Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
Aynur Uğur Bilgin, Sevilay Tuncez, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
The ClInIcal SIgnIfIcance Of Cd38, Cd16, Cd56 And Zap70 Cell
surface-AntIgen ExpressIon In ChronIc LymphocytIc LeukaemIa
Kronik Lenfositer Lösemi(KLL) kan, kemik iliği, lenf nodu ve
dalakta proliferasyon özelliği olmayan olgun B lenfositlerin artışı ile
ortaya çıkan; farklı klinik seyirler gösterebilen bir hastalıktır. Rai ve
Binet tarafından oluşturulan sınıflamalar KLL’de en sık kullanılan
güncel evreleme sistemleridir. Ancak prognozu belirlemede erken
evre vakalarla sınırlı kalmaları en önemli eksiklikleridir. Bu çalışmada
amaç yeni tanı almış ve tedavi almayan KLL hastalarında ZAP70,
CD38, CD16 ve CD56 ekspresyon düzeylerinin evre ve prognoza
etkilerinin incelenmesidir. ZAP70 ekspresyonu, çalışmaya alınan 35
hastanın 5’inde pozitif olarak saptandı. Düşük ZAP70 expresyonu
gösteren hastaların erken evre vakalar olduğu ve bu hastaların
progresyonsuz sağ kalımlarının uzun olduğu tespit edildi. CD38
ekspresyonu, 3 hastada pozitif olarak saptandı. CD38 ekspresyonu
düşük hastaların da daha çok erken evre oldukları ve progresyonsuz
sağ kalım sürelerinin diğerlerinden daha uzun olduğu saptandı.
Olgularda ZAP70 ekspresyonu ile CD38 ekspresyon düzeyi
karşılaştırıldığında sadece bir olguda aynı anda her ikisinde pozitiflik
vardı. CD38 ile ZAP70 pozitifliği arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
CD56, CD16 tüm hastalarda düşük düzeyde eksprese edildi. Bu
çalışmadaki hastaların büyük çoğunluğunda ZAP70, CD38, CD16
ve CD56 antijen düzeyleri düşük bulunmuştur. Hastaların %74’nün
erken evre ve/veya tedavisiz izlemde olduğu göz önüne alındığında
sonuçlarımızın son derece anlamlı olduğu izlenmektedir. Ancak, KLL’
de hücre yüzey antijenlerinin evre ve prognoza etkilerini daha iyi
anlayabilmek için, kontrol grubu içeren daha fazla hasta sayılı ve
uzun takipli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Chronic Lymphocytic Leukemia (CLL) is a disease characterized
by increased number of mature B lymphocytes in blood stream, bone
marrow, lymph node and spleen with different clinical course. In CLL
patients, Rai and Binet classification systems are established for
determination of the necessity of treatment and prediction of survival.
However, the prognostic value of these classifications is limited in early
staged patients. The aim of this study was to investigate the effects
of surface antigens (ZAP70, CD38, CD16 and CD56) in staging and
prognosis of newly diagnosed and untreated patients with CLL. ZAP70
expression was positive in 5 of 35 investigated patients. The majority
of patients with low expression levels of ZAP70 was early stage of
disease and progression-free survival of these patients was longer
than others. CD38 expression was positive in 3 of 35 investigated
patients. The majority of patients with low expression levels of CD38
was early stage of disease and progression-free survival of these
patients was longer than others. In only one patient, both ZAP70 and
CD38 expressions were positive. There was no significant correlation
in patients between the expression of ZAP70 and CD38 CD56, CD16
was expressed at low levels in all patients. The majority of patients
in this study, expressions of surface antigens such as ZAP70, CD38,
CD16 were found as low. Our results are highly significant when
74 % of them are considered to be a early-stage and/or follow-up
without treatment. However, Long-term clinical observational studies
with control groups should be made for understanding the effects of
surface antigens in staging and prognosis of CLL.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
Aysun Gökçe, Mustafa Taner Bostancı, Serap Yörübulut, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Gülfidan Öztürk, Neslihan Düzkale
Araştırma makalesi
Özeti
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
Alper Yosunkaya, Ahmet Keçecioğlu, Tuba Berra Erdem, Hale Borazan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
The Common ObstetrIc Problem In Our IntensIve Care UnIt: Hellp Syndrome (analysIs Of 15 Cases)
HELLP sendromu (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)hemoliz, yükselmiş karaciğer enzimleri ve trombosit sayısında azalma ile karakterize, yüksek maternal ve perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili bir tablodur. Biz çalışmamızda 2005-2009 arasında, yoğun bakımımızda takip ettiğimiz, Hellp Sendromlu 15 preeklamptik ve eklamptik hastayı retrospektif olarak inceledik. Hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri , demografik, klinik ve obstetrik özellikleri kaydedilmiş,hemoglobin, serum albümin seviyesi, protrombin ve parsiyel tromboplastin zamanı,fibrinojen düzeyi, trombosit sayısı, total bilirubin ve kreatinin değerleri, AST, ALT, laktat dehidrogenaz düzeyleri incelenmiştir. Hellp sendromlu hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri ciddi konvülsiyon, şuur kaybı , hava yolu kontrolü, invazif hemodinamik monitorizasyon, ARDS, intraserebral hemoraji ve solunum yetersizliği idi. Hastalarımızın yoğun bakımdaki 4 günlük takibi esnasında trombosit sayısı 3. günden itibaren yükselmeye başladı. Ancak bu yükselme yoğun bakıma kabul günü ile karşılaştırıldığında 4. günde istatistiksel olarak anlamlı idi. Yine benzer olarak AST, ALT, LDH, üre ve kreatinin değerleri 3. günden itibaren düşmeye başlarken 4. günden itibaren düşüş anlamlıydı (P
Hellp Syndrome (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)is characterized by hemolysis, elevated liver enzymes and low platelet count, and related with an increased with an increased foetal and maternal mortality. We aimed in this study to evaluate the morbidity and mortality of 15 Hellp syndrome patients who have been admitted to our intensive care unit, between 2005 and 2009 years retrospectively. Patients ICU admission indications, demographic, clinical and obstetric data was noted down; hemoglobin, serum albumin level, prothrombine time ve active partial thromboplastin time, fibrinogen level, thrombocyte number, total bilirubine ve creatinine levels, AST, ALT, lactate dehidroginase (LDH) levels were analysed. Intensive care unit(ICU)admission of Hellp sydrome patients were convulsion, loss of consciousness, airway control, invasive hemodinamic monitorisation, ARDS, intracerebral hemorrhage and respiration insufficiency During 4 day intensive care unit following of our patients, thrombocyte numbers began to increase from third day of admission. But this increament was statistically significant between admission day to ICU and fourth day. Again similarly AST, ALT, LDH, ürea ve creatinine levels began to decreased at third day and decreament was statistically significant as from fourth day(P
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
Ferhat Gökmen, Hakan Türkön, Ayla Akbal, Hatice Reşorlu, Yılmaz Savaş, Mustafa Reşorlu, Beşir Şahin İnceer, Muammer Müslim Köse
Araştırma makalesi
Özeti
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
The RelatIonshIp Between Inflammatory Parameters And
atherosclerosIs WIth IschemIc ModIfIed AlbumIn Levels In Sjögren
syndrome
Bu çalışmada Primer Sjögren Sendromu hastalarında (pSS)
iskemik modifiye albümin (İMA) düzeyleri ve Karotis intima media
kalınlığını (KIMK) belirlemeyi ve İMA düzeyleri ile inflamatuvar
parametreler ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmayı
amaçladık. Çalışmaya 20 pSS hastası ve 20 sağlıklı kontrol alındı.
Klinik ve laboratuvar değerlendirmede eritrosit sedimentasyon hızı
(ESH), C-reaktif prrotein (CRP), vizüel analog skalası (VAS)- ağız
ve VAS-göz kuruluğu parametrelerinden yararlanıldı. Çalışmaya
katılanların tamamı kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 46.6±9.1
yıl idi . Primer SS hastalarının yaş ortalaması 47.1±7.7 yıl, kontrol
grubunun yaş ortalaması 46.1±10 yıldı. Primer SS hastalarının
ortalama hastalık süresi 5.8±4.4 yıl idi. Hasta ve kontrol grupları
arasında İMA değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir
fark bulunmadı (Sırasıyla 506.4±52.8 AbsU vs 482.7±34.7 AbsU;
p=0.101) ve klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Karotis intima
media kalınlığının hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (Sırasıyla 0.70±0.13
mm vs 0.61±0.09 mm; p= 0.016). Karotis intima media kalınlığı ile
klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde KIMK ile yaş
(r=0.700, p<0.001) ve ESH (r=0.312, p=0.05) arasında pozitif yönlü
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak
çalışmamızda İMA değerlerinin normal, KIMK değerlerinin ise yüksek
olduğu ve her ikisi arasında herhangi bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.
Karotis intima media kalınlığının yüksek olması, kardiyovasküler
risk faktörlerine sahip olmayan pSS hastalarında kardiyovasküler
hastalıkların habercisi olabilir. Primer SS hastalarında İMA düzeylerini
değerlendirmek için daha fazla klinik çalışmaya ihtiyaç vardır.
The goal of this study was to determine ischemic modified albumin
(IMA) levels and the carotid intima-media thickness (CIMT) in Primary
Sjögren Syndrome(pSS) patients. We also aimed to search the
relationship between inflammatory parameters and atherosclerosis
with ischemic modified albumin levels. Twenty pSS patients and
20 healthy control subjects were enrolled in this study. Clinical
evaluations were done by using clinical parameters [Visual analog
scale (VAS), dryness of mouth and eyes] and laboratory parameters
[erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP)].
All patients were females. The mean age of all subjects was 46.6±9.1.
The mean age for pSS patients was 47.1±7.7 years, and 46.1±10
years for healthy subjects. The duration of disease in pSS patients
was 5.8±4.4 years. There were no statistically significant differences
between IMA levels of patients and healthy subjects (506.4±52.8
AbsU and 482.7±34.7 AbsU respectively; p=0.101). There were also
no statistically significant corelation for clinical parameters. The CIMT
were statistically significantly higher for patients when compared to
healthy subjects (0.70±0.13 mm and 0.61±0.09 mm respectively; p=
0.016). When we analyzed the relationship between CIMT and clinical
parameters, we determined statistically significant positive corelation
between CIMT and age (r=0.700, p<0.001), and ESR (r=0.312,
p=0.05). As a result, our study revealed normal IMA levels and higher
CIMT levels, and no corelation between both of them. The higher
levels of CIMT levels may be a precursor of cardiovascular disease
in PSS patients without cardiovascular risk factors. Further clinical
studies are now required to evaluate IMA levels in pSS
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
Harun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Melih Yıldız, Mehmet Şah İpek, Fesih Aktar, Banu Mutlu Özyurt, Reha Sermed Aygören
Olgu sunumu
Özeti
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Late DIagnosed CongenItal DIaphragmatIc HernIa
Konjenital diyafragma hernisi (KDH) tanısı sıklıkla rutin gebelik
bakımı sırasında prenatal ultrasonla konulur. Doğumdan sonra,
KDH olan bir bebeğin solunum semptomlarının şiddeti pulmoner
hipoplazinin derecesine bağlıdır. Etkilenen bebeklerin çoğunda
doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde solunum sıkıntısı gelişir.
Bununla birlikte, bazı bebekler defektin şiddetine bağlı olarak daha
geç bulgu verir. Defektler daha yaygın olarak sol taraftadır ve sağ
yerleşimli olanlarda sol yerleşimli olanlara göre prognozun daha
kötü olduğu rapor edilmiştir. Biz burada, yaşamın ikinci haftasında
solunum sıkıntısı gelişen ve karaciğer sağ lobu, barsak ve böbreği
içine kapsayan sağ yerleşimli diyafragma hernisi tanısı alan bir
yenidoğan bebek vakasını rapor ettik.
The diagnosis of a congenital diaphragmatic hernia (CDH) is
often made on a prenatal ultrasound examination at routine obstetric
care. After birth, the spectrum of respiratory symptoms in an infant
with a CDH is determined by the degree of pulmonary hypoplasia.
The most affected infants develop respiratory distress within the
first 24 hours of life. However, some of the infants with this defect
present later, depending to the severity of the defect. Defects are
more common on the left side, and it has been reported that patients
with right-sided defects have a worse prognosis than those with leftsided
defects. Here, we reported a case of a newborn infant with
respiratory distress developed on the second weeks of life, and which
diagnosed with right-sided diaphragmatic hernia containing part of
the right lobe of the liver, bowel and the kidney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Bir İlçe Hastanesinde Ameliyat Edilen Delici
kesici Alet Yaralanması Olgusu: Kalp Nafiz Bıçaklanma
Adem Bayraktar, Alper Aytekin, Eral Mandollu, Abdülaziz Kaya, İbrahim Koç
Olgu sunumu
Özeti
Periferik Bir İlçe Hastanesinde Ameliyat Edilen Delici
kesici Alet Yaralanması Olgusu: Kalp Nafiz Bıçaklanma
A Case Of Operated PenetratIng Injury In A DIstInct HospItal:
penetratIng CardIac Injury
Kalbe penetran travmalar hayatı tehdit eden hemoraji ve kalp
tamponadı gibi ciddi klinik sonuçları nedeni ile önemli travma
acillerindendir. Vakaların önemli bir kısmı hastaneye ulaşamadan
kaybedilir. Hastaneye ulaşanlarda ise hızlı müdahele prognozu
belirler. Vakaların önemli bir bölümü ilk müdahalede geç kalınması,
transporttaki yetersizlikler ve operasyona alınırken oluşan gecikmeler
nedeni ile kaybedilmektedir. Bu olgumuzda göğüs cerrahisi ve kalp
damar cerrahisi uzmanı ile toraks setinin olmadığı periferik bir
ilçe hastanesinde genel cerrahi uzmanı tarafından erken dönemde
ameliyat edilen bir kalbe nafiz bıçaklanma olgusunu sunmayı
amaçladık.
Penetrating cardiac injuries are one of the most important urgent
traumas which can cause life-threatening hemorrhage and cardiac
tamponade. A significant number of cases die before reaching the
hospital. Rapid response to those who reached the hospital determines
the prognosis. Most of cases die because of inefficiencies in
transport, delays in transport to operation room and late intervention.
We aim to present, early operated penetrating cardiac injury case
by a general surgeon without thoracic/cardiovascular surgeon and
thorax surgery set in a distinct hospital.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Olgularda Tümör "marker"larında Afp, Cea, Ca 125 Ve Ca 19-9'un Klinik Kullanımlarının İncelenmesi
Emine Altınbaş, Hakkı Polat, Ali Borazan, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Olgularda Tümör "marker"larında Afp, Cea, Ca 125 Ve Ca 19-9'un Klinik Kullanımlarının İncelenmesi
The ClInIcal Usefulness Of The Tumor Markers; Afp, Cea, Ca 125, Ca 19-9 In PatIents WIth GastrIc Cancer
Bu çalışmada; 112 olguda (75 erkek, 37 kadın) tümör "marker"larından AFP, CEA, CA 125, ve CA 19-9'un mide kanserlerinin tanısı, klinik kullanımlarındaki yeri ve sensivitivite-spesifisite değerlerinin karışlaştırılması amaçlandı. Mide kanserli hasta grubu: 57 hastanın (38 erkek, 19 kadın) yaş ortalaması 55.36+1.37 yıl, benign hasta grubu: 30 hastanın (20 erkek, 10 kadın) yaş ortalaması 53.53±1.97 yıl, kontrol grubu: 25 sağlıklı bireyin (17 erkek, 8 kadın) yaş ortalaması 57.11±2.87 yıl idi. İstatistiksel olarak gruplar arasında yaş ve cinsiyet farkı bulunmadı (p>0.05). Mide kanserli hastaların preoperatif tümör "marker" değerlerine göre; CEA, CA 125 ve CA 19-9 seviyeleri benign hastalıklı ve kontrol grubuna göre anlamı derecede yüksekti (p<0.05). Mide kanserli hastaların postoperatif tümör "marker" değerlerine göre ise; CA 125 ve CA 19-9 kontrol grubuna göre yüksek (p<0.05) iken benign hastalıklı grubla karşılaştırıldığında sadece CA 125 seviyesi anlamlı olarak yüksek (p<0.05) bulundu. Benign hastalıklı grup ile kontrol grubu arasında; preoperatif tümör "marker" değerleri yönünden anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Postoperatif değerler arasında ise CA 19-9 benign hastalıklı grubda anlamlı bulundu (p<0,01). Mide kanserli olgularda AFP'in spesifitesi %100, sensitivitesi %3.5 iken CEA'in spesifitesi %100, sensitivitesi %63; CA 125'in spesifitesi %96, sensitivitesi %63; CA 19-9'un spesifitesi %100, sensitivitesi %47 olarak bulundu. Mide kanserlerinin teşhisinde; CEA, CA 125, CA 19-9'un duyarlı olduğu, postoperatif takip gibi klinik değerlendirmede özellikle CA 125 ve CA 19-9 ün prognostik değerlerinin daha fazla olduğu sonucuna varıldı.
İn this study, we aimed to investigate; diagnostic usefulness and sensitivity-specisifity values of some of the tumor markers (such as:CEA, CA 19-9, CA 125, and AFP) in totally 112 patients (75 male, 37 female) with gastric cancer. Gastric cancer group; the 57 patients (38 male, 17 female) mean age 55.36±1.37 years, benign disease group; the 30 patients (20 male, 10 female) mean age 53.53+1.97 years, control group; the 25 healtly (17 male, 8 female) mean age 57.11 ±2.87 years. No statistical significant difference was found betvveen the groups for age and sex (p>0.05). Preoperative tumor marker values; CEA, CA 125 and CA 19-% levels in gastric cancer group were found to be highly significiant among benign disease and control groups (p<0.05). Postoperative tumor marker values; CA 125 and CA 19-9 levels in gastric cancer group were found to be highly significant control group (p<0.05), but only CA 125 level were found to be highly significant benign disease group (p<0.05). Preoperative tumor marker value; No statistical significant difference was found between benign disease group and control group from ali of the tumor marker levels (p>0.05). Postoperative tumor marker values; CA 19-9 levels in benign disease group were found to be highly significant control group (p<0.01). The sensitivity and specificity of AFP were 3.5-100%, sensitivity and specificity of CEA were 63-100%, sensitivity and specificity of CA 125 were 35-96%, sensitivity and specificity of CA 19-9 were 47-100% in gastric cancer, respectively. İn conclusion, tumor markers, especially CA 125 and CA 19-9 can be used in clinical applications (e.g. diagnosis, preoperative evaluation and follow up ete.) of gastric cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Kazım Gezginç, Refika Selimoğlu, Fatma Yazıcı
Derleme
Özeti
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Current Management Of Premature Rupture Of Membranes
Erken membran rüptürü (EMR) obstetri pratiğinde sık karşılaştığımız bir problem olup, perinatal sonuçları önemli ölçüde etkilemektedir. Tüm preterm doğumların %20-30’u erken membran rüptürü ile ilişkilendirilmiştir. İlk başvuru sırasındaki ve doğumdaki gebelik haftası prognozun primer belirleyicisidir. Hastalar özellikle enfeksiyon varlığı ve gebelik haftası açısından dikkatlice değerlendirildikten sonra uygun tedavi planlanmalıdır. Preterm erken membran rüptürü (PEMR) perinatal morbidite ve mortalitenin en önemli sebebi ve obstetrisyenler için büyük bir problemdir. Bu sebeple PEMR tanı, tedavi ve yönetimi daha da önem kazanmaktadır. PEMR tanı, tedavi ve yönetimi çok sık tartışılmasına rağmen hala belirlenmiş bir konsensus bulunmamaktadır. Biz bu derlememizde EMR yönetiminde karşımıza çıkan problemlere literatür ışığında güncel nasıl yaklaşacağımızı tartışmayı amaçladık.
Premature rupture of membranes (PROM) is frequently encountered problems in obstetric practice and PROM is effecting perinatal outcomes. Premature rupture of membranes is associated with 20% to 30% of all preterm births. The prognosis is related primarily to gestational age at presentation and delivery. Appropriate treatment must be applied after patients were evaluated carefully, especially about gestational age and presence of infection. Preterm premature rupture of membranes (PPROM) is a major cause of perinatal morbidity and mortality and the most difficult problem for obstetricians. This reason, diagnosis, treatment and management of PPROM is very important. Diagnosis, treatment and management of PPROM is often discussed, but stil no consensus. In this review, we aimed to discuss how to approach with the support of current literature to problems we faced on PROM management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Ozge Kucur, Sultan Kavuncuoğlu, Mahmut Cem Tarakçıoğlu, Müge Payaslı, Esin Yıldız Aldemir
Araştırma makalesi
Özeti
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Neurodevelopmental Outcomes Of Moderate/late Preterm Infants At 11-12 Years Of Age
Amaç: Orta/geç preterm doğan 11-12 yaşındaki çocukların nörogelişimsel sonuçlarını ve okul başarısını araştırmayı ve prognozu etkileyen risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında izlenen orta ila geç preterm bebekler çalışmaya dahil edildi; çocuklar 2016 yılında hastanemiz pediatri polikliniğinde muayene edildi. Perinatal ve neonatal dönem öyküleri hastane veri tabanından elde edildi. Somatik büyüme özellikleri yorumlandı. Nörogelişim, Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC-R) ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Pediatrik Semptom Kontrol Listesi (PSC) uygulandı. Sosyoekonomik düzeyin nörogelişimsel sonuç üzerindeki etkisi incelendi. Okul performansı karne notları kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.6 olan 41 çocuk değerlendirildi. Somatik büyüme ile ilişkili risk faktörleri anne yaşı (>35 yaş), fetal distres ve patent duktus arteriyozus idi. Sepsis, sözel zekada bir azalma ile ilişkilendirildi; periventriküler lökomalazi hem sözel hem de performans zekası üzerinde olumsuz etkilere sahipti. Sosyoekonomik düzey, performans ve tam ölçekli zeka ile orta düzeyde bir korelasyon gösterdi. PSC puanı pozitif olan çocukların zeka bölümü anlamlı olarak daha düşüktü.
Sonuç: Orta ila geç preterm bebekler, beynin tam olgunlaşmaması ve doğum sorunları nedeniyle hem nörolojik hem de gelişimsel olarak geride kalmaktadır. Erken prematüre bebeklere benzer şekilde, bu çocuklar uzun süre izlenmelidir; aile desteği, rehabilitasyon ve özel eğitim ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Background: We aimed to investigate the neurodevelopmental outcomes and school success of 11- to 12-year-old children born as moderate/late preterm infants and identify risk factors affecting prognosis.
Methods: Moderate/late preterm infants followed in the neonatal intensive care unit between January 2004 and December 2004 were included, and the children were examined again in our pediatrics outpatient clinic in 2016. Perinatal and neonatal histories were obtained from the hospital database. Physical growth characteristics were interpreted. Neurodevelopment was evaluated using the revised Wechsler Intelligence Scale for Children (WISC-R). The Pediatric Symptom Checklist (PSC) was also applied. The effect of socioeconomic level on neurodevelopmental outcome was examined. School performance was evaluated using report card grades.
Results: Forty-one children with a mean age of 11.6 years were evaluated. Risk factors associated with physical growth outcomes were maternal age of >35 years, fetal distress, and patent ductus arteriosus. Sepsis was associated with a decrease in verbal intelligence while periventricular leukomalacia had negative effects on both verbal and performance intelligence. Socioeconomic level showed a medium correlation with performance and full-scale intelligence. The intelligence quotients of the children with positive PSC scores were significantly lower.
Conclusions: Moderate/late preterm infants lag both neurologically and developmentally due to incomplete maturation of the brain and natal problems. Similarly, to early preterm infants, these children should be monitored for extended periods, and family support, rehabilitation, and special education needs should be met.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Yasemin Gönül, Mitat Arıcıgil, Pembe Oltulu, Miyase Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Prognostıc Importance Of Tumor Buddıngs In Larynx Squamous Cell Carcınomas
Amaç: Larenksin skuamöz hücreli karsinomu, güvenilir prognostik belirteçlerin eksikliği nedeniyle yönetimi zor bir hastalıktır. Literatürde, tümör tomurcuklanması (TB) bazı malignitelerde kötü prognozu öngördüğü gösterilmiştir, ancak larengeal kanserde TB'nin prognostik önemi belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, larenksin skuamöz hücreli karsinomlarında TB'nin prognoza etkisini ve diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Kulak Burun Boğaz kliniğinde 2008-2015 yılları arasında larenksin skuamöz hücreli karsinomu tanısı konulan ve cerrahi tedavi veya postoperatif kemoradyoterapi uygulanan 60 olgu incelendi. Olguların yaşları, özgeçmişleri, TNM (tümör, nod, metastaz) sınıflandırmaları, radyolojik görüntülemeleri, uygulanan cerrahi yöntemleri ve patolojik sonuçları dosyalardan elde edildi. Tümörün Hematoksilen&Eozin boyalı preparatlarından immunhistokimyasal PanCK boyası yapılarak tümör tomurcuklanması skorlamaları patoloji bölümünde değerlendirildi. Elde edilen veriler ile klinikopatolojik değişkenler arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Bu çalışmada, larenksin skuamöz hücreli karsinomunda perinöral infiltrasyon ile tümör tomurcuklanması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur (P=0.006). Ayrıca, tümör tomurcuklanması perinöral infiltrasyon ile patolojik lenf nodu tutulumu açısından bağımsız bir risk faktörü olarak görülmüştür (p=0.003). Patolojik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon açısından bağımsız bir risk faktörü olarak belirlenmiştir (p=0.028).
Sonuç: Çalışmamız, larenksin skuamöz hücreli karsinomu için bilinen prognostik faktörler arasında TB ile perinöral infiltrasyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir ve bu nedenle tümörün prognozunu belirlemede önemli bir rol oynayabilir.
Purpose: Laryngeal squamous cell carcinoma poses a management challenge due to the lack of reliable prognostic markers. Although tumor budding (TB) has been shown to predict poor prognosis in some malignancies, its prognostic significance in laryngeal cancer remains uncertain in the literature. Therefore, the objective of this study is to evaluate the impact of TB on prognosis and its correlation with other established prognostic factors in laryngeal squamous cell carcinoma.
Patients and Methods: In the department of otolaryngology the files of 60 patients with laryngeal squamous cell carcinoma who underwent surgery, postoperative chemoradiotherapy between 2008 and 2015 were analyzed retrospectively. The patient’s history, family history, age, TNM (tumor, node, metastases) classification, radiological imaging, type of surgery performed, and the results of the pathological specimen were evaluated. PanCK immunohistochemical staining was performed on old paraffin block sections containing tumoral tissue, previously stained with Hematoxylin & Eosin. The TB scores were evaluated by the pathology department, and the association between all obtained parameters and clinicopathological variables was analyzed.
Results: Our findings showed a significant association between tumor budding and perineural infiltration, a known prognostic factor for laryngeal carcinoma (P=0.006). TB was found to be an independent risk factor for perineural infiltration and pathological lymph node involvement (p=0.003). Pathological lymph node involvement was also found to be an independent risk factor for lymphovascular invasion (p=0.028).
Conclusions: Our study provides evidence for a significant association between tumor budding and perineural infiltration, which are established prognostic factors in laryngeal carcinoma. This suggests that tumor budding may be an important factor in determining tumor prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Akut Mezenterik İskeminin Erken Teşhisinde İskemi-Modifiye Albüminin Rolü
Himmet Durgut, Şükrü Bülent Özer, Tevfik Küçükkartallar
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Akut Mezenterik İskeminin Erken Teşhisinde İskemi-Modifiye Albüminin Rolü
Role Of IschemIa-ModIfIed AlbumIn In Early DIagnosIs Of Acute MesenterIc IschemIa In Rats
Amaç: Arteryel ve venöz mesenterik iskeminin erken tanısında iskemi-modifiye albumin (IMA) rolü araştırıldı. Arteriyel ve venöz iskemi gelişen gruplarda ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlerde serum IMA düzeylerini değerlendirerek Akut Mesenterik İskemi (AMİ) erken tanı için yeni yöntemleri belirlemeyi amaçladık. Gereçler ve Yöntem: Çalışmanın deneysel bölümünde, her biri sekiz sıçandan oluşan üç grup; 1. grup: kontrol; 2. grup: süperior mezenterik arter (SMA) ligasyonu; ve 3. grup: süperior mezenterik ven (SMV) ligasyonu. Tüm gruplarda venöz kan örnekleri ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlarde alınarak IMA düzeyleri değerlendirildi. Bulgular: IMA düzeyleri ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlerde SMA’nın bağlandığı 2. grupta ve SMV’nin bağlandığı 3. grupta kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. SMA ve SMV’nin ligasyonundan sonraki ilk yarım saatte yüksek IMA seviyeleri ile ilgili olarak istatistiksel anlamlı sonuçların elde edilmesi, iskemi öncesi süreyi işaret ediyor olabilir. Sonuç: IMA, AMI’nin erken teşhisinde yeni bir belirteç olarak düşünülebilir.
Aim: The role of ischemia-modified albumin (IMA) was investigated in the early diagnosis of arterial and venous mesenteric ischemia. We aimed to determine novel procedures for the early diagnosis of Acute Mesenteric Ischemia (AMI), by evaluating serum IMA levels during the first 30 minutes, first, and third hours, in groups that have developed arterial and venous ischemia. Materials and Methods: In the experimental part of the study, three groups, each consisting of eight rats; 1st group: control; the 2nd group: ligation of superior mesenteric artery (SMA); and the 3rd group: ligation of superior mesenteric vein (SMV). Samples of venous blood were withdrawn in the first 30 minutes, first, and third hours in all three groups, and serum IMA levels were evaluated. Results: IMA levels in the first 30 minutes, first, and third hours were significantly higher in the 2nd group where SMA was ligated, and in the 3rd group where SMV was ligated, compared with the control group. Statistically significant results were obtained regarding the high IMA levels in the first half hour following ligation of SMA and SMV, which might be indicative of the period prior to ischemia. Conclusion: IMA may be considered as a new marker in the early diagnosis of AMI
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Salim Güngör, Hilal Koral
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
The Extracapsular S Pread Of Lymph N Ode MetastasIs In Laryngeal CarcInoma
Lenf nodüllerindeki ekstrakapsüler tutulum prog-nozun zayıf olduğunun bir göstergesi sayılmaktadır. Nodüler fiksasyon ekstrakapsüler yayılımın bir göstergesi olup, hastada prognozu istatistiksel olarak düşüren bir faktördür. Diğer faktörlerden tümöral hücre diferansiasyonu ve metastatik nodül sayısı da prognoz üzerine etkili olup, burada ekstrakapsüler yayılımin prognoza olan etkisi literatürdeki retro-spektif araştırma sonuçları ile birlikte tartışılmıştır.
Extracapsular spread of lymph node metaitases ir believed to be an indicator of poor prognosis. in general it has been thought that extracapsular spread was limited to the 'fixed" nodes. The patients whose lesions had extracapsular spread had statistically reduced numbers of survival. Other factors eg, tumor dillerantiation and the number of malignant nodes ellects on prognosis. The effect of extracapsular spread on staging, the reporting of retrospective reviews and therapy are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
Handan Eren, Mahinur Durmuş İskender
Olgu sunumu
Özeti
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
NursIng Care AccordIng To Roy AdaptatIon Model In A PatIent WIth Chemotherapy Treated GastrIc Cancer
\r\n Mide kanseri sık görülen kanserler arasındadır ve kemoterapi tedavi planı arasında yer almaktadır. Birçok sistemi etkileyen bu tedavi yönteminde bireyin ve çevresinin bu sürece uyumu önemlidir. Bu uyumu artırmak amacıyla makalede Roy Adaptasyon Modeli’ne göre ilk kemoterapi kürünü almaya gelen mide kanserli hastaya verilen hemşirelik bakım süreci anlatılmıştır. Hastadan izin alınarak elde edilen veriler doğrultusunda hastaya; fiziksel harekette bozulma, anksiyete, kemoterapi tedavi sürecine yönelik bilgi eksikliği, bireysel baş etmede yetersizlik, aile içi süreçlerde güçlenmeye hazır oluş hemşirelik tanıları konulmuş, uygun hemşirelik girişimleri yapılmıştır. Modelin kemoterapi tedavisi alan hastalarda kullanılabilir olduğu düşünülmüştür.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Gastric cancer is among the common cancers and chemotherapy is among the treatment plan. Chemotherapy affects many systems, it is important for the individual and her environment to adapt to this process. In order to improve this adaptation, the nursing care process given to the patient with gastric cancer who was receiving the first chemotherapy treatment according to the Roy Adaptation Model was described. According to the data obtained by the permission of the patient, impaired physical mobility, anxiety, deficient knowledge about chemotherapy treatment process, defensive coping, readiness for enhanced family coping, nursing diagnoses were made and appropriate nursing interventions were applied. The model is thought to be available to patients receiving chemotherapy treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Lober Amfizem
Nuriye Tarakçı, Murat Konak, Tamer Altınok, Sevgi Pekcan, Kemal Ödev, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Konjenital Lober Amfizem
CongenItal Lobar Emphysema
Konjenital lober amfizem (KLA) yenidoğan döneminde ortaya çıkan
akciğerin nadir gelişimsel anomalisidir. Onüç günlük kız bebek primer
pulmoner hipoplazi nedeniyle ünitemize kabul edildi. Şiddetli dispne
ve siyanozu olan hastanın göğüs grafisinde ve toraks tomografisinde
KLA ve pulmoner hipoplazi saptandı. Operasyon planlanan hastada
pulmoner hipoplazi varlığı prognozu ağırlaştıracağından MR
anjiografi çekildi ve pulmoner damarlanmanın normal olması üzerine
opere edildi. Biz bu olgumuz ile KLA’e eşlik edebilecek ek patolojilerin
(pulmoner hipoplazi gibi) ileri görüntüleme yöntemlerinin kullanılması
ile saptanmasının ameliyat sonrası prognozu etkileyebileceğini
vurgulamak istedik.
Congenital lobar emphysema (CLE) is a rare anomaly of lung
development that presents in the neonatal period. A 13-day-old
girl baby was admitted to our unit because of primary pulmonary
hypoplasia. She had presented with severe dyspnea and cyanosis,
where chest radiograph and chest computed tomography showed
CLE and pulmonary hypoplasia. Pulmonary hypoplasia may worsen
prognosis of patient. There fore, we performed a pulmonary magnetic
resonance angiography in our patient. Pulmonary vasculature was
normal on magnetic resonance angiography. After ward, our patient
was operated. In here we would like to highlight that the use of
advanced imaging techniques can identify additional pathologies
which may affect prognosis after surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glioblastomda Toll-Benzeri Reseptör Ailesi Ekspresyonunun Araştırılması: Karşılaştırmalı Bir Qpcr Ve Hücre Kültürü Analizi
Sevinç Şahin, Seda Sabah Ozcan, Levent Elmas, Uguray Payam Hacısalihoglu, Serdar Yanik
Araştırma makalesi
Özeti
Glioblastomda Toll-Benzeri Reseptör Ailesi Ekspresyonunun Araştırılması: Karşılaştırmalı Bir Qpcr Ve Hücre Kültürü Analizi
InvestIgatIon Of Toll-LIke Receptor FamIly ExpressIon In GlIoblastoma: A ComparatIve AnalysIs Of Qpcr And Cell Culture
Amaç: Glioblastoma yetişkinlerde en sık görülen ölümcül beyin kanseridir. Toll-benzeri reseptörler, patojen tanıma ve doğal bağışıklığın aktivasyonu ile ilişkili 10 reseptörden (Toll-benzeri reseptör 1-10) oluşan hücre yüzey reseptörleridir. Ancak, çelişkili sonuçlar içermekle birlikte bazı çalışmalar Toll benzeri reseptör ekspresyonunun, glioblastom dahil bazı tümörlerde, kanser hücresi proliferasyonu ve ilerlemesi ile ilişkili olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, bu çalışmada literatürde ilk kez glioblastomda Toll-benzeri reseptörlerin on üyesinin tamamının ekspresyon profilinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: 2018 yılı Ocak ve Aralık ayları arasında tanı alan 25 glioblastoma hastasına ait formalinle fikse edilmiş parafine gömülmüş dokularda Toll-benzeri reseptörlerin mRNA ekspresyonu kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu kullanılarak değerlendirildi. Ayrıca her bir Toll-benzeri reseptörlerin ekspresyonu, beş farklı insan glioblastom hücre dizisi (T98G, U87-MG, U373, LN18 ve A172) kullanılarak hücre kültürü analizi ile araştırıldı.
Bulgular: Glioblastom grubunun formalinle fikse edilmiş parafine gömülmüş dokularında kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu analizi ile Toll-benzeri reseptör 1, Toll-benzeri reseptör 6 ve Toll-benzeri reseptör 7 mRNA düzeyleri anlamlı olarak arttığı (her biri, p<0.001), Toll-benzeri reseptör 4 ve Toll-benzeri reseptör 10 düzeylerinin ise kontrol grubu ile kıyaslandığında anlamlı olarak azaldığı görüldü (sırası ile, p=0.023, p<0.001). Ek olarak, Toll-benzeri reseptör mRNA ekspresyon profilleri farklı hücre hatları arasında farklılık sergiledi.
Sonuç: Çalışmamızda birçok Toll-benzeri reseptör üyesi glioblastom mikroçevresinde farklı ekspresyon düzeyi gösteriyor ve onu farklı şekilde etkiliyor gibi görünüyordu. Glioblastomda her bir Toll-benzeri reseptörün endojen protein seviyesini doğrulamak, glioblastomun patogenezi ve prognozu üzerindeki kesin rollerini netleştirmek ve yeni hedef tedavilere ışık tutmak için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Aim: Glioblastoma is the most frequent, and fatal brain cancer in adults. Toll-like receptors are cell surface receptors comprised of 10 receptors (Toll-like receptor 1−10) related to triggering innate immunity by recognizing pathogens. However, some studies suggested that the expression of Toll-like receptors might be related to cancer cell proliferation and progression in some tumors including glioblastoma with some contradictory results. Thus, we aimed to investigate all ten members of the Toll-like receptor expression profile in glioblastoma for the first time in the literature to contribute additional data to the literature.
Patients and Methods: Quantitative real-time polymerase chain reaction was applied to formalin-fixed paraffin-embedded tissues of 25 glioblastoma patients, diagnosed between January and December 2018, to evaluate the mRNA expression of Toll-like receptors. Also, the expression of each Toll-like receptor was investigated by cell culture analysis using five different cell lines of human glioblastoma (T98G, U87-MG, U373, LN18, and A172). The results were compared statistically.
Results: Toll-like receptor 1, Toll-like receptor 6, and Toll-like receptor 7 mRNA levels were significantly increased in the formalin-fixed paraffin-embedded tissues of the glioblastoma group (p<0.001, each) whereas the expression of Toll-like receptor 4 and Toll-like receptor 10 was downregulated compared to the control group (p=0.023, p<0.001, respectively), by qPCR analysis. Additionally, Toll-like receptor mRNA expression profiles differed among the cell lines.
Conclusion: In our study, many Toll-like receptor members seemed to display different expression level in the glioblastoma microenvironment and affect it diversely. Further comprehensive studies are required to confirm the endogenous protein level of each Toll-like receptor in glioblastoma, to clarify their precise role in the pathogenesis and prognosis of glioblastoma, and to shed light on new target therapies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
Osman Yılmaz, Adil Kartal, Özden Vural, Lema Tavlı, Dinçer Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
The RelatIon Between GastrIc Cancer And Ulcer
Midedeki peptik ülserlerin komplikasyonlarından biri de malign transformasyondur. Bu çalışmamızda, peptik ülser ile bundan gelişebilecek mide karsinomu arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu çalışmada, S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1987-1988 yıllarında, midesindeki ülser şeklindeki lezyon nedeni ile parsiyel gastrektomi yapılmış ve Patoloji Anabilim Dalı laboratuvarına gönderilmiş, 15 adet, ülser şeklinde lezyonu olan mide piyesi incelendi. Bunların 7'si peptik ülser, karsinom, 3'ü de tabanı ve duvarlarından birinde, küçük bir alanda karsinom hücreleri olan, eptik ülsere benzer, ülserkarsinom şeklindeki lezyonlardı. Bu lezyonlar temel kabul edilerek peptik ülser ile ülseröz mide karsinomu arasındaki ilişkiler, literatür gözden geçirilerek tartışıldı.
One of the complications of gastric peptic ulcer is, malignant transformaiion. in this study, we have investigated the relation between peptic ulcer and gastric carcinorna that develops in chronic :gastric ulcer. Fifteen surgically resected stornachs, with ulcer were studied. Seven of those ulcers were peptic ulcer, five were carcinorna, but there were lesions like uncer-carcinoma. Those lesions had malignant cells in the sinan area at the base or margin of the ulcer. The ulcer-carcinotnas showed that carcinorna !might develop in the chronic gastric ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
GIant MesenterIc LIpoma As A Rare Cause
Lipomlar tüm vücutta yaygın olarak görülen iyi huylu, matur yağ
dokusu içeren mezenkimal tümörlerdir. Fakat intestinal mezenter
kaynaklı lipomlar nadir görülür. Kırk iki yaşında bayan hasta karın sağ
tarafını dolduran kitle tanısı ile başvurdu. Laparatomi ile tüm batın içi
kitle çıkarıldı. Lipomlar semptomatik veya asemptomatik olabilirler.
Tek tedavisi cerrahi olarak tam çıkarılmasıdır. Tam çıkarıldığında çok
iyi prognoza sahiptirler.
Lipomas are benign mesenchymal neoplasm commonly occurring
throughout the whole body and comprise mature fat tissue. However,
intestinal mesentery originated lipomas are rarely seen. A 42-yearold
female patient presented with right sided abdominal distension.
Exploratory laparotomy was performed and fat tissue was excised.
Lipomas might or might not present with any symptoms. Complete
surgical excision is the only treatment with a very good prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Kıtleler
Mehmet Yeniterzi, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Cevat Özpınar, Galip Akhan, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Mediastinal Kıtleler
MedIastInal Tumors And Cysts
1984-1990 yılları arasinda S.U. Tap Fakültesi Göğüs ve. Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında tetkik ve tedavi ettiğimiz 20 mediastinal kitleli hasta değerlendirildi. Erken teşhis ve tedavi ile, ma-lign tümörlü hastalarda daha uygun prognoza sahip olunabileceği kanaatine ulaşıldı.
The cases of twenty patients, treated for turnors and cysts of mediastinurn between 1984-1990, have been investigated. it has been established that a more favourable prognosis could be obtained through early diagnosis and treatrnent of the patients with malignant turnors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipernatremik Dehidratasyon İle İlişkili Konjenital Pilor
atrezi
Nuriye Tarakçı, Murat Konak, Hüseyin Altunhan, Müslim Yurtçu, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Hipernatremik Dehidratasyon İle İlişkili Konjenital Pilor
atrezi
HypernatremIc DehydratIon AssocIated WIth PylorIc AtresIa
Konjenital pilor atrezisi (KPA) oldukça nadir bir durumdur.
İzole olabileceği gibi eşlik eden anomaliler de bulunabilir. İzole
vakalarda prognoz iyi olup eşlik eden patolojiye bağlı olarak fatal
de olabilmektedir. Etyolojisi bilinmemektedir. Ailesel vakaların
literatürde bildirilmesi hastalığın genetik geçişli olabileceğini de
düşündürmüştür. Bu olguda intrauterin tanısı olmayan hipernatremik
dehidratasyon kliniği ile geç tanı almış bir KPA vakası nadir görülmesi
nedeni ile sunulmuştur.
Congenital pyloric atresia (CPA) is an extremely rare condition.
It may be isolated or accompanied by other abnormalities. In isolated
cases, prognosis is good but congenital pyloric atresia can be fatal
depending on another anomali. The etiology is still unknown. Since
familial cases were reported in literature, it is suggested that this
disease might be inherited. In here, we reported a delayed diagnosed
congenital pyloric atresia case that presented with hypernatremic
dehydration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatit B Aşısı Sonrası Gelişen Morfea
Recep Dursun, İnci Mevlitoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Hepatit B Aşısı Sonrası Gelişen Morfea
Morphea DevelopIng After HepatItIs B VaccInatIon
Hepatit B aşısı sonrası enjeksiyon bölgelerinde morfea gelişen iki olgu sunulmaktadır. Olgulardan kadın olanı 25 yaşındaydı. Olgu sağ kolunun dış kısmında sertleşme ve kahverengi lekelenme şikayetleri ile kliniğimize başvurmuştu. Anamnezinden olgunun kolundaki kalınlaşan bu bölgeden bir yıl önce 4 hafta ara ile iki kez hepatit B aşısı ile aşılandığı ve aşılamadan birkaç ay sonra enjeksiyon bölgelerinde kaşıntı, renk değişikliği ve sertleşmenin ortaya çıktığı, özelliklede yazın güneşte bu şikayetlerinin arttığı öğrenildi. 23 yaşında ve erkek olan diğer olgu ise sağ kolunun üst dış kısmında renk değişikliği, bölgesel sertleşme ve kıllarda dökülme şikayetleri ile polikliniğimize başvurmuştu. Hasta anamnezinde 8 ay önce birer ay ara ile iki kür hepatit B aşısı olduğunu ve aşı yapılan yerlerde 2 ay sonra yukarıda anlatılan şikayetlerin başladığını söyledi. Her iki olgudan da insizyonel biyopsi alındı. Histopatolojik inceleme sonuçları her iki olgu için de morfea ile uyumlu bulundu. Klinik olarak takip edilen hastalarda hastalığın seyrine göre kadın olan olguda plak ve yavaş ilerleyen tipte morfea ve erkek olan olguda da lineer ve hızlı ilerleyen tipte morfea tanısı konuldu. Her iki olguda da sistemik tutulum saptanmadı. Her iki hastaya da lokal ve//veya sistemik tedaviler başlandı.
Two cases of morphea which developed after hepatitis B vaccination at the sides of injection were presented. One of these two patients was a 25 years old female. She referred to our clinic with complaints of brownish spots and hardening on external side of her right arm. In her history she said that she was given hepatitis-B vaccination a year ago, on the thickened parts of her arm, twice with 4 weeks internal. Itching, discoloration and hardening started on these regions 3-4 months later, especially inceasing with exposure to sun. The other case was male and 23 years old. He referred to our clinic with complaints of discoloration, regional hardening, hair fall on the upper part of his right arm. He said that he was given two hepatitis B vaccination 8 months ago with 4 weeks interval. Two months after the innoculation he had the mentioned complaints over the innoculated regions of his arm. Incisional biopsy was taken from both of two cases. Histophathologic examinaton results were found accord with morphea. According to clinic prognosis, plaque and slowly progressive type morphea was found in the female patient and lineer and rapidly progressive type morphea was found in the male patient. Systemic involvement was not determined in both of the two patients. The local and/or systemic treatments were begun to both of the patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
Aylin Orgen Çallı
Derleme
Özeti
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
The Importance Of Mıcro-Rna’s In Wılms Tumor
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prognostik İnflamatuvar Ve Nütrisyonel İndeks'in Çocuklarda Postoperatif Morbiditeyle İlişkisi
Engin Günel, Osman Çağlayan, Fatma Çağlayan, Ahmet Hamdi Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Prognostik İnflamatuvar Ve Nütrisyonel İndeks'in Çocuklarda Postoperatif Morbiditeyle İlişkisi
Çalışmamızda, çocuklarda cerrahi stres sonucu ortaya çıkan metabolik yanıtdaki değişiklikleri göstermede, prognostik inflamatuvar ve nütrisyonel indeks (PINI)'in güvenilirliğini ve postoperatif morbiditeleri ne oranda ortaya koyduğu araştırılmıştır. Akut karın nedeni ile başvuran ve apandektomi yapılan 32 hastada çalışıldı. Akut apan-disit (Grup 1, n=17) ve gangrenöz veya perfore apandisit saptanan (Grup 2, n=15) hastalardan preoperatif (-1), postoperatif 1. gün (+1) ve 3. gün (+3) kan alınarak serum albumin (AL), prealbumin (PA), c-reaktif protein (CRP) ve alfa-1 asid glikoprotein (AGP) değerleri saptanarak. ortalama PINI-1, PINI+ 1 ve PINI+3 değerleri hesaplandı. Grup 1 'de ortalama PINI-1, PIN1+1 ve PINI+3 değerleri sırasıyla 5.6±3.9, 15.6± 7.8 ve 5.8±3.6 bulundu (p< 0.0001). Grup 2'de ise ortalama PIN1-1, PIN1+1 ve PINI+3 değerleri sırasıyla 25.2±16.4, 47.2±28.1 ve 43.9±24.2 bulundu. PINI-1 ile PINI+1 arasındaki farkın anlamı (p<0.0001) olduğu, ancak PINI+1 ile PINI+3 arasındaki farkın anlamsız (p>0.02) olduğu bulundu. Her iki grubun ortalama PINI değerleri karılaştırıldığında, Grup 2'deki değerlerin Grup 1 değerlerine göre büyük ve farkların anlamlı (p<0.001) olduğu bulunmuştur. Bu veriler so-nucunda, PINI'm çocuklarda cerrahi strese metabolik yanıtın ortaya konmasında ve hastaların postoperatif ta-kibinde değerli ve güvenilir bir indeks olduğunu göstermektedir.
This study was undertaken ta determine the safety af prognostic inflammatory and nutritional index (PINI) as an indicator of metabolic response to surgical stress, and whether there is a relationship between PINI and post-operative morbidity in children. Thirty-two patients who were performed appendectomy were enrolled in the study. Of the pafients 17 had acute appendicitis (Group 1) and 15 had gangrenous or perforated appendicitis (Group 2). Serum albumin (AL), prealbumin (PA), c-reactive protein (CRP) ve alpha-1 acid glicoprotein (AGP) values were measured pre-operatively (-1), on postoperative day 1 (+1), and postoperative day 3 (+3) in all patients. Mean PIN1-1, PINI+1, and PIN1+3 values were calculated by using these parameters. In grup 1, mean PINI-1, PINI+1, and PIN1+3 values were fonud 5.6±3.9, 15.6±7.8, and 5.8±3.6, respectively (p< 0.0001). In group 2, the same values were 25.2±16.4, 47.2±-28.1, and 43.9±24.2, respectively. The difference between PIN1-1 and PINI+1 was found statistically significant (p<0.0001) while there was no significant difference between PIN1+1 and PIN1+3 (p>0.02) in group 2. Mean PINI values were fonud higher in group 2 compared with group 1, and the difference between two groups was statistically significant (p<0.001). These results suggest that PINI is a cafe and valuable index for determination of metabolic response to sur-gical stress in children, and postoperative follow-up of surgical patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Osman Serhat Tokgöz, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Pressure Ulcers IncIdence And RIsk Factors In IntensIve Care UnIt Of Norology
Bası yaraları morbidite ve mortaliteye yol açan önemli bir problemdir. Bu prospektif çalışmada nöroloji yoğun bakım ünitesinde bası yarası gelişme insidansı ve risk faktörleri araştırıldı. Bir yıl boyunca yoğun bakımda takip edilen 46 hastada bası yarası tespit edildi ve bulunan bası yaraları “National Pressure Ulcer Advisory Panel” e göre evrelendirildi. Yaş, yoğun bakımda kalış süresi, ortalama arteriyel basınç, basınç ülser derecelendirilmesi, hemoglobin ve albumin seviyeleri ve komorbid durumlar ile bası yarası ilişkisi araştırıldı. Bulgular: Nöroloji yoğun bakım ünitesinde yara gelişme insidansı %15 bulundu. Hipoalbümineminin, kas gücü kaybı şiddetinin, uzamış yoğun bakımda yatış süresinin bası yarası oluşma riskini anlamlı derecede artırdığı tespit edildi. Başta protein malnütrisyonunu önlemek olmak üzere primer koruma yaklaşımları yoğun bakım ünitelerinde üzerinde durulması gereken en önemli konulardandır.
Pressure ulcers, a major problem worldwide, cause morbidity and lead to mortality. We aimed to conduct a prospective study which includes incidence of pressure ulcer and risk factors for pressure ulcers in intensive care unit of neurology. Forty-six patients were evaluated according to National Pressure Ulcer Advisory Panel during the ICU period strictly. Age, hospitalization period, mean arterial pressure, pressure ulcer degree, hemoglobin and albumin levels, and comorbidities were evaluated. The incidence of pressure ulcer in neurologic intensive care unit was 15%, and hypoalbuminemia, low muscular strength, and prolonged stay in intensive care unit are significantly high in pressure ulcer group than the control group. Primer prevention of pressure ulcers is one of the major issues in intensive care unit, especially to prevent protein malnutrition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Adem Yaşar, Kayhan Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Concha Bullosa: FIenquency In ChronIc NonallergIc SInusItIs And EffectIvIness Of EndoscopIc Surgery On PrognosIs
Konka bülloza intranazal anatominin önemli varyasyonlarından bir tanesidir. Bu çalışmada paranazal sinüs en feksiyonu olan 86 hasta lateral nazal duvar anatomik varyasyonları açısından BT ile araştırılmıştır. Hastaların %22’sinde en az bir tarafta konka bülloza tesbit edilmiştir. Paranazal sinüs enfeksiyonlarının konka büllozaya bağlı olmaksızın da gelişebildiği, konka bülloza tesbit edilen hastalardan 15’ine yapılan endoskopik cerrahi girişim sonucunda, endoskopik cerrahinin sinüzit tedavisinde yararlı olduğu görülmüştür.
Concha bullosa is a common anatomical variant of intranasal anatomy. Eighty-six patients who had paranasal sinüs infection were evaluated with CT for lateral nasal wall variations. İt was found that 22 % of the patients had concha bullosa at least on one side. İt was seen that paranasal sinüs infections developed vvithout concha bul losa and on the other hand, 15 patient that operated endoscopic surgery was shovvn that this prosedüre is useful for the treatment of sinusitis in cases with concha bullosa.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Mustafa Kürşat Evrenos, Merve Özkaya Ünsal
Araştırma makalesi
Özeti
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Treatment Of Cutaneous MucormycosIs In PatIents WIth CortIcosteroId Treatment After Trauma
Amaç: Mukormikozis, invaziv yumuşak doku nekrozu yapabilen ve agresif seyirli nadir bir fırsatçı mantar enfeksiyonudur. Genellikle immun sistem yetersizliği olan hastalarda görülürken, nadiren immunkompetan hastalarda da karşılaşılabilir. Bu yazıda, travma sonrası kısa sureli kortikosteroid tedavisi alan ve ardından fasiyal kutanöz mukormikoz gelişen 4 immunkompetan olgunun prognoz ve tedavisi bildirilmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 2016 – 2018 yılları arasında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi’ne travma sonrasında başvuran, intrakranial veya spinal patolojileri nedeniyle kısa sureli kortikosteroid tedavisi alarak immun sistemi baskılanmış olan ve fasiyal kutanöz mukormikoz tanısı alan dört adet hasta dahil edildi. Prognoz, medikal ve cerrahi tedavi sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Malar ve maksiller bölge tutulumu olan bir hastada seri debridmanlar ve medikal tedavilerle kür sağlandı. Serbest fleplerle rekonstruksiyon yapılan hastada estetik ve fonksiyonel olarak kabul edilebilir sonuçlara ulaşıldı. 2 hastanın tedavisi tamamlandıktan sonra lokal fleplerle onarımı yapıldı. Bir hastaya, fungal osteomiyelit ve intrakraniyal inflamatuar değişiklikleri bulunması nedeniyle onarım operasyonu yapılamadı. Bu hastanın takiplerinde MR görüntülemelerinde regresyon saptandı.
Sonuç: Multitravma sonrasında, kontamine yara enfeksiyonu meydana gelen ve kısa dönem için bile olsa kortikosteroid tedavisi alan hastalarda mukormikozisin akılda tutulması gerekmektedir. Seri, tekrarlayan ve agresif debridmanlar yapılmalı, rekonstruksiyon planı enfeksiyonda kür sağlandıktan sonra yapılmalıdır.
Objective: Mucormycosis is an infrequent opportunistic fungal infection which may cause an aggressive and invasive soft tissue necrosis. It is usually developed in patients with immune system deficiency, and rarely seen in immunocompetant patients. We report prognosis and treatment of the immunocompetant patients that developed facial cutaneous mucormycosis after short term corticosteroid therapy.
Material and Method: The patients who were admitted to Manisa Celal Bayar University Hospital after multitrauma and given short term corticosteroids due to cranial and spinal injuries and became immuncompromised and diagnosed as facial cutaneous mucormycosis between 2016 and 2018 were included in the study. Prognosis, medical and surgical treatment outcomes of therapy is reported.
Results: One patient with malar and maxillary involvement was treated with medical therapy and serial debridements and infection was cured. Reconstruction with free flaps were done, acceptable functional and aesthetic results were achieved. Two patients had adequate therapy and reconstructed with local flaps. One patient was not operated due to recurrent fungal osteomyelitis and intracranial inflammatory findings, and regression in MRI was seen.
Conclusion: Mucormycosis should be kept in mind in contaminated wound infections in patients who have been treated with corticosteroids even for a short time after multitrauma. Rapid, repetitive and aggressive debridemants should be performed and reconstruction should be planned after cure of the fungi.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Şilotoraksla Başvuran Non-Hodgkin Lenfoma Olgusu
Fikret Kanat, Şebnem Yosunkaya, Dilek Kırbıyık, Oktay İmecik
Olgu sunumu
Özeti
Bilateral Şilotoraksla Başvuran Non-Hodgkin Lenfoma Olgusu
A Case WIth Non-HodgkIn's Lymphoma PresentIng WIth BIlateral Chylothorax
Plevral sıvı süt görünümünde ya da bulanık olduğunda, santrifüj edildikten sonra da bu halini koruduğunda, hemen daima sıvının lipit içeriği yükliği sözkonusudur. Plevral sıvı yüksek lipit seviyesi iki durumda olur:Şilöz ve şiliform sıvılar. Bu iki durumun birbirinden ayrılması önemlidir çünkü prognoz ve tedavileri farklıdır. Nontravmatik şilotorakslarda altta yatan neden genellikle malignitelerdir. Kliniğimizde yaygın mediastinal lenfadenopatiler ve bilateral şilotoraksla seyreden non-Hodgkin lenfoma (NHL) tanısı konan ve kemoterapi uygulanarak tedavi edilen 60 yaşındaki kadın hastayı sunuyoruz.
At times, pleural fluid is milky or turbid. When the milkiness or turbidity persists after cetrifugation it is almost always due to high lipid content of the pleural. High levels of lipid accumulate in the pleural fluid in two situations: Chylous and chyliform pleural effusions. It is important to differentiate these two conditions because the prognosis and management are completely different. The most common causes of the nontraumatic chylothorax are malignancies. We report a 60 year old female patient diagnosis of non-Hodgkin’s Iymphoma with huge mediastinal Iymphadenopathies and bilateral chylothorax. We treated her with chemoterapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Semi Ozturk, Sefa Tatar, Mehmet Akif Düzenli, Cevat Kırma
Araştırma makalesi
Özeti
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
MyocardIal Injury Non-Related AtherosclerotIc Plaque DIsruptIon In PatIents Younger Than 40 Years Old
Amaç: Koroner arter hastalığı nedenli miyokard infarktüsü (MICAD), miyokardiyal hasarın önde gelen nedenidir. Aterosklerotik plak bozulmasına bağlı olmayan miyokardiyal hasar (MICAD olmayan) nadir ve heterojen bir tanıdır. Genç hasta popülasyonunda MICAD iyi bilinmesine rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasar tam olarak tanımlanmamıştır. Çalışmamızda 40 yaşından genç hastalarda MICAD olmayan miyokardiyal hasarın prevalansı, etiyolojisi ve beş yıllık mortalitesini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Ocak 2010 ile Aralık 2014 arasında 40 yaşından genç akut miyokardiyal hasarı olan 292 hastayı retrospektif olarak çalışmamıza dahil ettik. Klinik, demografik, laboratuvar, anjiyografik özellikler ve beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD olmayan miyokardiyal hasar (n = 78) ve MICAD (n = 214) hastaları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta yaşlarının medyan değeri 36 idi. MICAD olmayan grup, MICAD grubundan daha gençti [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. MICAD olmayan grupta kadın hastaların oranı, MICAD grubuna göre daha yüksekti (% 24.4'e karşılık % 10.3). MICAD olan hastaların çoğu ST elevasyonlu MI (% 77.1) ile başvururken, MICAD olmayan hastaların çoğu ST elevasyonu olmayan MI ile (% 89.7) başvurdu. MICAD olmayan miyokardiyal hasarın en sık görülen etiyolojileri miyokardit (% 32) ve vazospazm (% 9) idi. Yaş, kadın cinsiyet, sigara içmemek ve dislipidemi yokluğu, MİCAD olmayan miyokardiyal hasar için bağımsız öngördürücülerdi. MICAD olmayan grupta beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD grubundan anlamlı derecede daha düşüktü (% 2.6'ya karşılık% 10.3) (log-rank testi p = 0.04).
Sonuç: MICAD olmayan miyokardiyal hasar, farklı yaşlarda farklı etiyolojilere sahip heterojen bir grup hastayı temsil etmektedir. MICAD olmayan grubun düşük mortalite oranına rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasarın yönetiminde farklı tanı ve tedavi stratejileri gerekmektedir.
Backround: Myocardial infarction with coronary artery disease (MICAD) is the leading cause of myocardial injury. Myocardial injury non-related to atherosclerotic plaque disruption (non-MICAD) is a rare and heterogeneous diagnosis. Although MICAD is well studied, non-MICAD was not thoroughly identified in young patient population. We aimed to investigate the frequency, main etiologies, and five-year mortality of patients with non-MICAD younger than 40 years.
Methods: We retrospectively enrolled 292 patients with acute myocardial injury younger than 40 years between January 2010 and December 2014. Clinical, demographic, laboratory, angiographic features, and five-year all-cause mortality were compared between patients with non-MICAD (n=78) and MICAD (n=214).
Results: Median age of patients was 36. Non-MICAD group was younger than MICAD group [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. The frequency of female patients with non-MICAD was higher than those with MICAD (24.4% vs 10.3%). Most of the patients with MICAD presented with STEMI (77.1%), while most of the patients with non-MICAD presented with non-STEMI (89.7%). Most common etiologies of non-MICAD in were myocarditis (32%) and vasospasm (9%). Age, female sex, no smoking and, absence of dyslipidemia were independent predictors for non-MICAD. Five-year all-cause mortality in non-MICAD group was significantly lower than MICAD group (2.6% vs 10.3%) (log-rank test p=0.04).
Conclusion: Non-MICAD represents a heterogeneous group of patients who had varying etiologies at different ages. Despite the lower mortality rate of non-MICAD group, different diagnostic and treatment strategies are required for management of patients with non-MICAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
Selma Güler, Mustafa Haki Sucaklı, Orçun Altunören, Ömer Faruk Kökoglu, Hasan Uçmak, Seyyit Kus, Ekrem Doğan, Gözde Yıldırım Çetin, Hayriye Sayarlıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of UrInary Tract InfectIons In PatIents WIth Renal InsuffIcIeny
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda gelişen idrar yolu
enfeksiyonlarında (İYE) predializ ile diyaliz hastaları ve 65 yaş altı
ile üstü hasta grupları arasında üriner enfeksiyon belirteçleri ve
muhtemel risk faktörlerini araştırmayı amaçladık. Ocak 2012 ve Aralık
2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Araştırma Hastanesi Nefroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tanısı olan ve İYE gelişen 82 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. prediyaliz KBY hastalar grup 1,
sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyializ hastaları grup
2, olarak sınıflandırıldı. Hastaların 58’i (%70,7) diyaliz hastası iken,
24’ ü (%29,3) ise predializ KBY hastasıydı. Hastaların yaş ortalaması
diyaliz grubunda 50±21 iken prediyaliz grubunda ise 63,6±15,4, idi.
Hastaların 36 sı (%43,9) diyabetikdi. Vakaların 37’si (%45,1 ) ≥65
yaş olup, bu grupta kolesterol, trigliserid ve albümin değerleri 65 yaş
altı gruba göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Her iki grupta
da idrar kültürlerinde en sık üreyen mikroorganizma Escherichia coli
(E. Coli) idi. Diyaliz ve prediyaliz gruplarının karşılaştırılmasında
lökosit sayımı, eritrosit sedimentasyon hızı, tam idrar tahlili ve
CRP düzeyleri açısından gruplar arasında istatistikî olarak anlamlı
fark yoktu. Ateş, piyürü ve nitrit pozitifliğinin prediyaliz ve diyaliz
gruplarında sık olmasına rağmen her iki grup arasında istatistiksel
olarak fark bulunmadı. 65 yaş üstü grupta ise eşlik eden komorbid
durumlar idrar enfeksiyonuna eğilimi arttırabilir.
We aimed to investigate the markers and possible risk factors
of urinary infection in predialysıs patients with CRF and patients
undergoing dialysis by comparing groups younger or older than 65
years of age. We evaluated 82 patients with chronic renal failure
who have been followed by nephrology and infectous disease
policlinic due to urinary infection during January 2012 and December
2012 in medical faculty of Kahramanmaras Sutcu Imam University.
The patient in the predialysis period was accepted as group I, the
patients ongoing dialysis and continuous ambulatory peritoneal
dialysis (CAPD was accepted as group II. 58 (70,7%) of these
patients were in dialysis program. 34 (29,3%) were in predialysis
patients. The average age of the patients in predialysis group was 63,
62±15,482 and the average age of the patients in dialysis group were
50, 08±21,086. (45,1%) of these patients were ≥65 years old and
compared with serum levels of the kolesterol, trigliserid ve albumin,
levels in ≥65 years old cases were statistically significant than ≤65
years old cases. Escherichia coli was microorganism that the most
commonly isolated in urinary cultures in both groups. (43.9%) of
patients were diabetic. There was no statistical difference between
the levels of serum CRP, ESR and leucocytosis between the groups
(p>0.05). Fever, pyuria and nitrite positivity between the predialysis
and dialysis groups was statistically no significant. Comorbidity in the
group above 65 years of age may increase the tendency of infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
Kenan Demir, Hakan Akıllı
Olgu sunumu
Özeti
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
A Rare Case Of CongenItal Heart DIsease In An Unoperated Adult PatIent SIngle VentrIcule
Tek ventrikül nadir görülen bir konjenital kalp hastalığıdır. Prognozunun kötü olması nedeni ile cerrahi tedavi uygulanmadan erişkin yaşa ulaşan hasta sayısı azdır. Literatürde 5-6. dekata ulaşan vakalar bildirilmektedir. Sunacağımız vakayı ülkemizden bildirilen, opere edilmeden en ileri yaşa ulaşan tek ventrikül olgusu olması ilginç kılmaktadır.
Single ventricle is a rare congenital heart disease. The number of patients who reach to adult age without surgical operation due to poor prognosis are rare. There are publications that report cases reached to 5 to 6 decades in the literature. What makes the present case interesting is that it is the single ventricule that reaches the oldest age without operation reported in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Abdulkadir Yasir Bahar, Ülkü Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Ebv IncIdence In DIffuse Large B-Cell Lymphoma: A SIngle Center DescrIptIve Study
ÖZET
Amaç: Diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) hastalarında klinik ve prognostik heterojenite gözlendiğinden prognostik ve prediktif faktörlerin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu faktörlerin sıklığı coğrafi ve etnik farklılıklar göstermektedir. WHO 2017 revize 4. baskısına dayanarak merkezimizde R-CHOP ile tedavi edilen DLBCL hastalarının prognostik, prediktif faktörlerini ve EBV insidansını yeniden değerlendirmeyi ve tartışmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemizde 2007-2017 yılları arasında tanı almış ve R-CHOP ile tedavi edilmiş DLBCL-NOS'lu hastalar çalışmaya dahil edildi. 104 hastada; CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67 ve p53 ekspresyonlarını immünohistokimyal olarak ve EBV encoded RNA (EBER) in situ hibridizasyon ile değerlendirildi. Revize Uluslararası Prognostik İndeks (R-IPI) skoru ve genel sağkalım süresi hesaplandı.
Bulgular: Çalışmada 56 erkek (% 53,8) ve 48 kadın (% 46,2) mevcuttu. Ortanca yaş 64,5 idi. Hastaların % 59,6'sında hastalık nodal başlangıcı iken, % 40,4'ünde ekstranodal başlangıç mevcuttu. GCB subtipin % 26,5’inde, non-GCB subtipin % 43,6’sında ileri stage (III-IV) mevcuttu (p = 0,049). Yüksek R-IPI skor, GCB subtipte % 40 ve non-GCB subtipte % 54,5 oranında gözlendi (p = 0,028). Non-GCB subtipte sağkalım anlamlı olarak düşüktü (log-rank testi p = 0,003). Batı popülasyonlarında bildirildiği gibi EBV sıklığı yaklaşık % 3 idi. Double ekspressör lenfoma (DEL) sıklığı % 8,7 idi ve bu durumun inferior sağkalım ile ilişkili olduğu gösterildi (p = 0,045). De novo CD5 + DLBCL oranı % 13 olarak bulundu ve aynı zamanda inferior sağkalım ile de ilişkili idi (p = 0,013). CD30 + DLBCL oranını da % 11,5 olarak bulundu, ancak prognoz ile anlamlı bir ilişki kurulamadı.
Sonuç: DLBCL-NOS’da ayrıntılı alt tipleme ve prognostik faktörlerin detaylandırılmasını gerekmektedir. Çalışmamızda DEL durumu ve De novo CD5 + DBBHL sıklığı ile düşük sağkalım arasında ilişki gösterilirken. CD30 + DLBCL ile prognoz arasında anlamlı bir ilişki gösterilememiştir. Ayrıca EBV pozitif 3 olgu saptanmış olup bunlardan 2’si yeni sınıflamaya göre ‘EBV pozitif büyük B hücreli lenfoma’ olarak sınıflanması uygundur.
Anahtar kelimeler: Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma; Prognostik faktörler; Sağkalım
Abstract
Aim: Since clinical and prognostic heterogeneity is observed in diffuse large B-cell lymphoma (DLBCL) patients, it is vital to determine its prognostic and predictive factors. The frequency of these factors varies geographically and ethnically. We aimed to reevaluate and discuss the prognostic and predictive factors of DLBCL patients who have been treated with R-CHOP in our center based on the WHO 2017 revised 4th edition. We also investigated the incidence of EBV in DLBCL-NOS.
Patients and Methods: Patients with DLBCL-NOS diagnosed previously in our hospital between 2007-2017 and treated with R-CHOP were included in the study. We evaluated the expressions of CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67, and p53, by immunohistochemistry, and EBV encoded RNA by in situ hybridization in 104 cases of DLBCL-NOS. The Revised International Prognostic Index (R-IPI) score and the overall survival time was calculated.
Results: The study included 56 men (53.8%) and 48 women (46.2%). The median age was 64.5 years. In 59.6% of the patients, the disease had a nodal beginning, whereas in 40.4% of the patients it had an extranodal presentation. High stage (III-IV) was present in 26.5% of the GCB subtype and 43.6% of non-GCB subtype (p=0.049). A high R-IPI score was observed in 40% of GCB subtype and 54.5% of non-GCB subtype (p=0.028). Survival was significantly lower in the non-GCB subtype (log-rank test p=0.003). The EBV frequency was about 3% as it is reported in Western populations. The frequency of DEL status was 8.7%, indicating that it was associated with inferior survival (p=0.045). De novo CD5+ DLBCL ratio as 13% and it was also associated with inferior survival (p=0.013). We also found CD30+ DLBCL ratio as 11.5%, but we could not establish a significant relationship with prognosis.
Conclusion: DLBCL-NOS requires detailed subtyping and elaboration of prognostic factors. The frequency of DEL status and De novo CD5+ DLBCL indicated that it was associated with inferior survival. However, we could not establish a meaningful relationship of CD30+ DLBCL with prognosis. Three EBV positive cases were identified and two of them were classified as ‘EBV positive large B cell lymphoma’ according to the WHO 2017 revised 4th edition.
Keywords: Diffuse Large-Cell Lymphoma; Prognostic Factors; Survival
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hüsnü Alptekin, Hüsamettin Vatansev, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
The Effect Of ChItIn On KIdney And LIver FunctIon In PatIents WIth Stomach And Colorectal Cancer
Karın içi yapışıklıkların önlenmesinde kullanılan chitin molekülünün organ fonksiyonlarına olan etkisinin araştırılması. Bu çalışmaya mide kanseri ve kolorektal kanser nedeniyle ameliyat edilen ve rezektabl girişimler yapılan 40 hasta dahil edildi. Operasyon sonrası hastaların kesi hattı altına 15x10 cm. boyutta 2 adet Chitin Suprofilm® konuldu. Hastalarda preoperatif, postoperatif 1.gün ve 5.günlerde AST, Creatinin, BUN değerlerine bakıldı. Her 3 ayrı AST, Creatinin ve BUN değerleri arasında gruplar içi ve gruplar arası değerlendirmede istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi (p>0.05). Hastalarda 2 tabaka Chitin kullanımından sonra yeterli hidrasyon sağlanmasıyla karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu gelişmemiştir. Chitinin antiadeziv olarak güvenle kullanılabileceği kanaatindeyiz.
The effects of Chitin molecules, used prevention of abdominal adhesions, on organ functions were investigated. 40 patients, underwent surgery for gastric cancer and colorectal cancer and resectable initiatives were included in this study. After surgery, two Chitin Suprofilm ® in size of 15X10 cm were placed under the incision line. AST, Creatinin, BUN levels were measured in patients at preoperative, postoperative 1st and 5th days. There was no statistically significant difference in means of Creatinin, AST, and BUN levels between groups in three measurement. Having used Suprofilm® (Chitin) with adequate hydration, liver and kidney dysfunction was not developed. We think that Suprofilm® (Chitin) can be used safely as antiadhesive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezi Sonrası Diplopi Gelişimi
Soner Demirel, Ercan Özsoy, Elvin Güner, Ahmet Yegenoğlu, Neslihan Avcı
Olgu sunumu
Özeti
Spinal Anestezi Sonrası Diplopi Gelişimi
Development Of DIplopIa After SpInal AnesthesIa
Spinal anestezi, birçok cerrahide yaygın olarak kullanılan
bir yöntemdir. Ancak, kranial sinir parezileri gibi bazı nörolojik
komplikasyonları da bildirilmektedir. Beyin omurilik sıvısının (BOS)
kaçağına bağlı olarak, VI. kranial sinir hasarına ve çift görmeye yol
açabileceği ifade edilmektedir. Diğer kranial patolojilerinden ayrımı
yapıldıktan sonra, hasta çift görmesi hakkında bilgilendirilmeli ve bol
sıvı alması önerilmelidir.
Spinal anesthesia is a widely used method in many surgeries. However, some neurological complications are reported including cranial nerve paresis. The cerebrospinal fluid (CSF) leakage was defined may lead to VI th cranial nerve damage and diplopia. After distinction from other cranial pathologies, the patient must be informed about the prognosis of diplopia and should be offered take plenty of fluids.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
Gülperi Çelik, Murat Tumuklu, Ali Başcı, Ercan ok
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
EvaluatIon ArterIal StIffness In ChronIc HemodIalysIs PatIents And The Related RIsk Factors
Amaç: Arteryel sertliğin göstergelerinden olan nabız dalga hızı (NDH) ve artırma göstergesi (AG), vasküler hasarın şiddetini belirlemede kullanılan invaziv olmayan yöntemlerdir. Geniş hasta sayısı içeren bu çalışmada, kronik HD hastalarında NDH ve AG değerlendirilerek, ilişkili olduğu risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem: Kronik HD programında olan toplam 881 hasta (%44’ü kadın) çalışmaya dahil edildi. Hastaların NDH ve AG ölçümleri nabız dalga analizi cihazı (Sphygmocor) kullanılarak, tek operatör tarafından yapıldı. NDH analizi karotid-radyal mesafeden ölçüldü. Aortik AG radyal arterden derive edilen aortik nabız dalga formlarından elde edildi. Tüm hastaların ekokardiyografi ile sol ventrikül geometrisi ve bioimpedens cihazıyla volüm durumu değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun ortalama NDH değeri 10.0 ±2.5 m/s, ortalama AG % 27±11 idi. AG’nin kalp hızı ile düzeltilmiş şekli olan AG -KH75 ise %29±11 olarak saptandı. NDH hastaların %29’da, AG ise %67’de sınır değerin üstünde bulundu. AG ve NDH arasında pozitif ilişki saptandı. AG yüksek ve normal olan hastalar karşılaştırıldığında; AG yüksek olan grupta, albumin değerleri daha düşük, ortalama kan basıncı değerleri, kardiyotorasik oranları (KTO) daha yüksek ve ejeksiyon süreleri daha uzun saptandı. AG boy ve kilo negatif ilişkili idi. AG 75 kilo ve boy ile negatif ilişkiliydi. AG 75 yüksek olanlarda, sol ventrikül hipertrofili (LVH ) hasta oranı daha çoktu. NDH değeri yüksek olan grupta erkek hasta oranı ve ortalama kan basıncı değerleri yüksek bulundu. Alt grup analizinde (n:408 hasta) NDH değeri ≥ 11. 5 m/sn olan grupta, < 8. 5 m/sn olana göre belirgin artmış interdiyalitik ağırlık artışı vardı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında, NDH ve AG gibi damar sertliğinin göstergesi olabilecek ölçümler, ortalama arter kan basıncı, kardiyotorasik oran, hipoalbuminemi, interdiyalitik ağırlık artışı ile ilişkiliydi. Bu parametrelerin kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile ilişkisi hemodiyaliz hasta topluluğumuzun takipleri sırasında açıklık kazacağını düşünüyoruz.
Aim: Pulse wave velocity (PWV) and augmentation index (AI) are indicators of arterial stiffness and non invasive methods of detecting the severity of vascular injury. This study included large sample size and evaluated PWV and AI in chronic hemodialysis (HD) patients to detect the related risk factors. Method: 881 patients on chronic HD program (44% females) were included in this study. PWV and AI of the patients measured by single operator using pulse wave analysis device (Sphygmocor). Pulse wave was measured from carotid-radial distance. Aortic AI was obtained from aortic pulse wave forms derived from radial artery .for all patients, left ventricular geometry was evaluated by echocardiography and volume status was evaluated by bioimpedence device. Results: The average PWV in patient group was 10.0± 2.5 m/s, average AI was 27±11%. AI -HR75, the heart rate corrected form at 75 beat/minute of AI was found to be 29±11%. PWV and AI were found above limit value in 29% and 67% of the patients respectively. A positive relation was found between PWV and AI. when patients with high and normal AI were compared, albumin values were lower while average blood pressure values, cardiothoracic ratio(CTR) were higher and ejection time longer in patients with high AI. AI had a negative relation with height and weight. AI 75 was also negatively related to height and weight. In patients with high AI75 Araştırma Yazısı 151 more patients had left ventricular hypertrofy (LVH). Male patients percentage and average blood pressure was higher in patients with high PWV. In the analysis of PWV of the subgroup (n:408 patients), evident interdialytic weight increase was present in the group with PWV of ≥ 11.5 m/ sc compared to the group of < 8.5 m/sc. Conclusion: measures that can be used to evaluate vascular stiffness like PWV and AI are related to average arterial blood pressure, cardiothoracic ratio, hypoalbuminemia, interdialytic weight increase. We think that the relation between these parameters and cardiovascular morbidity and mortality will become clear in the follow up of our hemodialysis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Hiperbilüribinemisinde Serbest Bilirübin Düzeyı Ve Serbest Bılırubın Düzeyını Etkıleyen Faktörler
İbrahim Erkul, Sevim Karaaslan, Dursun Odabaş, Ahmet Kınık, Ümran Çalışkan, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Hiperbilüribinemisinde Serbest Bilirübin Düzeyı Ve Serbest Bılırubın Düzeyını Etkıleyen Faktörler
The Factors Affectıng The Level Of Free Bılırubın And The Level Of Free Bılırubın In Newborn Hyperbılurbınemıa
Heperbilirübinemili yenidoğanlarda kernikterustan sorumlu en önemli faktör "Serbest bilirübin" düzeyidir. Hiper-bilirübinemili 45 yenidoğan yakasında yapılan incelemelerde serbest bilirübin düzeylerinin serum albumin düzeyleri, gestasyonel yaş, doğum tartısı, asfiksi ve indirekt ve total bilirübin düzeyleri ile yakın ilişkili olduğu görülmüştür. Serbest bilirübin düzeyleri de kan değişiminden etkilenmekte ve kan değişimi sonrası serumdaki serbest bilirübin kaybolmaktadır.
Free bilirubin level in the hyperbilirubinemia of the newborn. In the newborn with hyperbilirubinemia, the most important factor that causes the kernicterus is the free bilirubin level.In the investigation that is performed about 45 newborn cases with hyperbilirubinemia,it has been observed that the free bilirubin levels are interested in the serum albumin levels. Exchange transfusion effects free bilirubin levels and after exchange transfusion, the free bilirubin in the serum disappears.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
Tamer Çelik, Remziye Eke, Ümit Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
The ClInIcal CharacterIstIcs Of ChIldren WIth HospItalIzed For FebrIle SeIzures
Febril nöbetler, 6-60 ay arasındaki ateşli çocuklarda, öncesinde afebril bir nöbet öyküsü, veya santral sinir sistemi enfeksiyonu olmaksızın ortaya çıkan nöbetlerdir. Bu çalışmada, Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne febril konvülziyon nedeniyle yatırılan hastaların demografik ve klinik özellikleri gözden geçirilmiştir. Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında AEAH Çocuk Hastalıkları Kliniğine yatırılan febril konvülziyon tanısı almış 56 çocuk hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. İstatistiksel analizler için SPSS Windows 16.0 paket programı kullanıldı. Hastaların 23’ü (%41.1) erkek, 33’ü (%58.9) kız olup yaş ortalaması 26.8 ay, yatış süresi ortalama 3.5 gün idi. 44 (%78.6) hastada ateş odağı üst solunum yolu enfeksiyonu, 6 (%10.7) hastada alt solunum yolu enfeksiyonu, 2 (%3.6) hastada akut otitis media, 1 hastada (%1.8) idrar yolu enfeksiyonu, 1 hastada (%1.8) akut gastroenterit, 1 hastada (%1.8) el-ayak-ağız hastalığı, 1 (%1.8) hastada roseola infantum idi. İki (%3.6) hastaya lomber ponksiyon yapıldı, bu hastaların birinde aseptik menenjit saptanırken, diğeri normal olarak değerlendirildi. Olgulardan 34’ü (%60.7) birinci atak, 12’si (%21.4) ikinci atak, 5’i (%8.9) üçüncü atak, 5’i (%8.9) tekrarlayan (>3) ataklar ile başvurmuştu. İlk atak ile gelen hastaların 4’ünde (%7.1) 24 saat içinde tekrarlayan nöbetler görüldü. Olgulardan 4’ü (%7.1) kompleks febril nöbet olup bir hastada (%1.8) febril status epileptikus mevcuttu. Çalışmamızda da olduğu gibi, febril konvülziyonların çoğu basit tipte olup, prognozları iyidir ve çoğu basit viral enfeksiyonlara bağlıdır.
Febrile seizures are seizures that occur in febrile children between the ages of 6and 60 months who do not have an intracranial infection, or history of afebrile seizures. In this study, the children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures in Antalya Education and Research Hospital (AEAH) were reviewed. 56 children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures between September 2011- January 2012 in AEAH were analysed retrospectively. Analyses were performed using SPSS 16.0 version. 23 patients (41.1%) were male, 33 (58.9%) were female , mean age was 26.8 months, mean duration of hospitalized days were 3.5 days. Fever source was upper respiratory tract infection in 44 (78.6%) patients, lower respiratory tract infection in 6 (10.7%), acute otitis media in 2 (3.6%), urinary tract infection in 1 (1.8%), acute gastroenteritis in 1 (1.8%), hand–foot-mouth disease in 1 (1.8%), roseola infantum in 1 (1.8%) patient. Lumbar punction was done in 2 (3.6%) patients, one of them had aseptic menengitis and other had normally cerebrospinal fluid findings. 34 (60.7%) patients had first attack, 12 (21.4%) had second, 5 (8.9%) had third and 5 (8.9%) had more than three attacks. 4 (7.1%) patient’s seizures who had first febrile attack occured more than once in a 24 hour period. 4 (7.1%) patients had complex febrile seizures, 1 (1.8%) patient had febrile status epilepticus. These results suggest that most febrile seizures are simple, good prognosis and mostly causes of fever is upper respiratory tract infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
Hasan Gök, Bayram Korkut, Ahmet Altınbaş, Mehmet Tokaç, V. Gökhan Cin, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
VentrIcular ArrhythmIas And PrognostIc SIg-NIfIcance In PatIents WIth EssentIal HypertensIon
Bu Çalışmamızda esansiyel hipertansiyonlu hastalarda ventrikülar aritmi dağılımı ve yaşam süresine etkisi araştırıldı. Esansiyel hipertansiyonlu 50 olgu, eko-kardiyografik olarak interventrikiiler septum (IVS) ye sol ventrikill arka duvar (LVPW) kahnitklarina gore sol ventrikill hipertrofisi (LVH) olanlar (30 olgu) ye olmayanlar (20 olgu) ceklinde grup-landtrildt. Daha sonra 24 saatlik Holter mo-nitorizasyonu gerceklegirildi ve tesbit edilen vent-rikuler aritmiler OA) Lown stniflamasinda oldugu gibi gruplandirtldt. Anjiotensin enzim (ACE) inhibitorii tedavisi ba§lanan butan hastalar, 2 aylik aralarla 6 aylik klinik takibe LVH olan hipertansif hastalarda VA tiplerinin hepsi fazia oranda tesbit edildi, fakat Lown IVA grup VA istatistiksel olarak anlamll oranda fazla idi. Her iki hipertan.qf pasta grubunda da en sik olarak Lown IA grubu VA tesbit edildi malign VA ye ani olicm tesbit edilmedi.
In this study, we looked the distribution and prognostic significance of ventricular arrhythmias (VA) in patients with essential hypertension. Fifty patients with essential hypertension were included. After physical and laboratory exa-mination, interventricular septum (IVS) and left ventricular posterior wall (LVPW) thickness were measured in M-mode echo to detect left ventricular hypertrophy (LVH). Patients were classified into 2 main group according to presence or absence of LVH. Halter monitoring was performed and VAs seen in Halter were defined according to Lawn clas-sification_ All of the patients were followed clinically at least 6 months by 2 monthly intervals. All types of VAs were more common in LVH group, but only Lawn IVA group VA was sig-nificantly higher occurence. There were no malign VA and sudden death while Lawn IA group VAs were more common in the two group of patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hayrullah Alp, Hakan Altın, Sevim Karaaslan
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Absent Pulmonary Valve Syndrome: A Newborn Case Report
Pulmoner kapak yokluğu sendromu (PKYS) nadir görülen bir doğuştan kalp hastalığıdır (DKH). Tek başına veya diğer DKH’lıkları ile birlikte görülebilir. Siyanoz ve solunum sıkıntısı nedeniyle gelen PKYS tanısı konulan yenidoğan bir olgu sunulmuştur. İntauterin dönemde sağ ventrikülde genişleme olduğu bilinen, doğum sonrasında siyanoz ve solunum sıkıntısı gelişen yenidoğan bir kız olgusu çocuk kardiyolojiye getirildi. Doğum sonrasında ekokardiyografi ve manyetik rezonans görüntüleme ile pulmoner kapakçıkların rudimenter ve ağır pulmoner ve triküspit yetmezliğinin olduğu görüldü. Pulmoner arter ve dalları ileri derecede geniş görünümdeydi. Ne yazık ki olgu yaşamının 3. gününde yenidoğan bakım ünitesindeki tedaviye rağmen yaşamını kaybetti. Pulmoner kapak yokluğu sendromu olgularının büyük bir çoğunluğu anatomik olarak Fallot Tetralojisinin bir çeşidi olmakla birlikte klinik bulgular, seyir ve hemodinamik açıdan farklılık gösterir. Erken süt çocukluğu döneminde mekanik ventilasyon gerektirecek düzeyde ağır solunum güçlüğü olan hastalara müdahale beklenmeden uygulanmalıdır. Olgumuzun vital fonksiyonları stabil tutulamadığı için cerrahi müdahale yapılamadı. Pulmoner kapak yokluğu sendromu yenidoğan döneminde siyanoz ve solunum sıkıntısı ayırıcı tanısında düşünülmelidir. İntrauterin tanı alan olguların doğumunun çocuk kardiyoloji, kalp damar cerrahisi ve yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin bulunduğu merkezlerde gerçekleştirilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Absent pulmonary valve syndrome (APVS) is a rare congenital heart disease. It can be seen isolated or with other congenital heart diseases. Here, we presented a neonate with cyanosis and dyspnea because of APVS. A-female-newborn was referred to pediatric cardiology due to cyanosis, respiratory distress and prenatally diagnosed right ventricular dilatation. Rudimentary pulmonary valves and severe pulmonary and tricuspid regurgitations were determined postnatally with echocardiography and magnetic resonance imaging. Additionally, main pulmonary artery and its branches were seen dilated. Unfortunately she died on third day of her life, although supportive and medical treatments were administered intensively. Most of APVS cases are a variant of Tetralogy of Fallot. But clinical findings, prognosis and hemodynamic conditions can be different. Infants requiring mechanical ventilation shold be undergone operation as soon as possible. Our case could not be operated because of unstable vital functions. Absent pulmonary valve syndrome should be considered as a differential diagnosis in neonates with cyanosis and respiratory distress. If prenatal diagnosis is present, we suggest that parturition should happen in a medical center includes pediatric cardiology and cardiovascular surgery and also neonatal intensive care unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bılateral Testıkuler Germ Hucrelı Tumorler
Ferhat Berkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Bılateral Testıkuler Germ Hucrelı Tumorler
BIlateral TestIcular Germ Cell Tumors
Ankara Onkoloji Hastanesinde 1985-1994 yillart arasmda tedavi edilen testikiiler germ hiicre turnorlii 789 olgunun dokuzunda bilateral tutulurn sap-tanm►vir. DOrt hastada senkron (2 seminom, 2 non-seminorn) bilateral tumor, belinde ise 8 ay ile 8 yil 11 ay arasinda de,14en siirelerde metakron tumor (4 seminom, 1 seminom ye nonseminorn) telhis edil-mi§tir. Dokuz olgunun oykiilerinden inmem4 testis nedeniyle operasyon gecirdikleri agrenilmivir. Bilateral testis tiimiirlerinin insidansi, histolojik bulgulari. tedavi ve prognozlart literatiir eViginde tartiplmivir. Bu calurna ile kontrlateral testis gelicme riskinin olmasma karpn kesin Inevaidiyeti, ikinci tumor gelicimine karp hastalarm kontrollerinin uzun yillar siirdt7rulmesr geregi, ay-rwa erken-lantda ultrasonografinin onemi actga ct-kartlmtvir.
The phenomenon of bilateral involvement of the testicles was observed nine times in a series of 789 patients with testicular germ cell tumors which were treated in Ankara Oncology Hospital from 1984 to 1994, Four patients evidenced a synchronous bi-lateral tumor (two seminomas, two non-seminomas) and in five others (4 bilateral seminomas, 1 se-minoma and nonseminoma), a second tumor oc-cured after an interval ranging between eight months and eight years eleven months. Three of nine patients had a history of undescended testes. The incidence, histologic findings, therapy and prognosis of bilateral testis tumors are discussed on the basis of a review of the literature. This study emphasizes the small but definite risk for a development of the second testicular tumor and suggests not only the significance of long-term fol-low-up period but also the importance of ult-rasorzography in the early diagnosis of a cont-rlateral tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ameliyat Sonrası Karın İçi Yapışıklıkların Önlenmesinde Chıtın’in Etkinliğinin Diğer Adezyon Bariyerleri İle Karşılaştırılması
Mustafa Şahin, Murat Çakır, Fatih Mehmet Avşar, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Mehmet Aköz
Araştırma makalesi
Özeti
Ameliyat Sonrası Karın İçi Yapışıklıkların Önlenmesinde Chıtın’in Etkinliğinin Diğer Adezyon Bariyerleri İle Karşılaştırılması
ComparIson Of AntI-AdhesIon MaterIals In PreventIng PostsurgIcal AdhesIon In AbdomInal CavIty
Amaç: Postoperatif peritoneal adezyonların önlenmesinde farklı antiadeziv maddelerin etkilerinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 60 adet Sprague-Dawley cinsi dişi rat alındı. Ratlar 12’şerli 5 gruba ayrıldılar. Bütün ratlar Ketamine HCL ile uyutulduktan sonra 4 cm’lik orta hat kesisi ile karına girildi. Karın duvarında, sağ tarafta 2cm uzunluğunda 10 adet peritoneal kesi yapıldı, sol tarafta 2X2 cm2 genişliğinde periton tabakası eksize edildi, batın 3/0 ipekle kontinu olarak kapatıldı. Grup I: herhangi bir işlem yapılmadı, Grup II: kesi alanlarına 3X3 cm2 boyutta chitin tabakası (Suprofilm®) konuldu, Grup III: kesi alanlarına 3X3 cm2 boyutta Na-Hyaluronat /Carboxymethylcellulose (Seprafilm®) konuldu, Grup IV: batın içine % 25 oranında sulandırılmış 2 cc Na-Hyaluronat jel döküldü, Grup V: 15mg/kg dozunda metilprednizolon i.m. olarak verildi. Çalışmanın 11. günü ratlar sacrifiye edilerek 5’er cc kan alındı. Batın açılarak adezyonlar Granat Skoruna göre skorlandı. Kan örneklerinden Hb, AST, BUN ve Albumin düzeyleri çalışıldı. Bulgular: Adezyon sıklığı Grup I’de sağda %82, solda % 91, Grup II’de sağda %8.3, solda %25, Grup III’te, sağda %17, solda %33, Grup IV’te sağda %50, solda %58, Grup V’te sağda %50, solda %42 olarak bulundu. Adezyon evresi gruplarda; Grup I: 2.63±1.22, Grup II: 0.58±0.66, Grup III: 1.08±1.08, Grup IV: 1.41±1.44, Grup V: 1.41±1.50 olarak belirlendi. Adezyon evresi tüm çalışma gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu, p<0.05. Ayrıca Chitin grubunun evresi diğer gruplardan anlamlı olarak düşük bulundu, p<0.05. Serolojik ve hematolojik parametreler tüm gruplarda benzer bulundu, P>0.05. Sonuç: Chitin Ratlarda postoperatif peritoneal adezyon sıklığını ve evresini anlamlı olarak düşürmekterdir. Bu yönüyle lokal ve sistemik antiadezivlerden daha etkili olduğu kanaatine varılmıştır.
Aim: The purpose of this study is to compare the effects of different anti-adhesion Materials in Preventing Postsurgical peritoneal adhesion. Material and Method: 60 rats from Wistar Albino spiece that weights 250-300 g and about 10-11 ages are used in the study. They were separated into 5 groups. The rats were operated after Kethamine HCL anesthesia. In all rats, a midline laparatomy was done, in a 4 cm length. To the right side of the abdominal wall, 2 cm along 10 parellel incision were applied. To the left side of it, a peritoneum layer was incised as 2x2 cm2. The abdominal wall was sutured with 3/0 silk by continue method. Group I: Control group, Group II: 3X3 cm2 in size Chitin layers (Suprofilm®) were placed on the incision areas. Group III: 3X3 cm2 in size Na-Hyaluronat / Carboxymethylcellulose layers (Seprafilm®) were placed on the incision areas. Group IV: To the abdominal cavity, 25 % diluted 2 cc Na-Hyaluronat gel was poured, Group V: 15mg/kg metilprednizolon was injected as I.M. On the 11th day of Research, under Ketamine anesthesia, abdominal wall opened and the adhesions were scored according to Granat Score. From all groups of rats, blood samples were taken. On the samples, Hb, AST, BUN and Albumin levels were studied. Results: The Adhesion frequency In Group I, was defined on the right abdominal wall as 82%, on the left as 91%, In Group II, on the right as 8.3%, on the left as 25%, In Group III, on the right as 17%, on the left as 33%, In Group IV, on the right as 50%, on the left as 58%, In Group V, on the right as 50%, on the left as 42%. The adhesion grade in groups was defined as; Group I: 2.63±1.22, Group II: 0.58±0.66, Group III: 1.08±1.08, Group IV: 1.41±1.44, Group V: 1.41±1.50. The adhesion phase in all study groups was found meaningfully low compared to the control group as p<0.05. Besides, the adhesion grade of Suprofilm® group was found meaningfully low compared to the other groups as p<0.05. A meaningful difference was not observed among Serologic and hematological parameters in all groups as P>0.05. Conclusion: Chitin meaningfully decreases the postoperative peritoneal adhesion frequency and adhesion grade on Rats. Referencing this result, it has been understood that Chitin is much more effective than local and systemic anti-adhesive methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Hastalarında Konvelesan Plazma Tedavisinin Etkinliği
Hülya Vatansev, Mehmet Ali Karaselek, Serkan Küçüktürk, Soner Demirbaş, Özcan Çeneli, Bülent Işık, Kazım Çamlı, Celalettin Korkmaz, Şebnem Yosunkaya, Adil Zamani, Turgut Teke
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Hastalarında Konvelesan Plazma Tedavisinin Etkinliği
EffIcacy Of Convalescent Plasma Therapy In Covıd-19 PatIents
Amaç: Corona Virüs 2019 Hastalığı (COVID-19)’nda şu ana kadar spesifik antiviral ajan olmamasına
rağmen tedavi için konvelesan plazma (CP) tedavisi tedavi için kullanılmıştır. Ancak CP tedavisinin
prognoz ve mortalite üzerindeki etkinliği halen tartışma konusudur. Bu çalışmada COVID-19 hastalığında
CP tedavisinin etkinliğine ilişkin deneyimlerimizin paylaşması am açlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışma Mayıs 2020-Şubat 2021 tarihleri arasında standart tedaviye ek olarak
CP tedavisi alan 126 COVID-19 tanılı hastada gerçekleştirildi. 126 hasta ilk beş gün içinde (Grup A) ve
beş günden sonra (Grup B) CP uygulananlar olarak iki gruba ayrıldı. Bu iki gruptaki hastalar laboratuvar
parametreleri, klinik bulgular ve mortalite açısından değerlend irildi.
Bulgular: Toplam 126 hasta Grup A'da 86 hasta ve Grup B'de 40 hasta) tespit edildi. 119 (%94.4) hasta şifa
ile taburcu olurken 7 (%5,5) hasta kaybedildi. Ortalama hastane yatış süresi Grup A'da 11.4±0.7, Grup B'de
18.4±1.7 gün olarak bulundu (p<0,001). Lenfosit, PLT, fibrinojen ve CRP’nin tedaviye bağlı ana değişim
etkisi istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Ancak, iki grup D-dimer açısından karşılaştırıldığında
sonuçlar marjinal olarak anlamlıydı. Basit etki değerlendirildiğinde; Grup A’daki değişim anlamlı değilken,
Grup B’deki değişim anlamlıydı. CP tedavisine 5 gün önce veya 5 gün sonra başlanması laboratuvar
parametrelerini değiştirmedi. Ancak, D-dimer’daki değişim marjinal olarak anlamlıydı (p=0.058).
Sonuç: Çalışmamızda CP tedavisine erken başlamanın hastanede kalış süresini azalttığı ancak mortalite
ve laboratuvar parametreleri üzerine etkisinin olmadığı gösteri ldi.
Aim: Convalescent plasma (CP) therapy has been used for treatment, although it has not been Corona
Virus 2019 Disease (COVID-19) specific antiviral agent so far. However, the effectiveness of CP treatment
on prognosis and mortality is still a matter of debate. In this study, we aimed to share our experiences
about the ef fectiveness of CP treatment in COVID-19.
Materials and Methods: The study was conducted in 126 patients diagnosed with COVID-19 who received
CP treatment in addition to standard treatment between May 2020 and February 2021. 126 patients were
divided into two groups as those who underwent SP within the first five days (Group A) and after five days
(Group B). The patients in these two groups were evaluated in terms of laboratory parameters, clinical
and mortality.
Results: A total of 126 patients were identified (86 patients in Group A and 40 patients in Group B). 119
(94.4%) patients were discharged with recovery, 7 (5.5%) patients died. The mean days of hospitalization
were found to be 11.4±0.7 in Group A and 18.4±1.7 in Group B (p<0.001). Treatment-related lymphocyte,
PLT, fibrinogen and CRP main effect of change was significant (p<0.001). However, the results were
marginally significant when the two groups were compared in terms of D-dimer. When the simple effect is
evaluated; Group A as not significant, while group B was significant. Starting CP treatment 5 days before
or 5 days later did not change the laboratory parameters. However, D-dimer was marginally significant
(p=0.058).
Conclusion: In our study, it was shown that early initiation of CP treatment reduced the hospitalization,
but had no ef fect on mortality and laboratory parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Tamer Demir, Burak Turgut, Şahap Kükner, Turgut Yılmaz, Lokman Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Prognostıc Factors In Perforatıng Eye InjurIes
Amaç : Önlenebilir körlük nedenleri içinde önemli bir yere sahip olan perforan göz yaralanmalarına ait prognostik faktörlerin ortaya konup, bazı risk faktörlerinin belirlenmesine çalışılmıştır. Yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Kliniği’ ne 1994-1999 yılları arasında perforan göz yaralanması ile baş vuran 157 hastaya ait kayıtlar değerlendirilmiştir. Olguların tümüne tek ya da ikinci cerrahi işlem uygulanmıştır. Olgular; yaş, cinsiyet, mesleki dağılım, travma nedeni, travmaya uğrayan doku, travmaya eşlik eden ek patoloji, uygulanan cerrahi işlem, yaralanma anından operasyona kadar geçen süre, ikinci operasyon gereksinimi, operasyon öncesi ve sonrası görme düzeyleri ve komplikasyonlar açısından irdelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan 157 olgunun % 77.7'si erkek, % 22.3 ‘ü ise kadın olup, yaş ortalamaları 25.25 ( 4-85) olarak belirlendi. Perforan yaralanmaya en sık 0-12 yaş grubunda (%40.1) rastlanıldı. Bu oran işçilerde % 19.1, çiftçilerde ise %15.3 tespit edildi. En sık yaralanma yeri kornea olup (%62.4), en sık etkenin ise delici- kesici aletler olduğu belirlendi (%22.9). Olguların operasyona kadar geçen süreleri değerlendirildiğinde, % 76.4' ünün ilk 24 saatte öpere edildiği görüldü. İkinci operasyon olguların %27.4’ünde gerekli oldu. Operasyon öncesi görme düzeyinin en sık olarak persepsiyon- projeksiyon düzeyinde olduğu saptandı (15.9). Takiplerde en sık karşılaşılan komplikasyonun ise pupilla düzensizliği (%29) ve korneal lökom (%25.9) olduğu belirlendi. Sonuç: Perforan göz yaralanmalarında tedaviden ziyade yaralanmanın önlenmesi esastır. Bu yüzden koruyucu sağlık hizmetleri her şeyin önünde gelmektedir. Perforan göz yaralanmak hastaların hastahaneye erken başvurmaları ve erken cerrahi müdahalenin de görme prognozuna olumlu etkileri olduğu muhakkaktır.
Aim : İn this study vve aimed at determining the prognostic factors and some risk factors in perforating eye in juries which have important role in preventable blindness. Method: VVe retrospectively evaluated data from a total of 157 patients, admitted to Fırat University Medical School, Department of Ophthalmology with perforated eye injuries, betvveen 1994-1999. One or two surgical interventions were performed in ali cases. They were eva luated with respect to patients’ age, sex and occupation; etiology of trauma, affected tissue, accompanying pat- hological findings, performed surgical intervention, delay betvveen the injury and surgery, Vision level before and after surgery and complication. Result: Of the total 157patients included in this study, 77.7% was male; 22.3 % female; and mean age of patients was 25.25 (4-85) years old. Perforated eye injuries vvere frequently seen (40.1%) in young patients (0-12 years old). This ratio was found to be 19.1% in vvorkers and 15.3 % in farmers. Among the most frequently injured tissues, cornea vvas the first (62.4%) and knives and Sharp tools were res- ponsible from most of the perforations (22.9%). Of the cases 76% vvas received surgical intervention in the first 24 hours' period. Before operation, visual level frequently found to be betvveen perception and projection (15.9). Most frequent complication among the follovv up period vvas ubnormal shaped pupil (29%) and corneal leukoma (25.9%). Conclusion: İt is knovvn that in perforated eye injury treatments, prevention of injuries is more important th an cure. Therefore prevention al public health Services ar e essential. Our results suggest that, urg en t admission to the hospital and possible early surgical intervention is important determinants of visual prognosis after per forated eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Hıperbılırubinemısının İzlenmesinde Bilırubin Bağlama Kapasıtesının Önemı Ve Bunu Etkıleyen Faktörler
İbrahim Erkul, Sevim Karaaslan, Dursun Odabaş, Ahmet Kınık, Ümran Çalışkan, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Hıperbılırubinemısının İzlenmesinde Bilırubin Bağlama Kapasıtesının Önemı Ve Bunu Etkıleyen Faktörler
The Importance Of Bındıng Capacıty Of Bılırubın And The Factors Affectıng It In Monıtorıng Newborn Hyperbılırubınemıa
Yeni doğanda hiperbilirübinemi hâlen önemini devam ettirmektedir. Hiperbilirübinemi sonucu oluşan Kernikterusun oluşmasını birçok faktörler etkilemektedir.Bu faktörler ara-sında serum indirekt bilirübin düzeyleri, bilirübin bağlama kapasitesi, serum albumin düzeyleri, hastaların gestasyonel süreleri, doğum ağırlıkları, asfiktik ve enfeksiyonlu olup olmadıkları ve postnatal yaşam süreleri sayılabilir.
Bilirubin-binding capacity in the hyperbilirubinemia of the newborn. The hyperbilirubinemia of the newborn is still keeping its importance on. A number of factors effect the occurence of kernicterus due to hyperbilirubinemia. Serum indirect bilirubin levels, bilirubin-binding capacity, serum albumin levels, gestational age, birth weight, postnatal survival days, and whether they have infections and asphyxia or not can be considered as the influenced factors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Septık Artrit Va Kalarında Klınık Özellıklerın Değerlendırılmesı
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Salim Güngör, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Osman Kurtuluş, Eyüp S: Karakaş
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Septık Artrit Va Kalarında Klınık Özellıklerın Değerlendırılmesı
Acute SeptIc ArthrItIs: EvaluatIon Of The ClInIcal Features
Bu makalede. akla septik artritin prognozla olabilecek klinik özelliklerini incelemeyi amaç edindik,. Konya ve Kavseri'deki iki Ortopedi klini-ğinde tedavi edilen ve yaşları 10 günle 72 yıl ara-sında değişen 159 hasta gözden geçirildi. Karşılaş-tırmalı değerlendirme için hastalar üç yaş grubuna ayrıldılar. Birinci grupta; yaşları 12 aydan küçük 20 infant, ikinci grupta; yaşlari 1-16 yıl arasında olan 106 çocuk, üçüncü grupta; yaşları 17 yıl ve daha büyük olan 33 yetişkin hasta vardı. En fazla birinci ve ikinci grupta olmak üzere 70 hastada kalça septik artritl görüldü. Diz tutulumu 59 hastada izlendi. Diz yetişkinlerde en çok tutulan eklem olmuştur. Eklem kültürlerinde en fazla izole edilen bakteri Stafilokok aureus olmuş, bunu gram-negatif bakteriler izlemiştir.
In this article, our aim was to evaluate clinical features of acute septic arthritis in relations to its prognosis. One hundred andfifiy-nine patients whose ages ranged fr-om 10 days to 72 years were reviewed two Orthopaedic Clinics in Konya and Kayseri. A compararive analysis was made by dividing the pa-tients into three age groups. First group contained 20 infants vounger [han one year of age. One hundred and six children between 1 and 16 years of age are included in the second group. Patients older than 17 years of age, 33 of them, made up the third group. The hip joim was involved in 70 patients represented largely the first and the second group. The knee was involved in 59 patients. Majority of the third group patients had knee involvement. Microorganisms iso-lated from the cultures of these joints were predorni-nantly Staphylococcus aureus which was followed by gram-negative bactarias.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin Primer Anjiosarkomu
Mustafa U. Kalaycı, Ceyhan Uğurluoğlu, Hakan Bulak, Erol Eroğlu, Hüseyin Eraslan, Süleyman Oral
Olgu sunumu
Özeti
Memenin Primer Anjiosarkomu
PrImary AngIosarcoma Of Breast
Memenin primer anjiosarkomu nadir görülen, memenin perilobüler kapiller ağından köken aldığı düşünülen, erken dönemde hematojen metastaz yapan, kötü prognoza sahip bir tümör tipidir. Kırk yaşında kadın olgu, fizik mu ayenede sol memede kitle ve aksiller lenfadenopati mevcuttu. Biyopsi sonucu memenin primer anjiosarkomu ola rak değerlendirildi. Modifiye radikal mastektomi sonrasında adjuvan radyoterapi ve kemoterapi uygulandı. Olgu postoperatif 12. ayda akciğer ve kemik metastazı ile kaybedildi.
Primary angiosarcoma of breast is a rarely seen tumor type. İt considered that tumor is developing from the pe- rilobular capillary netvvork. İt metastased with hemotagen pathvvay in early State ıt shows a poor prognosis. Fourty years old woman. Left breast mass and axillary lymphadenopathy presenced in physical examination. Biopsy was reported primer angiosarcoma of the breast. After the modified radical mastectomy, adjuvant chemotheraphy and radiotheraphy was performed. Patient was tost inpostoperative 12th month with lung and bone metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Ahmet Çizmecioğlu, Burcu Yormaz, Hilal Akay Çizmecioğlu, Mevlüt Hakan Göktepe, Nijat Ahmadli, Dilek Ergun, Baykal Tülek, Fikret Kanat
Araştırma makalesi
Özeti
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Is CapIllary RefIll TIme An Early PrognostIc Factor In Covıd-19 PatIents?
Amaç: Hipoksemi, koronavirüs hastalığında (COVID-19) prognozu belirlemek için kullanılan hayati bir
kriterdir. Bu çalışmada, COVID-19 hastalarında hipoksiye bağlı hastalık şiddetini tanımlamada kapiller
dolum zamanının (KDZ) etkinliği değerlendirilmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma, COVID-19 hastaları ve yaşça eşleştirilmiş bir sağlıklı grubu
ile gerçekleştirilmiştir. Ölçüm için optimum test ortamı sağlandı ve yöntemimizi standartlaştırmak ve
ölçümleri (milisaniye cinsinden) kaydetmek için sabit bir akıllı telefon platformu kullanıldı. Kaydedilen
videolar daha sonra bir video işleme programı kullanılarak değe rlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 39 COVID-19 hastası ve 40 kontrol grubu katıldı. Hastalar hastalık
şiddetlerine göre orta (n= 25) veya ağır (n= 14) gruplara ayrıldı. Her iki orta / şiddetli grubun ortalama
oksijen satürasyonu %94'ün üzerindeydi. Hastalık şiddetine göre KDZ ölçümleri şiddetli grupta orta gruba
göre daha yüksekti (p= 0.009). Lenfopeni olmayan hastalarda (n= 18), KDZ değerlerinin şiddetli grupta
arttığı saptandı (p= 0.008). Covid-19’lu hastaların takibinde KDZ kullanımı uygulanabilirdi (AUC: 0.91;
%95 SH 0.848-0.978; P= 0.001)
Sonuç: Sonuçlarımız, COVID-19’lu hastalarda KDZ süresinin uzayabileceğini göstermektedir. Lenfopenisi
olmayan ve O2 seviyesi normal olan hastalarda, KDZ uzamasının saptanması yoğun bakıma erken kabul
için bir kriter olabilir .
Aim: Hypoxemia is a vital criterion used to determine prognosis in coronavirus disease (COVID-19)
cases. This study thus examined the effectiveness of capillary refill time (CRT) in defining hypoxiadependent
disease severity in COVID-19 patients.
Patients and Methods: This prospective study was conducted with COVID-19 patients and an agematched
healthy group. The optimum test ambiance was provided, and a stable smartphone platform
was used to record the measurements (in ms) to standardize our method. The captured videos were then
evaluated using a video processing program.
Results: In total, 39 patients with COVID-19 and 40 control groups participated in this study. The patients
were further divided into the moderate (n = 25) or severe group (n = 14) according to disease severity.
The mean oxygen saturation of both moderate/severe groups was above 94%. Per disease severity, the
CRT measurements were higher in the severe group than in the moderate group (p = 0.009). In patients
without lymphopenia (n = 18), CRT values were found to be increased in the severe group (p = 0.008).
The use of CRT in patients with Covid-19 was practicable (AUC: 0.91; 95% CI 0.848-0.978; P = 0.001).
Conclusions: Our results show that CRT prolongation can occur in patients with COVID-19. In patients
without lymphopenia and with normal O2 levels, detecting CRT prolongation may be a criterion for early
admission to ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mezenter İskeminin Prognozunun Belirlenmesinde Preoperatif Nötrofil Lenfosit Oranının Etkinliği
Kemal Deniz Ercan, Mehmet Aykut Yıldırım, Mustafa Şentürk, Mehmet Metin Belviranlı
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mezenter İskeminin Prognozunun Belirlenmesinde Preoperatif Nötrofil Lenfosit Oranının Etkinliği
PrognostIc Value Of The EffIcIency Of PreoperatIve NeutrophIl-To-Lymphocyte RatIo In Acute MesenterIc IschemIa PrognosIs
Özet
AMAÇ:
Akut mezenter iskemi (AMİ) yaşa bağlı olarak artış gösteren ve kötü prognozu olabilen, erken tanı ve tedavide morbidite ve mortalite oranları %10 iken, tanıve tedavide gecikmelerde %100’ e kadar mortal seyreden bir akut karın hastalığıdır. Bu çalışmada amacımız AMİ’nin prognozunu göstermede son zamanlarda kullanılmaya başlanan ve birçok hastalıkta prognostik faktör olarak kullanılan Nötrofil-Lenfosit Oranının (NLO) etkinliğini ortaya koymaktır.
GEREÇ–YÖNTEM
Bu çalışmada 2005 - 2013 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde opere edilen ve intraoperatif olarak mezenter iskemi tanısı konulan, sonrasında patolojik olarak tanısı doğrulanan 111 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif değerlendirilmesinde periferik kandan çalışılan hemogram sonuçları tarandı. Hastalara uygulanan cerrahi işlem, patoloji raporuna göre çıkarılan barsağın bölümü ve uzunluğu, hastanede yatış süreleri, sağ kalım oranları, ek hastalığın varlığı, beyaz küre sayısı, kreatinin ve NLO değerleri belirlendi.
BULGULAR
Hayatını kaybeden hastalarda NLO ortalaması 24.77 ±10.38, yaşayanlarda 17,6±10.65 olarak bulundu.
SONUÇ
Sonuç olarak AMİ gelişen görüntüleme yöntemlerine ve laboratuvar tetkiklerine rağmen halen yüksek mortaliteye sahiptir. Erken tanı için spesifik bir laboratuvar testi yoktur. AMİ şüphelenilen hastalarda preoperatif NLO’nın yüksek olması prognozun kötü olacağını gösterebilir.
Anahtar Kelimeler: Akut Mezenter İskemi, Nötrofil,Lenfosit,Oran
Abstract
INTRODUCTION
Acute mesenteric ischemia (AMI) is an acute abdominal disease which is age-related with possible bad prognosis; and while its morbidity and mortality rate is 10% in early diagnosis and treatment it may progress with 100% mortality when diagnosis and treatment are delayed.The aim of this study was to unearth the efficiency of neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) which has recently been started to be utilized in the prediction of AMI prognosis and used as a prognostic factor in many diseases.
MATERIALS and METHODS:
The data of a total of 111 patients, who had undergone surgical procedures and diagnosed with mesenteric ischemia intraoperatively at Necmettin Erbakan University Meram Medical School’s General Surgery Clinic between 2005 and 2013 and whose diagnoses had later on been confirmed pathologically, were retrospectively evaluated within the scope of the study.
The demographic data of all patients (age, sex) were recorded. The hemogram results of the patients, analyzed with peripheral blood, were reviewed for preoperative evaluation. The surgical procedure performed, the part and length of the resected bowel based on pathology results, the duration of hospitalization, survey, presence of comorbidity, white blood cell count, creatinine values, and NLR of the patients were determined. The data were statistically analyzed.
RESULTS:
The patients who did not survive had a mean NLR of 24.77 ±10.38, while the same ratio was found to be 17.6±10.65 for survivors. The NLO value was found to be high in cases with mortality.
CONCLUSION:
AMI still proves to have high mortality in spite of the developments in imaging techniques and laboratory analyses. There is no specific laboratory analysis for early diagnosis. High preoperative NLR in patients suspected to have AMI may indicate bad prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Olgu Nedeniyle, Yenidoğan Bebeklerde Dissemine İntravasküler Koagulasyon
Sevim Karaarslan, Mehmet Nisanoğlu, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Olgu Nedeniyle, Yenidoğan Bebeklerde Dissemine İntravasküler Koagulasyon
Dyssemınated Intravascular Coagulatıon In Newborn Babıes Due To A Case
Yeni doğan bebeklerde kanama önemli bir sorundur, bunlardan dissemine intravasküler koagülasyonun sebep olduğu kanamalar en ağır prognoza sahip olanlarıdır. Bu raporda pediatrinin yeni doğan dönemi ile ilgili en ağır problemlerinden biri olan dissemine intravasküler koagülasyona bir vaka dolayısı ile değinilmiştir.
Bleedin in newborn infants is an important problem, among these, caused by disseminated intravascular coagulopathy has the most serious prognosis. In this report we discussed disseminated intravascular coagulopathy which is one of the most serious problem in newborn period in pediatrics.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipertiroidili Ve Iıipotiroidili Hastalarda Serum Fruktozamin, Total Proteın, Albumin Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
Mustafa Yöntem, Mustafa Ünaldı, Mehmet Gürbilek, İsmail Öztok, Mehmet Aköz, İdris Akkuş, Recep Gökçe, Hüseyin Uysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hipertiroidili Ve Iıipotiroidili Hastalarda Serum Fruktozamin, Total Proteın, Albumin Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
The ComparIsIon Of Serum FructosamIne, Toto! ProteIn, AlbumIn Levels HyperthyroId, HypothyroId And Healthy Subjects
Hipertiroidili 42, hipotiroidili 12 hasta ile 35 sağlıklı kişide Serum frukwzamin, protein ve albu-min analizleri yapılmıştır. Bu parametreler hiperti-roidili gupta sırasıyla 1.99 ± 0.27 mmol/L, 7.70 ± 0.98 gidi, 4.65 ± 0.65 gidi; hipotiroidili grupta ise 2.19 ± 0.44 mınoilL, 7.64 ± 0.98 grIdl, 4.70 ± 0.69 gridl; normal grupta ise 2.20 ± 0.47 mmol/L, 7.88 ± 0.84 gidi, 4.79 ± 0.73 gidi olarak bulun-muştur. Bu sonuçlara göre fruktozamin (p<0.025) düzeyi hipertiroidili grupta normal gruba göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Diğerp arametre düzeyleri hipertiroidi ve hipotiroi-dide normal grup değerlerine yakındır. Serum Fruk-tozarnin-T.Protein, Serum fruktozamin-albumin arasında pozitif - bir korelasyon bulunmuştur. (r = 0.305, 0.365, t = 2.03, 2.482). Bu bulgular lite-ratiirk karşılaştırılmıştır.
Hyperthyroid and hiypothyroid patients serum were analyzed for fructosamine, total protein and al-bumin. These values were compared with those of healthy subjects. Serums were obtained from 35 nor-mal healthy and 42 hyperthyroid, 12 hypothyroid pa-tients. Hyperthyroidic people serum levels were: fructosamine 1.99 ± 0.27 mmoIlL, total protein 7.70 ± 0.98 gldl, albumin 4.65 ± 0.63 gidi. The ser-um levels of patients with hypothyroidic were: fruc-tosamine 2.19 ± 0.44 ınnzoliL, total protein 7.64 ± 0.98 gldl, albumin 4.70 ± 0.69 gidi; normal healthy people serum levels were: fructosamine 2.20 ± 0.47 mmol/L, total protein 7.88 ± 0.84 gidi, albumin 4.79 ± 0.73 gidi. Fructosamine values of hyperthyr-oid patients were lower than those of healthy sub-jects (p<0.025). Total protein and albunıin levels of the patients were normal. A positive correlation was found bctween fructosamine and total protein (r 0305, t = 2.03) and fructosamine and albumin (r = 0.365, t = 2.482). This findings were compared with tlwse of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neonatal Hemokromatozis
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Rahmi Örs
Derleme
Özeti
Neonatal Hemokromatozis
Neonatal HemochromatosIs
Neonatal hemokromatozis, ekstrahepatik siderozis ile birlikte olan ve klinikte şiddetli neonatal karaciğer hastalığı olarak tanımlanan nadir bir hastalıktır. Neonatal hemokromatozisin etiyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak fetüsta karaciğer hasarına yol açan alloimmun bir bozukluğun neden olduğu kabul edilir. Neonatal hemokromatozisin sonraki gebeliklerde tekrarlama oranı yaklaşık olarak %80’dir. Neonatal hemokromatozis koagülopati, hipoglisemi, hipoalbuminemi, hipofibrinojenemi, trombositopeni, anemi, direkt ve indirekt hiperbilirubinemi ile yaşamın ilk gününde ortaya çıkan hepatosellüler yetmezlik ile karakterizedir. Pozitif aile öyküsü, yüksek serum ferritin düzeyi, yüksek alfa-fetoprotein düzeyleri ve histolojik veya manyetik rezonans görüntüleme ile siderozisin gösterilmesi neonatal hemokromatozis tanısını koymada göz önünde bulundurulan kriterlerdir. Etkili bir medikal tedavisi olmadığı için sıklıkla karaciğer transplantasyonu gerekmektedir. Prognozu genellikle kötüdür. Bu derlemede fetüs ya da yenidoğanda karaciğer yetmezliğine yol açan neonatal hemokromatozis tartışılacaktır.
Neonatal hemochromatosis is a rare disease clinically defined as severe neonatal liver disease in association with extrahepatic siderozis. The etiology of neonatal hemochromatosis is not understood exactly. However, according to a theory neonatal hemochromatosis is accepted to be an alloimmune disorder causing liver injury in fetus. After an effected one in the pregnancy the recurrence rate of neonatal hemochromatosis is ~80%. Hepatocellular failure which occurs in the first days of life with coagulopathy, hypoglycemia, hypoalbuminemia, hypofibrinogenemia, thrombocytopenia, anemia, and direct and indirect hyperbilirubinemia characterizes neonatal hemochromatosis. In order to diagnose neonatal hemochromatosis there are some certain criteria that sould be taken into account such as a positive family history, high serum ferritin levels, high serum alpha-fetoprotein levels and siderozis demonstrated with histology or with magnetic resonance. Since an affective medical treatment has not been found yet, liver transplantation is almost always required. The prognosis of neonatal hemochromatosis is generally poor. This review will discuss neonatal hemochromatosis that leads to liver failure in the fetus or newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
Emel Türk Arıbaş, Mustafa Altındiş
Araştırma makalesi
Özeti
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
ParvovIrus 819 InfectIons
Human partiovirus 819. eritema infeksivozum, aplastik kriz. hidrops fetalis ye adultlerde Awn po-liartraljiyi iceren birkar haswIdala sebep ajan ola-rak tanunlannuozr. Infeksiyonun major pa-tofizyolojik etkisinin eritrosit prektirsOrlerinin sitolitik infeksiyonuna bairn olarak eritropoezisin durmast oldugu gorithir. Hidrops fetalise bagh ne-onatal Oliint Avinda, parvovirus infek.siyordu has-talarm prognozu genellikie iyidir. B19 in-feksivonunun tams' klinik gortintimle konulabilir, fakat szklikla serum antikor testleri ile dogndannwst gerekir. Tedavi klinik durum bagh olarak des-tekleyi•i baktm, analjezik, kan transflizyonu veya int-ravendz iffinzunglobulin mulanmasi ,ceklindedir.
The human parvovirus B19 has been identified as the causative agent in several diseases, including erythema infectiosum, aplastic crisis,hydrops fetalis and a polyarthralgia that occurs in adults. The major pathophysiologk effect of infection seems to be cessation seems to be cessation of erythropoiesis a result of cytolitic infection of red cell precursors. Except for the potential of neonatal death due to fetal hydrops, the prognosis of patients with par-vovirus infection is generally good. The diagnosis of B19 infection may be established on clinical ob-servations but often requires cofirmation with serum antibody testing. Treatment strategies may include supportive care, analgesic medications, transfusions with red blood cells or administration of intravenous inuniunglobulinidepending on the clinical cir-cumstances.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kritik Bakım Hastalarında Kan Üre Azotu/albumin Oranının Hastane İçi Mortaliteyi T Ahmin Gücünün Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Kadir Küçükceran, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Kritik Bakım Hastalarında Kan Üre Azotu/albumin Oranının Hastane İçi Mortaliteyi T Ahmin Gücünün Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The PredIctIve Power Of Blood Urea NItrogen/albumIn RatIo For In-HospItal MortalIty In CrItIcally Ill PatIents
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
Aysun Gökçe
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of Extracapsular InvasIon In GastrIc Cancer
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mide kanserinde ekstrakapsüler invazyonun prognostik önemi ve
klinikopatolojik verilerle ilişkisini araştırmaktır .
Hastalar ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında total ve subtotal gastrektomi yapılan toplam 190
primer mide kanseri hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların 133’ü (%70)’ü erkek, 57’si (%30) kadındı.
Metastatik lenf nodu kapsülünün dışına tümör hücrelerinin invazyonunun saptanması ekstrakapsüler
invazyon olarak tanımlandı ve bunun yanısıra histolojik tip, lenf nodu pozitifliği, lenfovasküler ve perinöral
invazyon, invazyon derinliği ve metastatik lenf nodu sayıları d eğerlendirildi.
Bulgular: 136 (%71.4) hastada lenf nodu metastazı saptandı. Bunların 87'sinde (%64) ekstrakapsüler
invazyon izlendi. Ekstrakapsüler invazyonlu olguların 36'sı (%65,5) diferansiye, 51'i (%63) andiferansiye
idi ve sırasıyla 68 (%68) ve 80 (%68,4) olguda perinöral - lenfovasküler invazyon görüldü. Perinöral
invazyon (p=0.01), lenfovasküler invazyon (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.001) ve metastatik lenf
nodu sayısı (p=0.001) ile ekstrakapsüler invazyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi.
Ekstrakapsüler invazyon cinsiyet, histolojik tip ve rezeksiyon tipi ile ilişkili değildi. Çok değişkenli analizde
mide kardia yerleşimli tümörlerde ekstrakapsüler invazyon olma riski 5,501 kat, perinöral invazyon
olanlarda ise ekstrakapsüler invazyon olma riski 1 1,44 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir .
Sonuç: Ekstrakapsüler invazyon görülen vakalar kötü prognostik parametrelerle ilişkilidir. Mide
kanserlerinin gelecekteki evreleme sistemine ekstrakapsüler invazyon durumu dahil edilmeli ve patoloji
raporları ekstrakapsüler invazyon durumu hakkında bilgi içermel idir.
Aim: The aim of this study was to investigate the prognostic significance of extracapsular invasion and its
relationship with clinicopathological data in gastric cancer .
Patients and Methods: A total of 190 patients with primary gastric carcinoma underwent total and
subtotal gastrectomy between 2013 and 2020 were included in the study. 133 (70%) were men, and 57
(30%) were women. Tumour invasion beyond the lymph node capsule was diagnosed as extracapsular
involvement. and evaulated in addition to histological type, lymph node positivity, lymphovascular and
perineural invasion, depth of invasion, and numbers of lymph no de metastasis.
Results: 136 patients (71.4%) had lymph node metastasis. Of these, 87 patients (64%) had extracapsular
invasion. Of the cases with extracapsular invasion, 36 (65.5%) were differentiated and 51 (63%) were
undifferentiated and perineural - lymphovascular invasion was seen in 68 (68%) and 80 (68.4%) cases,
respectively. A statistically significant association was observed with extracapsular invasion in terms of
perineural invasion (p=0.01), lymphovascular invasion (p=0.008) and depth of invasion (p=0.001) and
number of metastatic node (p=0.001). Extracapsular invasion was not associated with sex, histological
type, and resection type. In the multivariate analyse, the risk of extracapsular invasion is 5,501 higher
in those with cardia localization. Those with perineural invasion have an 11,44 higher risk of having
extracapsular invasion.
Conclusion: Cases with extracapsular invasion are associated with poor prognostic parameters. It
should be included in the future staging system of gastric cancers and pathology reports should include
information about extracapsular invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siroz Hastalarında, Serum Biyobelirteçlerinin Hcc, Hrs Ve Sağ Kalımla İlişkisi
Muharrem Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
Siroz Hastalarında, Serum Biyobelirteçlerinin Hcc, Hrs Ve Sağ Kalımla İlişkisi
RelatIonshIp Of Serum BIomarkers WIth Hcc, Hrs And SurvIval In PatIents WIth CIrrhosIs
Amaç: Bu çalışmada, serum biyobelirteçlerinin HCC ve HRS tanılı hastalarda tanı ve sağ kalım ilişkilerinin
değerlendirilmesi ayrıca pratikte rutin kullanıma uygunluğun be lirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma, gözlemsel, retrospektif bir Kohort çalışmasıdır; 2005 ve 2020 yılları
arası. Kontrol grubu olarak sadece siroz tanılı olgular alınmıştır ve bu hastalarda HCC veya HRS tanıları
yoktur. Kontrol grubuna ek olarak 3 ayrı grup daha tanımlanmıştır; HCC grubu, HRS grubu ve HCC&HRS
grubu. Kontrol grubuna malign hastalığı olanlar (HCC dışı) alınmamıştır. Hemogram sonuçlarından elde
edilen nötrofil, lenfosit ve platelet sayımları kullanılarak tüm hasta grupları için, nötrofil-lenfosit oranı
(NLR), nötrofil-platelet oranı (NPR), sistemik immün inflamatuvar indeks (SII) skoru ve CRP’nin albümine
oranı (CAR) hesaplandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 110 hasta alınmıştır; hastaların 26’sı (%23,6) kadın iken 84’ü (%76,4)
erkektir. Siroz grubunda 29 (%26,4) hasta, HCC grubunda 27 (%24,5), HRS grubunda 18 (%16,4) ve
HCC&HRS grubunda ise 36 (%32,7) vardır. Gruplardan bağımsız olarak tüm popülasyonda hastaların
63’ü (%57,3) HCC iken 54’ü (%49,1) HRS tanılıdır; HRS hastalarında 36 (%32,7) Tip 1 ve 18 (%16,4)
ise Tip 2 hastasıdır. Sağ kalım bakımından değerlendirmede takip sürecinde tüm hastaların 68’i
(%61,8) kaybedilmiştir (exitus); 27 (tüm hastaların %24,5’i) hasta ilk 1 yıl içinde kaybedilmiştir. Serum
biyobelirteçlerin, HRS tespit etme yeteneklerinin ROC analizleriyle karşılaştırmalarında AUC değeri
0,7 üzerinde saptanmayan tek biyobelirteç SII’dır; >624 eşik değeri için AUC: 0,674 (0,578–0,760).
Serum biyobelirteçlerin, tanı gruplarından bağımsız genel sağ kalımı tahmin etme yeteneklerinin ROC
analizleriyle karşılaştırmalarında tüm biyobelirteçler için AUC>0,7 saptanmıştır; en yüksek sensitivite
(%70,59) ve spesifisite (%80,95) değerleri NLR ve CAR için sapt anmıştır.
Sonuç: Serum biyobelirteçleri NLR, NPR, SII ve CAR siroz hastalarında HCC, HRS varlığında genel sağ
kalımı predikte etmeye yeterlidirler. Hepatorenal sendromu tespit etme bakımından NLR, NPR ve CAR
yeterli sensitivite ve spesifisiteye sahiptir .
Aim: In this study, it was aimed to evaluate the diagnosis and survival relationships of serum biomarkers
in patients with HCC and HRS, as well as to determine their sui tability for routine use in practice.
Patients and Methods: This is an observational, retrospective cohort study; between years 2005 and
2020. Only cases diagnosed with cirrhosis were included as the control group and these patients did not
have a diagnosis of HCC or HRS. In addition to the control group, 3 different groups were defined; HCC
group, HRS group and HCC&HRS group. Those with malignant disease (non-HCC) were not included in
the control group. Using neutrophil, lymphocyte and platelet counts obtained from hemogram results,
neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), neutrophil-platelet ratio (NPR), systemic immune inflammatory index
(SII) score and CRP to albumin ratio (CAR) were calculated for all patient groups.
Results: A total of 110 patients were included in the study; While 26 (23.6%) of the patients were female,
84 (76.4%) were male. There were 29 (26.4%) patients in the cirrhosis group, 27 (24.5%) in the HCC
group, 18 (16.4%) in the HRS group, and 36 (32.7%) in the HCC&HRS group. Regardless of the groups,
63 (57.3%) of the patients in the whole population were diagnosed with HCC, while 54 (49.1%) were
diagnosed with HRS; 36 (32.7%) patients with HRS were Type 1 and 18 (16.4%) were Type 2 patients. In
terms of survival, 68 (61.8%) of all patients died during the follow-up period (exitus); 27 patients (24.5%
of all patients) died within the first year. In comparisons of the HRS detection capabilities of serum
biomarkers with ROC analyses, the only biomarker whose AUC value was not detected above 0.7 is SII;
AUC for >624 threshold: 0.674 (0.578–0.760). Comparisons of serum biomarkers' ability to predict overall
survival independent of diagnostic groups with ROC analyzes found AUC>0.7 for all biomarkers; The
highest sensitivity (70.59%) and specificity (80.95%) values we re determined for NLR and CAR.
Conclusion: Serum biomarkers NLR, NPR, SII and CAR are sufficient to predict overall survival in the
presence of HCC, HRS in cirrhotic patients. NLR, NPR and CAR have sufficient sensitivity and specificity
to detect hepatorenal syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
Coskun Ulucakoy, Ismail Burak Atalay, Recep Öztürk, Aliekber Yapar, Guray Togral, Emek Mert Duman, Bedii Safak Gungor
Araştırma makalesi
Özeti
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
ClInIcal And FunctIonal Results Of EndoprosthetIc ReconstructIon In MalIgnant Tumors Around The Elbow
Amaç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastaların klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kliniğimizde 2011-2018 yılları arasında dirsek çevresinde malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan 14 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 4'ü primer tümör (1 fibromiksoid sarkom, 1 leimyosarkom, 1 multipl miyelom ve 1 ewing sarkom) iken 10'u uzak organ metastazı (4 meme kanseri, 3 akciğer kanseri, 1 mide kanseri, 1 renal hücre kanseri ve 1 tiroid) kanser) idi. Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skoru ve Mayo dirsek performans skoru (MEPS) ve sağkalımı değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların minimum takip süresi 7 ay, maksimum takip süresi 55 aydı. Hastaların ortalama MEPS skoru 67.5 ± 12.0 (aralık, 45-90) ve MSTS skorunun ortalaması 19.4 ± 2.3 (aralık, 16-24) idi. 3 hastada takipte nüks, 7 hastada takipte exitus görüldü. Bu çalışmada hastaların medyan sağkalım süresi 44 aydı. 1 yıllık sağkalım oranı% 70.1 iken 3 yıllık sağkalım oranı% 54.5 idi.
Sonuç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastalarda ağrı ve fonksiyonel sonuçlar tatmin edicidir. Gelecekte daha geniş hasta serileri ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
Purpose: It was aimed to present the clinical and functional results of the patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow.
Methods: 14 patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor in the elbow circumference between 2011-2018 in our clinic were included in the study. While 4 of the patients were primary tumors (1 fibromixoid sarcoma, 1 leimyosarcoma, 1 multiple myeloma and 1 ewing sarcoma), 10 were distant organ metastases (4 breast cancer, 3 lung cancer, 1 stomach cancer, 1 renal cell cancer and 1 thyroid cancer). Musculoskeletal Tumour Society (MSTS) score and Mayo elbow performance score (MEPS) and survival were evaluated.
Results: The minimum follow-up period of the patients was 7 months, and the maximum follow-up period was 55 months. The mean MEPS score of the patients was 67.5 ± 12.0 (range, 45-90), and the mean of the MSTS score was 19.4 ± 2.3 (range, 16-24). Recurrence occurred at follow-up in 3 patients and exitus at follow-up in 7 patients. In this study, the median survival time of the patients was 44 months. The 1-year survival rate was 70.1% while the 3-year survival rate was 54.5%.
Conclusion: Pain and functional results are satisfactory in patients who undergo tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow. In the future, studies with larger patient series are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aort Kapak Vejetasyonlarının Teşhisinde Ekokardioğrafinin Yerı
Hasan Hüseyin Telli, Şamil Ecirli, Ahmet Kaya, Mustafa Sait Gönen, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Aort Kapak Vejetasyonlarının Teşhisinde Ekokardioğrafinin Yerı
The SIgnIfıcIance Of EchocardIogrphy In The DIagnose Of Aoıta Valve VegetIon
Endokarchyumunenkksiyonu olan ity`ektif endokardit (İ.E)., etkili antimikrobial tedaviye rağmen; hald mortalite ve morbiditesini korumaktadır. Genel bir enfeksiyon tablosu ile seyrettiğinden tanının gecikmesi tedavide önemli rol oynamak-tadır. Kalb yetmediği, takikardi. kapaklarda oluşan vejetasyon ve embolik fenomenler prognoza Ekokardiografide aort k.apcılaavejetasyona rastlanması tanı yönünden önemliydi ve vakalarınuzın hepsinde vejetasyon vardı. Hemokültürde mikroorganizma ilretilemedi. Bir vakada vejetasyondan brucella bakterisi üretildi. İ.E. tanısı konan ve aort kapakda vejetasyonu bulunan üç yaka klinik yönden incelendi ve literatürle karşdaştırıldt.
Although an effective anti-microbial therapy is applied, the infective endocardit, an infection o endocardium, stili keep its mortality and morbidity. Since it progresses with a general infecsion table. the detay of its diagnos plays an inıportant role in the terapy of it. C ardiac failıa-e tachicardia, valves vegetation and embolic phenemens were effective in the prognosis. Observing vegetation at aorta valve on echocardiography was significiant for diagnose and alt the cases had ı'egatation. lklicroorganism wasn't able ro be cultivated in hemoculture. Only in one case, Brucella bakteria was cultivated from vegetation. There cases who were diagnosed injective endocardit and had aorta valve vegetation were examined and compared ith the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokart Infarktusu Sonrası Gelısen Ventrıkuler Septum Rupturu
Hasan Hüseyin Telli, Hasan Gök, V. Gökhan Cin, Mehmet Çelik, Ahmet Altıntaş, Mehmet Tokaç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokart Infarktusu Sonrası Gelısen Ventrıkuler Septum Rupturu
InterventrIcular Septum Rupture Developed After Acute MyocardIal InfarctIon
Bu makalede. Akut miyokard it farktiisiinfin en komplikasyonlardan bin olan, ituraventrikiiler septum bir vak'a takdiin edihli. Akut in-ferior mivokard irz c l ktiislt bir hastantn klinik du-rumu. Doppler ekokardivografi ile degerlendirildi. bu vara nedeniyle, akut miyokard Iikte olan intraventrikider septum riiptiirliniin curia tanist, teşhis yontemieri, prognozu 'e en iyi tedavi metodları tartışıldı
In. this article, a case with interventricular sep-tum rupture which is one of the most serious coup-lications of acute myocardial infarction was int-roduced. The clinical situation of the patient with acute inferior myocard inlarction f1 /5 evaluated with the Doppler echocardiograph. Owing to this case differential diagnosis. diagnostics methods. prognosis and the best treatment of intervetricular septum rupture with acute myocardial infarction was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Egzersiz Sonrası Oluşan Proteinüri
Ahmet Yılmaz, Neyhan Ergene, Hüseyin Uysal, Abdulkerim Kasım Baltacı, Recep Özmerdivenli
Araştırma makalesi
Özeti
Egzersiz Sonrası Oluşan Proteinüri
ExercIse Induced ProteInurIa
Egzersiz sonrası oluşan proteinüri üzerinde ya-pılan bu çalışmada, Amatör Futbol Ligi mü-sabakalarına katılan muhtelif takınilardaki 16-25 yaşları arasında, sağlıklı 44 futbolcunun maç ön-cesi ve maç sonrası alınan idrar örnekleri elekt-roforez metodu ile incelendi. Çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre, kontrol nunıuneleriyle kıyas egzersiz sonrası oluşan pro-teinüride a-globulinin egzersiz öncesine göre it-rahtnın değişmediği, özellikle albumin başta olmak üzere fi ve y-globulinlerin miktarlarında eg-zersizden sonra artış olduğu görülmüştür. Nil-rosellüloz filmlerle ayrıştırdan idrar proteinlerinin elektroforez densitometresiyle elde edilen ve ka-litatif yönü ifade eden grafiklerin eğim de-ğerlendirmesinden çıkan sonuçlar, dışarda yapılan çalışmalarda da olduğu gibi, glomeruluslarda artan permeabilite, filtratian emilimin yeterizliğt veya tübüler salgılanma sonucu nonselektif olarak gelişmesi nedeniyle egzersiz sonrası oluşan proteinürinin glomerülo-tübüler tiple olduğunu göstermektedir.
Exercise induced proteinuria was studied on 44 healthy players of the Amateur Foothall Tc-urnament Leaque. Their ages ranged from 16 to 25 years. Urine samples were collerted from the players before and after the ganıes, 44 samples were obtained from healty players and analyzedjor urine proteins electrophoreticly. Compared to va-lues obtained from the control pregam• values, the urine protein content increased sigmfirantly con-taining mainly alhumin, fl-globulin, and y globulins. Bul the values for a-globuliğıs did not change significantly. Urine proteins seperated biz nitrocellulose films were also qualitated from the proportions of the densitometric values (!f the peaks on the graphes. The values found in Iliis study and the values cited elsewhere indicated that exercise induced proteinuria is nonselective pro-teinuria and is due to increased permeability of glomerulus and, to impared reabsorption of normal amounts of protein from the glomerular filtrate or ta tubular excretion. Therefore, proteinuria ap-pearing after physical activity can be classified as glomerulo-tubular type.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
Suat Kağızman, Serdar Yol, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Mehmet Metin Belviranlı, Mustafa Atabek, Ersin Çiftçi, Lütfi Dağdönderen
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
ClInIcal EvaluafIon Of Acute PancreatItIs And PrognostIc Factors
Akut pankreatit değişik etyolojik faktörlerin etkili olduğu basit pankreatik ödemden etraf dokulaı-da nekrozla seyreden ölümcül sonuçlara kadar de-ğişehilen retroperitoneal bir hadisedir. Bu çalışmada akut pankreatit nedeniyle kli-niğimize başvuran ve tedavi gören 28 hasta hak-kıııda tecrübelerimizi gözden geçirdik. 28 hastanın 1.5rinde safra taşı, 2'sinde alkol, 1 finde rinde pankreas başı CA vardı. 9 ta-nesinin sebebi bulunamadı. 6 hasta ex oldu, 3 has-tada perirenal ahse gelişti. 3 hastaya laparatomi yapıldı. Takiplerimiz prognostik kriterleri ile uygunluk gösterdi. Pankreatitin teşhisinde, ilaç ve antibiyotik te-davisinde gelişmelerin olmasına rağmen tedavi gi-rişimleri halen etyolojiye yönelik yapılmaktadır. Etyolojide sebebi bilinmeyen pankreatitlerin yoğunluğunu gittikçe artırdığına inanılmaktadır (1).
Acute pancıeatitis is the inflanırnation of this retcoperitoneal organ with various etiological factors varying in severity from slight edema tn peripancreatic necrosis that may deteriorate ta death. In this actiele, we eı'aluated the recolyis of 28 pa-tients with acute pancreatitis ı-etrospectively who adrnitted ta University of Selçuk. General Surgery Department, hetween .lanuaty 1992 and Novembeı-1995. Etiological factoı-s weı-e gallstone in 15, al-cohol in 2. lipe•lipidemia in one and pancreas head cancer in one. There was no identifiable cause in 9 patients. Six patients died of disease_ Three patients underwent lapaı-atomy. FollovıLtıp of the casus sho-wed good correlation with the lmrie prognosticcriterias tiCcriterias criteılas
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta