karının Nadir Bir Nedeni; Apendikal Nöroma. Olgu Sunumu
A Rare Cause Of Acute Abdomen; AppendIceal Neuroma. Case Report
Akut karının nadir bir nedeni; apendikal nöroma. Olgu sunumu
\r\n
ÖZET
\r\n
Akut karın ani başlayan karın ağrısı ile karakterize, travma dışı nedenlere bağlı olarak abdominal bölgede gelişen patolojiler olarak ifade edilir. Ağrının nedeni çoğu olguda acil cerrahi girişim yapılmasını gerektirecek bir patolojidir. Akut karın nedeniyle acil birimlere başvuran hastalarda en sık cerrahi müdahale sebebi akut apandisittir. Akut apandisitin patofizyolojisinde apendiks lümenindeki obstrüksiyonun başlatıcı neden olduğu yaygın olarak kabul görmüştür. Çoğunlukla apendiksin lümenine bazı gıda ve dışkı artıklarının girmesi, bunlarla tıkanması ve bölgede lenf bezlerinin iltihaplanarak şişmesi sonucu meydana gelir. Lümenin obstrüksiyonu bakterilerin aşırı çoğalmasına, mukus sekresyonunun artmasına ve intraluminal basıncın artmasına yol açar. Son yıllarda patofizyolojide nöral komponentin varlığının ileri sürüldüğü çalışmalar da bulunmaktadır. Bunlar oblitere apendiks, fibröz obliterasyon, apendikal nöroma, nörojenik apandisit gibi tanılarla karşımıza çıkabilmektedir. Bu yazıda, akut karının nadir görülen bir nedeni olan, apandisit ön tanısıyla apendektomi uygulanan ve histopatolojik olarak apendikal nöroma tanısı alan bir olguyu sunduk.
A rare cause of acute abdomen; appendiceal neuroma. Case report
\r\n
\r\n
ABSTRACT
\r\n
\r\n
Acute abdomen refers to nontraumatic pathologies of abdominal origin which are characterized by sudden-onset abdominal pain. In most cases the cause of pain is a pathological condition requiring urgent surgical intervention. Acute appendicitis is the most common indication for surgical intervention in patients presenting to emergency department with acute abdomen. Obstruction of appendiceal lumen has been widely accepted as the precipitating factor in the pathophysiology of acute appendicitis. It usually develops as a result of food or feces particles entering into and obstructing appendiceal lumen, leading to inflammation and swelling of regional lymph nodes. Luminal obstruction results in overproduction of bacteria, excessive mucus secretion, and increased intraluminal pressure. Some studies in recent years have suggested a neural component in the pathophysiology of this condition. Such cases may present with various diagnoses such as obliterated appendix, fibrous obliteration, appendiceal neuroma, and neurogenic appendicitis. In this paper we present a case operated with the initial diagnosis of appendicitis and histopathologically diagnosed with appendiceal neuroma, a rare cause of acute abdomen.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
12 Yaşındaki Bir Olguda Marjolin Ülser
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Mustafa Cihat Avunduk, Nedim Savacı
Olgu sunumu
Özeti
12 Yaşındaki Bir Olguda Marjolin Ülser
12 Year-Old Case WIth MarjolIn's Ulcer
Marjolin ülser, skar dokusunda ve özellikle de yanık skarlarında gelişen malignensiyi tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Başlangıç yanık yaralanmasından uzun yıllar sonra yanık skar dokusunda görülür. Bu grup hastalarda en sık görülen malignite skuamoz hücreli karsinom (SCC)’dur. Bazal hücreli karsinom, melanom ve sarkom daha az sıklıkta bildirilmiştir. Biyopsi en önemli tanı prosedürüdür. Tedavi geniş eksizyondur ve bölgesel lenf nodu disseksiyonudur. 12 yaşında bir olgu aksiller bölgede 10 aydır mevcut olan ve iyileşmeyen yara şikayeti ile kliniğimize başvuruldu. Hastanın aksiller bölgeden toraksa uzanan lezyonu mevcuttu. İnsizyonel biyopsi uygulandı. Histopatolojik inceleme SCC olduğunu gösterdi. Geniş cerrahi eksizyon yapıldı. Defektli alan flep ile kapatıldı. Mevcut aksiller kontraktür Z-plastilerle açıldı. Olgu, 10 yıl gibi erken sürede Marjolin ülser gelişmesi nedeniyle sunulmuştur.
Marjolin’s ulcer is a term to describe a malignancy arising from scar tissue, especially burn scars. It appears on burn scar a long period after initial burn injury. The most common malignancy is squamous cell carcinoma (SCC) for these type of patients. Basal cell carcinoma, melanoma and sarcoma have less frequently been reported. Biopsy is the most important diagnostic procedure. The treatment is wide excision and regional lymph node dissection. A 12 year old child admitted to our clinic with unhealed wound in the axillary region for ten months. The patient had an ulcer axillary region through thorax. Incisional biopsy was performed. Histopathologic examination revealed that SCC. Wide surgical excision was done. The defect area was covered with flap. Axillar contracture was reconstructed with Z-platies. The case was presented due to early development of Marjolin’s ulcer as in ten years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Solunum Yetmezliği Bulunan Hastalarda Bıpap Ve Bıpap + Psv Solunum Modlarının Alveolar Gaz Değişimi Ve Hemodinami Üzerine Etkisi Akut Solunum Yetmezliğinde Bıpap Ve Bıpap+psv
Hale Borazan, Ender Gedik, Mehmet Özcan Ersoy
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Solunum Yetmezliği Bulunan Hastalarda Bıpap Ve Bıpap + Psv Solunum Modlarının Alveolar Gaz Değişimi Ve Hemodinami Üzerine Etkisi Akut Solunum Yetmezliğinde Bıpap Ve Bıpap+psv
Amaç: Bu çalışmada akut solunum yetersizliğinde, BIPAP ve BIPAP + PSV modlarının alveolar gaz değişimi ve hemodinami üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: 50 olgu, sedatize edilerek, ventilator ile solutuldu. Olgulara ilk 6 saat BIPAP, sonraki 6 saat BIPAP + 10 cmH2O PSV uygulandı. Veriler; ortalama arter basıncı (OAB), kalp atım hızı (KAH), inspiratuar basınç (Pinsp), pik basınç (Ppeak), plato basınç (Pplato), ortalama basınç (Pmean), minimum basınç (Pmin), PEEPi, toplam dakika hacmi (MVtop), spontan solunum dakika hacmi (MVspo) ve oranları, toplam solunum frekansı (ftop), spontan solunum frekansı (fspo) ve mekanik ventilasyon frekansı (fmek), inspiryum ve ekspiryum soluk hacimleri (VTinsp, VTeksp), rezistans, kompliyans, arteriyel kan gazı değerleri, FiO2 düzeyleri ve Horovitz ‹ndeksi (PaO2/FiO2) yapay solunumun başlangıcında (T1), ilk 6 saat BIPAP ventilasyonu sonunda (T2) ve sonraki 6 saat BIPAP + 10 cmH2O PSV uygulamasının sonunda (T3) kaydedildi. Bulgular: Olguların hemodinamik verileri, Ppeak, MVtop, VTinsp, VTeksp, havayolu rezistansı, kompliyansı, PaCO2, SaO2 ve PaO2 değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. BIPAP + PSV ventilasyonu ile Pinsp azalırken, Pmean, spontan solunum sayısı ve toplam spontan dakika hacim artışı anlamlıydı (p<0.05). Arteryel kan gazı analizinde, BIPAP + PSV ventilasyonu ile olguların FiO2 düzeyleri azalırken, Horovitz indeksi değerleri arttı (p<0.05). Sonuç: BIPAP modunun ve 10 cmH2O PSV eklenmesinin oksijenizasyonu olumlu etkilediği sonucuna ulaşıldı. Bileşik ventilasyonun homojen alt gruplarda ve uzun süreli ventilasyonda etkilerinin çalışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: In this study, the aim is to determine the effects of BIPAP on alveolar gas exchange and haemodynamics over BIPAP + PSV mode in acute respiratory failure. Material and method: After sedation, 50 patients with acute respiratory failure were ventilated. BIPAP was preferred for first six hours and 10 cmH2O PSV was added on BIPAP for the second six hours. Mean arterial pressure (MAP), heart rate (HR), inspiratuar pressure (Pinsp), peak pressure (Ppeak), plato pressure (Pplato), mean pressure (Pmean), minimum pressure (Pmin),intrinsic PEEP (PEEPi,) total minute volume (MVtop), spontaneous minute volume (MVspo) and ratios, total frequencies (ftop), spontaneous frequency (fspo) and ventilatuar frequency (fmek), inspirium ve expirium tidal volumes (VTinsp, VTeksp), resistans, complians, arteriel blood gases values, FiO2 values and Horovitz ‹ndex (PaO2/FiO2) were recorded at, T1: initiation of ventilation, T2: end of the BIPAP ventilation, T3: end of BIPAP + PSV ventilation. Results: There was no statistically difference in haemodynamic data, Ppeak, MVtop, VTinsp, VTeksp, airway resistance, compliance, PaCO2, SaO2 ve PaO2 values. The increase in spontaneous respiratory rate and decrease in Pinsp with BIPAP + PSV mode was statistically significant (p<0.05). Arterial blood gas analysis with BIPAP + PSV ventilation, FiO2 levels were reduced while Horovitz index values were increased (p<0.05). Conclusion: BIPAP and adding 10 cmH2O PSV provide positive effects on oxygenation. We think that the effects of this kind of hybrid ventilation should investigate at homogenous subgroups and long term ventilation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Alanagement Of TIhIaI Shaft Fraclures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde 1983 ve 1989 yılları arasında tibia cisim kırığı olan 133 hasta tedavi edildi. Çeşitli tedavi metodları ile tedavi edilen 133 hastanın 96 kapalı, 44 açık tibia cisim kırığı bu retrospektif çalışmaya konu edildi. Hastaların tedaviye başlandığı yaşı en az 13, en fazla 72, ortalama 32 yaş idi. 96 hastada yalnız tibia cisim kırığı varken, diğer 37 hastada ilave yaralanmalar tespit edildi. 7 hastada ise bilateral tibia kırığı vardı. Trafik kazaları en fazla kırığı oluşturan sebep olmuştur. Hastalar en az kırığın klinik ve radyolojik iyileşmesine kadar takip edildiler. Yapılan değerlendirmede, tibia kırıklarının kapalı ve cerrahi metodlarla tedavisi sonucu oldukça tatminkar sonuçlar elde edildi.
A retrospeetive study was done of the treatrnent of closed and open fractures of the tibia in 133 patients with 140 fractures. These patients vith shafi fractures of tibia were treated at the Department of Orthopaedics and Trawıatology of the Selçuk Oniversitiy Hospital, between 1983 and 1989 The mean oge al initiation of treatrnent was 32 years. Their ages ranged from 13 to 72 years old. ln all, 96 fractures were closed and 44 were opera. Traffic accidents were the most cause of the injury. In 96 patients, the tibial fracture was the only inju.ry, i,x 37 patients other injuries also were present. 7 patients had bilaterall tibial fractures. The patients were followed al least unlu/ to clinical and radiographical union of the fracture. Iri (his series, the overall succes rates in healing of the fractures with open and closed method_v were highly satisfactory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Migren Varlığı, Tipi Ve Şiddet İle İlişkili Midir?
Mustafa Altaş, Zeliha Yarar, Hatice Çalışkan Burgucu, Hasan Hüseyin Kır, Mustafa Kulaksızoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
D Vitamini Migren Varlığı, Tipi Ve Şiddet İle İlişkili Midir?
Is Vıtamın D Assocıated Wıth The Presence, Type And Severıty Of Mıgraıne?
Giriş: Migren dünya genelinde yaygın olarak görülen nörovasküler bir hastalıktır. Yapılan birkaç çalışmada D vitamin düzeyleri ile baş ağrısı şiddeti, tipleri arasında ilişki saptanmıştır. Biz de bu çalışmada birincil olarak migren hastaları ile sağlıklı kontroller arasında D Vitamin düzeyleri arasında fark olup olmadığını, ikincil olarak migren tipleri ve şiddeti ile D vitamini düzeyi arasında ilişki olup olmadığını araştırdık.
Hastalar ve Yöntem: Bu vaka-kontrol çalışması Ocak 2021 - Temmuz 2022 tarihleri arasında ***** Üniversitesi ***** Tıp Fakültesi Nöroloji Bölümünde gerçekleştirildi. Çalışmamıza 18 yaş üstü migren tanısı almış 204 hasta ve baş ağrısı olmayan 204 sağlıklı gönüllü dâhil edildi. Migren tanısı uluslararası baş ağrısı derneği 3 kriterlerine göre nöroloji uzmanı tarafından koyuldu.
Bulgular: Migren grubunda ortalama D vitamin düzeyi 15.30±9.93 ng/dl, kontrol grubunda 14.62±7.93 ng/dl idi. Her iki grup arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark saptanmadı(p=0.976). Vitamin D eksikliği ve yetersizliği açısından da migren hastaları ile kontrol grubu arasında fark saptanmadı(p=0.365).
Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre migren hastaları ile normal popülasyon D vitamini düzeyleri arasında fark bulamadık. Migren alt tipleri arasında da D vitamini düzeyleri arasında istatistiksel bir fark yoktu. Ayrıca migren şiddeti ve migren atak sıklığı ile D vitamini düzeyleri arasında da ilişki saptanmadı. Çalışmamızın sonuçlarına göre D vitamini eksikliği prevalansının yüksekliği hem migren hastalarında hem de sağlıklı popülasyonda ortak sorun olarak gözükmekte olup bu konuda yapılacak geniş örnek sayılı randomize klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Introduction: Migraine is a neurovascular disease that is common worldwide. In a few studies, a relationship was found between vitamin D levels and headache severity and types. In this study, we primarily investigated whether there was a difference in vitamin D levels between migraine patients and healthy controls, and secondarily, whether there was a relationship between types and severity of migraine and vitamin D levels.
Patients and Methods: This case-control study was carried out between January 2021 - July 2022 at ***** University ***** Faculty of Medicine, Department of Neurology. 204 patients over the age of 18 who were diagnosed with migraine and 204 healthy volunteers without headache were included in our study. The diagnosis of migraine was made by a neurologist according to the International Headache Society 3 criteria.
Results: The mean vitamin D level was 15.30±9.93 ng/dl in the migraine group and 14.62±7.93 ng/dl in the control group. There was no statistically significant difference between the two groups (p=0.976). There was no difference between migraine patients and the control group in terms of vitamin D deficiency and insufficiency (p=0.365).
Conclusion: According to the results of our study, we did not find any difference in vitamin D levels between migraine patients and the normal population. There was no statistical difference in vitamin D levels among migraine subtypes. In addition, no relationship was found between severity and frequency of migraine attacks and vitamin D levels. According to the results of our study, the high prevalence of vitamin D deficiency appears to be a common problem in both migraine patients and the healthy population, and randomized clinical studies with large sample numbers are needed on this subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesınde Yaşayan Sağlıklı Kışılerde Akş, Total Kolesterol, I-Idl-Kolesterol Ve Trigliserid Değerlerının Incelenmesı
Aykut Çağlayan, Mustafa Ünaldı, Ahmet Çığlı, Mehmet Gürbilek, Osman Yaşar öz
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesınde Yaşayan Sağlıklı Kışılerde Akş, Total Kolesterol, I-Idl-Kolesterol Ve Trigliserid Değerlerının Incelenmesı
In InvestIgatIon Abant The Values Of Blood Su Gar, Tutal Cholesterol, Hdl-Chotesterol And TrIglyeerIde In Mormal Subjeets LIvIngs In Konya And SurroundIng
Her bölgenin kendi normallerini belirlemesi ve onları kullanması gerektiği gerekçesiyle 96 sağlıklı vakadan oluşan bir grupta AKŞ, total kolesterol, 11191,-kolesterol, ve trigliserid analizleri yapılmış, AKŞ kadınlarda 87, 06=8,93 erkeklerde 76,97=9,1 ingldl, ~I kolesterol kadınlarda 206,41=28,43 mg21, erkeklerde ise 187,20=41,34 mgidl, HDL-kolesterol kadınlarda 54,45=9,83 rngl dl, erkeklerde 41,63 mgldl, trigliserid kadınlarda 101,38=35,17 -mgidl, erkeklerde 127,6=5.1,94 mgidl bulunmuştur. Ayrıca vakalar yaşlara göre: 20-34, 35-49, 50 ve daha yukarı olmak üzere üç yaş grubuna ayrılmış, değerlerin yaşa göre değişimleri de incelenmiştir. Elde edilen sonuçlar başka araştırıcıların sonuçlarıyla karşılaştırılmış, bulunan sonuçların bölgede çalışan laboratuvarlar için referans değerler olabileceği kanaatine varılmıştır.
To identify the normals of ecch region and as it is necessary la use thern, in a group of 96 healty people fasting blood sugar levels total cholesterol, 11DL-cholesterol and triglyserid analysis were carried out. fasting blood sugar level in females were 87,06 ± 8.93 mgtell and 76,97 ± 9,1 mg1d1 tn rnales; total cholesterol 206,41 ± 28,43 rrıgidl in _females and 187,20 ± 41,34 mg1d1 in rnales; 11DL-eholesterol 54,45 ± 9,83 rngIdl in females and 41,63 ± 8,42 rngidl in rnales and triglyserids 101,38 ± 35,17 rngidl in females and 127,6 ± 5.1,94 rngidl in ırrzalex Also the people were arranged in three groups, according ta their ages ranging from 20-34.-35- 49, 50 and over; and the eheınges of value• related to age were inspected. The results which were obiained have been compaired with the results of the other investigators and it has been agreed that the results which were found would be a refe.rence for the laboratories stu-dying iıx that region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
UsIng An AmnIotIc Membran For Cover The Areas Of DermabrasIon And ChemIcal PeelIng
Dermabrazyona kimyasal yakma işleminin katılarak deri lezyonlarının tedavi edilmesi işlemine salabrazyon denilmektedir. Bu cerrahi işlem sırasında yüzeyel deri ve kötü oluşumlar atıldıktan sonra ter bezleri, yağ ve kıl folliküllerinden gelişen epitelizasyon açık sahayı örtmektedir. Bu yeni oluşacak epitelin korunması, enfeksiyona mani olunması için antibiyotik emdirilmiş gazlar örtülmektedir. Bu örtü yerine tarafımızdan daha önce greft alınmış sahaların örtülmesinde çok iyi sonuç aldığımız fizyolojik ve biyolojik özellikleri içeren amniyon zannı taze ve kurutulmuş şekli ile uyguladık. Aldığımız çok iyi sonuçlar nedeni ile bu yöntemin kullanılmasını önerdik.
The process of treating skin lesions by adding chemical burning to dermabrasion is called salabrazion. During this surgical procedure, after the superficial skin and bad formations are removed, epithelization developing from sweat glands, fat and hair follicles covers the open area. Antibiotic impregnated gases are covered to protect this new epithelium and to prevent infection. Instead of this cover, we applied the amnion membrane, which contains physiological and biological properties, in its fresh and dried form, which we achieved very good results in covering the areas where grafts were taken before. We suggested the use of this method because of the very good results we got.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
Fatih Aydın, Özge Turgay Yıldırım, Ercan Akşit, Evrin Dağtekin, Ayşe Hüseyinoğlu Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
The Effect Of DIrect Oral AntIcoagulant Drugs On Platelet IndIceses And TheIr RelatIonshIp WIth BleedIng Events
Aim: Atrial fibrillation is a common disorder and is an important cause of thromboembolic events. Recently, direct oral anticoagulant drugs (DOACs) are being used to reduce the frequency of thromboembolic events among these patients. DOACs have several advantages over oral vitamin K antagonists, such as fixed dosage and fewer side effects. However, since the drugs and their affects cannot be monitored directly, difficulties are encountered in assessing drug efficacy and side effects. For this purpose, platelet indices and their relationship with DOACs may be utilized for the prediction of thromboembolic and hemorrhagic events.
Patients and Methods: 301 patients with atrial fibrillation who were using DOACs were included in the study. Platelet indices such as platelet count, platelet distribution volume, plateletcrit, platelet-large cell ratio were evaluated at the first and sixth months. The effect of DOACs on these indices and relationships with bleeding events were investigated.
Results: All groups were similar in regard to baseline platelet indices, except for lower P-LCR value among recipients of rivaroxaban. When post-treatment results were compared, all groups were found to have similar values in all parameters. However, time-bound comparisons revealed that apixaban and dabigatran significantly reduced P-LCR value after 6 months of use.
Conclusion: This study showed that apixaban, rivoraxaban and dabigatran had no effect on platelet count, MPV, PDW, PCT values in whole blood count of patients with non-valvular AF. All characteristics of those with and without hemorrhagic events were also similar of patients with non-valvular AF.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
Osman Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Total LaparoscopIc Hysterectomy PatIents
Bu prospektif çalışmanın amacı, kliniğimizde total
laparoskopik histerektomi (TLH) yapılan vakalarımızın sonuçlarını
değerlendirmektir. Benign veya malign hastalıklar nedeniyle Ocak
2013 ve Nisan 2014 arasında TLH uygulanan 41 olgu prospektif
olarak değerlendirildi. Operasyonda rijid enstrümanlar olarak 10
mm teleskop ve gelişmiş bipolar enerji modaliteleri kullanılmıştır.
İlk olarak 10 mm trokar subumbilikal 1 cm’lik kesiden direk olarak
yerleştirildi. Abdominal kaviteye 3-4 litre CO2 insuflasyonunu takiben
laparoskop yerleştirildi. Batının sağ ve sol avasküler alt kadranlarına
ikinci ve üçüncü kesiler yapıldı ve bu kesilerden 5 mm trokarlar
yerleştirildi. Uterus manipülasyonu için Rumi® II uterin manuplator
kullanıldı. Uterus vajinal yoldan çıkarıldı, gerekli görüldüğünde
intrakorporeal myomektomi ve morselasyon işlemi yapıldı. Vajinal
kafın kapatılmasında 0 numara vicryl kullanıldı. Tüm hastalarda
sağ ve sol uterosakral ve kardinal ligamentlerden sütür geçildi. Tüm
operasyonlar aynı cerrah tarafından yapılmıştır. Hastaların; ortalama
yaşı, vücut kitle indeksleri (VKİ), operasyon süresi, kan kaybı miktarı,
komplikasyon oranları ve ameliyat sonrası hastanede kalış süreleri
değerlendirildi. Histerektomi endikasyonları olarak; 16 myoma uteri,
6 medikal tedaviye dirençli anormal uerine kanama, 5 benign over
kisti, 4 adenomyozis, 3 myom uteri + over kisti, 2 endometrial polip,
2 endometrioma, 2 endometrial hiperplazi ve 1 erken evre serviks
kanseri bulunmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 47.5 (30-68),
ortalama VKİ 30.2 (24-44), ortalama spesimen ağırlığı 215.9 (90-
650 gr), ortalama operasyon süresi 107.9 (60-210 dk), ortalam kan
kaybı 81.1 (30-300 ml), ortalama preoperatif hemoglobin (Hb) değeri
12.5±0.9 gr/dl, postoperatif Hb değeri 11.5±0.8 gr/dl ve ortalama
hastanede kalış süresi 2.5 gün (2-4 gün) idi. İntraoperatif olarak
herhangi bir komplikasyon olmadı. Geç postoperatif komplikasyon
olarak 2 olguda vajinal kaf enfeksiyonu gelişti. Total laparoskopik
histerektomi jinekolojik hastalıklar için güvenli ve uygun bir
yöntemdir. En iyi sonuçları elde etmek için hastaların dikkatli seçimi
çok önemlidir.
The aim of this prospective study is to evaluate the results
of our total laparoscopic hysterectomy (TLH) cases. Forty one
patients underwent TLH due to benign or malign disorders were
reviewed prospectively between January 2013 and April 2014.
Rigid instruments 10 mm telescope, and advanced bipolar energy
modalities were used during the procedure. A primary 10-mm trocar
was inserted directly through a 1-cm sub umbilical incision. The
laparoscope was inserted through this trocar after insufflation of the
abdominal cavity with 3–4 L of CO2. The second and third incisions
were performed in the avascular right and left lower quadrant of the
abdomen and two ancillary 5-mm trocars were inserted through these
incisions. Uterine manipulation was performed by using RUMI® II.
During the removal of the specimen, if necessary, intracorporeal
myomectomy and morcellation were performed before the uterus
and ovaries were delivered intact through the vagina. A 0-Vicryl
suture was used for close the vaginal cuff. The sutures were passed
through the left and right uterosacral and cardinal ligaments in
all patients. All procedures were performed by the same surgeon.
The mean age of the cases, body mass indexes (BMI), duration of
operations, the amounts of blood loss, rates of complications and
post operative hospital stay were assessed. The indications of for
hysterectomies were, 16 myoma uteri, 6 medical treatment-resistant
abnornal uerine bleeding, 5 benign ovarian cyst, 4 adenomyozis, 3
myoma uteri+ovarian cyst, 2 endometrial polyp, 2 endometrioma, 2
endometrial hyperplasia and 1 early stage cervical cancer. The mean
age of patients were 47.5 (30-68 years), mean BMI of patients were
30.2 (24-44), mean specimen weight was 215.9 (90-650 gr), mean
operation duration was 107.9 (60-210 min), mean blood loss was 81.1
(30-300 ml), mean preoperative hemoglobin (Hb) was 12.5±0.9 gr/
dl, mean postoperative Hb was 11.5±0.8, and the mean hospital stay
was 2.5 (2-4 days). There were no intraoperative complications. Late
postoperative complication was vaginal vault infection in 2 cases.
Total laparoscopic hysterectomy is safe and feasible method for
gynecological diseases. Careful selection of patients is critical for
obtaining the best results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Murat Koşan, Tufan Çiçek, Bülent Öztürk, Hakan Özkardeş
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
UsIng Laparoscop DecortIcatIon Of Renal Cyst WIth UltrasonIc DevIce: A Safe And EffectIve Method
Toplumda sık olarak gözlenen basit böbrek kistleri genellikle asemptomatikdirler ancak bazen yan ağrısı, hipetansiyon, idrar yolu enfeksiyonu ve toplayıcı sisteme bası gibi semptomlar verirler. Laparoskopi bu kistlerin tedavisinde iyi tanımlanmış bir yöntemdir. Bu çalışmada laparoskopik kist dekortikasyonu sırasında ultrasonik enerjinin güvenilirliği ve etkinliği gösterilmek istenmiştir. Kliniğimizde ocak 2006 ve şubat 2010 yılları arsında toplam 14 hastaya böbrek kisti nedeniyle transperitoneal laparoskopik kist dekortikasyonu uygulanmıştır. Periton içine girildikten sonra told hattı açılmış gerota fasyası açılarak kist ortaya konulmuştur, daha sonra kist duvarının kesme ve mühürleme işleminde ultrasonic enerji ile çalışan harmonic™ cihaz kullanılmıştır. Hastaların ortalama yaşı 58.1 idi ve hastaların 8’si kadın 6’sı erkek idi. Operasyon süresi 59.2 hastanede kalış süresi ort 1.57 olarak bulundu. Hiç bir hastada 4. trokara ihtiyaç kalmadan operasyon tamamlandı ve hiç bir hastada komplikasyon gelişmedi. Uzun dönem takiplerinde 1 hastada semptomatik nüks görülürken yine 1 hastada radyolojik nüks gözlendi. Ultrasonik enerji kullanarak laparoskopik kist dekortikasyonun etkin ve güvenilir bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz ancak diğer enerji kaynaklarınıda değerlendirecek karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Simple renal cysts are asymptomatic incidental findings; however, for a small subset of benign renal cysts, patients may present with pain, hematuria, urinary infection, pyelocaliceal obstruction or hypertension. Laparoscopic cyst ablation is an effective minimally invasive modality for the treatment of benign renal cyst. Our aim was to show the ultrasonic energy safe and effective method during laparoscopic renal cyst excision. In our clinic 14 patients underwent operated laparoscopic renal cyst excision with transperitoneal approach between January 2006 and February 2010. Trocar port for camera was inserted to the peritoneum in order to open the told line, gerato fascia and fat over the cyst. Harmonic™ scissor with the cautery was used to incise the cyst wall. Mean age of the patients was 58,1 years. Mean operation and hospitalization times were 59,2 minutes and 1,57 days, respectively. We did not need the fourth trocar during operation and the operation was finished. There was no complication in this procedure. Mean follow-up time was years. In long-term follow-up period symptomatic recurrence was observed in one patient and someone else be observed radiologic recurrence. We believe that using ultrasonic device is safe and effective method in laparoscopic cyst decortication. However, prospective controlled trials are needed to evaluate the other energy sources.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epistaksis İle Başvuran Olgularda Kanama Diyatezi Oranı Ve Pediatrik Kanama Skorunun Tanıdaki Değeri
Nergiz Öner, Gürses Şahin, Şule Yeşil, Burçak Kurucu Bilgin, Emre Çapkınoğlu, Azize Ceren Kılcı, Şeyma Ünüvar Gök, Ali Fettah
Araştırma makalesi
Özeti
Epistaksis İle Başvuran Olgularda Kanama Diyatezi Oranı Ve Pediatrik Kanama Skorunun Tanıdaki Değeri
The DIagnostIc Value Of BleedIng DIathesIs Rate And PedIatrIc BleedIng Score In PatIents PresentIng WIth EpIstaxIs
Amaç: Epistaksis çocukluk yaş grubunda sık görülen bir durumdur. Ancak bu şikayet ile başvuran çocuklarda altta yatan kanama bozukluklarına tanı konulması önemlidir. Hastalarda kanama bozukluğu olup olmadığını belirlemek için birinci basamak sağlık hizmetlerinde kullanılacak basit yöntemlere ihtiyaç vardır.
Bu çalışmanın amacı, epistaksis ile başvuran hastaları pediatrik kanama anketi ile değerlendirmek ve semptomatik ancak başlangıç hemostatik testleri normal olan hastaların tanısal değerini belirlemektir.
Gereç ve yöntemler: Çalışma grubuna burun kanaması olan 77 çocuk, kontrol grubuna 20 sağlıklı çocuk dahil edildi. Değerlendirme için Pediatrik Kanama Anketi (PBQ) kullanıldı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların % 19,4'üne (n = 15) kanama diyatezi (vWh: 10, nadir faktör eksikliği: 5) tanısı konuldu. Hastaların ortalama başvuru yaşı 8,99 ± 3,42 (3-17) yıldı. Otuz yedi’si (%48) kız, 40’ı erkekti. PBQ epistaksis skoru açısından kanama diyatezi olanlar ve olmayanlar arasında istatistiksel olarak fark yoktu, genel skor istatistiksel olarak farklı olmamakla birlikte kanama diyatezi olan grupta daha yüksekti (p>0,05). Kutanöz kanama skoru kanama diyatezi olan grupta daha yüksekti ve istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p:0,004) (ED: 0,62).
Sonuç: Bu çalışma, birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran epistaksisli hastalarda pediatrik kanama anketinin kullanılabileceğini ve yüksek genel skor ve kutanöz kanama skorlu hastalardan ileri araştırmalar için hematoloji konsültasyonu istenmesi gerektiğini göstermiştir.
Objective: Epistaxis is a common condition in the childhood age group. However, it is important to diagnose the underlying bleeding disorders in children presenting with this complaint. Simple methods to be used in primary health care are needed to determine whether patients have bleeding disorders.
This study aims to evaluate patients presenting with epistaxis with the bleeding questionnaire and determine the diagnostic value of patients with symptomatic but normal hemostatic tests.
Methods: Seventy-seven children with epistaxis were included in the study group and 20 healthy children in the control group. Pediatric Bleeding Questionnaire (PBQ) was used for evaluation.
Results: In our study, 19.4% (n = 15) of the patients were diagnosed with bleeding diathesis (vWh: 10, rare factor deficiency: 5). The mean age at presentation was 8.99 ± 3.42 (3-17) years. Thirty-seven (48%) were girls and 40 were boys. In terms of PBQ epistaxis score, there was no statistically significant difference between those with and without bleeding diathesis. However, the overall score was not statistically different; it was higher in the group with bleeding diathesis. The cutaneous bleeding score was higher in the group with bleeding diathesis and there was a statistically significant difference.
Conclusions: This study showed that bleeding scores can be used in patients with epistaxis who apply to primary health care institutions and patients with high overall scores and cutaneous bleeding scores should be directed to the hematologist for further research.Keywords: Epistaxis, bleeding diathesis, bleeding score
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
Muhammet Güzel Kurtoğlu, İhsan Hakkı Çiftçi, Hamza Bozkurt, Oğuz Tuncer, Hanefi Körkoca, Mustafa Berktaş
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Three Kluyvera StraIns Isolated From PedIatrIcs Cases
Amaç: Enterobacteriaceae familyasında yer alan Gram negatif bir bakteri olan Kluyvera sp. Çocuklarda üriner sistem infeksiyonları, enterit, yumuflak doku infeksiyonları ve sepsis gibi birçok infeksiyona sebep olabilmektedir. Kluyvera türlerinin immunsupresif hastalarda olduğu kadar immunkompetanlar için de fırsatçı bir patojen olduğu bilinmektedir. Kluyvera infeksiyonları ile ilgili bundan sonra yapılacak olan çalışmalara ışık tutacağı düşünülerek Kluyvera hakkında yapılan literatür çalışmaları da gözden geçirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kluyvera izolat verileri klinik mikrobiyoloji kayıtlarının retrospektif analizi ile elde edilmiştir. Bulgular: Retrospektif incelemede üç izolatın birinin idrar, ikisinin umblikal apse örneklerinden soyutlandığı saptandı. Çalışmada, klinik öneme sahip Kluyvera izolatlarının antibiyotik duyarlılıkları, (birinci ve ikinci kuşak sefolosporinler ve ampisiline karşı dirençli olmaları ile amikasin, siproşoksasin, gentamisin ve trimetroprim+sulfametoksazol’e duyarlılıkları) literatürde rapor edilen paternlerle benzerlik gösterdi. Sonuç: Hem bizim verilerimiz hem de literatür bilgilerinin bir sonucu olarak Kluyvera gibi nadir ve fırsatçı organizmalar çocuklarda önemli infeksiyon etkeni olabileceği sonucuna varılmıştır.
Aim: Kluyvera sp., a Gram-negative bacterium in Enterobacteriaceae family, may give rise to such infections as urinary system infections, enteritis, soft tissue infections and sepsis in children. It is known that Kluyvera species is an opportunistic pathogen detected in immunosuppressed hosts as well as in immunocompetent ones. Considering that it may enlight future studies related to Kluyvera infections, studies in the literature have been scanned. Material and Method: The data about Kluyvera spp. isolates were obtained retrospectively from clinical microbiology records. Result: It was seen that, of the 3 Kluyvera isolates, 1 was a urine specimen, and the other 2 were from umbli cal area. In this study, antimicrobial susceptibility studies of the clinically significant Kluyvera isolates showed susceptibility patterns similar to those reported in the medical literature, namely trends of resistance to ampicillin and first- and second-generation cephalosporins. Moreover none of the clinically significant isolates were resistant to amikacin, ciprofloxacin, gentamycin, and trimethoprim+sulfametoxazole. Conclusion: It was concluded in the light of both the studies in the literatüre and this study that rare and opportunistic organisms, such as Kluyvera may be an infection cause in children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Talat Yurdakul
Olgu sunumu
Özeti
A Case Report: A Hcg SecretIng TestIcular SemInoma DIscovered DurIng RoutIne InfertIlIty EvalutIon
Rutin infertilite değerlendirilmesi sırasında tanı konulan Human Koryonik Gonadotropin sekrete eden testiküler seminoma olgusu sunulmuştur. Sperm sayı ve motilitesi normal olmasına rağmen, yıkama sonrası sperm swim-up sonuçları normalden oldukça düşük idi. Bu değerler orşiektomiden sonra normale döndü.
We present a human chorionic gonadotropin producing testicular seminoma case which was discovered during infertility evaluation. Although sperm count and motility were normal, postwash sperm swim-up results were poor that returned to normal after orchiectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Asemptomatik Dev Overial Benign Müsinöz Kistadenom
Bartu Badak, Özgür Türk
Olgu sunumu
Özeti
Asemptomatik Dev Overial Benign Müsinöz Kistadenom
AsymptomatIc Huge OverIal BenIgn MucInous Cystadenoma
Overin benign müsinöz kistadenomu büyük boyutlara ulaşabilir.
Abdominal kistik kitleler büyük boyutlara ulaşmadan genellikle belirti
vermemektedir. Olgumuzda olduğu gibi büyük boyutlara ulaşan
bir abdominal kistin asemptomatik bir klinik seyir izlemesi nadir
karşılaşılan bir durumdur. Bu makalede asemptomatik dev overial
benign müsinöz kistadenom olgusunu sunarak abdominal kistlere
yaklaşımı değerlendirmek istedik. Abdominal kistlerin tanısında
ultrasonografi yararlı bir tetkiktir. Ayırıcı tanı için ileri görüntüleme
yöntemi olarak abdominal tomografi veya manyetik rezonans tercih
edilmelidir. Cerrahi tedavide genellikle orta hat insizyon ile açık
cerrahi müdehale tercih edilmektedir. Açık cerrahi konvansiyonel
bir yöntem olarak önemini korumaktaysa da laparoskopik cerrahi
yöntemler giderek yaygınlaşmaktadır.
Asymptomatic huge overial benign mucinous cystadenoma:
A case report. Overial benign mucinous cystadenoma can grove
huge sizes. Abdominal cysts are usually asymptomatic unless
they have huge sizes. It is a rare condition asymptomatic clinical
course of a huge abdominal cyst as like in our case. We aim to
examine abdominal cysts by presenting a case of huge overial
benign mucinous cystadenoma in this article. Abdominal ultrasound
imaging is a useful exemination in diagnosis of abdominal cysts.
For differential diagnosis abdominal tomography and magnetic
resonance must perform as a advenced imaging method. Surgical
treatment is usually open surgery performed by a median incision.
Although open surgical tecniques are protecting importance as a
convential prosedure laparoscopic surgical methods are increasingly
having popularization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rokuronyum Enjeksiyon Ağrısını Önlemede Difenhidramin Kullanımı
Alper Kılıçaslan, Ahmet Topal, Atilla Erol, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Rokuronyum Enjeksiyon Ağrısını Önlemede Difenhidramin Kullanımı
The PreventIon Of PaIn From InjectIon Of RocuronIum By DIphenhydramIne
İntravenöz rokuronyum uygulaması sıklıkla enjeksiyon ağrısına yol açmaktadır. Bu çalışmada rokuronyum enjeksiyon ağrısını önlemede difenhidraminin etkisini araştırmayı amaçladık. ASA Ι- ΙΙ grubu, erişkin elektif genel anestezi planlanan 60 hasta rastgele olarak iki gruba ayrıldı. Grup S (n=30)’ye 2 ml serum fizyolojik, Grup D (n=30)’ye 2ml (20 mg) difenhidramin i.v enjeksiyonu 10 saniye sürede verilirken aynı anda tansiyon manşonu 30 saniye süre ile 70 mmHg basınçla şişirildi. Manşon indirildikten sonra 10 mg rokuronyum 10 saniyede i.v. yol ile uygulandı. Hastalardan ağrılarının şiddetini 4 puanlı ağrı skalası ile değerlendirmeleri istendi. Hiç ağrı olmayan ve hafif ağrı tanımlayan olgu sayıları bakımından gruplar arasında fark yok iken (p>0.05), orta ve şiddetli ağrı tanımlayan hastaların sayısı Grup S’de Grup D’ye göre anlamlı olarak yüksekti (р
Intravenous administration of rocuronium often leads to injection pain. We investigated the effect of diphenhydramine pretreatment, reducing the incidence of pain on rocuronium injection. This randomized study was carried out on ASA I-II, 60 adult patients for elective surgery under general anesthesia. Patients were divided into two groups, thirty patients in each. After tournique application on forearm and inflation to 70 mmHg, 2 ml saline, 2 ml (20 mg) diphenhydramine were given in Group S (n=30) and Group D (n=30) respectively. 30 seconds after the pretreatment, tournique was deflated and 10 mg rocuronium was injected over 10 seconds. The patients were asked immediately to assess pain with 4 point pain scale. No significant differences were noted in the number of patiens who had no pain and mild pain in group S and D (p>0.05). Number of patients who had moderate and severe pain was higher in Group S than Group D (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
El Defektleri İçin Kasık Flebinin Kullanımı: Serbest Veya Pediküllü, Hasta Bildirim Sonuçlarına Göre Hangisi Öncelikli Olmalı?
Selman Hakkı Altuntaş, Mustafa Asım Aydın, Osman Gurdal, Fuat Uslusoy, Ömer Faruk Dilek
Araştırma makalesi
Özeti
El Defektleri İçin Kasık Flebinin Kullanımı: Serbest Veya Pediküllü, Hasta Bildirim Sonuçlarına Göre Hangisi Öncelikli Olmalı?
The Use Of Groın Flap For Hand Defects: Whıch Should Be Prıor, Free Or Pedıcled, Based On Patıent-Reported Outcomes?
ÖZET
Giriş: Eldeki geniş defektlerin çoğu, tendon ve kemikleri açıkta olması nedeniyle vaskülarize cilt örtüsü gerektirir. Bu endikasyon için pediküllü kasık flebi standart bir flep olarak önerilmiştir. Ancak üst ekstremitenin immobilizasyonu dezavantaj olabilir. Kasık flebini serbest flep olarak kaldırmak da mümkündür. Serbest flebin dezavantajı, zaman alıcı bir mikrocerrahi işlem olmasıdır. Geniş el defektleri olan hastalarda pediküllü ve serbest kasık flebi rekonstrüksiyonlarını hasta bildirim sonuçlarına göre karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında ellerindeki geniş defektler nedeniyle pediküllü veya serbest kasık flebi yapılan 16 hasta bu çalışmaya dahil edildi. Çalışma retrospektif klinik anket çalışması olarak gerçekleştirildi. Hastalar pediküllü kasık flebi grubu (n=8) ve serbest kasık flebi grubu (n=8) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastalar 2 yıl takip edildi. Hastalara postoperatif dönemde DASH ve SF-36 testleri uygulandı. Ameliyat öncesi ve sonrası ağrı Vizüel Analog Skala ile değerlendirildi. Hastalara; hangi gün, ağrı çekmeden yürüyüp tuvalette oturabildikleri ve günlük işleri için ikinci bir kişiye ihtiyaç duymadıkları soruldu.
Bulgular: Pediküllü flep uygulanan hastaların yarısında ciddi dirsek ve omuz ağrısı vardı ve fizik tedavi gerektirdi. Yara iyileşmesi serbest kasık flebi grubunda anlamlı olarak daha erken tamamlandı (p<0,05). Pediküllü grupta ortalama hastanede kalış süresi serbest flep grubundan (sırasıyla 21 gün ve 13 gün) daha uzundu ve bu istatistiksel olarak anlamlı değildi. DASH skorları pediküllü flep grubunda subakut ve kronik evrede 92 ve 72 iken, serbest flep grubunda sırasıyla 52 ve 24 bulundu (p=0,012 ve 0,002). SF-36 skorlarına göre pediküllü flep grubunda fiziksel fonksiyonlar anlamlı olarak bozulmuştu (p < 0.001). İkinci kişinin günlük çalışması için ihtiyaç duyduğu gün sayısı pediküllü grupta 79, serbest flep grubunda 24 idi (p=0.041). Ağrısız tuvalete oturma pediküllü grupta 63. günde, serbest flep grubunda 15. günde başlandı (p=0.036).
Sonuç: Kasık flebinin serbest flep olarak transfer edilmesi ile omuz ve dirsek eklemi ile ilgili problemler ortadan kalktı, el rehabilitasyonuna daha erken başlanabildi ve günlük işlere dönüş süresi kısaldı. Eğer kasık flebi tercih edilecekse, serbest stil ilk olarak gözönüne alınmalıdır.
ABSTRACT
Introduction: Most of the large defects in the hand are required vascularized skin coverage because they exposed tendons and bones. A pedicled groin flap has been offered as a standard flap for this indication. But immobilization of the upper extremity can be a disadvantage. Raising the groin flap is also possible as a free flap. The disadvantage of free flap is a time-consuming microsurgical procedure. We aimed to compare the pedicled and free groin flap reconstructions in patients with large hand defects based on patient-reported outcomes.
Materials and Methods: Sixteen patients who had groin flaps pedicled or free for the large defects of their hands were included in this study between 2013-2020. This study was performed retrospectively clinical survey work. Patients were divided into two groups: the pedicled groin flap group (n=8) and the free groin flap group (n=8). Patients were followed for 2 years. The patients were subjected to DASH and SF-36 tests after a postoperative period. Pre- and postoperative pain were evaluated with the Visual Analogue Scale. On which day they could walk and sit in the toilet without pain and not needed a second person for daily work, the patients were asked.
Results: Half of the patients with pedicled flaps had serious elbow and shoulder pain and required physical therapy. The wound healing was completed significantly earlier in the free groin flap group (p<0.05). The mean hospital stay in the pedicled group was longer than the free flap group (21 days and 13 days, respectively), which was statistically insignificant. The DASH scores were found to be 92 and 72 in the subacute and chronic stages in the pedicled flap group, whereas 52 and 24 were found in the free flap group, respectively (p = 0.012 and 0.002). According to SF-36 scores, physical functions were impaired significantly in the pedicled flap group (p < 0.001). The number of days needed by the second person for daily work was 79 in the pedicled group and 24 in the free flap group (p = 0.041). Sitting in the toilet without pain was started on the 63rd day in the pedicled group and on the 15th day in the free flap group (p = 0.036).
Conclusions: By transferring the groin flap as a free flap, the problems related to shoulder and elbow joints have disappeared, hand rehabilitation could be started earlier, and the time to return to daily work was shortened. So, if the groin flap is preferred, free style should be considered first.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Abdulkadir Yasir Bahar, Ülkü Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Ebv IncIdence In DIffuse Large B-Cell Lymphoma: A SIngle Center DescrIptIve Study
ÖZET
Amaç: Diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) hastalarında klinik ve prognostik heterojenite gözlendiğinden prognostik ve prediktif faktörlerin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu faktörlerin sıklığı coğrafi ve etnik farklılıklar göstermektedir. WHO 2017 revize 4. baskısına dayanarak merkezimizde R-CHOP ile tedavi edilen DLBCL hastalarının prognostik, prediktif faktörlerini ve EBV insidansını yeniden değerlendirmeyi ve tartışmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemizde 2007-2017 yılları arasında tanı almış ve R-CHOP ile tedavi edilmiş DLBCL-NOS'lu hastalar çalışmaya dahil edildi. 104 hastada; CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67 ve p53 ekspresyonlarını immünohistokimyal olarak ve EBV encoded RNA (EBER) in situ hibridizasyon ile değerlendirildi. Revize Uluslararası Prognostik İndeks (R-IPI) skoru ve genel sağkalım süresi hesaplandı.
Bulgular: Çalışmada 56 erkek (% 53,8) ve 48 kadın (% 46,2) mevcuttu. Ortanca yaş 64,5 idi. Hastaların % 59,6'sında hastalık nodal başlangıcı iken, % 40,4'ünde ekstranodal başlangıç mevcuttu. GCB subtipin % 26,5’inde, non-GCB subtipin % 43,6’sında ileri stage (III-IV) mevcuttu (p = 0,049). Yüksek R-IPI skor, GCB subtipte % 40 ve non-GCB subtipte % 54,5 oranında gözlendi (p = 0,028). Non-GCB subtipte sağkalım anlamlı olarak düşüktü (log-rank testi p = 0,003). Batı popülasyonlarında bildirildiği gibi EBV sıklığı yaklaşık % 3 idi. Double ekspressör lenfoma (DEL) sıklığı % 8,7 idi ve bu durumun inferior sağkalım ile ilişkili olduğu gösterildi (p = 0,045). De novo CD5 + DLBCL oranı % 13 olarak bulundu ve aynı zamanda inferior sağkalım ile de ilişkili idi (p = 0,013). CD30 + DLBCL oranını da % 11,5 olarak bulundu, ancak prognoz ile anlamlı bir ilişki kurulamadı.
Sonuç: DLBCL-NOS’da ayrıntılı alt tipleme ve prognostik faktörlerin detaylandırılmasını gerekmektedir. Çalışmamızda DEL durumu ve De novo CD5 + DBBHL sıklığı ile düşük sağkalım arasında ilişki gösterilirken. CD30 + DLBCL ile prognoz arasında anlamlı bir ilişki gösterilememiştir. Ayrıca EBV pozitif 3 olgu saptanmış olup bunlardan 2’si yeni sınıflamaya göre ‘EBV pozitif büyük B hücreli lenfoma’ olarak sınıflanması uygundur.
Anahtar kelimeler: Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma; Prognostik faktörler; Sağkalım
Abstract
Aim: Since clinical and prognostic heterogeneity is observed in diffuse large B-cell lymphoma (DLBCL) patients, it is vital to determine its prognostic and predictive factors. The frequency of these factors varies geographically and ethnically. We aimed to reevaluate and discuss the prognostic and predictive factors of DLBCL patients who have been treated with R-CHOP in our center based on the WHO 2017 revised 4th edition. We also investigated the incidence of EBV in DLBCL-NOS.
Patients and Methods: Patients with DLBCL-NOS diagnosed previously in our hospital between 2007-2017 and treated with R-CHOP were included in the study. We evaluated the expressions of CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67, and p53, by immunohistochemistry, and EBV encoded RNA by in situ hybridization in 104 cases of DLBCL-NOS. The Revised International Prognostic Index (R-IPI) score and the overall survival time was calculated.
Results: The study included 56 men (53.8%) and 48 women (46.2%). The median age was 64.5 years. In 59.6% of the patients, the disease had a nodal beginning, whereas in 40.4% of the patients it had an extranodal presentation. High stage (III-IV) was present in 26.5% of the GCB subtype and 43.6% of non-GCB subtype (p=0.049). A high R-IPI score was observed in 40% of GCB subtype and 54.5% of non-GCB subtype (p=0.028). Survival was significantly lower in the non-GCB subtype (log-rank test p=0.003). The EBV frequency was about 3% as it is reported in Western populations. The frequency of DEL status was 8.7%, indicating that it was associated with inferior survival (p=0.045). De novo CD5+ DLBCL ratio as 13% and it was also associated with inferior survival (p=0.013). We also found CD30+ DLBCL ratio as 11.5%, but we could not establish a significant relationship with prognosis.
Conclusion: DLBCL-NOS requires detailed subtyping and elaboration of prognostic factors. The frequency of DEL status and De novo CD5+ DLBCL indicated that it was associated with inferior survival. However, we could not establish a meaningful relationship of CD30+ DLBCL with prognosis. Three EBV positive cases were identified and two of them were classified as ‘EBV positive large B cell lymphoma’ according to the WHO 2017 revised 4th edition.
Keywords: Diffuse Large-Cell Lymphoma; Prognostic Factors; Survival
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of Early And Late Pos-ToperatIve Results Of Björk-ShIley-Convexo- Con-Cave And SorIn All-Carbon ProtetI Heart Valves On MItral PosItIon
Selçuk Üniversitesi Hastanesinde 1 Ağustos 1990 - 30 Haziran 1996 tarihleri arasında Björk-Shiley-Konveks-konkav (BSCC) ve Sorin Allcarbon (SA) prostatik kalp kapağı ile 122 hastaya mitral valv repiasmanı (MVR) uygulandı. Hastaların 102'sine SA, diğerlerine BSCC ile MVR yapıldı. Hastalar 5 yıl boyunca, 3'er aylık periyotlarda düzenli olarak takip edildi. Ortalama takip zamanı 32 aydı. Hastane mortalitesi, SA uygulanan hastalar için % 5.8, BSCC uygulanan hastalar için % 15 idi. Geç dönemde takipde 6 vakada tromboembolik olaylara bağlı ölüm, 3 vakada evde ani ölüm ve 1 va-kada kalp dışı nedenle ölüm gözlendi. Khi kare testi ile kapak trombüsü ve tromboembolik olaylarda BSCC kapak lehine değerler bulundu (P=0.425, P<0.05). Khi kare testi ile geç dönemde ölüm oran-ları karşılaştırıldığında BSCC kapak lehine sonuçlar elde edildi (P=0.218, P<0.05). SA ve BSCC prostatik kapak protezlerinin uy-gulamasından sonra geçen ilk ayda kapaklar arası is-tatistiksel bir fark yok iken uzun süreli takipde is-tatistiksel oranlar BSCC protezinin daha iyi olduğunu göstermektedir
A total of 122 consecutive patients underwent valve replacement with a Sjörk-Shiley-Convexo-Concave (BSCC) and Sorin Allearhon (SA) prostheses from Au-gust 1, 1990 through. June 30, 19%. ,4 total of 102 pa-tients had a mitral valve replacement with SA, others had mitral valve replacement with BSCC at Selçuk Universty Hospital. AlI survivors were prospeetively lallowed hy regular clinical examinations every 3 months lbr 5 years. The mean follow-up time was 32 months_ Overall hospital mortality ?vere 5.8 % for pa-tients with SA and 15 % for patients with BSCC. Res-pectivel- lale mortality was due to thromhoemholic events (n=6), sudden death (n=3), noneardiae death (n=1 ). Khi square test eAplained that thromhotic events was a different hetween SA and BSCC (P=0.425, P<0.05). Khi square test explained that there was a significant difierent ahout late mortality rate hetween SA and BSCC (P=0.218, P<0.05). The er-hocardiographic study was carried out on 92 cases (17 BSCC. 75 SA). During the first months of ohservation no sık-nificant an actuarial differences hetween there rnec-hanical pı-ostheses could he ohserved however, afteı- 5 years of long - term follow-up the actuarial rates vere ınore favorahle for the BSCC pı-osthesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Extremite Derın Ven Trombozları Ve Tedavisi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Ümran Çalışkan, Şamil Ecirli, Mehmet Cengiz Çolakoğlu, F. Özkan, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Alt Extremite Derın Ven Trombozları Ve Tedavisi
Theromboses Of The Deep Vene In Lower Extremıa And Its Treatment
Derin yen trombozları, operasyon sonrası yüksek mortalit2 ve ölüm sebebi olarak son zamanlarda büyük önem kazanmıştır. Venöz trambozis üzerindeki çalışmalar, 1865 yılında Wirchow'un venöz trombozislerle ilgili triadrna kadar dayanır. Bu triad, staz koagulasyon defekti ve damar cidart lezyonundan ibarettir. Venöz trombektomi ilk defa Le Riche tarafından 1927 de uygulanmıştır. Sonraki yıllarda Fogarty. De Weese ve Edwards venöz trombektomi ve tıbbi tedavinin temel kurallarını tam olarak ortaya koyan otörlerdir.
Between 1983 - 1985 years, 52 patients were adm.itted with deep rein thrombosis. 28 of these patients were female and 24 male. Ali patients were treated conservatively with anticoağulants, bed rest and antibiotic. 45 patients had uneventful recovery. 7 patients required close follow because of resisting oederna of the extremities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eritropoetinin Kemoterapi Uygulanan Ratlarda Kolon Anastomozlarının İyileşmesi Üzerine Etkisi
Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Mehmet Metin Belviranlı, Faruk Aksoy, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Eritropoetinin Kemoterapi Uygulanan Ratlarda Kolon Anastomozlarının İyileşmesi Üzerine Etkisi
Influence Of ErythropoIetIn On HealIng Of ColonIc Anastomoses In Rats Treated WIth Chemotherapy
Amaç: Eritropoetinin barsak anastomozu yapılan ve kemoterapi uygulanan ratlarda anastomoz iyileşmesi üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışma Selçuk Üniversitesi Deneysel Araştırma Merkezi (SÜDAM)’inde gerçekleştirildi. Ratlar 10’ar denekten oluşan 4 gruba ayrıldı. Bütün gruptaki denekler cerrahi işlem öncesi tartıldı ve orta hat kesisi ile laparotomi yapıldı. I. grup deneklere sigmoid kolon anastomozu yapıldıktan sonra standart besleme dışında bir işlem yapılmadı. II. gruba kolon anastomozu sonrası subkutan eritropoetin (EPO) injeksiyonu yapıldı. III. gruba kolon anastomozu yapıldıktan sonra intraperitoneal 5-şuorourasil (5-FU) injekte edildi. IV. gruba kolon anastomozu sonrası intraperitoneal 5-şuorourasil ve subkutan eritropoetin injeksiyonu yapıldı. Anastomozdan sonraki 7. günde ratlar tartıldı ve sakrifiye edildi. Gruplar arasındaki anastomoz patlama basıncı, anastomoz hattından alınan numunelerde hidroksiprolin seviyesi ve histopatolojik olarak kollajen ve fibroblastdan zengin bağ dokusu oluşumu, anjiyojenezdeki artış, inşamasyondaki yoğunluk ve nekroz varlığı değerlendirildi. Bulgular: Eritropoetin uygulanan ratlarda diğer gruplara göre patlama basınçları, hidroksiprolin düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Histopatolojik incelemede eritropoetin grubunda anjiyojenez ve kollajenden zengin bağ dokusu oluşumunda artış, inşamasyon ve nekroz oluşumunda anlamlı şekilde azalma görüldü. Eritropoetinin bu olumlu etkileri 5-şuorourasil uygulanan ratlarda da tespit edildi. Sonuç: Kolokolik anastomoz yapılan ratlarda eritropoetinin inşamasyon, proliferasyon ve yeniden yapılanma üzerine olan etkisiyle anjiyojeneze olumlu etkiler yaptığı düşünülmüştür. Aynı olumlu etkiler 5-şuorourasil kullanılan ratlarda da gözlenmiştir. Bu nedenle eritropoetinin kolokolik anastomozlardan sonra ve özellikle kemoterapi gibi anastomoz iyileşmesini olumsuz etkileyen durumlarda anastomoz kaçağı riskini azaltacağı beklenebilir.
Aim: We aimed to search the effects of erythropoietin on anastamoses recovery in the rats to which rchemotherapy was applied and intestine anastomos was made. Material and Method: The study was carried out at Selcuk University Experimental Research Center (SUDAM). The rats were divided into 4 groups including 10 subjects. The subjects in all groups were weighed before the surgical operation and laparotomy was made with middle line cutting. Nothing but standard feeding was made to the subjects in the 1st group after making sigmoid colon anastomoses. Subcutan erythropoietin injection was administered to the 2nd group after colon anastomoses. The 3rd group was injected intraperitoneal 5- fluorouracil after colon anastomoses was made. The 4th group was made intraperitoneal 5- fluorouracil after colon anastomoses, and subcutan erythropoietin injection was administered.On the 7th day following the anastomoses, the rats were weighed and they were sacrificed. Anastomoses bursting pressure among the groups, hydroxyproline level in the samples taken from anastomoses line and collagen and rich bind tissue formation from the fibroblast histopathologically, the rise angiogenesis, intensity in inflammation and the existence of necrosis were evaluated. Results: In the rats to which erythropoietin was applied, the bursting pressures and hydroxyproline levels were significantly higher than those of the control group statistically. During the histopathological examination, it was seen that rich bind tissue formation from angiogenesis and collagen in the erythropoietin group rose while there was a significant reduction in the formation of inflammation and necrosis. These positive effects of erythropoietin was also established in the rats to which 5- fluorouracil was applied. Conclusion: In the rats to which colo-colic anastomoses was made, it was considered that erythropoietin inflammation had positive effects on angiogenesis with its influences on proliferation and restructuring. The same positive effects were observed in the rats which used 5-fluorouracil. Thus, it can be expected that erythropoietin can reduce the risk of anastomoses escape after colo-colic anastomoses and in conditions such as chemoteraphy, which negatively affects the recovery of anastomoses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Effüzyonlu Otitis Medialı Olgularda Orta Kulak Sıvısının Bakteriyolojik Analizi
Bahar Keleş, Kayhan Öztürk, Hamdi Arbağ, Bedri Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Effüzyonlu Otitis Medialı Olgularda Orta Kulak Sıvısının Bakteriyolojik Analizi
BacterIologIcal AnalysIs Of MaterIal AspIrated From ChronIc OtItIs MedIa WIth EffusIon
Çalışmamızın amacı, kronik effüzyonlu otitis medianın (KEOM) pathogenezinde bakterilerin rolünü belirlemektedir. Mayıs 2003-Ocak 2006 yılları arasında kliniğimize başvuran ve KEOM tanısı konulup ventilasyon tüpü uygulanan 40 olgu çalışmaya alındı. Otuzsekiz olguda bilateral, 2 olguda unilateral olmak üzere toplam 78 kulakta effüzyon tespit edildi. Effüzyon örnekleri mikrobiyoloji laboratuarında kültüre edilip kültürde üreyen bakteriyolojik ajanların antibiyotik duyarlılığı incelendi. Onyedi (%21.8) effüzyon örneğinde bakteriyel üreme olurken, 61 (%78.2) effüzyon örneğinde ise üreme olmadı. En sık tespit edilen etken patojen Haemophilus influenzae (%29.5) idi. Bunu sırasıyla Streptococcus pneumoniae (%17.7), Coagulase negative staphylococcus (%11.8), Moraxella catarhalis (%11.8), Staphylococcus aereus (%11.8), Corynobacterium Spp (%5.8), Enterococcus spp (%5.8) ve Lactobasil (%5.8) takip etmekteydi. Penisilin-G direnci M. Catarhalis’de %100, H. Influenza’da %80 ve S. Pneumoniae’da %64.7 oranında tespit edildi. Effüzyon örneklerinin çoğunun steril olması nedeniyle KEOM’lı olgularda rutin antibiyotik tedavisi başlamak yerine, altta yatan sebebe (allerji, östaki disfonksiyonu, adenoid vegetasyon, gastroözefagial reflü, vs) yönelik tedavi verilmesi daha uygun olacaktır. Bunun yanı sıra antibiyotik kullanımı gerektiren olgularda ise etken patojenlerin yüksek penisilin drenci olduğu akılda tutulmalı ve antibiyotik seçimi ona göre yapılmalıdır.
To determine bacteriology and antibiotic sensitivity of chronic otitis media with effusion (COME). The study group consist of 40 children with COME who had undergone miringotomy between May 2003 and January 2006. In 38 children, both of ears demonstrated effusions, whereas in two children, only one ear had effusions. Total of 78 effusion samples were cultured for bacteria and antimicrobial testing was performed for antibiotic sesitivity. Although in the 21.8% (17) of effusion samples showed bacterial growth, in the 78.2% (61) of effusion samples no showed bacterial growth. Haemophilus influenzae (29.5%) was the most common causative pathogen, followed by Streptococcus pneumoniae (17.7%), Coagulase negative staphylococcus (11.8%), Moraxella catarhalis (11.8%), Staphylococcus aereus (11.8%), Corynobacterium Spp (5.8%), Enterococcus spp (5.8%) and Lactobasil (5.8%) were isolated. Penicilin resistance was found in %64.7 of Streptococcus pneumoniae. Most of effusion samples were sterile. Therefore, the treatment of patient with COME should be recovered predisposne foctors (allergy, Eustachian Tube Dysfunction, Adenoid Hyperplasia, Gastroesophageal reflux) rather than routine antibiotic use.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
Sevil Alan, Ethem Göksu, Cumhur İbrahim Başsorgun, Tanju Uçar
Olgu sunumu
Özeti
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
A GlIoblastoma MultIforme Case WIth Scalp InvasIon
Glioblastome multiforme (GBM) en malign glial tümördür.
Hastaların % 90’ ı tanı konulduktan sonraki iki yıl içinde kaybedilir.
Nadiren ekstrakranial metastaz yapar. GBM’ nin deri metastazıyla
ilgili literatürde bildirilen vaka sayısı çok azdır. Biz burada eski
kraniotomi skarı üzerinde keloid benzeri oluşumlarla başvuran, saçlı
deri tutulumu yapmış bir GBM olgusunu sunduk. 35 yaşında erkek
hasta frontal bölgede insizyon skarına uyan bölgede deriden kabarık,
sert, deri renginde, infiltre papüllerle dermatoloji polikliniğine
başvurdu.10 gün içinde papüler lezyonlar nodüler forma ilerledi.
Nodüler lezyondan alınan biyopsi sonucu GBM ile uyumlu rapor
edildi. 2 ay içinde papüller frontal saçlı derinin tamamını örten dev
tümöral bir kitleye dönüştü. Saçlı deri invazyonundan ortalama 3 ay
sonra hasta exitus oldu.
Glioblastoma multiforme (GBM) is the most malign glial tumor.
It rarely causes skin metastasis. It is frequently misdiagnosed as a
primary subcutaneous tumor. The number of cases related to skin
metastasis of GBM reported in the literature is limited. We here
presented a GBM case with scalp invasion and applied with cheloidlike
formations on the old craniotomy scar. The patient applied to
us with cutaneous, firm, infiltrated nodules in skin color in area
concomitant with the incision scar on frontal region. Within 2 months,
the nodules turned into a giant tumoral mass covering whole frontal
region. The result of the biopsy conducted on nodular lesions were
reported as undifferentiated tumor (malign tumor metastasis) scalp.
The patient died 3 months after scalp invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüz Germe Ameliyatında Hematom Riskini Azaltmada Traneksamik Asit Ve Hemostatik Netin Karşılaştırılması
Mehmet Emin Cem Yıldırım, İlker Uyar
Araştırma makalesi
Özeti
Yüz Germe Ameliyatında Hematom Riskini Azaltmada Traneksamik Asit Ve Hemostatik Netin Karşılaştırılması
ComparIson Of TranexamIc AcId And HaemostatIc Net In ReducIng The RIsk Of Hematoma In FacelIft Surgery
Amaç: Yüz germe ameliyatı, yaşlanma belirtilerini azaltmak ve daha genç bir görünüme kavuşmak için sıklıkla tercih edilen bir estetik cerrahi işlemdir. Yüz germe ameliyatı olan hastalarda hematom gibi komplikasyonların görülme sıklığı oldukça fazladır. Bu çalışma, yüz germe ameliyatı olan hastalarda TXA ve hemostatik net (ağ) tekniğinin hematom oluşumunu önlemedeki etkinliğini karşılaştırmayı amaçlamaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ekim 2019-Şubat 2023 tarihleri arasında derin plan yüz germe ve yüz-boyun germe uygulanan 65 hasta (56 K, 9 E) dahil edildi. Hastalar TXA verilen, hemostatik net uygulananlar, ikisi birden uygulananlar ve hiçbirinin uygulanmadığı kontrol grubu olmak üzere dört farklı grupta değerlendirildi. Hastaların demografik bilgileri, takip bulguları, postoperatif dönemde hematom veya diğer komplikasyonlar kaydedildi. Gruplar arasındaki farklılıklar istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 54’tü. Sadece TXA uygulanan hasta grubu 17 hastadan, hemostatik net uygulanan grup 9 hastadan, her ikisi uygulanan grup 21 hastadan ve kontrol grubu 18 hastadan oluştu. Toplam 6 hastada hematom görüldü. Sadece hemostatik ağ kullanılan hastalarda ve sadece TXA kullanılan hastalarda hematom insidansında sayısal bir azalma gözlense de istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). TXA ve hemostatik ağın birlikte kullanıldığı hastalarda hematom insidansı istatistiksel olarak anlamlı şekilde azalmıştır (p<0.05).
Sonuç: Traneksamik Asit ve hemostatik ağın birlikte hematom insidansını azaltmada etkili olduğu gösterildi. Hemostatik ağ kullanımı, hematom insidansında istatistiksel olarak anlamlı bir azalma ile sonuçlanmıştır. Bu önlemlerin cerrahi sonuçları iyileştirebileceği ve hastaların iyileşme sürecini hızlandırabileceği düşünülmektedir.
Background: Facelift surgery is a frequently preferred aesthetic surgery procedure to reduce the signs of aging and achieve a more youthful appearance. The incidence of complications such as hematoma is quite high among patients undergoing facelift surgery. This study aims to compare the efficacy of TXA and hemostatic net technique in terms of preventing hematoma formation in facelift surgery patients.
Patients and Method: The study included 65 patients (56 F, 9 M) who underwent deep plan facelift and face and neck lift between October 2019 and February 2023. Patients were evaluated in four different groups: TXA given, those applied hemostatic net, those applied both, and the control group applied neither. Demographic information, follow-up findings, any hematoma or other complications in the postoperative period were recorded. Differences between the groups were evaluated statistically.
Results: The mean age of the patients was 54 years. The patient group using only TXA consisted of 17 patients, the group hemostatic net applied consisted of 9 patients, the group applied both consisted of 21 patients, and the control group consisted of 18 patients. Hematoma was observed in 6 patients in total. Although a numerical decrease in the incidence of haematoma was observed in patients in whom only haemostatic net was used and in patients in whom only TXA was used, it was not statistically significant (p>0.05). The incidence of haematoma decreased that is statistically significant in patients in whom TXA and haemostatic net were used together (p<0.05).
Conclusion: Tranexamic Acid and hemostatic net both together showed to be effective in reducing the incidence of hematoma. It is thought that these measures may improve surgical outcomes and accelerate the recovery process of patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Taşkırma İçin Spinal Anestezi; Hangi Durumlarda Tercih Ediyoruz?
Rafi Doğan, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Tufan Çiçek, Cengiz İşbilen, Murat Gönen, Bülent Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Taşkırma İçin Spinal Anestezi; Hangi Durumlarda Tercih Ediyoruz?
SpInal AnesthesIa For Shock Wave LIthotrIpsy; WhIch Cases Is It Preferred In?
Bu çalışmada, spinal anestezi altında yapılan başarısız üreteroskopik taş tedavisi (URS) sonrası aynı seansta planlanan beden dışı şok dalga litotripsi (SWL) işleminde mevcut spinal anestezinin etkinliği ve güvenilirliğini değerlendirmeyi amaçladık. Kliniğimizde taş tedavisi için SWL yapılan 34 hasta çalışmaya alındı. Grup 1’e, başarısız URS sonrası SWL planlanan spinal anestezi yapılmış toplam 17 hasta alındı. Grup 2 ise sedo-analjezi altında (midazolam+fentanil) SWL uygulanmış hastalardan rasgele yöntemle seçilmiş 17 hastadan oluştu. Grup 1’deki hastalar spinal anestezi ile yapılan URS sonrası vital bulguları monitorize edilerek ameliyathaneden alınıp anestezi doktoru eşliğinde SWL ünitesine götürülmüştür. Tüm hastaların taş çapları, uygulanan maksimum enerji düzeyleri, SWL, floroskopi, derlenme ve yürümeye başlama süreleri ve taşsızlık oranlarının kayıtları alınarak istatistiksel karşılaştırmaları yapıldı. Hastaların ağrı skorları verbal analog skalası (VAS) ile değrlendirildi. Hiçbir hastada SWL sırasında hipotansiyon, bradikardi, desaturasyon ve bulantıkusma gözlenmedi. Grup 1’de maksimum enerji ortalama 56,7 mjoule, Grup 2’de ise 47,6 mjoule idi(p
In this study we evaluated the efficiency and reliability of spinal anesthesia during extracorporeal shock wave lithotripsy (SWL) after the ineffective ureteroscopic lithotripsy (URL). In our clinic for 4 years, all of 17 patients who were applied SWL under spinal anesthesia (Group 1) were received to study. Also, 17 patients were administered sedo-analgesia with midazolam and fentanyl (Group 2) were included randomly into the study. Group 1 patients were transported to the SWL unit with monitoring and observance of anesthetist under spinal block after ineffective URL. The diameter of the stones, the level of the maximal energy, SWL, fluoroscopy and recovery times, the rate of stone free were recorded. The pain assessment was performed with verbal pain scale (VPS). Any patients showed hypotension, bradycardia, desaturation and nause-vomiting. There were no significant differences related to the diameter of the stones, SWL and flouroscopy times, the rate of stone free between groups. The maximal energy was 56.7 mjoule in Group 1, 47.6 mjoule in Group 2 (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Isırılmış Laringeal Mask Airway Komplikasyonu
Hasan Ali Kiraz, Cengiz Bekir Demirel
Olgu sunumu
Özeti
Isırılmış Laringeal Mask Airway Komplikasyonu
ComplIcatIon Of BItten Laryngeal Mask AIrway
Laringeal Mask Airway (LMA) özellikle günübirlik anestezi
uygulamalarında yaygın kullanılmaktadır. LMA uygulamasının da
kendisine özgü bazı komplikasyonları vardır. Bu komplikasyonlarda
genellikle LMA’nın bütünlüğü bozulmaz. Bizim olgumuzda hasta
uyanma aşamasında LMA’nın tüp kısmını ısırdığı için LMA iki
parçaya ayrıldı. Larinkste kalan parçayı almak için hastanın çenesini
açmak mümkün olmayınca propofol verilerek hasta gevşetildi ve
LMA’nın farinkste kalan parçası çıkarıldı. Airway yerleştirildikten
sonra yüz maskesi ile solutulan hasta sorunsuz olarak uyandırıldı.
LMA’nın ısırılmasına bağlı gelişebilecek komplikasyonları önlemek
için uyanma aşamasında LMA’nın yanına küçük boy bir airway
yerleştirilmesinin önemli olduğunu kanısındayız.
Laryngeal Mask Airway (LMA) is used widely in anesthesia
practice especially in outpatient anesthesia. LMA has got some
specific complications. These complication does not generally result
in impairment of the patency of the LMA. In the case reported the
patient bit the LMA during recovery and seperated it into two part. We
were not able to open the patients mouth so therefore we administered
propofol in order to open the mouth and take the part of the damaged
LMA from the pharynx. The patient was easly ventilated with a face
mask after placing an airway and the recovery was uneventful. We
believe that it is important to place a small size airway near the LMA
for preventing complications related LMA bite.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Nöromüsküler Hastalıklarda Solunum
Baykal Tülek
Derleme
Özeti
Kronik Nöromüsküler Hastalıklarda Solunum
RespIratIon In ChronIc Neuromuscular DIseases
Amaç: Solunum kas güçsüzlüğü birçok nöromüsküler hastalığın kaçınılmaz sonucudur. Solunum fonksiyonlarındaki kötüleşme bu hastalıklardaki morbiditede ciddi artışlara neden olurken, aynı zamanda yüksek mortalite oranlarının da sorumlusudur. Bu derlemenin amacı nöromüsküler hastalıklarda solunumsal problemlerin tanı ve tedavi yaklaşımlarını özetlemektedir. Ana Bulgular: Solunum kaslarındaki yetersizlik genellikle birkaç yıl içinde yavaş bir gelişim gösterir. Başlangıçta sadece uyku sırasında kendini gösteren solunum bozukluğunu, daha sonra ciddi hipoventilasyon, kor pulmonale ve hastalığın son döneminde ciddi solunum yetmezliği izler. Solunum yetmezliğinin erken saptanması ve önleyici bakım birçok hastada sonucu ve yaşam kalitesini olumlu yönde etkiler. Bu durum; solunum fonksiyonları, solunum kas güçleri, uyku çalışmaları, evde mekanik ventilasyon, göğüs fizyoterapisi, erken antibiyotik tedavisi ve beslenme girişimlerini içeren takip ve tedavi programlarının gelişmesine yol açmıştır. Noninvazif pozitif basınçlı ventilasyon solunum yetersizliğinin iyileştirilmesinde etkilidir ve bu hastaların tedavi planını dramatik bir şekilde değiştirmiştir. Sonuç: Nöromüsküler hastalıklarda solunum fonksiyonları ve uykuyla ilgili solunum problemleri düzenli olarak takip edilmelidir. Noninvazif mekanik ventilasyon bu hasta grubundaki solunum yetmezliği tedavisi için en önemli tedavi seçeneğidir.
Aim: Respiratory muscle weakness is the inevitable consequence of many neuromuscular disorders. Deterioration in respiratory function contributes to significant morbidity and is responsible for high mortality rates with these diseases. The aim of this review to summarize diagnostic and therapeutic approaches for respiratory problems in patients with neuromuscular disorders. Main Findings: Usually, chronic respiratory failure develops slowly over a period of several years. Initially, it presents with disordered breathing that is apparent only during sleep, followed by continuous progression to severe hypoventilation, cor pulmonale and eventually frank respiratory failure in end-stage disease. Early detection of respiratory compromise and preventive care are likely to improve outcome and quality of life for many patients. This has led to the development of proactive monitoring and treatment programmes that include regular assessment of pulmonary functions, respiratory strength and sleep studies, home mechanical ventilation, chest physiotherapy, early antibiotic treatment and nutritional intervention. In particular, noninvasive positive pressure ventilation is effective in resolving respiratory failure and has dramatically changed the management of these patients. Conclusion: Pulmonary functions and sleep related respiratory problems should be followed up regularly in patients with neuromuscular disorders. Noninvasive mechanical ventilation is the most important therapeutic option for the management of respiratory failure in these patients group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalça Kırıkları Sonrası Cerrahi Zamanlamanın Ve Covid-19 Pandemisinin Mortaliteye Etkisi
Ahmet Fevzi Kekeç, Alper Kırılmaz, Haluk Yaka, Tahsin Sami Çolak, Halil Sezgin Semiz
Araştırma makalesi
Özeti
Kalça Kırıkları Sonrası Cerrahi Zamanlamanın Ve Covid-19 Pandemisinin Mortaliteye Etkisi
The Effect Of WaItIng TIme For Surgery After HIp Fractures And The CovId-19 PandemIc On MortalIty
Amaç: Bu çalışmanın amacı, kalça kırığı tanısı almış yaşlı hastalarımızda pandemi öncesi ve sonrasında
ameliyata alınma süresinin değişip değişmediğini ve bu durumun mortalitede artışa neden olup olmadığını
incelemektir.
Hastalar ve Yöntem: Mart 2019-Mart 2020 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen hastalar
pandemi öncesi dönem, Nisan 2020-Nisan 2021 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen
hastalar ise pandemi dönemi olarak kabul edildi. Her iki grup; yaş, cinsiyet, cerrahiye kadar geçen süre,
hastanede kalış süresi ve bir yıllık mortalite açısından karşıl aştırıldı.
Bulgular: Mortaliteyi etkileyen tüm faktörler incelendiğinde, ameliyata kadar geçen sürenin mortaliteyi
anlamlı olarak artırdığını gösterdi. Ameliyat için ortalama bekleme süresi tüm hastalarda 27,6±19,4
saat iken Grup 1'de 25,7±19,1 saat ve Grup 2'de 29,6±19,6 saat olup iki grup arasında anlamlı fark
vardı. (p=0.043). Mortaliteye neden olan cerrahi bekleme süresinin cut-off değeri “23.35” saat olarak
hesaplandı. Grup 1'de mortalitede anlamlı artış saptanmazken (p=0.340), Grup 2'de cerrahi gecikmenin
artması mortaliteyi anlamlı olarak etkiledi (p=0.027).
Sonuç: Bu çalışmada, yaşlı popülasyonda kalça kırığı sonrası 23.35 saatin üzerinde cerrahi başvuru
gecikmesindeki artışın bir yıllık mortalite ile doğrudan ilişkili olduğu gösterilmiştir, ayrıca pandemi
koşullarında ameliyat için bekleme süresindeki artışın direkt olarak mortaliteyi olumsuz etkileyen
faktörlerden biri olduğu düşünülmektedir .
Aim: The aim of this study is to examine whether the timing of surgery in our elderly patients with a
diagnosis of hip fracture changed before and after the pandemic, and whether this situation caused an
increase in mortality .
Patients and Methods: The patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between March
2019 and March 2020 in our hospital database were accepted as in the pre-pandemic period, and the
patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between April 2020 and April 2021 were
considered as in pandemic period. Both groups were statistically compared in terms of age, gender,
waiting time for surgery , length of hospital stay and one year mortality .
Results: When the factors af fecting mortality were examined, the time elapsed until surgery significantly
increased mortality. While the mean waiting time for surgery was 27.6±19.4 hours in all patients, it was
25.7±19.1 hours in Group 1 and 29.6±19.6 hours in Group 2 and there was a significant difference between
the two groups (p=0.043). The cut-off value of the waiting time for surgery, which caused mortality, was
determined as “23.35” hours. While no significant increase in mortality was found in Group 1 (p=0.340),
the increased delay for surgery in Group 2 affected mortality significantly (p=0.027).
Conclusion: In this study, it was found that the increase in the delay of admission for surgery over 23.35
hours in the elderly population after hip fractures was directly associated with one year of mortality
and also we think that the waiting time for surgery in the pandemic conditions is one of the factors that
negatively af fect mortality in these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
Elif Yıldırım Ayaz, Memduha Boyraz, Miraç Vural Keskinler, Ayşe Naciye Erbakan, Aytekin Oğuz
Araştırma makalesi
Özeti
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
DIabetes Unawareness In PatIents HospItalIzed Other Than Internal MedIcIne ServIces And Related Factors: A Cross-SectIonal MultIdIscIplInary Study
Amaç: Yirmibirinci yüzyılda pandemi haline gelen diyabet hastalığı tüm branşları ilgilendirmektedir. Amacımız dahiliye dışı servislerde yatan hastalarda HbA1c bakılması ile tanı konmamış diyabet prevalansını belirlemek ve diyabet farkındalığının olmaması ile ilişkili faktörleri değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya dahiliye servisleri dışında yatan, 18 yaş ve üzeri, antropometrik ölçümleri yapılabilecek olan 630 hasta alınmıştır. Katılımcıların sosyo-demografik özellikleri, komorbiteleri kaydedilmiştir. Antorpometrik ölçümleri, açlık kan glukozu ve HbA1c ölçümleri yapılmıştır. Bilinen diyabet tanısı olmayıp yatışı sırasında HbA1c değeri ≥ 6,5% olanlar diyabet farkındalığı olmayanlar olarak adlandırılmıştır. Bilinen diyabeti olanlar, diyabet farkındalığı olmayanlar ve diyabeti olmayan gruplar arasındaki farklılıklar incelenmiştir.
Bulgular: Çalışma 20.04.2017-31.12.2017 tarihleri arasında yapılmıştır. Hastaların yaş ortalaması 58,04±18,56 olup %54,6’sı (n=344) erkektir. Bilinen diyabeti olanların sayısı 190 iken (%30,2), 396 (%62,9) kişinin diyabeti yoktur, 44 (%7) hastada ise bilinmeyen diyabet saptanmıştır. Diyabeti olan 234 hastanın %18,8’i (n:44) diyabet olduğunu bilmemektedir. Diyabet farkındalığı olmayanların 45 yaşın altında olması oranı (%11,4), bilinen diyabet grubundakilerden (%3,7) daha yüksektir (p<0,01); yine erkek olması oranı da daha yüksektir (%68’e karşı %47,9, p:0,15). Diyabet farkındalığı olmayanların fazla kilolu olması oranı (%56,8) bilinen diyabet (%37,9) ve diyabeti olmayanlardan (%39,1) daha yüksektir (sırasıyla p:0,36, p<0,01). Üç grup arasında eğitim düzeyleri açısından farklılık saptanmamıştır. Komorbidite varlığı oranı bilinen diyabeti olanlarda (%89,5), diyabet farkındalığı olmayanlardan (%75) daha yüksektir ( p:0,01). Tüm diyabeti olanlar lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Erkek cinsiyet (OR:2.33), <45 yaş (OR:3.35), aşırı kilolu olma (OR:2.16) ve komorbidite olmaması (OR:2.83) bilinmeyen diyabet ile ilişkilidir.
Sonuç: Hastanede iç hastalıkları servisi dışında yatmakta olan hastaların %7’sinde tanı konmamış diyabet saptanmıştır. Tüm diyabetlilerin %18.8’i diyabet olduğunu bilmemektedir. Yatan hastalarda HbA1c ile diyabet taraması yapmak, özellikle <45yaş, erkek , fazla kilolu ve komorbiditesi olmayan hastalara özellikle dikkat etmek, bilinmeyen diyabeti saptamaya yardımcı olabilir.
Bu çalışma NCT04694326 kayıt numarasıyla Protokol Kayıt ve Sonuçları Sistemi’ne (Clinicaltrials.gov PRS) kaydedilmiştir
Aim: Diabetes, which has turned into a pandemic in the twenty-first century, concerns all branches of medicine. This study aims to investigate the prevalence of diabetes unawareness by checking HbA1c in patients hospitalized in clinics other than internal medicine and evaluate the factors associated with them.
Patients and Methods: The study included 630 patients hospitalized outside internal medicine services at or over the age of 18 whose anthropometric measurements could be made. The sociodemographic properties and comorbidities of the patients were recorded. Their anthropometric measurements, fasting blood glucose and HbA1c measurements were made. Those without a known diabetes diagnosis but with an HbA1c value of ≥6.5% were grouped as diabetes unaware. The differences among known diabetes, diabetes unaware and no diabetes groups were examined.
Results: The study was conducted between 01.03.2017 and 31.12.2017. The mean age of the patients was 58.04±18.56, while 54.6% (n=344) were male. The number of the patients with known diabetes was 190 (30.2%), 396 (62.9%) did not have diabetes, and unknown diabetes was detected in 44 (7%). Among the 234 patients with diabetes, 18.8% (n:44) had diabetes unawareness. The rate of those under the age of 45 in the diabetes unaware group (11.4%) was higher than that in the known diabetes group (3.7%) (p<0.01). Again, the rate of the male sex was also higher among the same individuals (68% vs 47.9%, p:0.15). The rate of overweight in the diabetes unaware group (56.8%) was higher than those in the known diabetes (37.9%) and no diabetes (39.1%) groups (respectively, p:0.36, p<0.01). There was no significant difference among the three groups in terms of educational levels. The rate of comorbidity presence was higher in the known diabetics (89.5%) than the diabetes unaware group (75%) (p:0.01). All patients with diabetes were evaluated by logistic regression analysis. The male sex, age<45 years, being overweight and absence of a comorbidity were associated with diabetes unawareness.
Conclusion: Undiagnosed diabetes was detected in 7% of the patients. Among all diabetic patients, 18.8% had diabetes unawareness. Conducting diabetes screening with HbA1c in inpatients and paying special attention to those under 45, males, overweight patients and those without comorbidities may help detect unknown diabetes.
This study was retrospectively registered at the Protocol Registration and Results System (Clinicaltrials.gov PRS) with the registration number NCT04694326.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toraks Yaralanmaları Tedavisinde Konservatif Ve Cerrahi Yaklaşım
Ali Ersöz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Tayfun Göktoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Toraks Yaralanmaları Tedavisinde Konservatif Ve Cerrahi Yaklaşım
Conservatıve And Surgıcal Approach In The Treatment Of Thoracıc Injurıes
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında 1983-1988 yılları arasında tedavi gören 378 göğüs travması değerlendirildi. Vakaların 281 (%74.3)'ü künt göğüs travması 97 (%25.7)'si delici kesici alet yaralanmasına bağlı idi. 8 (% 2.2) hastaya acil torako-tomi dışında tedavide konservatif kalındı. Total morrtalite % 5.3 idi.
Between 1983-1988 378 patients with thoracic trauma were admitted to the Department of Thoracic and Cardiovascu-lar Surgery, Selçuk University School of Medicine. In 74.3 percent of the cases cause was blunt injury and 25.7 percent due to penetrating trauma. In majority of the patients treatment was Conservative. Only 2.2 percent of the cases had emergency thorocotomy. Overall mortalıty rate was 5.3 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geniş Anterior Palatal Fistüllerin Dil Flepleri İle Rekonstrüksiyonu
Zakaria Aziz, Naouar Ibnouelghazi, Jinane Kharbouch, Salma Aboulouidad, Nadia Mansouri Hattab
Araştırma makalesi
Özeti
Geniş Anterior Palatal Fistüllerin Dil Flepleri İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of Large AnterIor Palatal FIstulae UsIng Tongue Flaps
Amaç: Dil, yarık damak fistüllerinin kapatılması için en uygun donör bölgesidir. Bu prospektif çalışmanın amacı, dil flep tekniğinin etkinliğini yeniden değerlendirmekti.
Hastalar ve Yöntemler: 2015-2017 yılları arasında anterior tabanlı dil flebi ile rekonstrüksiyon yapılan 4 yarık hasta incelendi. Flebin fistülü kapatma yeteneği, ameliyattan en az 1 yıl sonra kalan dil şekli ve konuşma gelişimi (hastanın öz değerlendirmesi ve ebeveynlerin görüşü) gibi değişkenler değerlendirildi.
Bulgular: Tip IV palatal fistül ve bir tip V ile başvuran 4 hastanın damak fistülleri dil flebi ile çift katmanlı şekilde kapatıldı. Hastaların ortalama yaşı 68,5 idi. İlk malformasyon 2 hastada tek taraflı komple damak yarığı ve diğer 2 hastada damak velar yarıktı. Fistüllerin boyutu 7 ila 12 mm arasında değişmekteydi. Ortalama 18 aylık takip süresinde hastaların tamamında dil estetiği ve fonksiyonunda tam iyileşme görülürken, fistül nüksü olmadı.
Sonuç: Dil flepleri, mükemmel vaskülariteleri nedeniyle yarık damak cerrahisinde kullanılır ve sağladıkları büyük miktarda doku, dil fleplerini, önceki cerrahi tarafından yaralanan damaklardaki büyük fistüllerin onarımı için özellikle uygun hale getirmiştir. Palatal fistüllerin kapatılması için bunu güvenilir bir cerrahi teknik olarak öneriyoruz.
Aim: The tongue is a most suitable donor site for the closure of cleft palate fistulae. The aim of this prospective study was to reassess the efficacy of tongue flap technique.
Patients and Methods: 4 cleft patients who underwent reconstruction by anteriorly based tongue flap between 2015 and 2017 were studied. Variables such as flap's ability to close the fistula, the remaining tongue shape at least 1 year after surgery, and speech improvement (patient's self-assessment and parents’ opinion) were evaluated.
Results: 4 cases presenting with type IV palatal fistulae and one type V were operated on using a double-layer closure with tongue flap. The average age at the time of the intervention was 68,5 years. The initial malformation was a complete unilateral cleft for 2 patients, and a palate velar cleft for the 2 others. The size of the fistulas was variable in length (7 to 12 mm). The procedure was successful as no recurrence of fistula was noticed at an average follow-up of 18 months, with full recovery of tongue esthetic and function.
Conclusion: Tongue flaps are used in cleft palate surgery because of their excellent vascularity, and the large amount of tissue that they provide has made tongue flaps particularly appropriate for the repair of large fistulas in palates scarred by previous surgery. We recommend this as a reliable surgical technique for the closure of palatal fistulas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Günümüzde Rektum Kanserinde Radyoterapinin Yeri
Güler Yavaş, Çağdaş Yavaş
Derleme
Özeti
Günümüzde Rektum Kanserinde Radyoterapinin Yeri
Current Status Of RadIotherapy For Rectal Cancer
Kolorektal kanser günümüzde önemli bir sağlık problemi olmaya devam etmektedir. Cerrahi alandaki gelişmelere paralel olarak uygulanan adjuvan ve neoadjuvan tedavilerdeki ilerlemeler sayesinde lokal kontrol ve genel sağkalımda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu derlemenin temel amacı rektum kanseri tedavisinde günümüzde kaydedilen ilerlemeleri literatür bilgileri doğrultusunda tartışmaktır. Rektum kanserinde cerrahi vazgeçilmez bir tedavi seçeneğidir. Cerrahiye adjuvan (postoperatif) veya neoadjuvan (preoperatif) uygulanan (kemo) radyoterapi ile tedavi başarısı artmaktadır. Yapılan çalışmalar doğrultusunda preoperatif (kemo) radyoterapi lokal kontrol ve sfinkter korunması açısından daha üstündür. Ancak preoperatif kısa dönem radyoterapi ile uzun dönem kemoradyoterapinin etkinlik açısından farklılığını gösteren prospektif randomize bir çalışma yoktur. Günümüzde rektum kanserinde preoperatif (kemo) radyoterapinin genel sağkalım ve lokal kontrol açısından postoperatif tedaviye göre üstünlüğü ispatlanmıştır. Ancak preoperatif kısa dönem radyoterapi ile uzun dönem kemoradyoterapinin etkinliğini karşılaştıran yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
Colorectal cancer remains a significant health problem today. In parallel to the developments in the field of surgery, improvements in adjuvant and neoadjuvant treatment modalities lead to increase in both local control and overall survival times. The main purpose of this review is to discuss the current treatment options of rectal cancer with literature data. Surgery is an essential treatment option for rectal cancer. Treatment success for rectal cancer has been increasing by the help of neoadjuvant (preoperative) or adjuvant (postoperative) modalities. According to the recent studies, preoperative (chemo) radiation therapy is superior to postoperative treatment in terms of local control and sphincter preservation. However, there is not enough data regarding to the difference between the efficacy of shortterm preoperative radiotherapy and long-term chemoradiotherapy. Today, for the treatment of rectum cancer, preoperative (chemo) radiotherapy is superior to postoperative (chemo) radiotherapy in terms of overall survival and local control. However, new prospective randomized trials should be designed to compare the short term and long term preoperative (chemo) radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mahmut Mutlu, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Ömer Şafak, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
The Results Of TranspedIcular FIxatIon Of Unstable Thoracolumbar Vertebral Fractures
Nisan-1990 ve Mayıs-1997 tarihleri arasında 101 hastanın vertebra kırıkları cerrahi olarak tedavi edildi. Ortalama takip süresi 27 ay idi. Yetmiş erkek ve 31 bayan hastanın ortalama yaşı 35.9 olarak bulundu. En sık birinci lumbar vertebra etkilenmişti. 94 burst kırığı, 22 kompresyon kırığı, 4 kırıklı-çıkık ve 1 emniyet kemeri yaralanması tespit edildi. Nörolojik durum, 59 hastada Frankel-E, 14 hastada Frankel-A düzeyindeydi. Ortalama lokal kifoz açısı24 derece ve anterior kompresyon yüzdesi %40.7 idi. Ortalama spinal kanal tutulumu %44.5 olarak bulundu. Ame liyatlar ortalama dörtbuçuk gün içinde yapıldı. Ameliyat sonrası tüm hastalarda korse kullanıldı. Komplikasyonlar; bir hastada sreprospinal sıvı fistülü, iki yüzeyel enfeksiyon ve bir bası yarası olarak gözlendi. Nörolojik kaybı olan onsekiz hasta kısmi olarak, iki hasta ise tam olarak düzeldi. Bu kırıkların tespitinde 394 transpediküler vida kul lanıldı. Otuzbir vida eğilmesi, 9 vida kırılması ve 19 vida yer değiştirmesi tespit edildi. Transpediküler fiksasyon to- rakolumbar vertebra kırık cerrahisinde etkili bir tedavi yöntemi olarak bulundu. Sonuç olarak, iyi seçilmiş vakalarda vertebra kırıklarının posterior yaklaşımla cerrahi tedavisi, komplikasyonları ol makla birlikte etkili bir tedavi metodu olarak bulundu.
Betvveen April 1990 and May 1997, 101 patients with unstable thoracolumbar vertebral fractures were treated operatively. The mean follow-up was 27 (3-66) months. There were 70 men and 31 women. The mean age was 35.9 (18-69) years. Etiology was falling from a height in most of them (56.4%). The delay from the original trauma to the presentation ranged from 2 hours to 7 days. First lumbar vertebra was affected mostly (35.5%). According to the Deniş classification, there were 94 burst fractures, 22 compression fractures, 4 fracture-dislocations and one seat-belt injury. Fiftynine patients had Frankel type E, and 14 had Frankel type A neurologic status. The me- dium angle of local kyphosis was 24° and the percentage of anterior compression was 40.7%. The percentage of average spinal canal involvement was 44.5%. The average time after the trauma till the operation was 4.5 days (6 hrs-20 days). The mean operative time was 135 minutes and 2.8 units of whole blood transfusion was used on the average, intraoperatively. Postoperative bracing was applied to ali of the patients. One CSF fistula, two su- perficial infections and one pressure sore were noted as early complications. Eighteen patients with neurologic deficits had partial, and two patients had full recovery. 394 transpedicular screvvs vvere used and there vvere 31 (7.8%) bent screvvs, 9 (2.2%) screvv breakages and 19 (4.8%) screvv migrations. Transpedicular fixation was found to be an effective method for thoracolumbar vertebral fracture surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Görevli Hemşirelerin Aıds Konusundaki Bilgi Ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
Tahir Kemal Şahin, Fatih Kara, Onur Ural
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Görevli Hemşirelerin Aıds Konusundaki Bilgi Ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Aıds Knovvledge And AttItude Of Nurses VvorkIng In Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal
Bu çalışmada, hemşirelerin AIDS’in özellikleri, bulaşma ve korunma yolları konularındaki bilgi ve tutumlarının incelenmesi amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde görevli 236 hemşireye Mart 1999’da bir anket uygulanmıştır. Hemşirelerin yaş ortalamaları 24.3 ± 4 .3 bulunmuştur. Yaklaşık 1/3’ü AIDS konulu bir eğitim programına katıldığını belirtmiştir. % 52.1 ’i HIV (+)'liği ile AIDS hastalığı arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Kondomsuz cinsel temasla HIV geçişinin olabileceğini söyleyenlerin oranı % 89.0 iken, ora! seksle geçiş olabileceğini söyleyenlerin oranı % 56.8 olarak saptanmıştır. HIV (+) hastaya yaklaşımınız nasıl olur sorusuna % 54.2'si "Koruyucu önlemler alarak gerekeni yaparım" demiştir. Hemşirelerin % 6.8’i infekte bir enjektörün, iğne ucu enjektörden çıkartılmadan, kapak kapatılmadan atılması gerektiğini, % 68.6’sı infekte kesici aletlerin delinmeye dirençli kutulara atılması gerektiğini söylemiştir. % 82.6’sı kendilerini HIV infeksiyonu yönünden risk altında gördüğünü, % 20.3’ü de sağlık personelinin AIDS’ti bir hastaya tıbbi müdahale yapmayı kabul etmeme hakkı olması gerektiğini söylemiştir. Hemşirelerin bilgi puan ortalamalarının 66.7 ± 9 .7 olduğu, bilgi yetersizliğinin en çok korunma yolları konusunda olduğu bulunmuştur. Hastayla sürekli yakın temasta bulunan hemşirelerin AIDS hastalığının bulaşma ve korunma yolları konusunda yeterli, doğru ve güncel bilgiye sahip olabilmeleri için planlı ve sürekli eğitim almaları gerekmektedir.
İn this study, investigation of the knovvledge and attitudes of the nurses about the characteristics of AIDS, spreading ways and prevention was aimed. Totally 236 nurses vvorking in Selçuk University Medical Faculty Hospital were included in this study and vvere intervievved in March 1999. The mean age of the nurses was 24.3 ± 4.3. Nearly 1/3 of the nurses declared that they had participated some educative programs about AIDS previously. 52.1 % of the nurses claimed that there was no difference betvveen having HIV or AIDS disease. 89.0 % of the nurses said that HIV transmission is possible with sexual course vvithout using condom and 56.8 % said that HIV transmission is possible vvith oral sex. The question of "How do you act to an AIDS patient" was ansvvered as "I take preventive measures" by 54.2 % of the nurses. 6.8 % of the nurses said that injectors must be discarded vvithout removing its needle and vvithout closing its cover, 68.6 % said that infected incising tools must be put into resistant boxes. 82.6 % evaluated herself as under the risk of HIV, 20.3 % said that they must have right to refuse medical applications to an AIDS patient. The mean knovvledge score of the nurses vvas 66.7 ± 9.7. The majority of the knovvledge deficiency vvas about the vvays of AIDS prevention. The nurses are generally vvorking very close to the patients. So, they should be educated periodlcally about transmission and prevention of AIDS disease to get correct, adequate and updated knovvledge about it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çekum Divertikülit Perforasyonuyla Eş Zamanlı Retroçekal Apandisit
Kazım Gemici, Yıldıray Dal, Feridun Koyuncu
Olgu sunumu
Özeti
Çekum Divertikülit Perforasyonuyla Eş Zamanlı Retroçekal Apandisit
SImultaneous Cecal DIvertIculItIs PerforatIon And Retrocecal
appendIcItIs
Olgumuz apandisit ön tanısı konulan ancak ameliyatta çekum
divertikül perforasyonuyla karşılaştığımız bir vakaydı. Ayrıca
diseksiyona devam edildiğinde retroçekal subseröz yerleşimli
apandisit tespit edildi. Nadir görülen lokalizasyondaki bir apandisitin
aynı anda çekum divertikül komplikasyonu tespit edilen hastalarda
gözden kaçabileceğini vurgulamak için bu vakayı sunmak istedik.
Çekum divertikülleri nadir görülen bir lezyon olmakla birlikte
komplikasyon geliştiği zaman, semptomları akut apandisit ile
benzerlik gösterdiğinden dolayı tanı ve tedavi açısından bazı
zorluklarla karşılaşılır. Fizik muayene ile akut apandisitten hemen
hemen hiç ayırt edilemez ve radyolojik görüntüleme yöntemleri de
çoğu kez yetersizdir. Bu nedenle tanı genellikle ameliyat sırasında
konulur. Akut apandisit, akut batının en sık sebeplerinden birisidir.
Apendektomi de karın içi acil cerrahi müdahaleler arasında en fazla
yapılan ameliyattır. Akut apandisit tanısında iyi alınan bir anamnez
ile yapılacak dikkatli ve iyi bir fizik muayene oldukça önemlidir.
Bunun yanı sıra çeşitli laboratuvar ve görüntüleme tekniklerinden
de yararlanılabilir. Apendiks farklı lokalizasyonlarda yerleşmesine
rağmen retroçekal bölge bunlar içerisinde nadir görülen alanlardan
birisidir. Sağ alt kadran ağrısıyla acil servise başvuran hastalarda
başta apandisit olmak üzere hastanın yaş ve cinsiyetine göre birçok
hastalık akla gelmelidir. Bu hastalıkların aynı anda bulunabileceği
ve dolayısıyla ameliyat sırasında eksplorasyonun eksiksiz yapılması
gerekmektedir.
Our case was pre-diagnosed with appendicitis but during the
surgery it was seen that the patient had cecal diverticulum perforation.
Further, as the dissection continued appendicitis with retrocecal
subserous localization was identified. The goal of our study is to
underline the possibility that appendicitis in a rare localization can be
overlooked in patients diagnosed with simultaneous cecal diverticulum
complications. Although cecal diverticulum is a rare lesion, there
are some difficulties regarding its diagnosis and treatment since
its symptoms are similar to acute appendicitis when there is a
complication. It can hardly be differentiated from acute appendicitis
through physical examination and radiological imagining methods are
mostly insufficient. Therefore, patients are generally diagnosed intraoperatively.
Acute appendicitis is one of the most frequent causes of
acute abdomen. Appendectomy, too, is the most frequently performed
surgery among intraabdominal emergency surgical procedures. A
good anamnesis and a careful and sufficient physical examination
are very significant in the diagnosis of acute appendicitis. Alongside
these, various laboratory and imaging techniques can be utilized.
Although the appendix can be seen in different localizations, the
retrocecal site is one of the rare localizations among all. In patients
presenting to the emergency departments with complaints of right
lower quadrant pain, many diseases, led by appendicitis, based
on the patient’s age and sex should be taken into consideration.
The possibility that these diseases may co-exist should always be
remembered and, therefore, intra-operational exploration should be
performed thoroughly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
Meryem Aktan, Gül Kanyılmaz, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
PrognostIc Factors And Treatment Results In HIgh Grade GlIal Tumors: SIngle Center ExperIence
Amaç: Yüksek gradlı glial tümör tanısıyla cerrahi sonrası radyoterapi ve kemoterapi uygulanan hastaların genel özelliklerini, sağkalım sürelerini ve buna etki eden prognostik faktörleri incelemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Dosya takip bilgileri olan 166 olgunun verileri geriye dönük olarak incelendi. Çalışmaya grad 3 Anaplastik astrositom ve grad 4 Glioblastome multiforme tanısı histopatolojik olarak doğrulanmış olgular dahil edildi. Hastalara küratif radyoterapive eşzamanlı±adjuvan Temozolamid kemoterapisi uygulandı. Bulgular: Hastaların %73’ü erkek, %27’si kadındı ve ortanca yaş 57 idi. %21 hasta anaplastik astrositom, %79 hasta ise glioblastome multiforme tanılıydı. %40 hastaya total, %49 hasta subtotal olarak opere edilmiş, %11 hastadan ise tanı amaçlı sadece biopsi alınmıştı. Radyoterapi öncesi hastaların ortanca Karnofski performans değeri 90 idi. Hastaların %37 sine 3 boyutlu konformal radyoterapi uygulanırken %63 hasta yoğunluk ayarlı radyoterapi tekniğiyle tedavi edildi. %92 hastaya radyoterapiyle eşzamanlı Temozolamid uygulandı. Hastaların takip süresi ortanca 15 aydı. Genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için ortanca 82 ay, glioblastome multiforme için 15.5 aydı (p <0.001). 1,2 ve 5 yıllık genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için sırasıyla %77, %59 ve %55, glioblastome multiforme için ise sırasıyla %59, %33 ve %4 bulundu. <50 yaş hastalarda ortanca genel sağkalım 39.3 ay iken ≥50 yaşda 12.4 ay bulundu (p<0.001). Operasyon şekline göre genel sağkalım, total çıkarılanlarda 33.2 ay, subtotal çıkarılanlarda 13.8 ay, biopsi alınanlarda 4.9 ay bulundu (p=0.00). Performansı < 70 olanlarda genel sağkalım 8.1 ay iken, ≥70 olanlarda genel sağkalım 22.3 aydı (p=0.00). Üç boyutlu konformal radyoterapi uygulananlarda genel sağkalım 12.9 ay iken yoğunluk ayarlı radyoterapi uygulananlarda 21.5 aydı (p=0.005). Radyoterapi dozu < 60 Gy uygulananlarda genel sağkalım 7.8 ay iken 60 Gy verilenlerde 21.7 aydı (p=0.00). Eşzamanlı Temozolamid kullananlarda ortanca sağkalım 18.4 ay, kullanmayanlarda ise 7.2 ay olarak bulundu (p=0.03). Sonuç: Sonuç olarak hastanın tanısı, yaşı, operasyon şekli, performansı, radyoterapi dozu, kemoterapi kullanımı sağkalım üzerine olumlu etkisi gösterilmiş olup sonuçlarımız literatür ile uyumludur.
Aim: The aim of the present study was to evaluate the general characteristics, survival time and prognostic factors affecting the high grade glial tumor after radiotherapy and chemotherapy. Patients and Methods: Data of 166 patients were retrospectively analyzed. Included histopathologically confirmed cases were grade 3 anaplastic astrocytoma and grade 4 glioblastoma multiforme. Patients were treated with curative radiotherapy and simultaneous ± adjuvant Temozolamide. Results: 73% of the patients were male, 27% were female and the median age was 57 years. 21% were anaplastic astrocytomas, 79% were glioblastom multiforme. 40% of the patients were total, 49% of the patients were subtotally operated and 11% of the patients had only biopsy for diagnostic purposes. The median Karnofski performance score of the patients before radiotherapy was 90. 3-dimensional conformal radiotherapy was applied to 37% of the patients, 63% of the patients were treated with intensity-adjusted radiotherapy technique. Simultaneous Temozolamide was administered with 92% of patients’ radiotherapy. The median follow-up time was 15 months. Overall survival rates were 82 months for anaplastic astrocytoma and 15.5 months for glioblastome multiforme (p <0.001). Overall survival rates at 1, 2, and 5 years were 77%, 59%, and 55% for anaplastic astrocytoma and 59%, 33%, and 4% for glioblastome multiforme, respectively. Median overall survival in patients aged <50 years was 39.3 months, while age ≥50 years was 12.4 months (p <0.001). Overall survival according to operation pattern was 33.2 months in total exposures, 13.8 months in subtotal resections, and 4.9 months in biopsies (p = 0.00). Overall survival was 8.1 months with a performance of <70, while overall survival was 22.3 22.3 months with ≥70 (p = 0.00). Overall survival was 12.9 months in patients who underwent three-dimensional conformal radiotherapy and 21.5 months in patients undergoing intensity-adjusted radiotherapy (p = 0.005). Overall survival was 7.8 months when applied to radiotherapy dose <60 Gy and 21.7 months when given 60 Gy (p = 0.00). Median survival was 18.4 months and 7.2 months, respectively, using concurrent Temozolamide (p = 0.03). Conclusion: In conclusion, the patient’s diagnosis, age, operative form, performance, radiotherapy dose, chemotherapy usage and survival were positive and our results are compatible with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adlı Tıp Acısından Av Tufeklerının Onemı
Akif İnanıcı, Bülent Üner, İshak Gürsel Günaydın
Araştırma makalesi
Özeti
Adlı Tıp Acısından Av Tufeklerının Onemı
Importance Of Shotguns ConcernIng ForensIc MedIcIne
Tüm dünyada oldugu gibi, iilkemizde de atecli si-lahlarla iclenen surlar onemli bir yere sahiptir. Ate li silahlarla iflenen suclar arastnda ise ozellikle ktrsal kesimde av tiifeginin kullantldtgt olaylar °I-thaca biiyia bir orandathr. Bu tiir olaylartn ori-jininin saptanmast kin av tufegi ye filegi yapistnin iyi hilinmesi gerekmektedir. Boylelikle meydana ge-tirilen yarantn yorumlanmast ile olaytn orijininin sap. tanmast miimkan olacakttr. Bu califmada, av tii-fegi ve hakkinda genet bilgiler verildigi gibi, olaytn orijinini saptama •alltmalaruun temelini olu§turan att§ mesafesi saptanmastnda gikoniinde bulunduritIntast gereken kriterler de actklanmtotr.
As all over the world, crimes commited with fi-rearms are widely spread in Turkey. Particulary in the rural areas, crimes commited by shotguns are common. To have accurate knowledge about a shot-gun and a shotgun shell is essential for judicial pro-ceedings. Correct investigation of wound will help the origin of case. In this study not only general in-formation about shotgun and shotgun shell but also fundamentals off ring distance which may help for-ming the criterias of case have been given.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Urıner Sıstem Enstrumentasyonlarında Profılaktık Antıbıotık Kullanımı
Şenol Ergüney, Ali Acar, Recai Gürbüz
Araştırma makalesi
Özeti
Alt Urıner Sıstem Enstrumentasyonlarında Profılaktık Antıbıotık Kullanımı
Use Of AntImIcrobIal ProphylaxIs In Lover Um-Nary Tract InstrumenIlIon
Alt iiriner sisters enstrumentasyonu uygulanan 36 hastada rutin antibiotik profilaksisi yapildi. Oft kor plasebo kontrollii calimada, iic grin guide tek dog 1 gr, Cehah.)xin ile yine iic gun gunde iic sefer alinan 100 ins. Nitrofurantoin tedavileri kar-ilagirildt. Her lilac da, entriimentasyon sonrasi Uri-ner enjeksiyonlarin onlenmesinde plasebodan daha etkiliydi (P>0.003.). iki ilac arasinda etkinlik aci-suulan arzeden bin Park yoktu, ancak Nit-rofurantoin grubundaki yan etkiler Cephalexin gnu-buna gore daha fazla ye onemli bulundu. Ayrrca Cephalexin'in gunde bir kez kullamm 'emayrsla avantaj sagladigi görüldü.
Routine antibiotic prophylaxin was performed in 36 patients undergoing lower urinary tract ins-trumentation. A three day course of a once a day of 1 g of Cephalexin was compared with a three day co-urse of 100 mg. of Nitrofurantoin three times a day, in a blinded placebo contolled study. Both drugs were significantly more efeective in preventing pos-tinstrumentation urinary tract infections than pla-cebo (P>0.003). Differences in efficacy between the two drugs were not significant; however, side effects in the Nitrofurantoin group more frequent and im-portant than those in Cephalexin group. Cephalexin also offered the advantage of a once daily dosing schedule.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Malign Hastalıklarda Otolog Hematopoietik Kök Hücre Nakli-12 Yıllık Deneyim
İbrahim Kartal, Ayhan Dağdemir, Oğuz Salih Dinçer, Murat Elli, Canan Albayrak
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Malign Hastalıklarda Otolog Hematopoietik Kök Hücre Nakli-12 Yıllık Deneyim
Autologous HematopoIetIc Stem Cell TransplantatIon In PedIatrIc MalIgnant DIseases: 12 Years Of ExperIence
Amaç: Bu çalışmada yüksek riskli pediatrik solid tümör hastalarında uyguladığımız otolog hematopoietik
kök hücre tedavisinin (OHKHT) etkinlik ve güvenilirliğini 12 yı llık tecrübemizle paylaşmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2009-Temmuz 2021 tarihleri arasında Çocuk Kemik İliği Nakil Ünitesi'nde 18
yaş altı OHKHT yapılan pediatrik maligniteli hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Ortanca yaşı 7,8 (0,5-18) yıl olan 51 hasta (24 kız, 27 erkek) çalışmaya dahil edildi: sırasıyla
nöroblastom, ewing sarkomu, hodgkin lenfoması, hodgkin dışı lenfoma, germ hücreli tümör ve yumuşak
doku sarkomu olan 20, 15, 8, 4, 2 ve 2 hasta vardı. Hastaların nötrofil ve trombosit engraftman ortanca
süreleri sırasıyla 11 (8-45) gün ve 16 (4-62) gün ve ortanca hastanede kalış süresi 38 (17-67) gün idi.
Tüm hastalarda ortanca takip süresi 2.83 (0.12-10.81) yıl ve genel sağkalım %51.3±10.3; Ewing sarkomu
ve nöroblastom olgularının ortanca takip süreleri ve sağkalım oranları sırasıyla 2,63 (0,12-10,55) yıl ve
% 64,2 ±14,9 ve 2,81 (0,31-7,91) yıl ve %42,8±12 idi. Nöroblastom hastalarında; karboplatin, etoposid,
melfalan (CEM) hazırlık rejimi olarak alan 4 hastanın tümü ölürken, hazırlık rejimi olarak busulfan ve
melfalan (Bu/Mel) rejimi alan 16 hastanın 6'sı öldü: Bu/Mel grubunun ortanca takip süresi 3.08 (0.32-7.91)
yıl ve genel sağkalım %55,1±13,8 idi (p:0,001).
Sonuç: Hasta sayımızın sınırlı olmasına rağmen, kliniğimizde Ewing sarkomu ve nöroblastom
olgularımızda elde edilen verilerde ve literatürde OHKHT'nin yapılmayan hastalara göre daha iyi sağkalım
sağladığı görülmektedir.
Aim: In this study, we discuss the efficacy and safety of autologous hematopoietic stem cell transplantation
(AHSCT) for high-risk pediatric solid-tumor patients based on 1 2 years of experience.
Patients and Methods: The data of patients aged < 18 years with pediatric malignancies who underwent
AHSCT between January 2009 and July 2021 at the Pediatric Bone Marrow Transplant Unit were evaluated
retrospectively.
Results: Fifty-one patients (24 girls and 27 boys; median age, 7.8 years; range: 0.5–18 years) were
enrolled in the study; 20, 15, 8, 4, 2, and 2 patients had diagnoses of neuroblastoma, Ewing’s sarcoma,
Hodgkin’s lymphoma, non-Hodgkin’s lymphoma, germ cell tumor, and soft tissue sarcoma, respectively.
The median neutrophil and platelet engraftment times were 11 (8–45) and 16 (4–62) days, respectively,
and the median hospital stay was 38 (17–67) days. The median follow-up time was 2.83 (0.12–10.81)
years and the overall survival (OS) rate was 51.3 ± 10.3% for all patients; the median follow-up times
and survival rates for the Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases were 2.63 (0.12–10.55) years and
64.2 ± 14.9%, and 2.81 (0.31–7.91) years and 42.8 ± 12%, respectively. All four patients who received
the conditioning regimen of carboplatin, etoposide, and melphalan (CEM) died; 6 of 16 neuroblastoma
patients who received the busulfan and melphalan (Bu/Mel) regimen as a conditioning regimen died: the
median follow-up period of the Bu/Mel neuroblastoma patients was 3.08 (0.32–7.91) years and the OS
rate was 55.1 ± 13.8%.
Conclusion: Although the number of patients in this study was limited, AHSCT resulted in better survival
for Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases than reported for those who did not undergo AHSCT in
our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
Ruhuşen Kutlu, Selma Çivi, Melih Cem Börüban, Ayşe Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
DepressIon And The Factors AffectIng The QualIty Of LIfe In Cancer PatIents
Bu tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, kanserli hastalarda depresyon ve yaşam kalitelerini değerlendirmek amacı ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilimdalında 1-30 Mart 2008 tarihlerinde tedavi gören 102 kanserli hasta oluşturmuştur. Yaşam kalitesini ölçmek için WHOQOL-Brief kullanılmıştır. Depresyon durumu Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile değerlendirilmiştir. Hastaların %57.8’i erkek (n=59), %42.2’si kadın (n=43), yaş ortalamaları 49.7±15.2 idi. Hastaların BDÖ ortalaması 12.4±9.9 (min=0, max=48) olarak tespit edildi. BDÖ’ ne göre sırasıyla %47.1’i (n=48) normal, %21.6’sı (n=22) hafif, %18.6’sı (n=19) orta, %12.7’si (n=13) şiddetli derecede depresyonda idi. Kanserli hastaların cinsiyeti, mesleği, eğitimi ve medeni durumu depresyonu etkilememişti (p>0.05). Yaşam kalitesi skorları ile depresyon durumu karşılaştırıldığında genel sağlık ve yaşamdan memnuniyet (p=0.000), genel sağlık ve yaşam kalitesi (p=0.000), fiziksel sağlık (p=0.011), sosyal ilişkiler (p=0.000), psikolojik sağlık (p=0.000) ve çevre alanı (p=0.000) depresyon olmayanlarda depresyon olanlara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek idi. Kanser hastalarının yaşam kalitelerinin ölçülmesi hem hastalığı daha iyi tanımamıza yardım edecek, hem de tedavi yanıtlarının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon major sorunlar olup, bunların üstesinden gelmek için bu problemleri anlamak gerekir ve psikolojik yardım esastır.
This descriptive and cross sectional study was conducted to assess the depression and the quality of life (QoL) in cancer patient. The sample of the study consisted of 102 the patients with cancer, treated at Medical Oncology Department of, between 1-30 March 2008. WHOQOL –Brief was used to evaluate the patients’ quality of life. Depression status was evaluated with Beck Depression Inventory (BDI). Of the interviewees, 57.8% were male (n=59), 42.2% were female (n=43), and the mean age was 49.7± 15.2. The mean value of Beck depresyon was found as 12.4±9.9 (min=0, max=48). According to the BDI, 47.1% (n=48) were normal, 21.6% (n=22) mild, 18.6% (n=19) moderate and 12.7% (n=13) were severely depressed respectively. The gender, occupation, education and marital status of the people with cancer had not effected the depression (p>0.05). When we compared the QoL scores and depression status, there was a significant difference in perception of overall health and the satisfaction from life (p=0.000), general health and quality of life (p=0.000), physical health (p=0.011), social relationships (p=0.000), psychological health (p=0.001)) and environmental (p=0.000) between the depressive people and non-depressive ones statistically. Assessing quality of life in cancer patient will provide better understanding of the disease and will improve the evaluation of the therapy response. Anxiety and depression are the major concerns in cancer patient and it is necessary to understand these problems in order to cope with them, and psychological aid is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İkinci Işeme Sistoüretrografisinde Dilate Reflüyü İşaret Eden Parametreler
Ahmet Midhat Elmacı, Muhammet Irfan Donmez
Araştırma makalesi
Özeti
İkinci Işeme Sistoüretrografisinde Dilate Reflüyü İşaret Eden Parametreler
Factors That Would IndIcate The DIagnosIs Of DIlatIng Vur In The Second Vcug
\r\n AMAÇ
\r\n
\r\n Bu çalışmanın amacı ilk işeme sistoüretrografisi (İSUG) normal olup ikinci bir işeme sistografisine gerek duyulan hastalarda dilate vezikoüreteral reflü (VUR) tanısına işaret edebilecek faktörleri tanımlamaktır.
\r\n
\r\n MATERYAL VE METOT
\r\n
\r\n Hastanemizde takipli hastalardan 2012 – 2017 yılları arasında işeme sistouretrografisi çekilmiş olanlar geriye dönük olarak tarandı. Birden fazla İSUG çekilen hastalar belirlendi. Bu hastalar içinden ilk İSUG sonucu normal olup da takipte tekrar İSUG çekilen hastalar çalışmaya dahil edildi. İlk İSUG sonucu normal olmayanlar (vezikoüreteral reflü, posterior uretral valv, divertikül vb.) dışlandı. Dahil edilen gruptaki hastalar yaş, cinsiyet, alt üriner sistem bozukluğu (AÜSB), renal skar varlığı, tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığı, anormal ultrasonografi bulguları (mesane anormallikleri, hidronefroz) ve teknik problem faktörleri (işeme fazı yokluğu vb.) açısından değerlendirildi. İkinci İSUG çekilmesini işaret eden faktörü belirlemek için Mann-Whitney U (sürekli veriler için) ve ki kare (kategorik veriler için) kullanıldı.
\r\n
\r\n BULGULAR
\r\n
\r\n Çalışmamızda toplamda 25 hastaya ikinci kez İSUG yapıldığı saptandı (19 kız, 6 erkek; ortalama yaş 6 ± 3 yıl). İki İSUG arasında gecen medyan zaman 12 ay (1-72 ay) olarak bulundu. Hastaların 11’inde ikinci İSUG’da VUR saptanırken bunların 7 tanesi (%28) dilate VUR (≥ grade 3) idi. Ayrıca bu 7 hastanın 6’sinda VUR çift taraflıydı. Bakılan faktörler arasından yalnızca tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu dilate VUR saptanması açısından anlamlıydı (p=0,049). Teknik problemlere bağlı ikinci İSUG çekilmiş olan hastaların hiçbirinde VUR saptanmadı.
\r\n
\r\n SONUÇ
\r\n
\r\n İlk İSUG sonucu normal olmasına rağmen ikinci ISUG çekilmesi gereken vakaların %28’inde dilate VUR saptanabilmektedir. İdrar yolu enfeksiyonu, dilate vezikoüreteral reflüyü işaret edebilecek tek faktör olarak bulunmuştur. İlk İSUG sonucu normal bulunan hastalarda tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığında tekrar İSUG çekilmesi önerilmektedir.
\r\n
\r\n PURPOSE
\r\n The aim of this study is to analyze if there were any factors that would indicate the diagnosis of dilating vesicoureteric reflux (VUR) (≥ grade 3) in the second voiding cystourethrogam (VCUG) of children with a normal first VCUG.
\r\n
\r\n MATERIAL AND METHODS
\r\n Patients who underwent VCUG between 2012 and 2017 were retrospectively reviewed. Within the cohort, patients who required more than one VCUG were abstracted and those with an abnormal first VCUG (VUR, posterior urethral valve, etc.) were excluded. Factors such as; age, gender, lower urinary tract dysfunction (LUTD), renal scarring, recurrent urinary tract infection, abnormal ultrasonography findings (bladder abnormalities/variable degrees of hydronephrosis), and technical problems (absence of voiding phase) were noted. Mann-Whitney U test was used for continuous variables whereas Chi Square test was used for categorical values.
\r\n
\r\n RESULTS
\r\n A total of 25 patients were found to have undergone more than 1 VCUG (19 girls, 6 boys; mean age 6 ± 3 years). Median time period between the two VCUGs were 12 months (range 1 – 72 months). VUR was detected in 11 patients, while dilating VUR was discovered in 7 patients. Among those, 6 patients were diagnosed with bilateral VUR. Recurrent UTI was found to be the only factor that would indicate dilating VUR in the second VCUG (p=0,049). Interestingly, no VUR was detected in cases that were performed after a first VCUG with inadequate technique.
\r\n
\r\n
\r\n CONCLUSION
\r\n
\r\n Recurrent UTI was shown to be the sole factor that would indicate the diagnosis of dilating VUR in the second VCUG. In our study, 28% patients with a normal first VCUG were shown to have dilating VUR in the second study. Therefore, in recurrent febrile UTI, second VCUG should be considered in patients with a normal previous imaging.
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
Durmuş Deveci, Filiz Şanlı Yılmaz, Yakup Güven, Metin Acıel, Ahmet Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
The Effects Of IschaemIa And Overload On Muscle Mass And FIbre SIze Över TIme.
Amaç: Bu çalışma; değişik zaman süreçlerinde, iskemik ve normal koşullarda ekstensor dijitorum longus (EDL) ve ekstensor hallusls proprius (EHP) kasları aşırı yüklendiği zaman, kas hipertrofisinin nasıl etkilendiğini ve ayrıca aynı kas İçerisindeki farklı çaptaki kas liflerinin buna nasıl bir cevap verdiğini gözlemlemek üzere planlanmıştır. Yöntem: Deneylerde 87 erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar kontrol, iliak arterin bağlanmasıyla oluşturulan iskemik, TA kasının çıkarılmasıyla diğerlerinden EDL ve EHP’nin üzerine ek yükün bindiği aşırı yüklenen (AY), ve aşırı yükle nen ve aynı zamanda iskemik (AY+I) olan olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Histolojik İncelemeler kriyostad kesitler üzerinde yapıldı. Bulgular: EDL de ilk dört hafta boyunca hipertrofiye aynı oranda cevap gözlendi (P<0.05), küçük kas EHP de ise bu süre içerisinde zamanla artan oranlarda hlpertrofi meydana geldi (P<0.01). Altıncı haftada ise EDL kasındaki hipertrofik artış diğer zaman dilimlerinden daha fazlaydı. Aynı kas İçerisinde A Y ile oluşturulan hipertrofiye, küçük çaplı kas lifleri, büyük çaplı olanlara göre daha fazla cevap verdi (P<0.01), ve büyük çaplı kas liflerindeki hipertrofi anlamsız olurken atrofi ise anlamlı olarak ortaya çıktı. İskemi EDL kasında her zaman atrofiye neden olurken, EHP kasında ise atrofi anlamsızdı. A+l kasda kısa sürelerde ortaya çıkan hipertrofideki artışlar AY’e göre daha az olurken 6. haftada bu artış her iki kasta da eşitlendi. Bunun olası nedenleri arasında yeni kan damarlarının oluşması (anjiyojenezis) gösterilebilir. Sonuç: Aynı işlevli kaslardan biri alındığı zaman geride kalan lardan küçük olanı daha fazla hipertrofiye olmakta ve aynı kas içerisinde de küçük liflerin hipertrofisi daha fazla olmaktadır. Ayrıca, iskemik kaslarda atrofiyi önleyebilmek ve anjiyojenezisi stimüle edebilmek için sıçanların AY+I kaslarında görüldüğü gibi egzersizin ilk dönemlerinde ağrının oluşmasına rağmen kontrollü olarak kasların kul lanılmasının gerekliliği vurgulandı.
Purpose: Extensor digitorum longus (EDL) and extensor hallucis proprius (EHP) muscles were overloaded in Ischaemic and normal muscle in order to determine how muscle hypertrophy occurred under these conditions, and to vvhat extend fibres of different size in the same muscle responded to overload during different time courses. Methods: İn this experiment 87 male rats were used and divided into control (C), ischaemic (I) achieved by unilateral ligation of the common iliac artery, overloaded (O) achieved by unilateral ablation of the synergist tibialis anterior, and overloaded plus ischaemic (O+l) groups. Histological analysis was performed on cryostat sections. Results: İn EDL hypertrophy occurred at the same level during the first 4 vveeks (P<0.05 vs. O), while in the smaller EHP hypertrophy occurred progressively över this time (P<0.01). After 6 vveeks, hypertrophy of the EDL was clearly greater than at earlier time points. İn the EDL muscle the response to hypertrophy was greatest in the smaller muscle fibres (P<0.01). VVhile hypertrophy was not signlficant in the larger fibres, atrophy was significant during ischaemia (P<0.01). VVhen overloaded muscle was made ischaemic there was less hypertrophy compared to non-ischaemic muscle during the first 4 weeks but it reached the same level by 6 vveeks, possibly due to angiogenesis in this time. Conclusions: There was greater hypertrophy in the smaller muscle vvhen a synergist muscle was removed, and there was also greater hypertrophy in the smaller fibres vvithin same muscle. İt is postulated that in order to prevent atrophy and stimulate angiogenesis in the ischaemic muscle, as vvas shovvn in the O+l muscle, careful exercise is reçuired although possible pain during the initial period may limit the response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
Salim Güngör, Hüseyin Üstün, Mustafa Tunç, Filiz Avşar, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
OverIn SertolI-LeydIg Cell Tumors
Buçalışmada 6 Sertoli-Leydig hücreli over tümörü vakası histopatolojik ve klinik özellikleri ile sunuldu. Bu vakalar iyi-orta-kötü diferansiasyon gösteren vakalar olarak 3 grade'e ayrıldı. Bir vakada retiform diferansiasyon saptandı. Hiç bir vakada heterolog elemanlar bulunamadı.
In this article, we presented six ovarian Sertoli-Leydig cell turııors with histopatologic and clinical features. This cases classified in 3 grades as: well, intermediate and poorly dillerantiation. There was retiforrn dıfferentiation in only one case. We couldn't encounter heterolog elements in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Başarısız Perianal Fistül Tedavisi Nedeni: Perianal Endometriozis
Mehmet Biçer, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Başarısız Perianal Fistül Tedavisi Nedeni: Perianal Endometriozis
Reason Of FaIled PerIanal FIstula Treatment: PerIanal EndometrIosIs
Endometriozis; endometrial dokunun uterus dışında başka bölgeye yerleşmesidir. En sık periton, overler, douglas ve rektovajinal septumda yer almakla birlikte vücutta birçok bölgeye yerleşebilir. Olgumuz 26 yaşında mükerrer başarısız perianal abse ve fistül cerrahisi sonrası değerlendirildi. Hastada perianal bölgede ağrı, şişlik ve akıntı mevcuttu. Cerrahi esnasında perianal bölgesindeki sertlik mevcuttu. Sertlik total olarak eksize edildi. Histopatolojik incelemede endometriozis olarak değerlendirildi. Endometriozisin alışılagelmiş yerleşim lokalizasyonlarından farklı bölgelerde oluşabileceği akılda tutulmalıdır.
Endometriosis is theplacement of theendometrialtissue in anotherpart of the body. Most commonly involved in peritoneum, ovaries, douglas and rectovaginal septum. It can be placed in many parts of the body. Our case was evaluated at 26 years of age after failed perianal abscess and fistula surgery. The patient has pain, swelling and discharge in the perianal region. The stiffness in the perianal region was seen during surgery. The stiffness was totally excised. Histopathological examination revealed endometriosis. It should be kept in mind that endometriosis may occur in different regions from the usual localization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezinde Akrabalık İlişkileri
İshak Özkan, Nazmiye Kaya, Said Bodur, Rahmi Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezinde Akrabalık İlişkileri
The KInshIp In Konya
Çalışma, S.Ü. Aile Araştırma ve Uygulama Merkezince, 1996 yılında, Konya il merkezindeki aile-akrabalık ilişkileri, akrabalarla görüşme sıklığı, yardımlaşma ve sorunları paylaşma durumunu belirlemek amacıyla yapıldı. Veriler, evli 539 kişiye 27 soruluk bir anket uygulanarak elde edildi ve Minitab ve Sx programlarında değerlendirildi. Görüşme sıklığı, yardımlaşma ve sorunlarını paylaşma gibi konulardaki akraba ilişkilerinde kadınlar ve erkekler arasında önemli farklılıklar saptandı.
This study was performed to determine relationships among relatives in Konya, by the Family Research Çenter of Selçuk University, in 1996. A questionnaire of twenty-seven questions applied to 539 married subjects. Significant differences were found betvveen male and female in frequency of contact, cooperation and support on overcoming problems in the family.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İki Vaka Nedeniyle Sifiliz Ve Condylomata Lata
Hüseyin Tol, Hüseyin Endoğru, Şükrü Balevi, Alaalldin Atalık, Ayfer Özkardeş, Müfide Bozkürk
Araştırma makalesi
Özeti
İki Vaka Nedeniyle Sifiliz Ve Condylomata Lata
Two Cases Of SyphIlIs And Condylomata Lata
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar grubuna giren sifiliz, tüm dünyadave ülkemizde önemini korumaya devam etmektedir. Son yıllarda, sifiliz vakalarında bir artma eğiliıni gözlenmektedir. Bu eğilimin sebepleri arasında sos-yal, ekonomik ve ahicşki faktörleri sayabiliriz. Sifiliz ikinci devir lezyonlarından Kondilomata lata ve diğer bulgulan taşıyan 2 olgu konunun önemi nedeniyle takdim edildi.
Syhilis, in the group of sexuallY transmitted di-seases, maintains its importance' over the world and in our countm Iiı recent years, a trend tv increase iıt. cases of syphilis has been observed. Among causes of this trend are social, ecoıtomic and moral factors. Two cases with Condylomata lata and other symptoms of secondarv svphilis vere presemed be-cause of the importance of the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
Said Bodur, Yasemin Durduran, Hasan Küçükkendirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
The Assesment Of Level Of Health Related Knowledge Of Teachers Of Health EducatIon
Bu çalışmada, ortaöğretim kurumlarında sağlık bilgisi dersine giren ve girmeyen öğretmenlerin sağlıkla ilgili temel konulardaki bilgi düzeyinin karşılaştırılması amaçlandı. Bu kesitsel çalışma, 2011 yılında Konya il merkezindeki tüm ortaöğretim okullarında yapıldı. Örneklem, sağlık bilgisi dersine giren ya da sağlıkla ilgili kulüplerde rehberlik yapan tüm öğretmenler ile en az aynı sayıda diğer derslere giren öğretmenlerden oluşturuldu. Veriler anketör gözetiminde kendi kendine doldurulan bir anket yardımıyla toplandı. Anketin ilk bölümü demografik bilgilerle ilgili olup ikinci bölüm sağlığı koruma, geliştirme, aşılar, bulaşma, beslenme, sağlıklı davranış biçimleri, ergen sağlığı, sık karşılaşılan sağlık problemlerinde ilk yaklaşım, gibi konulardaki bilgileri değerlendiren 35 sorudan oluşturuldu. Genel sağlık bilgi düzeyi, her konu için “bilen 2”, “kısmen bilen 1” ve “bilmeyen/boş 0” olacak şekildeki kodlanıp yüzlük puana dönüştürülerek değerlendirildi. Veri analizinde t testi ve varyans analizi kullanıldı. Çalışmaya katılan 314 öğretmenin yaş ortalaması 39±8 yıl olup % 55’i erkek, % 45’i kadın ve % 90’ı evli idi. Katılımcıların % 39’u sağlık bilgi dersine giren ya da sağlıkla ilgili bir kulüpte rehber öğretmenlik yapan, % 61’i ise diğer derslere giren öğretmenlerdi. Ortalama puan; sağlık bilgisi dersine giren grupta (56±16) diğer öğretmenlere (43±14) göre daha yüksekti (P
This study was aimed to compare the knowledge levels of health education teachers with others in basic health subjects. This crosssectional study was performed in all high schools in Konya city center in 2011. The sample consisted of teachers who taught health education or counseled in health related clubs and same number of teachers of other lessons. Data were obtained by a questionnaire filled by teachers themselves under the supervision of interviewer. First part of the questionnaire was about demographic information while the second consisted of 35 questions evaluating the knowledge about protection, improvement, vaccines, contagion, diet, healthy behavior, adolescent health, first approach to frequently encountered health problems, etc. Overall level of health knowledge was assessed by summing the points for each subject, 2 for known, 1 for partially known and 0 for unknown/blank, and converting them to percentage. T test and variation analysis were used for data analysis. The mean age of 314 teachers participated in the study was 39±8, 55% of them were males, 45% were females and 90% were married. 39% of the participants consisted of health education teachers and guide teachers of health related clubs, 61% were the teachers of other lessons. The average score was higher in health education group (56±16) than the other teachers (43±14). The knowledge score was also higher in female teachers and graduates of health related faculties (biology, physical education, child development). Teaching health education or counseling in a health related club increases the general knowledge level of teachers. In writers’ opinion, improving the knowledge level of teachers in health might help students to acquire positive behaviors about health as the current level is not adequate and significant number of wrong answers was present.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kernikteruslu Hastalarda Büyüme Hormonu Düzeylerinin İncelenmesi
Tamer Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Kernikteruslu Hastalarda Büyüme Hormonu Düzeylerinin İncelenmesi
InvestIgatIon Of Grovvth Hormone In PatIents VvIth KernIcterus.
Bilirübin ensefalopatisi veya kernikterus, indirek bilirübinin beyini etkilemesi ile ortaya çıkar. Bunun sonucunda bazı hastalarda beyin felci ve sağırlık gelişir. Bu çalışma kernikterusun önceden araştırılmamış bir yönünü, büyüme üzerine etkisini incelemek amacı ile gerçekleştirildi. Araştırmada, yenidoğan (YD) döneminde kernikterus teşhisi konulanlar (22 vaka), kan değişimi yapılıp kernikterus belirtisi olmayanlar (18 vaka), sadece fototerapi uygu lananlar (14 vaka ) ve YD döneminde sarılık geçirmemiş çocuklar (15 vaka) ortalama 21 aylıkken incelendi. Bütün vakalara tam kan, tam idrar, kan şekeri ve büyüme hormonu(BH) tahlilleri yapıldı. Büyüme hormonu tayini için bütün vakalara L-Dopa uyarı testi uygulandı. Kernikterus teşhisi konulan gruptaki 6 hastada belirgin sinir sistemi bozukluğu vardı. Bunların 5’ inde büyüme ger iliği tesbit edilirken, diğer gruplardaki hiçbir vakada büyüme geriliği yoktu (p<0.01). L-Dopa uyarı testi sonuçları 0. ve 90. dakikadaki BH seviyesinin kernikterus teşhisi konulanlarda diğerlerine göre düşük olduğunu gösterdi (p<0,05). Araştırmamız kernikterus geçirmiş vakalarda büyüme geriliği görülebileceği, bunun nedenlerinden birinin de beslenme bozukluğu ve hormon değişikliklerine ait olabileceğini düşündürmüştür. Hormon değişikliklerinin tam olarak anlaşılabilmesi için başka çalışmalar gerekmektedir.
Bilirübin encephalopathy or kernicterus is a neurologic syndrome resulting from the deposition of uncongugated bilirübin in brain celis. Features of kernicterus may include cerebral palsy and deafness. The purpose of this research was to investigate the effects of kernicterus on grovvth and grovvth hormone. Our research included 22 patients with kernicterus, 18 patients vvho had exchange transfusions but having no features of kernicterus, 14 patients who had only phototherapy, and 15 patients vvho had no jaundice during neonatal period vvho vvere inves- tigated at 21 months old (mean age). Ali patients had complete blood count, urine analysis, glucose, and grovvth hormone. We observed overt neurologic abnormalities in 6 patients vvith kernicterus. There vvas grovvth retardation in 5 of 6 infants vvith neurologic abnormalities. There vvas no grovvth retardation in other patients. Our research has indi- cated that there may be grovvth retardation in patients vvith kernicterus and the reason for this may be nutritional disorders. More investigations must be done in order to understand the abnormalities in grovvth hormone in patients vvith kernicterus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
Mine Şahingöz, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
AnalysIs Of PatIents Who AdmItted To The ChIld And Adolescent OutpatIent ClInIc In A UnIversIty HospItal
Çalışmamızda çocuk ve ergen psikiyatrisine başvuran hastaların belirti ve tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine 2002 -2007 tarihleri arasında başvuranların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların başvuru şikayetleri incelendiğinde, en sık görülen yakınmaların sinirlilik, aşırı hareketlilik, alt ıslatma, kekeleme, sıkıntı hissi olduğu belirlendi. DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan değerlendirmelerde 2082 hastanın (% 86.8) herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı aldığı görüldü. En sık görülen tanılar sırasıyla anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygudurum bozuklukları, dışa atım bozuklukları, iletişim sorunları, mental retardasyondur. Olguların %20,1’i birden fazla tanı almıştır. Sık görülen komorbid durumlar enürezis ve depresyon idi. Mental retardasyon-enürezis, enürezis-DEHB, depresyon-anksiyete bozukluğunun en sık birlikte görüldüğü belirlendi. Olguların yaklaşık üçte birine psikotrop ilaç reçetelenmiştir. Çalışmamızda saptanan bulgular çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında tedavi hizmetlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilir.
To evaluate symptoms and diagnosis of patients who presented to the child and adolescent psychiatric outpatient clinic. Medical records of patients admitted to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic at Selcuk University Meram Faculty of Medicine between 2002 and 2007 were studied retrospectively. When admisson complaints of cases were reevaluated the most frequent symptoms were nervousness, over-activity, ürine to miss, stuttering and feeling of distress. According to the DSM-IV diagnoses, 2082 (%86.8) cases had any psyciatric disorder. The most common diagnosis were anxiety disorders, attention deficit hyperactivity disorder, mood disorders, enuresis, relationship problems and mental retardation, respectively. Of the cases, 20.1 % were diagnosed with multiple conditions. The most frequent comorbid diagnoses were enüresis and depression. The most frequent comorbid diagnoses were mental retardation-enüresis and enüresis-attention deficit hyperactivity disorder and depression-anxiety disorders. Approximately one-third of subjects were prescribed psychotropic medications. Our findings may be helpful in improving treatmentservices in child and adolescent psychiatry
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
Aslı Akyol Gürses, Figen Güney, Bülent Oğuz Genç, Betigül Yürüten
Olgu sunumu
Özeti
16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
16 Years Hıstory Of Presyncope: An Unexpected Presentatıon Of Myotonıc Dystrophy
Miyotonik distrofi, erişkin çağın en sık görülen musküler distrofisidir. Hastalığın nörolojik bulguları tipik olmakla birlikte; kardiyak ve sistemik semptomların baskın olduğu olgularda tanı güçleşebilir. 16 yıldır süregelen presenkop atakları nedeniyle ilk olarak kardiyoloji bölümüne başvuran 46 yaşındaki erkek hasta, son dönemde belirginleşen yürüme güçlüğü şikayeti tanımlaması üzerine nöroloji bölümüne yönlendirilmişti. Detaylı nörolojik muayene ve elektrofizyolojik inceleme sonrasında hasta tip 1 miyotonik distrofi tanısı aldı. Mevcut olgu, sebebi bilinmeyen kardiyak ileti defekti, aritmi ve kardiyomiyopatiyle prezente olan hastalarda; özellikle de eşlik eden silik veya aşikar nörolojik şikayetler varlığında, nörolojik değerlendirmenin önemini ve gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu tip olguların ayırıcı tanısında nöromuskuler hastalıklar da akılda tutulmalıdır ve doğru tanısal değerlendirme için multidisipliner yaklaşım esastır.
Myotonic dystrophy is the most common muscular dystrophy of adulthood. Neurological manifestation of the disease is typical, however diagnosis could be challenge in patients presentig with predominant cardiac or systemic symptoms. 46 year old male was suffering from presyncope attacks for 16 years, and first examined by a cardiologist. Because of the recent complaints including walking difficulty, he was referred to neurology department. Following a detailed neurological examination and electrodiagnostic workup, he was finally diagnosed myotonic dystrophy type 1. The case highlights the necessitiy of neurological consultation in patients who present with conduction defects, arythmias or cardiomyopathies of unknown origin, accompanied by overt or subtle neurological symptoms. In such patients, neuromuscular disorders should be considered in the differential diagnosis; and in order to provide thorough diagnostic evaluation, multidisciplinary approach is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
Suna Kabil Kucur, İlay Gözükara, Havva Yılmaz, Ayşenur Aksoy, Eda Ülkü Uludağ, Hülya Uzkeser, Yasemin Kaya, Esra Ademoğlu, Ayşe Çarlıoğlu, Şenay Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
CorrelatIons Of VItamIn D Level WIth Hormonal And BIochemIcal
parameters In PolycystIc Ovary Syndrome
Polikistik over sendromu (PKOS) hastalarında 25(OH)D
düzeyi ve bunun hormonal ve biyokimyasal parametrelerle ilişkisini
değerlendirmek. Çalışmaya Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesine
Mayıs - Ekim ayları arasında başvurmuş 33 PKOS tanısı almış hasta
ve 42 yaş ve vücut kitle indeksi (VKİ) uyumlu kontrol grubunu içeren
toplam 75 olgu katılmıştır. Erken folliküler fazda 12 saat açlık sonrası
total testosteron (TT), serbest testosteron (fT), 25 Hidroksi D vitamini
(25(OH)D), Dihidroepiandrostenedion sülfat (DHEAS), LH, FSH, tiroid
stimulan hormon (TSH), kortisol ve 17αOH-progesteron, açlık kan
şekeri (AKŞ) ve insülin için kan örneği alındı. HOMA-IR (açlık kan
şekeri x açlık insülini / 405) hesaplandı. PKOS hastalarında kontrol
grubuna göre 17αOH progesteron ve 25(OH)D seviyeleri istatistiksel
olarak anlamlı düşük bulundu (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT,
insulin, ACTH ve DHEAS seviyeleri PKOS grubunda anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur (p<0.01). 25(OH)D düzeyi ile PKOS, LH/FSH,
TT, fT, DHEAS ve FGS arasında negatif korelasyon izlenirken,
25(OH)D seviyesi ile yaş, VKİ ve insülin direnci arasında anlamlı
bir korelasyon bulunmadı. Çalışmamızda PKOS grubunda kontrol
grubuna göre vücut kitle indeksinden bağımsız olarak D vitamini
düzeyinin istatistiksel olarak ciddi düşük olduğu gözlendi. 25(OH)D
seviesinin hiperandrojenik tablo ile korele olduğu gözlendi. Düşük
serum 25(OH)D düzeyinin PKOS hastalarında semptomları arttıracağı
düşünülebilir. PKOS’ un yönetiminde D vitamini takviyesinin hormonal
ve klinik parametrelere etkisini araştıran geniş girişimsel çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır.
To investigate the level of 25(OH)D and association between
25(OH)D level and hormonal-biochemical parameters in Polycystic
ovary syndrome (PCOS). Thirty three patients diagnosed with PCOS
and 42 age- body mass index (BMI) matched control group admitted
to Bolge Training and Research Hospital from May to October were
included in the study. Serum total testosterone (TT), free testosterone
(fT), 25(OH)D, dihydroepiandrostenodione sulphate, LH, FSH, thyroid
stimulating hormone (TSH), cortisol, 17αOH-progesterone, fasting
glucose, insulin levels were evaluated after 12 hour fasting. HOMA-IR
(fasting glucose level x fasting insülin / 405) was calculated. Serum
17αOH progesterone and 25(OH)D levels were significantly lower in
PCOS group (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT, insulin, ACTH,
and DHEAS levels were significantly higher in PCOS group (p<0.01).
There was statistically significant negative correlation of 25(OH)D
levels with PCOS, LH/FSH, TT, fT, DHEAS ve FGS. There was no
statistically significant correlation between 25(OH)D levels and age,
body mass index and insulin resistance. The results of this study
indicated that vitamin D deficiency is highly prevalent among women
with PCOS independent of body mass index. We also demonstrated
that vitamin D deficiency was correlated with hyperandrogenism in
PCOS women. Low serum 25(OH)D levels might exacerbate PCOS
symptoms. Large intervention trials are needed to evaluate the effect
of vitamin D supplementation on hormonal and clinical parameters in
PCOS women.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
Kemal Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
A New And Sımple Test For Dıfferentıatıon Of Some Serıous Dıseases
Son 20 yılda tüberkülozun serolojik teşhisi üzerinde çalışırken, bir kişide tüberküloz, kanser, lösemi ve lenfoma dahil olmak üzere ciddi bulaşıcı ve süpüratif hastalıklardan herhangi birine sahip olup olmadığını bir dakika içinde gösterebilen çok basit bir test geliştirdim. Bu test temel olarak, yüzgeçten elde edilen bir damla kanın bir lam üzerine yerleştirilmesi, içine iki farklı çözeltinin her birinin bir damlasının eklenmesi ve karışımda küçük kırmızı bir reçetenin olup olmadığının gözlemlenmesinden oluşur.
While working on the serological diagnosis of tuberculosis over the last 20 years I developed a very simple test that can show in one minute whether a person has any of the serious infectious and suppurative dis-eases including tuberculosis, cancer, leukemia and lymphoma or not. This test basically consists of placing a drop of blood obtained from the fin-gertip on a slide, adding a drop of each of two different solutions into it and observing whether a small red presipitations occur in the mixture or not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 Enfeksiyonu İle İlişkili Yetişkinlerde Multisistemik İnflamatuar Sendrom (mıs-A); Literatür İncelemesi
Duygu İlke Yıldırım
Derleme
Özeti
Sars-Cov-2 Enfeksiyonu İle İlişkili Yetişkinlerde Multisistemik İnflamatuar Sendrom (mıs-A); Literatür İncelemesi
Adult MultIsystem Inflammatory Syndrome (mıs-A) AssocIated WIth Sars-Cov-2 InfectIon; LIterature RevIew
SARS-CoV-2’nin tanımlanmasından bu yana COVID-19 hastalığı sonrası çocuklarda ortaya çıkan ve
Kawasaki hastalığını taklit eden multisistem inflamatuar bir sendrom (MIS-C) İngiltere’de Nisan 2020’de
bildirilir iken, yetişkinlerde ortaya çıkan COVID-19 ile ilişkili multisistem inflamatuar sendrom (MIS-A)
Haziran 2020’de bildirilmiştir. MIS-A hastalarının literatürde 50 yaşına kadar olduğu bildirilmiş olup MIS-C
ile karşılaştırıldığında altta yatan bazı sağlık koşullarına sahip olma ve yakın dönemde tanımlanabilir bir
solunum yolu hastalığı geçirmiş olma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan MIS-A hastaları ile MIS-C
hastaları örtüşen birçok klinik özelliğe sahiptir fakat MIS-A’da kardiyak disfonksiyonun ciddiyeti, tromboz
insidansı ve MIS-A mortalitesi daha yüksek olabilir. MIS-C/A’da nötrofili, lenfopeni ve trombositopeninin
yaygın olarak bulunduğu açık olmakla beraber bu özellikler troponin ve BNP/NT-proBNP’deki yükselmelerle
birlikte hastalık aktivitesinin ölçüleri olarak kabul edilmişti r.
Since the identification of SARS-CoV-2, a multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) that appears in
children after COVID-19 disease and mimics Kawasaki disease was reported in the UK in April 2020,
while it is associated with Covid-19 in adults. Multisystem inflammatory syndrome (MIS-A) was reported
in June 2020. MIS-A patients have been reported to be up to 50 years of age in the literature and are more
likely to have some underlying health condition and have recently had an identifiable respiratory disease
compared to MIS-C. On the other hand, MIS-A patients and MIS-C patients have many overlapping clinical
features, but the severity of cardiac dysfunction, incidence of thrombosis, and MIS-A mortality may be
higher in MIS-A. While it is clear that neutrophilia, lymphopenia, and thrombocytopenia are common in
MIS-C/A, these features, together with elevations in troponin and BNP/NT-proBNP, have been considered
measures of disease activity .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rokuronyum Ve Cisatrakuryum'un Oluşturduğu Nöromüsküler Bloğun Karşılaştırılması
Aybars Tavlan, Alper Yosunkaya, Sema Tuncer, Ahmet Topal, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Rokuronyum Ve Cisatrakuryum'un Oluşturduğu Nöromüsküler Bloğun Karşılaştırılması
ComparsIon Of Neuromuscular Blockade Caused By RocuronIom And CIsatracurIum
Çalışmamızda cisatrakuryum ile rokuronyumun nöromüsküler blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Fakültemiz etik kurul onayı alınan, ASA l-ll grubundan 26 erişkin hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar rastgele iki gruba ayrıldı. Anestezi indüksiyonu 2 mg/kg fentanil +5mg/kg tiyopental sodyum ile sağlandı. I.gruba 0.1mg/kg cisatrakuryum, II.gruba 0.6mg/kg dozda rokuronyum endotrakeal entübasyon için verildi. Anestezi idamesi % 1-1.5 isofturan + %50 N2O/O2 ile yapıldı. Hastalar operasyon öncesi Mallampati, operasyon sırasında ise entübasyon kalitesi yönünden Goldberg ve Cromach tesleri ile değerlendirildi. Nöromüsküler bloğa ait etkinin başlama zamanı (T95), klinik etki süresi (T25), derlenme indeksi (T25-75) kaydedildi. Verilerin istatistiksel analizinde Unpaired Student’s t testi ve Mann VVhitney U testi kullanıldı (P<0.05). Gruplar arasında demografik ve hemodinamik veriler, derlenme indeksi, entübasyon kalitesi açısından fark yoktu (P>0.05). Entübasyon zamanı ve klinik etki süresi grup ll'de kısa olarak bulundu (P<0.05). Rokuronyum ve cisatrakuryum yeterli kardiyovasküler stabilite ve entübasyon koşulları sağlamasına rağmen hızlı entübasyon gerektiren durumlarda rokuronyumun tercih edilebileceği kanaatine vardık.
n this study, we aimed to compare the effects of cisatracurium besilat and rocuronium bromide on neuromuscular block. After Faculty Ethic Committee approval, 26 adult patients from ASA l-ll class were included to the study. Patients were randomly divided into two groups. Anaesthesia induction was realized by 2mg/kg alfentanil + 5 mg/kg thiopental. Patients in group I (n:13) received 0.1 mg/kg cisatracurium, patients in group II (n:13) 0.6 mg/kg rocuronium for intubation. The maintenance of anaesthesia was done by 1-1.5 % isoflurane + 50/50 %, N2O/O2. Patients were evaluated by "Mallampati scale" before operation and by " Goldberg and Cromach scale" during operation for assesment of intubation quality. The onset of action (T95), duration of action (T25) and recovery time (T25-75) of neuromuscular blockade were recorded. Unpaired student’s t test and Mann-Whitney U test were used for statistical analysis (px0,05). There were no differences betvveen the two groups with respect to hemodynamics parameters, recovery time, quality of intubation and demografic datas (p>0,05). The onset of action and the duration of action of neuromuscular blockade were shorter in group II (p<0,05). IVe conclude that althought both cisatracurium and rocuronium provide sufficient cardiovascular stability and intubation conditions, rocuronium may be choosen at situations which is required rapid intubation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjonktival Lezyonların Histopatolojik Analizi: 10 Yıllık Deneyim
Sıddıka Fındık, Nazlı Türk, Selman Belviranlı, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Mehmet Uyar
Araştırma makalesi
Özeti
Konjonktival Lezyonların Histopatolojik Analizi: 10 Yıllık Deneyim
HIstopathologIcal AnalysIs Of ConjunctIval LesIons: A 10 Year ExperIence
Amaç: Konjonktiva; çeşitli neoplastik yada nonneoplastik lezyonların gelişebileceği bir bölgedir. Bu çalışmada amaç konjonktival lezyonların histopatolojik olarak analizini yapmak ve prevalansını tespit etmektir.
Gereçler ve yöntem: 2009-2019 yılları arasında patoloji laboratuarına gelen 401 olguya ait konjonktiva biyopsileri retrospektif olarak incelendi. Olgular histopatolojik olarak nonneoplastik ve neoplastik lezyonlar olarak 2 gruba ayrıldı. Neoplastik lezyonlar benign, premalign ve malign lezyonlar olarak alt gruplara bölündü. Lezyonların görülme oranları ile gruplara göre yaş ve cinsiyet dağılımı analiz edildi.
Bulgular: 401 olguya ait serimizde yaş ortalaması 49.89±21.75 olup olguların 209 (%52.1) u erkek, 192 (%47.9) i kadın idi. 296 (%73.8) olguda nonneoplastik,105 (%26.2) olguda neoplastik lezyon tespit edildi. Nonneoplastik lezyonlarda yaş ortalaması 50.79±19.34, neoplastik lezyonlarda ise 47.34±27.39 idi. Neoplastik lezyonlardan 64’ü (% 60.2) benign, 17’si (%16.2) premalign, 24’ü (%22.6) malign idi. Pterygium (n:220; %54.78) en sık görülen nonneoplastik lezyon, nevüsler ve diğer pigmente lezyonlar (n:38; %9.5) en sık görülen benign lezyon, skuamöz hücreli karsinom (n:14; %3.5) ise en sık görülen malign lezyon olarak tespit edildi. Neoplastik lezyonların görülme sıklığı 45 yaş üzerinde anlamlı olarak artmakta idi (p<0.05).
Sonuç: Mevcut çalışmada; laboratuvarımızda10 yıl boyunca tanı almış olan konjonktival lezyonlar gözden geçirilerek histopatolojik analizi yapıldı. Konjonktival lezyonların tanınması, nonneoplastik lezyonlar ve benign lezyonlar ile premalign ve malign lezyonların oranlarının farkında olunması, tedavinin planlanması ve görme fonksiyonlarının korunması bakımından son derece önemlidir.
Objective: Conjunctiva is a region where various neoplastic or non-neoplastic lesions may develop. In this study, we aimed to perform a histopathological analysis of conjunctival lesions and to determine their prevalence.
Material & Methods: Conjunctival biopsies of 401 patients who presented to the pathology laboratory between 2009 and 2019 were retrospectively examined. The cases were histopathologically divided into two groups as non-neoplastic and neoplastic lesions. Neoplastic lesions were further divided into subgroups as benign, premalignant, and malignant lesions. The prevalence of lesions and distribution of age and gender among the groups were analyzed.
Results: In our series of 401 patients, the mean age was 49.89±21.75 years. Of all patients, 209 (52.1%) were male and 192 (47.9%) were female. Non-neoplastic lesions were found in 296 (73.8%) and neoplastic lesions in 105 (26.2%) patients. The mean age was found as 50.79±19.34 years in patients with non-neoplastic lesions, and 47.34±27.39 years in patients with neoplastic lesions. Of neoplastic lesions, 64 (60.2%) were benign, 17 (16.2%) premalignant, and 24 (22.6%) malignant. The most commonly found non-neoplastic lesion was pterygium (n:220; 54.78%) while the most common benign lesions were nevus and other pigmented lesions (n:38; 9.5%), and the most common malignant lesion was squamous cell carcinoma (n:14; 3.5%). The prevalence of neoplastic lesions significantly increased over 45 years old (p<0.05).
Conclusion: In the current study, conjunctival lesions diagnosed in our laboratory over 10 years were reviewed and histopathologically analyzed. Recognition of conjunctival lesions and being aware of the rates of non-neoplastic and neoplastic lesions are crucial for treatment planning and protection of visual functions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventilatör İlişkili Pnömoniden Korunma
Alper Yosunkaya
Derleme
Özeti
Ventilatör İlişkili Pnömoniden Korunma
PreventIon Of VentIlator-AssocIated PneumonIa
Ventilatör ilişkili pnömoni (VİP) yoğun bakım ünitelerinde en sık görülen hastane kaynaklı enfeksiyondur ve VİP gelişen hastaların mortalite oranını, hastanede kalış süresini ve hastane maliyetlerini artırarak hastalığın seyrini komplike hale getirir. Bu nedenle VİP’in önlenmesi klinik olarak hastanın sonuçlarını ve hastane maliyetini iyileştirebildiği için yoğun bakım klinik pratiğinde en önemli konulardan biridir. Ventilatör ilişkili pnömoninin önlenmesi ile ilgili literatürde tartışılmış çok sayıda strateji vardır. Bu önleyici stratejiler konusunu hedefleyen çalışmaların sayısı bu yüzyılın başından beri önemli ölçüde artmıştır. Ancak ventilatör ilişkili pnömoniyi önlemek için geliştirilen bu stratejiler hakkında oldukça fazla tartışma vardır. Ventilatör ilişkili pnömoniyi önlemek için alınması gereken önlemler, esas olarak orofaringeal veya gastrik kolonizasyonu azaltmak ve kontamine olmuş hava yolu ve sindirim kanalı sekresyonlarının aspirasyonundan kaçınmayı amaçlar. Bu derleme günümüzde VİP’in önlenmesi için kullanılan non-farmakolojik ve farmakolojik önlemleri özetlemeyi amaçlamıştır. Biz önlem almanın tedaviden daha iyi olduğuna inanıyoruz.
Ventilator-associated pneumonia (VAP) is the most frequent nosocomial infection in the ICU, and it complicates illness course by increasing mortality rate, hospital length of stay, and costs for patients who acquire it. Therefore, the prevention of VAP is a major issue in ICU clinical practice since it may help improve clinical outcome and reduce costs.. There are numerous strategies discussed in literature in relation to the prevention of VAP The numbers of studies targeting many areas of preventative strategies have significantly increased since the turn of this century. On the other hand, these strategies for ventilator-assisted pneumonia remain highly controversial. Preventive measures of VAP are mainly aimed to reduce oropharyngeal or gastric colonization, and to avoid aspiration of contaminated aerodigestive tract secretions. This review aims to summarize the nonpharmacologic and pharmacologic measures for prevention of VAP. We belive that prevention is better than cure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peptik Ülser Perforasyonunda Değişen Cerrahi Yöntemler
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin
Araştırma makalesi
Özeti
Peptik Ülser Perforasyonunda Değişen Cerrahi Yöntemler
ChangIng SurgIcal Methods In PeptIc Ulcer PerforatIon
Peptik ülser hastalığında cerrahi tedavinin yeri komplikasyonlarının tedavisi dışında giderek azalmaktadır. Son yıllarda sıkça kullanılmakta olan H2 reseptör antagonistleri ve proton pompa inhibitörleri (PPI) ile helikobakter pilori eradikasyonu bu azalmada önemli rol oynamaktadır. Koruyucu ilaçlara rağmen peptik ülserin en sık karşılaşılan komplikasyonlarından birisi halen perforasyonlardır ve cerrahi aciller içerisinde oldukça sık rastlanır. Kliniğimize 2000-2010 tarihleri arasında ülser perforasyonu nedeni ile müracaat eden 311 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Kliniğimize müracaat eden peptik ülser perforasyonlu hastalar yaş, cinsiyet, mevsimsel ilişki ve uygulanan cerrahi teknik açısından irdelendi. Hastaların 206’sı erkek ve yaş ortalamaları 52.8, 105’i kadın ve yaş ortalamaları 65.2 idi. Hastaların 266’sına primer sütür ile onarım, 35’ine bilateral trunkal vagotomi (BTV)+Piloroplasti ve 10’una laparoskopik onarım yapıldı. Ortalama hastanede kalış süreleri 7 gün idi. Hastaların 25’inde yara yeri enfeksiyonu, 8’inde evisserasyon gelişirken 9 hasta kaybedildi. Kliniğimizde son 10 yıl içerisinde peptik ülser perforasyonların tedavisinde definitif girişimlerden primer onarıma ve laparotomiden laparoskopik yöntemlere doğru bir seyir izlenmiştir.
The place of surgical treatment, except for the treatment of complications, in peptic ulcer gradually decreases. Helicobacter pylori eradication with proton pump inhibitors (PPI) and H2 receptors that have been used frequently recently have played important role in this decrease. One of the most common complications of peptic ulcer, though protective medicines, is still perforations and they are very common among surgical emergencies. The files of 311 patients with peptic ulcer perforation accepted to the clinic between 2000-2010 were examined retrospectively. The patients applied to our clinic with peptic ulcer perforation were examined in terms of age, sex, seasonal relation, and applied surgical technique. 206 of the patients were male with 52.8 mean age and 105 of them were female with 65.2 mean age. 266 of the patients were fixed with primary suture, 35 of them had bilateral truncal vagotomy+pyloroplasty and 10 were fixed laparoscopically. Average hospitalization time was 7 days. While wound infection developed in 25 of the patients, evisceration was developed in 8 patients, 9 patients were exetus. Over the last ten years there has been a change from definitive attempts to primary fixation and from laparotomy to laparoscopic methods for treatment of peptic ulcer perforations our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
Esra Eruyar, Emine Genç, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
DemographIc And ClInIcal CharacterIstIcs Of
mIgraIne PatIents In Konya
Migren toplumda sık görülen bir baş ağrısıdır. Bu kesitsel
çalışmanın amacı Konya ilinde bir üniversite hastanesine başvuran
migren baş ağrılı hastaların demografik ve klinik özelliklerini ortaya
koymaktır. Çalışmaya 2004 yılı Uluslararası Baş Ağrısı Topluluğu
kriterlerine göre migren tanısı konan 206 hasta ile cinsiyet, yaş,
medeni durum ve eğitim düzeyleri benzer olan ve ayda birden
daha sık olmamak üzere gerilim tipi baş ağrısı dışında baş ağrısı
bulunmayan 218 sağlıklı birey dahil edildi. Anket formu kullanılarak
206 migren hastasında olguların demografik profili, migren baş ağrısı
atak özellikleri, aile öyküsü ve eşlik eden semptomlar değerlendirildi.
Migren grubunda 173 kadın, 33 erkek değerlendirildi. Erkek/kadın
oranı 1:5’ti. Olguların ortalama yaşı 37.02±10.40 yıldı. %64.4’ü
aurasız migren, %35.4’ü auralı migren kriterlerini karşılıyordu.
Kadınların çoğu düşük eğitim düzeyine sahipti. Yarıdan fazlası
şiddetli ve ayda 3’ten fazla baş ağrısı atağı geçiriyordu. Atak
tedavisi sık kullanılıyordu. Çalışmamız migrenin eğitim düzeyi
düşük kadınlarda daha sık görüldüğünü desteklemektedir. Ayrıca
ilaç aşırı kullanımının zararları konusunda hastaların bilgilendirmesi
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Migraine is a frequent headache disorder in the population. The
aim of this cross-sectional study was to document demografic and
clinical features of subjects with migraine headache who admitted
to the outpatient department of a university hospital in Konya. The
study included 206 patients diagnosed as migraine according to
the 2004 International Headache Society criteria and 218 healty
controls of identical sex, age, marital status and education level
who did not suffer from frequent headaches other than tension
type with a frequency of not more than once a month. Using a
questionnaire, we evaluated patient demographics, characteristics
of migraine headache, family history and associated symptoms in
206 migraine pattients. 173 woman and 33 men were evaluated. The
male:female ratios of migraine patients were 1:5. The mean age at
consultation was 37.02±10.40 years. Of the 206 patients, 64.4%
met criteria for migraine without aura, while 35.4% met criteria for
migraine with aura. Most of the women were of lower educational
level. Approximately half of the patients had severe and more than 3
attacks per month. Attack treatment was used frequently. Result of
the study confirm that migraine is a more common disorder in women
with lower educational level. In additon; this article emphasizes the
need for informing patients of the hazards of drug overuse.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Taraflı Renal Agenezi Ve Tek Taraflı Hematometranın Eşlik Ettiği Bir Uterus Didelfus Olgusu
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Metin Çapar
Olgu sunumu
Özeti
Tek Taraflı Renal Agenezi Ve Tek Taraflı Hematometranın Eşlik Ettiği Bir Uterus Didelfus Olgusu
A Case Of Uterus DIdelphys WIth UnIlateral Renal AgenesIs And UnIlateral Hematometra
12 yaşında virgo hasta 1 yıldır düzenli adet görmekte olup, kliniğimize 1 yıldır adet dönemlerinde olan şiddetli pelvik ağrı sebebi ile başvurdu. Öz geçmişinde 4 ay önce tespit edilen sağ renal agenezisi mevcut idi. Aile hikâyesinde özellik yoktu. Pelvik muayenede hymen anuler ve eksternal genital organlar normal olarak izlendi. Vajen derinliği yaklaşık 6 cm ölçüldü. Pelvik ultrasonografisinde, sol tarafta endometrial kalınlığı 8 mm olan uterus, sağ tarafta 8x10 cm hematometra görüntüsü mevcuttu. Hastaya laparatomi planlandı. Operasyonda orta hatta füzyonu olan çift uterus ve çift endometrial kavite olduğu gözlendi, elle çift serviks palpe edildi. Sağ tarafta hematometra hali gözlendi. Bilateral overler doğal olarak görüldü. Uterusa orta hattan inzisyon yapıldı, aradaki fibröz doku çıkarıldı, hematom boşaltıldı. Her iki kavite birleştirildi. Hasta postoperatif 2. gününde komplikasyonsuz olarak taburcu edildi. Hastaya 2 hafta sonra şiddetli vajinal kanamasının olması nedeniyle tekrar laparatomi yapıldı. Metroplasti hattı yeniden açıldı. İnsizyon hattı ile ilişkili olmayan istmus sol yan duvardan kaynaklanan açılmış arter ucu gözlendi. Damar sütüre edildi. Hasta komplikasyonsuz olarak postoperatif 4. gününde taburcu edildi.
A twelve years old virgin patient who was menstruating regularly for one year presented with severe pelvic pain associating with her menstruation. She was diagnosed to have right renal agenesis before 4 months. In her physical examination she had annular hymen and normal external genital organs. Vaginal depth was 6 cm. In her pelvic ultrasonography, the endometrial thickness was 8 mm on left side uterus and 8x10 cm hematometra appearance was seen on right side. Laparotomy was planned for the patient. During the operation double uterus and double endometrial cavities were seen with fusion line in the middle. Double cervices were palpated by hand. Hematometra was seen on right side. Bilateral ovaries were normal. Uterus was incised from the middle the separating fibrous tissue was removed, hematoma was evacuated and the two cavities united. The patient was discharged on the 2nd postoperative day without complications. After two weeks she presented with severe vaginal bleeding for which laparotomy was done. The metroplasty line was opened. A bleeding arterial end was noticed on left lateral isthmic wall and it was not related to the incision line. The vessel was sutured and the patient was discharged on the 4th postoperative day without complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Proksimal Tübülusuna Deneysel Hipotiroidizimin Etkileri
Aysel Kükner, Jale Öner
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Proksimal Tübülusuna Deneysel Hipotiroidizimin Etkileri
Effect Of ExperImentally HypothyroIdIsm An Renal ProxImal Tubule.
Bu çalışmada 6-propil-2-tiourasil (PTU) ile sıçanlarda deneysel hipotiroidlzm oluşturularak böbrekteki etkileri, glomerül ve tübül yapıları mikroskopik düzeyde incelenmesi amaçlandı. Ağırlıkları ortalama 200-250 gr olan 60 günlük toplam 12 ergin dişi sıçanlar kullanıldı. Denekler 2 gruba ayrılarak bir gruba 15 gün süre ile 10 mg/kg gün propil tiourasil periton içine verildi. Kontrol olarak kullanılan diğer gruptaki deneklere serum fizyolojik enjekte edildi. Işık ve elektron mikroskopik olarak incelenen böbrek yapısında iç ve dış medullanın kontrol grubuna benzediği, kodekste bazı glomerül kapillerlerinde genişleme, dolgunluk, kapsül boşluğunda genişleme olduğu görüldü. Özellikle proksimal tübüllerde bazal katlantıların oldukça belirginleştiği, epitel hücreleri arasında açılmalar olduğu, vakuolize bir görünüm oluştuğu saptandı. İnce yapı düzeyinde glomerül filtrasyon bariyerinde herhangi bir bozulma veya bazal laminada değişiklik olmadığı, kontrol grubu ile benzerlik gösterdiği tespit edildi.
İn this study, experimental hypothyroidism in rats was induced using 6-propyl-2-tiouracyl (PTU) and its effects on kidney, glomerule and tubules structure were investigated at microscopic level. İn the experiments, 60 days old 12 female rats which weighted 200-250 gr were used. The rats were separeted into two groups. To one group, 10 mg/kg day PTU was introduced intraperitoneally for 15 days. To other group which was used as a control group %0.9 physiological solution (PS) was injected intraperitoneally for 15 days.. İn the renal structure investigated by light and electron microscope, it was observed that internal and external medulla were similar to those of the control group. Moreover, some expansion in glomerül capillaries of cortex, plumpness and expansion in capsule cavity were observed. Particularly, basal folding in proximal tubule was found to be evident. Likevvise, increase in intercelluler spaces and formation of a vacuolize view were found. İt was found that there was no any damage in glomerule filtration barrier at thin structure level. İt was also found that there not no any difference in basal lamina which was similar to the control group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trizomi 21 Olgularında Karyotip Dağılımı, Cinsiyet Oranı Ve Ebeveynlerin Akraba Evliliği Sıklığı
Sennur Demirel, Aynur Acar, Tülin Çora, Hatice Gül Dursun, Ayşegül Zamani, Hasan Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Trizomi 21 Olgularında Karyotip Dağılımı, Cinsiyet Oranı Ve Ebeveynlerin Akraba Evliliği Sıklığı
Frequency Of ConsanguInIty, Karyotype DIstrIbutIon And Sex RatIo Of Cases WIth TrIsomy 21
Çalışma grubumuz, 81 erkek ve 45 dişi olmak üzere toplam 126 Down sendromlu bireyden oluşmaktadır. Si-togenetik analizler olguların 120:sinin regüler trizomi 21, 5'ınin kromozom 21q trizomisi ve 1 'inin mozaik karyotipe sahip olduğunu göstermiştir. Regüler trizomi 21 saptanan olgularda erkek:dişi oranı 2:1, kromozom 21q tri-zomisinde ise bu oran 1:4 olarak tesbit edilmiş ve mevcut translokasyonların maternal orljinll olduğu anlaşılmıştır. Down sendromlu çocukları olan anne-babalann akraba evliliği sıklığı araştırılmış (%21.6) ve belirlenen oranın Konya populasyonunda saptanan akraba evliliği oranına (%23.2) yakın olduğu görülmüştür. Ayrıca Down send-romlu çocuğa sahip olan annelerin gebelik yaş ortalaması 30.7 olarak saptanmıştır.
This study included 126 Down syndrome cases (81 males and 45 females) who had regular trisomy 21 in 120 cases, chromosome 21q trisomy in 5 and a mosaic karyotype in one case. The ratio of males to females was found to be 2:1 in regular trisomy 21 and 1:4 in chromosome 21q trisomy. The study implicated that trans-locations that were found were mostly matemal in origin. it is alsa noteworthy that the frequency of consanguinity among the parents having children with Down syndrome (21.6%) was not different from the population fre-quency in Konya (23.2%). Moreover, the mean age of ~her having children with Down syndrome was de-termined to be 30.7
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Ergenlerde Yönetici İşlevler, Obezite Ve Benlik Saygısının Değerlendirilmesi
Ahmet Özaslan, Murat Yıldırım
Araştırma makalesi
Özeti
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Ergenlerde Yönetici İşlevler, Obezite Ve Benlik Saygısının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ExecutIve FunctIons, ObesIty And Self-Esteem In Adolescents WIth AttentIon DefIcIt HyperactIvIty DIsorder
Amaç: Yönetici işlevlerde bozukluklar dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) kliniğinde oldukça
sık görülmektedir. Güncel çalışmalarda obezite ve DEHB'nin patofizyolojisindeki ortak mekanizmaların
dürtü kontrolü ve yönetici işlevlerle ilişkili olabileceği öne sürülmektedir. Bu çalışma, aşırı kiloluluk /
obezitesi olan ve olmayan DEHB tanılı çocuk ve ergenlerin yönetici işlevleri ve benlik saygısı düzeylerinin
karşılaştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca, çocuk ve ergenlerde aşırı kiloluluk / obezite, yönetici işlevler,
DEHB ve benlik saygısı arasındaki karmaşık ilişkinin incelenmes i amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Mart 2021- Nisan 2022 arasında Gazi Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
polikliniklerine başvuran DEHB tanılı herhangi bir ilaç kullanmayan 71 ergenin dahil edildiği örneklemin yaş
ortalaması 16.12±1.71 (yaş aralığı= 12-18 yıl) yıl olup, %71.83’ü erkeklerden oluşmaktadır. Katılımcılara
Yönetici İşlevlere Yönelik Davranış Değerlendirme Envanteri Ölçeği (anne baba formu), Rosenberg Benlik
Saygısı Ölçeği ve Conners Ana baba Derecelendirme Ölçeği- Yenilenmiş Kısa Formu verilmiştir .
Bulgular: DEHB tanılı ergenlerde hiperaktivite belirtilerinin ve çalışma belleği fonksiyonunun benlik
saygısının en önemli yordayıcıları olduğu saptanmıştır. Ayrıca aşırı kiloluluk / obezite durumuna göre
DEHB’li ergenler karşılaştırıldığında çalışma belleği ve planlama/örgütleme fonksiyonları açısından
gruplar arası farklılık bulunmuştur. Ancak gruplar arasında benlik saygısı ve DEHB şiddeti açısından bir
farklılık saptanmamıştır.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları değerlendirildiğinde DEHB’li ergenlerin benlik saygısında çalışma belleği
ve hiperaktivite belirti şiddetinin önemli rol oynayabileceğini göstermektedir. Aşırı kiloluluk/obezite
durumuna göre DEHB tanılı ergenlerde benlik saygısı ve DEHB kliniğini açısından farklılık saptanmazken
çalışma belleği ve planlama/örgütleme becerilerinde farklılık saptanması, DEHB’de yönetici işlevlerin
aşırı kiloluk/obezite için kritik bir rol oynadığını düşündürme ktedir.
Aim: Executive function deficits are very common in attention deficit hyperactivity disorders (ADHD).
Recent studies suggest that common mechanisms in the pathophysiology of obesity and ADHD may be
related to impulse control and executive functions. This study aimed to compare the executive functions
and self-esteem levels of children and adolescents with ADHD with and without overweight/obesity. The
study also aimed to examine the relationships between overweight/obesity, executive functions, ADHD
and self-esteem in children and adolescents.
Patients and Method: Participants included 71 children/adolescents (mean age = 16.12±1.71; age range=
12-18 years; 71.83% males) with ADHD who applied to Gazi University Child and Adolescent Psychiatry
outpatient clinics between March 2021 and April 2022 and did not use any medication. Participants
completed the Executive Functions Behavior Evaluation Inventory Scale (parent form), Conners Parent
Rating Scale-Revised Short Form and Rosenberg Self-Esteem Scale .
Results: Results showed that hyperactivity symptoms and working memory function were significant
predictors of self-esteem in adolescents with ADHD. In addition, when adolescents with ADHD were
compared according to their overweight/obesity level, significant differences were found between the
groups in working memory and planning/organization functions. However, no difference was found
between the groups in terms of self-esteem and ADHD severity.
Conclusion: The findings suggest that working memory and hyperactivity symptom severity may play an
important role in understanding the self-esteem of adolescents with ADHD. While no difference was found
in terms of self-esteem and ADHD clinic in adolescents diagnosed with ADHD according to overweight/
obesity status, differences in working memory and planning/organization skills suggest that executive
functions play a critical role in overweight/obesity in ADHD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Apendisit Tanısında Ultrasonografinin Tanı Değeri
Adil Kartal, Kemal Ödev, Bilge Çakır, Mustafa Erken, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Apendisit Tanısında Ultrasonografinin Tanı Değeri
Value Of The Ultrosonography In The DIagnosIs Of Acule AppendIcItes
Akut apendisit öntanısı alan 19 hastaya ultrasonografik (US) inceleme yapıldı. Bir hastada kesin tanıya gidilemedi. 2 hastada postoperatif over torsiyonu bulundu. 17 hastada US tandart klinik bulgularla doğrulandı. US ile %89 oranında doğru sonuç elde edildi. Periapendiküler absesi olmayan hasialarda apendiks normalden büyük, hedef şeklinde görüldü. Periapendiküler abse gelişen olgularda hedef şekli bütünlüğünün bozulduğu görüldü.
19 patients suspected of the diagnosis of acute appendicitis were examined with ulirasonography (US). Definitive diagnosis was not reported in one case. in 2 patients, postoperative °Yarkın torsion was reported. in 17 patients, the US diagnosis was provided with cilinical findings. The US diagnosis (%89) was correct. Appendix is seen in target configuration and greater !han normal in patients not having preappendicülar abscess. Target configuration is not seen in patients occurence periappendicüler abscess.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ana Safra Kanalında Bir Yabancı: Fasciola Hepatica
ercp İle Çıkarılması
Sezgin Yılmaz, Bahadır Celep, Mustafa Altındiş, Yüksel Arıkan
Olgu sunumu
Özeti
Ana Safra Kanalında Bir Yabancı: Fasciola Hepatica
ercp İle Çıkarılması
A Stranger In The MaIn BIle Duct: FascIola HepatIca The
extractIon By Ercp
Fasciola hepatica (FH) çoğunlukla veterinerliği ilgilendiren ancak
nadiren de insanı enfekte edebilen bir paraziter hastalıktır. Genellikle
dünyanın gelişmekte olan ülkeleri ya da tropikal bölgelerinde
görülmekle birlikte, kıtalararası transport ve göçün artmasıyla
birlikte sıklığı tüm dünyada her geçen gün artmaktadır. Karaciğer
ve safra ağacı parazit için nihai hedeftir. Klinik görünüm basit biliyer
kolikten sarılık ve hatta ölüme neden olan komplike kolanjite kadar
değişkenlik gösterir. Endemik olmayan bölgelerde hastalıkla ilgili
düşük bilgi düzeyi tanı ve tedaviyi geciktirir. Hastanın değerlendirme
ve tedavisinin hızlı yapılması başarının temel taşıdır. Bu yazıda FH
nedeniyle gelişen biliyer obstruksiyon olgusu klinik görünümden,
ERCP ve kolesistektomiyi içeren tedaviye kadar literatür ışığında
tartışılmıştır.
Fasciola hepatica (FH) is a parasitical disease mostly concerns
the veterinary medicine but sometimes accidentally infests humans.
It’s generally seen in some parts of the world especially in tropical
and developing countries but the incidence is increasing day by
day all over the world due to increased facility of intercontinental
transportation and immigration. Liver and biliary tree is the final
target site for the parasite. The clinical presentation varies from basic
biliary colic to jaundice and even complicated cholangitis leading
death. Low level of knowledge about the disease, especially in the
non-endemic areas, leads delayed diagnosis and therapy. Prompt
evaluation and therapy of the patient is the corner stone of the
success. Herein, we discuss a case of biliary obstruction due to FH
from presentation to therapy including ERCP and cholecystectomy in
the guidance of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Tülin Demir, Bağnu Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Seroprevalence Of BrusellosIs In KIrsehIr ProvInce And SIgnIfIcance Of SerologIcal And BIochemIcal Tests In The DIagnosIs Of BrucellosIs
Bruselloz enfekte hayvanların sıklıkla et ve sütlerinin tüketimi ile insanlara bulaşan; ateş, kas ve eklem ağrıları ile seyreden bakteriyel zoonotik bir hastalıktır. Çoğu laboratuvarda kan kültürü yapılamaması, bakterinin yavaş üreme özelliği göstermesi ve antibiyotiklerden etkilenmesi nedeniyle tanıda Rose Bengal plate aglutinasyon (RBPA) ve tüp aglutinasyon testi gibi serolojik test yöntemleri kullanılmaktadır. Enfeksiyon seyrinde biyokimyasal parametrelerde değişimler de izlenmektedir. Bu çalışmada, bölgemizdeki bruselloz seroprevalansı Rose Bengal ve standart tüp aglutinasyon (STA) testi ile belirlendi ve bruselloz olarak tanımlanan hasta serumlarında biyokimyasal değerlerdeki değişimler incelendi. Bruselloz ön tanısı ile mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen 4041 hasta serumundan 144’ünde Rose Bengal testi pozitif olarak saptandı. Bunların 121’inde ise STA testi ile 1/160 ve üzeri titre tespit edildi. Çalışma grubumuzda bruselloz seroprevalansı %2,99 olarak belirlendi. Bu örneklerin 98’inde (%81) C-reaktif protein (CRP), 66’sında (%54,5) eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), 29’unda (%24) alanin aminotransferaz (ALT) ve aspartat aminotransferaz (AST) yüksek olarak belirlendi. Ayrıca olguların 11’inde (%9,1) lökositoz, 12’sinde (%9,9) lökopeni, 46’sında (%38,1) anemi ve 53’ünde (%43,8) trombositopeni mevcuttu. STA titresi arttıkça CRP seviyesinde paralel bir yükselme olduğu, lökosit ve trombosit sayısının düştüğü saptandı. Sonuç olarak, özellikle serum CRP düzeyinin bruselloz tanı ve takibinde faydalı bir biyokimyasal test parametresi olabileceği düşünülmektedir.
Brucellosis is a bacterial zoonotic disease with the major symptoms such as fever, joint and muscle pain generally caused by consumption of meat and milk of infected animals. Serological test methods such as Rose Bengal plate agglutination (RBPA) and standart tube agglutination test, are used in the diagnosis of brucellosis because of the lack of availability of blood culture in several laboratories, the low growth rate and ease to be effected by antimicrobials of the bacteria. Variations in biochemical parameters could be seen in the course of infection. In this study, seroprevalence of brucellosis in our region was determined by Rose Bengal and standart tube agglutination tests, and variations in biochemical parameters of the sera defined as positive for brucellosis were also evaluated. Rose Bengal test was found to be positive for 144 out of 4041 patient sera send to Microbiology Laboratory with the initial diagnosis of brucellosis. Among these sera, agglutination titer of 1/160 and over was detected in 121 samples. Seroprevalence for brucellosis was 3.56% for our study group. Among patient sera found to be positive in STA, 98 (81%) showed increase in C-reaktif protein (CRP) level, 66 (54.5%) in erytrocyte sedimantation rate (ESR), 29(24%) in alanin aminotransferase (ALT) and aspartat aminotransferase (AST). Additionally, leucocytosis was seen in 11 (9.1%), leucopenia in 12 (9.9%), anemia in 46 (36%) and thrombocytopenia in 53 (43.8%) patient sera. As STA titer increased CRP level had a paralel rise, but the platelet and leukocyte number decreased. In conclusion, especially serum CRP level could be a useful biochemical test parameter for the diagnosis and follow-up of brucellosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Yöresınde Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması
Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Doğan Çiftçi, Mustafa Cirit, Süleyman Türk, Mustafa Sait Gönen, Mehmet Numan Tamer, Mehmet Polat, Andaç Argon
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Yöresınde Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması
The EvaluatIon Of HypertensIon Frequency In Konya Area
Bu çalışmada Konya ve yöresinde Dünya Sağlık Örgütü'nün kriterlerine göre saha ve poliklinik grup-larında hipertansiyon sıklığı araştırılmıştır. Saha populasyonunda 1000, poliklinik populasyonunda 2036 hasta taranmıştır. Poliklinik grubunda hipertansiyon isidensi 45 yaş altında %22.5, 46-60 yaş grubunda 9'644.5, 61 yaş ve üzeri grupta %60.3, ortalama %32.5 bulunmuştur. Saha grubunda hipertansiyon insidensi 45 yaş ve altında %14.2, 46-60 yaş grubunda %42.2, 61 yaş ve üzeri grupta %44, ortalama %23.1 bulunmuştur. Yaş arttıkça hipertan-siyon insidensinin arttığı, hipertansıflerin çoğunun hafif grupta olduğu, hipertansiyonlarda şişmanlık ve diabet önemli risk faktörleri iken serebrova,sküler aksidan, kalp ve böbrek hastalığı önemli komplikasyonlar olduğu gösterilmiştir.
We investigated hypertension incidence among °at patients and the patients from the province in Konya. The first group included 1000 randomized out patients and the. second group included 2036 patients examined during health sereening studies in certain areas. We used World Health Organisation criterias for hypertension diagnosis. In first group hypertension incidence among patients under 45 years old was 22.5%, 46-60 years 44.5%, 61 years and over 60.3% and the mean 32.5%. In second group hypertension incidence among patients under 45 years oid was 14,2%, 46-60 years 42.2%, 61 years and over 44% and the mean 23,1%. The hypertension incidence increases gradually in older patients and most of them are mild cases, obesite and diabetes mellitus are important risk factors, cerebrovascular accident, cardiac and renal pathologies are the most common complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hodgkin Dışı Lenfomada Lenf Bezi İnce İğne Aspirasyonu Örneklerindeki P Glikoprotein Ekspresyonu
Bahriye Payzin, Melek Üstün, Ayhan Kılıç, Binnur Önal, Arzu Avcı, Dilek Soysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hodgkin Dışı Lenfomada Lenf Bezi İnce İğne Aspirasyonu Örneklerindeki P Glikoprotein Ekspresyonu
P GlycoproteIn ExpressIon In FIne Needle AspIratIon SpecImens From Lymp Nodes Of Non-HodgkIn’s Lymphoma
Histolojik olarak Hodgkin dışı lenfoma (HDL) olduğu ispatlanmış 30 olgunun lenf bezlerinin ince iğne aspirasyonu örneklerinde, C-494 antikoru kullanarak immunositokimyasal bir test yöntemiyle, P glikoprotein (Pgp) ekspres- yonunu tanıdı ve üç kür kemoterapi sonrasında inceledik. Pgp ekspresyonu tamda; evde l-ll'deki iki hastanın birinde, evre lll-IV'deki sekiz hastanın üçünde saptandı. Hastalık evresi, B semptomlarının varlığı, tedaviye cevap oranı ve toplam sağkalım süresi, Pgp negatif ve Pgp pozitif hasta grupları arasında anlamlı bir fark göstermedi. Sonuç olarak Pgp ekspresyonunun, olası ilaç direncinin diğer çok etmenli mekanizmalar nedini ile, HDL'da kemoterapiye olan direnci tek başına açıklayamayacağnı ileri sürmekteyiz.
We studied P glycoprotein (Pgp) expression by testing fine needle aspiration specimens from lymp nodes with C- 494 antibody using an immunocytochemical assay in 30 cases of hlstologically proven non-Hodgkin’s lymphoma (NHL) at diagnosis and after three courses of chemotherapy. Pgp expression was detected İn two of eight patients with stage l-ll, 10 of 22 patients with stage lll-IV at diagnosis and in one of two patients with stage l-ll, three of eight patients with stage lll-IV after chemotherpy. The stage of disease, the presence of B symptoms, the rate of response to treatment and duration of overall survival showed no significant difference between the group of Pgp negative patients ad the group of Pgp positive patients. İn conclucion we suggest that Pgp expression alone can not explain the treatment of chemotherapy resistance in NHL probably due to multifuctorial mechanisms of drug resistance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilonidal Sinüs Tedavisinde Yanlış Yöntem Seçimi
Mehmet İnce, Erol Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Pilonidal Sinüs Tedavisinde Yanlış Yöntem Seçimi
False Treatment TechnIque For PIlonIdal SInus DIsease
Sakrokoksigeal pilonidal sinüs hastalığının (SPH) ideal
tedavisinde hastalara en az zarar veren, nüks oranı düşük ve en
kısa zamanda normal çalışma gücüne dönmesini sağlayan yöntemler
tercih edilmelidir. Bu olgumuzda, bir ay önce eksizyon ve primer
onarım yöntemi ile tedavi edilmiş ancak kısa sürede enfeksiyon ve
yara açılması ile başvuran bir olguyu sunduk. Yirmiüç yaşında erkek
hasta, 10 gündür devam eden intergluteal akıntı ve ağrı şikâyetleri ile
acil servise başvurdu. Hastaya bir ay önce dış bir merkezde pilonidal
sinüs tanısı ile eksizyon ve primer onarım uygulandı. Hastanın
muayenesinde; intergluteal alanda enfekte, sütürleri açılmış ve
cilt altında geniş bir boşluk saptandı. Bizim yaptığımız ikinci
operasyonda; cilt altı boşlukları ve açılmış yarayı içine alan modifiye
eşkenar dörtgen şeklinde eksizyon ve sağ taraftan hazırlanan cilt
flebi ile primer onarım uygulandı. Hasta postoperatif 3. gün taburcu
edildi ve postoperatif 5.günde derni çekildi. Hasta postoperatif 20.
günde herhangi bir komplikasyon olmadan tamamen iyileşti. Olgumuz
benzersiz ya da nadir değildir. Ancak, biz SPH tedavisi için en
uygun yöntemin ülkemizdeki tüm cerrahlar tarafından bilinmesi ve
uygulanması gerektiğini düşünüyoruz.
The ideal therapy for sacrococcygeal pilonidal disease (SPD)
would be a prompt cure that allowed patients to return quickly to
normal activity, with minimal morbidity and a low risk of complications.
We report the case operated with excision and primer suture for SPD
a month ago had infected and decomposed wound. A 23-year-old
male patient was admitted to the emergency room with complaints of
intergluteal discharge and pain that last for 10 days. Surgery which
was excision and primer suture was applied him in other health center
for SPD a month ago. There was infected and decomposed wound and
a large cavity under sutured skin on intergluteal area. In the second
operation, we excised decomposed wound including cavities and skin
as modified equilateral quadrangle shape, a right flap was prepared
and rotated to left side for primer suture. Patient was discharged on
postoperative 3th day and drain was getting out on postoperative
5th day. Patient recovered completely without any complication on
postoperative 20th day. Our case is no not only unique but also rare.
However, we think that the most appropriate method for treatment of
SPD should be known and applied by all surgeons in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
Neşe Kurt Özkaya, İnanç Doğan Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
RevIew Of Our Treatment Approach In RabIes-RIsky BItes In Central AnatolIa In Turkey
Amaç:Isırıklar tüm dünyada önemli bir yaralanma sebebidir. Belli rehber ve prensiplere göre ısırıkların tedavisi yapılır. Bu çalışmada amacımız yatarak tedavi edilen ısırık yaralarının demografik özelliklerini incelemek, cerrahi tedavi deneyimlerimizi paylaşarak yeni çalışmalara ve tedaviler için yol gösterici olmaktır.
Gereç Yöntem: Çalışmaya ınsan veya hayvan tarafından ısırılıp yatarak cerrahi tedavi gerektiren hastalar dahil edildi. Demografik özellikleri, tetanoz ve kuduz proflaksisi uygulamaları, yara yerinden izole edilen enfeksiyon etkenleri, uygulanan antibiyoterapiler, cerrahi tedaviler kaydedildi.
Bulgular: Hastaların 43 ü erkek ve ortalama yaş (±SD) of 34.5±23.8 (min3-85max). 15 yaş altı hastaların yaralanmaların 13’ünde(65%), 15 yaş üstündeki hastaların 12’sinde (27.3) baş boyun bölgesinde idi. Extremitelerde ise 15 yaş altında 7 (35%), 15 yaş üstünde de 28 (63.6%) hastada yaralanma mevcut idi. Yaralanmaların 50 (78.1%) si köpek kaynaklı, 8 (12.5%) i yabani hayvan (7 domuz, 1 kurt), 4’ü (6.3%) diğer evcil hayvan (at, eşek, inek), 2’si (3.1%) insan kaynaklı idi. Hastaların tümüne Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafınan belirlenen Kuduz Proflaksi Rehberi’ne göre müdahele edilmişti. Yara yerlerine basınçlı, bol sabunlu su ile yıkama yapılmış idi. Tetanoz proflaksisi gereken 40 hastaya tetanoz, 62 hastaya kuduz proflaxisi başlanmış ve uygun görülen hastalara kuduz immunglobülini yapılmış idi. Hastaların 38’ınde proflaktik amoksisilin klavulonat, 12’sinde kristalize penisilin-G, 6’sında sultamisilin, 6’sında sultamisilin ve aminoglikozit kombinasyonu, 2’sinde sefazolin tedavisi başlanmıştı. 12 (18.8%) hastaya geldiği gün mikrobiyolojik inceleme yapılmadan acil operasyona alınarak cerrahi yapılmış idi. İlk gün onarım yapılan hastaların 7’sinde primer suturasyon, 3’ünde lokal flep, 1’inde kulak, 1’inde burun replantasyonu, 1’inde femoral arter, 1’inde peroneal sinir onarımı yapılmıştı. Geç onarım yapılan 52 hastanın 35’ine primer suturasyon, 4’üne deri grefti, 17’sine lokal flep, 2’sinde paramedian alın flebi yapılmış idi. Erken ve geç onarım yapılan hastaların hiçbirinde komplikasyon görülmemişti.
Sonuç: Isırıklarda yaranın bol ve basınçlı sabunlu su ile irrigasyonu sayesinde yaranın bakteriyal yükü, acil onarım yapılmasına olanak sağlayacak kadar, azaltılabilir.
Aim: Bites are an essential cause of injury since the world. Treatment of bites is made according to specific guides and principles. The study's purpose is to examine the demographic characteristics of patients hospitalized due to bite wounds and to be a guide for new studies and treatments by sharing surgical treatment experiences.
Material and Method: Patients who were bitten and required surgical treatment were included in the study. Demographic characteristics, tetanus, and rabies prophylaxis applications, infection agents isolated from the wound site, antibiotherapies applied, and surgical treatments were recorded.
Results: Of the patients, 43 were male and mean age (±SD) of 34.5±23.8years (range, 3-85 years). Bites were in the head and neck region in 13(65%) of patients under 15 years old and in 12(27.3%) of the patients over 15 years old. In extremities, the injury was present in 7(35%) patients under 15 and in 28(63.6%) patients over 15 years old. Of the injuries, 50(78.1%) were caused by dogs, 8(12.5%) by wild animals (7 pigs, one wolf), 4(6.3%) by other pet species (horse, donkey, cow), and 2(3.1%) by humans. The intervention was made to all the patients according to guide of rabies prophylaxis specified by the Ministry of Health, General Directorate of Public Health. Irrigation was applied to the wound site with plenty of pressurized and soapy water. Forty patients received tetanus prophylaxis, 62 patients received rabies prophylaxis, and rabies immunoglobulin was applied to patients considered as suitable. Prophylactic amoxicillin clavulanate treatment was started in 38 of the patients, crystalline penicillin-G in 12, sultamicillin in 6, the combination of sultamicillin and aminoglycoside in 6, and cefazolin treatment in 2. 12(18.8%) patient underwent an urgent operation for repair process without any microbiological examination on the date of arrival. Among the patients to whom repair was applied on the first day, 7 had primary saturation, 3 had a local flap, 1 underwent ear, and 1 underwent nasal replantation, one patient had femoral artery repair, and one patient had peroneal nerve repair. Among 52 patients who underwent late repair, primary suturation was applied to 35, skin graft to 4, local flap to 17, and paramedian forehead flap to 2. No complication was seen in any of the patients who underwent early and late repairs.
Conclusion: Bacterial burden of the wound can be reduced enough to allow urgent repair owing to the irrigation of the wound with plenty of pressurized and soapy water in bites.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parmak Defektlerinde Birinci Dorsal Metakarpal Arter Flebinin Kullanımı – V Aka Serisi
İlker Uyar, Tunahan Berk Başol
Araştırma makalesi
Özeti
Parmak Defektlerinde Birinci Dorsal Metakarpal Arter Flebinin Kullanımı – V Aka Serisi
Use Of The FIrst Dorsal Metacarpal Artery Flap In FInger Defects – Case SerIes
Amaç: Bu çalışmanın amacı, parmaklardaki yumuşak doku defektlerinde FDMA flep kullanımının çok
yönlülüğünü değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntemler: Mayıs 2018-Mayıs 2021 tarihleri arasında üst ekstremitede yumuşak doku defekti
sebebiyle rekonstrüksiyon yapılan hastalar dosya üzerinden tarandı. Bu hastalardan parmakta defekti
olan ve birinci dorsal metakarpal arter flebi ile rekonstrükte edilen hastalar çalışmaya dahil edildi.
Bulgular: 12 hasta çalışmaya dahil edildi. Defektin etiyolojisi tüm hastalarda travma idi. Flep adaptasyonu
için 5 hastada tünel açma tekniği kullanıldı. Hiçbir hastada to tal flep veya greft kaybı yaşanmadı.
Komplikasyonlar açısından yaş, cinsiyet, komorbidite, defekt lokalizasyonu, defekt boyutu ve operasyon
süresi incelendi. İstatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Sigara içenler ve içmeyenler incelendi,
istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Flep adaptasyonu için tünel kullanımı komplikasyon açısından
istatistiksel olarak anlamlı bir fark yaratmadı.
Sonuç: Birinci dorsal metakarpal arter flebi 1. ve 3. parmaklardaki defektlerde oldukça güvenilir bir
seçenektir. Tünel tekniği kullanılıyorsa tünel genişliğinin yeterli olduğun dan emin olunmalıdır .
Aim: The aim of this study is to evaluate the versatility of the use of FDMA flaps in soft tissue defects in
the fingers.
Patients and methods: Patients who underwent reconstruction due to soft tissue defect in the upper
extremity between May 2018 and May 2021 were scanned over the file. Among these patients, patients
who had a finger defect and were reconstructed with the first dorsal metacarpal artery flap were included
in the study .
Results: 12 patients were included in the study. The etiology of the defect was trauma in all patients.
Tunneling technique was used in 5 patients for flap adaptation. No patient experienced total flap or graft
loss. Age, gender, comorbidity, defect localization, defect size and operation time were examined in terms
of complications. No statistically significant difference was detected. Smokers and non-smokers were
examined, no statistically significant difference was found. The use of tunnel for flap adaptation did not
make a statistically significant dif ference in terms of complications.
Conclusion: First dorsal metacarpal artery flap is a very reliable option for defects in the 1st and 3rd
fingers. If the tunnel technique is used, it should be ensured that the tunnel width is suf ficient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Amyand Fıtığı
Mehmet Saydam, Hüseyin Sinan, Muharrem Öztaş, Ahmet Ziya Balta, Mehmet Yıldız
Olgu sunumu
Özeti
Amyand Fıtığı
Amyand’s HernIa
Amyand fıtığı; inguinal fıtık kesesi içerisinde apendiks
vermiformisin bulunması durumu olarak tanımlanmaktadır. Amyand
fıtığı insidansı, tüm inguinal fıtık olguları içerisinde yaklaşık %1
oranındadır. Fıtık kesesi içerisindeki apendiksin enflame olup
olmamasına göre tedavi yaklaşımı değişmektedir. Biz de, bir olgu
nedeniyle, nadir görülen ve tedavi yaklaşımı açısından tartışmaların
devam ettiği Amyand fıtığı olgumuzu paylaşmayı amaçladık. Sağ
inguinal herni ameliyatı sırasında Amyand fıtığı saptanan hastanın
tedavisi ve sonucu değerlendirildi. Yirmi bir yaşındaki erkek
hasta, yaklaşık 1 yıldır mevcut olan sağ kasıkta ağrı ve şişlik
yakınmasıyla genel cerrahi polikliniğine müracat etti. Hasta sağ
inguinal herni tanısıyla elektif olarak ameliyata alındı. İntraoperatif
eksplorasyonda Amyand fıtığı saptandı ve aynı kesiden apendektomi
ile birlikte polipropilen yama kullanılarak fıtık tamiri yapıldı. Hastanın
postoperatif dönemi sorunsuz seyretti ve 3. gün taburcu edildi.
Amyand fıtığı özellikle değişik tedavi modalitelerinin olduğu; tedavisi
konusunda fikir birliğinin tam olarak sağlanamadığı ve genellikle
intraoperatif tanı konulabilen olgulardır. Bu olgularda, uygun tedavi
yaklaşımına, cerrahın intraoperatif bulgularına göre karar verilmelidir.
Amyand hernia is described presence of appendices
vermiformis in inguinal hernia sac. The incidence of Amyand
hernia is approximately 1% of all hernias. There are many treatment
procedures of Amyand’s hernia. Since Amyand hernia is extremely
rare and there are many controversial surgical managements, we
wanted to share our case. We have encountered a Amyand hernia
case during right inguinal hernia repair surgery. Treatment method
and outcome were evaluated. Twentyone-year-old male patient was
suffering from right groin pain and swelling for almost one year. He
was operated with the diagnosis of right inguinal hernia, electively.
Intraoperative exploration revealed Amyand hernia, appendectomy
and hernia repair were performed using polypropylene patch with
same incision. The patient’s postoperative course remained without
complication and after 3 days he was discharged. Amyand hernia
which especially difficult to diagnose preoperatively, particularly in
terms of therapeutic approach, the debate continues, is extremely
rare entity. There is no current consensus about appendectomy and
using patch. We think that; regardless of the appendix is inflamed
or noninflamed, appendectomy should be done. If the appendix
is inflamed or perforated, prosthetic materials shouldn’t be used
and while repairing hernia, anatomic repair or biological materials
resistant to infection should be used.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Karbonmonoksit Zehirlenmelerinde Trombosit İndekslerinin Prognostik Önemi
Fatih Akın, Alaaddin Yorulmaz, Abdullah Yazar, Esra Türe, Tarık Acar, Birsen Ertekin, Esma Erdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Karbonmonoksit Zehirlenmelerinde Trombosit İndekslerinin Prognostik Önemi
PrognostIc Importance Of Thrombocyte IndIces In ChIldren WIth Carbon MonoxIde PoIsonIng
\r\n Amaç: Karbonmonoksit zehirlenmesi, tüm dünyada hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Trombosit fonksiyonlarının karbonmonoksit zehirlenmesindeki rolü net olmamakla birlikte, trombosit aktivasyon ve agregasyonunun arttığı bildirilmiştir. Karbonmonoksit zehirlenmesinde, endotel hasarına bağlı artan trombotik eğilim, artmış trombosit yapışması ve fibrinolitik yoldadeğişiklikler ortaya çıkar. Çalışmamızın amacı trombosit indekslerinin karbonmonoksit zehirlenmesi olan çocuklarda klinik yarar sağlayıp sağlamadığını belirlemektir.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi ve Konya Beyhekim Devlet Hastanesi Çocuk Acil Servislerine başvuran karbonmonoksit zehirlenmesi tanılı çocukların kayıtlarını retrospektif olarak gözden geçirdik. Çalışmaya karbonmonoksit zehirlenmesi olan 92 çocuk ve 62 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı kontrol dahil edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: CO zehirlenmesi olan hastalarda ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri anlamlı olarak yüksek iken (9,34 ± 0,55 vs 9,78 ± 0,97fL, p = 0,001; 11,46 ± 2,64 vs 10,57) ± 1,41, sırasıyla, p = 0.007), trombosit sayısı ve plateletrit (324,05 ± 82,07 vs 357,27 ± 89,70 x109 p = 0,015; 0,31 ± 0,06 vs 0, 33 ± 0,07, sırasıyla, p = 0.039) anlamlı olarak daha düşüktü. Ortalama trombosit hacmi seviyeleri ise karboksi hemoglobin düzeyi 20'den yüksek olan hastalarda, karboksi hemoglobin seviyeleri 20-20 arasında olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Sonuç: Sonuçlarımız karbonmonoksit zehirlenmesi olan hastalarda trombosit indekslerinden ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliğinin belirgin şekilde yükseldiğini trombosit sayısı ve plateletritin azaldığını gösterdi. Trombosit aktivasyonu ve fonksiyonundaki değişiklikleri yansıtan ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri, karbonmonoksit zehirlenmesi sırasında özellikle tromboembolik komplikasyonların gelişimini öngörebilir. Ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri karbonmonoksit zehirlenmesinin prognostik tahmininde yararlı olabilir
\r\n
\r\n Prognostic importance of thrombocyte indices in children with carbon monoxide poisoning
\r\n
\r\n Abstract
\r\n
\r\n Objective: Carbon monoxide (CO) poisoning is still being a major cause of morbidity and mortality all over the world. Although the role of platelet functions in CO poisoning is not clear, increased platelet activation and aggregation had been reported previously. Increased thrombotic tendency due to endothelial damage, increased platelet stickiness, and alterations in the fibrinolytic pathway occurs in CO poisoning. The aim of our study was to determine whether platelet indices provide clinical benefit or not in children with CO poisoning.
\r\n
\r\n Materials and Methods: We retrospectively reviwed the records of children with the diagnosis of CO poisoning who admitted to the pediatric emergency departments of Konya Beyhekim State Hospital and Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty. A total of 92 children with CO poisoning and 62 age- and gender-matched healthy controls were included in the study.
\r\n
\r\n Results: While mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) levels were significantly higher (9,34±0,55 vs 9,78±0,97fL, p=0.001 ; 11,46±2,64 vs 10,57±1,41, retrospectively, p=0.007), platelet count and plateletcrit (PCT) (324,05±82,07 vs 357,27±89,70 x109 p=0.015 ; 0,31±0,06 vs 0,33±0,07, retrospectively, p=0.039) were significantly lower in patients with CO poisoning. MPV levels were also significantly higher in patients with a carboxy hemoglobin (COHb) level higher than 20, when compared with COHb levels between 10-20 (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Conclusion: Our results showed that platelet indices MPV and PDW are markedly elevated in patients with CO poisoning while platelet count and PCT were decreased. MPV and PDW levels, which reflect the changes in platelet activation and function, may predict the development of especially thromboembolic complications in the course of CO poisoning. MPV and PDW levels may be useful in prognostic estimation of CO poisoning.
\r\n
\r\n Keywords: carbon monoxide; children; platelet indices; poisoning
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Güreş Sonrası Gelişen Spontan Pnömomediastinum
Ali Dur, Şerafettin Demirci, Hacı Yusuf Güneş, Oral Akın, Feridun Koyuncu
Olgu sunumu
Özeti
Güreş Sonrası Gelişen Spontan Pnömomediastinum
Spontaneous PneumomedIastInum FollowIng A WrestlIng
Pnömomediastinum spontan olarak yada travma ile ilgili
durumlarda ortaya çıkabilir. Spontan Pnömomediastinum (SPM) nadir
bir durumdur ve tedavisi genellikle bu hastaların takibi ile sınırlıdır.
Acil servisimize göğüs ağrısı ve nefes darlığı ile başvuran, güreş
sporcusu olan 15 yaşında erkek hastada SPM tespit ettik. Bu vaka
sunumumuzda pnömomediastinum gelişimi açısından travma yada
medikal müdahale öyküsü olmadan ve artmış vagal manevranın SPM’
a neden olabileceğini tartıştık.
Pneumomediastinum can develop spontaneously or in the
setting of trauma. Spontaneous pneumomediastinum (SPM) is a
rare condition and treatment of these patients is generally limited to
observation. We discovered SPM in 15-year- old male patient, who
had been wrestling, admitted to our emergency service with chest
pain and shortness of breath. In this case report we discussed that
in a patient without trauma, medical intervention for developing
pneumomediastinum, the increased vagal maneuver may lead to
SPM.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
Sevgi Pekcan, Mehmet Köse, Nural Kiper, Ayşe Tana Aslan, Nazan Çobanoğlu, Özge Aydemir, Ebru Yalçın, Eda Ütine, Deniz Doğru, Uğur Özçelik
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
The FlexIble Bronchoscopy FIndIngs Of ChIldren Who Have ChronIc Cough
Amaç: Kronik öksürük, çocukluk ça¤›nda s›k karfl›lafl›lan, hasta ve aileyle birlikte hekimi de huzursuz eden bir bulgudur. Bu çal›flman›n amac›; merkezimizde kronik öksürük nedeni ile araflt›r›lan ve fleksible bronkoskopi (FB) yap›lan hastalar›n klinik, laboratuar ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan de¤erlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Hacettepe Çocuk Gö¤üs Hastal›klar› Ünitesinde Ocak 2002- Aral›k 2006 tarihleri aras›nda kronik öksürük nedeniyle izlenen, 4-6 haftadan beri öksürü¤ü olan, akci¤er grafi bulgular› spesifik olmayan bu nedenle FB yap›lan 23 hasta çal›flmaya al›nd›. Hastalar›n dosyalar› retrospektif olarak demografik, klinik ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan incelendi. Gastroözofagial reflü veya immün yetmezli¤i olan hastalar çal›flmadan ç›kar›ld›. Bulgular: Kronik öksürük nedeniyle bronkoskopi yap›lan 23 hastan›n 12’i erkek, 11’i k›zd›. Yafllar› 1-13,8 y›l aras›nda de¤ifliyordu. Ortalama yafl 5 y›l idi. Bir hasta hariç tüm hastalar›n radyolojik incelemesi normaldi. Bir hastada sanal bronkoskopide bronfl anomalisi saptand›. Yirmi üç hastan›n FB ile de¤erlendirilmesinde 10 hastada normalin d›fl›nda bulgu saptand›. ‹ki hastada sol ana bronflta yabanc› cisim ve granülasyon dokusu, 2 hastada trakeomalazi, 3 hastada enfeksiyonla uyumlu olan hiperemi ve sekresyon, 1 hastada mantar enfeksiyonu düflündüren trakeada beyaz plaklar saptand›. ‹ki hastada ise bronfl anomalisi saptand›. Fleksible bronkoskopi de patoloji tesbit edilen hastalar›n 6’›nda da BAL kültürlerinde üreme tesbit edildi. Üç hastada Bronkoalveolar lavaj (BAL) da lipid yüklü makrofaj tesbit edildi ve daha önce gastroözofageal reflü (GÖR) sintigrafisi normal olan iki hastan›n tekrarlanan GÖR sintigrafisi pozitif olarak bulunup reflü tedavisi baflland›. Sonuç: Fleksible bronkoskopi invaziv bir giriflim olmas›na ra¤men solunum sisteminin fonksiyonel, anotomik özelliklerini iyi de¤erlendiren, kronik öksürükte nedeni ayd›nlatmakta tan›ya yard›mc› bir yöntemdir.
Aim: Coughing is a common symptom in childhood. The cough last for over 4 to 6 weeks and also which makes patients the family and the doctor feel discomfort is called chronic cough. If this cough last long and repeats, it has to be investigated. After a detailed history and physical examination, distinctive studies have to be made. The purpose of this study is to evaluate the patients, which have been made flexible bronchoscopy because of chronic cough, by their clinical, laboratory and bronchoscopic findings. Material and Method: In this study we evaluated 23 patients with chronic cough; which were examined between January 2002 and December 2006 in Pediatric Chest Unit of Hacettepe University. Patients have cough for over 4 to 6 weeks, without specific chest X Ray findings, gastroesophageal reflux and problem with their immunologic system were and because of all these reasons they have been made bronchoscopy. The patients files are analyzed retrospectively by their demographic, clinic and bronchoscopic findings. Results: The study consisted of 23 patients: (12 males/11 females). The age of the patients vary between 1 and 13,8 years (mean age: 5 years). All patient’s radiological findings were normal without one patient. This patient’s have bronchial abnormalities in sanal bronchoscopy. When it is observed with flexible bronchoscopy ten patients have abnormal findings. Two patients have foreing body aspiration in their left main bronchus, two patients have tracheomalasia, three patients have hyperemia and secretions infection and two have bronchial abnormalites.In six patients’ bronchoalveolar lavage microorganism grew. Three patients have lipid laden macrophage and two patients whose previous gastroesophageal reflux scintigraphie were negative then found in and started treatment Conclusion: Although flexible bronchoscopy is an invasive technique, it evaluates respiratory system’s functional, anatomic characteristics well and it is a valuable technique in finding the etiology of chronic cough.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
Hayrettin Temel, Mehmet Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcal And Laboratory Data Of PedIatrIc PatIents DIagnosed WIth InfectIous MononucleosIs
Amaç: Çocukluk döneminde Epstein-Barr virüsüne (EBV) nedenli enfeksiyöz mononükleoz olguları yüksek sıklıkta görülmektedir. Akut EBV enfeksiyonu belirti ve bulguları farklı klinik tablolarla kendini gösterebilmektedir. Çalışmamızda çocuklar arasında yaş ve yüksek riskli yaş gruplarına göre akut EBV enfeksiyonlarının klinik sunumunun incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2013-2020 yıllarında üçüncü basamak hastanemize başvuran ve enfeksiyöz mononükleoz tanılı toplam 337 çocuk hasta dahil edildi. EBV VCA IgM ve IgG antikorları ELISA yöntemiyle (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Almanya) firma önerileri doğrultusunda çalışıldı. Hasta bilgileri ve sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 5.1±3.4 yıl idi. Hastaların %22.8’si 0-2, %43.0’i 3-5, %29.7’si 6-12, %4.5’i ise 12 yaş ve üzeri gruptaydı. Akut EBV enfeksiyonu tanısı konulan çocuklarda en sık görülen belirti veya bulgular lenfadenopati (%59.6), lenfositoz (%45.1), ateş (%40.9), boğazda şişlik (%39.2) ve farenjit (%30.0) idi. Ateş şikayeti, 3-5 yaş arasında diğer yaş gruplarına göre anlamlı yüksekti (p=0.003). Olguların mevsimsel dağılımı benzerdi. Olguların yıllara göre artış içinde olduğu, en çok olgunun 2019 yılında görüldüğü (%23.4) belirlendi. Şikayetlerin başlamasından hastaneye başvuru yapılana kadar geçen sürenin yaş grupları ile doğru orantılı olarak arttığı görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda akut EBV enfeksiyonunda çocukluk dönemi yaş grupları arasında belirti ve bulgular açısından farklılık olmadığı, yıllara göre olgu sayılarının hafif bir artış içinde olduğu, özellikle lenfadenopati, splenomegali ve hepatomegali görülen çocuklarda EBV enfeksiyonundan şüphe etmek gerektiği sonucna varıldı.
Aim: In childhood, infectious mononucleosis cases caused by Epstein-Barr virus (EBV) are seen with high frequency. The signs and symptoms of acute EBV infection can manifest with different clinical pictures. Care should be taken in differential diagnosis for correct treatment. In our study, it was aimed to examine the clinical presentation of acute EBV infections by age and high-risk age groups among children.
Patients and Methods: A total of 337 pediatric patients with infectious mononucleosis who applied to our tertiary hospital in 2013-2020 were included in the study. EBV VCA IgM and IgG antibodies were studied by ELISA method (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Germany) in accordance with company recommendations. Patient information and results were evaluated retrospectively.
Results: The mean age of the patients was 5.1 ± 3.4 years. 22.8% of the patients were in the group of 0-2, 43.0% of them were 3-5, 29.7% of them were 6-12, and 4.5% of them were 12 years old and above. The most common signs or symptoms in children diagnosed with acute EBV infection were lymphadenopathy (59.6%), lymphocytosis (45.1%), fever (40.9%), swelling in the throat (39.2%) and pharyngitis (30.0%). Fever complaints were significantly higher between the ages of 3-5 compared to other age groups. The seasonal distribution of the cases was similar. It was determined that the cases increased over the years and the most cases were seen in 2019 (23.4%). It was observed that the time between the start of complaints and the application to the hospital increased directly proportional to age groups.
Conclusion: In our study, it was concluded that there was no difference in acute EBV infection in childhood age groups in terms of signs and symptoms, and the number of cases increased slightly over the years, especially in children with lymphadenopathy, splenomegaly and hepatomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Göknur Kalkan, Yalçın Baş, Havva Yıldız Seçkin, Salim Karahan
Olgu sunumu
Özeti
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Black HaIry Tongue In A 65-Year-Old DIabetIc Woman
Lingua villoza nigra olarak da adlandırılan siyah kıllı dil; çeşitli
tetikleyici faktörler nedeniyle oluşan dil sırtında anormal kahverengi
siyah renk değişikliği ile karakterize ağrısız, asemptomatik benign
bir bozukluktur. Sıklıkla oral hijyeni bozuk, sigara ve antibiyotik
kullanımı olan 40 yaş üstü kişilerde görülür. Burada siyah kıllı dil
nedeniyle polikliniğimize başvuran 65 yaşında diyabetik kadın hasta
sunulmaktadır. Bu vaka aracılığıyla, bu hastalık tekrar gözden
geçirilecek ve günlük pratikte nadiren görülen bu hastalık hatırlatılmış
olunacak ve tedavide oral hijyene dikkat etmenin önemi ve fırçalama
teknikleri anlatılacaktır.
Black hairy tongue, also named as lingua villosa nigra, is a
painless, asymptomatic, benign condition characterized by an
abnormal brownish–black discoloration of the dorsal surface of the
tongue caused by variety of precipitating factors. It usually appears
in people over age 40 years with a history of poor oral hygiene,
smoking and antibiotic use. Here we report a case of 65-year-old
diabetic woman patient presented to our outpatient clinic with black
hairy tongue. By means of this case, data about this disorder will
be able to reviewed and reminded to be aware of this rarely seen
disease in daily practice and advise to pay more attention to oral
hygiene and brushing techniques that will help treating this disorder.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
65 Yaş Ve Üzerindeki Vakalarda Elektrokardiografik Bozukluklar
Hasan Hüseyin Telli, Kemal Küçük, Asım Sarıgüzel, Bayram Korkut, Hasan Gök
Araştırma makalesi
Özeti
65 Yaş Ve Üzerindeki Vakalarda Elektrokardiografik Bozukluklar
The Eleetroccn-DIographIc Changes Iu Subjects Over 65 Years Of Age
Nin-nıal kişilerde ve kalp hastalıklarının teşhisi nde efekti sıklıkla • kul-lanılmaktadır_ Yaşlı kişilerin elektrokardiografileri incelendiğinde, kalp hastalığı ile ilgisi olmadığı halde. sıklıkla anormal elektrokardlografik bul-gular° rastlannıaktadır, Çalışmaya SÜTT iç hastalıkları kliniğine nıiiracaat eden 65 yaş ve üzeri 400 kişi katıldı. Elde edilen sonuçkır değeriendirildiğinde % 32. oranında elektı-okardiografik anarmallikler tesbit edildi. Kli-nik ve laboratuvar Olarak hastalık tesbit edilen. ya-k-010,-117 % 53'ünde EKG anormalliği tesbit edilirken, hastalık tesbit edilmeyen Yakala,- arasında % 12 oranında anormal EKG bulgusuna rastlandı. Bu elde edilen anormal elektrokardiografik bulguların kalp hastalığı hikayesi ile önemli derecede ilişki göstermediği bulundu.
The electrocardiography (EKG) is a usefid di-agnostic tool, extensiyely used in either cardiac pa-tient or normal infrequent that abnormal changes are obseryed. When EKG'_ç of the elderly people, not as.sociated with a cardiac disorder, are examined. The this study 400 subjects, having been exa-mined in the outpatient department were involved. The ECG's examined, revealed nn overall «ab-normality rate of % 32. A : 53 abnoı-mality was ob-served. in cardiac patient, whereas %12 of normal subjects clemostrated an abnormal ECG. Moreoyer, these changes in ECGs were not associated with a pathological coııdition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posterior Mediastende Retrosternal Guatr
Sami Ceran, Burhan Apilioğulları, Ebubekir Gündeş, Ahmet Dumanlı
Olgu sunumu
Özeti
Posterior Mediastende Retrosternal Guatr
Retrosternal GoIter Of The PosterIor MedIastInum
Tiroid kitlesinin %50’den büyük bölümünün sternal çentiğin
altında; mediasten içinde olması retrosternal guatr olarak
adlandırılmaktadır (1). Elli sekiz yaşında kadın hasta yaklaşık 10
yıldır olan nefes darlığı ve progressif olarak artan efor dispnesi ile
başvurdu. Yapılan tetkiklerinde posterior mediastene uzanım gösteren
retrosternal guatr tespit edildi. Torakotomiye gerek duyulmadan
servikal yaklaşım ile total tiroidektomi yapıldı. Operasyon sonrası 3.
günde hasta sorunsuz şekilde taburcu edildi.
The term of retrosternal goiter means that more than 50% of
thyroid gland descends in the thorax. These commonly present as
asymptomatic lesions, but less commonly may also cause airway
and esophageal compression. Surgery remains the most effective
treatment for retrosternal goiters. We report the case of a retrosternal
goiter which compressed and dislocated the trachea and esophagus.
It was excised using a transcervical approach. The patient recovered
well and was discharged at postoperative 3 day.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Görülen Bir Özefageal Tüberküloz Olgusu
Hatice Kutbay Özçelik, Sibel Yurt, Gülşah Günlüoğlu, Turan Aslan, Murat Sezer, Filiz Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Görülen Bir Özefageal Tüberküloz Olgusu
An Unusual Case Of Esophageal TuberculosIs
Gelişmekte olan ülkelerde yaygın organ tüberkülozu önemli bir halk sağlığı problemidir. Ağızdan anüse kadar gastrointestinal sistemin herhangi bir yerinde tüberküloz görülebilir. Özefageal tüberküloz ise % 0,14 gibi çok az bir oranda görülür. Genellikle mediastinel lenf nodlarından direkt olarak yayılır. Bizim vakamız, polikliniğimize disfaji, odinofaji, kilo kaybı ve 6 aydır devam eden epigastrik ağrı şikayeti ile başvuran 55 yaşında bayan hasta idi. PA akciğer grafisinde; sol hemotoraksta hilustan perifere uzanan fibrotik bant izlenimi veren lineer opasite ve sol kostofrenik sinüste küntleşme mevcuttu. Toraks bilgisayarlı tomografisinde subkarinal ve sağ hiler milimetrik sekel kalsifik lenf nodları, torakal özefagusta karina düzeyinde ve hemen proksimalinde duvar kalınlaşması ve lümende daralma, sağ akciğer orta ve sol akciğer alt lobda subsegmenter atelektazi alanları izlendi. Üst gastrointestinal endoskopisinde; özofagusta 19. cm’de arka duvarda yaklaşık 1 cm çapında ülsere lezyon görüldü. Bu bölgeden alınan biyopside tüberküloz ile uyumlu nekrotizan granülomatöz iltihap izlendi. Antitüberküloz tedavinin 2. ayında yapılan endoskopide ülsere lezyonun iyileştiği, alınan biopsi örneğinde tüberküloza ait bir bulgunun görülmediği saptandı. Sonuç olarak; disfaji ve kilo kaybı ile başvuran ve radyolojik bulgusu olan hastalarda ayırıcı tanıda özofageal tüberküloz düşünülmelidir.
Organ tuberculosis is an important problem for the public health in devoloping countries. Tuberculosis can be seen on any part of the gastrointestinal tract from mouth to anus. Esophageal tuberculosis is very rarely seen with 0.14% prevalance. It usually originates from mediastinal tuberculous lymphadenopathy. We report a 55-year-old woman who admitted to our hospital with complaints of dysphagia, weight loss, audinophagia and epigastric pain. The chest radiography revealed a linear opacity compatible with fibrotic tape was seen on chest x-ray. Thorax CT examination revealed milimetric calcified lymph nodes at subcarinal and the right hilar region, thickening of proximal part of esophageal wall through carinal leveland subsegmenter collapse on left lower lobe. Ulcerative lesion with dimension of 1×1 cm localized in the 19th cm of the esophagus was seen on upper gastrointestinal endoscopy, suggesting esophageal carcinoma. Biopsy revealed necrotizing granulomatous ulceration which resembled tuberculosis. After antituberculous chemotherapy, the endoscopy repeated in end of the 2nd month of antituberculous therapy and the recovery of ulcer lesion was seen and the biopsy showed no signs of tuberculosis. Conclusion; esophageal tuberculosis should be kept in mind at differential diagnosis in patients who have complaints of dysphagia and loss weight and radiological signs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boşanma İle Sonlanan Evliliklerde Kadının Hedef Olduğu Saldırganlık
İshak Özkan, Ömer Böke
Araştırma makalesi
Özeti
Boşanma İle Sonlanan Evliliklerde Kadının Hedef Olduğu Saldırganlık
AggressIon Towards Woman In MarrIage Ended WIth DIvorce
Bu çalışma S.Ü. Aile Araştırma ve Uygulama Merkezince„geriye dönük olarak, Konya mah-kemelerinde 1993 yılı kesinleşmiş boşanma dava kayıtları taranar-ak yapıldı. Boşanma dava kart-larından elde edilen bilgilerden CTS (Conilict Tac-tic yeniden dü:enlenerek, boşanma sonucu kadına karşı eşi tarafında uygulanan şiddet verileri elde edildi. Toplam 526 boşanma sonuçlarından 139'unda (%26.42) kadına karşı şiddet saptandı. Kadına karşı şiddet en yüksek oranda (%42.44) sözel, ikinci sırada (%33.09) fizik ve son olarak da (%24.46) hem fizik, hem de sözel idi. Eşler arasındaki yaş farkı özellikle kadının yaşının erkeğin yaşına eşit ve büyük olması durumunda, Vi ne kadının boşanma yaşı düştüğünde şiddetin arttığı bulundu (p<0.05). Kadına karşı şiddetin en çok- 21-36 yaşla,- arasında uygulandığı görüldü. Kadına karşı şiddet, erkek ve kadının evlilik yaşı, erkeğin boşanma yaşı, evlilik süresi, çocuk sayısı, köy-kasaba ve şehirde yaşama, erkeğin ve kadının evlilik sayılan ile istatistik ilişki göstermedi. Sonuç olarak kadına karşı şiddetin genelde önemli bir boşanma sebebi ve bunda fizik kötüye kullanmanın önemli boyutlarda olduğu söylenebilir.
This study was carried oral retrospectively at Selçuk University Family Center covering the di-vorce cases lı-oın the law-court files 1993 in Konya. The inf'ormation on the divorce registers ►eı-e exa-nıined carefidly and Conflict Tactic Scale is revised for adapting the divorce cases due ta spousal agg-ression towards married women. There result ob-tained data vere analyzed according to minitab sta-tistical programe. Total 526 divorce cases accured in Konya 1993 and divorce due ta agression was found that verbal aggression represented the major cause of divorce (42.44%) followed by physical (33.09%) and verbal and physical aggression (24.46%). The age difference hetween the spouses, espe•ialy signıficant (p<0.05). That is most divorce due to aggresion was occurred between 21-32 yeaı-s of married women age. On the other hand the age of spouses at the time of marriage, the husbands age at the time of divorce, the duration of marriage, the number of either man ör woman did not show sta-significant influence on the divorce due to aggression. As a result, it can be concluded that aggression towards women in general is a major cause of divorce and physical and abusive agg-ression is the serious aspect of divorce due ta agg-r-ession.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveoler Kemik Grefti Donör Sahasındaki Kemik Balmumu Nedeniyle İyileşmeyen Ülser - Bir Olgu Sunumu
Moumita De de, Rakesh Dawar, Maneesh Singhal, Ashish Bichpuriya, Ravikiran Nalla
Olgu sunumu
Özeti
Alveoler Kemik Grefti Donör Sahasındaki Kemik Balmumu Nedeniyle İyileşmeyen Ülser - Bir Olgu Sunumu
Non-HealIng Ulcer Due To Bone Wax In Alveolar Bone Graft Donor SIte- A Case Report
Kemik balmumu, balmumundan üretilmiş yaygın olarak kullanılan bir hemostatik ajandır. Nöroşirürji, ortopedik cerrahi, çene ve ortognatik ameliyatlarda yaygın olarak kullanılır. Her ne kadar kemik balmumu nedeniyle komplikasyon ile ilgili birkaç vaka bildirilmiş olmasına karşın, çeşitli cerrahi bölgelerde kullanımı devam etmektedir. Alveoler kemik greftlenmesi için kemik kemik grefti yerleştildikten bir yıl sonra ortaya çıkan iliak krest üzerinde olağandışı bir iyileşmeyen ülser vakasını sunuyoruz.
Bone wax is a commonly used hemostatic agent derived from beeswax. It is used widely in neurosurgery, orthopaedic surgery, maxillofacial and orthognathic surgery. Although few case reports have emerged regarding complication due to the bone wax, the use of it continues in various surgical sites. We report an unusual case of a non-healing ulcer over the iliac crest appearing one year after bone harvest was done for alveolar bone grafting
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Ailede Kromozom 9qh+ Segmentinin İnversiyonu
Tülin Çora, Ayşegül Zamani, Mahmut Selman Yıldırım, Sennur Demirel
Olgu sunumu
Özeti
Bir Ailede Kromozom 9qh+ Segmentinin İnversiyonu
SpInal EpIdural PneumatosIs AssocIated WIth Spontaneous Pneumothora*
Spinal epidural hava nadiren spontan pnömotoraks ile birlikte görülebilir. Daha önceden hiçbir şikayeti olmayan, akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi ile pnömotoraks tesbit edilen olgunun spinal epidural alandaki hava odakları dikkat çekti. Bilgisayarlı tomografi ile görüntülenen bu bulgu literatür bilgileri ile birlikte tartışıldı.
Spinal epidural air associated with spontaneous pneumothorax is a rare condition. There was a pneumothorax in the patient had no history. Pneumothorax was demostrated chest X-ray and thorax CT. Moreover, CT showed also spinal air. This finding was discussed with literatüre
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ozon Tedavisi Çoklu İlaca Dirençli Bakterilerle Mücadelede Yeni Bir Strateji Olabilir Mi?
Selin Uğraklı, Fatma Esenkaya Taşbent, Hatice Küçükceran
Araştırma makalesi
Özeti
Ozon Tedavisi Çoklu İlaca Dirençli Bakterilerle Mücadelede Yeni Bir Strateji Olabilir Mi?
Could Ozone Threapy Be A Novel Strategy For CombatIng WIth MultI-Drug ResIstant BacterIa?
Amaç: MDR bakteriler ile oluşan enfeksiyonları kontrol etmek, klinisyenler için büyük bir zorluk haline
geldi. Bu nedenle, ana yaklaşım alternatif tedavilerin de gözden geçirilmesidir. Bu çalışmada, gaz
formundaki medikal ozonun çoklu ilaca dirençli (MDR) patojenler üzerindeki antibakteriyel etkisini zamana
bağlı olarak değerlendirilmesi hedeflenmiştir .
Gereçler ve Yöntem: Çalışma 21 Mart-15 Nisan 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Mikrobiyoloji laboratuvarı’nda gerçekleştirildi. On MDR bakteri, yedi
farklı bakteriyel konsantrasyonunda (102-108 bakteri/petri) petri kaplarında in vitro olarak değerlendirildi.
10, 20 ve 40 dakikalık 40 ug/ml dozda ozon maruziyeti ve kontrol grubunun MDR bakterileri üzerinde
etkinliğini araştırıldı. Plakların 24 saatlik inkübasyonundan sonra, ozonun her maruz kalma süresi için
ortalama koloni sayıları belirlendi ve Log10'a dönüştürüldü.
Bulgular: Ortalama bakteriyel azalma (log10) dikkate alındığında, ozonun bakterisidal etkisi 10 dakikaklık
maruziyette sadece metisiline dirençli Staphylococcus aureus, VIM-1 üreten Klebsiella pneumoniae
ve Karbapenem dirençli Acinetobacter baumannii üzerinde saptandı. Optimum etki, test edilen
izolatlarda genellikle 20 dakika içinde gözlendi. Bununla birlikte, MDR-Pseudomonas aeruginosa, ozon
maruziyetinden nispeten daha az etkilendi. Ancak 40 dakikalık maruziyet sonunda tüm bakteriler %99'luk
seviyenin üzerinde inaktive edildi.
Sonuçlar: Ozon gazı, MDR patojenleri üzerinde etkili bakterisidal aktivite gösterdi ve etkisinin, maruz
kalma süresine ve bakteri tipine bağlı olduğu tespit edildi. Pandemi dünyasında mikrobiyal enfeksiyonların
kontrolü için yeni yaklaşımlara duyulan ihtiyaç dikkate alındığında, ozon tedavisinin optimizasyonu yüksek
öncelikli olarak gerçekleştirilmelidir ve ozonun MDR-bakterilerin inaktivasyonu üzerindeki etkisinin
derinlemesine anlaşılmasını desteklemek için daha fazla in vivo çalışmaya ihtiyaç vardır .
Aim: This study evaluated the antibacterial effect of gaseous ozone on multi-drug resistant (MDR)
pathogens with regard to time dependency. Controlling infections with MDR bacteria became a big
challenge for health care professionals. Therefore, the major corcern should be altered to alternative
therapies.
Materials and Methods: The study was performed in Necmettin Erbakan University Meram Medical
Faculty Hospital, Department of Medical Microbiology Laboratory between 21 March to 15 April 2021. Ten
MDR bacteria were evaluated in vitro using in the Petri dishes at seven bacterial concentrations (102-
108 bacteria/dish). The ozone showed its efficacy on these MDR bacteria under the following conditions
applied: 40 μg/ml at 10, 20 and 40 minutes and control (no gas was used). After 24 hours incubation of
plates, the average colony counts for each exposure time of ozone were figured out and transformed to
Log10.
Results: Taking acccount the mean bacterial reduction (log10), the bactericidal effect of ozone was
determined on only methicillin-resistant Staphylococcus aureus, VIM-1 producing Klebsiella pneumoniae
and Carbapenem resistant-Acinetobacter baumannii in 10 minutes exposure. The optimum effect was
generally observed within 20 minutes on tested isolates. However, the MDR-Pseudomonas aeruginosa
showed a relatively lower response to ozone. All bacteria was inactivated over the level at 99% at the end
of the 40 min exposure to ozone.
Conclusions: The gaseous ozone showed satisfactory bactericidal activity on MDR pathogens and its
effect depens on exposure time and type of bacteria. Taken into account, the need for new approaches
for the control of microbial infections in the pandemic world, the optimization of ozone therapy should be
undertaken high priority and more in vivo studies are needed to support in depth understanding of the
ozone ef fect on the inactivation of MDR bacteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnömotoraks İle Birlikte Epidural Pnömatozis
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Olgun Kadir Arıbaş, Ahmet S. Poyraz, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Pnömotoraks İle Birlikte Epidural Pnömatozis
SpInal EpIdural PneumatosIs AssocIated WIth Spontaneous Pneumothora*
Spinal epidural hava nadiren spontan pnömotoraks ile birlikte görülebilir. Daha önceden hiçbir şikayeti olmayan, akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi ile pnömotoraks tesbit edilen olgunun spinal epidural alandaki hava odakları dikkat çekti. Bilgisayarlı tomografi ile görüntülenen bu bulgu literatür bilgileri ile birlikte tartışıldı.
Spinal epidural air associated with spontaneous pneumothorax is a rare condition. There was a pneumothorax in the patient had no history. Pneumothorax was demostrated chest X-ray and thorax CT. Moreover, CT showed also spinal air. This finding was discussed with literatüre
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mast Hücreleri Ve Rahim İçi Araç
Sabiha Serpil Kalkan, Metin Çapar, Refik Soylu, Hasan Cüce, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Mast Hücreleri Ve Rahim İçi Araç
Mast Cells And I NtrauterIne ContraceptIve DevIce
30 Lippes loop ve 15 bakır rahim içi araçdan (R.İ.A.) yapılan smearlerde mast hücre sayısı araştırıldı. Işık mikroskobunda tüm smearlerde mast hücresi görüldü. Uterusda üç aydan az kalan 7 bakır R.I.A.'dan I tanesinde ise belirgin mast hücre artışı tesbit edildi. Sonuçlardan R.İ.A.nın etki mekanizmasında mast hücrelerinin rolü olabileceği ve bakır R.İ.A.'nin uterusda kalma süresi ile mast hücre sayısı arasında ilişki olabileceği fikri çıkarılmıştır.
In this study, the number of mast cells vere investigated in smears from thirty Lippes loops and fifteen cupper loaded intrauterine contraceptive devices (IUD). Under the light microscope the presence of the mast cells and the increment of the cell number in one over seven cases which IUD reınained in uterus for less than 3 months have been cleared out. As a result of this, the effects of mast cells on IUD action mechanism and a correlation between the number of mast cells ıvith the remaining duration of Cu++ loaded IUD in uterus is considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Fruktoz Ve Demir Aracılı Steatohepatit Modeli
Muharrem Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Fruktoz Ve Demir Aracılı Steatohepatit Modeli
Fructose- And Iron-MedIated Model Of SteatohepatItIs In Rats
Amaç: Bu çalışmada, sıçanlarda fruktoz ve demir aracılığıyla insan fenotipine yakın bir steatohepatit modeli oluşturulması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada 90 adet 1,5-2 aylık Wistar-Albino cinsi dişi sıçanlar randomize bir şekilde 30' lu 3 gruba ayrılmıştır. Ad libitum beslenen kontrol grubu, içme suyu içinde %60 konsantre fruktoz çözeltisi verilen fruktoz grubu ile içme suyu içinde %60 konsantre fruktoz çözeltisi ve ikişer haftalık aralıklarla parenteral demir uygulanan fruktoz-demir grupları çalışılmıştır. Tüm gruplara günlük eşit miktarda kalori verilmiştir. İkişer haftalık aralıklarla (2., 4., 6., 8. ve 10. haftalarda) tüm gruplardan 5’er sıçana laparotomi uygulandıktan sonra karaciğer ve kan örnekleri alınarak biyokimyasal ve histopatolojik progress değerlendirilmiştir.
Bulgular: On haftalık çalışma sürecinde hiçbir grupta karaciğer yağlanması ve fibrozisi saptanmamıştır. Fruktozla beslenen sıçanlarda hepatosellüler balonlaşma skorları kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulunmuştur (p<0,001). Fruktoz ve fruktoz-demir gruplarında kontrol grubuna göre serum AST ve ALT değerlerinde yükselme saptanmamıştır. Fruktoz-demir grubunda 10. haftada kontrol ve fruktoz gruplarına göre ferritin düzeyi anlamlı yüksek saptanmıştır (p<0,001). Ayrıca histopatolojik olarak 4. haftadan itibaren fruktoz-demir grubunda karaciğerde demir birikimi de saptanmıştır.
Sonuç: Genç ve dişi sıçanlarda %60 konsantrasyonda fruktozlu içme suyuyla ve demir yüklemeyle 10 haftalık süreçte biyokimyasal ve histopatolojik steatohepatit modeli oluşturulamamıştır. İnsan fenotipine yakın bir steatohepatit modeli oluşturabilmek için en az 16 haftalık bir süreyle yetişkin erkek sıçanlarda çalışılması, yeterli hidrasyon ve beslenmenin sağlanabilmesi için de fruktozun yemle kombine edilerek verilmesi daha uygun görünmektedir.
Background: The aim of this study was to develop a fructose- and iron-mediated model of steatohepatitis, which is similar to the human phenotype.
Methods: We randomly divided ninety 1.5 months old female Wistar-Albino rats into three groups. All three groups contained 30 rats in each group and 5 subgroups per group. While the control group was fed ad libitum, the fructose group’s feed consisted of 60% fructose in drinking water and that of the fructose-iron group consisted of 60% fructose in drinking water along with intraperitoneal administration of iron every 2 weeks. We performed laparotomies at 2-week intervals (at 2, 4, 6, 8, and 10 weeks) in all subgroups.
Results: None of the groups had hepatosteatosis or fibrosis at the end of the 10th week. Hepatocellular ballooning scores were significantly higher in the fructose-fed groups than in the control group (p<0.001). At 10th week serum ferritin levels in the fructose-iron group were significantly higher than those in the control and fructose groups (p<0.001). Iron accumulation in the rat liver was observed in the fructose-iron group histopathologically by the 4th week.
Conclusion: Chemically and histopathologically, a model of steatohepatitis can not be developed in young and female rats with 60% concentrated fructose feeding and administration of iron for 10 weeks. To develop a model of steatohepatitis resembling the human phenotype, it is more advisable and feasible to use adult male rats fed meals combined with fructose in order to maintain adequate hydration and nutrition for at least 16 weeks.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pollisizasyon, Tendon Grefti Ve Radial Önkol Flebi İle Her İki Elde Tek Seanslı Rekonstrüksiyon
Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, Recep Memik
Olgu sunumu
Özeti
Pollisizasyon, Tendon Grefti Ve Radial Önkol Flebi İle Her İki Elde Tek Seanslı Rekonstrüksiyon
ReconstuctIon Of Both Hands UsIng PollIcIsatIon, Tendon Grafts And RadIal Forearm Flap In One Stage.
Trafik kazası sonrası her iki el yaralanması ile kliniğimize başvuran 52 yaşındaki bayan hastada karpometakarpal seviyeden sağ el başparmak amputasyonu, aynı el ikinci parmakta cilt ve tendon kaybı, sol el dorsalinde cilt ve 2-3. parmak ekstensör tendon kayıpları tespit edildi. Tek seansta rekonstrüksiyon planlanarak, sol elde palmaris longus tendonlarından alınan greftler uygun gerginlikte ekstensör tendon kayıplarının yerine interkalari greftler olarak tatbik edildi. Ardından cilt defekti için ters akımlı 'radial forearm flep' tasarlandı ve yara örtüldü. Takiben sağ el ikinci parmak alınarak Buck-Gramcko'nun tarif ettiği teknikle başparmak yerine transfer edildi. Sekiz ay sonra yapılan kontrolde hastanın sağ elini kullanarak küçük cisimleri tutabildiği, ayrıca geniş ve ağır cisimleri kavrayarak kaldırabildiği görüldü. Sol elde ise bilek ve parmak hareket genişlikleri tam olarak kazanılmıştı. Klasik yoldan farklı tedavi edilen bu vakada tedavinin hastaya göre planlanması gerektiği bir kez daha vurgulandı.
A fifty two year old woman sustaining bilateral hand injurles after a traffic accident was admitted to our clinic. She had right thumb amputation from the carpometacarpal level, tendon and skin loss in the right hand secönd finger, loss of the 2-3 extensor tendons and the overlying dorsal skin in the left hand. Reconstruction in a single session was planned and palmaris longus tendons from both hands were taken and used as intercalary grafts for extensor tendon losses after which the skin loss was covered with a radial forearm flap. Afterwards, the second injured finger in the right hand was taken and pollicisized using the Buck Gramcko technique. At the last follow-up examination 8 months after the injury, she was able to pick up small objects and grip large and heavy objects using her right hand. The range of motion of the wrist and the fingers of the left hand was completely restored. The importance of treatment design tailored individually for each patient was stressed in this case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Hastalarında Konvelesan Plazma Tedavisinin Etkinliği
Hülya Vatansev, Mehmet Ali Karaselek, Serkan Küçüktürk, Soner Demirbaş, Özcan Çeneli, Bülent Işık, Kazım Çamlı, Celalettin Korkmaz, Şebnem Yosunkaya, Adil Zamani, Turgut Teke
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Hastalarında Konvelesan Plazma Tedavisinin Etkinliği
EffIcacy Of Convalescent Plasma Therapy In Covıd-19 PatIents
Amaç: Corona Virüs 2019 Hastalığı (COVID-19)’nda şu ana kadar spesifik antiviral ajan olmamasına
rağmen tedavi için konvelesan plazma (CP) tedavisi tedavi için kullanılmıştır. Ancak CP tedavisinin
prognoz ve mortalite üzerindeki etkinliği halen tartışma konusudur. Bu çalışmada COVID-19 hastalığında
CP tedavisinin etkinliğine ilişkin deneyimlerimizin paylaşması am açlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışma Mayıs 2020-Şubat 2021 tarihleri arasında standart tedaviye ek olarak
CP tedavisi alan 126 COVID-19 tanılı hastada gerçekleştirildi. 126 hasta ilk beş gün içinde (Grup A) ve
beş günden sonra (Grup B) CP uygulananlar olarak iki gruba ayrıldı. Bu iki gruptaki hastalar laboratuvar
parametreleri, klinik bulgular ve mortalite açısından değerlend irildi.
Bulgular: Toplam 126 hasta Grup A'da 86 hasta ve Grup B'de 40 hasta) tespit edildi. 119 (%94.4) hasta şifa
ile taburcu olurken 7 (%5,5) hasta kaybedildi. Ortalama hastane yatış süresi Grup A'da 11.4±0.7, Grup B'de
18.4±1.7 gün olarak bulundu (p<0,001). Lenfosit, PLT, fibrinojen ve CRP’nin tedaviye bağlı ana değişim
etkisi istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Ancak, iki grup D-dimer açısından karşılaştırıldığında
sonuçlar marjinal olarak anlamlıydı. Basit etki değerlendirildiğinde; Grup A’daki değişim anlamlı değilken,
Grup B’deki değişim anlamlıydı. CP tedavisine 5 gün önce veya 5 gün sonra başlanması laboratuvar
parametrelerini değiştirmedi. Ancak, D-dimer’daki değişim marjinal olarak anlamlıydı (p=0.058).
Sonuç: Çalışmamızda CP tedavisine erken başlamanın hastanede kalış süresini azalttığı ancak mortalite
ve laboratuvar parametreleri üzerine etkisinin olmadığı gösteri ldi.
Aim: Convalescent plasma (CP) therapy has been used for treatment, although it has not been Corona
Virus 2019 Disease (COVID-19) specific antiviral agent so far. However, the effectiveness of CP treatment
on prognosis and mortality is still a matter of debate. In this study, we aimed to share our experiences
about the ef fectiveness of CP treatment in COVID-19.
Materials and Methods: The study was conducted in 126 patients diagnosed with COVID-19 who received
CP treatment in addition to standard treatment between May 2020 and February 2021. 126 patients were
divided into two groups as those who underwent SP within the first five days (Group A) and after five days
(Group B). The patients in these two groups were evaluated in terms of laboratory parameters, clinical
and mortality.
Results: A total of 126 patients were identified (86 patients in Group A and 40 patients in Group B). 119
(94.4%) patients were discharged with recovery, 7 (5.5%) patients died. The mean days of hospitalization
were found to be 11.4±0.7 in Group A and 18.4±1.7 in Group B (p<0.001). Treatment-related lymphocyte,
PLT, fibrinogen and CRP main effect of change was significant (p<0.001). However, the results were
marginally significant when the two groups were compared in terms of D-dimer. When the simple effect is
evaluated; Group A as not significant, while group B was significant. Starting CP treatment 5 days before
or 5 days later did not change the laboratory parameters. However, D-dimer was marginally significant
(p=0.058).
Conclusion: In our study, it was shown that early initiation of CP treatment reduced the hospitalization,
but had no ef fect on mortality and laboratory parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Anadolu Bölgesınde 7868 Vakada Konjenital Major Malformasyonların Sıklığı Üzerınde Bir Çalışma
Ahmet Arslan, Ferhan Paydak, Ahmet Bülent Turhan, Erol I. Yorulmazoğlu, Andaç Argon, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Anadolu Bölgesınde 7868 Vakada Konjenital Major Malformasyonların Sıklığı Üzerınde Bir Çalışma
The IncIdence Of CongenItal Major MalformatIons In Central AnatolIa: A Study Of 7868 Newborns
Konya Doğum ve Çocuk Bakım Evinde 1988 yılının Ocak-Ekim ayları arasında 28 gebelik haftası ve üzerinde doğan tüm yeni doğan bebekler majör malformasyonlar varlığı yönünden incelenmiştir. Bu süre içinde 3762 kız ve 4106 erkek olmak üzere toplam 7868 bebek doğmuştur. 95'i kız ve 123'ü erkek toplam 218 bebek ölü doğmuştur. Gözlenen bebeklerin 75'inde (%0.9) majer malformasyon bulunmuştur. Majör malformasyonlu bebeklerin 66'sı (%88) tek anomali, 9'u (9'012) çoğul anomali göstermiştir. Malfornu2syonlu 22 kız ve 6 erkek toplam 28 bebek ölü doğmuştur. Tek malformasyon gösteren bebeklerin 20'sinin santral sinir sisteminde, 1'inin dolaşım sisteminde ve 1'inin ürogenital sisteminde malformasyon görülmüştür. Tek malformasyon görülen bebeklerin 35'i kız, 317 erkektir. Tek malformasyonlu 18 kız ve 5 erkek toplam 23 bebek ölü doğmuştur. Çoğul malformasyon gösteren bebeklerden 4'ünün santral sinir sisteminde, 3'ünün santral sinir sistemi ve kas iskelet sisteminde, 1'inin santral sinir sistemi ve sindirim sisteminde malformasyon görülmüştür. Çoğul malformasyon görülen bebeklerin 6'sı kız, 3'ü erkektir. Çoğul malformasyonlu 4 kız ve 1 erkek toplam 5 bebek ölü doğmuştur. Çalışmamızda Konya ve yöresinde bulunan bu bulguların populasyon içerisindeki olma ihtimalleri ile malformasyonlu doğumların sistemlere göre dağılımı, anne yaş grubu, anne çocuk sayısı ve anne kan grubu arasında bir ilişkinin olup olmadığı araştırılmıştır.
Major malformation screening was made in 7868 mewborns at Konya Maternity and Children Care State Hospital, Turkey, January through October in 1988. Newborns, 28 weeks old and over were subjected to physical examination and the blood type determinations when needed. Blood type determinations were made for all mothers who gave birth. During 10 months period, of the 7868 babies born 3762 were female and the remaining 4106 babies were males. Among the 218 stillborn babies, 95 of them were female and 123 were males. 75 babies born with major malformations, and 66 (88%) of 75 had single and the remaining 9 (12%) had multiple malformations. The overall incidence is found ta be 0.9% and 0.11% for single and multiple malformations, respectively. About 51% of 66 newborns had musculo-skeletal system, 30% central nervous system, 14% digestive system, 1,5% circulatory systern, 1,5% urogenital system malformations, respectively. Also, musculo-skletal system malformations were found more often in males than female infants. Similarly, pes equino-varus was predorninant among the males whereas polydactylism among the females. In musculo-skeletal malformation system, stillbirth frequency is rather low (3 females and 1 male out of 33 malformed cases). The most stillbirths were seen in central nervous system (13 female and 3 male out of 20 cases). Anencephalus seemed to appear more often in female infants !han the male ones, and anencephalus and hydrocephalus females were stillborn infants. Multiple major malformations
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multidedektör Bilgisayarlı Tomografi İle İnsisura Scapulae’nin Morfometrik İncelemesi
Mehmet Tuğrul Yılmaz, Serter Gümüş, İsmihan İlknur Uysal, Yahya Paksoy, Muzaffer Şeker
Araştırma makalesi
Özeti
Multidedektör Bilgisayarlı Tomografi İle İnsisura Scapulae’nin Morfometrik İncelemesi
A MorphometrIc Study On Suprascapular Notch By MultIdedector ComputerIzed Tomography
Incisura scapulae, scapula’nın margo superior’unda, processus coracoideus’un kökünün iç tarafında bulunur. Bu çentik üst taraftan ligamentum transversum scapulae superius tarafından kapatılır ve bir delik haline dönüştürülür. Bu bağın altından n. suprascapularis, üstünden ise a. ve v. suprascapularis birlikte geçerler. Bu çalışmada 2008-2009 yılları arasında multidedektör bilgisayarlı tomografi (MDBT) incelemesi yapılan hastalardan elde edilen görüntüler kullanılmıştır. 44 MDBT görüntüsünden (22 erkek-22 kadın) toplam 88 scapulae (sağ-sol) ’nın incisura scapulae’sı incelenmiştir. İnceleme sonucunda 5 tip belirlenmiştir. Bu tipler; Tip 1: derin ve geniş, Tip 2: derin ve dar, Tip 3: sığ ve geniş, Tip 4: sığ ve dar, Tip 5: çentiksiz’dir. Çalışmamızda beş tip incisura scapulae tespit edilmiştir. Bu tiplendirmede en fazla sayıda tip 1 (26 adet, % 29.54)’in ve en az sayıda tip 5 (2 adet, % 2.27)’in olduğu gözlenmiştir. Ayrıca, tuberculum supraglenoidale, angulus superior, angulus inferior ile incisura scapulae arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.
Suprascapular notch located on the superior border of the scapula and just medial to the base of the coracoid process. This notch is covered by superior transverse scapular ligament and is turned into a foramen. Suprascapular nerve passes under this ligament and suprascapular vessels passes together over it. The images of the patients undergone MDCT examination between 2008 and 2009 were used in this study. Total 88 right and left MDCT scapula images obtained from 44 individuals (22 male, 22 female) were used. Suprascapular notch was divided into 5 types from these images. These types; Type 1: with deep and large notch, Type 2: with deep and narrow notch, Type 3: with shallow and large notch, Type 4: with shallow and narrow notch, Type 5: without a notch. In our study, the most common type was with (29,54%) deep, large notch and the least common type was the group (2,27%) without a notch. In addition, the relationship between suprascapular notch and supraglenoid tubercule, superior angle and inferior angle was evaluated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alfa Lipoik Asidin Diyabetli Sıçanlarda Egzersizle Oluşan Lipit Peroksidasyonu Üzerine Etkileri
Rahime Çelik Tav, Nilsel Okudan, Hakkı Gökbel, Sadık Büyükbaş, Muaz Belviranlı
Araştırma makalesi
Özeti
Alfa Lipoik Asidin Diyabetli Sıçanlarda Egzersizle Oluşan Lipit Peroksidasyonu Üzerine Etkileri
Effects Of Alpha LIpoIc AcId On ExercIse-Induced LIpId PeroxIdatIon In DIabetIc Rats
Çalışmanın amacı, diyabetli sıçanlarda alfa lipoik asit (ALA) desteğinin egzersizle oluşan lipit peroksidasyonu ve antioksidan durum üzerine etkilerinin belirlenmesiydi. On iki sıçan kontrol grubu olarak ayrıldı. 48 sıçana i.p 50 mg/kg tek doz streptozotosin verildi. Bir hafta sonra kan glikoz düzeyleri ölçülerek kan glikozu 300 mg/ dl’nin üzerinde olan sıçanlar çalışmaya alındı. Üç hafta sonra diyabetli sıçanlar Kontrol grubu, ALA grubu, diyabet egzersiz grubu, ALA egzersiz grubu olmak üzere 4 gruba ayrıldı. İki hafta süreyle ALA grubuna 100 mg/kg ALA i.p. olarak verildi. Egzersiz gruplarına dahil olan sıçanlara 15. gün akut egzersiz yaptırıldı. Anestezi altında sıçanlardan intrakardiyak kan alındı ve alınan örneklerde malondialdehit (MDA) ve nitrik oksit (NO) düzeyleri ve süperoksit dismutaz (SOD) ve ksantin oksidaz (XO) aktiviteleri belirlendi. Egzersiz yapan ALA grubunun MDA düzeyi egzersiz yapan diyabetli gruptan düşüktü. ALA takviyesi alan egzersiz grubunda NO düzeyi, egzersiz yapan diyabetli kontrol grubundaki NO düzeyinden düşüktü. Diyabetli sıçanlarda egzersizle oluşan lipit peroksidasyonunu ALA desteğinin azalttığı, nitrik oksit artışını ALA desteğinin engellediği sonuçlarına varıldı.
The aim of the study was to determine the effects of alpha lipoic acid (ALA) on the lipid peroxidation and antioxidant status. Twelve rats were included in the control group. 48 rats were given a single dose of 50 mg/kg i.p. streptozocin. Blood glucose levels were measured after one week and the rats whose blood glucose levels were over 300 mg/dl were included in the study. After 3 weeks diabetic rats were divided into four groups; diabetic control group, ALA group, diabetic exercise group, ALA exercise group. ALA groups received 100 mg/kg i.p. ALA for two weeks. The rats in the exercise group were exposed to exercise at 15th day. Intracardiac blood was taken under anesthesia and malondialdehyde (MDA) and nitric oxide (NO) levels and superoxide dismutase (SOD) and xanthine oxidase (XO) activities were determined in the blood samples. It was observed that ALA exercise group had lower level of MDA than diabetic exercise group. NO levels in the exercise groups supplemented with ALA were lower than in the diabetic groups performed exercise but not received this supplementation. We concluded that exercise induced lipid peroxidation is decreased by ALA supplementation and NO increase is attenuated by ALA supplementation in diabetic rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastaların S.iltıp Fakültesı Hastanesınden Yararlanma
Faruk Öktem, Said Bodur, Aziz Polat, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Hastaların S.iltıp Fakültesı Hastanesınden Yararlanma
An OvervIew On ServIce Referral For PedIatrIc Care At Selçuk UnIversIty Faculty Of MedIcIne
Çalışma, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Has-tanesi çocuk polikliniğine 18-22 Kasım 1991 tarih-lerinde başvuran 222 hastanın refakatçileri ile görüşülerek yapıldı. Hastaların % 71 'inipüniversite hasranesini birinci basamak, ancak % 171sinin ü-çüncü basamak tedavi hizmeti almak için kullandığı görüldü. Üçüncü basamak başvurularda daha çok yalnız babalann refakat ettiği ve 0-6 yaşlarındaki hastalarda daha yüksek oranda olmak üzere polik-liniğimize erkek çocukların daha fazla getirildiği gözlendi (p<0.05). Çocuk hasta başvurularını, ö-zellikle sevkli hastalarda, haftanın son günlerine doğru azaldığı (p>0.05), ailelerin üçüncü ve daha sonraki çocuklarının her basamak için hizmetten daha az yararlandığı (p>0.05) belirlendi. Birinci basamak 'sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi„sos-yal güvencesi olsun. olmasın hastaların kademeli sevk sistemi içinde üniversite hastanelerinden ü-çüncü basamak tedavi hizmetin' almak üzere yarar-lanmasını sağhvacak düzenlemelerin yapılması, hem toplumun hem de sağlık kuruluşlarının yararına olacağı kanısındayiz.
This study was iınplemented on patients' parents or relatives who brought their children to the Polyc-clinic of Departmant of Pediatrics in Faculty of Me-dicine, Selçuk University between 18 and 22nd of November 1991. 1n this study it was observed that only 17 percent of patients had applied for tertiarv care wlüle 71 percent of diem had came for primarv care. Patients applying for tertiary care were usually brought to the hospital by their fathers and male pa-tients more in number and relatively higher in 0-6 age group (p<0.05). It was also observed that number of patients, e.specially of those referred, decreased to-wards weekend (p>0.05) and parents were utilizing less health service in each level of care for their third and more childs (p>0.05). We believe that it will be more usefid for both community and health organi-zations ta make primary health care services more effective and such regulations, in which university hospitals, vvithoıtt taking care of patients social insu-rance guarantees, just can be used for tertiary health care services a step-by-step referral system.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatıt C Sonrası Geıaen Fatal Aplastik Anemi
Mehmet Bitirgen, R. Korur, Mustafa Sünbül, Şamil Ecirli, Hakkı Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Hepatıt C Sonrası Geıaen Fatal Aplastik Anemi
Fatal AplastIc AnemIa AssocIated WIth HepatIt C
Aplastik anemi viral hepatitin ciddi ve nadir bir komplikasyonudur. Bu komplikasymulan daha fok non-A. non-B vimslart (Ozellikle hepatit C virusu) soriwilu tutulmaktaysa da diner hepatit viruslerin de sebep oldugu gosteriltnivir. Sunmak istedigimiz17 ya,unda hepatit erkek bir hastada aplastik anemi geligi. 3 ay sonra re-misym gortilen hastada 26 ay sonra relaps gortild11. Hasta ailesinin zararh geleneksel uygulamalarmin da katkisiyla E. coli sepsisi sonucunda karbedildi.
Aplastik anemia is a rare and severe comp-lication of viral hepatitis. It's mortality rate is al-most 85%. This coplication has been observed most often in association with non A, non-B viruses (es-pecially hepatitis C virus) and also the other he-patitis viruses can cause this complication. We presented a 17 years old male patient who had aplastir anemia associated with hepatitis C virus. Although full hematologic recovery occured in three months but aplastic anemia recurred after 26 months. The patient died of E. roll septicemia ca-used by harmful traditional application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pnomonı Tedavısının Izlenmesınde Yenı Bir Test
Kemal Balcı, Ali Özkurt, Mehmet Gök, Adil Zamani, Faruk Özer, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Pnomonı Tedavısının Izlenmesınde Yenı Bir Test
A New Test In The Follow -Up Of The Tre-Atment Of PneumonIa
Pnömoninin klinik seyrinin izlenmesinde ye helirlenmesinde plazma fibrinojen seviyesi (PFL) ile yaklapk olarak uyumlu plan pratik hir slide testin (ST) ne derecede giivenilir olabilecegi 18 hakteriyel pnomonili hastada ve 18 saglikli kontrol gruhunda araprildt. Sonuclar lOkosit saytmuun, pe-riferik yaymada notrofil yazdesittin (PY), eritrosit sedimantasyon hizintn (ESR) ye PFL tayinininin so-nu•lart ile karplaprildt. Bu hes hematolojik testin hepsi de tedavi sonunda (15. gun) tedavi Oncesi de-gerlere gore helirgin hir dame giisterdiginden pno-moninin iyilepnesinin gastergesi olahilecegi so-nucuna varildt. Ancak lijkosit saytmt ye ESRide tedavi Oncesi lie tedavinin 5. ve 10. giinlerinin son-lartndaki degerlerin karpla§ttrilmastnda anlamh hir lark saptanmadt. Buna karphk ST. PY ye PFL de-gerleri tedavi siiresince derece derece azalarak has-taligin iyile§mesi ile heraher normale veya normale cok yakm seviyelere ductii. Sonuc olarak hunlar ara-sinda ST'in ye PYinin ucuzlugu ye kolayllgt nedeni ik pnOmoni tedavisinin takihinde daha uygun testier oldugu kantsina vartldt.
The reliability in the clinical follow - up of prog-ress and recovery from pneumonia of a practical slide test (ST) that is approximately parallel to the plasma fibrinogen level (PFL) has been investigated in a group of 18 patients with bacterial pneumonia and 18 healthy subjects considered as a control group. Test results were compared with white blood cell (WBC) count, WBC differential count, eryt-hrocyte sedimentation rate (ESR) and PFL. It was concluded that since at the end of the treatment (15. day) all five of these hematologic tests showed mar-ked declines compared to pre-treatment levels, they could be accepted as indicators of the cure of pne-umonia. However, no significant differences were observed between pre-treatment levels of WBC count and ESR and the corresponding levels me-asured at the end of the 5. and 10. days of the tre-atment period. In contrast. ST. WBC differential count and PFL values dropped consistently thro-ughout the treatment and returned either to normal or nearly normal levels upon recovery. We conclude that among these tests ST and WBC differential count were better suited to the treatment of bacterial pneumonia because of their low cost and ease in application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernisi Tedavisinde Mikrocerrahi Teknik
Ahmet Önder Güney, Ertuğ Özkal, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernisi Tedavisinde Mikrocerrahi Teknik
MIcrosurgIcal TechnIque In The Treatment Of The Lumbar DIsc HernIatIon.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalında 1997-2000 tarihleri arasında lomber disk herniasyonu tanısı ile mikrocerrahi teknikle öpere edilen 101 olguyu inceledik. Mikrocerrahi teknikle öpere edilen hastaların operasyon süresinin daha kısa olduğu, daha erken taburcu olduğu, daha hızlı düzeldikleri ve çalışma ortamına daha erken döndükleri sonucuna vardık.
İn this study, we analysed 101 cases operated by the microsurgical technique for lumbar disc herniation betvveen 1997 and 2000 in Selçuk University Medical School Department of Neurosurgery. We have concluded, patients operated with microsurgical technique, undergo a shorter operation, discharged the hospital earlier, recover more quickly, and return to work earlier.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Portal Hipertansiyon
Haluk Yavuz, Dursun Odabaş, Ümran Çalışkan, Fatih Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Portal Hipertansiyon
Portal IlypertensIon In ChIldren
Portal venler karındaki splaknik sahanın venöz kanım, karaciğer (KC) sinüsoidlerine taşıyan damarlardır. Portal venöz sisteme mide, barsak,safra kesesi, dalak, pankreas venle-ri katılırlar. Bu sistemin en büyük damarı vena portadır. Verıa porta v.lierıalis (splenik ven) ile v.mezenterika superiorun, L2 vertebra hizasında ve pankreas başının ırkasında birleşmesi ile meydana gelir. İçinde valv olmayan v.porta, KC e girince dallanarak sinüsoidlere ve santral vene açılır. Santral hepatik venler ise birleşerek v.hepatikayı yaparlar. Bu sistemdeki kan akımını bozan, engelleyen herhangi bir sebep portal venöz sistemdeki kan basıncını artırarak portal hipertansiyona (PH) yol açar. Sinüsoidal sistemin direncini yenmek için, portal sistemdeki basınç normal şartlarda diğer sistemlerdeki venöz basınçtan 5-10 mm Hg daha yüksektir. Bu yüksekliğin artması ile PH oluşur. Portal venöz sistemdeki kan basıncı= 20 mm Hg den (1), bazı yazarlara göre 10-12 mm Hg basıncından (17-20 cm su basıncı) fazla olması PH dur (2).
Portal veins are the veins that carry the venous blood of the splacnic area in the abdomen to the liver (KC) sinusoids. Stomach, intestine, gallbladder, spleen, and pancreatic veins join the portal venous system. The largest vein of this system is the vena portal. It occurs by the union of the veria porta v.lialis (splenic vein) and the v. Mesenterica superior at the level of the L2 vertebra and the race of the pancreatic head. The v.porta, which has no valve inside, branches into the KC and opens to the sinusoids and central vein. Central hepatic veins unite and make v. Hepatic. Any reason that disrupts or prevents the blood flow in this system increases the blood pressure in the portal venous system and leads to portal hypertension (PH). To overcome the resistance of the sinusoidal system, the pressure in the portal system is normally 5-10 mm Hg higher than the venous pressure in other systems. With this increase in height, PH occurs. It is PH when the blood pressure in the portal venous system is higher than = 20 mm Hg (1) and, according to some authors, 10-12 mm Hg (17-20 cm water pressure) (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kitle Lezyonu Görünümünde Bir Kist Hidatik Vakası
Hadice Selimoğlu Şen, Ayşe Aydın, Abdurrahman Abakay, Abdulhalim Şenyiğit
Olgu sunumu
Özeti
Kitle Lezyonu Görünümünde Bir Kist Hidatik Vakası
A HydatId Cyst Case WIth Mass LesIon VIew In The Lung
Kist hidatik, Echinococcus granülosus tarafından oluşturulan bir parazitik infestasyondur. Bu çalışmada akciğer kist hidatiğinin klasik radyolojik ve bronkoskopik görünümleri dışında olan malign kitle görünümünde bir olgu sunulmuştur. 17 yaşında erkek hasta öksürük, balgam, kan tükürme şikayetleri ile başvurdu. Hasta son 2 ay içinde 10 kg kaybetmişti. Çekilen toraks bilgisayarlı tomografisinde kitle lezyonu saptanan hastaya fiberoptik bronkoskopi yapıldı. Fiberoptik bronkoskopide sağ akciğer üst lob anterior segmentte mukozal tümseklenme ve üzeri nekrotik doku kaplı lezyon görüldü. Buradan alınan endobronşial biyopsi sonucu ‘kist hidatik’ olarak raporlandı. Batın ultrasonografisinde epigastriumda karaciğer sol lobunda kistik oluşum görüldü. Hasta operasyon için göğüs cerrahisi kliniğine nakledildi. Orada yapılan operasyonla akciğerdeki kist hidatik çıkarıldı. Akciğer kist hidatiği sıklıkla alt loblarda lokalize olur. Kistin klasik radyolojik, bronkoskopik bulguları olmakla birlikte nadir de olsa farklı radyolojik, bronkoskopik görünümlerde de kist hidatiği akla getirmek gerekir.
Hydatid cyst is a parasitic infestation caused by Echinococcus granülosus. In this study we present a pulmonary hydatid cyst case that has radiological and bronchoscopic view like a malign mass. A 17 year-old male patient. He has cough, sputum and hemoptysis complaints. He has 10 kg weight loss in last two mounths. Thorax computed tomography showed a consolide lesion in the the right upper lobe. Fiberoptic bronchoscopy was performed in this case. There was an endobronchial hump lesion covered with necrotic tissue, in the right upper lobe anterior segment. The result of bronchoscopic biopsy was reported as ‘hydatid cyst’. We found a cystic lesion at the left liver lobe in abdominal ultsonography. Patient transferred for operation at thoracic surgery department. Hydatid cyst was rejected by operation. Hydatid cyst is usually located in the lower lobes of the lungs. Although cyst has classic radiologic, bronchoscopic findings, we should think hydatid cyst in different radiological and bronchoscopic findings too.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaştan Daha Küçük Çocukların Femur Boyun Kırıklarının Tedavisinde Kirshner Teli Uygulaması
Mustafa Yel, Recep Memik, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dokuz Yaştan Daha Küçük Çocukların Femur Boyun Kırıklarının Tedavisinde Kirshner Teli Uygulaması
Smooth PInnIng In Femoral Neck Fractures Of Chlldren Aged NIne Years Old And Younger
Amaç: Bu çalışmada çocuk femur boyun kırıklarında uyguladığımız kapalı redüksiyon, perkütan Kirshner teli ile tespit ve ameliyat sonrası pelvipedal alçı sonuçlarımızı ve karşılaştığımız problemleri bildirdik. Gereç ve Yöntem: Femur boyun kırığı nedeniyle 1986-1998 yılları arasında tedavi edilen 48 hastanın 49 kalçası bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar ortalama 6.2 yaşındaydı (2-9 yaş arası). Colonna sınıflamasına göre dört kalça tip I, 27 kalça tip II, 16 kalça tip III, iki kalça tip IV olarak ayrıldı. Tüm hastalara fraksiyon masasında C-kollu skopi cihazı ile kapalı redüksiyon, perkütan yada açık ameliyat ile 2 veya 3 mm’lik Kirshner telleri ile tespit ve ameliyat sonrası pelvipedal alçı uygulandı. Bulgular: Hastalar ortalama 43 ay (27-163 ay arası) takip edilip, Ratliff değerlendirme kriterlerine göre değerlendirildiler. Buna göre 39 (%79.6) kalça iyi, 9 (%18.4) kalça orta, 1 (%2) kalça kötü olarak değerlendirildi. Komplikasyon olarak 10 (%20.4) kalçada avasküler nekroz, erken epifiz plağı kapanması 3(%6.1) kalçada, kaynamama 3(%6.1) kalçada, varus deformitesi 5(%10) kalçada, Kirshner teli gevşemesi ve geriye çıkması 3(%6.1) kalçada tespit edildi. Sonuç: Çocuk femur boyun kırıklarının cerrahi tedavisinde düz çivilerin uygulanması epifiz plağına daha az zarar verir, perkütan uygulama ile daha kısa süreli ameliyat yanında çivilerin çıkarılmasıda kolaydır. Yetişkinlerden farklı olarak çocuklarda femur boyun kırıklarında kompresyon yapan sistemlere ihtiyaç duyulmadan kırık kaynaması elde edilebilmektedir. Düz çivilerin kullanıldığı bu çalışmada görülen komplikasyonlar çoğunlukla yivli internal tespit araçlarının kullanıldığı diğer çalışmalarla karşılaştırıldığında daha yüksek bulunmamıştır.
Introduction: İn this study, we presented the results of smooth pinning which is a less aggressive surgical procedure with pelvipedal cast application in fractures of the neck of the femur in children. Materials and Methods: This study covers the results of surgically treated 48 hips of 49 children with fractured neck of femur who were admitted to our clinic betvveen 1986-1998. The mean age was 6.2 years (range 2-9 years). According to Colonna classification, four hips were type I, 27 hips were type II, 16 hips were type III, and two hips were type IV. İn ali patients, closed reduction with three or four percutaneus or öpen surgical smooth pins of two or three millimeters in diameter was applied using image intensifier and traction table. Pelvipedal cast was applied postoperatively. Results: Patients were follovved for 43 months (range 27-163 months) and the results were assessed using Ratliff’s criteria. Thirty-nine (79.6%) hips had good, nine (18.4%) hips had fair, one (2%) hip had poor results. Complications included avascular necrosis in 10 hips, prematüre closure of the epiphyseal plate in 3 hips, non-union in 3 hips, varus deformity in five hips, pin loosening in three hips. Conclusion: We realized that smooth pins were advantageous as their damages on epiphyseal plate were less, their percutaneus applications were easier and removing them by minör surgical procedures was possible. Unlike in adults, the femoral fractures in children are healed easily vvithout using compressive systems. İn relation to this, we observed that smooth pins had no negative effects in fracture union. The complication rates in this study were not higher than other studies reported in the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bariyatrik Cerrahi Yapılan Hastalarda Standart Doz Profilaksi Uygulaması Ve V Enöz Tromboemboli Sonuçları
Mehmet Aykut Yıldırım, Mehmet Işık
Araştırma makalesi
Özeti
Bariyatrik Cerrahi Yapılan Hastalarda Standart Doz Profilaksi Uygulaması Ve V Enöz Tromboemboli Sonuçları
Standard Dose ProphylaxIs ApplIcatIon And Venous ThromboembolIsm FIndIngs In PatIents Who Had BarIatrIc Surgery
Amaç: Obezite cerrahisindeki en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biri, derin ven trombozu (DVT)
ve pulmoner emboliyi (PE) kapsayan venöz tromboembolizm (VTE) olaylarıdır. Bu çalışmada, bariyatrik
cerrahi yapılan ve standart doz profilaksisi uygulanan hastalarda VTE sonuçlarının değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 2015-2019 yılları arasında morbid obezite nedeni ile ameliyat edilen hastalar
retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya, laparoskopik sleeve gastrektomi yapılan ve standart doz
Enoksaparin profilaksisi uygulanan olgular dahil edildi. Hastaların demografik verileri, preoperatif hazırlık
ve postoperatif antiembolik tedavi koşulları kaydedildi.
Bulgular: Laparoskopik sleeve gastrektomi yapılan 87 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 66'sı (%75,8)
kadın 21'i (%24,1) erkekti. Ortalama yaş 38,7 (18-55) idi. Ortalama hastanede kalış süresi 6,6 (3-69)
gündü. Dört hastada (%4,5) postoperatif komplikasyon gelişti. İki hastada PE, birer olguda sızıntıya bağlı
mediastinit ve kesi fıtığı meydana geldi.
Sonuç: Mevcut profilaksi yöntemlerine rağmen, VTE, obezite cerrahisi geçiren hastalarda önemli bir
morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Yüksek doz düşük molekül ağırlıklı heparin
(DMAH) kullanımı kanamaya neden olabilirken, düşük doz DMAH kullanımı ise VTE olasılığını artırmaktadır.
Bu durum, DMAH'ların bir sınırlaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Erken dönemde artırılmış doz ve
taburculuk sonrası standart doz uygulaması için yeni çalışmalar a ihtiyaç bulunmaktadır .
Aim: Venous thromboembolism (VTE) events covering deep vein thrombosis (DVT) and pulmonary
embolism (PE) constitute the most important morbidity-mortality cause in obesity surgery. The objective
of this study was to assessment of thromboembolism results in patients who underwent bariatric surgery
with standard dose prophylaxis.
Patients and Methods: The patients who were operated for morbid obesity in our clinic between 2015 and
2019 were retrospectively examined. Cases that had laparoscopic sleeve gastrectomy and were applied
standard dose Enoxaparin prophylaxis were included in the study. Demographic data, preoperative
preparation and postoperative antiembolic treatment conditions of the patients were registered.
Results: Eighty-seven patients who had laparoscopic sleeve gastrectomy were included in the study. 66
(%75,8) of the patients were female and 21 (%24,1) were male. The mean age was 38.7 (18-55). Mean
hospitalization duration was 6.6 (3-69) days. Four patients (% 4,5) had postoperative complication. PE
developed in two patients while leak-related mediastinitis and incisional hernia (%1,1) developed in one
case each.
Conclusion: Despite available prophylaxis methods, VTE constitutes an important morbidity and mortality
cause in patients who had bariatric surgery. While high-dose low-molecular weight heparin (LMWH) use
may cause bleeding, the possibility of VTE increases with using low-dose LMWH. This situation appears
as a limitation of LMWHs. New studies are needed for increased dose at early period and standard dose
application after discharge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Mehmet Kılınç, Kadir Yılmaz, Salim Güngör, Mehmet Arslan, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Nephrectomy Related IndIcatIons And ComplIcatIons In 150 PatIents
Son sekiz yıl zarfında nefrektomi uygulanan 150 hastada, endikas•onlar, yaş ve ınortalite oranı Yeniden incelendi. Kronik pyelonefrit en sık nefrektomi sebebidir (% 38). Böbrek tümörü ise üçüncü sık se-beptiı- (% 14). 150 vakanın 98'i erkek, 52'si kadındır. Genel mortalite oram % 1.33'tür. Fakat tümör ol-mayan vakalarda mortalite oranı hemen hemen sıfırdır.
The indications, age and mortality rate in a re-cent 8-vear eıperience with 150 nephrectomies reveiwed. Chronic pyelonephritis is the most .frequent condition (38 per cent) requiring nephec-tom•. Renal tıonor is the thinl frequent cause (14 per cent). Of 150 cases 98 were mıde, 52 }vere fe-male. The over-all mortalite rate was 1.33 per cent but was almost nil in the absence of malignancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusellanın Alışılmamış Bir Sunumu: Pansitopeni
Turgay Ulaş, Cemal Bes, Emine Gültürk, Fatma Paksoy, Sadi Kerem Okutur, Mehmet Ali Eren, Fatih Borlu
Olgu sunumu
Özeti
Brusellanın Alışılmamış Bir Sunumu: Pansitopeni
Unusual ManIfestatIon Of BrucellosIs: PancytopenIa
Akut brusellozun nadir görünümünden ve ender hemotolojik komplikasyonundan biri olan pansitopeniye sahip bir hasta sunuyoruz. 29 yaşında bayan hasta ateş yüksekliği ve pansitopeni nedeniyle hastaneye yatırıldı. Brusella standart tüp aglutinasyon testi positif bulundu ve kan kültüründe Brusella melinentis üredi. 6 haftalık kombine doksisiklin ve streptomisin antibiyotik tedavisini takiben hastanın tamamı ile iyileştiği gözlendi. Brusella pansitopeninin nadir bir nedeni olarak akılda tutulmalı ve bir an önce tedavi edilmelidir.
We report a patient with pancytopenia which is an unusual manifestation and a rare hematologic complication of acute brucellosis. A 29-year-old female patient was hospitalized with fever and pancytopenia. Brucella standard tube agglutination test was found to be positive and cultures from blood yielded growth of Brucella melitensis. The patient completely recovered by the sixth week following combined antibacterial treatment of doxycycline and streptomycine. Brucella should be considered as an uncommon cause of pancytopenia and should be treated immediately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Onarılamaz Sinir Yaralanmaları İçin Bir Kurtarma Prosedürü Olarak Uçtan-Uca Nörorrafi: İlgili Literatürün Yeniden Gözden Geçirildiği Üç Vakanın Sonuçları
Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Recep Memik
Olgu sunumu
Özeti
Onarılamaz Sinir Yaralanmaları İçin Bir Kurtarma Prosedürü Olarak Uçtan-Uca Nörorrafi: İlgili Literatürün Yeniden Gözden Geçirildiği Üç Vakanın Sonuçları
End-To-SIde Neurorraphy As A Salvage Procedure For IrrepaIrable Nerve InjurIes: The Results Of Three Cases WIth RevIevv Of The PertInent LIteratüre
Amaç: Uç-yan sinir anastomozu ile ilgili ilk çalışmalar geçtiğimiz yüzyılın başında bildirilmiş, ancak daha sonra bir kenara bırakılan bu teknik, yakınlarda Viterbo ile tekrar gündeme kazandırılmıştır. Bu çalışmada, uç-yan sinir anastomozu yaptığımız üç vakaya ait sonuçları inceledik. Metod: Median sinir yaralanması nedeniyle 15-22 cm arasında sinir kaybı olan üç hastaya epinöral pencere açılarak uç-yan sinir anastomozu yapıldı. Takip süreleri 12 ve 18 ay arasında idi. Duyu muayenesi için hafif dokunma, yüzeysel ağrı ve iki nokta ayırımı testleri kullanıldı. Motor değerlendirme oppozisyona bakılarak ve abdüktör pollisis brevis kası palpe edilerek yapıldı. Bulgular: Tüm hastalarda median sinir dermatomunda duyu iyileşmesi olduğu gözlendi. Ancak, üçüncü vakada parmak uçlarında tam değildi. Motor iyileşme hiçbir hastada olmadı. Oppozisyon yapabilen üçüncü vakada bu bulgu ameliyat öncesinde de vardı. Sonuç: Uç-yan sinir anastomozu, sinir dokusunda uzun kayıpların olduğu vakalarda iyi bir alternatif tedavi yöntemi olabilir.
Purpose: After a few reports on end-to-side nerve repair at the beginning of this century, the technique was put aside until it has recently been reintroduced by Viterbo. VVe herein present the results of three cases treated by end-to-side median-to-ulnar neurorraphy. Methods: Three patients vvith median nerve defects betvveen 15 and 22cm were treated by end-to-side nerve repair, through an epineurial window. The follow-up times were betvveen 12 and 18 months. Sensory evaluation involved superficial touch, pin-prick, and two poi'nt discrimination tests. Motor evaluation was done by assessing the presence of opposition, and palpating the abductor pollicis brevis. Results: Sensory recovery was observed in ali the patients, in the median nerve dermatome. İn case-3 it was incomplete at the tips of his fingers. Motor recovery vvas absent, except in case-1, who could perform opposition before the operation, as well. Conclusions: End-to-side nerve repair is a viable alternative in cases vvith long gaps betvveen the ends of the injured nerve.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
Sevim Yaman
Derleme
Özeti
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
SelectIve Laser In Treatment Of DIabetIc Macular Edema
Diabetes mellitus (DM), endojen insülinin mutlak veya göreceli eksikliği veya periferik etkisizliği sonucu ortaya çıkan kronik hiperglisemi, karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında bozukluk, kapiller membran değişiklikleri ve hızlanmış ateroskleroz ile seyreden kronik, progresif bir hastalıktır (1). Diabetik hastalardaki görme kaybının başlıca nedeni ise maküla ödemidir(4). Maküla ödemi tedavisinde Lazer fotokoagulasyon, VEGF inhibitörleri ve vitrektomi önerilmektedir. Koroid, nöroretina özellikle fotoreseptörlerin korunarak, RPE’in laser ile selektif hasarı uygun tedavi metodu gibi görünmektedir (24). Fundusun, µs pulse süreleri ile ardışık radyasyonu ile fotoreseptörlerin korunarak RPE’nin selektif hasarlandığı görülmüştür (26,27). RPE’ni selektif hasara uğratarak dibetik maküla ödemi tedavisini planladığımız çalışmada Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Retina Biriminde Ekim 2005-Şubat 2007 arasında DRP tanısı ile takip edilen, yapılan muayene ve tetkikler sonucunda maküla ödemi varlığı saptanan 18 yaşın üzerinde 84 hastanın 99 gözünü 2 gruba ayırarak SRL ve grid lazer tedavisi uyguladık ve 6 ay izledik. Çalşmamızın sonucunda SRL ve grid lazer DMÖ tedavisinde etkili bulunmuştur. SRL tedavisi uygulanan hastaların görme keskinliklerinde % 84.9 artış ve stabilizasyon tespit edildi. Grid lazer grubunda 6 aylık takip sonucunda görme keskinliğinde % 89.9 artış ve stabilizasyon saptandı.
Diabetes mellitus (DM) absolute or relative deficiency of endogenous insulin or resulting from peripheral ineffectiveness of chronic hyperglycemia, carbohydrate, protein and fat metabolism disorder, capillary membrane changes, and accelerated atherosclerosis associated with chronic, progressive disease (1). The main cause of vision loss in patients with diabetic macular edema(4). In the treatment of macula edema, laser photocoagulation, VEGF inhibitors and vitrectomy is recommended. Choroid, neuroretina, photoreceptors preserving particularly selective RPE laser damage seems to be the appropriate treatment method (24). It was seen that Fundus was preserved µs pulse duration and consecutive irradiation damage, selective RPE with photoreceptors (26,27). Suffered damage to the planned study of selective RPE treatment in diabetic macular edema, Afyon Kocatepe University School of Medicine, Department of Ophthalmology, Retina Unit, between October 2005 and February 2007 were followed up with a diagnosis of DRP, and triggers as a result of the examination detected the presence of macular edema over the age of 18, 99 eyes of 84 patients separated into 2 groups and administered SRL and grid laser treatment followed 6 months. As a result, SRL, and grid laser photocoagulation was effective in the treatment of DMÖ. 84.9 % increase in SRL-treated patients and stabilization of visual acuities were determined. It was confirmed that in Grid laser group and 6-month follow-up and stabilization as a result of an increase in visual acuity was 89.9%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hayat Kadınlarında Cınsel Temasla Bulaşan Hastalıkların Serolojik Markerlerinin Ve Vajen Külturlerinde Oreyen Patojen Mikroorganizmaların Araştırılması
Bülent Baysal, Ahmet Saniç, Halil Özerol, Murat Günaydın, Mahmut Baykan, Büyük Neşati
Araştırma makalesi
Özeti
Hayat Kadınlarında Cınsel Temasla Bulaşan Hastalıkların Serolojik Markerlerinin Ve Vajen Külturlerinde Oreyen Patojen Mikroorganizmaların Araştırılması
The InvestIgatIon Of Seromarkers For Sexually TransmItted DIseases And PathogenIc MIcroorganIsms Isolated From VagInal SpecIments Of ProstItues
Dünyada en fazla görülen bulaşıcı hastalıklar olan cinsel temasla bulaşan hastalıkları (CiBlI)'ın insi-darısı, son yirmi yıl içerisinde giderek artmtştır. Cin-sel temasla bulaşan hastalık etkenleri direkt kişiden kişiye cinsel temas sırasında bulaşmalart.,yanında do-laylı yollarla da bulaşabilirler. Konyadaki 95 hayat kadınında ve kontrol grubun-daki 71 kadında cinsel temasla bulaşan hastalıklardan Ilerpes genitalis, Sitomegalovirus, Hepatit, B, AIDS ve Sıfilis'in (Sy) serolojik markerleri ve vajen kültürlerinde üreyen patojen mikroorganizmalar araştırılmıştır. Hayat kadınları ve kontrol grubunda Anti 111V-1, RPR slide test, 1lBeAg, CMV-IgM ve Anti-liBe, CMV-IgG ve IISV-1gG arası