Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
Memet Taşkın Eğici, Sedat Altın, Yusuf Üstü, Mehmet Uğurlu, Güven Bektemür
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
The Performance Based Supplementary Payment System Issues In The HospItals For Chest MedIcIne
Bu çalışmada Performansa Dayalı Ek Ödeme Sistemi’ nin (PDEÖS) Sağlık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren ikinci ve üçüncü basamak göğüs hastanelerindeki uygulamaları karşılaştırılarak yaşanan problemlerin tespiti ve çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu kesitsel çalışmada göğüs hastalıkları alanında faaliyet gösteren 7 devlet hastanesi ile 4 eğitim ve araştırma hastanesinde performans ödemelerine ilişkin uygulamalar incelenerek ilgili veriler değerlendirilmiştir. 2008 Ocak ayında hasta yükü en fazla 7 göğüs hastalıkları hastanesinde aylık toplam 28.783 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 604.461 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişim puanı oranı % 47 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 32 poliklinik hastası ve 1.310 performans puanı hesaplanmıştır. Buna karşın, 4 göğüs eğitim ve araştırma hastanesinde aynı dönemde 38.962 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 818.926 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişimsel işlem puanı oranı % 36 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 16 poliklinik hastası ve 931 performans puanı hesaplanmıştır. Üçüncü basamak hastanelerde eğitim faaliyetleri ve ikinci basamak hastanelere nazaran daha ağırlıklı verilen yataklı tedavi hizmetleri dikkate alınmalı, asistanların iş yüküne katkısını da değerlendiren puanlama sitemi kullanılmalıdır. Her iki hastane grubunun hem poliklinik hem de yataklı tedavi hizmetlerinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi de performans değerlendirmesinde yararlı olacaktır.
The aim of this proje is to compare the budgetary practice between the training and research hospital centers for the chest medicine and thoracic surgery, and to rule out the problems and the analytic suggestions of the performance based supplementary payment system. In this cross-sectional study, operating under the Ministry of Health 7 chest diseases hospitals and 4 hospitals of chest training and research hospitals, by examining the data on applications for payment of hospital performance assessed. The policlinic service was given to 28.783 patients per month at the 7 chest hospitals at which maximum number of patients are examined and maximum number of operations are performed and total of 604.461 medical examination points were obtained. The total medical examination/intervention point was found as 47 %. 32 policlinic patients and 1.310 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. After all, the policlinic service was given to 38.962 patients at the 4 education and research hospitals and total of 818.928 medical examination point was gained on 2008 January. The ratio of total medical examination to the total venture point was found out as %36. 16 policlinic patients and 931 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. At training and research hospitals; taking into consideration training activities and to be weighted total beds treatment services, different performance evaluation methods. should be used. A detailed performance evaluation would be useful in the investigation for both group of two hospital inpatient and outpatient treatment services
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Antropometrik Olarak Vücut Ölçümlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Tuğrul Yılmaz, Döndü Akın, Anıl Didem Aydın, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Antropometrik Olarak Vücut Ölçümlerinin Değerlendirilmesi
AntropometrIc EvaluatIon Of Body Measurements On MedIcIne Faculty Students Rats
Toplumların antropometrik değerleri, genetik yapı ve çevresel faktörlerin etkisi ile ortaya çıkmaktadır. Çalışmamızda eğitim için fakültemize değişik illerden gelen öğrencilerin güncel antropometrik değerlerinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde 2011-2012 yılları arasında Dönem 1 ve 2’de okumakta olan 203 (100 Erkek ve 103 Kız) öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya katılan gönüllü öğrenciler 18-22 yaş aralığındadır. Öğrencilerin boy uzunluğu ve ağırlığı başta olmak üzere değişik ölçümler gerçekleştirilmiştir. Elde edilen veriler SPSS 15. 0 programına aktarılmıştır. Sonuçlar istatistik analiz yöntemlerinden Pearson Correlation, Chi-Square ve Student T test kullanılarak değerlendirmiştir. Erkek öğrencilerin boy ortalaması 178 cm, ağırlıkları 74,8 kg, bel çevresi uzunluğu 85,4 cm olarak tespit edilmiştir. Kız öğrenciler de aynı ölçümlerin ortalaması sırasıyla 163 cm, 56,8 kg, 75 cm olarak tespit edilmiştir. Elde ettiğimiz verilerde yaşla birlikte boy artışının olduğu ve buna paralel olarak oturma yüksekliklerinin de arttığı saptanmıştır. Öğrencilerin sağ ve sol el bilek kalınlıkları ile dominant el kullanımı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Cinsiyetler arasında BKİ ( Beden Kitle İndeksi), ağırlık ve bel çevre uzunluğu arasında güçlü, pozitif ve anlamlı bir korelasyon saptanmıştır. Çalışmamızdan elde edilen güncel veriler ileride yapılacak antropometrik çalışmalar için veri kaynağı oluşturulacaktır.
Antropometric values of socities appears with effect of genetic structions and enviromental factors. We aimed to present antropometric values of the students that come from different cities for medical education. The study performed on 203 students ( 100 male, 103 female) that studied in Universty of Konya Faculty of Meram Medicine between 2011-2012 in the semesters of first and second.The ages of the participants were between 18-22. In the top of weight and height the diferent measurement had been performed on the whole students. Performed data transferred to the SPSS 15.0 programme. Statistical Analyze method of Pearson Correlation, KiKare and Student T used and appraisalled. The average of the male students height was 178 cm, weight: 74,8 kg and waist size 85,4 cm. On the other hand female students height was 163 cm, weight : 56,8 kg and waist size 75 cm. In the performed data, with the ages rising the height increase and seat height increases detected. Results of the study demonstrate that there is no relation sensible between the left/right hand wirsts size and dominant hand using. Between the genders there is an positive, strong and sensible correlation on BMI ( Body, Mass, Index), weight and wirsts size. The performed actual datas will be usefull for the antropometric studies in the future.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
Oktay Sarı, İhsan Sabri Öztürk, Güngör Taştekin, Mustafa Serdengeçti, Hanife Aslı Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
The Outcome Of The Treatment Of HyperthyroIdIsm WIth RadIoIodIne
Amaç: İyot-131 (I-131) ile radyoiyot tedavisi, hipertiroidi ile seyreden Graves hastalığı, nodüler ve multinodüler guatrın tedavisinde tercih edilen yöntemlerden biridir. Bu retrospektif çalışma ile, radyoiyot verip takibimiz altında bulunan hipertiroidi hastalarının kısa dönem sonuçlarını ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2001-Mart 2005 tarihleri arasında SÜ Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Kliniğinde hipertiroidi nedeniyle radyoiyot tedavisi alıp, takibimiz altında bulunan 270 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 155’inin tanısı (% 57) Graves’ hastalığı (GH), 46’sının (% 17) toksik adenom (TA), 69’unun ise (% 26) toksik multinodüler guatrdı (TMNG). GH’da verilen doz 5-28 mCi (ortalama 10,58 ± 3,43), TA’da 6-25 mCi (ortalama 11,78 ± 3,93), TMNG’da ise 5-30 mCi (ortalama 12,13 ± 3,03) arasındaydı. Bulgular: Ortalama 8,16 ± 7,40 aylık takip sonunda hastalardan 87’si (%32,2) hipertiroid kalırken, 104’ü (% 38,5) ötiroid, 79’u (% 29,3) ise hipotiroid oldu. Tedaviye yanıt alınan grubun, yanıt alınmayan gruba göre daha uzun süre takip edildiği tespit edildi (9,10 ± 7,76 ay, 6,17 ± 6,15 ay). Tedaviye cevap veren grupta ortalama yaş 52,09 ± 12,56, cevap vermeyen grupta ortalama yaş 56,16 ± 15,38 olarak bulunmuş olup yaş ortalamaları arasındaki fark anlamlıdır. Sonuç: Takip süresi uzadıkça, I-131 ile hipertiroidi tedavisinde başarı oranlarımızın yükseleceği kanaatindeyiz.
Aim: Radioiodine treatment with iodine-131 (I-131) is a preferable treatment modality in the hyperthyroidism such as Graves’ disease, nodular and multinodular goitre. In this retrospective study, we aimed to report short-term results of the hyperthyroid patients admitted to our clinic. Material and Method: Two hundreds and seventy patients admitted to Meram Medical Faculty, Department of Nuclear Medicine from December 2001 to March 2005 was included the study. The diagnosis was Graves’ disease (GD) in 155 (57%), toxic adenoma (TA) in 46 (17%) and toxic multinodular goitre (TMNG) in 69 (26%). The dose administered to patients with GD was 5-28 mCi (mean 10,58 ± 3,43), TA was 6-25 mCi (mean 11,78 ± 3,93), and TMNG was 5-30 mCi (mean 12,13 ± 3,03). Results: After the mean 8,16 ± 7,40 months follow-up, 87 patients (32,2%) were hyperthyroid, 104 (38,5%) were euthyroid, and 79 (29,3%) were hypothyroid. The response of treatment in the long period follow-up was better than short period one. It was determined that the responded group has been followed-up the longer period than the non-responded group (9,10 ± 7,76 months vs 6,17 ± 6,15 months). Mean age of the responded group is 52,09 ± 12,56 years, the other is 56,16 ± 15,38. The difference is significant. Conclusion: In our opinion, the response rate of I-131 therapy would increase in the long term follow-up of hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Merkezimize Başvuran Gönüllü Donörlerde Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv Seroprevalansı
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Merkezimize Başvuran Gönüllü Donörlerde Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv Seroprevalansı
Serroprevalance Of HepatItIs B, HepatItIs C And Hıv At Volunteer Blood Donor Who ApplIed Our Blood Center
Hepatit B, hepatit C ve HIV kan ve cinsel yolla bulaşan viral infeksiyonlardır. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi kan Merkezine başvuran sağlıklı donörlerdeki hepatit B, hepatit C ve HIV prevalansını retrospektif olarak tespit etmeyi amaçladık. Ocak 1993-Haziran 2003 tarihleri arasında kan merkezimize başvuran 169708 donörden alınan kanlardan ayrılan serumlarda HBsAg, anti-HCV ve anti-HIV test sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Kan merkezimize başvuran sağlıklı donörlerdeki HBsAg prevalansı 1993 yılında %7.3 bulunurken, yıllar boyu azalarak 2000 yılında %1.6 2001 yılında %1.7, 2002 yılında %2.1 2003 yılının ilk altı ayında %1.8 bulunmuştur. Bu donörlerde anti-HCV prevalansı 1997 yılında %0.24, 1998-99 yıllarında %0.25, 2000 yılında %0.23, 2001 yılında %0.10, 2002 yılında %0.20 ve 2003 yılının ilk altı ayında %0.15 bulunmuştur. Anti-HIV testi 8 hastada şüpheli pozitif bulunmuş fakat doğrulama testiyle pozitif bulunan olmamıştır. Ortalama HBsAg prevalansı %3.8 bulunmuştur. Kan ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarla mücadelede; bilgilendirme ve aşılama çalışmalarıyla olumlu yönde mesafe kaydedilmiştir. Bu durum yıllar içinde donörlerdeki HBsAg prevalansındaki düşüşte etkili olmuştur. 2001 yılında 1998-99 yılına göre anti-HCV prevalansında azalma olmuştur. Bununla birlikte, Hepatit C virusunun bulaşması aşılamayla engellenemediğinden bu değerler çok fazla azalmamaktadır. Altı yıl içindehiç bir HIV pozitif donöre rastlanmamıştır. Bu da donör bilgi formlarıyla HIV şüphesi olabilecek donörlerin ekarte edildiğini ve/veya bu kişilerin kan donörü olmak istemediğini düşündürmektedir.
Seroprevalance of hepatitis C and HIV are viral diseases transmitted by blood transfusion and sexual contact. In this study we aimed to evaluate the seroprevalance of hepatitis B, hepatitis C and HIV at healthy volunteer blood donor who applied to the blood center of Meram Medical Faculty of Selcuk University. HBsAg, anti-HCV and anti-HIV test results were evaluated retrospectively between January 1993-June 2003 at 169708 blood donor who applied our blood center. HBsAg prevalance in the healthy blood donor which applied our center was 7.3% in 1993 and decreased by years to 1.6% in 2000, 1.7% in 2001, 2.1% in 2002, 1.8% in first half part of 2003. Anti-HCV prevalance in these donors were 0.24% in 1997, 0.25% in 1998 and 1999, 0.23% in 2000, 0.10% in 2001, 0.20% in 2002 and 0.15% in first half part of 2003. Anti-HIV test was reactive in 8 sera but by the confirmation test no positive test was found. The average HBsAG prevalance was 3.8%. The improvement was provided in Hepatitis B, C and HIV prevalance in blood donors by the way of vaccination and education. As a result the HBsAg prevalance was decreased gradually. Anti-HCV prevalance was decreased in 2001 according to 1998-99. However the prevalance of hepatitis C was not decreased because vaccination was not possible.No HIV positive blood donor was found during six years. This is due to HIV doubtful blood donors separated by means of blood donor information form or these kind of person don’t want to be a blood donor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Kafa İskeletlerinin Antropometrik Analizi
Khalil Awadh Murshid
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Kafa İskeletlerinin Antropometrik Analizi
AnthropometrIc AnalysIs Of Human Skulls
Araştırmamızda Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı iskelet koleksiyonundan elde edilen erişkin insanlara ait 40 erkek ve 45 kadın toplam 85 adet kafa iskeleti incelendi. Antropometrik analizleri yapılan kafa iskeletlerinde cinsiyetler arasındaki farklılık değerlendirildi ve cephalic indeks verileri ile kafa tipleri tespit edildi. Neolitik çağ (M. Ö.5000-3000) A şıklı höyük ve İslam dönemi (M. S. 800) Panaztepe kafa iskeletleri ile 20. yüzyıl Konya Orta Anadolu ve Ceyhan Güney Anadolu bölgesi kafa iskeletlerinin antropometrik ölçümleri karşılaştırıldı. Araştırmamızda biorbital ve bizygomatic mesafeler erkek cinste daha uzun bulundu ve bu parametrelerin cinsiyet ayrımında kullanılabileceğine ait anlamlı sonuçlar elde edildi (p<0.05). Cephalic indeks ortalaması erkeklerde 79.07 ± 5.22, kadınlarda 79.50 ± 5.76 bulundu. Mesocephal (oval kafa) tip kafa hem erkeklerde (%30.7) hem de kadınlarda (%41.6) en fazla oranda saptandı.
İn our study 85 (40 male and 45 female) human skulls were obtained from skeletal collections belong to the Anatomy Department of the Medical Faculty, University of Selçuk. İn this study the use of anthropometric data from the skulls to evaluate the gender differences, and to identify their anthropological cranial types according to the cephalic indices results. Anthropometric skull measurements were used to establish a comparative study betvveen the obtained literatüre data from previous anthropometric studies on skulls from Aşıklıhöyük area belong to Neolithic age (5000-3000 B.C.) and skulls from Panaztepe area belong to Islamic period (800 A. D.) on one hand, and on the other hand, skulls belong to contemporary individuals from Konya city (Mid-Anatolia) and Ceyhan city (Sourthern Anatolia),who died during the tvventieth century. The results demonstrated that bi-orbital and bizygomatic measurements showed significantly higher values in males (p<0.05) those can be used in the gender differentiation. İn males, cephalic index was 79.07 ± 5.22, in females it was 79.50 ± 5.76. İn males %30.7 of the skulls and in females %41.6 of the skulls were demostrated the Mesocephal (oval-shape) type which was found to be the most common type in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posterior Lumbotomi
Ali Acar, Recai Gürbüz, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Posterior Lumbotomi
PosterIor Lumbotomy
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında 1985-1991 tarihleri arasında 45 selelaif yakaya değişik amaçlı 53 posterior lumbotomi uygu-landı. Selektif vakalardaki uygulama sonuçlarına 'göre posterior lumbotominin pelvis renalisdekii orta ve yukarı üreterdeld obstrüktif patolojilerin giderilme-sinde postoperatif komplikasyonların ve ağrınin minimal düzeyde olması, erken ambulasyon imkani. vermesi, insizyonal herni gelişmemesi gibi olumlu yönleriyle klasik ulaşımlara kiyasla çok daha avan-tajlı olduğu belirlendi.
53 posterior lumbotomy was applied to 45 selective cases with different purposes between 1985 and 1991 in the Urology Department of Medical Faculty of Konya Selçuk University. As a result of the application in the selective cases, posterior lumbotomy was more adventageous in comparison Man the classical approach, because the postoperative complications an2I pain were at minimal level in the elimination of obstructive pathology in pelvis renalis, middle and upper ureter, alsa it early ambulation opportunity and incisional hernia were not develop.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Borik Asit İnsan Pankreas Kanseri Mıa Paca-2 Ve Panc-1 Hücrelerinde Er Stresi Ve Apoptoz Aracılı Antikanser Aktivite Gösterir
Canan Eroğlu Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Borik Asit İnsan Pankreas Kanseri Mıa Paca-2 Ve Panc-1 Hücrelerinde Er Stresi Ve Apoptoz Aracılı Antikanser Aktivite Gösterir
BorIc AcId Shows Er Stress And ApoptosIs MedIated AntIcancer ActIvIty In Human PancreatIc Cancer Mıa Paca-2 And Panc-1 Cells
Amaç: Bu çalışmada borik asitin insan pankreas kanseri MIA PaCa-2 ve PANC-1 hücrelerinde endoplazmik retikulum (ER) stresi ve apoptoz aracılı antikanser etkisinin a raştırılması amaçlanmıştır.
Gereçler ve Yöntemler: Borik asitin pankreas kanseri hücrelerinin canlılığı üzerine etkisi ve IC50 değeri XTT testi ve CompuSyn version 1.0 yazılımı kullanılarak hesaplanmıştır. Apoptotik, anti-apoptotik ve ER stresi ile ilişkili genlerin ifadesi belirlenmiştir. Borik asitin bu hücrelerin koloni oluşum kapasitesi üzerine etkisi ise koloni oluşum testi ile değerlendirilmiştir .
Bulgular: Borik asit zaman ve doz bağımlı olarak her iki hücre hattında da hücre canlılığını baskılamıştır. XTT testi sonucunda MIA PaCa-2 ve PANC-1 hücrelerinde borik asitin IC50 dozlarının sırasıyla 15707,5 ve 14248,8 μM olduğu bulunmuştur. Borik asitin her iki hücre hattında da apoptoz ile ilişkili genlerden BAX, CASP3, CASP8, CYCS ve FAS genlerinin ifadelerini anlamlı derecede arttırdığı gözlenmiştir. PANC- 1 hücrelerinde CASP9 ve FADD genlerinin ifadeleride anlamlı derecede yükselmiştir. Borik asitin her iki hücre hattında da ER stresi ile ilişkili ATF4, HSP47 ve XBP1 genlerinin ifadesini istatistiksel olarak anlamlı derecede arttırdığı görülmüştür. Ayrıca borik asit muamelesi sadece PANC-1 hücrelerinde ATF6, CHOP ve EIF2A ifadelerini anlamlı derecede arttırmıştır. MIA PaCa-2 hücrelerinde ise borik asit GRP78 gen ifadesinin istatistiksel olarak artmasına neden olmuştur. Koloni oluşum testi sonuçları borik asitin her iki hücre hattında da koloni oluşum kapasitelerinin anlamlı dereced e baskılandığını göstermiştir .
Sonuç: Borik asit her iki insan pankreas kanseri hücrelerinde hücre canlılığı ve koloni oluşumunu azaltmış olup apoptoz ve ER stresi ile ilişkili genlerin ifadesini değiştirmiştir. Bu bulgular, borik asitin insan pankreas kanseri hücrelerinde ER stresi ve apoptoz aracıl ı antikanser etkisini göstermektedir .
Aim: Objective of this study was to investigate the endoplasmic reticulum (ER) stress and apoptosis mediated anticancer ef fect of boric acid in human pancreatic cancer MIA PaCa-2 and P ANC-1 cells. Materials and Methods: The effect of boric acid on the viability of pancreatic cancer cells and the IC50 value were calculated by XTT test and using CompuSyn version 1.0 software. Apoptotic, anti-apoptotic and ER stress-related gene levels were determined. The effect of boric acid on the colony formation capacity of these cells was evaluated with the colony formation assay.
Results: Boric acid inhibited cell viability in these cell lines as time and dose dependent. As a result of the XTT test, the IC50 doses of boric acid in MIA PaCa-2 and PANC-1 cells were found to be 15707.5 and 14248.8 μM, respectively. Boric acid significantly upregulated BAX, CASP3, CASP8, CYCS and FAS expression, which are the genes associated with apoptosis in both cell lines. CASP9 and FADD gene levels were significantly elevated only in PANC-1 cells. It was observed that boric acid statistically upregulated the expression of ATF4, HSP47 and XBP1 genes associated with ER stress in both cell lines. In addition, boric acid treatment significantly increased ATF6, CHOP and EIF2A expressions only in PANC-1 cells. Boric acid also caused an increase in GRP78 gene expression in MIA PaCa-2 cells. Colony formation test results illustrated that boric acid significantly suppressed co lony formation capacities in both cell lines.
Conclusion: Boric acid reduced cell viability and colony formation in both human pancreatic cancer cells and changed gene levels in apoptosis and ER stress pathways. Findings suggested that boric acid exhibits anticancer activity in human pancreatic cancer cells v ia ER stress and apoptosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
Ruküye Burucu, Saniye Gencer, Nesibe Günay Molu, Deniz Sağlam Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
A Cost AnalIsIs Of DIsposable And Reusable SurgIal Dropes
Bu araştırma, tek kullanımlık ve çok kullanımlık cerrahi
örtülerin tıbbi atık ve yıkama maliyetinin karşılaştırılması amacıyla
gerçekleştirildi. Tanımlayıcı tipteki araştırmanın örneklemini bir eğitim
ve araştırma hastanesindeki izlenen 304 vaka oluşturdu. Veriler
“cerrahi örtüler izlem formu” kullanılarak toplandı. Ameliyathanenin
çalışma düzenine müdahale edilmedi ve vaka seçimi rastgele yapıldı.
Her iki örtü grubu da, örneklem grubundaki tüm ameliyatlarda eşit
sayıda kullanıldı ve araştırmacılar tarafında izlendi. Araştırmanın
yapılabilmesi için Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu
ve Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Planlama ve
Koordinasyon Kurulundan yazılı izinler alındı. Veriler sayı, yüzde,
ortalama ve standart sapma ile özetlendi, analizde t ve ANOVA testleri
kullanıldı. Tek kullanımlık örtülerin maliyetini tıbbi atık ve malzemenin
alınmasındaki maliyet oluşturmaktadır. Çok kullanımlık örtülerde ise
kullanılan örtülerin yıkama, sterilizasyon maliyeti, maliyeti oluşturan
başlıklardır. Çok kullanımlık örtülerin maliyetinin daha fazla olduğu
tespit edilmiştir. Tek kullanımlık örtülerin çok kullanımlık örtülere
göre maliyeti daha düşüktür.
The purpose of that study is comparing reusuable and disposable
dropes’ medical waste and washing expenditures. Sample of
definer type study generates 304 case who fallowed at a training
and research hospital.Parameters were collected with using “the
inspection form of surgial dropes”.The work order of operating room
was not interfereted and all cases were choosen randomly.Both
drope groups were used in all surgeries which is in group of sample
and it was watched by researchers.For practicable study;written
written authority was gotten from Ethical Committee of The Selçuk
University and Educational Planning and Coordination Committee
of Konya Training and Research Hospital.Datas were summerized
with number,percent,average and standart deviation. T and ANOVA
tests were used on analysis.Findings: The cost of buying medical
waste and materials generates the cost of disposable dropes.
In case reusuable dropes,washing and sterilization costs on used
dropes generate main costs .Resusuable dropes has a cot overrun
was determined. Disposable dropes are more cost-effective than the
disposable dropes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Murat Büyükdoğan, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar, Ayşegül Zamani
Araştırma makalesi
Özeti
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of AmnIocentesIs Cases Made For GenetIc ExamInatIon In One-Year PerIod
Bu çalışmada kliniğimizde uygulanan amniosentez olgularının endikasyonlarını, sonuçlarını ve komplikasyonlarını değerlendirmeyi amaçladık. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2008 ve Ocak 2009 tarihleri arasında 617 anne adayına değişik endikasyonlarla gebeliklerinin 16–22. haftaları arasında amniosentez işlemi yapılarak sonuçlar incelenmiştir. Çalışmamızda ortalama anne yaşı 32.43±6.66 (18– 44), ortalama baba yaşı 35.79±7.42 (19–61) idi. Olguların ortalama gebelik haftası 17.68±2.82, ortalama gebelik sayısı 3.03±3.76 (1–12) idi. Çalışmamızda en büyük amniosentez endikasyonunu 272 (%44.1) olgu ile prenatal tarama testinde yüksek risk saptanan olgular oluşturmakta idi. İleri anne yaşı 203 (%32.9) olgu ile ikinci sırada yer alıyordu. Sitogenetik inceleme sonuçlarına göre 30 olguda (%4.94) kromozom anomalisi saptanmıştır, bu anomalilerin 18’i (%60) ileri yaş grubundaydı. 15 olguda Trizomi-21, 3 olguda Trizomi-18, 2 olguda Turner, 1 olguda Mozaik (46XX/XY), 4 olguda Translokasyon, 5 olguda İnversiyon tipi kromozom anomalisi saptanmıştır. 617 amniosentez sonucunda 3 (%0.48) olguda fetal kayıp gelişmiştir. İki olgu erken membran rüptürü, 1 olgu kramp ve vajinal kanama sonucu abort olmuştur. Amniosentez prenatal tanıda en çok tercih edilen, güvenilirliği yüksek ve komplikasyonların az olduğu bir invaziv prenatal tanı yöntemidir. Doğru endikasyon konulduğunda mutlaka uygulanması gereken önemli bir prenatal tanı yöntemidir.
The aim of this study is to evaluate the indications, results and complications of amniocentesis that we performed in our clinic. Between January 2008 and January 2009 at the Department of Obstetrics and Gynecology Clinic of Selcuk University Meram Medicine Faculty, 617 amniocentesis procedure were performed for many indications in their 16-22nd weeks of gestations. The outcomes were analyzed. The mean age of mother was 32.43±6.66 (18-44) and the mean age of father was 35.79±7.42 (19-61). The mean gestational week was 17.68±2.82 and mean gravidity was 3.03±3.76 (1-12). The biggest amniocentesis indication group was high risk at prenatal screening test with 272 (44.1%) cases. Followed by the advanced maternal age with 203 (32.9%). Chromosomal abnormality was found in 30 (4.94%) cases after the result of karyotype analyses, 18 (60%) of these abnormalities were found in the group of >35 years old. In 15 patients Trisomy-21, in 3 cases Trisomy-18, in 2 cases Turner, in one case mosaicism (46XX/XY), in 4 cases translocation and in 5 cases inversion type chromosomal abnormality was detected. Of the 617 amniocenteses, 3 (0.48%) had fetal losses. The cause of abortion was early membrane rupture in two cases and cramps and vaginal bleeding in one case. Amniocentesis is the most commonly preferred and reliable invasive prenatal test for prenatal diagnosis of genetic disease with minimal complications. Amniocentesis is an important prenatal diagnostic method which must be used when there is accurate indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
İbrahim Fatih Karababa, Erdinç Çiçek, İsmet Esra Çiçek, Fatih Kayhan, Rüstem Aşkın
Araştırma makalesi
Özeti
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
The AssocIatIon Between The ClInIal Features And The Course Of The Ilness In PatIents WIth BIpolar DIsorder
Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde izlenen Bipolar-I bozukluklu hastaların hastalığın başlangıç belirtileri, tanısal sorunlar ve aldıkları ilk tanılar araştırılmıştır. Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğinde, DSM IV- TR Tanı Ölçütlerine göre BP-I bozukluk tanısı almış olan 18 yaşından büyük, en az 5 yıldır düzenli takibi yapılan hastalardan ardışık 179’u dahil edilmiştir.Hastalara konulan ilk tanılarla klinik gidiş arasındaki ilişki araştırılmıştır. 179 Bipolar-I bozukluklu hastanın 121’ine (%67.6) başlangıçta farklı tanılar (%34.1 depresyon, %24.0 şizofreni, %9.5 diğer psikiyatrik bozukluklar) konulduğu, ortalama 6.3±7.4 yıl gecikmeyle BP-I tanısı konularak duygudurum düzenleyici ilaçların kullanılmaya başlandığı bulundu. Bipolar-I bozukluklu hastalara, farklı klinik belirtilerinden dolayı yanlış tanılar konulabilmekte ve uygun tedavilerine başlanılması gecikebilmektedir. Geç tanı konulması klinik seyri olumsuz etkileyebilmektedir.
In this study, onset of the signs, diagnostic problems and first diagnosis of the bipolar type I patients followed up in psychiatry department of Selcuk University Meram Medical School Hospital were investigated. 179 patients who applied to psychiatry outpatient clinic of Selcuk University Meram Medical School Hospital, consecutively and diagnosed as Bipolar Type I according to the DSM IV Criteria were enrolled. The relation between the first diagnosis of the patients and their clinical course were investigated. 121 (67.6%) of 179 Bipolar I patients had different diagnosis at the beginning (34.1% depression, 24% schizophrenia and 9.5% other psychiatric disorders), BP-I diagnosis was established and mood stabilizer were begun with approximately 6.3 ± 7.4 years delay. Bipolar I patients can be wrongly diagnosed due to the different clinical symptoms and beginning of the appropriate treatments can be delayed. Delayed diagnosis can negatively affect the clinical course.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Hakan Öner, Ahmet Songur, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
Effect Of OvarIectomy And OvarIectomy Follovved By AdmInIstratIon Of Estrogen On The PIneal Gland: A LIght MIcroscopIc Study.
Bu çalışma, ovarektominin ve ovarektomi sonrası uygulanan östrojenin pineal bez üzerine etkisinin ışık mikroskop düzeyde araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 15 adet Wistar-Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-ovarektomi) ve ovarektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Bu hayvanlara günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susamyağı enjekte edildi. Grup III deki sıçanlara da ovarektomi sonrası günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susam yağı içerisinde 0.5 mg Estradiol Beonzoate enjekte edildi. Bir aylık deney süresi sonunda tüm hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Sıçanların pineal bezleri çıkartılarak rutin histolojik yöntemlerle ışık mikroskobik preparatları hazırlandı. Çalışmamızda, ovarektomi sonrası pinealositlerde hipertrofinin oluştuğu ve bez yapısında lipid damlacıklarında artış meydana geldiği gözlendi. Ovarektomi sonrası östrojen enjeksiyonu sonucunda ise, ovarektomi sonrası gözlenen hipertrofinin ve lipid damlacıklarındaki artışın kaybolduğu tespit edildi. Ayrıca, parankima! hücreler arasındaki bağ dokuda artış gözlendi. Sonuç olarak, ovarektomi sonrası pinealosit hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği ve bu artışın östrojen enjeksiyonu ile baskılandığı görüldü.
This study was aimed to examine the effects of ovariectomy and ovariectomy follovved by estrogen administration on the pineal gland by light microscopy. For this purpose 15 female Wistar rats vvere used. Animals were divided into three groups. Group I and II vvere designated as sham-ovariectomised (Control) and ovariectomised, respectively. They received sesame oil (0.1 mİ subcutaneously) alone. The rats in Group III vvere ovariectomised and daily injected vvith Estradiol Benzoate (0.5 mg/0.1 mİ sesame oil per day s.c) for 1 months. At the end, ali animals vvere killed by vascular perfusion. The pineal glands of rats vvere removed, then processed for light microscopy. Ovariectomy caused hypertrophy in pinealocytes and an increase of lipid droplets in the structure of pineal gland. İt was observed that Estradiol administration follovving ovariectomy inhibited ovariectomy induced hypertrophy and increase of lipid droplets. Additionally, the connective tissue betvveen parenchymal cells was increased in this group. İn conclusion, increased of celi activity was seen in the pinealocytes after ovariectomy and this increase was suppressed follovving the administration of Estradiol benzoate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
Berrin Okka, Neyhan Ergene
Araştırma makalesi
Özeti
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
The Results Of Farnsworth-Munsell (fm) 100 Hue Test In DIabetIc RetInopathy
Amaç: Diabetes mellitus (DM), geç komplikasyonları nedeniyle görmeyi tehdit eder ve hatta görme kayıplarına yol açar. Bu nedenle de fonksiyonel değişikliklerin erken tanısı önem kazanmaktadır. Çalışmamızın amacı DM’lu olgularda retinal hasarın erken dönemde tespiti ve hastalığın seyrini izlemede kullanılan testlerden biri olan Farnsworth-Munsell (FM) 100 ton renk görme testinin tanısal değerinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Göz hastalıkları Anabilim Dalı polikliniği ve Türk Diabet Cemiyeti polikliniğine başvurarak takip ve tedavi edilen 100 hastanın 186 gözüne ve kontrol grubu olarak belirlediğimiz 30 sağlıklı bireyin 60 gözüne FM 100 ton testi uygulandı. FM 100 ton testi sonuçlarının değerlendirilmesinde kadran analizi yöntemi kullanıldı. Sonuçların istatistiksel aıdan değerlendirilmesinde X2 testi uygulandı, P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: DM’lu grup ile kontrol grubu karşılaştırıldığında, DM’lu hastalarda renk görmede belirgin kötüleşmenin olduğu ve bu renk görme defektlerinin hastalığın ilerlemesi ve süresi ile doğru orantılı olarak arttığı, hakim olan renk defektinin mavi-sarı renk defekti tipinde olduğu gözlendi. Sonuç: DM’lu olgularda henüz retinopati bulguları ortaya çıkmadan renkli görmede bozukluk oluştuğu, bu defektin tespitinde FM 100 ton testinin öneminin olduğu, retinopatinin tanı ve takibinde bu testin kullanılmasının hastalığın erken tanısında önemli ölçüde yardımcı olabileceği sonucuna varıldı.
Aim: The late complications of diabetes mellitus (DM) threaten the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the value of Farnsworth-Munsell (FM) 100 hue test which is used for retinopathy diagnosis in DM patients. Material and method: FM 100 hue test was performed on, 186 eyes of 100 DM patients which were admitted to Ophthalmology Outpatient Department of Meram Medical faculty, Selcuk University and Turkish Diabetes Society outpatient department. Fort he control group 60 eyes of 30 healthy subjects were tested. The results were evaluated by quadrant analysis method. X2 test was used as statistical method and P<0.05 was accepted as significant. Results: When results were compared, there was a significant difference for the degree of the deterioration of the color vision in DM patients which was correlated with the progression and the duration of the disease. The dominant colour vision defect was blue-yellow type. Conclusion: It was concluded that, functional loss occurs before diabetic retinopathy lesions ocur and FM 100 hue test is a valuable method for early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemiz Anestezi Polikliniğine Başvuran Hastaların
memnuniyet Durumlarının Değerlendirilmesi
Bedia Mine Hanedan, Aybars Tavlan, Resul Yılmaz, Sema Tuncer Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemiz Anestezi Polikliniğine Başvuran Hastaların
memnuniyet Durumlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of SatIsfactIon Status Of PatIents Consulted To
department Of AnesthesIology And ReanImatIon PolyclInIc In Our
hospItal
Sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için gerekli olan öğelerin en
iyi şekilde kullanılmasında, hasta beklenti ve memnuniyetinin dikkate
alınması çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı, Necmettin Erbakan
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anestezi Polikliniğine
başvuran hastaların memnuniyet düzeyini değerlendirmek ve hasta
memnuniyetini etkileyen faktörleri saptamaktır.Anket araştırması,
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Hastanesi,
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda Kasım 2015 -
Şubat 2016 tarihleri arasında poliklinik hizmeti almak üzere başvuran
hastalarda yapıldı. Söz konusu dönemde, polikliniğe başvuran ve
araştırmaya katılmayı kabul ederek aydınlatılmış onam formunu
onaylayan 200 hasta çalışmaya alındı. Anket formu, poliklinik
işlemlerinin bitiminde yüz yüze görüşme tekniği ile dolduruldu.
Hastaların anestezi polikliniğine başvuruları ile anestezi onamlarını
almaları arasında geçen süre ve ASA skorları kaydedildi. Ayaktan
hasta memnuniyet katsayısı 90.32 olarak bulundu. Hastaların %72’si
kayıt işlemleri için, %68.5’i tahlil/tetkik için çok beklemediğini, %98’i
doktorun, % 96’sı personelin kibar ve saygılı olduğunu belirtti.
Üniversite ve üstü eğitim seviyesinde ve okur yazar olmayan
hastaların memnuniyet katsayısı diğer eğitim seviyelerine göre daha
düşük bulundu (p=0.01). Hastaların anestezi polikliniğine başvuruları
ile anestezi onamlarını almaları arasında geçen ortalama süre
3.00±1,014 saat idi. ASA skoru ile anestezi onamını almaları için
geçen süre arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.08).
Hastanemiz anestezi polikliniğine başvuran hastaların memnuniyet
düzeyinin yüksek, üniversite ve üstü eğitim seviyesinde ve okuryazar
olmayan hastalarda ise memnuniyet düzeyinin diğer eğitim
seviyesindeki hastalara göre daha düşük olduğu saptandı. Tahlil/tetkik
ve kayıt işlemlerindeki bekleme süresini kısaltacak çalışmalarında
memnuniyet düzeyini arttırmada faydalı olacağı kanaatine varıldı.
It is important to take into consideration of patient expectations
and satisfaction in terms of the best utilization of required components
that are necessary for the development of health services. The aim
of this study was to evaluate the level of the patients’ satisfaction
and detect factors affecting the satisfaction, who consulted to
Department of Anesthesiology and Reanimation Clinic in Necmettin
Erbakan University, Meram Faculty of Medicine. This study was
performed on patients who were consulted to the Department of
Anesthesiology and Reanimation Clinic, at the Necmettin Erbakan
University, Meram Faculty of Medicine for time period of 4 months
between November 2015 and February 2016. Within this period, 200
patients who applied to the clinic and accepted to participate in the
study by approving informed consent form were included in the study.
The survey form was filled by conducting face to face interview.
The time duration between patients application to the clinic and
their receiving anesthesia consent and ASA scores were recorded.
Patient satisfaction coefficient was found as 90.32. Patients who
indicated that they did not wait too long for the registration process
and assay/analysis tests were 72% and 68.5%, respectively. 98% of
the patients stated the physician and 96% of the patients stated the
health staff were polite and respectful. The patients having university
level and higher education illiterated lower satisfaction coefficients
compared with the other levels of education (p = 0.01). The average
time duration between patients application to the clinic and their
receiving anesthesia consent was 3.00 ±1.014 hours. There was
no statistically significant difference between the time duration for
receiving anesthesia consent and the ASA score (p=0.08). It was
determined that the patients who consulted to the anesthesiology
clinic in our hospital had high satisfaction levels, and the patients
with an education level of university and higher illutirated lower
satisfaction levels compared with the other levels of education. It was
concluded that studies that will shorten the waiting time for analysis /
examination and the registration process would be useful to increase
the level of satisfaction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
Hilal Erinanc, Özgül Topal
Araştırma makalesi
Özeti
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
A RetrospectIve AnalysIs Of Oral Mucosa
pathologIes: A SIngle-Center TrIal
Amaç: Oral skuamöz hücreli karsinom dünyada en sık görülen 6. tümör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte pek çok hastalık oral mukozada lezyon oluşturabilmektedir. Bu çalışmada 10 yıllık süreçte kendi hasta serimize ait oral mukoza patolojierini oluşturan lezyonlar histopatolojik tanılara göre sınıflandırılmış ve tanılara göre lezyonların yeri, yaş ve cinsiyet dağılımları tespit edilmiş ve malignite ile ilişkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Çalışmamız 2002-2014 yılları arasında Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi Konya Uygulama ve Araştırma hastanesi kulak burun boğaz hastalıkları bölümü tarafından tanı amacıyla biopsi alınarak patoloji laboratuarına gönderilen 288 hastaya ait oral mukoza lezyonunun retrospektif analizini içermektedir. Hastalara ait histopatolojik tanı, yaş, cinsiyet ve lokalizasyon bilgisi patoloji rapor arşivinden elde edilmiştir. İstatistiksel tanımlayıcı analiz SPSS17.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların büyük çoğunluğunu benign epitelyal proliferasyon ve reaktif patolojiler oluşturmaktadır(%22,7). Bu grupta en sık skuamöz papillom(n: 31; % 9,9) görülmüş olup bunu fibroepitelyal polip (n:24; %7,7) ve irritasyon fibromu (n:16; %5,1) izlemektedir. Benign patolojiler içerisinde oral mukozal dermatozlar en sık görülen ikinci lezyondur (n:63, % 21,8). Çalışmamızda 288 oral mukozal lezyonun % 15,3’ünü (n:44) malign patolojiler ve % 17,7’sini (n:51) prekanseröz lezyonlar oluştumaktadır. Skuamöz hücreli karsinom tüm malign patolojilerin %95,5’idir.Tespit edilen premalign lezyonlar; skuamöz hücreli hiperplazi (n:47; 16%), orta dereceli displazi (n:2; % 0,7) ve likenoid displazidir (n:2; % 0,7). Skuamöz hücreli karsinom en sık dudakta lokalizedir. Kadın erkek oranı premalign lezyonlar için hemen hemen eşit olup skuamöz hücreli karsinom erkeklerde biraz daha fazladır (p>0.1). Sonuç: Skuamöz hücreli karsinom, benign lezyonlar ve premalign lezyonlara göre daha yaşlı hastalarda görülmektedir. Çok geniş spektrumdaki birçok oral mukozal patolojinin benzer bir klinik görüntüsü olması klinisyenleri tanı aşamasında zorlayıcı bir unsurdur. Özellikle malign lezyonlarda erken teşhis hayat kurtarıcı olabilir. Bu nedenle patolojilere yönelik kendi serilerimizi oluşturmak önemlidir. Histopatolojik tanılarına göre sınıflandırılmış lezyonların lokalizasyon, yaş ve cinsiyet gibi bazı klinik özelliklerine göre dağılımını veren bu serimiz klinik tanıda yol gösterici ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Aim: Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide however a wide range of diseases may affect the oral mucosa. We aim to determine the prevalence of the oral mucosal pathologies in our patient series and discuss the final diagnosis in relation to sex, age and subsite distribution. Patients and Methods: This was a cross sectional descriptive study, including 288 patients with oral mucosal pathologies, diagnosed at Baskent University Konya Hospital between January 2002 and December 2014. Data were retrieved from archives of pathology laboratory, retrospectively. A commercially available statistical package (SPSS17.0) was used for descriptive statistical analysis. Results: The results showed that benign epithelial proliferations and reactive pathologies were the most frequently diagnosed lesion, accounting for 22.7% of the total number of patients. Among this reactive pathologies, squamous papillomas were the most common (n: 31; 9,9%), followed by fibroepithelial polyps (n:24;7,7%) and irritation fibromas (n:16; 5,1%). Oral mucosal dermatoses were the second common benign lesions, accounting for 21,8% (n:63) of all cases. Of the 288 oral mucosal pathologies 15,3% (n:44) were malignant and 17,7% (n:51) were precancerous. Squamous cell carcinoma were comprised of 95,5% of all the malignant lesions. Premalignant lesions were with the following distribution: squamous cell hyperplasia (n:47; 16% ), moderate dysplasia (n:2; 0,7% ) and lichenoid dysplasia (n:2; 0,7% ). Lip was the most frequently involved site for squamous cell carcinoma. The male to female ratio was almost equal in both sex for premalignant lesions however there was slight male predominance for squamous cell carcinoma (p>0.1). Squamous cell carcinoma was commonly seen in the older age group compared to benign and precancerous lesions. Conclusion: The similar clinical appearance of oral mucosal pathologies in a very wide spectrum is a compelling element for clinicians in the process of diagnosis. Especially in malignant lesions early diagnosis may be life saving. Therefore, it is important to reveal our own series about these pathologies. This study, by demonstrating distribution of histopathologically classified lesions according to some clinical features such as location, age and gender, will guide and facilitate the clinical diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postsistektomik Diversiyon Yöntemlerının Bırbırıne Ustunlukleri
Recai Gürbüz, Ali Acar, Ercüment Y. Acarer, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Postsistektomik Diversiyon Yöntemlerının Bırbırıne Ustunlukleri
The SuperIorIty Of Post-Cystectorny DIversIon Methods Ta Each Other
Mart 1984-Mart 1992 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında mesane tümörü nedeniyle 36 hastaya sistektomi ve üriner diversiyon (16 üreterokutanestomi, 16 Coffey, 2 ürelero -ileal- cutanous diversiyon, 1 Kod; pouch ve 1 inen kolondan mesane substitusyonu) uygu-landı. Uygulanan diversiyon yöntemlerinin birbirine üstünlükleri ve bunun literatürle uyumlulukları araştırıldı.
Cystectomy and urinary diversion (15 ureteroeu-teostomy, 16 Coffey, 2 uretero-ileal euienous diver-sion, 1 Koch pouch, and 1 bladder substitustion from descent colon) were applied to 36 patients be-tween March 1984 and March 1992 in the Urology Depertment of the Metical Family of Konya Selçuk Universty for the bladder turnor. The diversion meihods which were applied were compared with each ot her as their superiority and literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
Mehmet Gök, Faruk Özer, Oktay İmecik, Hüseyin Vural, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
DIagnostIc Value Of AdenosIne DeamInase ActIvIty In Tuberculous Pleursy
Bu calışmada Selcuk Universitesi Tap Fakiiltesi Gogiis Hastalzklart Anabilim Dalind_a takip edilen 89 plorezili hasta ile kontrol grubu olarak secilen 15 saglxkla bireyin serum ye plevra swat adenosin deaminaz dlizeyleri araytirtlmuttr. Hastalar etyolojik tantlartna gore 4 gruba ayrilmutirr- 1- Taberkiiloz (24 olgu), 2- Malignite (27 olgu), 3- Pnamoni (28 olgu) ye 4- Konjestif kalp yetrnezligi (10 olgu). Serum ADA (SADA) aktivitesi turn hasty gruplartnda kontrol grubuna oranla anlamlz derecede yiiksek olmaszna karlin hasta gruplart arasinda anlamh farklatk gOsterrnedi. Plevra sivisz ortalama ADA aktivitesinin (PADA) taberkaloz grubunda en yiiksek (54.88 ± 5.77 U11) oldugu ye digerleri ile aralarinda anlarnh Park bulundugu saptandi. Plevra mull serum ADA oram (P/S ADA) ise tiiberkiiloz plorezilerde mal ignite ve KKY gruplartna oranla anlamh derecede Ayrzca plevra stvisinda ortalama ADAlprotein, ADAILDH , ADAlkolesterol ye ADAITotal biliriibin oranlartrun da tuberkiiloz kaynakh plorezilerde diger gruplarda bulunan degerlerden biiyiik oldugu gosterildi. Titherkiiloz plorezilerin, tliberldiloz kaynakh ol-mayanlardan ayirdedilmesinde spesifitesi en yiiksek olan parametrenin PADA (% 91), en yiiksek olantn sensitivitesi ise P/S ADA( % 88) oldugu saptandt. Diger parametrelerin ise bu ikisi ile ktyaslanabilir oranda spesifite .ve sensitiviteye sahip olduklart gazlerldi. Bulgulartnuz gore plevra stvzstnda ADA aktivitesinin tiiberkiil o z plorezilerin tantsinda kullanqh bir inceleme yonterni oldugunu gostermigir.
In this study, we measured pleural fluid and serum adenosine deaminase (ADA) activity in 89 patients with pleural of and 15 healthy person choosen as control group. Patients were divided into four groups; 1) Tuberculosis (n=24), 2) Malignancies (n=27), 3) Pneumonias (n=28),4)Congestive hearth failure (CHF) (n=10). Mean ADA activity of tuberculous effusions (54.88 ± 5.77 U/1) was significantly higher than those of malignant, pneumonic effusions and transudative effusions in CHF. With the cutoff level of 40 Ul I, we found that the sensitivity and the specifity of pleural fluid ADA activity (PADA) in discriminating between tuberculous and other effusions were 71% and 91%, respectively. Mean pleural fluid to serum ADA ratio (PIS ADA) in tuberculous pleurisy was higher than that in any other group. Pleural fluid to serum ADA ratio exceeding 2_5 appeared to have sensitivity of 88% and specifity of 72%. ADA to protein, ADA to LDH, ADA to cholesterol, and ADA to total bilirubine ratios of pleural fluids were also determined and found that the mean values in tuberculosis are all higher than those of other effusions. They also showed the sensitivity and the specifity comparable to those found in PADA and PIS ADA. It seems that these parameters can be used in establishing tuberculous pleural effusion as well as PADA and PIS ADA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tromboflebitis Ve Tıbbi Tedavi Yöntemleri
Hasan Solak, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tromboflebitis Ve Tıbbi Tedavi Yöntemleri
ThrombophlebItIs And Methods Of MedIcal Treatment
1976-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp-Göğüs-Damar Cerrahisi Kliniğine 70 tromboflebitisli hasta müracaat etmiştir. Drekt ve indrekt olarak hayatı tehdit etmesi sebebiyle tromboflebitisin etiyoloilk sebeplerini, tedavi yöntemlerini ve komplikasyonlarını anlatmayı uygun bulduk.
Between 1976-1982 70 patients with tiırombophlebitis applied to the Clinic oi Thoracic and Cardiovascular Surgery of Dicle University, School of Medicine. We thought that it would be interesting to study the etiological causes, methods of treatment and complications of thromhophlebitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trıp13'ün Küçük Bir Moleküler İnhibitörü Olan Dcz0415'in, U87 İnsan Glioblastoma Multiforme Hücrelerindeki Antikanser Etkinliğinin İncelenmesi
Ebru Güçlü, İlknur Çınar Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Trıp13'ün Küçük Bir Moleküler İnhibitörü Olan Dcz0415'in, U87 İnsan Glioblastoma Multiforme Hücrelerindeki Antikanser Etkinliğinin İncelenmesi
InvestIgatIon Of The AntIcancer ActIvIty Of Dcz0415, A Small Molecular InhIbItor Of Trıp13, In U87 Human GlIoblastoma MultIforme Cells
Amaç: Tiroid Hormon Reseptörü Etkileşimli Protein 13 (TRIP13); mayotik rekombinasyonda rol oynayan, iğ-toplanma kontrol noktasında görevli bir proteindir. Son yıllarda yapılan çalışmalar TRIP13’ün glioblastoma multiforme (GBM) de dahil olmak üzere çok sayıda kanserde potansiyel bir tümör indükleyicisi olabileceğini ortaya koymuştur. Bu çalışmada TRIP13’ün küçük bir moleküler inhibitörü olan DCZ0415’in U87 insan GBM hücrelerindeki antikanser etkinliğinin araştırılması amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: DCZ0415’in U87 hücrelerindeki olası antikanser etkisi sitotoksisite analizi, koloni formasyon analizi ve apoptoz analizi ile belirlendi. Ayrıca qRT-PZR analizi ile DCZ0415’in apoptoz, invazyon ve Transforme Edici Büyüme Faktörü-Beta (TGF-β) sinyal yolağı ile ilişkili genlerin mRNA seviyeleri üzerine etkisi araştırıldı.
Bulgular: DCZ0415, U87 hücre proliferasyonunu doz ve zaman bağımlı şekilde inhibe etti. U87 hücrelerinde DCZ0415’in 48 saat için IC50 dozu 19,77 µM olarak belirlendi. Bu dozda DCZ0415 uygulaması U87 hücrelerinde apoptozu indükledi ve hücrelerin koloni oluşturma yeteneklerini baskıladı. Ayrıca DCZ0415 apoptoz, invazyon ve TGF-β sinyal yolağı ile ilişkili genlerin mRNA seviyelerini antikanser etkiye yol açabilecek şekilde değiştirdi.
Sonuç: Kanserde yeni bir onkogenik faktör olarak değerlendirilen TRIP13’ün bir inhibitörü olan DCZ0415, GBM hücrelerinde antikanser etkiye sahiptir. Bu açıdan, TRIP13’ün GBM için önemli bir terapötik hedef olabileceği ve DCZ0415’in GBM hücrelerinde antikanser etkiye yol açan etkili bir inhibitör olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir.
Aim: Thyroid Hormone Receptor Interacting Protein 13 (TRIP13) is a protein involved in spindle-aggregation checkpoint, which plays a role in meiotic recombination. Recent studies have revealed that TRIP13 may be a potential tumor inducer in many cancers, including glioblastoma multiforme (GBM). We aimed to investigate the anticancer activity of DCZ0415, a small molecule inhibitor of TRIP13, in U87 human GBM cells in this study.
Materials and Methods: The possible anticancer effect of DCZ0415 on U87 cells was determined by cytotoxicity, colony formation, and apoptosis assays. In addition, the effects of DCZ0415 on mRNA levels of genes which were involved in apoptosis, invasion and Transforming Growth Factor-Beta (TGF-β) signaling pathway were investigated by qRT-PCR analysis.
Results: DCZ0415 inhibited U87 cell proliferation in a dose and time dependent manner. The IC50 dose of DCZ0415 for 48 hours was determined as 19.77 µM in U87 cells. DCZ0415 treatment at this dose induced apoptosis and suppressed colony forming abilities of U87 cells. In addition, DCZ0415 altered mRNA levels of genes associated with apoptosis, invasion and TGF-β signaling pathway, which could lead to anticancer effects.
Conclusion: DCZ0415, an inhibitor of TRIP13 which has been evaluated as a new oncogenic factor in cancer, has an anticancer effect on GBM cells. In this respect, it is thought that TRIP13 may be an important therapeutic target for GBM and DCZ0415 may be considered as an effective inhibitor that causes anticancer effects in GBM cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Üriner Sistem Taş Vakalarında Retrospektif Bir Çalışma
Esat M. Arslan, Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Necip Uluz
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Üriner Sistem Taş Vakalarında Retrospektif Bir Çalışma
PedIatrIc UrolIthIasIs: RetrospectIve Study
Bu araştırma, Dicle Üniverstesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında 1984-1988 yılları arasında yatmış 95 ve Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında 1983-1992 yılları arasında yatmış 136, toplam 231 üriner sistem taş yakasını içermektedir. Vakalaı-ın %73 ü erkektir. Ya;ş gruplarına göre dagılımda ise 0-5 yaş grubu, toplam vakaları!! %44.5 idir. Üriner sisem taşları lokalizasyonunda ilk sırayı böbrekler (%53.9), ikinci sırayı mesane (%21) almıştır. Üriner sistem taşlı vakalarda %73.5 oranında üriner enfeksiyon tesbit edilmiştir.Enfeksiyon etkeni mikroorganizmalar sırasıyla E.coli (%59), pseudo-monas (%17), streptococus facecalis (%13.3) olarak bulunmuştur. Taş ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermek amacıyla vakalar enfeksiyonlu ve enfeksiyonsuz ola-rak iki gruba ayrılıp, yaş, cins, taşların lokalizasyo-nu, preoperatif ve postoperatıf idrar kültürü yönünden k.arşılaştırıldı. I aşlı vakalarda enfeksiyon oluşmasında yuka-rıdaki parametrelerin payı olduğu görüşüne varıldı. Ayrıca bu vakaların üriner enfeksiyon düzeyinde, taşın lokalizasyonunun etkili olmadığı düşünüldü
in this study, we rewieved 95 patients with uri-nary tract stone that had been treated in Dicle Univer-sity Medical Faculty Urology Clinic between the years of 1984-1988 and 136 patients with urinary tract stone that had been treated in Selçuk University Medical Faculty Urology Clinic between the years of 1983-1992. %73 of the patients were males and %44.5 of them were 0 to 5 years old. The stones were found mostly in kidneys (%53 .9) and bladder (%21 ). Urinary tract infection was found in %78 of the patients with stone. Causative microorganism were E.coli (%59), pseudomonas (%17) and streptococcus faecalis (%13.3). in order to show the relation between stone and infection, the patients were divided into two groups according to the existance of infection. The two groups were studied with respect to the age, sex, lo-calization, hiochemical analysis, pre and post opera-tion urine cultures. It is concluded that the above parameters were ef-fective in the development of infection in patients with urinary tract stone. It is also concluded that the infection site was not effective in the localization of the stne.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metizerjid'in İzole Dana Koroner Arterinde Kasıcı Etkisi
Ergin Şingirik, Ekrem Çiçek, Mehmet Kılıç, Necdet Doğan, Ayşe Saide Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Metizerjid'in İzole Dana Koroner Arterinde Kasıcı Etkisi
ContractIve Effect Of MetIzerjId On Isolated Veal Coronary Artery
Birçok dokuda yapılan çalışmalarda metizerjid'in 5-HT kasılmalarını inhibe ettiği ve ayrıca parsiyel agonist olduğu bilinmektedir. Sunulan bu çalışmada 5-HT(Serotonin)'nin oluş-turduğu kasılmalar 10-11 ve 10-10 M. mianserin ve benzer şekilde 10-8 ve 10-6 M. metizerjit tarafından doza bağımlı ve non-kompetitif olarak inhibe edildi. Ayrıca kümülatif konsantrasyonda uygulanan metizerjid'in oluşturduğu maksimum kasılma cevabı da yine mianserin tarafından anlamlı olarak azaltıldı. Yapılan çalışmalarda metizerjid'in intrinsik aktivitesi 0.3 0.04 idi. Sonuç olarak izole dana koroner arterinde de, metizerjid'in parsiyel agonist olduğu, etkisini muhtemelen 5-HT reseptörleri üzerinden yaptığı ve mianserin' in bu dokuda çok küçük dozlarda bile etkili olduğu ortaya konmuştur.
It is known that metizerjid inhibits 5-HT contractions and is also a partial agonist in studies conducted on many tissues. In the present study, the contractions caused by 5-HT (Serotonin) were inhibited by 10-11 and 10-10 M. mianserin and similarly by 10-8 and 10-6 M. metizerjitis in a dose-dependent and non-competitive manner. In addition, the maximum contraction response generated by metizerjid applied in cumulative concentration was also significantly reduced by mianserin. In the studies performed, the intrinsic activity of metizerjid was 0.3 0.04. As a result, in isolated calf coronary artery, it has been shown that metizerjid is a partial agonist, its effect is probably through 5-HT receptors and mianserin is effective in this tissue even in very small doses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Aybike Tazegül, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
EvalatIon Of The ClInIcal And DemographIc CharacterIstIcs Of The Hysterectomy Cases Performed In Our ClInIc
Kliniğimizde 2 yıllık süre içerisinde uygulanan histerektomilerin değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2008-Aralık 2009 arasındaki 2 yıl içerisinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda çeşitli endikasyonlarla abdominal histerektomi ve vajinal histerektomi işlemleri uygulanan toplam 853 hastanın klinik ve demografik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimizde en sık histerektomi, myoma uteri endikasyonu ile gerçekleştirilmiş olup 2008-2009 yılları arasında 358 (%41.9) hastaya uygulanmıştır. İkinci en sık histerektomi endikasyonumuz jinekolojik maligniteler olup 161 (%18.8) hastaya uygulanmıştır. Kliniğimizde abdominal histerektomi (total ve subtotal) oranı %93.6 iken vajinal histerektomi oranımız %6.4 olarak saptanmıştır. Vakaların 453’ünde (%53.1) histerektominin yanı sıra bilateral salpingoooferektomi (BSO) uygulanmıştı. Abdominal histerektomi gurubunda %0.5 mesane yaralanması, %0.37 üreter yaralanması ve %0.37 barsak yaralanması görüldü. Vajinal histerektomi gurubunda 1 (%1.85) hastada mesane yaralanması oluştuğu görülmüştür. Histerektomi, myoma uteri, jinekolojik maligniteler, uterovajinal prolapsus, endometriozis ve peripartum kanama gibi çeşitli endikasyonlar nedeniyle jinekologlar tarafından en sık uygulanan operasyondur. Abdominal, vajinal ve laparoskopik histerektomi tiplerinin birbirlerine olan avantajları ve dezavantajları bilinmekle birlikte halen kliniğimizde abdominal histerektomi daha sık olarak uygulanmaktadır.
To evaluate the hysterectomies carried out in our clinic for a period of two years. The study retrospectively evaluates the clinical and demographic characteristics of the 853 patients that had abdominal hysterectomy and vaginal hysterectomy procedures with various indications for the two years from January 2008 to December 2009 in Selcuk University, Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department. In our clinic, the most common indication for hysterectomy was myoma uteri and the procedure was performed on 358 (41.9%) patients between the years 2008 and 2009. The second most common indication was gynecological malignancies and hysterectomy was performed on 161 (18.8%) patients. The ratio of abdominal hysterectomy (total and subtotal) was determined to be 93.6%, whereas the ratio of vaginal hysterectomy was 6.4%. As well as hysterectomy, bilateral salpingo ooforectomia (BSO) was also performed in 453 (53.1%) cases. We have seen 0.5% bladder injury, 0.37% ureter injury and 0.37% bowl injury in the abdominal hysterectomy group. In vaginal hysterectomy group, there was 1 case (1.85%) with bladder injury. With various indications such as myoma uteri, gynecological malignancy, uterovajinal prolapse, endometriosis and peripartum hemorrhage, hysterectomy is the most commonly performed operation by gynecologists. Although, the relative advantages and disadvantages of the abdominal, vaginal, and laparoscopic hysterectomy types are known, abdominal hysterectomy is still the most common procedure in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehdi Yeksan, Mehmet Gök, A. Nuri Sezer, Yusuf Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
The RelatIons Between The LocatIon And ComplIcatIons PatIent WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim Dalı Koroner Bakım Ünitesinde akut miyokard infarktüsü tanısı ile yatan, hastalarda oluşan komplikasyonları ve bu komptikasyonların miyokard infarktüsünün lokalizasyonuyla olan ilişkisini araştırmaya çalıştık. 50 vak'alık serimizde en çok yaygın anterior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü tespit edilmiştir, bunu inferior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü takip etmiştir. Yine en çok kompIikasyona yaygın anterior miyokard infarktüsünde rastlanmıştır. Komplikasyonların ikinci sıklıkla görüldüğü lokalizasyon türü ise inferior rniyokard infarktüsüdür.
We tried la search for the relationship between the location of myocardial infarction and the resulting complications in patients hokspitalized in the coronary care unit of the Teaching Hospital of Selçuk University with the diagnosis of myocardial infarction. Among fifty patients most of them suffered from anteriorly localized tnyocardial infarction which was followed by inferiorly localized myocardial infarction. The most cotnrnon complications were noticed iri anteriorly localized infarction whereas complications of inferiorly localized rnyocarclial infarction was of secondary frequency.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
Harun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetli Hastalarda Bel, Boyun Ve Ayak Bileği
çevresinin Kesim Nokta Değerleri
Elif Turan, Bulent Savut, Mustafa Kulaksızoğlu, Mehmet Uyar, Feridun Karakurt, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabetli Hastalarda Bel, Boyun Ve Ayak Bileği
çevresinin Kesim Nokta Değerleri
The Value Cut PoInt Of WaIst, Ankle And Neck CIrcumference In
patIents WIth DIabetes
Yağ dokusunun artışı ile insulin direnci oluşması ve Tip 2 diabetes
mellitus (T2DM) gelişimi arasında yakın ilişki olduğu bilinmektedir.
Bu çalışmada diyabet tanısı olan hastalarda boyun çevresi (BÇ),
bel çevresi ve ayak bileği çevresinin (ABÇ) kesim nokta değerini
belirlemek amaçlanmıştır. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesi Endokrinoloji Kliniğine son 6 ayda başvuran 264 T2DM’li
hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastaların boy, vücut ağırlığı, bel
çevresi, BÇ ve ABÇ ölçüldü. Ayrıca metabolik sendromu olmayan,
normal vücut ağırlığındaki 80 gönüllüden aynı antropometrik ölçümler
yapılarak not edildi. ROC Curve yöntemi ile yapılan analizde
kadınlarda bel çevresi kesim değeri 87.5cm (sensitivite %87-spesifite
%89.6), BÇ kesim değeri 33.5 cm (sensitivite %87-spesifite %85), ABÇ
kesim değeri 21.2 cm (sensitivite %76-spesifite %89), erkeklerdeki
değerleri; sırasıyla 90.5 cm (sensitivite %84-spesifite %77), 36.1cm
(sensitivite %84-spesifite %77), 22.5 cm (sensitivite %76-spesifite
%78) olarak belirlendi. Klinikte kolaylıkla kullanılabilecek bel çevresi,
BÇ ve ABÇ ölçümleri riskli hastaları belirlemede diyabet taraması
açısından yardımcı olabilir.
It is well known that a close relationship between the insulin
resistance due to an increased fat tissue and development of Type 2
diabetes mellitus. We performed to determine cut points value of waist
circumference (WC), neck circumference (NC), ankle circumference
(AC) for patients with a diagnosis of diabetes. 264 patients who
admitted to Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty,
Department of Endocrinology Clinic for 6 months, were included in
the study. Height, weight, WC, NC and AC measurements were noted.
In addition same parameters were noted from 80 healthy volunteers.
When both groups were compared in patients with diabetes, WC, NC
and AC measurements were significantly higher (each p<0.001) than
healty volunters. WC cut-off values were performed 87.5cm (87%
sensitivity, 89.6% specifity), NC cut-off value was 33.5 cm (87%
sensitivity- 85% specificity), AC cut-off value was 21.2 cm (76%
sensitivity- 89% specifity), in women with ROC Curve method. The
cut-off values in males; 90.5 cm (84% sensitivity, 77% specifity),
36.1 cm (77% sensitivity- 84% specifity), 22.5 cm (76% sensitivity78%
specifity), respectively. WC, NC and AC can be used easily
in clinical, these measurements can help to determine the risk for
diabetes screening patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
Yeliz Uçar Tavlı, Hacı Hasan Esen, İnci Mevlütoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
İnci Mevlitoğlu, Zeynep Olcay Ekinci, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi
Özeti
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
Herpes Zoster And MalIgnant DIseases
Son 5 yılda Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğe başvuran herpes zosterli ( HZ) hastalar malign hastalıklar yönünden araştırıldı. 213 HZ’ Ii hastanın 12 ( %5,68) sinde akciğer, karaciğer, över, mesane kanseri, skuamöz hücreli karsinomf SCC), kronik lenfositik lösemi (KLL) ve non- hodgkin lenfoma gibi malign hastalıklar saptandı. Herpes Zoster geçiren hastalarını malign hastalıklar yönünden araştırılmasının uygun olacağı ancak hastalığın, bir kanser habercisi gibi ele alınmaması gerektiği düşünüldü.
/Ve observed patients with Herpes Zoster for the malignant diseases who came to dermatology elinle in the last five years. Of the 213 patients, in 12 ( % 5.68) we found malignant diseases such as pulmonary, hepatic, ovary, bladder cancers, squamous celi carcinoma, chronic lymphositic leukemia and non- hodgkin lymphoma. We suggest that, patients with Herpes Zoster must be searehed for malignant diseases, but it doesn ’ t mean that Herpes Zoster is a cancer marker.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
Ümit Kamış, Işık Tuncer, Ahmet Özkağnıcı, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Ocular And PerIorbItal AnthropemetrIc Measurments.
Amaç: Genç ve yetişkin olgularda oküler ve periorbital antropometrik ölçümlerin değerlendirilmesi. Yöntem: Çalışmaya alınan olgular 2 farklı yaş grubuna ayrıldı, birinci grup (genç olgular) yaşları 18 ile 21 (19.73±1.6) arasında tıp fakültesi öğrencilerinden, ikinci grup (yetişkin olgular) yaşları 42 ile 65 (52.48±9.2) arasında göz polikliğine muayeneye gelen 150 hastadan oluşturuldu. Travma yada konjenital anomali hikayesi olan olgular çalışma kapsamına alınmadı. Tüm olgularda iç kantuslararası mesafe (İKM), dış kantuslararası mesafe (DKM), interpupiller mesafe (İPM), interpalpebral fissür yüksekliği (PFY), interpalpebral fissür uzunluğu (PFU) ölçüldü. Ölçümler aynı kişi tarafından elektronik kumpas kullanılarak yapıldı. Elde edilen değerler her iki grupta cinsler arasında karşılaştırıldı, ayrıca genç ve yetişkin olgularda aynı cinsler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Ölçümlerin değerlendirilmesinde İKM, DKM, İPM açısından aynı grupta cinsler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark var iken (p<0.05), iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yok idi (p>0.0), PFM değerleri açısından aynı gruptaki cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), iki grup arasında fark yok idi (p>0.05), PFY açısından birinci grupta cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), ikinci grupta cinsler arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Gerek bu çalışma ve gerekse diğer çalışmalar oküler ve periorbital antropometrik standartların belirlenmesi için değişik yaş ve etnik grupları içeren geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Sağlıklı bireylerdeki bu ölçümler bazı morfolojik bozuklukların erken teşhisinde ve cerrahinin planlanmasında faydalı bir rehber olabilir.
Purpose: to evaluate the ocular and periorbital anthropometric measurments in young adults and adults. Methods: Our study were enrolled two different age groups, first group (young adults) was consisted of 200 medical students aged between 18 to 21(19.73±1.6) years, and second group (adults) consisted of 150 patients aged between 42 to 65 (52.48±9.2) years who were examined in department of opthalmology. Cases with history of trauma and congenital anomaly were excluded from the study. In all cases the intercanthal distance (ICD), the outercanthal distance (OCD), the interpupillary distance (IPD), the palpebral fissure height (PFH) and the palpebral fissure distance (PFD) were measured. Measurments were performed by the same examiner using a single electronic compass instrument. In both groups the measurments between males and females as well as the measurments of the same gender between the both groups were compared. Results: In the evaluation of the measurments, in ICD, OCD and IPD there was statistically significant differencess between the genders (ie male/female) in same group (p<0.05), while there was no statistically significant differencess between the gender in the same group, while there was statistically significant differencess in between the two groups (p<0.05), and in PFH there was statistically significant differencess between the genders in the first group (p<0.05), however there was no such defferencess in the second group (p>0.05). Conclusion: Our results on one hand and the contrary results of other studies on the other hand, arise the need for further studies including different ages and ethnics groups to set standarts for ocular and periorbital anthropometric measurments. These measurments in healthy subjects may be useful guide for early identification of some dysmorphological abnormalities and of planning surgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, H. İbrahim Topatan, Osman Acar, Ertuğ Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of TopIcallv ApplIed MeperIdIne WIth The MeperIdIne Absorbed Autolog Fat Graft On PostoperatIve PaIn In Luınbar HernI DIseal Surgery
Bu klinik çalışmada Selçuk Üniversitesi Nöroşirürji Anabilim Dalında 1996 yılının ilk 9 ayında Lomber disk hernisi tanısı ile opere edilen 63 olgu prospektıf olarak değerlendirilmiştir. Olgular 21 kişilik gruplar halinde 3 gruba ayrılmıştır: Grup 1: Yalnızca cerrahi girişim uygulanan, Grup II: Cer-rahi girişim sonrası topikal meperidin uygulanan. Grup M: Cerrahi girişim sonunda meperidin en-jekte edilmiş otolog yağ grefti kullanılan 21 olgudan oluşmaktadır. Hastalar postoperatif 1., 3., 5. ve 7. günlerde "Mc Gill Ağrı Skalası" esas alınarak değerlendirildi. Bu çalışmada, uygulanan yöntemlerin postoperatif dönemdeki ağrı yakınması ve mohilizasyon üzerine etkileri literatür ışığında değerlendirildi.
This prospective study was carried out on 63 cases operated for the lumbar disc herniation, at the Medical Faculty of Selçuk University in 1996 in the first 9 months. All cases were divided into three equal groups :21 cases who had only disc operation was taken as first group, second group of cases re-ceived topical meperidine at the and of the ope-ration while third group of cases were applied me-peridine injected autolog fat graft. The patients were referred postoperatively 1, 3. 5 and 7 th days _according to "Mc Gill Pain S•ala". In this study we wanted to see the effects of the application method of meperidine on pos-toperative pain and comfortable mohilization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hasan Mollahüseyinoğlu, Cemil er, Mustafa Şahin, Yaşar Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
The Effects Of AbdomInal Compartement Syndrome, On RespIratory And UrInary Systems
Amaç: Karın içi basınç (KİB) artışı ile Abdominal Kompartman Sendromu (AKS) arasındaki ilişkiyi mesane içi basıncını ölçerek incelemek. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne akut batın nedeniyle müracaat eden 61 olgu kullanıldı. Olgulardan 25’i ileus, 13’ü akut pankreatit, 11’i mezenter iskemi ve 12’si gastrointestinal perforasyon tanısı aldı. Olguların tamamında mesaneye yerleştirilen bir sonda aracılığıyla karın içi basıncının bir göstergesi olan mesane içi basıncı ölçüldü. Bu ölçümle eş zamanlı olarak arteriyel ve venöz kanda pH, PaCO2, PaO2, SGOT, SGPT, üre ve kreatinin değerlerine bakıldı. İlk başvuru anında yapılan bu işlemler, 24, 48 ve 72. saatlerde tekrar edildi. KİB artışı ile kan değerleri arasındaki ilişki incelendi Bulgular: Çalışmamızda KİB artışının böbrekler, solunum sistemi ve karaciğer üzerinde birtakım değişikliklere yol açtığı izlendi. KİB 10 cm H2O’yu geçince böbrek fonksiyonlarının bozulmaya başladığı, 20 cm H2O basınçtan sonra ise belirgin olarak bozulduğu görüldü. Solunum sisteminde KİB artışı ile başlangıçta solunumsal alkaloz gelişirken, AKS’nun ortaya çıktığı geç dönemlerde ise hipoksi, hiperkarbi ve metabolik asidozla karakterize solunum yetmezliği görülmekte idi KİB’nın arttığı bütün olgularda karaciğer enzimleri yüksek değerlerde bulundu. Sonuç: Mesane içi basıncı KİB’nın indirekt göstergelerinden birisidir. KİB artışı ile arteriyel ve venöz kandaki üre, kreatinin, SGOT, SGPT ve PaCO2 düzeyleri arasında pozitif, PaO2 ve pH arasında ise negatif ilişki mevcuttur.
Aim: Our aim is to investigate the relation between the increase of abdominal pressure and abdominal compartmant syndrome Material and Method: 61 patients admitted to Selçuk Univercity Meram Medical Faculty Emergency Service with diagnosis of acute abdomen were included in this study. The diagnosis were; 25 cases ileus, 13 cases acute pancreatitis, 11 cases mesentery ischemia seviand 12 cases with intestinal perforations. In all cases urine bladder pressures were recorded as the reflection of abdominal pressure. Meanwhile pH, PaCO2, PaO2, SGPT , SGOT, urea and creatinin levels were measured in venous and arterial blood samples. The procedure was repeated consequently 24, 48 and 72 hours. The correlation between abdominal pressure increase and these parameters were evaluated. Results: Increase in abdominal pressure has negative effects on renal, pulmonary and liver organ systems. Renal function effected by 10 cm H2O pressure and was obviously affected after 20 cm H2O pressure. The increase of abdominal pressure causes respiratory alcholosis; at initial time and hypoxia, hypercarbia, metabolic acidosis and respiratory insuffiency at the late period. Liver enzyms were recorded at high level in abdominal pressure increase. Conclusion: Urine bladder pressure is reflecting abdominal pressure. The incerase of abdominal pressure has positive correlation with urea, creatinin, SGOT, SGPT, and PaCO2 levels and negative correlation with PaO2 and pH levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beta-Talasemi Majorlu Çocuk Hastalarda Karotis İntima Media Kalınlığı Ve Paroksanaz Aktivitesi
Hasan Cece, Alpay Çakmak, Sema Yıldız, Ekrem Karakaş, Ömer Karakaş, İsmail Toru, Ahmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Beta-Talasemi Majorlu Çocuk Hastalarda Karotis İntima Media Kalınlığı Ve Paroksanaz Aktivitesi
CarotId IntIma-MedIa ThIckness And Paraoxonase ActIvIty In BetathalassaemIa Major ChIldren.
Bu çalışmanın amacı Beta talesemi majorlu (BTM) çocuk hastalarda paroksanaz (PON 1) ve karotis intima media kalınlığının(KİMK) arasındaki ilişkinin değerlendirilmesidir. 50 BTM hastası (7.2±5.3 yıl, 34 erkek ve 16 kız) ve 35 kontrol (7.9±2.1 yıl, 23 erkek ve 12 kız) çalışmaya alındı. Tüm olgularda serum PON1 ve KİMK ölçüldü. Ortalama KİMK BTM li hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı artmıştı (P
The aim of this study was to research the relationship between the difference in carotid intima media thickness and paraoxonase (PON1) in beta-thalassaemia major (BTM) children. We recruited fifty BTM patients (7.2±5.3 years, 34 boys and 16 girls) and 35 controls (7.9± 2.1 years, 23 boys and 12 girls) consecutively. In all subjects, serum PON1 activity and CIMT were measured. Mean CIMT was significantly increased in BTM patients relative to controls (P
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yabancı Cisim Aspirasyonları
Hasan Solak, N. Solak, Şeref Otelcioğlu, A. Feyza Ünal, Kemal Ödev, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yabancı Cisim Aspirasyonları
Foreıgn Body Aspıratıons
1977 - 1984 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanelerinde yabancı cisim aspire eden 120 hastadan bronkoskopi ile yabancı cisim çıkarılmıştır. Yabancı cisimler, 72 vakada sağ bronkustan, 45 vakada sol bronkustan çıkarılmıştır. 3 vakada yabancı cisim trakeada lokalize idi. Bütün vakalarda yabancı cisimler forseps ile çıkarılmıştır. Üç vakada Thoracotomy uygulanmıştır.
Between 1977 - 1984, 120 foreign bodies were extracted from 120 patients at the bronchoscopy at the Department of Cardia -Thoracic Surgery of the two University Haspitals. 72 foreign bodies were extracted from right, and 45 from left bronchial tree. Three foreign bodies were löcalized in trachea. All foreign bodies were removed with, forceps. In three cases, removel of the foreign body was carried out with Thoracotomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acil Servise Başvuran Travma Olgularının Epidemiyolojik Analizi
Mehmet Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Acil Servise Başvuran Travma Olgularının Epidemiyolojik Analizi
EpIdemIologIcal AnalysIs Of Trauma Cases ApplyIng To Emergency Department
Travma halen tüm dünyada genç erişkinlerin en önemli mortalite ve morbidite nedenidir. Bu yüzden travmanın tıbbi ve sosyal yönden ciddi olarak ele alınması kaçınılmazdır. Bu çalışmada travma tiplerini nedenleriyle araştırmak ve ülkemizin travma ile ilgili epidemiyolojik verilerine katkıda bulunmak amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi İlk ve Acil Yardım Kliniği’ne 1 Ocak 1999- 31 Aralık 1999 tarihleri arasında başvuran toplam 2850 trav ma olgusu [(2051 Erkek (%72), 799 Kadın (%28)] retrospektif olarak analiz edildi. Olgular cinsiyet, yaş, travma tipi ve zamanı, travma ile acil servise başvuru arasında geçen süre ve acil servise getirilme şekli açısından değerlendirildi. Olguların %82’si (2332 vaka) 0-40 yaş arası idi. Olguların %55.9’unun (1593 vaka) oto ile ve %31. Tinin (885 vaka) ilk 1 saat içinde acil servise başvurduğu saptandı. Travmaların en sık pazar günü (%16.4, 467 vaka) ve haziran ayında (%12, 342 vaka) meydana geldiği görüldü. Düşmenin %50.5’le (1440 vaka) en fazla travma nedeni olduğu bulundu. Travma organizasyonu içerisinde, yaralının, yaralanma derecesine uygun olan en yakın travma merkezine, en hızlı yolla ulaştırılmasının sağlanması temel ilke olması gerektiği sonucuna varıldı.
Trauma is stili an important mortality and morbidity cause among the young population in the world. Therefore, trauma should be seriously considered in view of medical and social factors. İn this study, it was aimed to inves- tigate the types of trauma in respect to reasons, and to provide data to epidemiologic Information of our country. Between January 1999 and December 1999, totally 2850 cases with trauma [(2051 male (72%) and 799 female (28%)] applied to Emergency Department of Selçuk University, Meram Medical Faculty, were analyzed retro- spectively. AH cases were evaluated according to their sex, age, type of trauma, time of trauma, the duration betvveen the onset of trauma and application time to the Emergency Service, and type of transportation. 2332 (82%) of cases were aged betvveen 0 and 40 years. 1593 (55.9%>) of the cases had trauma due to car-crush. Only 885 cases (31.1 %) were transferred to Emergency Service vvithin 1 hour. Most of the trauma occurred on Sundays (n=467, 16.4%), and in June (n=342, 12%>). The most frequent reason of the trauma was found to be fail (50.5%). İt was concluded that, in the organisation of trauma, the vvounded subject should be transferred to the nearest trau ma çenter, according to the degree of his/her trauma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tüberküloz Vakalarında Basillerin Isonıazıd, Streptomycın, Ethabutol Fe Rıfampıcınt Duyarlılıkları
Bülent Baysal, A. Zeki Şengil, Ahmet Saniç, Halil Özerol
Araştırma makalesi
Özeti
Tüberküloz Vakalarında Basillerin Isonıazıd, Streptomycın, Ethabutol Fe Rıfampıcınt Duyarlılıkları
The SuseeptIhIlIty Of M.tuberculosIs Ta IsonIazId, StreptomycIn, Ethan-Ibutol And RIfampIcIn In Cases Of TuberculosIs
15.3.1989-15.5.1989 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Rutin Tüberküloz Laboratuvarın'da yapılan rezistans duyarlılık testlerinin sonuçları retrospektif olarak incelenmiştir. Toplam 834 adet tüberküloz basilinin streptomycin, ethambutol ve rifarnpicin'e duyarlılıkları Lowenstein-Jensen besiyerinde yapılmıştır. En yüksek direnç %66 oranında rifampicide karşı görülmüştür. Streptornycin'e %50, isoniazid'e %22, ethambutore %12 oranında direnç saptanmıştır. ikili ilaç kombinasyonlarında, ethambutol-Frifarnpicin To4 ?ü* direnç oranı ile en etkili bulunmuştur. Üçlü kombinasyonlarda isoniazid le birlikte rifarnpicin'e streptornycin ilave edildiğinde dirençlilik oranı %10 iken, ethambutol ilave edildiğinde bu oran %2'ye düşmüştür. Test edilen antititüberküloz ilaçların dörtlü kombinayonlarında da dirençlilik oranı %2 olarak tespit edilmiştir.
The results of antituberculosis sensitivity which tested in routin tuberculous laboratory of Mikrobiology and Clinical Microbiology Department of Medicine of Selçuk University between Lowenstein-Jensen medium is used for sensitivity ta isoniazid, ethambutol, rifampicin and streptomycin of 834 Mycobacterium tuberculosis. The hight resistance were seen, 66% rate, ta rifampicin. The resistance was found rales 50% to streptomycine, 22% to isoniazid, 12% ta ethambutol. The combination of two antibiotics ethambutol+rıfampicin the most effecl with 4% rate. The combination of three antibiotics, isoniazid rzfampicin with streptomycin was 10% resistance 1while with ethambutol was decrease to 2 %. The cornbination of four antibiotics alsa were found 2% resistance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subkostal Ve Lumbodorsal
Recai Gürbüz, Ali Acar, Kadir Ceylan, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Subkostal Ve Lumbodorsal
IncIsIonal IlernIa In The Subcostal And Lombodorsal IncIsIons
1983-1992 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında değişik amaçlı 538 yakaya suhkostal kesi, 49 yakaya lumbo-dorsal kesi uygulandı. Suhkostal kesiye bağlı yaka-ların %3 ünde herni, %8 inde lomber adelelerin de-nervasyonu sonucu gelişmiş şişlik (Bulge) lumbodorsal insizyona bağlı patoloji belirlenmerniştir.
For 558 patients subcostal incison and for pa-tients lumbodorsal incisions were applied the Urolo-gy Depertment of Medical Faculty of Konya Selçuk University between 1983 and 1992 for different pur-poses. In the cases due to subcostal incisions 3% of them had hernia, 8% had a bulge as a result of den-nervation of lumbar muscles and pathology due to lumbodorsal incision haddi been observed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İzole Ettiğimiz Candida Albicans Suşlarının Yeniden Değerlendirilmesinde Ne Kadarı Candida Dubliniensis Olarak Belirlendi.
Zafer Çetinkaya, Semra Kurutepe, Beril Özbakkaloğlu, Kenan Dereli, Süheyla Sürücüoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
İzole Ettiğimiz Candida Albicans Suşlarının Yeniden Değerlendirilmesinde Ne Kadarı Candida Dubliniensis Olarak Belirlendi.
ReevaluatIon Of CandIda AlbIcans StraIns For The IdentIfIcatIon Of CandIda DublInIensIs
Bu çalışmanın amacı Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Klinik Mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen klinik örneklerden infeksiyon etkeni olarak tanımlanan Candida albicans suşları arasında Candida dubliniensis suşunun olup olmadığını araştırmak ve tür belirlenmesinde CHROMagar Candida besiyerinin güvenirliliğini saptamaktır. Çalışmamızda Candida albicans olarak izole ettiğimiz 140 suşun retrospektif olarak değerlendirilmesi; API 20C AUX, CHROMagar Candida, metil blue-Sabouraud dextroz agar, pirinçunu Tween-80 agar, 42 °C ve 45° C’ de Sabouraud dextroz agar besiyerlerinde üreme durumlarına göre yapılmıştır. Yüzkırk adet suşun ikisi (% 1.4) Candida dubliniensis, 138’i (% 98.6) Candida albicans olarak tanımlanmıştır. Sonuç olarak Candida albicans ve Candida dubliniensis’in tür ayrımında CHROMagar Candida ve 45°C Sabouraud dextroz agar yöntemlerinin birlikte kullanılmasının tanı özgürlüğü, maliyet ucuzluğu ve uygulama kolaylıklarından dolayı rutin tanıda kullanılmasının uygun olacağı kanısına varılmıştır.
The aim of this study was to find out whether there is Candida dubliniensis strain in the clinical preperations from Celal Bayar University Faculty of Medicine Hospital Clinical Mycology Laboratories identified as Candida albicans strains and to determine the reliability of the CHROMagar Candida medium for identification of the species. In our study the evaluation of 140 isolated strains of Candida albicans was performed retrospectively according to the growth profiles obtained by API 20C AUX, CHROMagar Candida methyl-blue Sabouraud dextrose agar, rice flour Tween-80 agar and Sabouraud dextrose agar at 42°C and 45°C. Two (1.4%) of 140 strains were identified as Candida dubliniensis while 138 (98.6%) were identified as Candida albicans. It is concluded that combined use of CHROMagar Candida and Sabouraud dextrose agar at 45 °C in the diferentiation of Candida albicans and Candida dubliniensis strains is convenient in the routine diagnosis based in its specificity cost-effectiveness and simplicity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ofloxacın, Amoxıllın 4- Clavulonıc Asıd, Gentamıcın Ve Tetracyclıne'in Tüberküloz Basilleri Üzerıne In Vitro Etkılerı
Bülent Baysal, A. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
Ofloxacın, Amoxıllın 4- Clavulonıc Asıd, Gentamıcın Ve Tetracyclıne'in Tüberküloz Basilleri Üzerıne In Vitro Etkılerı
In VItro Effect Of OfloxacIn, ArnoxIllIn + ClavıtIonIc AcIde, GentaınIcIn And TetracyclIne On MetuberculosIs
Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Tuberküloz Laboratuvarzina başvuran hastalardan izole edilen 80 adet tuberküloz basilinin ofloxa-. cin, amoxcillin + clavulonic asid (AC), gentarnicin ve tetracycline'e duyarlılıkları in vitro olarak çalıştImıştır. Ayrica, bulgular antitüberküloz ilaçların etkileri ile karştlaştırılmıştır. Basiller antibiyo-tiklerin standart MIC'deki dozları içinde yalnızca ofloxacinğe duyarlı bulunmuştur (%100). AC, gen-,tarnicin ve tetracycline'e yüksek direnç görültnüş; diğer bütün ilaçlara hassas olan s9larin bunlara da hassas olduğu gözlenmiştir.
In vitro antituberculous activity of ofloxacin, amoxycillin plus clavulonic acid (AC), gentamycin and tetracycline was determined using mycobacterium tuberculozis isolated from 80 patients who were accepted to the University Hospital. The study was carried ot in the tuberculous Laboratory of Microbiology and Clinical Microbiology Department, The School of Medicine, Selçuk University, Konya. Additionaly, the sensitivity of the strains obtained from patients were also studied and determined with other antituberculous drugs. Antituberculous activity of oflaxacin was found to be 100% according to the standart MIC values and the other antibotic have shown varying degree of antituberculous activities. Higher resistances of strains were found for AC, gentamycin and tetracycline. Interestingly, the strains that are sensitive to AC, gentamycin and tetracycline are found to be sensitive to the antituberculous drugs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fıberoptik Bronkoskopının Solunum Fonksiyon Testlerıne Etkısı
Faruk Özer, Gülden Paşaoğlu, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Fıberoptik Bronkoskopının Solunum Fonksiyon Testlerıne Etkısı
Effects Of FIberoptIc Bronchoscopy On Pul-Monary FunctIon Tests
Bu calişmada Selcuk Universitesi Tip Fakilltesi Gogus IlastaUlan Kliniginde tam amactylafiberoptik bronkoskopi yapilan, ycg ortalarnasi 55 olan 24'a erkek, 13 u kadin 37 hastada bronkoskopinin solunum fonksiyonlarina etkisi araprildi. Hastalarin bron-koskopi oncesi zye sonrasinda aralzklarla toplam 6 kez solunum fonksiyon testier'. olcultras ye FVC, FEV FEVIIFVC , PEF ye MMEF degiAlikleri de-gerlendirilmigir. Degerlendirilen solunum fonksiyon testi parametrelerinin hicbirinde bronkoskopi son-rasinda anlamli derecede deg'. iklik saptanmarni4tir • Bulgularimiz fiberoptik bronkoskopi uygulamasinin solunum fonksiyonlarim etkilemedigini gas-re rinivir.
In this study, we investigated eject of fiberoptic bronchoscopy on pulmonary function tests of 37patients, at the Chest Diseases Department of Selcuk University Medical Faculty. The pulmonary function tests were measured before and ceer bronchoscopy. Ofthe pulmonary .ftinction tests, FVC, FEVI , FEVI IFVC , PFT and MMEF were evaluated. We observed that there was no statistically significant differences between the. -values measured before and after bronchoscopy. Our study indicates that fiberoptic bronchoscopy dosen't have a significant effect on pul-monary function tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Anal Submucosal Methotrexate Applıcatıons In Inoperable Bladder Tumors
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında Temmuz 1990-Temmuz 1991 tarihleri arasında inoperabıl olduğu belirlenen ve biyopsi ile transisyonal hücre!' karsinom olduğu anlaşılan biri bayan 5 hastaya anal subınukozal methotrexate uygulandı. Anal submukozal uygulamanın amacı; anal kanal ile mesane arasındaki venöz bağlantılardan ya-rarlanarak sistemik olmaktan ziyade mesanede yoğun konsantrasyonlarda drog tutulumu sağlamaktır. Uygulamalar CT, ultrasound ve endoskopik mu-ayene sonuçlarına göre belirgin düzeyde fayda sağlamaktadır. Drag uygulamalarında, uygulama bölgesinde injeksiyona bağlı yan etki belirlenmemiştir.
Anal submucosal methotrexate was applied ta totaly 5 patients; one women and 4 men with transi-tional cell carcinoma which was evaluated that it was inoperable between the dates of july 1990 and july 1991 in the urology department of Konya Selçuk Medical Faculty. The aim of applying anal submu-cosal was to provide drug involments with high con-centrtions in the bladder rather (han its being system-ic by making use of the venous comminications between anal sanal and the bladder. CT, ultrasound and endoscopic examinations proved that these applications had been useful mark-edly. Any complications hadn't been observed due to drug applications on the application area because of injections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Köpeklerde İyonik Ve Von-İyonik Kontrast Maddelerle Yapılan Renal Anjiyografi Uygulamalarında Proteinüri Oluşumunun Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi
Kemal Ödev, Nuri Yavru, Celal İzci, Mehmet Nizamoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Köpeklerde İyonik Ve Von-İyonik Kontrast Maddelerle Yapılan Renal Anjiyografi Uygulamalarında Proteinüri Oluşumunun Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi
ComparatIve StudIes Of ProteInurIa FormatIon In Dogs In Renal AngIographIc ApplIcatIon FulfIlled WIth IonIc And Non-IonIc Contrast MedIas
Bu çalışmada iyonik ve non iyonik kontrast maddelerle yapılan renal anjiyografi uygulamalarından sonra meydana gelen proteinüri olgusu karşılaştırmalı olarak araştırıldı. Çalışma Selçuk Üniversitesi Veteriner ve Tıp Fakültesi tarafından ortaklaşa olarak yürütüldü
In this study, the case of proteinuria occurring after renal angiography applications with ionic and non-ionic contrast materials was investigated comparatively. The study was carried out jointly by Selcuk University Faculty of Veterinary Medicine and Medicine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Stenoz Ve Cerrahı Tedavısı
Ali Ersöz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Tayfun Göktoğan, Ahmet Kaya, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Stenoz Ve Cerrahı Tedavısı
SurgIcal Treatment Of MItral StenosIs And RegurgItatIon
1982-1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalında saf mitral darlıkla rnüracaat eden 71 hastaya kapalı mitral valvotomi uygulandı. Mortalitenin olmadığı seride hastaların tümünde erken ve geç dönem sonunda ameliyatın hastalara iyi bir palyasyon sağladığı görüldü. Açık kalp ameliyatı imkanlarının da bulunduğu klinikte seçilmiş vakalarda hala kapalı mitral valvotominin yeri olduğu vurgulandı.
Between 1982-1987 seventy-one patients with pure mitral stenosis was operated at the Department of Thoracic and Cardio-Vascular surg. Selçuk Üniversitesi School of Medicine. There was no mortality. Early post operative and long term term results revealed that a good palliation was achieved in of the patients. Although open heart surg facilities were available at the department emphasis was made in the thought that closed mitral valvotomy stili has a place for the surgical treatment of pure mitral stenosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyet Yağlarının Serum Ve Beyinde Antioksidan Aktivite Üzerine Olan Etkileri
Sevil Kurban, İdris Mehmetoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diyet Yağlarının Serum Ve Beyinde Antioksidan Aktivite Üzerine Olan Etkileri
Effect Of DIetary OIls On AntIoxIdant ActIvIty In The Serum And BraIn
Amaç: çalışmamızda toplum tarafından en çok tüketilen yağlar olan zeytin yağı, tereyağı, margarin, soya yağı ve ayçiçek yağının serum ve beyin dokusunda antioksidan aktivite (AOA) üzerine olan etkisini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu Amaçla 60 adet rat alınarak 5 gruba ayrıldı. Grular sırası ile %15 oranında zeytin yağı, tereyağı, margarin, soya yağı ve ayçiçek yağı ilave edilen yem ile 2 ay süre ile beslendi. Bu süre sonunda ratlar dekapite edilerek beyin ve kan örnekleri alındı ve AOA düzeyleri ölçüldü. BULGULAR: Zeytin yağı grubunun beyin AOA değerleri margarin, ayçiçek ve soya yağı gruplarının (p<0.001) değerlerinden, tereyağı grubunun değerleri ise ayçiçek (P<0.01) ve soya yağı (P<0.001) gruplarının değerlerinden anlamlı olacak şekilde yüksek bulundu. Zeytin yağı (P<0.05) ve tereyağı (P<0.001) grubunun serum AOA değerleri ayçiçek yağı grubunun değerlerinden anlamlı derecede yüksekti. Sonuç: Bulgularımızdan yola çıkarak AOA açısından sağlığımız için en yararlı yağın zeytin yağı ve tereyağı olduğunu söyleyebiliriz.
Aim: In this study, we have aimed to study the effects of most commonly consumed oils, namely olive oil, butter, margarine, soybean oil and sunflower oil on serum and brain antioxidant activity (AOA). Material and method: For this purpose totally 60 Sprague-Dawley rats were divided intro five groups. The groups were fed with a diet cantaining 15% olive oil, butter, margarine, soybean oil and sunflower oil for a period of 2 months. At the end of that period they were decapitated and brains were removed, blood samples were drawn and AOA levels were measured. Results: The brain AOA level of the olive oil group was significantly higher than that of the margarine, sunflower oil and soybean oil groups (p<0.001) and AOA of the butter group was significantly higher than AOA of the sunflower oil (p<0.01) and the soybean oil (p<0.001) groups. Serum AOA levels of the butter (p<0.001) and olive oil (p<0.05) groups were significantly higher than that of the sunflower oil group. Conclusion: As a result, it can be argued that olive oil and butter are the best oils for health in respect to total antioxidant activity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yanıklı Hastada Hemşirelik Bakımının Yönetimi
Nilgün Aksoy
Derleme
Özeti
Yanıklı Hastada Hemşirelik Bakımının Yönetimi
Management Of NursIng Care In Burn PatIent
Yanıklar, yol açtıkları mortalite ve morbidite nedeni ile
toplumlar için büyük bir problem teşkil etmektedir. Yanık hastasının
hemşirelik yönetimi; hasta ve ailelerinin psikolojik destek ve tıbbi
bakımını içerir. Hastalarının optimal bakımı multi disipliner bir ekip
yaklaşımı gerektirir ve hemşireler tüm hasta bakım faaliyetlerinin
koordinatörüdür. Bu derleme, yanıklı hastada hemşirelik sürecinin
önemine ilişkin yayınlanmış makaleler ve hemşirelik tanı örneklerini
içermektedir.
Burns pose a major problem for the community because of
mortality and morbidity they cause. Nursing management of burn
patients includes medical care and psychological support of burn
patients and their families. Optimal care of burn patients requires a
multidisciplinary team approach. Nurses are the coordinator of all the
patient care activities. This compilation includes published articles
about the importance of nursing process in burn patients and nursing
diagnosis samples.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Anevrizmaların Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, İrfan Duygulu, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Anevrizmaların Cerrahi Tedavisi
The SurgIcal Treatment Of PerIpherIc Aneurysma
1976-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp-Göğüs-Damar Cerrahisi Kliniğinde 30 periferik anevrizmalı vaka tedavi edildi. Vakaların 4'ü kesici-delici alet yaralanması, 26'sı ateşli silah yaralanmasıdır. Vakaların 10'una yen replasmanı, 17'sine uç-uca anastomoz, 3 üne de ligasyon uygulanmıştır. Vak'aların 29'u Şifa ile taburcu edilmiştir. 1 vakaya amputasyon uygulanmış, 1 vaka ise exitus olmuştur.
30 cases with peripheric aneurysma were treated at the clinic of the thoracic and cardiovascular surgery of Dicle University. school of medi-cine between 1976-1982. Four of the cases were injuries of penetrating instruments twentysix of them were gun wounds. Vein replacement was performed in ten cases and 17 cases, end to end anastomosis was done. In 3 cases were ligated. Twentynine cases were resulted with healing post-operative amputation was done to one case. One case died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
Emel Uzunoğlu Karagöz, İştar Dolapçı, Esra Koyuncu, Alper Tekeli
Araştırma makalesi
Özeti
Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
In VItro HaemolytIc ActIvItIes Of CandIda AlbIcans StraIns Isolated
from HIv PosItIve Subjects
Bu çalışmada, Human Immunodeficiency Virus pozitif ve sağlıklı
bireylerin oral kavitelerinden izole edilen Candida albicans suşlarının
in vitro hemolitik aktiveleri araştırılmıştır. Çalışmamızda 52 Human
Immunodeficiency Virus pozitif birey ve 22 sağlıklı gönüllünün ağız
çalkantı suyundan; 2003 yılında izole edilen ve Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Mikoloji Laboratuvarı
kültür koleksiyonunda saklanan C. albicans suşları kullanılmıştır.
Hemolitik aktivite kanlı agar plak metodu kullanılarak gösterilmiştir.
Plaklar 370C’da % 5 CO2’li ortamda 24 ve 48 saat inkübe edilmiş;
hemolitik indeks (Hz), koloni çapının beta hemoliz zon çapına
oranı olarak değerlendirilmiştir. Beta ve alfa hemoliz zonlarının
değerlendirilmesinde kontrol suşu olarak sırasıyla Staphylococcus
aureus ATCC 12228 ve Streptococcus pneumoniae ATCC 6305
suşları, negatif kontrol olarak Candida parapsilosis ATCC 22019
kullanılmıştır. İstatistiksel analiz Mann-Whitney U testi ile yapılmıştır.
HZ değerleri Human Immunodeficiency Virus pozitif grupta 0
ile 2.57, kontrol grubunda ise 0 ile 1.75 arasında saptanmıştır.
Bulgular değerlendirildiğinde her iki gruptan izole edilen C.albicans
izolatlarının hemolitik indeksleri arasında istatistiksel olarak anlamlı
fark bulunamamıştır (p>0.05). Bu durum suşlarımızın kolonizan
izolatlar olmalarıyla açıklanabilir. İn vivo ortamda virülans faktörlerinin
birbirleri ile etkileşim içerisinde oldukları düşünüldüğünde, diğer
virülans özelliklerini de beraberinde araştıran ve virülans genlerinin
ekspresyonlarına bakan çalışmalar ön plana çıkacaktır.
In this study, in vitro haemolytic activities of oral Candida albicans
isolates from Human Immunodeficiency Virus infected subjects and
healthy controls were studied. In our study 52 C.albicans strains
isolated from Human Immunodeficiency Virus positive subjects’
and 22 C.albicans strains isolated from healthy controls’ oral rinse
samples in 2003 which were stored in Ankara University School of
Medicine, Medical Microbiology Department Mycology Laboratory,
were investigated. Haemolytic activity was determined by using the
blood agar plate assay method. Plates were incubated at 37oC in
5% CO2 for 24 and 48 h. Haemolytic index (Hz) were calculated as
the ratio of the colony diameter to the beta hemolysis zone diameter.
Staphylococcus aureus ATCC 12228 and Streptococcus pneumoniae
ATCC 6305 were used to evaluate the alpha and beta haemolysis
zones, Candida parapsilosis ATCC 22019 was used as negative
control. Statistical analysis was performed with Mann-Whitney U test.
The Hz values ranged from 0 ile 2.57 for the Human Immunodeficiency
Virus positive group and from 0 ile 1.75 for the controls. There were
no statistical difference found between the groups (p>0.05). Because
our isolates are colonizing these results can be expected. When the
interactions between the virulence factors in invivo environment is
taken into consideration, studies investigating the other virulance
factors influencing the pathogenesis of the fungus and the expression
of the virulance genes are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Value Of Glutathıon S-Transferase In Dıagnosıs Of Malıgnant Pleural Effusıons
Faruk Özer, Oktay İmecik, Bünyamin Kaptanoğlu, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Value Of Glutathıon S-Transferase In Dıagnosıs Of Malıgnant Pleural Effusıons
Value Of Gst In DIagnosIs Of MalIgnant Ple-Ural EffusIons
Bu raltmada plorezili 89 hastanin plevra swat ve serumlan ile kontrol grubu olarak secilen 15 sag-hi& bireyin serumlartnda glwathion S-transferase (GST) diizeykri araprildt. Plikezinin nedeni 27 al-guda malignite iken 62 olguda malignite dip has-taliklarch. Maligniteli hasra grubunda elde edilen ortalama serum GST diizeyi 18.39±1.18 UIL olup gerek malignite dtsr plorezi grubu (p<0.01) ve ge-rekse kontrol grubundakikrden (p<0.001) anlamh derecede yiiksekti. Malignite ye malignite dui gruplarmda saptanan ortalama plevra smut GST diizeyleri strastyla 28.46±1.48 UIL ye 10.59±0.87 UIL olup aralanndaki fork istatistiksel olarak anlamh diizeydeydi (p<0.001). Maligniteli hasta gruhunun ortalama plevra stvistiserurn GST orant da diger hasta grubuna gore anlamh derecede viiksek bulundu. Malignite kaynakh plorezilerin ma-lignite dtp nedenlere bash olanlardan apt-- dedilmesinde 20 U1L'yi acan degerler kin plevra st-vist GST dikeyi tayininin spesifitesi % 97 ye sensitivitesi %85 olarak bulundu. Plevra sivesil serum GST orantnin spesifite ve sensitivitesi ise 1.4 stnir deter ile strastyla % 87 ve %78 idi. Bul-gulartmtz plevra mist GST diizeyi tayininin ma-lignite kaynakh plorezilerin tantsinda degerli hir M-celeme oldugunu gostermektedir.
We meauserd pleural fluid and serum glutathion S-tranferase (GST) activity in 89 patients with ple-ural effusion and serum GST activity in IS healthy person choosen as control group. The cause of 27 pleural effusion was malignancy, and nonmalignant diseases were determined as the cause of 62 cases. Mean serum GST activity was 18.39±1.18 UIL in patients with malignant effusions. which was sig-nificantly higher than those in both nonmalignant cases (p<0.01) and control group (p<0.001). Ple-ural fluid GST level of malignant and nonmalignant effusions were 28.46±1.48 U1L and 10.59±0.87 1.11 L. respectively. The difference between the pleural fluid GST values of malignant and nonmalignant ef-fusions was statistically significant (p<0.001). The mean pleural fluid to serum GST ratio of patients with malignant effusion was also significantly hig-her than that of nonmalignant group. The specifity and sensitivity of the determination of pleural fluid GST level in excess of 20 Ull. in distinguishing ma-lignant effusions were 97 percent and 85 percent, respectively. These values for pleural fluid to serum GST ratio with the cutoff level of 1,4 were 87 per-cent and 78 percent. Our findings indicate that de-termination of GST activity in pleural fluid has a di-agnostic value in differential diagnosis of malignant eiliisions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Recep Dursun, Özgül Bike Yücalan
Araştırma makalesi
Özeti
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Assesment Of The AnxIety And DepressIon Levels Of The UnIversIty Students Who ApplIed To The Dermatology OutpatIent Department In MedIcal Center
Amaç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyon düzeylerinin, diğer polikliniklere başvuran ve hastalık tanısı alan üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması amaçlandı. Ayrıca bu her iki grubun anksiyete ve depresyon düzeylerinin, herhangi bir fiziksel rahatsızlığı olmayan sağlıklı (kontrol grubu) üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Medikososyal Dermatoloji polikliniğine başvuran 451 üniversite öğrencisi hastaya, dermatoloji polikliniği dışında kalan diğer polikliniklere (psikiyatri polikliniği hariç) başvuran 155 üniversite öğrencisi hastaya ve fiziksel herhangi herhangi bir şikayeti olmayan 152 üniversite öğrencisine (kontrol grubu) Hastane Anksiyete ve Depresyon (HAD) testi uyguladık. Test sonrası ortaya çıkan toplam puanlara göre grupların anksiyete ve depresyon düzeyleri ortaya çıkarıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilerek gruplar arasında anksiyete ve depresyon yönünden anlamlı fark olup olmadığı araştırıldı. Bulgular: Yapılan çalışmada; dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyonları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyonları arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Sonuç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri oldukça yüksek bulunmuştur. Bu bakımdan poliklinik doktorları hastalarının psikolojik durumlarını da dikkate almalıdır.
Aim: This study aimed to compare the anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department with anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the other outpatient departments. Furthermore, anxiety and depression levels of these two groups, were compared to anxiety and depression levels of the university students (control group) who were healthy and had no physical problems. Material and method: We applied the Hospital Anxiety and Depression (HAD)scale to 451 university students who came to dermatology outpatient department and 155 university students who came to the other outpatient departments (except fort he apply to the pyschiatry outpatient department) in the Health Center of the Selcuk University and 152 university students of control group, who were selected randomly in Selcuk University. The anxiety and depression levels of these three groups were established according to the total points of the anxiety and depression subscale of the HAD scale. The results were statistically assessed and examined whether there were significant differences between the groups. Results: In this study, anxiety and depression levels of the university student outpatient who applied to the dermatology and other outpatient department were found higher than anxiety and depression levels of the control group. The difference of anxiety and depression levels between the university students who applied to the dermatology and other outpatient departments were not significant. Conclusion: The anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department were found to be high. So the outpatient department doctors must take psychologic situations of their patiets into consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesleki Eğitim Sürecince Tıp Fakültesi Öğrencilerinin
‘anne Sütü’ Ve ‘bebek Dostu Hastane’ Bilgi Düzeyi
değişimi: Konya Örneği*
Sevgi Pekcan, Nazan Karaoğlu, Yasemin Durduran, Meltem Energin
Araştırma makalesi
Özeti
Mesleki Eğitim Sürecince Tıp Fakültesi Öğrencilerinin
‘anne Sütü’ Ve ‘bebek Dostu Hastane’ Bilgi Düzeyi
değişimi: Konya Örneği*
Changes In The Knowledge Level Of MedIcal Students About “breast
feedIng” And ‘baby FrIendly HospItal’ DurIng The MedIcal EducatIon:
konya Example
Toplumda anne sütüyle beslemede doğru uygulamaların
ve Bebek Dostu Hastane kriterlerinin sürdürülmesi konusunda
hekimlerin bilgi ve tutumları önemlidir. Tıp eğitimi süreci geleceğin
hekimlerini bu konular hakkında eğitimek için önemli bir fırsattır ve
izlenmelidir. Bu çalışmanın amacı tıp fakültesi öğrencilerinin “bebek
dostu” çalışmaları ve “anne sütü” hakkındaki bilgi düzeylerinin
farklı eğitim yıllarındaki durumunu belirlemektir. Kesitsel tipteki bu
araştırmada Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi 1.,
3. ve 6. sınıf öğrencilerine isimsiz bir anket uygulandı. Etik onay
sonrasında sosyo demografik özellikleri ve WHO ve UNICEF’in
anne sütü ve bebek dostu hastane kriterlerini içeren 26 maddelik
anket formu gönüllülük temelinde uygulandı. Veriler istatistik paket
programında değerlendirildi. Sayılar, yüzdeler, ki-kare kullanıldı ve
p< 0.05 iststistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Çalışmaya % 34’ü
birinci sınıf, % 35’i üçüncü sınıf, % 31’i altıncı sınıfta öğrenim gören
295 öğrenci katıldı. Anne sütünün beslenme dışındaki en az üç
yararını doğru söyleyebilen öğrenci sayısı akademik yıllara göre %8,
%25 ve %51’di (p<0.001). Hastanelerinin emzirme politikası varlığı
ve yaşadıkları ilin ‘Bebek Dostu İl’olma durumunu bilme durumu
6.sınıf öğrencilerinde daha yüksekti (p<0.001). Doğru emzirme
tekniğini bilme (p<0.05), emzirmenin kesin kontrendikasyonlarından
en az üçünü doğru bilme (p<0.001), süt sağma yöntemlerinden
pompa ve makine ile sağma yöntemlerini bilme durumu yine son
sınıf öğrencilerinde anlamlı düzeyde daha yüksekti (p<0.001). Bu
çalışmada genel olarak öğrencilerin tıp eğitimi süresince anne sütü
ve bebek dostu hastane konularında yıllarla artan bilgiye sahip
oldukları görülmektedir. Hekimlerin meslek yaşamlarında konuya
olan duyarlılığın artırılması amacıyla eğitim programında yeniliklerin
eklenmesi ile bilgi düzeyinin daha yükselmesi hedef olmalıdır. Mevcut
durumda teorik eğitimin pratikle desteklenmesi anne sütü ve bebek
dostu çalışmalarının mesleki beceriye yansımasına katkı sağlayabilir.
The knowledge and attitudes of physicians are important in
continuity of the correct applications in breastfeeding and “Baby
Friendly Hospital” criteria in the society. Medical education process is
a chance to educate future physicians about these issues and should
be monitored. The aim of this study is to determine the knowledge
level of the medical school students about “breastfeeding” and “Baby
Friendly Hospital” criteria and applications in different academic
years. In this cross sectional study a anonymous questionnaire was
applied to medical students who are in first, third and sixth academic
years of education in Necmettin Erbakan University Meram Medical
School. After ethical approval 26 item questionnaire consisting
socio demographic features and items about breasfeeding and
baby freinedly hospital declared by WHO and UNICEF, voluntarily.
The data was analyzed via statistics package program. Numbers,
percentages, chi-square were used and p value <0.05 accepted
as significant. Two hundred and ninety five students who were in
1st (34%), 3rd (35%) and 6th (31%) academic year participated to
this study. The percentage of students who could count at least
3 benefits of breastfeeding other than feeding were 8%, 25% and
51% in respect to academic years (p<0.001). The knowledge about
the existence of breastfeeding policy in their hospital and “infant
friendly city” status of the city they are living in were higher in 6th
year students (p<0.001). Knowledge level of correct breast feeding
method (p<0.05), knowledge about at least 3 contraindications
of breast feeding (p<0.001), and knowledge about the milking
methods (by pump and machine) were also significantly higher in
6th year students (p<0.001). In this study it can be observed that
the knowledge of students about breastfeeding and infant friendly
hospital issues increase by advancing years. The target should be
increasing innovations in the education program in order to raise
awareness of doctors about this subject during their entire careers.
In current situation supporting the theoretical education by practice
may contribute to the reflection of breastfeedimg and infant friendly
studies to the professional skill.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maküla Ve Optık Sınır Fonksiyonlarının Görsel Uyarıya Kortikal Cevapla Araştırılması
Mehmet Kemal Gündüz, Süleyman Okudan, Hamiyet Pekel
Araştırma makalesi
Özeti
Maküla Ve Optık Sınır Fonksiyonlarının Görsel Uyarıya Kortikal Cevapla Araştırılması
InvestIgatIon Of Maeula And OptIc Nerve FunctIons By VIsually Evoked CortIcal PotentIals
Göz ortamlarının bulanık olduğu olgularda görsel sistemin aktivitesini objektif olarak de ğerlendirebilmek için flaş uyaranlı görsel uyanya kortikal cevap incelemelerinde uyaranın temporal özellikleri üzerinde durulrnuş ve en iyi sonuçların 10 11z flaş uyaranla alınabileceği saptanmıştır.
İn order to maintain an objective evaluation of the visual system activity in cases in which the ocu-lar media is opaque, temporal characteristics of the flash stimulation were emphasized and the best re-sults were achieved usinl! a 70 //zflash stimulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
Mustafa Ünaldı, Gökhan Timuralp, Ekin Önder, Orhan Değer, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
An InvestIgatIon On Serum LIpIde In Cord Blood
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Doğum Kliniğinde normal olarak doğmuş, sağlıklı 150 bebeğin kordon kanından total lipid, total kolesterol ve fosfolipid tayinleri yapıldı. Elde edilen orta-lama değerler şöyle idi: Total lipid : 378.39 ± 88.02 % mg Total kolesterol: 106.48 ± 23.05 % mg Fosfolipid : 139.67 ± 39.82 % mg
In this research, the levels of iptal lipid, total cholesterol and phospholipids of 150 cord obtained from healthy newborns. Total lipid: 378.39 ± 88.02 mg % Total cholesterol: 106.48 ± 23.05 mg % Phospholipids: 139.67 ± 39.82 mg % These results vere compared with the other results belong to healthy adults and discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde İnsanlarda Kırım-Kongo Kanamalı
ateşi Seroprevalansının Araştırılması
Mehmet Özdemir, Oğuzhan Avcı, Uğur Tüzüner, Oya Bulut, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde İnsanlarda Kırım-Kongo Kanamalı
ateşi Seroprevalansının Araştırılması
InvestIgatIon Of CrImean-Congo HemorrhagIc Fever Seroprevalance
ın Humans Of Konya RegIon
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) virüsü, Arbovirüs grubunda
yer alan, Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirüs cinsi, helikal kapsid
içeren zarflı bir RNA virüsüdür. Bu virüslerin meydana getirdiği
enfeksiyon, şiddetli seyir gösteren ve fatalitesi oldukça yüksek bir
hastalıktır. Çalışmamızda, Konya bölgesinde KKKA seroprevalansını
araştırmak amacı ile IgG tipi antikor taraması planlandı. Bu amaçla,
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Hastanesi
Kan Merkezi’ne kan vermek için müracaat eden 1000 sağlıklı kan
donörü çalışmaya dahil edildi. Dahil edilen kişilerden 846 (%84.6)
tanesi kent merkezinde yaşarken,154 (%15.4) tanesi kırsal bölgede
yaşamaktaydı. Çalışmaya alınanların 947 (%94.7)’si erkek, 53
(%5.3)’ü kadındı. KKKA’ya karşı gelişen spesifik IgG antikorunu ELISA
yöntemi ile saptamak için ticari KKKA IgG test kiti (VectoCrimeaCHF-IgG,
Bectop, Rusya) kullanıldı. Test edilen örneklerden 8 adedi
(%0.8) KKKA’ya karşı gelişen antikor varlığı yönünden pozitif, 992
adedi (%99.2) ise negatif olarak tespit edildi. Pozitiflik saptananların
hepsi erkek idi. Konya bölgesinde KKKA seroprevalansı araştırılması
sonrası IgG tipi antikor bulunması az da olsa virüs varlığına işaret
etmektedir. Benzer çalışmaların bölgesel seroprevalans verilerinin
ortaya çıkması için hastalığın görüldüğü diğer bölgelerde yapılması
faydalı olacaktır. Bu virüs enfeksiyonu kene ısırığına bağlı olarak
geliştiği için, bölgedeki kenelerde de virüs araştırılması yapılmalıdır.
Crimean-Congo Hemorrhagic Fever (CCHF) virus,which is
classified in the family of Bunyaviridae and Nairovirus genus and
grouped in arbovirus is RNA-containing helical type capsid and
enveloped virus. This infection which is caused by these viruses has
severe disease manifestations and a very high fatality. The aim of
this study was to investigate the seroprevalence of CCHF in Konya
and so it was planned to screen IgG-type antibody. For this purpose,
1000 healthy blood donors who referred to the Blood Center of
Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty Hospital, were
included in the study While 154 (15.4%) blood donors were living in
rural areas, 846 (84.6%) of the donor were lived in the city center.
Of these individuals, 947 (94.7%) were male and 53 (5.3%) were
female. ELISA basedCCHF IgG commercial test kit (VectocrimeanCHF-IgG,
Bectop, Russia) was used to determine the specific IgG
antibody developed against CCHF. Eight of tested samples (0.8%)
were positive for the presence of antibodies against CCHF and 992
(99.2%) were negative. The presence of IgG antibody prevalence
of CCHF after research indicates the presence of a small number
of illness in Konya. For the detection of regional prevalence of the
disease similar studies will be useful in other provinces. In aspect the
route of transmission of this virus infection, because of this infection
is caused by tick
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazal Polipozis Etiyolojisinde Alerjinin Rolü
Hamdi Arbağ, Gökhan Kurnaz, Mehmet Akif Eryılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nazal Polipozis Etiyolojisinde Alerjinin Rolü
The Role Of Allergy In EtIology Of Nasal PolyposIs
Çalışma 100 hasta ve 50 sağlıklı kontrol grubunda yapıldı. Nazal polipozisli (NP) hastalar 3 gruba ayrıldı. 1.grup NP, astım ve asetil salisilik asit intoleransının birlikte görüldüğü hastalar (Samter sendromu), 2.grup NP ve astımı olan hastalar ve 3.grup yalnız NP’li hastalardan oluşuyordu. Yüz hastada fizik muayene ile polip boyutları, bilgisayarlı tomografi (BT) ve endoskopi skorları, deri prick test sonuçları, serum total IgE ve periferik eosinofil değerlerine bakıldı. Sonuçlar nazal polipozisli hastalar ve sağlıklı bireyler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Hasta ve kontrol grubunun prick testi sonuçları incelendiğinde; hasta grubunun %42‘sinde (n;42) pozitif, kontrol grubunda 11 (%22) bireyde prick testi pozitif olarak bulundu. NP’li hastalarda 45 kişide total IgE normal değerden yüksek bulunurken, 27 kişide eozinofil değerleri normalden yüksek idi. Kontrol grubunun %30’unda (n;15) serum total IgE değerleri normal değerden yüksek bulunurken %12’sinde (n;6) serum eozinofil değerleri normal değerden yüksek idi. Sonuç: Serum eozinofil değerlerinin ve prick testi pozitifliğinin nazal polipozisli hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek bulunması, nazal polipozisin etiyopatogenezinde alerjinin önemli bir faktör olabileceğini göstermiştir.
The aim of this study was to evaluate the role of allergy in patients with nasal polyposis. The study included 100 patients with nasal polyposis and 50 healthy individuals. The study was approved by the Ethics Committee of the Selcuk University Meram Medical Faculty and written informed consent was obtained in all cases. Patients were divided into 3 groups. The first group consisted of patients with asthma and aspirin intolerance; second group consisted of patients with only asthma, third group consisted of patients have no disease. Polyp size by Physical examination, computed tomography (CT) and endoscopic scores, skin-prick test results, blood total eosinophil count, serum levels of total immunoglobulin E and symptom scores were analyzed in 100 patients with nasal polyposis. The results were compared between patients with nasal polyposis and healthy individuals. Prick test results were positive on 42% (n;42) of the patients and 22% (n;11) of the control group. While serum total IgE values of 45% (n;45) of NP patients were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 27% (n;27) of the patients were higher than the accepted values. As serum total IgE values of 30% (n;15) of control group were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 12% (n;6) of them were higher than accepted value. The values of the serum total eosinophil count and positive prick test results were higher in patients with nasal polyposis than in healty individuals.This result shows that allergy is a important factor on etiopathogenesis of nasal polyposis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
Ahmet Yılmaz, Önder Akkaş, Meral Bayar, Hakan Uslu, Kemalettin Özden
Araştırma makalesi
Özeti
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
The InvestIgatIon Of CryptosporIdIum Spp. In PatIents WIth DIarrhea
by MIcroscopIc And ElIsa Methods
Cryptosporodium spp. gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde
ishale neden olan parazitler arasında hala önemli bir yere sahiptir.
İmmün sistemi baskılamış bireylerde ölümcül ishallere neden
olabilen, zorunlu olarak hücre içi yerleşim gösteren bir protozoondur.
Bu çalışmada hastanemizde kronik ve akut ishal ön tanısı almış
hastalarda etken olarak Cryptosporidium spp.’nin araştırılması,
etkenin tanısında Modifiye Asit Fast boyama ve ELISA (Enzim Linked
Immunassay Absorbant) yöntemini birlikte uygulayarak iki yöntemin
sonuçlarını karşılaştırmak amaçlanmıştır. Kasım 2013-Mayıs 2014
tarihleri arasında Erzurum Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi kliniklerinden Mikrobiyoloji laboratuarına gönderilen
86 ishalli dışkı örneği araştırma kapsamına alınmıştır. Çalışma
grubundaki dışkı örneklerine aynı gün Modifiye Asit Fast boyama
yöntemi uygulanarak mikroskopta 100X objektifde incelendi.
Toplanan dışkı örneklerinin bir kısmı ise hiçbir koruyucu madde ilave
edilmeden ependorflara alınarak -20 °C’de saklandı. Saklanmış bu
örnekler daha sonra Cryptosporidium antijenlerini aramaya yönelik
hazırlanmış ELISA yöntemiyle çalışıldı. Kit üretici firmanın önerdiği
şekilde uygulandı. Değerlendirme 450 nm dalga boyunda ELISA
okuyucusunda yapıldı. Yaşları 0-83 arasında değişen 43 kız, 43
erkek bireylerden oluşan 86 kişiye ait gaita örneklerinde toplam 6
örnekte Modifiye Asit-Fast boyama ile pozitif sonuç saptanırken,
ELISA yöntemiyle 8 örnekte pozitiflik saptanmıştır. ELISA yöntemiyle
pozitiflik saptanan olguların 4’ü (%50) erkek, 4’ü (%50) kız idi.
Modifiye Asit Fast boyama yönteminde ise pozitiflik saptanan olgular
2’si erkek (%33.3), 4’ü kız idi (%66.7). Sonuç olarak, dışkıda özgül
antijen arayan ELISA’nın maliyeti, boyama yöntemine göre yüksek
olmasına rağmen, uygulamada sağladığı avantaj, çok sayıda örneğe
birlikte uygulama kolaylığı sağlaması ve hızlı sonuç vermesi gibi
nedenlerle ELISA yönteminin Cryptosporidium tanısında tercih
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Cryptosporidium spp. has still an important place among
parasites which are the main reason of diarrhea both developing and
developed countries. It is an obligate intracellular protozoan that may
lead fatal diarrhea in immune-suppressed persons. In this study, our
aim was to investigate the presence of Cryptosporidium oocysts as
an agent in pre-diagnosed patients with chronic and acute diarrhea
by using both Modified Acid Fast Staining and ELISA methods. For
our study, 86 diarrheal stool samples were collected which were sent
from Ataturk University Medical Faculty Research and Application
Hospital Clinics to Microbiology Laboratory between December 2013
and May 2014. At the same day, Modified Acid Fast Staining method
was performed to stool samples and examined under the microscope
(with 100X magnification). A small pieces of feces were placed in
eppendorf tubes without adding any preservatives and stored at
-200
C. After a while, ELISA method was performed to these stored
samples for detecting Cryptosporidium antigens. Kit was performed
as recommended by the manufacturer and the results was evaluated
with ELISA reader at 450 nm. A total 6 of samples by Modified Acid
Fast Staining and 8 samples by ELISA were detected as positive in
stool samples of 86 patient (43 female and 43 male) having age range
of 0-83 years. Four (50%) positive samples, which were detected by
ELISA, were belong to either female or male patients. For Modified
Acid Fast Staining, 2 (33.3%) of positive samples were belong to
male patients, 4 (66.7%) of positive samples were belong to female
patients. As a consequent; although ELISA method is costly than
staining method, we suggest that ELISA method should be preferred
for Cryptosporidium diagnosis because of the advantages including
quick results and ease of application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
Osman Yılmaz, Adil Kartal, Özden Vural, Lema Tavlı, Dinçer Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
The RelatIon Between GastrIc Cancer And Ulcer
Midedeki peptik ülserlerin komplikasyonlarından biri de malign transformasyondur. Bu çalışmamızda, peptik ülser ile bundan gelişebilecek mide karsinomu arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu çalışmada, S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1987-1988 yıllarında, midesindeki ülser şeklindeki lezyon nedeni ile parsiyel gastrektomi yapılmış ve Patoloji Anabilim Dalı laboratuvarına gönderilmiş, 15 adet, ülser şeklinde lezyonu olan mide piyesi incelendi. Bunların 7'si peptik ülser, karsinom, 3'ü de tabanı ve duvarlarından birinde, küçük bir alanda karsinom hücreleri olan, eptik ülsere benzer, ülserkarsinom şeklindeki lezyonlardı. Bu lezyonlar temel kabul edilerek peptik ülser ile ülseröz mide karsinomu arasındaki ilişkiler, literatür gözden geçirilerek tartışıldı.
One of the complications of gastric peptic ulcer is, malignant transformaiion. in this study, we have investigated the relation between peptic ulcer and gastric carcinorna that develops in chronic :gastric ulcer. Fifteen surgically resected stornachs, with ulcer were studied. Seven of those ulcers were peptic ulcer, five were carcinorna, but there were lesions like uncer-carcinoma. Those lesions had malignant cells in the sinan area at the base or margin of the ulcer. The ulcer-carcinotnas showed that carcinorna !might develop in the chronic gastric ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Ümit Dündar, Alper Murat Ulaşlı, Ömer Dikici, Tuğba Şenay, Selma Eroğlu, Hasan Toktaş, Özlem Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Does FIbromyalgIa Syndrome Affect The Treatment And DIsease
actIvIty In RheumatoId ArthrItIs?
Romatoid artritli (RA) hastalarda eşlik eden fibromiyalji sendromu
(FMS) varlığı %14-17 olarak bildirilmiştir. RA’da tedavi kararı
verilirken en sık başvurulan yol hastalık aktivitesini hesaplamaktır.
Hastalık aktivitesi hastalık aktivite skoru (DAS 28) ile belirlenmektir.
Yapılan çalışmalarda RA hastalarında FMS varlığında hastalık
aktivitesinin daha şiddetli olduğu rapor edilmiştir. Bundan dolayı FMS
varlığı göz ardı edilirse bu hastalara daha agresif tedavi yaklaşımları
uygulanabilir. Bu çalışmanın amacı RA’ya eşlik eden FMS sıklığını
belirlemek ve FMS’nin RA hastalık aktivitesine ve RA’da uygulanan
tedavi yaklaşımına etkisini değerlendirmektir. Çalışmaya toplamda
74 kadın hasta alındı ve hastalar FMS varlığına göre iki gruba (Grup
1: sadece RA, Grup 2: RA+FMS ) ayrıldı. Hastalarının hassas (HE)
ve şiş eklem (ŞE) sayıları, eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), ağrı
düzeyi için vizüel analog skala (VAS) değerleri kaydedilerek DAS 28
skorları RA hastalık aktivitesi için hesaplandı. Ayrıca hastaların FMS
hassas nokta muayeneleri yapıldı. Grup 1’de 44 hasta, Grup 2’de
30 hasta bulunmaktaydı. Grup 2’de ortalama DAS 28 skoru (3.41 &
4.77, p:0,000), ortanca HE değeri (4 & 11) (p:0,000) ve ortalama VAS
(21,81 & 45,00) (p:0,000) anlamlı olarak farklıydı. Ancak ortanca ŞE
değeri (0 & 0) (p:0,240) ve ortalama ESH (24.93 ± 18 & 30.33 ± 25
mm/h) (p:0,869) arasındaki fark anlamlı değildi. RA hastalarındaki
FMS’nin varlığı medikal tedavinin tipini değiştirmiyordu. Bu çalışmada
RA hastalarında FMS varlığında HE sayısının, ortalama VAS ve DAS
28 skorunun daha yüksek olduğu gözlendi. RA hastalık aktivitesi
DAS 28 ile ölçüldüğünde FMS varlığında abartılmış olabilir ve bu da
uygunsuz tedavi kullanımına yol açabilir. Ancak bizim kliniğimizde
FMS varlığı gözardı edilmediği için uygulanan medikal tedaviler
arasında fark bulunmamıştır.
In patients with rheumatoid arthritis (RA), concomitant
fibromyalgia syndrome (FMS) has been reported in 14-17% of
cases. Several methods are used to evaluate the outcomes in RA.
Among them, disease activity score (DAS 28) is the most frequently
used. The previous studies demonstrated that the presence of FMS
is associated with a significant increase in the DAS 28 scores in
patients with RA. Therefore if, the presence of FMS is ignored if more
aggressive treatment approach can be applied to these patients. The
aim of this study was to assess the frequency of FMS and evaluate
the effect of FMS to disease severity and treatment approach in RA
patients. A total of 74 female RA patients were enrolled to the study
and they were separated in two groups with regards to presence
of concomitant FMS (Group 1 only RA, and group 2 RA with FMS).
The number of tender (TJ) and swollen joints (SJ), erythrocyte
sedimentation rate (ESR) and for pain visual analog scale (VAS)
levels were noted and DAS 28 scores were calculated for RA disease
severity. Additionally, the patients were examined for the presence
of pain in 18 FMS tender points. Group 1 included 44 patients, while
there were 30 patients in group 2. The mean DAS 28 score (3.41 &
4.77, p:0,000), the median number of TJ (4 & 11) (p:0,000) and mean
VAS (21,81 & 45,00) (p:0,000) were significantly higher in group 2.
However, the difference in SJ (0 & 0) and ESR (24.93 ± 18 & 30.33
± 25 mm/h) values were not significant. The type of medication used
for treatment (DMARD or Anti-TNF drug) did not differ according
to FMS existence in RA patients or not whether having FMS or not
in RA patients. This study revealed that, the number of TJ, mean
VAS and mean DAS 28 score are higher in in RA patients having
concomitant FMS in RA patients. RA severity evaluated with DAS28
score may be overestimated due to concomitant FMS which may lead
to inappropriate treatment approaches. There was no difference in
terms of medical treatments because the presence of FMS considered
in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
Ümit Kamış, Hamiyet Pekel, Banu Turgut Öztürk, Khaligoul Akyer
Araştırma makalesi
Özeti
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
EvaluatIon Of ClInIcal CharacterIstIcs Of Globe LaceratIons
Amaç: Göz travmaları içinde görme kaybına en çok neden olan göz küresi laserasyonlarının klinik özelliklerinin incelenmesi ve risk faktörlerinin saptanması. Gereç ve yöntem: Çalışmamız kapsamında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı’nda takibi yapılmış göz küresi laserasyonu olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimiz dosya kayıtlarından olguların yaş, cinsiyet, etkilenen göz, yaralanma esnasında yapılmakta olan aktivite, yaralanmadan sorumlu madde, yaralanma bölgesi, yaralanma sonrası kliniğimize başvurana kadar geçen süre, başlangıç görme keskinliği, yapılan cerrahi prosedür, izlem süresi sonundaki, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği ile ilgili bilgiler incelendi. Bulgular: Delici göz yaralanmasına maruz kalan 215 olgunun 168’i (%78.1) erkek, 47’si (%21.9) kadındı. Yaralanma anında yapılmakta olan en sık aktivite iş ve ev faaliyetleri (%51.6), en sık sorumlu madde ise kesici ve delici maddelerdi (% 55.8). Yaralanmaların lokalizasyona göre dağılımı incelendiğinde en sık korneal (110 olgu, %51.2) yaralanma görüldüğü saptandı. Başlangıç görme keskinliği 157 (%77.3) olguda 0.1 ve altındaydı ancak tedavi sonrası stabilleşen görme keskinlikleri değerlendirildiğinde 62 (%31.5) olguya düşmekteydi. Cerrahi prosedür olarak 149 (%69.3) olguya korneal veya korneoskleral tamir, 52 (%24.2) olguya tamirin yanı sıra katarakt ekstraksiyonu, 5 (%2.3) olguya yabancı cisim çıkarılması, 9 (%4.2) olguya ise evisserasyon uygulanmıştır. Sonuç: Teknolojik yeniliklere rağmen göz küresi laserasyonları sonrası görme kaybı oranının oldukça yüksek olması bu kazaların önlenmesinin daha önemli olduğunu göstermektedir. Çalışmamızda saptanan risk gruplarının kazalar konusunda bilgilendirilmesi ve riskli aktiviteler esnasında koruyucu önlemlerin alınması göz küresi laserasyonlarının azalmasını sağlayabilir.
To analyse the clinical characteristics of globe lacerations known as the main cause of visual loss due to ocular trauma and determine the risk factors. Material and method: This retrospective study included perforating eye injuries followed at the Ophthalmology Department of Selcuk University. The following parameters of cases are recorded from registrations of our clinic: age, sex, affected eye, activity at the time of injury, causative agent, localization of injury, the length of time from injury to the initial examination in our clinic, initial visual acuity, surgical procedure, best corrected visual acuity measured at the last visit. Result: Of the 215 cases with perforating eye injuries 168 (78.1%) were male and 47 (21.9%) were female. The most common activity at the time of injury was home and work activities in 51.6% of cases caused by cutting and perforating matters in the majority. Analysis of injury localization revealed cornea as the most comman affected region in (110 cases 51.2%). The initial visual acuity was equal to or below 0.1 in 157 (77.3%) of cases. This number of cases decreased to 62 (31.5%) when the stabilised final visual acuity was determined. The surgical intervention was corneal or corneoscleral reparation in 149 (69.3%) cases, cataract surgery in addition to reparation in 52 (24.2%) cases, foreign body extraction in 5 (2.3%) cases and evisseration in 9 (4.2%) cases. Conclusion: Despite advances in technology, the high incidence of visual loss after perforating globe injuries pointed out the importance of preventive efforts. Increasing the knowledge of risk groups about eye injuries, taking the necessary preventive measures during risky activities would decrease perforating eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Bezının Iğne Biyopsisi
Şakir Tavlı, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Bezının Iğne Biyopsisi
Needle BIopsy Of The ThyroId Gland
Soğuk tiroid nodülü tanısı ile Uludağa Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğine yatan 32 hastaya Vim Silverman iğnesi ile kesici iğne biopsisi uygulanmış, tüm olgular operasyona alınarak sonuçlar ameliyat materyalinin histopatolojik tanısı ile karşılaştırılmıştır. 32 olgudan 2'sinde iğne biopsisi ile yeterli doku örneği sağlanamamış, 30 olguda iğne biopsisi ve ameliyat materyalinin hisiopatolojik tanıları arasında uygunluk görülmüştür. Literatürdeki iğne biopsisi serileri de gözden geçirilerek bu yöntemin güvenilir, tehlikesiz ve gereksiz tiroidektorni oranını azaltma yönünde kullanılması gerekli bir yöntem olduğu vurgulanmıştır.
We performed cutting needle biopsy with Vim Silverman needle to 32 patients with cold thyroid nodules in Department of Surgery, Faculty of Medicine, University of Uludağ. All patients underwent operation and the resulis of biopsies were compared with the histopailıological diagnosis of the operation material. in iwo of 32 patienıs, sufficient material tikusv not available with cuning needle biopsy and histopathological diagnosis of 30 patients were compambie with biopsies. as in previous _r_e32)2z1,,-swccQuitıble and avpids patients 1 rom unnecessary ihyroidectomies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
Gökhan Kalkan, Fügen Ersoy
Araştırma makalesi
Özeti
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
IncIdence Of MalIgnancy In PatIents WIth Common VarIable Immune DefIcIency And TheIr FamIly Members
Özellikle lenforetiküler ve gastrointestinal malignitelerin yaygın
değişken immün yetmezlik (Common Variable ImmunodeficiencyCVID)
hastalarında daha sık görüldüğü bilinmektedir. Semptomsuz
gen taşıyıcılarının bulunabileceği akrabalar arasındaki malignite
sıklığı da az sayıdaki çalışmayla gösterilmiştir. Bu calismada CVID
ve immünoglobülin A (IgA) eksikliği hastaları ve bu hastaların
akrabalarındaki malignite insidansı araştırılmıştır. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji Ünitesi’nde takip
edilen Toplam 25 CVID hastası ile 727 akrabası ve 68 IgA eksikliği
hastası ile 1802 akrabası malignite insidansı açısından incelenmiştir.
Ayrıca CVID hastalarının birinci derecen akrabalarında IgA eksikliğinin
bulunma sıklığı serum immünglobülin A (IgA) düzeyi tayiniyle ve CVID
hastalarında otoantikor varlığı serum antinükleer antikor (ANA) ve
anti çift sarmallı DNA antikor (dsDNA) varlığı ile taranmıştır. Malignite
insidansı CVID hastalarında %12, akrabalarında %1,9 olarak tespit
edilmiştir. IgA eksikliği hastalarında maligniteye rastlanmazken
akrabaların %2,3’ünde malignite bulunmuştur. Üç CVID hastasının aile
bireyinde IgA eksikliği saptanmıştır. Hiçbir CVID hastasında serum
ANA ve anti dsDNA pozitif bulunmamıştır. Sonuçlar, literatüre paralel
olarak CVID’lı hastaların artan malignite insidansını doğrulamaktadır.
Hem CVID hem de IgA eksikliği hastalarının yakınlarında malignite
sıklığında artış saptanmamıştır. Otoantikor negatifliği ve kanser
sıklığı ilerleyen yaşla değişebileceğinden CVID hastalarının bu iki
durum konusunda yakın takibi önerilmektedir. CVID’lı hastaların aile
bireylerinin IgA eksikliği yönünden taranması bir çok asemptomatik
vakanın erken tanısına yardımcı olacaktır.
It is well known that malignancies especially of lymphoreticular and gastrointestinal origin are more common in patients with common variable immune deficiency (CVID). Incidence of malignancy among relatives of patiens with CVID was reported in a limited number of studies. In this study incidence of malignancy among patients with CVID, IgA deficiency and their relatives were investigated. We evaluated 25 CVID and 68 IgA deficiency patients, and their 727 and 1802 respective relatives for the presence of malignancy. In addition, all the first degree relatives of patients with CVID were screened for the presence of IgA deficiency and autoantibodies in terms of positive anti nuclear antibody (ANA) and anti double stranded DNA antibody (dsDNA). Incidence of malignancy in patients with CVID and their relatives were 12% and 1.9%, respectively. A history of malignancy was positive in none of the patients with IgA deficiency but in 2.3% of their relatives. None of the patients with CVID had positive ANA or anti dsDNA. Our results confirm the notion that incidence of malignancy is increased in patients with CVID. However, relatives of neither CVID nor IgA deficiency patients , displayed any increase in the incidence of malignancy. Screening of patients with CVID for malignancy and their relatives for IgA deficiency might provide early diagnosis of these conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
2550 Crıner Sistem Taş Vakasının Analızi
Mehmet Kılınç, Mehmet Özer
Araştırma makalesi
Özeti
2550 Crıner Sistem Taş Vakasının Analızi
Analysıs Of The 2550 Crıner System Stone Case
Dicle Üniversitesi Tip Fakültesi Üroloji Kliniğine son 12 yıllık bir süre zarfında başvuran (1970 - 1983) 2550 taştı hasta incelenmiştir. Taşların lokalizasyon, cins, yaş ve bölgeye göre dağılımı sunulmuştur. Mesane taşı erkek cinsin hakim hastalığıdır, bölgemizde yaygın görülür (özellikle erken çocuklukta daha yaygındır).
2250 patients who vere diagnosecl calcilus stone disease admitted to the Urology Clinic of Medical Faculty of Dicle University, during a period of last 12 years (1970 - 1983), are presented. The patients with the stone disease are reported according to age, sex, localisation and region. Bladder stones are seen predoırıinanay in males, especially in, early childhood and common in our area.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glikojen Depo Hastalığı Tip Iv (olgu Sunumu)
Hasan Ali Yüksekkaya, Mehmet Emre Atabek, Bülent Oran, Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul
Olgu sunumu
Özeti
Glikojen Depo Hastalığı Tip Iv (olgu Sunumu)
Glycogen S'torage DIsease Type Iv: A Case Report.
Glikojen depo hastalığı tip IV "branching enzim" aktivitesinin yetersizliği ile ortaya çıkan nadir görülen otozamal resesif kalıtımlı bir hastalıktır. Hastalık karaciğer ve diğer organlarda anormal glikojenin birikimi ile sonuçlanır. Çalışmada, karaciğer iğne biyopsisi ile tanı alan 5 aylık bir kız çocuğu sunuldu ve bu tip glikojen depo hastalığının süt çocukluğu döneminde siroz etkenleri arasındaki önemi vurgulandı.
Glycogen storage disease type IV (GSD-IV) is a rare autosomal recessive disease caused by a deficiency of glycogen branching enzyme (GBE) activity. This results in the accumulation of abnormal glycogen in the liver and ot her organs. İn this study, the case of a 5-month-old female patient proven GSD-IV with percutaneous needle biopsy is reported and the importance of this disease among the causes of cirhosis in infancy is stressed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hemodiyalizin Lipid Metabolizmasına Etkisi
Müfid İspanoğlu, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, İbrahim Erkul, Fikret Güldoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hemodiyalizin Lipid Metabolizmasına Etkisi
Effect Of Chronıc Hemodıalysıs On Lıpıd Metabolısm
Bu çalışma, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hemodiyaliz ünitesinde devamlı diyalize giren 20 diyaliz has-tasında yapılmıştır. Diyaliz hastalarında diyalizden önceki ve sonraki Total Kolesterol (TK), Yüksek dansiteli lipoprotein - Kolesterol (HDL-C), Düşük dansiteli lipoprotein - Kolesterol (LDL-C), Beta Lipoprotein, Pre-beta lipoprotein, Alfa lipoprotein değerleri, 20 kontrol hastası ile karşılaştırıldı. Sonunda diyaliz grubunda, kontrol grubuna nazaran TK, HDL-C, LDL-C, prebeta lipoprotein, affa lipoprotein düşük, Beta Lipoprotein yüksek bulundu. Diyalizden sonra ise Beta-lipoprotein ve LDL-C de düşüş, diğer fraksiyonlarda ise hafif yükselme bulunmuştur.
This report is performed on twenty undergoing haemodialysis pa-tients, at Selçuk University, Medical Faculty, Haemodialysis unit of Internal Medicine. Total cholesterol HDL-C, LDL-C, Beta lipoproteins, Pre-beta lipoprotein and Alpha lipoprotein values of haemodialyzed pa-tients and the values of control group are compared. In dialyzed patients TC, HDL-C, LDL-C, Pre-beta lipoprotein and alpha lipopro-teins are found low but Beta lipoprotein high, comparing to the control group. After dialysis Beta lipoprotein and LDL-C are decreased and the other fractions are slightly increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
Berrak Güven, Şerefden Açıkgöz, Ülkü Özmen Bayar, İlker Sarıtekin
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
ProlIdase Enzyme ActIvItIes In PreeclampsIa
Bu çalışmada preeklampside serum ve plasental doku prolidaz
enzim aktiviteleri incelendi. Preeklampsili 24 ve sağlıklı gebe olan
25 kadından serum ve plasental doku örnekleri toplandı. Prolidaz
enzim aktivitesi fotometrik metot kullanılarak tespit edildi. Anne
yaşı, sistolik ve diyastolik kan basıncı, gebelik haftası ve fetal
doğum ağırlığı gibi veriler değerlendirildi. Preeklamptik gebelerde
kontrollere göre serum prolidaz aktiviteleri anlamlı olarak düşük
ve plasenta prolidaz aktiviteleri ise anlamlı olarak yüksek bulundu.
Plasenta prolidaz düzeyleri ve gebelik haftası, fetus doğum ağırlığı
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon arasında izlendi.
Sonuç olarak, preeklamptik plasentada kollajen turnover oranını
artmış olduğu sonucuna varıldı. Ancak preeklampside prolidazın
gebelik haftası ve fetüs gelişimini nasıl etkilediğini gösteren ileri
çalışmalara ihtiyaç vardır.
The present study investigated serum and placental tissue
prolidase enzyme activities in the preeclampsia. Serum and placental
tissue samples from 24 women with preeclampsia and 25 women
with healthy pregnancy were collected. Prolidase enzyme activity
was determined using a photometric method. Data such as maternal
age, systolic and diastolic blood pressure, gestational age and fetal
birth weight were assesed. Serum prolidase activities were found
significantly lower and placenta prolidase activities were significantly
higher in preeclamptic pregnancy than those in controls. Statistically
significant correlations were found between placenta prolidase levels
and gestational age, fetal birth weight. In conclusion, we conclude
that collagen turnover rate is increased in preeclamptic placenta.
However, further studies are needed how prolidase affect gestational
age and fetal birth weight in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkutan Endoskopik Gastrostomi Deneyimlerimiz
Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Fahrettin Acar, Akın Çalışır, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Perkutan Endoskopik Gastrostomi Deneyimlerimiz
ExperIence Of Percutaneous EndoscopIc Gastrostomy
Perkutan Endoskopik Gastrostomi (PEG), beslenme sorunlu
hastalara uzun süreli enteral beslenme desteği için uygulanan
minimal invaziv bir girişimdir. Bu çalışmamızda endoskopi ünitemizde
PEG uygulanan hastaları ve sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel cerrahi kliniğinde
Ocak 2010 - Aralık 2012 tarihleri arasında PEG yapılan 112 hastanın
kayıtları retrospektif olarak incelendi. Endoskopi ünitesinde lidokain
(Xylocaine®) ve midazolam (Dormicum®) ile sedatize edilen hastalara
“Çekme tekniği” kullanılarak, 20 F ‘lik Abboth Flexiflo endoskopik
gastrostomi tüpü uygulandı. PEG uygulanan hastalar; yaş, cinsiyet,
endikasyon, girişimsel komplikasyonlar, port kenarında oluşan kaçak,
periportal enfeksiyon ve mortalite yönünden incelendi. Hastaların
37’si (%33) bayan, 75’i (%67) erkekti. Yaş ortalaması 53±16,57
(min 28-mak 77) idi. Hastalarda değişik patolojiler sonucu beslenme
problemi mevcuttu. Ortalama PEG beslenme süresi 180±74,84
(min 10- mak 295) gündü. PEG sonrası 4 (%3,5) hastada cilt altı
enfeksiyonu, 5 (%4,4) hastada gastrointesinal intolerans, 6 (%5,3)
hastada gastrostomi kenarından geçici kaçak gelişti. PEG, beslenme
yetersizliği olan hastalarda enteral yolun basit, emniyetli ve etkili bir
şekilde kullanılabilmesini sağlayan etkin bir yöntemdir.
Percutaneous endoscopic gastrostomy (PEG) is a minimal invasive method of enteral nutrition for the patients that the oral intake is not possible. The aim of this study is to determine the results of our PEG insertion procedure performed. We analysed the medical records of 112 patients who had an initial PEG insertion retrospectively in January 2011 and December 2012 at Selçuk University Faculty of Medicine. We inserted 20 F Abboth Flexiflo endoscopic gastrostomy tubes by the “Pull Tecnique” in all cases. No general anesthesia was needed. The records were reviewed with regard to age, gender, indications, interventional complications, the port-site leakage, periportal infection and mortality were examined. PEG was performed to 112 patients comprising 37 females (33%) and 75 (67%) males, ages ranged from 28 to 77 years with a mean age of 53±16,57 years. All patients had neurological defects that impair feeding. Average time of feeding through PEG 180±74,84 (min 10- max 295) days. After PEG, subcutaneous infection was occured at 4 (3.5%) patients, gastrointesinal intolerance was occured at 5 (4.4%) patients, leakage from gastrostomy site was occured at 6 (5.3%) patients. PEG is a simple,safe and effective feeding method for enteral nutritional deficiency in patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
400 Vajinal Kültürün Mikrob İyolojık Değerlendırmesı
Naci Kemal Kırca, Bülent Baysal, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
400 Vajinal Kültürün Mikrob İyolojık Değerlendırmesı
MIcrobIologIcal EvaluatIon Of 400 VagInal Cultures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına akımı şikayetleri ile gönderilen 400 vajinal kültür değerlendirildi. 184 kültürde (%46) patojen bakteri üremesi görüldü. 164 kültür (q141) normal vajen florası olarak değerlendirild. 52 kültürde (%.13) üreme olmadı. Patojen bakteri üremesi görülen 184 kültürden 64 tanesinde (%34.8) patojen stafilokok, 56 tanesinde (%30.4) Gram negatif emerik bakteri, 36 tanesinde (%19.6) enterokok ve 28 tanesinde (%15.2) kandida saptandı.
In the laboratories of Microbiology at the Selçuk liniversity Medical Sohool, 400 vaginal cultures were ohtained from the wornen with vaginal discharge complainttrıents. 184 out of 400 vaginal cultures (46%) were evaluated as pathoge.nic flora and 164 oui of 400 cultures (41%) were evaluated as normal flora. pathogenic flora pnicroorganistns were pathogenic ..laphylococcus (34.8%), Gram negative enteric bacteria (30.4%), enterocOccus (19.6%) and Gandida (15.2),
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Mehmet Uyar, Yusuf Kenan Boyraz, Kübra Gençağa, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Assessment Of Job SatIsfactIon Of The Research AssIstant In A UnIversIty HospItal
Amaç: Kesitsel tipteki bu çalışma Meram Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimi alan araştırma görevlilerinin iş doyumunu ve iş doyumu ile ilişkili olabilecek faktörleri belirlemeyi amaçlamıştır. Hastalar ve Yöntem: Demografik bilgiler ile Minnesota İş Doyum Ölçeği’nden oluşan 36 soruluk anket formu yüz yüze görüşme yöntemiyle 244(%80,2) asistan hekime uygulanmıştır. Bulgular: Katılımcıların %52,5’i erkek, %55,3’ü evliydi ve %29,1’inin en az bir çocuğu vardı. Yaş ortalaması 28,42±3,02 yıl idi. Aylık ortalama nöbet sayıları 6,35±4,10 idi. Araştırma görevlilerinin %9,8’i daha önce bir uzmanlık eğitimini yarıda bırakmıştı. Hekimlerin %60,6’sı aldıkları ücretten memnun değildi. Genel doyum puan ortalaması 3,24±0,53, içsel doyum puan ortalaması 3,40±0,56, dışsal doyum puan ortalaması 2,97±0,62 olarak bulundu. Temel bilimlerde çalışan hekimlerin dışsal iş doyum puan ortalamaları dahili ve cerrahi bilim dallarında çalışan hekimlere göre anlamlı bir şekilde daha yüksek bulundu. Hekimlerin %33,2’si çalışma koşullarından, %44,3’ü amirinin çalışanlara yönelik davranışından, %84,4’ü çalışma arkadaşlarından memnundu. Konya’daki tıp fakültelerinden mezun olanların genel doyum puanı ve dışsal doyum puanı Konya dışındaki fakültelerden mezun olanların genel doyum puanından ve dışsal doyum puanından anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Yoğun çalışma temposuna sahip hekimlerin, çalışma ortamı ve koşullarının iyileştirilmesi, kurum politikalarında söz sahibi olmalarının sağlanması, aldıkları ücretlerin iyileştirilmesi, sadece araştırma görevlisi hekimlerin iş doyumu düzeyini değil hastalara sunulan hizmetin kalitesini de artıracaktır
Aim: This cross-sectional study aims to determine job satisfaction of research assistants taking medical specialization education at Meram Medical School and factors that may be related to job satisfaction. Patients and Methods: A questionnaire consisting of Minnesota Job Satisfaction Scale and questions regarding demographic information is applied to 244 (80,2% ) physician assistants via face to face meeting. Results: 52.5% of participants were male, 55.3% of them were married and 29.1% had at least one child. Average of age was 28.42±3.02 years. Average number of night duties monthly was 6.53±4.10. 9.8% of research assistants had quitted a specialization education before. 60.6% of physicians were not content with their salaries. Overall satisfaction point average was 3.24±0.53, intrinsic satisfaction point average was 3.40±0.56, extrinsic satisfaction point average was found to be 2.97±0.62. Extrinsic satisfaction point averages of physicians working in basic sciences was found to be significantly higher than averages of physicians working in internal medicine and surgery branches. 33.2% of physicians were satisfied with working conditions, 44.3% with their chiefs’ behaviours towards employees, 84.4% with their colleagues. Overall satisfaction and extrinsic satisfaction points of participants who graduated from medical schools in Konya were meaningfully higher than points of those who graduated from medical schools outside Konya. Conclusions: Improving the working environments and conditions of physicians having busy schedule, enabling them to have a voice in institution policies, increasing the wages will not only increase the job satisfaction level of research assistant physicians, but also the quality of service provided to patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Anatomi Pratik Derslerinde Kullanılan Pratik Ders Slaytları Hakkındaki Görüşleri
Mustafa Büyükmumcu, Anıl Didem Aydın, Döndü Akın, Mehmet Tuğrul Yılmaz, Abdurrahman Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Anatomi Pratik Derslerinde Kullanılan Pratik Ders Slaytları Hakkındaki Görüşleri
MedIcal Students’ VIews About PractIcal Lessons’ SlIdes WhIch Used EducatIon Of PractIcal Anatomy
Çalışmada 113 tıp öğrencisinin, anatomi pratik eğitiminde
maketlerin ve kemiklerin resimlerinin, slaytlarda kullanılması ile ilgili
görüşleri değerlendirilmiş ve bu slaytların anatomi pratik eğitimine
etkilerinin değerlendirilmesi hakkındaki yorumlar toplanmıştır.
Çalışma Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde
2011-2012 yılları arasında Dönem 2 öğrencilerinde gerçekleştirildi.
Çalışmaya katılan gönüllü öğrenciler 18-30 yaşları arasında idi.
Öğrencilere açık uçlu 3 adet sorudan oluşan bir anket uygulandı.
Elde edilen veriler SPSS programında değerlendirildi. Öğrencilerin
ankette yer alan pratik ders slaytlarının olumlu, olumsuz ve
geliştirilmesi yönündeki hazırlanmış 3 adet açık uçlu soruya
verdikleri cevaplar gruplandırıldı, istatistiki açıdan önem dereceleri
belirlendi. Öğrencilerin tamamı pratik ders slaytlarının, anatomi
pratik eğitimine olumlu etki ettiğini bildirmişlerdir. Öğrencilerin
%28’i olumsuz görüş belirtmezken, %16’sı geliştirilmesi yönünde
herhangi bir görüş belirtmemişlerdir. Pratik ders slaytlarının konunun
anlaşılmasına destek sağladığı fikrine erkek öğrencilerin %20,5’i,
kızların ise % 1,8’i görüş bildirmişlerdir (p<0,001). Erkek öğrencilerin
%15,4’ü pratik derslere katılıma gerek olmadığını düşünürken, kız
öğrencilerin tamamı tam tersini düşünmektedirler. Erkek öğrencilerin
tamamı kız öğrencilerin ise %19,1’i pratik ders slaytlarının
geliştirilmesi gerektiğini, slaytların sonunda soru ve özet şeklinde bir
kısmın bulunması görüşünü bildirmişlerdir. Anatomi pratik eğitiminde
maket ve kemik resim slaytlarının kullanılmasının öğrenme sürecine
olumlu katkı sağlayacağı ortaya çıkmıştır. Slayt kullanımının teknik,
içerik ve çeşitlilik açısından geliştirilmesinin gerekliliği belirlenmiştir.
Sonuç olarak, anatomi eğitim sürecinde daha iyiye ulaşmak için,
öğrenci düşüncelerinin alınmasının, anatomi pratik eğitimine katkı
sağlayabileceği belirlenmiştir.
In this study, 113 medical students views which related to using
of the photographs of bones and anatomical models on the slides
were evaluated and tried to gather comments about effects of slides
to anatomy practical education. A questionnaire which consisting of
three open-ended question was prepared by the Anatomy Department
of Meram Medical Faculty of the Konya University and then they
were presented to 113 students. Participants ages of this survey
were between 18-30. The obtained data were evaluated using
SPSS computer program. The answers that questionnaire about the
practical trainings shows; classified through the student opposition
wheter: negative, positive and evolution. Whole the volunteers
reported that there is a positive impact on the education of practical
anatomy using the slides. While 28 % of the students did not give
negative opinion on the other hand, 16 % of the students did not
give any opinion for evaluating this slides. 20,5% of male students
and %1,8 female students gave an opposition about the “advantage
of practical slides for lessons” (p<0,001). 15,4% of male students
opposition shows that there is no need to attend the classes, on the
other hand; 100% of female students disagree on this view. 100% of
male students and 19,1% female students agreed on an idea that the
slides should develop and evaluate by adding the opinion such that;
in the conclusion of the slides there should be questions and the
summary. Using the models, bones and slides have a possitive effect
on learning anatomy practical education. The results demonstrate
that; slides method should be developed by such a subject:
technique, meaning and variation. As a result, to reach the better
goals on anatomy education, it can be better for anatomy practical
education that matter the opinion of students.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
Ali Acar, Refika Selimoğlu, Halime Göktepe, M. Furkan Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
New SurgIcal TechnIque For UterIne Atony: AnalysIs Of 7 Cases
Bu çalışmada 7 uterin atoni kanamalı hastada kavite uyumlu
sütür (KUS) (∞) uygulanmasını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde 7
uterin atonili vakada vicril 1 no sütür kullanılarak kavite uyumlu
∞ sütür atıldı. Doğum sonu uterin kanamalı normal doğum yapan
3 hasta ve sezaryan (CS) olan 4 hastada uterin atoni gelişti.
Yedi hastanın üçünde palsenta fundal yerleşimli iken dördünde
plesenta previa hali mevcuttu. Yedi hastada da kanama kontrolü
sağlandı. Hastaların hiçbirinde komplikasyon izlenmedi. Hastalar
ortalama 3.9 günde taburcu edildiler. Olgular yaklaşık 18-24 ay
sonrasında normal menstrual sikluslarına ulaştılar. Uterin atoni
ciddi morbidite ve mortalite riski taşmaktadır. Bu patolojide mortalite
morbidite ve histerektomi oranı yüksektir. Yeni teknik ile 7 uterin
atonili hastada etkin şekilde kanamanın durduğu gözlemlenmiştir.
Ciddi bir komplikasyon görülmemiştir. Hiçbir hastaya histerektomi
gerekmemiştir.
We aim to evaluate the new cavity appropriate suture application in 7 patienst with uterin atony (UA) in our clinic. We applied the new cavity appropriate suture in 7 patienst with uterin atony via 1 no vicryl suture in Meram Medical School Hospital Department of Obs&Gyn. In 3 patients with normal vaginal delivery with postpartum hemorrhage and in 4 patients delivered by cesarian section atony occured. In 3 patients of 7 the plasenta was fundus -lying ,in 4 of them it was plasenta previa. Bleeding control was done in all of them. There was no complications in any of them. Patients discharged on an average 3.95 days. Menstruation syclus restored on an average 18 -24 months in theese patients. Uterin atony has a serious morbidity and mortality. In this pathology the risk of mortality, morbidity and hysterectomy is high. İn 7 patients with uterin atony we observed the bleeding stopped with our new tecnique. We observed no serious complication. No patient underwent hysterectomy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Plevra Ponksıyonunun Solunum Fonksıyon Testlerıne Etkısı
Faruk Özer, Gülden Paşaoğlu, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Plevra Ponksıyonunun Solunum Fonksıyon Testlerıne Etkısı
Effects Of ThoracentesIs On Pulmonary FunctIon Tests
Bu çalışmada, Selcuk Ciniversiwsi Tip Fakaltesi Gogiis Hastaltklart Anabilim Dall'nda takip ettigimiz yac ortalantalari 45 olan 28'i erkek, 13'u kadin toplam 41 plorezili hastanin solunum fonksiyon testleri in-celendi. Solunurn fonksiyon parwnetrelerinden FVC, FEV , FEY lIFVC ye PEF'de torasentez sonrast saptanan degi§iklikler degerlendirildi. Torasentez sonrasi degerlendirilen solunum fonksiyon testlerinin tandinde istatistiksel olarak anlandi dikeyde artz§lar saptandt. calt§marniz plorezili hastalarda plevra ponksiyonunun solunum fonksiyonlarinda diizelme sagladcginz göstermektedir.
We investigated effects of thoracentesis on pul-monary function tests in 41 patients with pleurisy, at Chest Diseases Department of Selcuk University Medical Faculty. Of the pulmonary function parameters FVC, FE1/1 , FEV1IFVC and PEF were measured before and after thoracentesis. The values of these parameters determined after thoracentesis were wound increased significantly compared to the values before thoracentesis. Our results suggest that thoracentesis provides improvoment in pulmonary functions of the patients with pleurisy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
Kemal Ödev, Mustafa Güleç, Ahmet Bilge, Adil Kartal
Araştırma makalesi
Özeti
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
The Value Of Ultrasonography In The LIver DIseases
25.5.1985 - 30.12.1985 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fa-kültesi Radyoloji Anabilim Dalında 391 hasta US (Ultrasonografi) ile incelenmiştir. Yirmi üç hastada karaciğerde, 1 hastada karaciğer ve karında, 1 hastada karaciğer ve sol böbrekte lokalize olmuş kist hidatik, 20 hastada karaciğerde bağ dokusu artışı, asit ve spnomegali ile karakterize karaciğer sirozu ve 8 hastada karaciğerde solid (tümöral) lezyon tespit edildi. Bu çalışmada US bulguları ile ameliyat bulguları karşılaştırıldı. Kist hidatik tanısı konularak ameliyat yapı/an hastalarda US'nin teşhis doğruluğu %100 dür. Diğer hastalarda US, klinik teşhis çalışmalarına ve ameliyat endikasyonu koymada rehberlik etmiştir.
391 cases were examined by US (Ultrasonography) at the department of Radiology of Medical Faculty of Selçuk University, between May 25, 1985 and December 30, 1985. Hydatid csyt to have localized in the liver in twenty three cases, in the liver and abdomen in one case, in the liver and left kidney in one case, liver ci.rrhose characteriezd by splenomegaly, acsites and the increase of connective tissue in twenty cases and solid (tumour) lesion in eight cases were determined in the liver. US findings were compared wi.th operation findigns. The diagnosed csyt. US has become a guide for clinical diagnostic studies and to determine operation indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Direkt Coombs Test Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
Zehra Karataş, Mehmet Arif Akşit, Neslihan Tekin
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Direkt Coombs Test Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon WIth PosItIve DIrect Coomb’s Test In Newborn
Son yıllarda kan grubu uyuşmazlığı olmayan yenidoğanlarda pozitif direkt Coombs (DC) test sıklığındaki artış dikkati çekmektedir. Bu artışa neden olan faktörleri değerlendirmek amacıyla bu çalışma yapılmıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan ünitesinde Haziran 2004-Kasım 2006 yılları arasında takip edilen 2362 bebekten DC test pozitifliği saptanan 97 vakanın dosyası retrospektif olarak incelendi. DC test pozitiflik prevalansı %4.1 olarak bulundu. Olguların 26’sı prematüre idi. 41 hastada hemoliz vardı. 22 hastada başlangıçta negatif olan DC testi sonradan pozitifleşti. Prematürelerin %34.6’sında, matür bebeklerin ise %14’ünde DC pozitifliği sonradan saptandı. Kan grup uyuşmazlığı olmayan 35 hastada, intrauterin ve postpartum sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) ve/veya enfeksiyon, çeşitli antenatal riskler, intravenöz immünglobulin (IVIG) tedavisi ve antibiyotik kullanımı tespit edildi. Yenidoğanlarda DC test pozitifliğine, kan grubu uyuşmazlığından sonra en sık SIRS ve/ veya enfeksiyon, kan ve kan ürünlerinin transfüzyonu, intravenöz IVIG tedavisi, daha nadir olarak ta çeşitli nedenlerle ortaya çıkan antikorlar neden oluyor gibi gözükmektedir.
In recent years, increase in the frequency of positive direct Coomb’s (DC) test in newborns without blood incompatibilitiy is remarkable. The objective of the present study is to determine the associated factors that causing this increase. Ninety-seven patients with positive DC test from 2362 newborns who were hospitalized in Neonatology Unit of Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine between June 2004-November 2006 have reviewed retrospectively. The prevalance of positive DC test was 4.1%. Twenty-six patients were premature. Hemolysis was determined in 41 patients. In 22 patients DC test was negative initially, but became positive in time. The DC test were became positive during the time, in 34.6% of premature and 14% of term newborns respectively. In 35 patients without blood incompatibility; intrauterine and postpartum systemic inflammatory response syndrome (SIRS) and/or infection, various antenatal risks, intravenous immunoglobulin (IVIG) therapy and antibiotic use were determined. In the newborns with positive DC test, the most common etiologic factors after blood group incompatibility are SIRS and/or infection, transfusion of blood and blood products, IVIG therapy and more rarely the resulting antibodies from various reasons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
İsa Yılmaz, Osman Güvenç, Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Derya Arslan, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
ClInIcal CharacterIstIcs And EchocardIographIc FIndIngs Of PatIents
dIagnosed WIth Acute RheumatIc Fever
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu farenjit veya
tonsillitin non-süpüratif geç komplikasyonu sonucunda oluşan akut
romatizmal ateş, gelişmiş ülkelerde az sıklıkta görülmesine karşın
gelişmekte olan ülkelerde hala önemini koruyan edinsel bir kalp
hastalığıdır. Bu çalışmadaki amaç, merkezimizde akut romatizmal
ateş tanısı almış hastaların değerlendirilmesi ve ülkemizde önemli
bir sağlık sorunu olan bu nedenin son literatür bilgileri eşliğinde
tartışılmasıdır. Ocak 2010-Mayıs 2014 yılları arasında Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesine müracaat eden ve akut romatizmal
ateş tanısı konulmuş olan hastaların dosyaları geriyedönük olarak
incelendi ve demografik verileri, klinik ve ekokardiyografik özellikleri,
uygulanan tedaviye verilen yanıtları tespit edildi. Akut romatizmal
ateş tanısı konulan, tanı anındaki yaş ortalaması 11.6 yıl (5-17 yıl)
olan 26 (%40) kız, 39 (%60) erkek olmak üzere toplam 65 hastadan,
16 (%24.6) hastaya kardit, 11 (%16.9) hastaya artrit, 5 (%7.7) hastaya
kardit + artrit, 33 (%50.8) hastaya sessiz kardit tanısı konuldu.
Hastalar en sık % 59 oranında artrit ve artralji belirtileri başvurdu.
Fizik muayenede 25 (%38.4) hastada patolojik, 21 (%32.3) hastada
masum üfürüm duyuldu, 19 (% 29.2) hastada üfürüm duyulmadı.
Ekokardiyografik değerlendirmede mitral yetmezlik 14 (%21.5)
hastada, aort yetmezliği 10 (%15.4) hastada, birlikte mitral ve aort
kapak tutulumu 22 (% 33.9) hastada tespit edildi. Akut romatizmal
ateş ülkemizde hala insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Artriti olan veya artralji şikayetleriyle başvurup akut faz belirteçleri
normalden yüksek olan hastalarda fizik muayenede patolojik üfürüm
duyulmasa bile ekokardiyografik inceleme yapılması gerektiği
vurgulandı.
Acute rheumatic fever (ARF) is an acquired cardiac disease,
that may develop as a non-supurative, late-onset complication of an
infection with group A β-hemolytic Streptococcus, such as pharyngitis
or tonsillitis, continues to maintain its importance in developing
countries, despite it is relatively rare in developed countries. The
aim of this study was to review patients, diagnosed with acute
rheumatic fever at our center, and to discuss this disease, which is
a major health problem in our country, in the light of recent literature
data. Files of patients, who referred to Selçuk University Medical
Faculty Hospital, and diagnosed with ARF between January 2010
and February 2014, were assessed, retrospectively, and patient
demographic data, clinical and echocardiographic (ECHO) features,
treatment responses were identified. A total of 65 patients, including
26 (40%) girls and 39 (60%) boys, diagnosed with ARF, with an
average age of 11,6 years (5-17 years) at the time of diagnosis, 16
(24.6%), 11 (16.9%), 5 (7.7%) and 33 (50.8%) of 65 patients has also
been diagnosed with carditis, arthritis, carditis and (+) arthritis, and
silent carditis, respectively. The most frequently referred symptoms
are arthritis and arthralgia, with a 59% rate. Although pathological
murmurs and innocent murmurs were identified during physical
examination in 25 (38.4%) and 21 (32.3%) patients, respectively; 19
(29.2%) patients had no evidence of heart murmur. The most common
findings in echocardiographic assessment are mitral insufficiency
(MI), aortic insufficiency (AI), and mitral and aortic valve involvement
in 14 (21.5%), 10 (15.4%) and 22 (33.9%) patients, respectively.
Acute rheumatic fever continues to be a health-threatining condition
in our country. Even if there are no pathological murmur in patients
referred with arthritis or arthralgia, with an increased level of acute
phase reactants; echocardiographic assessment should be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
Mehmet Bitirgen, Mehdi Yeksan, Doğan Çiftçi, Bülent Baysal, Ilgar Taşdemir, Şamil Ecirli, Yaşar Karaaslan, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegalovIrus (cmv) AntIbodIes In Renal Transplant RecIpIents And IlentodIalysIs PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Hemodializ ünitesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Nefroloji Ünitesinde tedavi gören böbrek transplantasyonu yapılan 57 hasta ve hemodializ uygulanan 57 kronik böbrek has-tası üzerinde yapılmıştır. Hastalara ait kan örneklerinde Cytomegc.ılovirus (CMV) Immunglobulin M (1g M) ve Irnmünglobulin G (Ig G) antikorların Enzyme-Linked linmunosorbent Assay (EL1SA) metodu ile Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında tayin edildi. Bulunan sonuçlar sağlıklı 50 kişiden oluşan kontrol grubunun sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Böbrek transplantasyonlu hastaların %56.14'ünde CA1V-IgM, %100'ünde CA-1V-IgG seropozitifliği bulundu. Hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında CMV-lgM %24.56, CMV-1gG %91.23 oranında seropozitif bulundular. Kontrol grubunda ise CMV-1gM CMV-IgG cş650 oranında seropozitif olarak bulunmuştur. Böbrek transplantasyon hastaları ve hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında bulunan CMV-IgM ve IgG seropozitifliği kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.01).
This study is performed in 57 renal transplant recipients and 57 hemodialysis patients with chronic renal failure in the Nephrology Division of the Department of Internal Mek-lif-...ine, University of Hacettepe School of Medicine and llemodialysis Unit (4- the Department of Internal Medicine, University of Selçuk School of Medicine_ Cytornegalovirus (CMV) IgM and 1gG antibodies were deterrnined in blood sarnples by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) rnethod in the Microbiology Laboratory of Selçuk University. 1,Ve compared the results with control including 50 healty individuals. We fourıd CMV-IgM seropositivity 56.14%, CMV- IgG seropositivity 100% in the renal transplant recipients and CMV-IgM seropositivity 24.56%, CM11-IgG se.ropotisivity 91.23% in the hernoclialysis patients. In control group, CMV-IgM seropositivity was 2% and CMV-IgG seropositivity 50%. The rates of CMV-1gM and Ig G seropositivity in the renal transplant recipients and hemodialysis patients with chronic renal failure were high and significant according ta the control group (p<0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dermatoloji Kliniğimizde Onikomikoz Sıklığı
Mustafa Özdemir, İbrahim Baysal, Hüseyin Tol, İnci Mevlitoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dermatoloji Kliniğimizde Onikomikoz Sıklığı
The Frequency Of OnychomycosIs In Our Dermatology ClInIc
Amaç: Polikliniğimize başvuran hastalarımızdaki onikomikoz sıklığını araştırmak. Yöntem ve gereçler: çalışmaya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliğine Ekim 2004-Ocak 2005 tarihleri arasında başvuran 18 yaş ve üzerindeki 771 hasta alındı. Olguların yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyleri kaydedildi. Onikomikoz tanısı için tırnak numuneleri laboratuarımızda alındı. Her numunenin direkt mikroskopik muayenesi ve mantar kültürü yapıldı. Bulgular chi-square test ve student t testi ile değerlendirildi. Bulgular: 67 olguda (%8.7) onikomikoz saptadık. Bu olguların 43’ü erkek (%64.1) ve 24’ü (%35.9) kadındı. Onikomikoz gelişiminin yaş artışı (p<0.05) ile korale olduğunu tespit ettik. Sonuç: Kliniğimize başvuran hastalar arasında onikomikoz sıklığını %8.6 olarak saptadık. Onikomikozdan korunma ve tedavi yöntemleri ile ilgili bilgilendirici eğitsel çalışmaların yapılması durumunda bölgemizde onikomikoz görülme oranlarının daha da düşeceğini düşünmekteyiz.
Objective: The aim of this study is to determine the frequency of the patients with onychomycosis who have admitted to our clinic. Materials and method: 771 patients aged 18 years and over presented to Dermatology Clinic of Meram Medical Faculty of Selcuk University between October 2004 – January 2005 were included into the study. Age, sex and education level of the patients were noted. Nail samples were taken for diagnosis in our laboratory. Direct microscopic examinaiton and culture were performed. Chi-square test and student t test were used for statistical analysis. Results: Onychomycosis was detected in 67 cases (8.7%), of whom 43 (64.1%) were male and 24(35.9%) were female. The presence of onychomycosis was found to correlate significantly with increasing age (p<0.05), male gender (p<0.05) and low education level (p<0.05). Conclusion: We detected the frequency of onychomycosis as 8.6% in our patients. We consider that occurance rate of onychomycosis may decrease in our region when informative educational measures related to with protection are performed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
Adil Kartal, Mehmet Yeniterzi, Selçuk Duman, Yüksel Tatkan, Tahir Yüksek, Muzaffer Şeker, Mustafa Şahin, Yüksel Arıkan, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
The Effects Of The IlepatotrophIc Factor In SystemIc CIrculaüon On The LIver Atrophy
Portakaval şantlardan sonra karaciğerde görülen atrofi portal kanın ihtiva ettiği hepa-totrofik faktörden karaciğer hücrelerinin yoksun kalması ile izah edilmektedir. Değişik portakaval şantlarda karaciğerde nasıl bir etki oluştuğunu incelemek amacıyla köpeklerde bir deneysel çalışma yapıldı. Köpekler 15, 10 ve 10 deneklik 3 gruba ayrıldı. Her gruba ;farklı işlemler uygulandı. Denekler postoperatif 15. gün sakrifiye ertilde. Karaciğer makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi. Ilistopatolojik incelemelerde her 3 grupta da portal venin sol dalı bağlı olmayan lobta hepatositlerde lipid birikimi, hiperkromatozis ve mitotik aktivite artışı izlenirken, yalnız portal venin sol dalı bağlanan deneklerde sol lobta yaygın hemo-rajik infarkt ve nekrotik odaklar gözlendi. Sol dal bağlama ve şant uygulanan deneklerde ise sol lobda atrofinin minitnal düzeyde tespit edilmesi resirküle eden kandaki hepatotrofik faktörün etkisi ile izah edilebilir.
Liver atrophy after portacaval shunt is explained by lack of the liver from hepatotrophic factors. This study is undertaken to evolve the (2hanges in liver atter portac.aval shunt. The animals were calegorized in 3 groups each including 15, 10 and 10 animals respectivefy and we performed dillerent interventions. Anitnaly were sacrified at 15th day. Ilisiopathological exarnination revealed lipid accumulation, hyperchrornatosis and increasing of rnitotic activity in liver lobes which left branch of portal yein were not ligated and diffuse haernorrhagic infarct and necrosis in left kbes of the anirnais which had only ligation of the left branch of porta! yein. We deiermined only rninimal atrophic changes in left
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
Bahar Kandemir, Mehmet Bitirgen, Emel Türk Arıbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Cases WIth Acute VIral HepatItIs HospItalIzed Between 1990-2004 In The ClInIc Of InfectIous DIseases, Meram Faculty Of MedIcIne, Selcuk UnIversIty
Amaç: 1990–2004 yılları arasında kliniğimizde akut viral hepatit tanısı ile yatan 561 olgu etyolojik, epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar özelliklerinin belirlenmesi amacı ile geriye dönük olarak değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Akut hepatit semptom ve bulguları olan hastalarda viral hepatit belirleyicilerinin saptanmasında ELISA ve PCR yöntemleri kullanıldı. Bulgular: Olgular 7–77 yaş arasında olup yaş ortalaması 26.76±14.51 idi. Olguların 297’si erkek, 264’ü kadın olup 270’i (%48.2) HAV, 233’ü (%41.5) HBV, 18’i (%3.2) HCV, 3’ü (%0.5) HDV, 1’i (%0.2) HEV, 4’ü (%0.7) HAV+HBV koinfeksiyonu, 3’ü (%0.5) diğer ve 29 tanesi (%5.2) etiyolojisi saptanamayan grupta yer aldı. Hepatit A olgularının en sık sonbahar ve kış aylarında ve daha çok öğrencilerde görüldüğü saptandı. Olguların 377 tanesinde (%67.2) bulaşma yolu saptanamadı. En sık görülen yakınmalar halsizlik (%73.8), sarılık (%67), bulantı (%66.1) ve idrar renginde koyulaşma (%56.9) idi. En sık görülen bulgular ise ikter (%85), hepatomegali (%44) ve splenomegali (%8.2) idi. Ortalama AST değeri 1433.38 (106–7963), ortalama ALT değeri 1951.96 (218–15596), total bilirübin ortalama değeri ise 9.13 (1.3–35) idi. Sonuç: Olguların büyük bir kısmında bulaş için herhangi bir risk faktörünün bulunamaması, aşılanma ile önlenebilir olması hepatit A ve B’ye karşı aşılamanın önemini ortaya koymuştur.
Aim: Patients who diagnosed acute viral hepatitis between 1990-2004 were avaluated for etiological, epidemiological, clinical and laboratory characteristics, retrospectively. Material and method: Patients who had acute symptoms and physical examination findings suggesting acute viral hepatitis were evaluated by ELISA and PCR methods. Results: Mean age of the patient group was 26.76±14.51 years (7-77). 297 of the patient groups were male, 270 of them were female. Acute viral hepatitis A, B, C, D, E were diagnosed in 270 (48.2%), 233 (41.5%), 18 (3.2%), 3 (0.5%), 1 (0.2%) patients respectively. Hepatitis A + B coinfection were diagnosed in 4 (0.7%) patients whereas; in 29 patients (5.2%) diagnosis remained obscured. Acute viral hepatitis A was tend to occur in students during autumn and winter. Route of infection could not be identified in 377 (67.2%) patients. Weakness (73.8%), jaundice (67%), nausea (66.1%) and dark urine (56.9%) are the most frequent complaints whereas; jaundice (85%), hepatomegaly (44%) and splenomegaly (8.2%) were the most common signs noted during physical examination. Mean AST, ALT, total bilurubin values were 1433.38 (106-7963), 1951.96 (218-15596), 9.13 (1.3-35) respectively. Conclusion: Value of anti-hepatitis A and B virus vaccination is underlined because of lackness of any transmission-associated risk factors in majority of acute viral hepatitis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Başı Avasküler Nekrozunda Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Ve Enoksaparinin Kısa Dönem Etkilerinin Araştırılması
Abdullah Arslan, Fatih Dikici, Sevim Purisa, Vakur Olgaç, Salih Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Başı Avasküler Nekrozunda Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Ve Enoksaparinin Kısa Dönem Etkilerinin Araştırılması
EvaluatIon Of Short Term Effects Of HyperbarIc Oxygen And EnoxaparIn Treatments In Avascular NecrosIs Of Femoral Head
ÖZET
Amaç: Femur başı avasküler nekrozu (AVN), femur başını besleyen damarların hasarlanması veya tıkanması sonucu ortaya çıkan kemik ve kemik iliği nekrozudur. Özellikle gençlerde ve orta yaşlarda görülen, büyük oranda cerrahi müdahale gerektiren bir hastalıktır. Cerrahideki gelişmelere rağmen bu hastalarda önemli oranda kalça protezi uygulaması gerekmektedir. Hiperbarik Oksijen Tedavisi (HBOT) tek başına veya cerrahi tekniklerle beraber femur başı avasküler nekrozunda bazı klinik olgularda başarılı sonuçları bildirilmiş bir tedavi yöntemidir. HBOT damar hasarına veya damar tıkanıklığına bağlı gelişen iskemik hastalıklarda da kullanılmaktadır. Enoksaparin pıhtılaşma sisteminde bulunan faktör Xaantagonistidir. Antikoagülan etkisinin yanında yapılan çalışmalarda kemik doku üzerinde osteopeni oluşturduğu, osteoblast gelişimini engellediği, osteoklast aktivitesini arttırdığı görülmüştür.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan femur başı AVN’de HBOT ve Enoksaparinin etkinlikleri araştırılmıştır. Bu amaçla 64 sıçanın sol femur başlarına avasküler nekroz modeli uygulandı ve tedavilerin tek başına ve beraber uygulanmasının sonuçları araştırıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda HBOT alan ve Enoksaparin tedavisi alan sıçanlarda yeni kemik yapımının arttığı, remodelizasyon ve kıkırdak değişikliklerinin kontrol grubuna göre daha az olduğu görülmüştür. Nekrotik dokuların temizlenme hızının HBOT ile arttığı görülmüştür. HBOT ile Enoksaparinin beraber uygulanmasıyla en iyi sonuçlara ulaşılmıştır.
Sonuç: Bu çalışma HBOT’nin ve Enoksaparin tedavisinin tek başına veya kombine olarak femur başı AVN’de olumlu sonuçlar oluşturduğunu göstermektedir ve femur başı AVN hastalığı tedavisinde yapılan klinik çalışmaları desteklemektedir.
Anahtar Kelimeler: Hiperbarik oksijen tedavisi, avasküler nekroz, enoksaparin
ABSTRACT
Aim: Avascular necrosis of the femoral head (AVN) is the necrosis of the bone and the bone marrow resulting from the injury or the occlusion of the blood supplying vessels of the femoral head. Specially it is seen in mostly young and middle aged individuals and requiring mostly surgical procedures. Despite all advances in the surgical procedures, still a high rate of the hip prosthesis is a requirement in the treatment. Hyperbaric Oxygen Therapy (HBOT) alone or in combination with surgery is reported to be effective in some clinical AVN cases. HBOT is also a treatment method which is used in ischemic diseases resulting from vascular injuries or occlusions. Enoxaparin is an antagonist of factor Xa which is found in the coagulation system. Beside its anticoagulant effect it has been shown that it has an osteopenic effect, inhibits osteoblast maturation and increases osteoclast activity in the bone.
Material and Methods: In this study effects of enoxaparin and HBOT were investigated in the treatment of experimentally formed AVN of the femoral heads of the rats. For this purpose, avascular necrosis model was applied to the left femoral heads of 64 rats and the results of the treatments alone and together were investigated.
Results: In this study results have shown that an increase in the new bone formation, and remodelisation with less changes in the cartilage tissue than in the controls. An increase in the necrotic tissue clearing rate observed in the HBOT applied groups. The best results were achieved with the HBOT and enoxaparin combined applications.
Conclusion: In this study HBOT alone, enoxaparin alone or combination of these two treatments have a positive effect in the experimental femoral head AVN and supporting the clinical studies in the femoral head AVN.
Keywords: Hyperbaric oxygen therapy, avascular necrosis, enoxaparin
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
Asri Satılmış, Aydoğan Öbek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
The PathogenesIs Of HypertryglIserIdemy Encountered In CronIc RenaI FaIlure
Bu çalışmada, kronik böbrek yetmezliği olan hastaların kan serumlarındaki trigliserid seviyesi araştırılmıştır. Bu hastalarda görülen hipertrigliseridemi, Lipoprotein lipaz aktivitesinde yetmezlik ve karbonhidrat metobolizmasında bozukluk ile ilişkilidir.
In This report, level of trigliserides has been studied in patients with renal failure. Hypertrigilseridemy encountered in this patients has been found to be releated with insufficiency of lipoprotein lipase activity and the the disfunction of carbonhydrate metabolism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ankilozan Spondilit Hastalarının Serum Oksidanantioksidan Seviyeleri
Volkan Kocabaş, Hilal Kocabaş, Mustafa Kemal Başaralı, İlhan Sezer, Cahit Kaçar, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Ankilozan Spondilit Hastalarının Serum Oksidanantioksidan Seviyeleri
The Level Of Serum OxIdant-AntIoxIdant In PatIents WIth AnkylosIng SpondylItIs
Ankilozan spondilit (AS) aksiyal iskeletin ve periferik eklemlerin kronik, progresif ve inflamatuvar hastalığıdır. İnflamatuvar hastalıklarda proinflamatuar sitokinlerin yapımının artması oksidatif stres mediatörlerinin artışı ile birliktelik gösterir. Oksidatif stresin AS patogenezindeki rolü tam olarak açıklanmamıştır. Biz çalışmamızda AS’li hastaların serum oksidan ve antioksidan seviyelerini, bu seviyelerin hastalık aktivitesi ile olan ilişkisini ve sulfasalazin tedavisinin bu seviyelere olan etkisini araştırdık. Çalışmamıza 30 AS hastası ve yaş ve cinsiyet açısından denk 30 kontrol alındı. Hasta ve kontrol grubunun malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), ksantin oksidaz (XO), süperoksit dismutaz (SOD), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR) ve C-reaktif protein (CRP) değerlerine bakıldı. AS hastalarında Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite İndeksi (BASDAİ) hesaplandı. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktiviteleri hasta grupta istatistiksel olarak anlamlı yüksekken NO değerlerinde anlamlı farklılık saptanmadı. İnaktif ve aktif grup arasında NO, MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktiviteleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmadı. İnaktif grupta ise sadece SOD aktivitesi kontrol grubundan anlamlı derecede yüksekti. Aktif grupta ise MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktivitelerinde kontrol grubuna göre anlamlı yükseklik saptanırken NO değerlerinde anlamlı farklılık yoktu. Oksidan/antioksidan seviyeleri ile hastalık aktivite kriterleri olan ESR, CRP ve BASDAİ arasında korelasyon bulunmadı. Sulfasalazin tedavisi alan ve almayan hastalar arasında oksidan/ antioksidan seviyeleri açısından farklılık yoktu. Bu çalışmanın sonucunda Ankilozan spondilit hastalarında oksidatif stresin arttığını saptadık. Buna bağlı olarak oksidatif stresi azaltabilecek etkili bir antioksidan terapi AS hastalarında mevcut tedaviye ek bir tedavi seçeneği olabilir.
Ankylosing spondylitis (AS) is a chronic, progressive and inflammatory disease of axial skeleton and peripheral joints. The increase of proinflammatory cytokines production in inflammatory diseases is associated with increased in oxidative stress mediators. The role of oxidative stress in the pathogenesis of AS has not been fully explained. In our study we investigated oxidant and antioxidant level of AS patients and compared this level with disease activity and the effect of sulphasalazine treatment to this level. Thirty AS patients and age and sex matched 30 controls were included in our study. Malondialdehyde (MDA), xanthine oxidase (XO), superoxide dismutase (SOD), nitric oxide (NO) erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP) were evaluated. Bath Ankylosing Spondylitis Disease Activity Index (BASDAI) was calculated for AS patients. There was no statistically significant difference in age and sex between two groups. MDA levels and XO and SOD activities significantly higher in the patient group, while no significant differences were detected in NO values. Between inactive and active group, statistically significant difference between NO, MDA levels and XO, SOD activities were not detected. Only SOD activity in the inactive group is was significantly higher than control group. MDA levels and XO and SOD activities in the active group are significantly higher than the control group when NO values did not differ significantly. There was no correlation between Oxidant / antioxidant levels and disease activity criteria, ESR, CRP and BASDAI was found. Oxidant / antioxidant levels did not differ among patients who are taking or not taking sulphasalazine in the treatment. As a result of this study increase in oxidative stress were found in patients with ankylosing spondylitis. In this context, an effective antioxidant therapy which may reduce oxidative stress in patients with AS may be an additional treatment option.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
Mesut Tez, Erdal Göçmen, Mahmut Koç, Hikmet Akgül
Araştırma makalesi
Özeti
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
OxIdatIve Stress In Colorectal Concer (early Results)
Amaç: Oksidatif stres doku veya hücrede oluşan Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) nin konsantrasyonunun antioksidan kapasiteyi aşması olarak tanımlanır. Uzun süreli oksidatif stres kanser gelişiminde rol oynar. Bu çalışmada kolorektal kanser dokusunda oksidatif stresin düzeyi araştırılmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2000-2001 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp fakültesi Cerrahi Onkoloji Bilim dalında ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ameliyat olan yaşları 35 ile 80 arası değişen 17 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Ameliyat sırasında, piyes çıkar çıkmaz tümör dokusundan ve sağlam cerrahi sınırdaki mukozadan yaklaşık 1 cm3 doku örneği alınarak Malondialdehid (MDA), Superoksitdismutaz (SOD), Katalaz (CAT), Glutatiyon peroksidaz (GPX) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Tümor ve normal dokulardaki serbest oksijen radikallerinin konsantrasyonu arasında anlamlı fark bulunamadı. Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda tümör dokusundaki oksidatif stres normal dokuya göre farklı değildir.
Objective: Oxidative stress is defined as the event that the concentration of reactive oxygen species (ROS) formed in tissue or cells exceeding the antioxidant capacity. Long duration oxydative stress predisposes to cancer development. In this study, the role of oxydative stress in colorectal cancers was searched. Material and Methods: 17 patients withcolorectal cancer operated in Ankara University, Faculty of Medicine, Department of Surgical Oncology and Ankara Numune Training and Research Hospital between 2000-2001 were included in the study. During the operation, 1cm3 of mucosa was harvested from the tumoral and neighbouring healthy tissue just following the extraction of specimen. Malondialdehyde (MDA), Superoxide dismutase (SOD), Catalase (CAT) and Glutatione peroxydase (GPX) levels were measured in these tissue samples. Results: Concentration of free oxygen radicals in tumoral and healthy normal tissues were found to be statistically non-different. Conclusion: Oxidative stress in tumoral tissue of colorectal cancers was not different from the normal tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yari-Otomatik Bir Yazilim Kullanilarak Yapilan Korneal Subbazal Sinir Pleksusu Analizlerinin Güvenilirliği
Selman Belviranlı, Ali Osman Gündoğan, Enver Mirza, Mehmet Adam, Refik Oltulu
Araştırma makalesi
Özeti
Yari-Otomatik Bir Yazilim Kullanilarak Yapilan Korneal Subbazal Sinir Pleksusu Analizlerinin Güvenilirliği
RelIabIlIty Of Corneal Subbasal Nerve Plexus Analyses UsIng SemI-Automated Software
Amaç: Bu çalışmanın amacı yarı-otomatik bir yazılım kullanılarak yapılan kantitatif korneal subbazal sinir
pleksusu (KSSP) analizlerinin gözlemciler-arası ve gözlemci-içi güvenilirliğinin değerlendirilmesidir .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları
Bölümüne 20 Aralık 2021 – 20 Ocak 2022 tarihleri arasında başvuran 40 gönüllü dahil edildi. Katılımcıların
sağ gözlerinden Heidelberg Retina Tomografisi III ile entegre Rostock Kornea Modülü kullanılarak
KSSP’nu gösteren görüntüler alındı. Her bir gözden en kaliteli üç görüntü seçildi. ImageJ yazılımı için
NeuronJ eklentisi ile sinir lifleri işaretlendi ve sinir lifi uzunluğu (SLU), sinir lifi dansitesi (SLD) ve sinir
dalı dansitesi (SDD) hesaplandı. Tüm bu ölçümler iki farklı gözlemci tarafından yapıldı ve bir gözlemci
tarafından bir hafta ara ile ikinci kez tekrar edildi ve sınıf-içi korelasyon katsayısı (SKK) kullanılarak
gözlemciler-arası ve gözlemci-içi güvenilirlik analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 12’si kadın, 28’i erkek 40 katılımcının ortalama yaşı 34.70±5.86 yıldır.
Gözlemciler-arası güvenilirlik analizinde SKK değerleri SLU için 0.967 (95% CI 0.939-0.982), SLD için
0.826 (95% CI 0.696-0.904) ve SDD için 0.949 (95% CI 0.906-0.973) tespit edilmiş olup iyi-mükemmel
güvenilirliği göstermekteydi. Gözlemci-içi güvenilirlik analizinde SKK değerleri SLU için 0.964 (95% CI
0.932-0.981), SLD için 0.803 (95% CI 0.657-0.891) ve SDD için 0.890 (95% CI 0.802-0.941) tespit edilmiş
olup iyi-mükemmel güvenilirliği göstermekteydi.
Sonuç: Yarı-otomatik yazılım kullanılarak yapılan kantitatif KSSP analizlerinin gözlemciler-arası ve
gözlemci-içi güvenilirliği yüksektir ve bu sayede hem klinik pratikte, hem de klinik çalışmalarda, kornea
sinirlerinin iyilik halinin ve hasarının tespitinde, takibinde ve tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde
kullanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the interobserver and intraobserver reliability of quantitative
corneal subbasal nerve plexus (CSNP) analyses using semi-automa ted software.
Patients and Methods: Forty volunteers who applied to the Ophthalmology Department of the Necmettin
Erbakan University Meram Medical Faculty between 20 December 2021 and 20 January 2022 were
enrolled in the study. Images showing CSNP were obtained from the right eyes of the participants by using
Heidelberg Retina Tomograph III with Rostock Cornea Module. Three best quality images were selected
from each case. NeuronJ plugin for ImageJ software was used to trace nerve fibers and calculate nerve
fiber length (NFL), nerve fiber density (NFD), and nerve branch density (NBD). All these measurements
were performed by two different observers, and repeated for the second time by one of the observers
with an interval of one week, and interobserver and intraobserver reliability were determined using the
intraclass correlation coef ficient (ICC).
Results: The mean age of 40 participants (12 female and 28 male) was 34.70±5.86 years. The ICCs
for interobserver reproducibility were 0.967 (95% CI 0.939-0.982) for NFL, 0.826 (95% CI 0.696-0.904)
for NFD, and 0.949 (95% CI 0.906-0.973) for NBD indicating good to excellent reliability. The ICCs for
intraobserver repeatibility were 0.964 (95% CI 0.932-0.981) for NFL, 0.803 (95% CI 0.657-0.891) for NFD,
and 0.890 (95% CI 0.802-0.941) for NBD indicating good to excel lent reliability.
Conclusion: Quantitative CSNP analyzes using semi-automated software have high interobserver and
intraobserver reliability and can therefore be used in both clinical practice and clinical studies for detection
and follow-up of corneal nerves’ well-being, damage, and evaluation of response to treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
Özden Vural, Salim Güngör, Hilal Koral, Dilek Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
EpIdemIologIcal EvolutIon Of Cases Were DIagnosed Cancer At The Department Of Pathology Of MedIcal School Of Selçuk UnIversIty
Dr. Özden VURAL *, Dr. Salim GÜNGÖR *, Dr. Hilal KORAL *, Dr. Dilek BITİK * * S.Ü.T.F. Patoloji Anabilim Dalı ÖZET Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda 1988-1992 yılları arasında tanı koyulan 2365 kanser vakası, yaş, cin-siyet, organ dağılımı ve histopatolojik tipler açısından incelendi. Erkeklerde akciğer kanserlerinin, kadııılarda deri kanserlerinin oranı en yüksekti.
In this report 2365 cases that were diagnosed at the Department of Pathology of Medical School of Selçuk University between 1988-1992 are examined by age, sex, organ distribution and histopathological types. The ratio of lung carcinoma in men and skin carcinoma in women were the highest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlinde Çalışan Hekimlerin Adli Olgulara Ve Adli Raporlara Yaklaşımı - Anket Çalışması
İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci, Kamil Hakan Doğan, Yusuf Aynacı, İdris Deniz
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlinde Çalışan Hekimlerin Adli Olgulara Ve Adli Raporlara Yaklaşımı - Anket Çalışması
MedIcal PractItIoners' Approach To ForensIc Cases And ForensIc Reports In Konya ProvInce - A QuestIonnaIre Study
Amaç: Bu çalışma, acil servis çalışanı hekimlerin adli olgulara ve adli rapor düzenlenmesine yaklaşı-mını ve bu konularla ilgili yaşadığı sorunları tespit etmek ve çözüm önerileri sunmak amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Konya ve çevresinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerin acil servislerinde ve 112 Hızır Acil servislerinde çalışan ve "Acil Hekimliği Sertifika Programı Temel Modülü Eğitimi"ne katılan pratisyen hekimlere, eğitim öncesi, anket formları uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan hekimlerin %85.2’si mezuniyet öncesi adli tıp eğitiminin yeterli olmadığını belirtmişlerdir. Mezuniyet sonrasında adli tıp ve rapor konusunda eğitim alanların oranının ise %20.1 olduğu görülmektedir. Hekimlerin %42.4’ü adli raporun "tanıyı ilk koyan hekim tarafından" verilmesinin gerektiğini, %84.3’ü hastasının adli olgu olması nedeniyle fazladan bir tedirginlik yaşadığını, %66.8’i çalıştıkları birimlerde sadece adli olgulara bakan bir birim oluşturulması gerektiğini ancak bu gruba katılmak istemediklerini belirtmişlerdir. Hekimlerden, Türk Ceza Kanunu’nda yara ağırlığının belirlenmesi ile ilgili "yaşamsal tehlike", "basit tıbbi müdahale" ve "kemik kırığının yaşam fonksiyonlarına etkisi" konusunda yanlış değerlendirme yapanların oranının yüksek olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: Acil servis çalışanı pratisyen hekimlerin adli olgu ile karşılaşma oranı yüksek olmasına rağmen, adli rapor yazımı hususunda eğitim ve bilgi yetersizliği nedeniyle tedirginlik yaşadıkları anlaşılmaktadır. Yaşanan tedirginliği gidermek ve objektif kriterlere uygun adli rapor düzenlenmesi için özellikle acil servis çalışanı pratisyen hekimlere adli rapor düzenleme, yara ağırlık kriteri olarak kullanılan kavramlar ve adli olguya yaklaşım konularında uygulamalı eğitim verilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Aim: The aim of the present study was to investigate the medical practitioners' approach to forensic cases and to composing forensic reports and to determine the problems they face regarding these issues and to present suggestions for solutions to problems. Material and Method: Questionnaire forms were administered to practitioners working in emergency services and 112 Hizir Acil (swift emergency ambulance and first aid) services of hospitals affiliated with the Ministry of Health in the Province of Konya and around and who participated in "Emergency Medical Service Certificate Program Basic Module Training" before their training. Results: 85.2 % of the practitioners who participated in the study stated that the undergraduate forensic medicine training was not adequate. It was seen that the percentage of the practitioners who received training on forensic medicine and report after graduation was 20.1 %. Among the subjects, 42.4 % of the practitioners stated that the forensic report should be prescribed by "the medical practitioner who made the first diagnosis", 84.3 % of the practitioners stated that they experienced an uneasiness because of the fact that the patient was a forensic case, 66.8 % stated that a unit which dealt with only forensic cases should be set up in the units they worked, however, they did not want to take part in that group. It was determined that, of the practitioners, the number of the ones who made wrong assessments regarding the issues in the Turkish Penal Code such as "vital danger", "simple medical intervention" and "the effects of bone fractures on life functions" was high. Conclusion: Although the rate of encountering forensic cases is high in practitioners, it is understood that practitioners experience uneasiness about writing forensic reports because of their lack of training and knowledge. It is suggested that practical training should be provided concerning the issues of forensic report writing, concepts used as criteria for severity of injuries and approach to forensic cases, especially to the practitioners who work at emergency services in order to remove the uneasiness experienced and to organize forensic reports according to objective criteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atopik Dermatitli Hastalarda Deri Prick Test Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Ayşegül Baykan, Ali Balevi, Şükrü Balevi
Araştırma makalesi
Özeti
Atopik Dermatitli Hastalarda Deri Prick Test Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
AssessIng The Results Of SkIn PrIck Test, And Ige Levels In PatIents WIth AtopIc DermatItIs
Atopic dermatitis (AD), genellikle çocukluk çağında başlayan tekrarlayıcı, kronik, hayat tarzındaki değişikliklere bağlı olarak insidansı giderek artmakta olan, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır. Bu çalışmaya, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine başvuran atopik dermatit tanısı almış 30 hasta ile, atopi bulgusu olmayan 20 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Ev tozları, ağaç polenleri, çim ve ot polenleri, hayvan tüy epitelleri, gıdalar ,böcekler ve mantarlardan oluşan 51 maddelik prick test maddesi hasta ve kontrol grubuna uygulandı. Pozitif kontrol olarak histamin solusyonu, negatif kontrol olarak da serum fizyolojik kullanıldı. Hasta grubunda en çok pozitif çıkan alerjenler, ev tozları, çim polenleri, çavdar poleni ,yabani ot polenleri ve mantarlar olarak tesbit edildi. Kontrol grubunda ise sadece 1 kişide ev tozu ve candidaya karşı prick test pozitifliği tesbit edildi. Hasta grubundaki 30 kişiden 17 sinde total IgE yüksek bulunurken (%56.7) kontrol grubundaki 20 kişinin 2 sinde total IgE yüksekti (%10). Total IgE yönünden iki grup arasında anlamlı fark bulundu (p
Atopic dermatitis (AD) is a chronically relapsing skin disease that begins most commonly during early childhood. The prevalence of AD is increasing because of the alteration lifestyle and the disease effects life quality indifferently. In this study, subjects were 30 patients who were admitted to Dermatology Clinic of Selçuk University Meram Medical Faculty with the diagnosis of AD. There were 20 healty subjects as a control group, without any atopy history and have no clinical symptoms. Skin prick tests, composed of 51 materials; house dust mites, tree polens, grass polens, insects and mold were performed both groups. In this test histamin solution was positive and serum salin were negatif controls. Pricks tests were reactive mostly for house dust mites, mold, grass pollens and the other pollens in the AD group. In the healty group, there were reactive results for house dust mite and candida only in one subject. Serum total IgE levels elevated in 17 of 30 patients (56.7%) in AD group , and 2 subjects in the healty group (10%). Statistical analyses showed that, in the AD group, serum total IgE levels are significantly higher than healty controls (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
Nezahat Yıldırım, İbrahim H. Özercan
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) In ThyroId Tumors
Bu çalışmada tiroid tümörlerinde proliferatif aktivitenin gösterilmesi amacıyla Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'na gelen 47 adet tiroidektomi materyali çalışmaya alındı. Normal tiroid (9), nodüler guatr (11), folliküler adenom (7), papiller karsinom (16), folliküler karsinom (2) ve anaplastik karsinom (2)'a immünohistokimyasal olarak PCNA yöntemi uygulandı. Parafine gömülen dokulardan hazırlanan kesitler PCNA/cydin monoklonal antikorları ile boyandı. Pozitif boyanan nüveler değerlendirmeye alındı ve yüzde olarak PCNA indeksleri hesaplandı. PCNA indeksleri normal tiroid dokusunda % 0.5, nodüler guatrda % 2.1, folliküler adenomda % 2.6, papiller karsinomda % 6.2, folliküler karsinomda % 15.7 ve anaplastik karsinomda % 32.2 olarak değerlendirildi. Sonuç olarak benign tiroid tümörleri ile malign tiroid tümörleri karşılaştırıldığında PCNA indeksinin malign tiroid tümörlerinde belirgin artmış olduğu tesbit edildi.
We have studied on 47 thyroidectomy material that vvere came to Fırat University Medical Faculty Department of Pathology for the determination of proliferative activity. PCNA method vvere applied, normal thyroid(9), adenomatous goiterfl 1), follicular adenoma(7), papillary carcinoma(l6), follicular carcinoma(2) and anaplastic carcinoma(2). Ali cases paraffin sections stained PCNA/cydin monoclonal antibody. Positive painted nuclei vvas evaluated and PCNA indices vvere calculated as percentage. PCNA indices vvere evaluated normal thyroid %0.5, adenomatous goiter %2.1, follicular adenoma %2.6, papillary carcinoma %6.2, follicular carcinoma %15.7 and anaplastic carcinoma %32.2. As a conclution, thyroid carcinomas shovved significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared vvith benign thyroid tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migren Hastalarında Trigemino-Servikal Refleks: Ön Çalışma
Betigül Yürüten, Emine Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Migren Hastalarında Trigemino-Servikal Refleks: Ön Çalışma
TrIgemIno-CervIcal Reflex In PatIents WIth MIgraIne
Nörofizyolojik çalışmalar başağrısı olan hastalarda beyinsapı inhibitör nöronlarda uyarılabilirliğin azaldığını göster miştir. Trigemino-servikal refleksin C3 komponenti nosiseptif karakterdedir ve beyin sapındaki nöronlar arası aktiviteyi yansıtabilir. Bu refleks supraorbital sinirin stimulasyonu ile boyun kaslarından kaydedilir. Bizim çalışmamızda 16 aurasız migrenli, 20 normal kişide trigemino-servikal refleks kaydedildi. Latans ve amplitüd ölçümlerinde iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Bu sonuç bize migrenlilerde beyinsapı inhibitör nöronal aktivitede azalma olmadığını ve bu mekanizmanın ağrıdan sorumlu olamayacağını düşündürdü.
Neurophysiological studies have shown decreased excitability of the brain stem inhibitory interneurons in patients with headache. The C3 component of the trigemino-cervical reflex is nociceptive in character and may reflect the brain stem interneuron activity. This reflex is evoked by stimulation of the supraorbital nerve and recorded from the neck muscles. VVe recorded this reflex in 16 patients with migraine without aura and in 20 healthy subjects. There was not significant difference in latencies and amplitudes betvveen the two groups. VVe concluded that there is not decrease in brain stem inhibitory interneuronal activity İn migraine and this mechanism may not be responsible from pain control.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Acile Başvuran Hastaların Özellikleri
Mehmet Emre Atabek, Bülent Oran, Hakan Çoban, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Acile Başvuran Hastaların Özellikleri
The Features Of The UnIt Of ChIld Emergency And Its PatIents
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Birimine 1 Ocak 1998 -31 Aralık 1998 tarihleri arasında 14.941 hasta başvurdu. Başvuru nedenleri arasında ilk sırada enfeksiyon hastalıkları (% 48.4) gelmekte olup, bunların da % 23'ü üst solunum yolları enfeksiyonu idi. Acil birimine getirilen çocukların % 52'si gerçek acil, % 11'i acil olduğu düşünülerek getirilenler ve % 37'sini acil olmayan hastalar oluşturdu. Hastaların en çok kış mevsiminde ve ocak ayında, günün vardiyasına göre dağılımı incelendiğinde en çok 8°0-16°0 nöbetinde, yaş gruplarına göre de en çok 5-12 yaş grubunda getirildikleri görüldü. Nüfusunun yaklaşık yarısını çocuk ve ergenlerin oluşturduğu ülkemizde, Çocuk Acil Servisi Sistemleri, iyi organize edilerek yaygınlaştırılırsa Çocuk Acil Birimlerinde verilen hizmetin ka litesi artacaktır.
14.941 patients applied for the Emergency Service of Department of the Medical Faculty of the Selçuk University betvveen 1st January 1998 and 31 st December 1998 Infection diseases were the most common problem, ac- counting 23% of ali upper respiratory infection diseases and accounted 48.4% of ali infection diseases. 52% percent of the children admitted to the emergency service were real cases and 11% percent of the children vvere those who vvere supposed to be real cases and 37 % percent the children vvere not real cases. Patients vvere mostly admitted to the emergency clinic in winter, especially in January and betvveen 8 a.m. and 4 p.m. According to their age levels, They were mostly betvveen at the age level of 5-12 years. If Emergency Medicine Services can be well organised and extended in our country vvhose half of population is children, the Standard of quality in the Units of Children Emergency will be increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Chorea Ve Romatizmal Kalp Hastalığı
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, Şencan Özme, Ali Ertuğrul
Araştırma makalesi
Özeti
Chorea Ve Romatizmal Kalp Hastalığı
Chorea And Romatısm Heart Dısease
Bu çalışmada 1975 - 1980 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kardiyoloji Ünitesinde Sydenham Chorea tanısı alan 135 yaka retrospektif incelenip takdim edilmiş, romatizmal kalp hastalığı ile ilişkisi gözden geçirilmiş ve sonuçlar tartışılmıştır.
In this investigation, it has been introduced Orle kundred and thirty five cases wich vere retrospective//y diagvosed as Sydenham Chorea iri cleparment of pediatric cardiology of Hacettepe medical faculty between 1975 and 1980. It has been reviewed its relation with the heart disease and it has been discussed t.he results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
Halil Kunt, Hayri Dayıoğlu, Muhammed Kasım Çaycı
Araştırma makalesi
Özeti
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between Bone MIneral DensIty WIth VarIous RIsk Factors In Postmenopausal Women In Kutahya ProvInce
Osteoporozun postmenopozal kadınlarda görülme sıklığı çeşitli faktörlere bağlı olarak artmaktadır. Kütahya da yaşayan kadınlarda osteoporoza neden olan risk faktörlerini değerlendirmek amacıyla bu çalışma gerçekleştirildi. Kütahya devlet hastanesi DEXA birimine kemik mineral yoğunluğu ölçümü için başvuran menopoza girmiş yaşları 40-82 arasında değişen 103 kadının dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) cihazıyla a-p pozisyonunda lumbar omur (L1- L4) kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçümleri yapılmıştır. Çalışma verileri anket sonuçları kullanılarak elde edildi. Değerlendirme grupları Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Osteoporoz sınıflandırmasına göre DEXA ölçümleri, T skor -1,0 SD’ den büyük normal, T skor -1,0 SD ile -2,5 SD arası osteopeni ve T skor -2,5 SD’ den daha düşük olanlar osteoporoz olarak gruplandırıldı. Olguların % 86’sının ev hanımı, % 85’inin eğitiminin ilköğretim olduğu ve olguların tümünde aktivite düzeyinin düşük olduğu saptandı. Osteoporoz ve osteopeni grubunun normal gruba göre daha yaşlı olduğu saptandı (p0.05). Çalışmamızın sonuçlarından yaşa bağlı osteoporoz riskinin arttığı, yaşam stili ve sosoyodemografik karakteristiklerin kemik mineral yoğunluğundaki düşüşlerde etkili olduğu tespit edilmiştir.
Frequency of osteoporosis in postmenopausal women is rising depending on various factors. This study is aimed at to analyse the risk factors that cause osteoporosis for women living in Kütahya. The assessment of bone mineral density (BMD) of Lumbar vertebral bone (L1-L4) via dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) machine in a-p position was carried out on 103 women, aged between 40- 82 who had already been in menopause and applied to Kütahya Devlet Hastanesi (Kütahya State Hospital) department of DEXA for assessment of bone mineral density. Study data were achieved from survey results. Experimental group was evaluated according to World Health Organisation (WHO)’s Osteoporosis Classifications via DEXA assessments as T score -1,0 SD> normal, T score -1,0 SD and -2,5 SD is osteopeni and T score <-2,5 SD is osteoporosis. It was observed that all the respondents are housewifes, primary school educated and have a low activity level. It was observed again that the responders who are osteoporosis and osteopenia are older,shorter; particularly, osteoporosis group is 3 cm shorter and have less weight than normal group of people. The group of people who are osteoporosis and osteopenia have a lower age of first and last menstruation than normal people. Yet, they have a higher breast-feeding duration. It was detected that the patients have a lower T scores who had used cortisone for a long time and had bone fracture than who didn’t have any. It was detected again that the scores fell down depending on tested people’s decreasing in come, however, they rose depending on tested people’s rising education status. It was detected that the T scores of people who are leading a rural life was lower than who are leading a urban life. As a result of our study it was noticed that risk of osteoporosis rises depending on age, life style, characteristics of sociodemographic are effective on falling of bone mineral density.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lösemi Ve Lenfomalı Hastalarda Cytomegalovirus (cmv) Igm Ve Lgg Antikorlarının Araştırılması
Mehmet Bitirgen, Emine İnci Tuncer, Murat Günaydın, Ümran Çalışkan, O Seyfi. Şardaş, A. Zeki Şengil, Doğan Çiftçi, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Lösemi Ve Lenfomalı Hastalarda Cytomegalovirus (cmv) Igm Ve Lgg Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegalovIras (c:a.1v) Iga.1 And 1gg AntIbodIes In Lett-MIe And Lymp Fr Om A PatIents
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları, Çocuk Hastalıkları ve Ankara Üniversitesi ibn-i Sina Hastanesi Hematololi-Onkoloji Kliniklerinde yatan lösemi ve lenfomalı 102 hasta üzerinde yapılmıştır. Alman kan örneklerinde Cyzoınegalovirus 1g/U ve IgG antikorları enzymelinked immunosorbent assay (ELİSA) metodu ile araştırılmıştır. Serolojik tetkikler Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında yapılmıştır. 69 Iösemi ve 33 lenfoma hastalarında bulunan sonuçlar kontrol grubu ile karşılaştırılmıştır. Lösemili hastaların 7'si (%10.15), lenfomalı hastaların (%3.03) CMV-IgM bakımından seropozitifıi. CMV-1gG seropozitifligi ise lösemili has-taların 35'ınde (%50,72), lenfornalt hastaların I3'ünck (%39.39) görüldü. 50 kişilik kontrol grubunda ise CMV-IgA1 seropozitilligi I hastada (%2), CMV-IgG se.ropozinfligi ise 25 hastada (%50) sap-tanmıştır. Sitostatik kemoterapi almayan hastalardan T.•inde (%6.25) L.1,1V-IgM, 13 hastada (%40.63) CMV-1gG antikorları saptanmıştır. Sitostalik kernoterapi uygulanan hastalardan 6'sında (%8.75) CMV-1gM, 35'inde (%50) CMV-IgG antikorları pozitif bulunmuştur. olarak; kontrol gruba göre löserni hastalarında CA1V-IgM seropozit‘lli,s,;i anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). Lenforna hasta-larında ise fark yoktu (p>0.05). IgG antikorları bakımından ise lösemi ıre tenroma hasialartyla nor-mal kontrol grup arasında fark bulunamadı (p>0.05). sitostaıik ilaç alan ha,vialarla olmayanlar arasında da fark yoktu (p>0.05).
This study included 102 leukemic and lympho,rıa patients tit ho were ıreated in Internal Medicine pediatric Clinic of Selçuk University Medical Faculty and Ilematology Clinic of İbn-İ Sina Hospital of Ankara University. CMV-IgM and 1gG antibodies were investigated with the enzyrne-linked immunosorbent assay (ELİSA) rnethod on the blood saınples, The serologic examinations were made in Alicrobiology ELİSA taboratory of Selçuk University Medical Faculty. The finding.s- in 69 leukernic and 33 iyınphoma patients compared tere control group. CA1V-IgM seropositivity was found in 7 lebtkernic palienis (10.15%) and 1 lyınphoırıa patienı (3,03%). CMV-1gG seropositivity waz found in 35 leukeınic patients (50,72%) and 13 lymphoına patients (39,39%). CMV-IgM sero-positivily of control group was found in 1 patient (2';;> and CMV-1gC sepropositivity was found in 25 patients (50%, seropositivity wa? Pyr,nd in 2 paıienis (6.25[70) and CMV-IgG in 13 pa-tients (40.63%) 'vere not (reale(' with cyto(atic ::-1ceıno0;crapy. scropositivily was
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Harap Akciğer
Tahir Yüksek, Ali Ersöz, Hasan Solak, Mehmet Yeniterzi, Osman Yılmaz, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Harap Akciğer
Harap Lungs
Mayıs 1984-Nisan 1988 arasında, akciğerleri tahrip olan 7 vaka S. Ü. Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı. En genç ve en yaşlı hastalar 5 ve 47 yaşlarındaydı. Hastalar kendilerini öksürük, pürülan balgam, nefes darlığı, plevral ağrı ve hemoptizi ile gösterdiler. Parmakların çarpması her durumda yaygındı. Tahrip olmuş akciğer tarafında araştırabileceğimiz bir perfüzyon elde edemedik. 5 pnömonektomi ve 2 plöropnömonektomi ile cerrahi tedavi kabul edildi. Bir hastada bronko-plevral fistül ile postoperatif komplikasyon olarak 2 ampiyem vardı. Bu hasta torakoplasti sonrası öldü. Diğer hasta halen açık drenaj ile yaşıyor.
Between May 1984-April 1988 7 cases with destroyed lung were treated at S. Ü. Faculty of Medicine Thoracic and Cardiovascular Surgical Department. The youngest and oldest patients were 5 and 47 years old. Patients presented themselves with coughing, purulant sputum, dyspnea, pleural pain and hemoptysis. Clubbing of fingers was common in all cases. We obtained no perfusion in the destroyed lung side whom we could research. Surgical treatment with 5 pneumonectomy and 2 pleuropneumonectomy were corned out. There were 2 empyema as post operative complication with broncho-pleural fistula in one patient. This patient died following thoracoplasty. The other patient is still alive with open drainage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
Hasan Koç, Hızır Yılmaz, İsmail Reisli, Mustafa Altındiş, Hüseyin Altunhan, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
NosocomIal InfectIons At Newborn IntensIve Çare UnIt
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları yenidoğan ünitesine 1992-1996 yılları arasında yatırılan 4468 çocuk hastanın 236’sında(% 5.2) hastane enfeksiyonu saptandı. Bu enfeksiyonların 169’u (%71.6) prematüre bebeklerde, 67’si (%28.4) ise matür bebeklerde gelişmiştir. Matür bebeklerde enfeksiyon gelişme oranı % 2.2 iken, prematürelerde % 11.5 idi. Hastane enfeksiyonlarından sepsis (% 73.1) en sık görülürken, menenjit %19.3, pnomoni %3.4 ve diğer enfeksiyonlar %4.2 oranında tesbit edildi. Değişik vücut sıvılarından alınan kültürlerden 32’sinde bakteri üretilebildi (%13.5). Etkenler arasında Klebsiella spp. 9(%28.1), Escherichia coli (E.coli) 8(%25.0) olarak saptandı. Hastane enfeksiyonlarından ölüm oranı pnömonide %87.5, sepsisde %61.5, menenjitte %8.7 ve diğerlerinde %40.0 bulundu. Genel olarak hastane enfeksiyonlarının %51.6’sı ölüm ile sonuçlandı.
236 (5.2%)nosocomial infections were detected in 4468 patients hospitalised in our newborn unit in Medical Fa- culty, Selçuk University between 1992 and 1996. 169 (71.6 %) of the infections detected were in prematüre ba- bies while 67 (28.4%) of them in mature babies and that numbers corresponded 11.5 percent and 2.2 res- pectively. The most common infection was sepsis (73.1%) and others such as menengitis (19.3%), pneumonia (3.4%) and others (4.2%) followed it. At least one microorganism growed in 32 (13.5%)specimens obtained from various body fluids. 9 (28.1%) of the miroorganisms were Klebsiella spp. and 8 (25.0%) of were E.coli Mortality rates of the infections were 87.5% for pneumonia, 61.5% for sepsis, 8.7% for menengitis and 60.0% for others, which corresponded an average mortality rate of 51.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Şükrü Serdar Balcı, Nilsel Okudan, Hamdi Pepe, Serkan Revan, Hakkı Gökbel, Muaz Belviranlı, Hasan Akkuş
Araştırma makalesi
Özeti
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Changes In Fat And Carbohydrate OxIdatIon DurIng WalkIng And RunnIng ActIvItIes
Bu çalışmada aynı ve farklı hızlarda yapılan yürüyüş ve koşu egzersizleri süresince yağ ve karbonhidrat oksidasyon oranlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlandı. Araştırmaya düzenli olarak egzersiz yapmayan, orta düzeyde aktif ve sigara kullanmayan 11 sağlıklı erkek öğrenci gönüllü olarak katıldı. Katılımcıların bireysel yürüyüşten koşuya geçiş hızları (YKGH) belirlendi. Katılımcıların her biri 2413,5 metrelik mesafeyi ayrı günlerde kendi YKGH ‘nda yürüyüş (YKGH-Y), koşu (YKGH-K) ve bu hızdan 2 km/saat daha yavaş yürüyüş (YKGH-2), 2 km/saat daha hızlı koşu (YKGH+2) olmak üzere dört farklı aktiviteyle kat etti. Yürüyüş ve koşu aktiviteleri sürecinde pulmoner gaz değişimi indirekt kalorimetreyle takip edilerek, yağ ve karbonhidrat oksidasyon miktarları hesaplandı. En yüksek yağ oksidayonu YKGH’da yapılan koşu aktivitesinde meydana geldi ve bu oksidasyon miktarı YKGH-Y aktivitesine göre önemli düzeyde yüksekti. YKGH-Y aktivitesindeki karbonhidrat oksidasyon miktarı YKGH-2, YKGH+2 aktivitelerinden önemli düzeyde yüksekti. Yürüyüş veya koşu aktivitelerinde yağ oksidasyonu miktarlarındaki farklılıkların aktivite tipinden ziyade, aktivitelerin yoğunluklarından kaynaklandığı söylenebilir.
The aim of the study was to investigate the changes in fat and carbohydrate oxidation rates in the same and different activity speed during walking and running. Eleven healthy males participated in this study. The subjects’ individual preferred walk-to-run transition speeds (WRTS) were determined. Each subject covered 1.5 mile distance for four exercise tests; walking (WRTS-W) and running (WRTS-R) tests at WRTS, 2 km.h-1 slower walking than WRTS (WRTS-2) and 2 km.h-1 faster running than WRTS (WRTS+2). The expired air was measured and analyzed breath-by-breath using an automated online system and heart rate was monitored and recorded throughout walking and running tests. Maximal fat oxidation was observed at the WRTS-R activity. Fat oxidation rate was significantly higher in WRTS-R than WRTS-W. Also, carbohydrate oxidation rates were significantly higher in WRTS-W activity than WRTS-2 and WRTS-2 activities. Our results indicate that differences in fat oxidation during running and walking might have been resulted from activity intensity rather than activity mode.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Matriks Metalloproteinazlar (mmp) Ve Matriks Metalloproteinaz Doku İnhibitörleri (tımp)
Jale Öner, Hakan Öner
Derleme
Özeti
Gebelikte Matriks Metalloproteinazlar (mmp) Ve Matriks Metalloproteinaz Doku İnhibitörleri (tımp)
MatrIx MetalloproteInase And TIssue InhIbItors Of MatrIx MetalloproteInase DurIng Pregnancy
Gebelik esnasında, uterus endometriyumunda bir takım yapısal değişiklikler olur. Bu yapısal değişiklikler ekstraselüler matriks (ESM)’nin yıkımlanarak bozulması ve yeniden şekillenmesi ile karakterizedir. Uterus endometriyumunun yıkımlanarak yeniden şekillenmesi, başarılı bir implantasyon ve plasentasyon için oldukça önemlidir. Matriks metalloproteinazlar (MMPs), çeşitli ekstraselüler matriks ve bazal membran makromoleküllerinin yıkımlanmasını katalize eden bir grup Zn bağımlı enzimdir. MMP’ lerin aktiviteleri, aktive olmuş MMP’ler ve onların doku inhibitörleri olan Matriks metalloproteinazi (TIMP) arasındaki denge sonucunda gerçekleşir. Gebelikte MMP dağılımlarının belirlenmesine ilişkin yapılan çalışmalar, MMP ve TIMP’lerin gebeliğin erken dönemlerinde, özellikle blastosist implantasyonu esnasında ESM’in yıkımlanması ve yeniden yapılanması sürecinde ve trofoblast invazyonunda aktif rol oynadığını, bu nedenle de gebeliğin şekillenmesi ve devamında önemli olduğunu göstermektedir.
During pregnancy, some structural changes take place in the uterus endometrium These structural changes have been characterized by remodeling and distruption of the extracellular matrix (ECM). Remodelling and distruption of uterine endometrium have importance for a successful implantation and placentation. MMPs are a group of zinc-dependent endopeptidases that degrade a variety of components of ECM and basal membrane. The activity of MMPs occurs as a result of balance between activated MMPs and their inhibitors (TIMPs). Earlier experimental studies indicated that MMPs and TIMPs have essential role in ESM destruction and remodeling while blastocyt implantation and trophoblast invasion during early pregnancy. Therefore, MMPs and TIMPs are crucial to the beginning and continuation of pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikal Tedaviye Dirençli Kronik Nonkomplike Süpüratif Otitlerde Otomikoz Görülme İnsidansı Ve Kombine Tedaviye Alınan Yanıt
Bedri Özer, Ökkeş Emlik, Duygu Fındık, Yavuz Uyar, Ziya Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Medikal Tedaviye Dirençli Kronik Nonkomplike Süpüratif Otitlerde Otomikoz Görülme İnsidansı Ve Kombine Tedaviye Alınan Yanıt
OtomycosIs In IncIdence And Response To CombIned Therapy In NoncomplIcated SuppuratIve OtItIs Re-SIstant To MedIcal Treatment
Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi K.B.B. polikliniğine başvuran 90 kronik süpüratif otitis media (KOM) li hastanın 103 orta kulak akıntısı üzerinde yapıldı. Hastaların orta kulak akıntılarından aerop bakteri ve mantar için kültür örnekleri alındı. Hastalara günlük bakım, topikal damla ve kültür sonucuna uygun antibioterapi uygulandı. Medikal tedaviye cevap alınamayan bir grup hastaya otomikoz kombine tedavisi uygulandı. Sonuçta kronik süpüratif otitis medianın otomikoz gelişimi açısından bir risk faktörü olduğu, tedaviye dirençli hastalarda ge-leneksel tedavi yöntemlerine antimikotik ilaç eklenmesinin hastaların iyileşme şansını artırdığı kanısına varıldı.
This study was constructed on 103 middle ear drainage of 90 suppurative chronic otitis media patients who app-lied to the outpatient clinics of the Selçuk University Faculty af Medicine. Aerobic bacteria and mycatic cultures of middle ear discharges were taken from patients. Standart therapeutic regime (daily care and topical drops with an-tibiotics) was applied ta MI of the patients according to their culture-antibiogram. Some of the patients who are re-sistant this medication were undertakerı to combirıed otomycotic therapy. The results showed that suppurative chro-nic otitis media was a risk factor for otomycosis. It was indicated that the addition of antifungal drugs ta the conventional treatment protocol increased the recovery chance of patients who resistant to conventional therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Adnan Karaibrahimoğlu, Aşır Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Rule InductIon By AprIorI AlgorIthm UsIng Breast Cancer Data
Teknoloji ile birlikte yaşamın her alanında artan veri miktarı “veri
ambarları” kavramını gündeme getirmiştir. Veri madenciliği, ortaya
çıkan çok büyük veri kümelerinin oluşturduğu veri ambarlarının
analiz edilerek yararlı bilgiler elde edilmesini sağlayan yaklaşımlar
bütünüdür. Veri miktarının büyük olduğu ve her geçen gün arttığı
alanlardan birisi de sağlık sektörüdür. Her gün binlerce hastaya
ait gerek kişisel gerek tıbbi veriler kayıt altına alınmakta ve bu
enformasyon depolanmaktadır. Ancak bu verilerin çok az bir kısmı
analiz edilebilmekte ve geriye kalan kısmından faydalı olabilecek
enformasyon elde edilememektedir. Özellikle hastane yönetim
sistemleri, tedavi yöntemleri ve koruyucu hekimlik konusunda
maliyetleri azaltıcı yöntemlerin geliştirilmesi için ambardaki verilerin
analiz edilmesi gerekmektedir. Klasik istatistiksel yöntemler ile
büyük veri kümelerini analiz etmek zor olduğu için, çeşitli veri
madenciliği yöntemleri geliştirilmiş ve bilgisayar programcılığı
yardımıyla analiz yapmak daha uygulanabilir hale gelmiştir. Birliktelik
kuralı, sağlık alanında yeni kullanılan analiz yöntemlerinden birisi
olup; değişkenlerin birlikte görülme olasılıkları üzerinden örüntü
oluşturmak ve buna bağlı olarak destek ve güven değerlerini
hesaplamak için kullanılmaktadır. Bu çalışmada, Meram Tıp Fakültesi
Onkoloji Hastanesine ait retrospektif çalışma sonucu elde edilen
meme kanseri verileri üzerinde APRIORI algoritması uygulanmış ve
verilerdeki birliktelik örüntüleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
The amount of data, increasing together with the technology,
has brought the concept of “data warehouse” in every field of life.
Data Mining is a set of approaches analyzing these data warehouses
formed by very large data sets and allows to gather useful
information. One of the fields where the amount of data is large
and getting larger everyday is the health sector. Many personal and
medical data belonging to thousands of patients are recorded and
stored. However, small part of these data can be analyzed and the
remaining part may not be helpful to obtain useful information. The
data in warehouses must be analyzed to improve the methods for
hospital management systems, treatment and health care systems
to reduce the costs. Since analyzing large data sets using classical
statistical methods is difficult, various data mining methods have
been developed and these methods have become more feasible with
the help of certain softwares. Association rule is an important datamining
task to find hidden patterns between the variables and used
recently in the field of healthcare. In this study, we have calculated
the support and confidence of the associations in data set. APRIORI
algorithm have been applied onto the retrospectively obtained breast
cancer data belonging to Oncology Hospital of Meram Faculty of
Medicine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
Tahsin Gökhan Telatar, Sarp Üner, Hilal Özcebe, Burcu Küçük Biçer, Özge Yavuz Sarı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
DefInIng Falls And AssocIated RIsk Factors In Elderly Among Age Groups And Sex
Amaç
Araştırmada Türkiye, Sinop ilinde yaşayan yaşlıların düşme sıklıklarının ve düşmelerle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler
Kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini 2013 yılında Sinop ilinde yaşayan ve aile hekimliği bilgi sistemine kayıtlı olan 32506 kişilik 65 yaş ve üzeri nüfus oluşturmaktadır. Cinsiyet ve yaş gruplarına (65-74, 75 ve üzeri) göre yapılan tabakalama sonucunda 2463 kişilik örnek büyüklüğü belirlenmiş ve %92,1’ine ulaşılmıştır. Yapılandırılmış bir anket formu aracılığıyla katılımcıların bazı sosyo-demografik özellikleri, düşme durumları, günlük yaşam aktivitelerindeki fonksiyonellikleri, depresyon durumları ve düşmeler konusundaki farkındalıklarını içeren veriler toplanmıştır. Risk faktörlerinin düşmelerle ilişkisi dört farklı lojistik regresyon modeli kullanılarak hesaplanmıştır.
Bulgular
Araştırmaya katılan yaşlıların 65 yaşından sonra düşme prevalansları %36,4 olarak bulunmuştur. Herhangi bir okuldan mezun olmamış olmak, mevcut sağlık durumunu düşük puanlamış olmak, sürekli olarak ilaç kullanıyor olmak, günlük kullandığı ilaç sayısının fazla olması, desteksiz olarak yürüyememek ve depresyonda olmak her iki yaş grubu ve cinsiyet için de düşme riskini artıran faktörler olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir kronik hastalığa sahip olmak, yalnız yaşamak, düşme korkusu yaşıyor olmak, düşmeler konusunda farkındalığın düşük olması, günlük yaşsam aktivitelerinde bağımsız olmamak ve düşmelerden korunma hakkında yetersiz bilgi sahibi olmak yaş ve cinsiyet gruplarının en az ikisinde düşme riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur. Daha önce gelir getiren bir işte çalışmış olmak ve halen çalışıyor olmak ile düşme riski arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç
Düşmeler yaşlılık dönemi için önemli bir halk sağlığı sorunudur ve düşmelerin önlenmesi ile risk faktörlerinin kontrolü konularında ileriye dönük müdahalelerin planlanmasında 65 yaş üzeri nüfus içerisinde yaş ve cinsiyet gibi belirleyicilere bağlı olarak risk faktörlerinin değişiklik gösterdiği göz önüne alınmalıdır.
Aim
This study aims to determine the prevalence of falls and associated risk factors among elderly living in Sinop, Turkey.
Materials and methods
The universe of this cross-sectional study consists of 32506 people older than 65 years old whom are registered to the family physicians’ information system and live in Sinop. After stratification for sex and age (65-74, 75 and over) a sample size of 2463 and 92.1% were reached. Data about some of the socio-demographic characteristics, falling status, daily living activity functionalities, depression status and awareness about falls of the participants were collected via a structuralized questionnaire. Relations between falls and associated risk factors were assessed by four different logistic regression models.
Results
The mean of falling prevalence after age 65 among elderly was 36.4%. Not being graduated from any school, having low scores for current health conditions, using more than one drug daily, not being able to walk without support and being positive for depression are found to be risk factors for falling among both sex and age groups. Having a chronic disease, living alone, having fear of falling, having low awareness about falls, being dependent in daily living activities and having inadequate knowledge about prevention from falls are found to be risk factors for at least two of the sex and age groups. There were no statistically significant relations between falling risk and previous or current employment status.
Conclusion
Falls are important public health concerns among elderly and the variability of risk factors depending on determinants such as age and sex should be considered while planning further implementations targeting fall prevention and control of risk factors for elderly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
Ünal Şahin, Ahmet Akkaya, Erhan Turgut, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
A Three Year AnalysIs Of Lung Cancer Cases
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Haziran 1995- Mayıs 1998 yılları içinde yatarak tedavi gören 95 akciğer kanserli hastayı çeşitli yönlerden analiz ettik ve olgularımızın genel bir değerlendirmesini yaptık. Olguların histolojik tipleri; 32 (%33.7) epidermoid karsinom, 24 (%25.3) adenokarsinom, 13 (%13.7) küçük hücreli karsinom, 2 (%2.1) büyük hücreli karsinom, 8 (%8.4) metastatik akciğer kanseri ve 16 (%16.9) tip tayini yapılamayan şeklindeycli. Küçük hücre dışı ve tip tayini yapılamayanların 7' si evre I, 10' u evre Il, 14' ü evre Ili A, 20' si evre IIIB' de ve 23 tanesi ise evre IV olgulardı. Küçük hücreli akciğer kanseri olan 13 ol-gunun 3' ü toraksa sınırlı, 10 tanesi ise yaygın hastalık grubundaydı. Olguların 77' sinde (%81.05) sigara anam-nezi olup; küçük hücreli akciğer kanseri (50.711 piyıl), metastatik akciğer kanseri (44.75 piyıl), epidermoid kar-sinom (43.75 piyıl), adenokarsinom 38.00 piyıl olarak saptanmıştır. Hastalarda en stk görülen semptomlar, öksürük (°/068.4) ve kilo kayblydı (%63.4). Olgularımızda santral yerleşim en sık küçük hücreli akciğer kanseri (c/076.9) ve epidermoid karsinom %62.5 iken, periferik yerleşim en sık (%71) ile adenokarsinomda saptanmıştır. Parankimal infiltrasyon en sık (°/072) epidermoid karsinomada, soliter nodül (%63) metastatik akciğer karsinomu, kavitasyon (%50) büyük hücreli karsinom, plevral ef-tüzyon (%46) adenokarsinom ve mediasten genişlemesi (c/054) küçük hücreli akciğer kanserinde saptanmıştır. Olgularımızın %51.891 una bronkoskopik biopsi+lavaj, %17.73' üne balgam sitolojisi, 3/017.73' üne plevra ponksiyonu ve biopsisi ve %12.65' ine de transtorakal ince iğne biopsisi ile histopatolojik tanı konulmuştur.
We analyzed the different parameters of the 95 cases with pulmonary carcinoma hospitalized in Chest De-partment of Süleyman Demirel University Medical Faculty rn June1995- July1998 years and we made a general evaluatiorı of the cases. Squamous cell carcinoma was present in 33.7%, adenocarcinoma in 25.3%, small carcinoma in 13.7%, large cell carcinoma in 2.1% and metastatic carcinoma in 8.4%. 16.9% of patients had na histapathologic diagnoses. Of these patients, 9.46% was in stage I, 13.51% was in stage Il, 18.92% was in stage II1A, 2702% was in stage I/IB and 31.08% was in stage IV. 81.05% of patients were smokers, when amount was considered, it was 50.70 packlyear for small cell carcinoma, 44.75 packlyear for metastatic lung cancer, 43.75 packlyear for squamous celf carcinoma and 38.00 packlyear for adenocarcinoma. When clinical findings were considered, cough (68.4%) and weight loss (63.4%) were seen most in patients. While central localization was seen 76.9% in small cell carcinoma, 62.5% in squamous cell carcirıoma; peripheric localization (71.0%) was seen mostly in adenocarcinoma. Parancimal infiltration was detected most often in squamous cell carcinorrıa (72%), soliter nodule in metastatic lung carcinoma (63%), neoplastic cavity in large cell carcinoma (50%), pleural effusion iri adenocarcinoma (46%) and mediastinal enlargement in small cell carcinoma (54%). Histopathologic diagnoses were detected by means of bronchoscopic biopsy and lavage (51.89%), sputum cytology (17.73%), pleural punc-Non and biopsy (17.73%) and transthoracal fine needle biopsy (12.65%).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopik Girişimlerde Direkt Trokar Girişi İle Veress İğnesi Girişinin Karşılaştırılması
Celalettin Vatansev, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Şakir Tekin, Mustafa Yemiş
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopik Girişimlerde Direkt Trokar Girişi İle Veress İğnesi Girişinin Karşılaştırılması
ComparIson Of DIrect Trocar InsertIon And Veress Needle InsertIon
Amaç : Bu çalışmanın amacı laparoskopik girişimlerde Veress iğne girişi ile direkt trokar girişini komplikasyon, CO2 tüketimi ve zaman kaybı yönüyle karşılaştırmaktır Materyal ve Metodlar: Çalışmaya Ocak 1998-Ocak 2001 döneminde SÜMTF Genel Cerrahi kliniğinde Laparoskopik kolesistektomi uygulanan 152 hasta alındı. Hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve Grup I: Direkt trokar ile girildi ve pnömoperiton gerçekleştirildi, Grup II: Veress iğnesi ile girildi ve pnömoperiton gerçekleştirildikten sonra trokar girişi yapıldı. Hastalarda girişlere bağlı olarak gelişen komplikasyon oranları, kamera girişine kadar geçen süre ve bu sürede kullanılan CO2 miktarı ölçüldü. Değerler gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Grup I ve ll’de komplikasyon oranlan sırasıyle % 11.8 ve % 13.2 olarak bulundu, aralarında fark yoktu. Buna karşın ikinci grupta kullanılan CO2 miktarı ve geçen zamanın bir inci gruptan fazla olduğu ve farkın anlamlı olduğu belirlendi (p<0.05). Sonuç: Direkt trokar girişinin zaman kazandırması ve daha az CO2 kullanılması nedeniyle Veress iğnesi kullanımına üstünlüğü olduğu kanaatine varıldı.
Aim: The aim of this study was to compare the effects of direct trocar insertion and Veress needle insertion on complication ratio, CO2 volüme and time consumption during laparoscopic procedures. Materials and Methods: 152 patients were included in this study which vvere operated forcholelithiasis laparoscopically in Selçuk University Meram Medical Faculty betvveen January 1998 - January 2001. The patients vvere divided into tvvo groups ran- domly. Group I: pneumoperitoneum was performed with direct trocar insertion after general anaesthesia, Group II: pneumoperitoneum was performed with Veress needle and trocar vvas inserted after general anaesthesia. Complication ratios and, time consumption and CO2 volüme vvere calculated in tvvo groups. Findings: Copmlication ratios vvere 11.8% in Group I and 13.2% in Group II, and the differences vvere not significant. CO2 volüme used insufflation and insufflation time vvere significantly more in group II than in group I (p<0.001). Conclusion: Direct trocar insertion vvithout pneumoperitoneum vvas superior than Veress needle insertion vvith respect of CO2 volüme and time consumption.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
HepatItIs B VIrüs Research At The Nurses VvorkIng Of The Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 214 hemşirenin serumlarında HBsAg, antiHBs ve antiHBc seroprevalansı araştırıldı. Çalışılan serumların Tinde (%0.5) tek başına anti HBc pozitifliği saptandı, karaciğer enzimleri normal ve HBV DNA’sı negatif bulunan bu hemşire aşılama programına alındı, birinci dozdan sonra antiHBs pozitifleşti. İki hemşirede (%0.9) HBsAg ve antiHBc birlikte pozitifti, karaciğer enzimleri normal olduğu için bu hemşireler hepatit B taşıyıcısı olarak değerlendirildiler. Hemşirelerin 14’ünde ise anti HBs ve anti HBc birlikte pozitif bulundu. Bu durum geçirilmiş ve bağışıklık gelişmiş hepatit B infeksiyonu olarak değerlendirildi. Hepatit B belirleyicilerinin tamamı negatif olan 194 hemşire ise aşılama programına alındı.
İn this study the seoprevalance of HBsAg, antiHBs, and antiHBc were investigated in the sera of the 214 nurses vvorking at the Selçuk University Medical Faculty Hospital. İn one sample (0.5%) isolated antiHBc seropositivity was found, liver function tests and HBV-DNA was negative for this nurse and she was put into vaccination programme, one month after the vaccination anti HBs was found positive. Two of the nurses (0.9%) were found seropositive for both HBsAg and anti HBc, liver function tests were normal so these two nurses were considered as carrier. İn 14 nurses anti HBs and anti HBc were found positive together and this condition was considered as remote hepatitis B infection. 194 Nurses who were negative for hepatitis B virüs markers were put into vaccination programme.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
Onur Ural, Duygu Fındık, Mehmet Emre Atabek, . .
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
HepatItIs B VIrüs Research At The Nurses VvorkIng Of The Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 214 hemşirenin serumlarında HBsAg, antiHBs ve antiHBc seroprevalansı araştırıldı. Çalışılan serumların Tinde (%0.5) tek başına anti HBc pozitifliği saptandı, karaciğer enzimleri normal ve HBV DNA’sı negatif bulunan bu hemşire aşılama programına alındı, birinci dozdan sonra antiHBs pozitifleşti. İki hemşirede (%0.9) HBsAg ve antiHBc birlikte pozitifti, karaciğer enzimleri normal olduğu için bu hemşireler hepatit B taşıyıcısı olarak değerlendirildiler. Hemşirelerin 14’ünde ise anti HBs ve anti HBc birlikte pozitif bulundu. Bu durum geçirilmiş ve bağışıklık gelişmiş hepatit B infeksiyonu olarak değerlendirildi. Hepatit B belirleyicilerinin tamamı negatif olan 194 hemşire ise aşılama programına alındı.
İn this study the seoprevalance of HBsAg, antiHBs, and antiHBc were investigated in the sera of the 214 nurses vvorking at the Selçuk University Medical Faculty Hospital. İn one sample (0.5%) isolated antiHBc seropositivity was found, liver function tests and HBV-DNA was negative for this nurse and she was put into vaccination programme, one month after the vaccination anti HBs was found positive. Two of the nurses (0.9%) were found seropositive for both HBsAg and anti HBc, liver function tests were normal so these two nurses were considered as carrier. İn 14 nurses anti HBs and anti HBc were found positive together and this condition was considered as remote hepatitis B infection. 194 Nurses who were negative for hepatitis B virüs markers were put into vaccination programme.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkutan Nefrostomide Guıde Wıre In Rolü (kendı Yaptığımız Guıde Wıre İle J Guıde Wıre In Karşılaştırılması)
Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Perkutan Nefrostomide Guıde Wıre In Rolü (kendı Yaptığımız Guıde Wıre İle J Guıde Wıre In Karşılaştırılması)
The Role Of Guıde Wıre In Perkutan Nephrostomy (comparıson Of Own Guıde Wıre And J Guıde Wıre)
Ocak 1985-Temmuz 1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Uroloji Anabilim Dalında çeşitli böbrek patolojileri olan hastalara perkütan nefrostomi yapıldı. Bu işlem 50 hastaya uygulandı. Bunların 28'inde tarafımızdan imal edilen guide wire kullanıldı. Diğerlerinde ithal J guide wirelar kullanıldı. Her iki guide wire kanama,perforasyon manupilasyonda kullanışlılık ve maliyet yönünden karşılaştırıldı. Kendi yaptığımız guide wire kullanıma elverişli bulundu.
Percutaneous nephrostomy was performed in patients with various kidney pathology in our clinic between january 1985 and july 1987. This procedure was performed in 50 patients. Our hand made guide wire was used in 28 of thern. Imported J guide wire was used in the others. Both kinds of guide wires and results are compared. Our hand made guide wire is found feasible for this purpose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortalama Trombosit Hacminin Diyabet
komplikasyonlarını Öngörmede Rolü
Atilla Bıyık, Cevdet Duran, Şamil Ecirli, Orkide Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ortalama Trombosit Hacminin Diyabet
komplikasyonlarını Öngörmede Rolü
The Role Of Mean Platelet Volume In PredIctIng
dIabetIc ComplIcatIons
Ortalama trombosit hacmi (MPV); trombosit hacmi yanında
fonksiyonu ve aktivasyonu hakkında bilgi veren bir belirteçdir.
Artmış MPV düzeyine sahip trombositlerin adezyon ve agregasyona
eğilimleri daha fazladır. Diyabetlilerde; trombosit aktivasyonu
sonucu adezyon ve agregasyon artar, bu durum mikrovasküler
sistemde tıkanıklıklara, dokularda iskemi ve hipoksiye neden olur. Bu
çalışmada amac; mikroalbüminüri (MA) ve/veya hipertansiyonu (HT)
olan ve olmayan tip 2 diyabetes mellitus (DM)’lu hastalarda MPV
düzeylerini karşılaştırmak ve komplikasyonların tespitinde MPV’nin
kullanılabilirliğini araştırmaktır. 18-65 yaşları arasında MA ve/veya
HT olan ve olmayan 80 (42 K, 38 E) tip 2 DM’li ile benzer özellikte
30 ( 15 K, 15 E) sağlıklı kişi çalışmaya alındı. Hastalar Grup 1; HT
ve MA olmayan tip 2 DM’li, Grup 2; HT olan ve MA olmayan tip 2
DM’li, Grup 3; HT olmayan ve MA olan tip 2 DM’li, Grup 4; HT ve MA
olan tip 2 DM’li olarak 4 gruba ayrıldı. MA ve/veya HT olan Grup 2,
Grup 3 ve Grup 4’deki hastaların MPV düzeyleri kontrollerden daha
yüksekti (sırasıyla p=0.005, p<0.001, p<0.001). Grup 2, Grup 3 ve
Grup 4’deki hastaların MPV’i, Grup 1’deki hastalardan daha yüksekti
ancak anlamlı değildi. Tüm diyabetik hastalardaki MPV, kontrollerden
daha yüksekti (p<0.001). Hipertansiyon ve/veya MA gelişen tip
2 DM’li hastaların MPV’i, sağlıklılara göre yüksek bulunmasına
rağmen diyabetik olupta komplikasyonları olmayanlara göre anlamlı
fark bulunmadı. Bu nedenle diyabetik hastaların takibinde MPV
düzeylerinin faydalı olmayacağı kanaati getirdik.
The mean platelet volume (MPV); is a marker that gives
information about platelet function, activity, and volume. Increased
MPV indicates larger platelets which are more active and inclined
to more adhesion and aggregation. In diabetics, increased adhesion
and aggregation can lead to blockage in the microvascular system,
diabetic complication, ischemia, and hypoxia. We compared MPV
in patients with microalbuminuria (MA) and/or patients with/without
hypertension (HT) who have type 2 diabetes mellitus (DM) as an
indicator of complications. Eighty patients (aged 18-65) with/ without
MA and/or HT with type 2 DM and 30 healthy subjects were included
into the study and divided into 4 groups as Group 1: Type 2 DM without
HT and MA, Group 2: Type 2 DM with HT and without MA, Group 3:
Type 2 DM without HT and with MA, Group 4: Type 2 DM with HT and
MA. The MPV’s of patients in Group 2, Group 3 and Group 4 were
higher than controls (p=0.005,p<0.001, p<0.001, respectively), but
not higher than Group 1. The mean MPV values in diabetic patients
were significantly higher than the controls (p<0.001). Although higher
MPV levels were found in diabetic patients compared to control, MPV
levels are not useful in monitoring and predicting complications in
type 2 DM patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkin Bireylerde Kinezyofobi, Fiziksel Aktivite, Covıd-19 Korkusu Ve Yorgunluk: Kesitsel Çalışma
Gülşah Barğı, Merve Koku
Araştırma makalesi
Özeti
Yetişkin Bireylerde Kinezyofobi, Fiziksel Aktivite, Covıd-19 Korkusu Ve Yorgunluk: Kesitsel Çalışma
KInesIophobIa, PhysIcal ActIvIty, Fear Of Covıd-19, And FatIgue In Adult IndIvIduals: A Cross-SectIonal Study
Amaç: Yeni koronavirüs hastalığının (COVID-19) uzamış süreci ve ilgili kısıtlamalar bireylerde fiziksel
inaktiviteye, COVID-19 korkusuna ve yorgunluğa neden olmaktadır. Pandemi sürecinde, hastalarda
kinezyofobi ölüm korkusu ve fiziksel inaktiviteyi artırabilmektedir. Ancak bireylerde kinezyofobi ve
kinezyofobinin fiziksel aktivite, COVID-19 korkusu ve yorgunlukla ilişkisi henüz bilinmediğinden mevcut
çalışmada araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yetişkin bireyler (n=166, 36,3±15,37 yıl) dâhil edildi. Kinezyofobi
(Tampa Kinezyofobi Ölçeği), fiziksel aktivite düzeyleri (Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Formu),
COVID-19 korkusu (COVID-19 Korkusu Ölçeği (CKÖ-19)) ve yorgunluk (Sayısal Derecelendirme Ölçeği) 3
Haziran 2021 ve 30 Haziran 2021 arasında çevrimiçi platform üze rinden uzaktan değerlendirildi.
Bulgular: Bireylerin 91’inde (%54,8) yüksek derecede kinezyofobi vardı, 55'i (%33,1) inaktif, 84'ü (%50,6)
minimal aktif ve 27'si (%16,3) çok aktifti. Kinezyofobi puanı yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, eğitim
düzeyi, yürüme, toplam fiziksel aktivite, CKÖ-19 ve yorgunluk puanları ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0,05).
Sonuç: Bireylerin çoğunluğunda kinezyofobi ve fiziksel inaktivite yaygındır. COVID-19 pandemisi boyunca
bireylerin hastalığı olmamasına rağmen, yürüme, fiziksel aktiviteler ve eğitim düzeyi azaldıkça bireylerde
kinezyofobi artmaktadır. Yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, COVID-19 korkusu ve yorgunluk arttıkça
da kinezyofobi artmaktadır. Kinezyofobinin ve uzamış pandemi sürecinin olumsuz etkileri düşünüldüğünde,
bireyler acilen fiziksel aktivite danışmanlığı programlarına yö nlendirilmelidir.
Aim: The prolonged process of new coronavirus disease (COVID-19) and related restrictions cause
physical inactivity, fear of COVID-19, and fatigue in individuals. During the pandemic, kinesiophobia may
raise fear of death and physical inactivity in patients. However, kinesiophobia and its relationship with
physical activity (PA), fear of COVID-19, and fatigue in individuals have not been known yet, which was
therefore aimed to investigate in the current study .
Patients and Methods: Adult individuals (n=166, 36.3±15.37 years) were included in the study.
Kinesiophobia (Tampa Scale of Kinesiophobia), PA levels (International Physical Activity Questionnaire-
Short Form), fear of COVID-19 (Fear of COVID-19 Scale (FCS-19)), and fatigue (Numeric Rating Scale)
were evaluated remotely between 3 June 2021 and 30 June 2021 th rough an online platform.
Results: Of the individuals, 91 (54.8%) had a high level of kinesiophobia, 55 (33.1%) were inactive, 84
(50.6%) were minimally active, and 27 (16.3%) were very active. Kinesiophobia score was significantly
correlated with age, weight, body mass index, education level, and walking, total PA, FCS-19, and fatigue
scores (p<0.05).
Conclusion: Kinesiophobia and physical inactivity are prevalent in many individuals. Although individuals
have no disease during the COVID-19 pandemic, their kinesiophobia level increases as walking, physical
activities, and education levels decrease. Kinesiophobia also increases as age, weight, body mass
index, fear of COVID-19 and fatigue increase. Considering the negative effects of kinesiophobia and the
prolonged pandemic process, individuals should be urgently dire cted to P A counseling programs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yöremizde Tespıt Edılen İnfertilite Vakalarının Değerlendirilmesi (264 Olgu)
Cemalettin Akyürek, Saim Açıkgözoğlu, Ergün Onur, Osman Yılmaz, Sema Soysal
Araştırma makalesi
Özeti
Yöremizde Tespıt Edılen İnfertilite Vakalarının Değerlendirilmesi (264 Olgu)
DIscussIon Of InfertIle Cases ThaI Where LIstablIshed To Our Zone (264 Cases)
Bu çalışmada 1.1.1988 - 31.11.1989 tarihleri arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında muayene ve tedavi edilen 264 infertil vakanın genel bir değerlendirilmesi yapıldı. Bunlardan 73 hasta ilk başvuru ve muayeneden sonra incelemelere devam etmediği için çalışma gurubundan çıkarılarak 191 hastanın literatür eşliğinde değerlendirilmesi yapılarak alınan sonuçlar tartışılmıştır.
In this study, 264 infertil cases that were examined and treated in deparment of Obsletrics and Gynecology, Selçuk Üniversity Facultryof Medicine, Konya, during the period of 1.1.1988 - 31.11.1989 were surveyed. 73 cases were removed from the study group because of they were not conlinue to examine after first examine and application. 191 cases in company literatür were estimaied and !heir results were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
Ayşe Gülhan Kanat Ünlüer, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
The FIndIngs Of 539 AnemIc PatIents Who HospItalIzed
between 1996-2003
Bu çalışmada 1996-2003 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Servisinde
yatan ve anemisi olan 539 hastanın klinik ve laboratuar bulguları
değerlendirilmiştir. Çalışmamızda demir eksikliği anemisi 280 hasta
ile en sık görülen anemi sebebi olup kadınlarda 3 kat fazlaydı.
Menapoz öncesi dönemdeki kadınlarda en sık anemi oluşturan sebep
menometrorajiydi (%48). Menapoz sonrası dönemdeki kadınlarda
ve erkeklerde ise en önemli sebep gastrointestinal sistemden
kanamalardı. Hastalarımızda özofagogastroduodenoskopi ile kanama
oluşturabilecek lezyon görülme sıklığı kolonoskopinin 2,7 katı idi. B12
vitamini eksikliğine bağlı görülen megaloblastik anemiler 115 hasta ile
ikinci sıklıkta anemi sebebiydi. Otuziki hastada demir ve B12 eksikliği
birlikteydi. Hastalarımızın 21‘inde folik asit eksikliğine bağlı anemi
görülmüştü Çalışmamızda 28 hastada hemolitik,26 hastada aplastik
anemi mevcuttu. Kronik hastalık anemisi 27 hastada görülmüştü. Dört
hastamızda refrakter anemili miyelodisplastik sendrom, 6 hastamızda
da kronik böbrek yetersizliğine bağlı anemiydi. Araştırmamız yatan
hastalarla ilgilidir. Anemi bütün sistemleri etkileyen, pek çok
hastalığın kötüye gitmesine yol açan bir bulgudur. Bu sebepten
önemli bir sağlık sorunudur.
In this study, the clinical and laboratory findings of 539 anemic
patients who were hospitalized between 1996 and 2003 in Hematology
inpatient clinics of Internal Medicine Department in Selçuk University
Meram Medical Faculty, were evaluated. In our study the most
common anemia was Fe deficiency anemia, there were 280 patients,
it was seen three-fold more in women. In premenapausal period,
menomethrorhagea was the most common cause (48%) in women.
Among postmenapausal women and men, the most gastrointestinal
hemorrhageas. In our patients, the rate of lesions which might bleed
observed in colonoscopy. The second common cause of anemias
was vit B12 deficiency causing megaloblastic anemias. In our study,
cobalamine deficiency was detected in 115 patients.Thirty two
patients had both Fe and vit B12 deficiencies. Twenty one patients
had folic acid deficiency anemia. In our study, 28 patients had
hemolytic. Twentysix patients had aplastic anemia. Twenty seven
patients had chronic disease anemias. Four female patients had
myelodysplastic syndrome with refractory anemia and 6 patients had
anemia due to chronic kidney failure. Our study was carried out in
inpatient clinics. Anemia, affecting all systems, makes many diseases
worse. That’s why, it’s an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipofızer Dwarfizmli Çocuklarda Serum Çinko Ve Bakır Seviyelerinin İncelenmesi
İbrahim Erkul, Ruhuşen Kutlu, Gülay Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Hipofızer Dwarfizmli Çocuklarda Serum Çinko Ve Bakır Seviyelerinin İncelenmesi
ZIvc And Copper Levels In Serum Of ChIldren WIth. Growth Hormon DefIcIency
Temmuz 1986 - Haziran 1987 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran 14 hipofizer dwarfizm vakası ile 14 kontrol grubunda serum çinko ve bakır seviyeleri araştırıldı. Takvim yaşı ile kemik yaşı arasındaki ilişki incelendi. Hipolizer dwarfizmli hastalarda çinko seviyeleri ortalama 69.286-T 3.086 ugr/100 mi., kontrol grubunda ise 79.429:F-3.291 ugr/100 mi. olarak bulundu. İki grup arasındaki farklılık istatistiki olarak önemli idi. (P<0.05). Serum bakn seviyeleri hasta grubunda ortalama 133.286-T8.754 ugr/100 mi., kontrol grubunda ise 100.813=7-4.845 ugr/100 mi. olarak bulundu. İki grup arasındaki farklılık istatistiki olarak önemli bulunmuştur. (P <0.01).
Serum zinc and copper levels were investigated in 14 pituitary dwarfism cases and 14 control groups who applied to the Selcuk University Medical Faculty Pediatric Outpatient Clinic between July 1986 and June 1987. The relationship between the calendar age and bone age was examined. Zinc levels in patients with hypoglycemic dwarfism averaged 69.286-T 3.086 ugr / 100 ml., In the control group 79.429: F-3.291 ugr / 100 ml. found as. The difference between the two groups was statistically significant. (P <0.05). Serum bacterial levels averaged 133.286-T8.754 ugr / 100 ml in the patient group and 100.813 = 7-4.845 ugr / 100 ml in the control group. found as. The difference between the two groups was found to be statistically significant. (P <0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genital Akıntılar
Cemalettin Akyürek, Bülent Baysal, Sema Soysal, Osman Yılmaz, Hakan Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Genital Akıntılar
GenItal DIscharges
Bu değerlendirme 1988-1989 yılı içinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın-Doğum Polikliniğine başvuran hastalardan (toplam 6090), 446 vakayı kapsamaktadır. Genital akıntı şikayetiyle gelen hastalardan 446 vaginal kültür ve smear alınarak laboratuvarlara gönderilmiştir. Kültür antibiogramlar S.Ü. Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı laboratuvarında, smearler S.Ü. Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı Laboratuvarında incelenerek sonuçlandırılmıştır. Elde edilen sonuçlar ve hastaların jinekolojik teşhisleri değerlendirilerek tedaviye başlanmıştır. Yöremizde genital hijyen ve servikal malignite konusunda fikir veren bir çalışma olmuştur.
This report includes, the cases 446 (totalmy 6090) who applied at the Obstetrics and Gynecology Department of Medical School at Selçuk University, between the 1988-1989. 446 vaginal cultures and smears that taken from women with genital discharge have been sent to laboratuary. Cultures and anilbiogramks at the laboratory of microbiology Department at Selçuk Medical School and smears at the laboratory of Patology Department al selcuk Medical School have been examined. Therapie has started appreciated get hold of results and geynecologic diagnosis of paiients. Il has been study, that giyen information about genital hygien and cervical malignancy in our region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lösemi Ve Lenfomalı Hastalarda Toxoplasma Ig M Ve Ig G Antikorları Seropozitifliği
Mehmet Bitirgen, Emine İnci Tuncer, Dursun Odabaş, O Seyfi. Şardaş, Murat Günaydın, Doğan Çiftçi, A. Zeki Şengil, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Lösemi Ve Lenfomalı Hastalarda Toxoplasma Ig M Ve Ig G Antikorları Seropozitifliği
Toxoplasma Ig M And Kg G AntIbody SeroposItIvIty Tn LeukeınIe And Lymphoma PalIents
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları, Çocuk Hastalıkları ve Ankara Üniversitesi İbn-i sina Hastanesi Hematoloji Kliniklerinde Tedavi gören lösemi ve lenfomalı 102 hasta üzerinde yapılmıştır. Alınan kan örneklerinde toxoplasma-IgM ve IgG antikorları enzymelinked immunosorbent assay (ELISA) metodu ile araştırılmıştır. Serolojik tetkikler Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında yapılmıştır. 69 lösemi ve 33 lenfoma hastasında bulunan sonuçlar kontrol grubu sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Lösemili hastaların 3'4 (904.35), lenfomalı hastaların 2'si (%6.06) toxoplasma-lgM bakımından seropozitifti. Toxoplasına IgG seropozitifli6'ii ise lösemili hastaların 34'ünde (%49.28), lenfomalı hastaların 14'ünde (%42.42) görüldü. 50 kişilik kontrol grubunda toxoplasma IgM seropozitifliğine rastlanmazken, 24 hastada (%46.0) toxoplasma IgG seropozitifligi saptandı. Sitostatik kemoterapi almayan hastalardan 1 hasta-da (%3.13) toxoplasma IgM, 14 hastada (%43.75) toxopla. sına IgG seropozitifligi saptandı. Sitostalik keınoterapi alan 4 hastada (%5.71) toxoplasma IgM, 34 hastada (%48.57) toxoplasma IgG seropozitifligi bulundu. İstatistiki olarak kontrol gruba göre lösemi ve lenfoına hastalanda toxoplasma IgM seropozitifligi anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). toxoplasma IgG bakımından ise löserni ve lenfoma hastalartyla kontrol grup arasında fark yoktu (p>0.05). Sitostatik ilaç alanlarla olmayanlar arasında da fark bulunamadı (p>0.05).
This study included 102 leukemic and lymphoma patients who were treated in internal Medicine Clinic, pediatric Clinic of Selçuk University and Ileınatolog,y Clinic of İbn-i sina Hospital of Ankara University. toxoplasma IgM and IgG antibodies were investigated with the enzyme-linked immuno-sorbent assay (ELISI%) ınethod on the blood saınples. The serologic examination was made in Micro-biology ELISA laboratory of Selçuk University. The findings in 69 leukemic and 33 lymphorna pa-tients cornpared with the control group. toxoplasma IgM seropositivity was found in 3 leukemic patients (4.35%) and 2 lyrrıphorna patients (6.06%). Toxoplasma IgG seropositivity was found in 34 leukeınic patients (49.28%) and 14 lyrrıphorna patients (42.42%). Toxoplasma IgG seropositivity of control group was found in 24 patients (46%). Alt control pers-ons were seronegative for toxoplasma IgM antibody. Toxoplasına 1gM seropositiVity was found in 1 patients (3.13%) and IgG in 14 pa-tients (43.75%) who were not treated with cylostatie chemodıerapy, toxoplasma IgM seropositivity was found in 4 patients (5.71%) and IgG in 34 patients (48.57%) in the patients who were treated
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
Yılmaz Akbaş, Nuh Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
EvaluatIon Of CardIac ArrhythmIa Markers In PedIatrIc PatIents WIth A DIagnosIs Of NeurofIbromatosIs Type-1: A ProspectIve SIngle Center Study
Amaç: Bu çalışmamızda ki amacımız bölgemizde takip ettiğimiz Nörofibromatozis tip 1 tanılı hastaların kardiak tutulumlarının değerlendirilmesi ve diğer klinik bulgularla karşılaştırılmasıdır. Bu çalışma ile kardiyak tutulumun sıklığını ve çeşitliliğini göstermek istedik
Gereç ve Yöntem: Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne 01/09/2019-01/09/2020 tarihleri arasında Nörofibromatozis tip 1 tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastalar Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından muayene edilip ekokardiografi ve elektrokardiografi çekimleri yapıldı. Hastaların dosya kayıtlarından demografik bilgileri, muayene bulguları, beyin manyetik rezonans görüntüleri toplandı. Elektrokardiografi ve ekokardiografi Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından incelenip kayıt altına alındı.
Sonuçlar: Çalışmaya merkezimizden 17 hasta kabul ettik. Altı hastamız (%35,3) sporadik Nörofibromatozis-1 tanısı alırken 11 hastamızda (%64,7) familyal Nörofibromatozis-1 mevcuttu. Hastalarımızın tamamında ciltte cafe au late lekeleri (%100), 10 tanesinde (%58,8) aksiller ve/veya inguinal çillenme 3 (6/17-%35,2) tanesinde optik glioma ve papil ödemi 3 tanesinde ise lish nodülü tespit ettik. Santral sinir sistemi tutulumuna baktığımızda 8 (%47) hastamızın beyin MRG’lerinde çeşitli tutulumlarla karşılaştık. Kardiyak açıdan yaptığımız incelemede 1 hastada QT uzunluğu, 3 hastada subendokardiyal nörofibromla uyumlu nodüler görünüm, 3 hastada mitral yetmezlik, 1 hastada patent foramen ovale, 1 hastada atrial septal defekt, 1 hastada ise biküspit aorta vardı.
Tartışma: Çalışmamızda literatürden farklı olarak 3 hastamızda subendokardiyal nodüler hiperekojen görüntü mevcuttu. Bu bulgular oldukça nadir olmasına rağmen bizim 17 hastamızın 3’ünde saptanması bu patolojinin daha sık olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca bir hastamızda uzun QT mevcuttu. Bu vakada bildiğimiz kadarıyla Nörofibromatozis tip 1 ve Uzun QT sendromuna sahip ilk vakadır. Sonuç olarak; Nörofibromatozis tip 1 hastalarında kardiyak tutulumun literatürde bahsedilen oranlardan daha yüksek olabilir
Introduction: Our aim is to evaluate the cardiac involvement of Neurofibromatosis type 1 patients in our region and to compare them with other clinical findings. In this study, we wanted to show the frequency and variety of cardiac involvement.
Material and Methods: Patients diagnosed with Neurofibromatosis type 1 in Hatay Mustafa Kemal University Medical Faculty Pediatric Neurology Clinic between 01/09/2019 and 01/09/2020 were included in the study. The patients included in the study were examined by a Pediatric Cardiology Specialist, and echocardiography and electrocardiography were taken. Demographic information, examination findings, brain magnetic resonance images were collected from the files of the patients. Electrocardiography and echocardiography were examined and recorded by the Pediatric Cardiology Specialist.
Results: We accepted 17 patients from our center to the study. Six patients (35.3%) were diagnosed with sporadic Neurofibromatosis type 1, while 11 patients (64.7%) had familial Neurofibromatosis type 1. All of our patients had cafe au late spots on the skin. In addition, 10 (58.8%) patients also had axillary and / or inguinal freckles. We detected optic glioma in 3 of our patients with ocular involvement, and lish nodules in 3 of them with papillary edema. When we looked at central nervous system involvement, we encountered various involvements in brain MRIs of 8 (47%) patients. In our cardiac examination, we found QT length in 1 patient’s electrocardiography. In the echocardiography we performed for the detection of cardiac structural pathologies, we detected nodular appearance compatible with subendocardial neurofibroma in 3 patients, mitral insufficiency in 3 patients, patent foramen ovale in 1 patient, atrial septal defect in 1 patient, and bicuspid aorta in 1 patient.
Discussion: In our study, unlike the literature, subendocardial nodular hyperechogenic appearance was present in 3 patients. Although these findings are quite rare, subendocardial nodular hyperechogenic images in 3 of our 17 patients suggest that this pathology may be more common. In addition, one of our patients had a long QT. As far as we know, this is the first case of Neurofibromatosis type 1 and Long QT syndrome. In conclussion; Cardiac involvement in patients with Neurofibromatosis type 1 could more common than mentioned in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnterloonler
Gülüzar Akyol, A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
İnterloonler
Interloons
Vücudun virüsler, bakteriler gibi yabancı mikroorganizmalara karşı savunması doğal ve edinsel immuniteyle sağlanır. Bu bağışıklık sisteminin etkinliği sitokin adı verilen protein yapılı hormonlar tarafından düzenlenir.
The body's defense against foreign microorganisms such as viruses and bacteria is provided by natural and acquired immunity. The activity of this immune system is regulated by protein hormones called cytokines.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
Selma Güler, Mustafa Haki Sucaklı, Orçun Altunören, Ömer Faruk Kökoglu, Hasan Uçmak, Seyyit Kus, Ekrem Doğan, Gözde Yıldırım Çetin, Hayriye Sayarlıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of UrInary Tract InfectIons In PatIents WIth Renal InsuffIcIeny
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda gelişen idrar yolu
enfeksiyonlarında (İYE) predializ ile diyaliz hastaları ve 65 yaş altı
ile üstü hasta grupları arasında üriner enfeksiyon belirteçleri ve
muhtemel risk faktörlerini araştırmayı amaçladık. Ocak 2012 ve Aralık
2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Araştırma Hastanesi Nefroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tanısı olan ve İYE gelişen 82 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. prediyaliz KBY hastalar grup 1,
sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyializ hastaları grup
2, olarak sınıflandırıldı. Hastaların 58’i (%70,7) diyaliz hastası iken,
24’ ü (%29,3) ise predializ KBY hastasıydı. Hastaların yaş ortalaması
diyaliz grubunda 50±21 iken prediyaliz grubunda ise 63,6±15,4, idi.
Hastaların 36 sı (%43,9) diyabetikdi. Vakaların 37’si (%45,1 ) ≥65
yaş olup, bu grupta kolesterol, trigliserid ve albümin değerleri 65 yaş
altı gruba göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Her iki grupta
da idrar kültürlerinde en sık üreyen mikroorganizma Escherichia coli
(E. Coli) idi. Diyaliz ve prediyaliz gruplarının karşılaştırılmasında
lökosit sayımı, eritrosit sedimentasyon hızı, tam idrar tahlili ve
CRP düzeyleri açısından gruplar arasında istatistikî olarak anlamlı
fark yoktu. Ateş, piyürü ve nitrit pozitifliğinin prediyaliz ve diyaliz
gruplarında sık olmasına rağmen her iki grup arasında istatistiksel
olarak fark bulunmadı. 65 yaş üstü grupta ise eşlik eden komorbid
durumlar idrar enfeksiyonuna eğilimi arttırabilir.
We aimed to investigate the markers and possible risk factors
of urinary infection in predialysıs patients with CRF and patients
undergoing dialysis by comparing groups younger or older than 65
years of age. We evaluated 82 patients with chronic renal failure
who have been followed by nephrology and infectous disease
policlinic due to urinary infection during January 2012 and December
2012 in medical faculty of Kahramanmaras Sutcu Imam University.
The patient in the predialysis period was accepted as group I, the
patients ongoing dialysis and continuous ambulatory peritoneal
dialysis (CAPD was accepted as group II. 58 (70,7%) of these
patients were in dialysis program. 34 (29,3%) were in predialysis
patients. The average age of the patients in predialysis group was 63,
62±15,482 and the average age of the patients in dialysis group were
50, 08±21,086. (45,1%) of these patients were ≥65 years old and
compared with serum levels of the kolesterol, trigliserid ve albumin,
levels in ≥65 years old cases were statistically significant than ≤65
years old cases. Escherichia coli was microorganism that the most
commonly isolated in urinary cultures in both groups. (43.9%) of
patients were diabetic. There was no statistical difference between
the levels of serum CRP, ESR and leucocytosis between the groups
(p>0.05). Fever, pyuria and nitrite positivity between the predialysis
and dialysis groups was statistically no significant. Comorbidity in the
group above 65 years of age may increase the tendency of infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Alanagement Of TIhIaI Shaft Fraclures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde 1983 ve 1989 yılları arasında tibia cisim kırığı olan 133 hasta tedavi edildi. Çeşitli tedavi metodları ile tedavi edilen 133 hastanın 96 kapalı, 44 açık tibia cisim kırığı bu retrospektif çalışmaya konu edildi. Hastaların tedaviye başlandığı yaşı en az 13, en fazla 72, ortalama 32 yaş idi. 96 hastada yalnız tibia cisim kırığı varken, diğer 37 hastada ilave yaralanmalar tespit edildi. 7 hastada ise bilateral tibia kırığı vardı. Trafik kazaları en fazla kırığı oluşturan sebep olmuştur. Hastalar en az kırığın klinik ve radyolojik iyileşmesine kadar takip edildiler. Yapılan değerlendirmede, tibia kırıklarının kapalı ve cerrahi metodlarla tedavisi sonucu oldukça tatminkar sonuçlar elde edildi.
A retrospeetive study was done of the treatrnent of closed and open fractures of the tibia in 133 patients with 140 fractures. These patients vith shafi fractures of tibia were treated at the Department of Orthopaedics and Trawıatology of the Selçuk Oniversitiy Hospital, between 1983 and 1989 The mean oge al initiation of treatrnent was 32 years. Their ages ranged from 13 to 72 years old. ln all, 96 fractures were closed and 44 were opera. Traffic accidents were the most cause of the injury. In 96 patients, the tibial fracture was the only inju.ry, i,x 37 patients other injuries also were present. 7 patients had bilaterall tibial fractures. The patients were followed al least unlu/ to clinical and radiographical union of the fracture. Iri (his series, the overall succes rates in healing of the fractures with open and closed method_v were highly satisfactory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
SurgIcal Treatment In Portal HypertensIon
1989-1992 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde portal hipertansiyon tanısı alan 12 olguya; 3 selektıf, 8 nonselektıf şant, 1 özofagogastrik transseksiyon ve 2 Sugiura-Futagawa işlemi olmak üzere 14 cerrahi girişim uygu-lanmıştır. Özofagogastrik transseksiyon uygulanan 1 ve Su-giura -Futagawa işlemi uygulanan 2 olgu dışında tüm girişimler efektif şartlarda yapılmıştır. Sugiura işlemi uygulanan 2 olgu dışında operatif mortalite olmamış, 3 ay-2 yıllık takiplerde hiçbir ol-guda tekrarlayan kanama gözlenmemiştir.
Between 1989 and 1992 in University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 12 patients were diagnosed with portal hypertension. 14 surgical intervention (3 selective and 8 nonselective shunt, 1 eosophageal transsection and 2 Sugiura-Fwagawa procedure) were peıforıned ta these patients. Except 1 oesophageal transsection and 2 Sugiura-Futagawa operation, all operations were peıformed in elective conditions. Expect 2 cases underwent Sugiura-Futagawa operation, there were no operative mortality. Ir wasn't developed the recurrent hemorrhage in following 3 mounts to 2 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Bafivuran Çocuk Hastalarda Hepatit A Sıklığı
Meltem Energin, Şefika Elmas, Ahmet Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Bafivuran Çocuk Hastalarda Hepatit A Sıklığı
Frequency Of HepatItIs A In ChIldren ApplyIng To OutpatIent ClInIcs Of PedIatrIcs In Meram MedIcal Faculty Of Selcuk UnIversIty
Amaç: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları genel polikliniğine çeşitli nedenlerle getirilen 2-16 yaş arası çocuklarda Hepatit A virüsü seropozitişik oranlarını belirlemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2005- Haziran 2006 tarihleri arasında çocuk kliniğine başvuran 345 hasta çalışmaya alındı. Çocuk hastalar 2-6, 7-11 ve 12-16 yaş olmak üzere üç gruba ayrıldı. Tüm hastalarda ELISA yöntemi ile anti-HAV Ig M ve Ig G çalışıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 10.0 programı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Anti-HAV Ig M ve Ig G pozitişiği sırasıyla % 1.4 ve % 28.7 olarak saptandı. Çalışmaya katılan olgular yaş gruplarına göre incelendiğinde, okul çağı çocuklarda okul öncesi çocuklara göre seropozitişiğin anlamlı derecede yüksek olduğu görüldü. Sonuç: Okula başlama ile birlikte çocuklarda Hepatit A seropozitivitesinde belirgin artış saptanması nedeniyle okul öncesi dönemde aşılanma önerilmelidir.
Aim: In this study, we aimed to evaluate the ratio of hepatitis A seropositivity in patients who applied to the outpatient clinics of of Pediatrics in Meram Medical Faculty of Selcuk University. Material and Method: 345 patients who applied to our outpatient clinics between December 2005 and June 2006 were included in the study. These children were divided into three groups as 2-6, 7-11 and 12-16 years, respectively. AntiHAV Ig M and Ig G were studied in all patients using ELISA method. The statistical analysis of the results was evaluated according to SPSS 10.0 program. Results: Positivity of anti-HAV Ig M and Ig G were found as 1.4 % and 28.7 %, respectively. When compared, hepatitis A seropositivity was significantly higher in children of school age than children under school age. Conclusion: Because hepatitis A seropositivity in children increases significantly with school age, vaccination should be recommended before school age.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Ahmet Kaya, Şükrü Bülent Özer, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
PrImary HyperparathIroIdIsm And SurgIcal Treatment
S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1986-1992 yılları arasında primer hiperparatiroidi tanısı ile ameliyat edilen 8 olgu sunulmuştur. 7 olguda serum kalsiyum ve parathormon seviye-si yüksekti. 1 olgu dışında digerlerinde serum kreati-nin seviyesi normaldi. Preoperatif dönemde 2 olguda US ile, 5 olguda US+CT ile bir paratiroid bezinde büyüme saptandı. 1 olguda herhangi bir paratiroid bezinde büyüme saptanamadı. Adenom olduğu düşünülen 7 olguda paratiroid gland eksizyonu uygu-landı ve nodüler guatr da saptanan 3 olguda aynı za-manda subtotal tiroidektomi de yapıldı. Iliperplazi düşünülen 1 olguda 3112 paratiroid bezi çıkartılarak subtotal paratiroidektomi uygulandı. Histopatolojik tatlılar tüm olgularda benign olarak saptandı.
In University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 8 cases operated with diagnosis of primary hyperparathyroidism between 1986-1992 were presented. The level of the serum calcium and parathormon were high in 7 cases. Except one case, the level of serum creatinin were normal. In preoperative period, it was found enlarged one parathyroid gland by US in 2 cases and by US+CT in 5 cases. It was not found any enlarged parathyroid gland in one case. It was performed parathyroid gland excision in 7 cases considered as adenoma and also performed subtotal thyroidectomy in 3 cases with nodular goitre. In one case considered as hyperplasia, it was performed subtotal parathyroidectomy by exicision of 3 112 parathyroid glands. The results of hystopathologic studies were benign in all cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Büyük Hekimlerimiz : Prof. Dr. Feridun Nafız Uzluk (1907 - 27. Eylül. 1974)
Hasan Özönder
Araştırma makalesi
Özeti
Büyük Hekimlerimiz : Prof. Dr. Feridun Nafız Uzluk (1907 - 27. Eylül. 1974)
Our Great Doctors: Prof. Dr. FerIdun Nafız Uzluk (1907 - 27.september 1974)
Konya, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti; Selçuklu Tıp dünyasının başta gelen kentidir. Sivas, Kayseri, Çankırı gibi S21çuklu tababetinde önemli yeri olan kentler gibi Konya da Türk tıp tarihine ünlü şahsiyetler kazandırmış, önemli katkılarda bulunmuştur. Başkent Konya'da, tıp alanında faaliyette bulunan müesseseler arasında bilhassa Kemaliyye ile, Şadi Bey Dar'uş - Şifalarını biliyoruz. Büyüklü, küçüklü başka müesseselerin de olduğu muhakkak. Günümüzde sadece «eyvanı» ile varlığını gösterebilen Kemaliyye müstesna, hepsi yok olup gitmiştir. Mevki tespitinden sonra yapılacak hafriyat, restorasyona müsait bilgi, belge ve desteği verecektir. Tıp müesseselerinin bu gün, savaş günlerinde bile dokunulmazlıkları vardır. Her türlü tecavüz ve taarruzdan muaf ve masundurlar. Ama bu prensip, tarihte zaman zaman terkedilmiştir. Nitekim, bütün insani prensip ve anlaşmalara rağmen uzak ve yakın tarihlerde yapılan çatışmalarda, tıp müesseseleri, zaman zaman da olsa, çeşitli tecavüz ve taarruzdan kendilerini kurtaramamışlardır. İşte, başkent Konya'da bulunan Selçuklu tıp müesseselerinin, tahrip olarak, günümüze gelemeyişlerinde, yedi yüz yıllık mazilerinde uğradıkları bu tür taarruz ve tecavüzlerin tesirinin büyük olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Konya, hem başkent ve hem de Anadolu stratejisinde çok önemli, kilit bir mevkie sahip. Anadolu'nun, politik, askeri ve ticari yollar kavşağı durumunda. Taht ve taç kavgaları, din ve mezhep çatışmaları, ayaklanmalar, iç isyanlar, Moğol ve Beyliklerin muhasara ve tecavüzleri bu sebeple Konya ve yakın çevresinde sahneye konulmuştur.
Konya is the capital of the Anatolian Seljuk State; Seljuk is the leading city in the medical world. Just like Sivas, Kayseri and Çankırı, which have an important place in the S21çuklu medicine, Konya has brought famous personalities and made important contributions to the history of Turkish medicine. Among the institutions operating in the field of medicine in the capital city of Konya, we know especially Kemaliyye and Şadi Bey Dar'uş - Healing. It is certain that there are other large and small institutions. With the exception of Kemaliyye, who can only show his existence with his "iwan" today, all of them have disappeared. The excavation to be made after the determination of the location will provide information, documents and support suitable for restoration. Medical establishments have immunities today, even during war days. They are immune and immune from all kinds of rape and attack. But this principle has been abandoned from time to time in history. As a matter of fact, despite all humanitarian principles and agreements, in distant and recent conflicts, medical institutions, albeit from time to time, could not save themselves from various rape and assault. We are of the opinion that such attacks and rapes suffered in their past of seven hundred years had a great effect when the Seljuk medical institutions in the capital Konya were destroyed and could not survive today. Because Konya has a very important and key position in both the capital and Anatolian strategy. It is the crossroads of Anatolia's political, military and commercial roads. Throne and crown fights, religion and sect conflicts, rebellions, internal rebellions, siege and rape of Mongols and Beyliks were staged in Konya and its vicinity for this reason.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Özlem Ekiz, Filiz Canpolat, Fuat Ekiz, İlhami Yüksel, Şahin Çoban, Ömer Başar, Elife Erarslan, Osman Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Prevalence Of HelIcobacter PylorI InfectIon In PatIents WIth PsorIasIs, AssocIatIon Between DIsease ActIvIty And InfectIon
Psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori enfeksiyonu sıklığı ile ilgili farklı sonuçlar bildirilmiştir. Birçok çalışmada sık tespit edilmiş olmasına rağmen, bazılarında ise aynı sonuçlar elde edilmemiştir. Bu çalışmada biz, psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori sıklığını ve hastalık aktivitesi ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık. Çalışmaya dispeptik yakınmaları olan, 8 erkek ve 3 kadın olmak üzere toplam 11 psöriyazisli hasta alındı. 18 erkek ve 5 kadın olmak üzere 23 sağlıklı kişi kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Helikobakter pylori enfeksiyonu mide orta kısmı ve antrumdan alınan endoskopik biyopsiler veya üre nefes testi ile tespit edildi. Hasta grubunda, Helikobakter pylori tedavisi öncesi ve sonrası hastalık aktivitesi (psoriasis area severity index: PASI) ile değerlendirildi. Helikobakter pylori eradikayonu için ardışık tedavi rejimi tercih edildi. Eradikasyonu değerlendirmek için üre nefes testi yapıldı. Helikobakter pylori, psöriyazisli 11 hastanın 9’unda pozitif olarak tespit edilirken (% 82), kontrol grubundaki 23 kişiden 11’inde (% 47,8) Helikobakter pylori pozitif olarak tespit edildi. Hasta grubunda, tedavi sonrası 9 hastanın 6’sında Helikobakter pylori negatifleşti. Helikobakter pylori eradikasyonu sonrası, kontrole gelen 4 hastanın sadece birinde anlamlı bir PASI iyileşmesi gözlenirken diğer 3 hastada anlamlı bir düzelme izlenmedi. Sonuç olarak bu çalışmada hasta sayısı az olmakla birlikte, Helikobakter pylori enfeksiyonunun psöriyazisli hastalarda sık olduğu gözlenmiş olup, hastalık aktivitesi arasındaki ilişki gösterilememiştir. H.P ile psöriyazis şiddeti arasındaki ilişkiyi göstermek için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
It has been reported different results about the prevalence of Helicobacter pylori infection in patients with psoriasis. In several studies, although the prevalence of Helicobacter pylori was reported to be increased, in some studies it could not be shown same results. In this study, we aimed to evaluate the prevalence of Helicobacter pylori infection and the association between disease activity and infection in patients with psoriasis. A total of 11 (8 male, 3 female) patients with psoriasis and 23 healthy controls (18 male, 5 female) were included in the study. Helicobacter pylori infection was diagnosed with biopsy which was obtained from the antrum and the body of stomach or with urea breath test. Before and after Helicobacter pylori eradication, disease activity was revealed with psoriasis area severity index. Sequential eradication regimen was preferred treatment for helicobacter pylori. Urea breath test was used to evaluate the eradication after the treatment Nine (% 82) of 11 patients with psoriasis had positivity for Helicobacter pylori while 11 subjects (% 47,8) of 23 had positivity for Helicobacter pylori in the control group. After the eradication treatment, Helicobacter pylori were negative in six patients. Four patients returned for follow-up visits and psoriasis area severity index had significantly resolved in only one of them. In conclusion, however the number of patients is so not much, in this study the prevalence of Helicobacter pylori was observed to be more frequent in patients with psoriasis but no association between disease activity and infection was found. Further studies are needed to show the association between disease activity and Helicobacter pylori infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
Oğuzhan Güven Gümüştaş, İbrahim Akdağ, Yurtkuran Sadıkoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
RadIologIcal And ClInIcal Fallow Up Results Of Renal Artery StentIng Or Ballon AngIoplasty In PatIents WIth Renal Artery StenosIs
Amaç: Renal arter darlıklı hastalarda renal yetmezlik ve renovasküler hipertansiyonun kontrolünde balon anjioplasti veya renal artere stent uygulaması sonuçlarının takibi ve primer başarı oranını saptamak.Yöntem: Olguların renal anjioplasti ve stent uygulaması öncesi renal anjio bulguları, Doppler ultrasonografi bulguları ve varsa MR anjio bulguları değerlendirildi. Olguların klinik değerlendirilmesi renal fonksiyonları, tansiyon değerleri ve kullanılan ilaç sayısındaki değişikliklere göre yapıldı. Bulgular: Otuz yedi (22 erkek, 15 kadın; ortalama yaş 50.24) hastanın 32 renal arterine balon ile genişleyen stent yerleştirildi. 37 hastanın 7 renal arterine balon anjioplasti uygulandı. Tüm hastalarda hipertansiyon, 12 hastada böbrek disfonksiyonu bulunmaktaydı. Hastalar tedavinin etkinliğini belirlemek için, işlem öncesi ve sonrası kan basıncı ve serum kreatinin düzeyleri ile takip edildiler. Darlık oranı %30-%100 idi (ort %74.15). On beş hastada lezyonlar ostialdi. Yirmi dört hastada trunkaldi. Takip süresi ortalama 21.2 (3-84 ay) aydı. Hipertansiyon 9 (%24.33) hastada iyileşti. 19 hastada düzeldi. 9 hastada ise yanıt alınamadı. Böbrek fonksiyonu bozuk olan 12 hastanın da 8’inde (%22.22) düzelme görülürken, 4’ünde kötüleşme görüldü. 4 (%11.10)’ünde ise değişiklik izlenmedi. Sonuç: Renal arter darlıklarının stent ve perkütan transluminal anjioplasti ile revaskülarizasyonu, basit etkin ve güvenilir bir tedavi yöntemidir. İlerleyici böbrek yetmezliği ve kontrol edilemeyen hipertansiyonlu hastalarda perkutan transluminal anjioplasti ve stent ile renal arter darlıklarının revaskülarizasyonu önemli klinik yarar sağlamaktadır.
Aim: To determine the primary success rate and follow up results of renal artery stenting or balloon angioplasty in controlling renovascular hypertension and renal failure in patients with renal artery stenosis. Method: Before balloon angioplasty and stenting; renal angiography and Doppler ultrasonography findings were evaluated and also findings of MRA were estimated if present.The clinical estimation of the cases were made upon to renal functions, hypertension values and the changes of the number of medicines used. Results: Balloon expandable stents were placed in 32 renal arteries of 37 patients. Balloon angioplasty were used in 7 renal arteries of 37 patients (22 men, 15 women; mean age 50.24). There were hypertension in all of the patients. In 12 patients; there were disturbed renal functions. In order to determine the activity of the cure of the disease, the patients are followed by measuring blood pressures and serum creatinin levels before and after the stenting and balloon angioplasty. Stenosis rate was 30-100% (mean 74.15%).The lesions were ostial in 15 patients, truncal in 24 patients. Mean follow up time was 21.2 months (3-84 months). Hypertension was cured in 9 (24.33%) patients, improved in 19 (51.35%).patients In 9 (24.33%) patients there was no respond. In 12 patients with disturbed renal function, 8 (22.22%) patients showed improvement, 4 (11.10%) patients showed deterioration and 4 (11.10%) patients were stable. Conclusion: Revascularization of renal artery stenosis with stenting and balloon angioplasty is a simple, efficient and safe procedure. In patients with uncontrolled hypertension and progressive renal failure; revascularization of renal ar tery stenosis with stenting and baloon angioplasty pointed out impor tant clinical benefit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toraks Yaralanmaları Tedavisinde Konservatif Ve Cerrahi Yaklaşım
Ali Ersöz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Tayfun Göktoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Toraks Yaralanmaları Tedavisinde Konservatif Ve Cerrahi Yaklaşım
Conservatıve And Surgıcal Approach In The Treatment Of Thoracıc Injurıes
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında 1983-1988 yılları arasında tedavi gören 378 göğüs travması değerlendirildi. Vakaların 281 (%74.3)'ü künt göğüs travması 97 (%25.7)'si delici kesici alet yaralanmasına bağlı idi. 8 (% 2.2) hastaya acil torako-tomi dışında tedavide konservatif kalındı. Total morrtalite % 5.3 idi.
Between 1983-1988 378 patients with thoracic trauma were admitted to the Department of Thoracic and Cardiovascu-lar Surgery, Selçuk University School of Medicine. In 74.3 percent of the cases cause was blunt injury and 25.7 percent due to penetrating trauma. In majority of the patients treatment was Conservative. Only 2.2 percent of the cases had emergency thorocotomy. Overall mortalıty rate was 5.3 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Görevli Hemşirelerin Aıds Konusundaki Bilgi Ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
Tahir Kemal Şahin, Fatih Kara, Onur Ural
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Görevli Hemşirelerin Aıds Konusundaki Bilgi Ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Aıds Knovvledge And AttItude Of Nurses VvorkIng In Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal
Bu çalışmada, hemşirelerin AIDS’in özellikleri, bulaşma ve korunma yolları konularındaki bilgi ve tutumlarının incelenmesi amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde görevli 236 hemşireye Mart 1999’da bir anket uygulanmıştır. Hemşirelerin yaş ortalamaları 24.3 ± 4 .3 bulunmuştur. Yaklaşık 1/3’ü AIDS konulu bir eğitim programına katıldığını belirtmiştir. % 52.1 ’i HIV (+)'liği ile AIDS hastalığı arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Kondomsuz cinsel temasla HIV geçişinin olabileceğini söyleyenlerin oranı % 89.0 iken, ora! seksle geçiş olabileceğini söyleyenlerin oranı % 56.8 olarak saptanmıştır. HIV (+) hastaya yaklaşımınız nasıl olur sorusuna % 54.2'si "Koruyucu önlemler alarak gerekeni yaparım" demiştir. Hemşirelerin % 6.8’i infekte bir enjektörün, iğne ucu enjektörden çıkartılmadan, kapak kapatılmadan atılması gerektiğini, % 68.6’sı infekte kesici aletlerin delinmeye dirençli kutulara atılması gerektiğini söylemiştir. % 82.6’sı kendilerini HIV infeksiyonu yönünden risk altında gördüğünü, % 20.3’ü de sağlık personelinin AIDS’ti bir hastaya tıbbi müdahale yapmayı kabul etmeme hakkı olması gerektiğini söylemiştir. Hemşirelerin bilgi puan ortalamalarının 66.7 ± 9 .7 olduğu, bilgi yetersizliğinin en çok korunma yolları konusunda olduğu bulunmuştur. Hastayla sürekli yakın temasta bulunan hemşirelerin AIDS hastalığının bulaşma ve korunma yolları konusunda yeterli, doğru ve güncel bilgiye sahip olabilmeleri için planlı ve sürekli eğitim almaları gerekmektedir.
İn this study, investigation of the knovvledge and attitudes of the nurses about the characteristics of AIDS, spreading ways and prevention was aimed. Totally 236 nurses vvorking in Selçuk University Medical Faculty Hospital were included in this study and vvere intervievved in March 1999. The mean age of the nurses was 24.3 ± 4.3. Nearly 1/3 of the nurses declared that they had participated some educative programs about AIDS previously. 52.1 % of the nurses claimed that there was no difference betvveen having HIV or AIDS disease. 89.0 % of the nurses said that HIV transmission is possible with sexual course vvithout using condom and 56.8 % said that HIV transmission is possible vvith oral sex. The question of "How do you act to an AIDS patient" was ansvvered as "I take preventive measures" by 54.2 % of the nurses. 6.8 % of the nurses said that injectors must be discarded vvithout removing its needle and vvithout closing its cover, 68.6 % said that infected incising tools must be put into resistant boxes. 82.6 % evaluated herself as under the risk of HIV, 20.3 % said that they must have right to refuse medical applications to an AIDS patient. The mean knovvledge score of the nurses vvas 66.7 ± 9.7. The majority of the knovvledge deficiency vvas about the vvays of AIDS prevention. The nurses are generally vvorking very close to the patients. So, they should be educated periodlcally about transmission and prevention of AIDS disease to get correct, adequate and updated knovvledge about it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Aydın Şanlı, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
DIagnostIc Value Of AnterIor MedIastInotomy Irı IntrathoraeIe LesIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cer-rahisi Kliniğinde 1994 Ocak 1996 Eylül tarihleri arasında /6 yakaya mediastinal eksplorasyon uy-gulanmıştır. Vakaları,' 11 'i erkek, 57 kadındır. En küçük hastanuz 35, en yaşlı hastannı ise 68 yaşında olup yaş ortalaması 53_8'dir. Bunların 13 (% 81 .25)rüne sağ anterior mediastinotomi, 3 (% 18.75)7ine sol anterior Mediastinotomi uy-gulanmıştır. Sağ anterior mediastinounni uygulanan vakaların 1 'iııde hiopsi alınamanuş, hiopsi için to-rakotomi gerekmiştir_ 16 vakatun 14 (% 87.50)'ünde tnediastinal eksplorasyonla patolojik kmıya ıdaşılabilmiştir. Vakaların 3`iinde epidermoid kar-sinom. 37inde sarkoidoz, 2`sinde küçük hiicreli Ca, 2'sinde leufinna. 2'sinde tüberküloz, 1 'inde ade-nokarsinom ve 1 'inde kronik nonspesifik iltihap tanısı konmuştur. Torakoıonıi uygulanan bir hastada sonuç sarkoidoz olarak alınmıştır. Hiçbir vakada operatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Between Januar). 1994 to Septemher 1996. 16 patients with mediastinal mass were surgically eAp-Iored. Among them 11 of them were males and 5 were .female. Their ages ranged 35 ta 68 vears (mean 53.8). For 13 patients right anterior me-diastinotomy were pe)formed (81.25%) and left an-terior mediastinotomy were perforıned for 3 pa-tients, respectiyely. 117 one case the right anterioı-mediastinotomy procedure failed and thoracotomy required. In 14 cases of 16 (87.50 %) pathologi• di-agnosis was made hy ınediastinal exploration. Par-hologic extıminations revealed that epidermoid can-cinonıa in 3 patients, sarcoidosis in 3 patients, oat cell carcinoma in 2 patients, lenfoğna in 2 patients. tuberculosis in 2 patients. adenocarcinoma in 1 pa-tient, and chronic nonspesıfic inflamation in 1 pa-tient refflectively. The patient who required tho-racotomy was diagnosed as sarcoidosis. Opeıyuive complication and moı-tality occured,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çift Puls Yönteminde İki Uyaran Arasındaki Gecikme Süresinin İletim Hız Dağılımı Histogramına Etkisi
Nizamettin Dalkılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Çift Puls Yönteminde İki Uyaran Arasındaki Gecikme Süresinin İletim Hız Dağılımı Histogramına Etkisi
The Effect Of The Delay TIme Betvveen Pulses On ConductIon VelocIty DIstrIbutIon HIstograms In Double Pulse Method
Aynı noktadan çift puls ile uyarılan sinirlerde oluşan birinci ve ikinci bileşik aksiyon potansiyelleri (BAP1 .BAP2), "suction” tekniği ile kaydedildi. İki uyaran arasındaki gecikme süreleri küçültülerek BAP2'de meydana gelen değişimler gözlendi. BAP'dan lif çapı dağılım histogramlarını elde etmek için, önceki çalışmalarımızda oluşturduğumuz model BAP1 ve BAP2 kayıtlarına uygulandı, iki puls arasındaki gecikme süresinin küçültülme- siyle, 2BAP histogramlarında meydana gelen değişimler BAP1 histogramlarıyla karşılaştırıldı, BAP1 ile BAP2 his- togramları arasındaki anlamlı farklılaşmanın, "suction"yönteminde 3.4’üncü ms'de başladığı tespit edildi. Çift puls ile uyarma yöntemi, yavaş ileten liflerin refraktör dönem büyüklüklerini saptamada kullanılabilir olduğu görüldü, ancak İki uyaran arasındaki gecikme süresinin küçülmesiyle B A P l’in gecikmiş fazı BAP2'nin erken fazına karışması nedeniyle tüm liflerin aktivitelerinin tespit edilmesine çok da uygun olmadığı düşünülmektedir.
The first and the second compound action potentials (CAP1 ,CAP2) arisen from the double stimulation of the nerve on the same polnt were recorded using the suction techniçue. The changes in CAP2 signals were observed as the delay time between two stimuli was reduced. İn order to obtaln the CAP fiber diameter distribution histograms, a model developed in our previous work was applied to CAP1 and CAP2 recordings. The changes in CAP2 histograms were compared to CAP1 histograms’ as the delay times got shorter. As inter-stimu/i delay time gets shorter, significant difference betvveen CAP1 and CAP2 histograms appears at 3.4th ms after CAP1. Although double pulse stimulation techniçue is essential for determining the refractor period duration, it is unsatisfactory for deducing vvhole nerve activity, since the late phase of CAP1 interferes into early phase of CAP2 as the delay time gets shorter.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Abortuslarda Kromozomal Düzensizliklerin Rolü
Hatice Gül Dursun, Ayşegül Zamani, Aynur Acar, Mehmet Cengiz Çolakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Abortuslarda Kromozomal Düzensizliklerin Rolü
The Role Of Chromosomal AbnormalItIes On Spontaneous AbortIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Laboratuvarına gönderilen düşük materyalleri üzerinde gerçekleştirilen bu çalışmada; düşük materyallerindeki kromozom düzensizliklerinin tip ve insidansının belirlenmesi amaçlandı. Bu amaçla 54 düşük materyali geleneksel sitogenetik tekniklerle kültüre alındı ve karyotiplendi. 15 materyalde (%27.8) kromozomal düzensizlik tespit edildi. Bu düzensizlikler arasında en çok trizomilerin yer aldığı saptandı (%53.4). Trizomileri, %26.6 ile poliploidiler ve %20.0 ile monozomi X izlemiştir. Trizomiler; 15, 18 ve 21. kromozomların trizomilerini kapsarken, poliploidilerin yarısını triploidi, yarısını da tetraploidi oluşturuyordu. Çalışmadan elde edilen bulgular; kromozomal düzensizliklerin spontan abortusların etyolojisinde önemli bir paya sahip olduğunu ve bu nedenle düşük materyallerinin sitogenetik değerlendirmesinin hem hasta hem de hekim açısından önem taşıdığını göstermektedir.
İn this study that was performed on spontaneous abortions refferred to Department of Medicial Genetics of Medical Faculty of Selçuk University, detection of the incidence and type of chromosomal abnormalities in spontaneous abortions was aimed. With this aim; the specimens from 54 spontaneous abortions were successfully cultured and karyotyped by using conventional cytogenetic techniques. 27.8 % of karyotyped abortions were found to have a chromosomal abnormality. Autosomal trisomy was the predominant chromosomal abnormality and accounted for 53.4 % ali abnormal abortions, followed by poliploidy (26.6 %) and monosomy X (20.0 %). Trisomies were consist of trisomy 15, 18 and 21. One mosaic marker was observed in one aborted specimen. Detected poliploidy comprised two triploidy and two tetraploidy. The obtained findings revealed that chromosomal abnormalities have an important role on etiology of the spontaneous abortions and that for this reason cytogenetic examination of aborted specimens is useful for parent of abortions and for physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
Hüseyin Görkemli, Havvana Albeni, Çetin Çelik, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
ImmunologIc EvaluatIon Of Severe PreeclamptIc PregnancIes.
Mart 1998 ile Kasım 1998 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakütesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğine başvuran 20 kontrol ve 20 ağır preeklamptik olmak üzere toplam 40 hastanın immünolojik yönden değerlendirilebilmesi için total IgG. IgM, ASO, CHP, C3c ve RF değerlerine bakıldı. Postpartum 15 günden sonra aynı değerlere tekrar bakıldı. Kontrol grubu normal doğum için gelmiş miadındaki sağlıklı gebelerden oluşturuldu. Sonuçlar karşılaştırıldığında hem kontrol grubu ile prepartum ağır preeklamptik gebeler, hem de prepartum ve postpartum ağır preeklamptik gebeler arasında yukardaki değerler gözönüne alındığında anlamlı bir farklılık bu lunamadı (p>0.05). Bu tür immünolojik bir araştırmanın yapılabilmesi için, ELİZA yöntemi ile parametrelerin değerlendirilmesi gerekmektedir.
Betvveen March 1998 and November 1998; 20 control and 20 severe preeclamptic, totally 40 pregnant women were evaluated in Selçuk University Medical Faculty, Department of Obstetrics and Gyneacology. İn order to find out the immunologic basis of preeclampsia, total IgG, IgM, ASO, CRP, C3c and RF markers were studied. The control group was formed by healthy term pregnant women. No statistical significant difference was found be- tween the groups according to the immunologic markers (p>0.05). ELISA analysis was needed for such an immunologic study to find out the real differences between the groups.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Tümörleri
Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Atilla Semerciöz, Ahmet Öztürk, Halim Bozoklu, Veli Sututan, Celal Sönmez
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Tümörleri
Bladder Tumors
1974-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına mesane tümörü nedeniyle baş vuran 99 hasta ile, 1983-1989 yılan arasında Selçuk Üniversitesi, Tip Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına mesane tümörü nedeniyle baş vuran 91 hasta da tümörün cinse, yaş gruplarına, mesleklere, lokalizasyonuna ve histopatolojisine gre dağılımı araştırılarak, uygulanan tedavi yöntemleri değerlendirildi. Bu hastaların tedavisinde önceki yılarda parsiyel sistektomi ön planda iken son yıllarda T. U. R. 'un tedavide ilk sırada yer aldığı tespit edildi.
The study on bladder turnors was carried Gut al the Dep!. of Urology of the two University's school of medicine. The patients 99 of thern were adtnitted to the Dept. of Urology, school of Medicirte, Dicle Universt, Diyarbakır from 1974 to 1982 and 91 patients were admitted to the Urology Dept. School ofg Medicine, Selçuk Universty Konya from 1983 to 1989. The bladder turnors were classified according ta age groups, occupotion, jobs, localsotion and histopathology of the lumors and therempoethic methods administered were evaluated according to the classification. Our work shows that iniiial treatment partiel systeotorny was replaced later an by threapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Psödoartrozlarının Ekstrakorporal Şok Dalgası (eswl) İle Tedavisi
Mustafa Yel, Recep Memik, Mehmet Arazi, Tunç Cevat Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Psödoartrozlarının Ekstrakorporal Şok Dalgası (eswl) İle Tedavisi
Extracorporeal Shock Wave Therapy (eswl) Of Pseudo-ArthrosIs Of TIbIa
İlk olarak iiriner sistem, safra kesesi, taşlarını kırma ve asistolideki kalbin mekanik uyarım' amacıyla kullanılan elektromanyetik şok dalgast, do-kuların yoğunluk farkına bağlı olarak enerji açığa çıkarması nedeniyle ortopedi ve traVIllatoloji alanında da kullanım alanı bulmaya başlamıştır. Şok dalgasının psödoartrozlarda, kaynama ge-cikmesinde, epikondilitlerde, tendinozis kalkareada, protez revizyonlarmda çalışmalar yapılmaktadır. Selçuk üniversitesi Tıp fakültesi Ortopedi ve Trav-matoloji ABD'da Temmuz 1994 - Ekim 1995 yılları arasında tibia psödoartrozu nedeniyle değişik te-daviler uygulamp kaynama elde edilemeyen 5 has-taya hastanemizin üroloji kliniğinde iiı-iner sistem taşlarını kırma amacıyla kullanılan Dornier MFL 9000 litotripter aracılığıyla kırık uçlarına 20-22 kV şiddetinde. 3000 atım şok dalgası uygulandı. Has-talarda ortalama 4 ay (3-6 ay) içinde osseöz kay-nama elde edildi. Bu yöntemin teknik ve uygulama güçlüklerinin yanında seçilmiş ve diğer tedavilerin başarısız olduğu özellikle açık kırık sonrası gelişen psödoartrozlarda uygulanabileceği düşünmekteyiz.
Initially extracmporeal shock wave lithotripsy (ESWL) was used for mechanical stimulation of asy-stolic heart and was larer to be used routinelv for urinary and gall bladder stone extraction. Soıne re-ported preliminary studies imply that ESWL can be used to treatment pseucloarthrosis, delayed union. epicondilitis, tendinosis calcarea and prostetic re-vision. Between July 1994- October 1995, in de-partment of Orthopedics and Traumatology, Me-dical Faculty, Selçuk University a study was undertaken for 5 patients with tihial pseudoarthrosis. For this purpose Dornier MFL 9000 lithotripter was used. An intensity of 20-22 kV. totalling 3000 pul ses were applied to the end of each fracture. Solid ttili011 was achieved on an average of 4 months (ranging 3-6 months). As a result of Iliis study, the technique ofkrs a potantial altrenative rreatment modality for cases for whom other techniques can be used with difficulty and for pseudoarthrosis which mav develop after opeıı fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
Ruhuşen Kutlu, Selma Çivi, Melih Cem Börüban, Ayşe Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
DepressIon And The Factors AffectIng The QualIty Of LIfe In Cancer PatIents
Bu tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, kanserli hastalarda depresyon ve yaşam kalitelerini değerlendirmek amacı ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilimdalında 1-30 Mart 2008 tarihlerinde tedavi gören 102 kanserli hasta oluşturmuştur. Yaşam kalitesini ölçmek için WHOQOL-Brief kullanılmıştır. Depresyon durumu Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile değerlendirilmiştir. Hastaların %57.8’i erkek (n=59), %42.2’si kadın (n=43), yaş ortalamaları 49.7±15.2 idi. Hastaların BDÖ ortalaması 12.4±9.9 (min=0, max=48) olarak tespit edildi. BDÖ’ ne göre sırasıyla %47.1’i (n=48) normal, %21.6’sı (n=22) hafif, %18.6’sı (n=19) orta, %12.7’si (n=13) şiddetli derecede depresyonda idi. Kanserli hastaların cinsiyeti, mesleği, eğitimi ve medeni durumu depresyonu etkilememişti (p>0.05). Yaşam kalitesi skorları ile depresyon durumu karşılaştırıldığında genel sağlık ve yaşamdan memnuniyet (p=0.000), genel sağlık ve yaşam kalitesi (p=0.000), fiziksel sağlık (p=0.011), sosyal ilişkiler (p=0.000), psikolojik sağlık (p=0.000) ve çevre alanı (p=0.000) depresyon olmayanlarda depresyon olanlara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek idi. Kanser hastalarının yaşam kalitelerinin ölçülmesi hem hastalığı daha iyi tanımamıza yardım edecek, hem de tedavi yanıtlarının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon major sorunlar olup, bunların üstesinden gelmek için bu problemleri anlamak gerekir ve psikolojik yardım esastır.
This descriptive and cross sectional study was conducted to assess the depression and the quality of life (QoL) in cancer patient. The sample of the study consisted of 102 the patients with cancer, treated at Medical Oncology Department of, between 1-30 March 2008. WHOQOL –Brief was used to evaluate the patients’ quality of life. Depression status was evaluated with Beck Depression Inventory (BDI). Of the interviewees, 57.8% were male (n=59), 42.2% were female (n=43), and the mean age was 49.7± 15.2. The mean value of Beck depresyon was found as 12.4±9.9 (min=0, max=48). According to the BDI, 47.1% (n=48) were normal, 21.6% (n=22) mild, 18.6% (n=19) moderate and 12.7% (n=13) were severely depressed respectively. The gender, occupation, education and marital status of the people with cancer had not effected the depression (p>0.05). When we compared the QoL scores and depression status, there was a significant difference in perception of overall health and the satisfaction from life (p=0.000), general health and quality of life (p=0.000), physical health (p=0.011), social relationships (p=0.000), psychological health (p=0.001)) and environmental (p=0.000) between the depressive people and non-depressive ones statistically. Assessing quality of life in cancer patient will provide better understanding of the disease and will improve the evaluation of the therapy response. Anxiety and depression are the major concerns in cancer patient and it is necessary to understand these problems in order to cope with them, and psychological aid is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İli Sağlık Ocakları Bölgelerınde Ve Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Hastane Personelinde Guatr Taraması
Selma Çivi, Mustafa Mete, Tahir Kemal Şahin, Ersin Eröktem, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İli Sağlık Ocakları Bölgelerınde Ve Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Hastane Personelinde Guatr Taraması
ThyroId ScreenIng In Health Centers In Konya And In HospItal Staff Of Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi hastane per-soneli, Konya ili merkez sağlık ocakları ve Çumra ilçesi Apa köyünde, 15 yaş üzeri kadın ve erkeklerde boyun paipasyonu ve anket yöntemi ile yapılan bu çalışmada, tiroid hiperplazisi sıklığı rf013.6 olarak bulundu. Kadınların %18,2'sinde, erkeklerin %6.96'sında tiroid hiperplazisi vardı. Konya içme ve kullanma sularında ortalama 12.5 6.25 mcg1L iyot bulunmasına rağmen, bölgemizcle guatr bir sorun olarak görülmektedir. Korunmada iyotlu tuz kullanılmasını önermekteyiz.
Selçuk University Medical Faculty staff and people of some health eenters in Konya (Mevlana, 1 Hasanköy. Aydınlıkevler, Binkonut, Karaaslan and Apa village) were examined by palpation of thyroid gland and a specific questionnaire form. 1190 female and ınale people, who were older than 15 years and were selected by lzaphazard method, were entered the study. Thyroid hyperplasia occurance was found ta be 13.6% in Imal. 18.2% of women and 6.96% of men had thyroid hyperplasia. Although the iodine concentration of drinkingutilizing waters in Konya was 12.5 ± 6.25 mcgIL, thyroid hyperplasia is slill a health problem today. We suggest the iodine salt in prophylaxis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Splenektorni Endikasyonları
Alaaddin Dilsiz, Lütfi Dağdönderen, Ahmet Hamdi Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Splenektorni Endikasyonları
Splenectonzy IndIcatIons Iıl ChIldren.
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Has-unıesisnde 1983-1996 yılları arasında yaşları 1-16 arasında değişen toplam 47 çocukta &dağa yönelik cerrahi müdahale yapılmıştır. Bu hastaların 38'ine splenektomi uygulannuşnı-. 1991 yılına kadar olan .direde yapılan 17 splenektomi genel cerrahlar tarafindan. 191914996 yılları arasındaki 21 sple-nektomi ise çocuk cerrahları tarafından yapılmıştır. İki dönem arasında karşılaştırma yapıldığında. genel c..errahi grubunun yaptığı splenektomilerde en sık endikasyon travma iken. çocuk cerrahisi gru-bunda hemolitik hastalıkları ön plana çıkmaktadır. Bu farklılığın, erişkinlerde dalağın organizma için öneminin çocuklardaki kadar belirgin olmaması ve buna bağlı olarak travınah çocukların takibinde ,..,3enel cerrahların çocuk cerrahlarından farklı yöntem izlemelerine bağlı olduğu kanunla varıldı.
Between 1983 and 1996 splenic surgerv was peıfonned irr a tatar` of 47 .children in the Research Hospital of Medical Faculty of Selçuk Unive•sity. The age• of the patients were betıveen one and 16 vc'ars. Of the patients 38 under•ent splenectomy. of. which 17 were pelforıned general sur.,!:;eons be-Pre 1991_ Pediatric surgeons have been performin these procedures since rhen. When these two periods are coınpared It is frJldlrfl that. the most U)/i dication.v for ,splenectomy are trannut and he-motological diseases before 1991 aml cıfıer tlıen. respectivelv. Wc' suppusod that. the ı-eason of the (lif-frrence between tvı,o periods is the impo•tance of- the jımetions of the spleen is not elem- in adults as iır (.-hildren and therefrre. .fi)r the menagemenı of the trattmatic children, the methocl used hrgenaral sur-geons i.s different from ılıaı (ıf pedian-k:surgeons_
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ameliyathanede Çalışan Sağlık Profesyonellerinde Tükenmişlik, İş Doyumu Ve Depresyon
Muhammet Emin Naldan, Ali Karayağmurlu, Murat Yayık, Muhammet Ali Arı
Araştırma makalesi
Özeti
Ameliyathanede Çalışan Sağlık Profesyonellerinde Tükenmişlik, İş Doyumu Ve Depresyon
Burnout, Job SatIsfactIon, DepressIon On The Healthcare ProfessIonals WorkIng In The OperatIon Room
\r\n ÖZET
\r\n
\r\n Amaç: Bu çalışmada ameliyathanede çalışan sağlık personellerinin tükenmişlik, mesleki doyum , depresyon belirti düzeylerini ve bunları etkileyen sosyodemografik özellikleribelirlemek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Araştırmanın örneklemini, Erzurum Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ameliyathanesinde çalışan anestezi doktoru, cerrahi hemşire, anestezi teknisyeni olmak üzere toplam 230 kişi oluşturmuştur.Çalışmada, Sosyodemografik Veri Formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği( MTÖ), Minnesota Doyum Ölçeği (MDÖ)ve Beck Depresyon Envanterini (BDE) doldurmaları katılımcılardan istendi.
\r\n
\r\n Bulgular: Haftada 60 saatin üzerinde çalışan ameliyathane personelinde Duygusal Tükenme(DT), Duyarsızlaşma (D)ve Beck Depresyon Envanteri (BDE) puanları anlamlı biçimde daha yüksek, Kişisel Başarı(KB) puanları düşüktü.(p<0.05 )Üniversite hastanesinde çalışanların DT,BDE ve D puanları anlamlı derecede yüksek bulundu.(p<0.05 )Doktorların DT ve D puanları, yüksek bulundu. ( p<0.05) Çalışanların BDE ile MDÖ ve KB ölçek puanları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişkinin olduğu; DT ve D alt boyutlarından aldıkları puan ortalamaları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulundu.(p<0.05 )
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Hastalara etkili, doğru ve hızlı müdahale gerektiren yoğun iş baskısı altındaki bir birim olan ameliyathane çalışanlarının ruh sağlıklarını ve çalışma koşullarını değerlendirip, çalışanların iş baskısı ve yükünü azaltmak, ruh sağlığını koruyarak işlevselliğini artırarak hizmet kalitesinin artması açısından faydalı olacaktır.
\r\n
\r\n ABSTRACT
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Aim : In this study, it was aimed to determine burnout, occupational satisfaction, depression symptom levels and sociodemographic characteristics affecting health personnel working in the operating room.
\r\n
\r\n Patients and Methods:The sample of the study consisted of a total of 230 people, including an anesthesiologist, a surgical nurse and an anesthesia technician working in the Erzurum Regional Training and Research Hospital and Atatürk University Medical Faculty Hospital. In the study, the Sociodemographic Data Form, Maslach Burnout Inventory , Minnesota Satisfaction Scale and Beck Depression Inventory were requested from participants
\r\n
\r\n Results:Emotional Exhaustion , Desensitization and Beck Depression Inventory scores were significantly higher and Personal Achievement scores were lower in operating room personnel working more than 60 hours a week (p <0.05). Desensitization scores were found to be significantly higher (p <0.05). Doctors' Emotional Exhaustion and Desensitization scores were high. (p <0.05). There was a significant negative correlation between the Beck Depression Inventory and the Minnesota Satisfaction Scale and Personal Achievement scale scores of the employees; There was a significant positive correlation between the mean scores of the Emotional Exhaustion and Desensitization subscales (p <0.05)
\r\n
\r\n Conclusion:The operating room, which is a unit under intensive work pressure that requires effective, accurate and rapid intervention, will be useful in evaluating the mental health and working conditions of employees, reducing the work pressure and burden of employees and increasing the quality of service by increasing mental health and functioning.
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürrenal Kitlelerde Ağırlık İle Malignite Arasındaki
ilişkinin Araştırılması
Süleyman Kargın, Murat Çakır, Ebubekir Gündeş, Faruk Aksoy, Naile Kökbudak, Mehmet Aykut Yıldırım, Didem Taştekin, Mehmet Balasar
Araştırma makalesi
Özeti
Sürrenal Kitlelerde Ağırlık İle Malignite Arasındaki
ilişkinin Araştırılması
Our SurgIcal ExperIences In Adrenal Masses:to InvestIgate
relatIonshIp Between WeIght To MalIgnancy
Bu çalışmada kliniğimizde cerrahi tedavi gören sürrenal kitleli
hastalar cerrahi yönden değerlendirilmiş ve sürrenal kitle boyutları
ile malignite arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bu çalışmada Konya
Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Genel Cerrahi
kliniğinde Nisan 2002-ocak 2012 yılları arasında sürrenal kitle nedeni
ile ameliyatı yapılan 55 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi.
Hastalar cinsiyet, yaş, kitle lokalizasyonu, yapılan cerrahi işlem, kitle
boyutu, kitle ağırlığı ve patolojik tanı açısından irdelendi. Hastaların
26’sı(%47,2) erkek, 29’u(%52,8) kadın idi.Olguların 24’ünde (%43,6)
sağ, 28’inde(%50,9) sol ;3(%5.5)’ünde bilateral sürrenal kitle tespit
edildi. Hastaların 25’ine (%45,4) laparoskopik; 26’sına (%47,2) açık
transperitoneal girişim ile cerrahi uygulandı. Patolojik incelemede
piyeslerin ölçüldüğü 20 olgunun çıkarılan kitle ağırlığı ortalama
67.35gr(1.76-500) idi. Çıkarılan kitlelerin ortalama kitle boyutu 5,6 cm
idi. Sürrenal kitlelerin değerlendirilmesinde kitle boyutu kadar ağırlığı
da tanıya yardımcı olabilir.Bu kitleler son yıllarda tanı yöntemleri
ve laparoskopik cerrahinin gelişmesi ile başarılı bir şekilde tedavi
edilebilmektedir.
In this study we evaluated for surgical intervention in patients
surgically treated for adrenal masses and adrenal malignancy with
the relationship between the mass. In this study,adrenal mass the
data were retrospectively analyzed 55 patients who underwent
between April 2000-January 2012 in Necmettin Erbakan University
Konya Meram Medical Faculty, General Surgery Department. Patients
gender, age, mass localization, surgical interventions, mass size,
mass weight and pathological diagnosis were evaluated. All of 26
patients (47.2%) were male and 29 (52.8%) were female.In 24 cases
(43.6%) on the right, 28 (50.9%) on the left and 3 (% 5.5) patients
had bilateral adrenal mass was detected. 25 patients (45.4%) were
operated laparoscopic and 26 patients (47.2%) underwent surgery
with open transperitoneal venture. Pathological examination of the
mass weight of the specimens extracted from 20 cases per measured
67.35gr (1.76-500), respectively.In this cases mean mass size was
5.6 cm. The evaluation of adrenal masses as size to weight of the
mass may be helpful in the diagnosis. Recently theese masses can
be treated successfully diagnostic methods with the development of
laparoscopic surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesindeki Psikiyatrik Aciller
Mine Şahingöz, Keziban Kendirli, Emre Yılmaz, Erdem Önder Sönmez, Yılmaz Satan, Fadime Aksoy, Adnan Dağıstan, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesindeki Psikiyatrik Aciller
PsychIatrIc EmergencIes In A UnIvercIty HospItal
Çalışmamızda bir üniversite hastanesi acil servisi tarafından
psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların sosyodemografik
özelliklerinin ve konulan psikiyatrik tanıların incelenmesi
amaçlanmıştır. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi
Hastanesi Acil Servisi tarafından. 2010-2013 yılları arasında
psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların kayıtları geriye dönük
olarak incelenmiştir. Çalışmaya 449 kadın (%53.5), 391 erkek (%46.5)
olmak üzere toplam 840 hasta alınmıştır. Hastaların yaş ortalaması
34.3±14’dür. En sık psikiyatri konsültasyonu isteme nedenleri intihar
girişimi (%17), anksiyete (%15.5), psikomotor ajitasyon (%14.3),
somatik yakınmalar (%12) olarak belirlenmiştir. Olguların % 89.6’ine
en az bir psikiyatrik tanı konulurken, sıklık sırasına göre konulan
tanılar bipolar bozukluk (%17.7), psikotik bozukluklar (%12.3), major
depresyon (%11), alkol ve madde bağımlılığı (%8.5), anksiyete
bozuklukları (%8.5), konversiyon bozukluğu (%6) olarak bulunmuştur.
Çalışmamızın sonuçları, acil servis hizmetlerinin etkin kullanımı
açısından önemli olabilir.
The aim of this study was to evaluate the the demographic and
clinical characteristics of the patients whose psychiatric consultations
were referred from Emergency Department of a university hospital.
Medical records of patients reffered to the Psychiatry Clinic at
Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine between
2010 and 2013 were studied retrospectively. In this study 449
female (53.5%), 391 (46.5%) male totaly 840 patients were taken.
Average age of the all participants in this study was 34.3±14 years.
The most common cause for the consultation was attempt suicide
(17%), anxiety (15.5%), psychomotor agitation(14.3%), and somatic
complaints (12%). According to the result of psychiatric evaluation,
a psychiatric disorder is found in 89.6% of the consultations. The
most common psychiatric diagnoses were bipolar disorders (17.7%),
psychotic disorders (12.3%), major depression (11%), substance
use disorders (8.5%), and anxiety disorders (8.5%) and conversion
disorder (6%). The results of this study may be important for the
effective use of emergency psychiatric services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
Mine Şahingöz, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
AnalysIs Of PatIents Who AdmItted To The ChIld And Adolescent OutpatIent ClInIc In A UnIversIty HospItal
Çalışmamızda çocuk ve ergen psikiyatrisine başvuran hastaların belirti ve tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine 2002 -2007 tarihleri arasında başvuranların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların başvuru şikayetleri incelendiğinde, en sık görülen yakınmaların sinirlilik, aşırı hareketlilik, alt ıslatma, kekeleme, sıkıntı hissi olduğu belirlendi. DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan değerlendirmelerde 2082 hastanın (% 86.8) herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı aldığı görüldü. En sık görülen tanılar sırasıyla anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygudurum bozuklukları, dışa atım bozuklukları, iletişim sorunları, mental retardasyondur. Olguların %20,1’i birden fazla tanı almıştır. Sık görülen komorbid durumlar enürezis ve depresyon idi. Mental retardasyon-enürezis, enürezis-DEHB, depresyon-anksiyete bozukluğunun en sık birlikte görüldüğü belirlendi. Olguların yaklaşık üçte birine psikotrop ilaç reçetelenmiştir. Çalışmamızda saptanan bulgular çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında tedavi hizmetlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilir.
To evaluate symptoms and diagnosis of patients who presented to the child and adolescent psychiatric outpatient clinic. Medical records of patients admitted to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic at Selcuk University Meram Faculty of Medicine between 2002 and 2007 were studied retrospectively. When admisson complaints of cases were reevaluated the most frequent symptoms were nervousness, over-activity, ürine to miss, stuttering and feeling of distress. According to the DSM-IV diagnoses, 2082 (%86.8) cases had any psyciatric disorder. The most common diagnosis were anxiety disorders, attention deficit hyperactivity disorder, mood disorders, enuresis, relationship problems and mental retardation, respectively. Of the cases, 20.1 % were diagnosed with multiple conditions. The most frequent comorbid diagnoses were enüresis and depression. The most frequent comorbid diagnoses were mental retardation-enüresis and enüresis-attention deficit hyperactivity disorder and depression-anxiety disorders. Approximately one-third of subjects were prescribed psychotropic medications. Our findings may be helpful in improving treatmentservices in child and adolescent psychiatry
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 Enfeksiyonu İle İlişkili Yetişkinlerde Multisistemik İnflamatuar Sendrom (mıs-A); Literatür İncelemesi
Duygu İlke Yıldırım
Derleme
Özeti
Sars-Cov-2 Enfeksiyonu İle İlişkili Yetişkinlerde Multisistemik İnflamatuar Sendrom (mıs-A); Literatür İncelemesi
Adult MultIsystem Inflammatory Syndrome (mıs-A) AssocIated WIth Sars-Cov-2 InfectIon; LIterature RevIew
SARS-CoV-2’nin tanımlanmasından bu yana COVID-19 hastalığı sonrası çocuklarda ortaya çıkan ve
Kawasaki hastalığını taklit eden multisistem inflamatuar bir sendrom (MIS-C) İngiltere’de Nisan 2020’de
bildirilir iken, yetişkinlerde ortaya çıkan COVID-19 ile ilişkili multisistem inflamatuar sendrom (MIS-A)
Haziran 2020’de bildirilmiştir. MIS-A hastalarının literatürde 50 yaşına kadar olduğu bildirilmiş olup MIS-C
ile karşılaştırıldığında altta yatan bazı sağlık koşullarına sahip olma ve yakın dönemde tanımlanabilir bir
solunum yolu hastalığı geçirmiş olma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan MIS-A hastaları ile MIS-C
hastaları örtüşen birçok klinik özelliğe sahiptir fakat MIS-A’da kardiyak disfonksiyonun ciddiyeti, tromboz
insidansı ve MIS-A mortalitesi daha yüksek olabilir. MIS-C/A’da nötrofili, lenfopeni ve trombositopeninin
yaygın olarak bulunduğu açık olmakla beraber bu özellikler troponin ve BNP/NT-proBNP’deki yükselmelerle
birlikte hastalık aktivitesinin ölçüleri olarak kabul edilmişti r.
Since the identification of SARS-CoV-2, a multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) that appears in
children after COVID-19 disease and mimics Kawasaki disease was reported in the UK in April 2020,
while it is associated with Covid-19 in adults. Multisystem inflammatory syndrome (MIS-A) was reported
in June 2020. MIS-A patients have been reported to be up to 50 years of age in the literature and are more
likely to have some underlying health condition and have recently had an identifiable respiratory disease
compared to MIS-C. On the other hand, MIS-A patients and MIS-C patients have many overlapping clinical
features, but the severity of cardiac dysfunction, incidence of thrombosis, and MIS-A mortality may be
higher in MIS-A. While it is clear that neutrophilia, lymphopenia, and thrombocytopenia are common in
MIS-C/A, these features, together with elevations in troponin and BNP/NT-proBNP, have been considered
measures of disease activity .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Sami Ceran, Mustafa Çalık, Şebnem Yosunkaya
Olgu sunumu
Özeti
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MedIastInoscopy Cases Tor Three Years ExperIence
Giderek yaygınlaşan mediastinoskopi akciğer kanserinin evrelenderilmesinde, mediastenin primer ve sekonder patolojilerin tanısında invaziv girişimlerden biri Haline gelmiştir. Preoperatif evrelemede duyarlılığının % 75 ‘ten fazla , tanıya ulaşma oranının % 90’ın üzerinde olduğu bildirilmektedir.Bu araştırmada Ocak 1999 ve Aralık 2002 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi kliniğinde yatan toplam 24 olgunun hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Vakalarımızın 17’si ( % 70) erkek, 7’si (% 30) kadındı. Yaşlan 24 ile 77 arasında olup ortalama yaş 57, operasyon süreleri 30- 60 dakika idi. Evrelendirme amacıyla medi astinoskopi yapılan 8 akciğer Ca dan üçünde N2 ve N3 hastalık tespit edilmesi üzerine inoperabıl kabul edil di. Tanı amacıyla mediastinoskopi yapılan 16 vakadan 5’inde ( % 32) sarkoidoz , 4’ünde ( % 25) küçük hücre dışı akciğer Ca , 4 ‘ünde ( % 25) tüberküloz, 1 'inde ( %6) lenfoma ve 2 vakada ( %12) akciğer fibrozisi ve reaktif lenf nodu tespit edildi. Hiçbir vakamızda morbidite ve mortalite ile karşılaşılmadı. Mediastinoskopinin mediastinal hastalıkların tanısında ve akciğer kanserlerinin evrelemesinde etkili ve güvenli bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.
Mediastinoscopy is a widely used technique in the diagnosis of staging of lung cancer and primary and secondary mediastinal disease. İt was reported that mediastinoscopy was greater than sensitivity of %75 and specificity of % 90. We retrospectively revievved 24 mediastinoscopy performed in our clinic betvveen January 1999 and December 2002. There were 17 men and 7 women aged from 24 to 77 (mean age 57 years ) and the duration of operation was 30- 60 minutes. Eight patients had mediastinoscopy for the staging of lung cancer and sixteen patients for diagnosis of mediastinal mass. İn 3 of 8 patients N2 and N3 disease was identified. İt was suggested that these patients were inoperable. İn six- teen patients with mediastinal disease, sarcoidosis was diagnosed in 5 patients, non small celi lung cancer in 4 patients, tuberculosis in 4 patients, lymphoma in one patient, lung fibrosis and reactive lymph nodes in two patients. There were no complications and mortality in our cases. We conclude that mediastinoscopy is highly effective and safe procedure in the diagnosis of mediastinal diseases and staging of the lung cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Empotanslarda Venöz Kaçakların Farmakokavernozografi İle Belırlenmesı
Kadir Yılmaz, Veli Sututan, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Empotanslarda Venöz Kaçakların Farmakokavernozografi İle Belırlenmesı
The DetermInatIon Of Venous Leakage By Pharmacocavernosography In Lınpotent Ma Le PatIents
Nisan 1989 - Temmuz 1990 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına empotans şikayeti ile müracaat eden ve yaşları 18 ila 65 arasında (yaş ortalaması 37) değişen 15 erkek hasta ile Tıp Fakültesinde öğrenci veya klinikte yalan po-tent kişilerden seçilen ve yaşları 18-62 arasında (ortalama 36.36) olan 19 kişi kontrol grubu olarak çalışma kapsamına alındı. Empotanslı grubun ve kontrol grubunun kanlartnda; prolaktin, total testos-teron FS11 ve L11 bakıldı. Empotanslı grubun ve kontrol grubunun fossa navikülaris ateşi ve sublin-gual ateşleri ölçüldü. Empotanslt gruba farmakoka-vernozografi ve perfüzyon farmakokavernozografi yapıldı. Iler iki grubun hormonal değerlerinin mukayese-sinde sadece FSII empotanslı grupta anlamlı şekilde yüksek bulundu. Empotanslı gruba yapılan farmakokavernozograll ve perfüzyon farmakokavernozografikrde bir kişide venöz kaçak tespit edildi. Fossa navikülaris ateşi ve sublingual ateşin değerlendirilmesinde iki grup arasındaki fark anlamsız bulundu.
Between april 1989 to july 1990. 15 male impo-tent patients who applied ta the hospital of Selçuk University were investigated at our eiınıc. Patknts were al ages of betwecn 18 and 65 (mean 37) 19 male between 18 and 62 years old were taken as control group (mean 36). Prolactin, (ola/ testosteron, FS1I and LH levels in the blood of male patients with impotence and control group were ıneasured at our hospital. Only FS11 was high in male impotent patients. In addition su.blingual temperatur and fossa navicularis tempera-ture were determined in both group but there was not an important dillerence. Pharmacocavernosography and poilısion pharmacocavernosography was made in a male patient with impotence, who had venous leaknge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
Osman Güvenç, Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of 441 PedIatrIc PatIents WIth Chest PaIn
Göğüs ağrısı çocuklarda sık görülen bir şikayettir. Genellikle
kardiyak bir sorunu göstermez ama hasta ve aileleri tarafından
kalp ağrısı olarak düşünülür. Bu çalışmada, 18 ay boyunca çocuk
kardiyoloji polikliniğinde göğüs ağrısı şikayetiyle değerlendirilmiş
hastalar ve göğüs ağrının nedenleri tartışıldı. Çalışmaya, Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji ve Genel Çocuk
polikliniğine Mayıs 2011- Kasım 2012 tarihleri arasında göğüs
ağrısı şikayeti ile başvuran 441 hasta, dosyaları retrospektif olarak
taranarak dahil edildi. Hastaların anamnezleri, aile öyküleri, kardiyak
fizik muayeneleri, elektrokardiyografi, ekokardiyografi, 24 saatlik
ritim holter monitorizasyonu ve laboratuar incelemeleri gibi tetkikleri
değerlendirildi. Çalışmamızdaki hastaların yaşlarının ortalaması 11
yıl (5-18 yaş), hastaların 217’si (%49.2) erkek, 224’ü (%50.8) kız
idi. Hastaların hepsinin anamnezleri alınmış, fizik muayeneleri,
elektrokardiyografik ve ekokardiyografik değerlendirmeleri
yapılmıştı. Kardiyak patoloji, hastaların 10’unda (%2.3) tespit
edildi. Göğüs ağrısına neden olan sebepler arasında; 378 hastanın
(%85.7) idiopatik göğüs ağrısı olduğu, 22 hastada (%5) psikolojik
nedenler, 20 hastada (%4.5) akciğer hastalıkları, altı hastada (%
1,4) gastrointestinal sistem hastalıkları, üç hastada (% 0.7) kas ve
iskelet sistemi hastalıkları, bir hastada (%0,2) Ailevi Akdeniz Ateşi,
bir hastada (%0.2) pektus ekskavatum olduğu ve göğüs ağrısının
bu bozukluklara bağlı oluştuğu düşünüldü. Bu çalışmaya göre
çocuklarda görülen göğüs ağrısının büyük bir çoğunluğunun kalp dışı
nedenlere bağlı olduğu görülmektedir. Kardiyak sebepli bir göğüs
ağrısının hayati sonuçları olabileceğinden ayırıcı tanının dikkatli bir
şekilde yapılması gerekmektedir. Hikaye, fizik muayene ve laboratuar
tetkikleri sonucunda kardiyak patoloji bulunmayan hastalara ve
yakınlarına bilgi verilmesi ve onların rahatlatılması da önemlidir.
Chest pain is a common complaint in children. It doesn’t usually
indicate a cardiac problem but it is considered as heartache by the
patients and their families. In this article, the patients with chest
pain in pediatric cardiology clinic for the last 18 months have been
evaluated and the etiology of chest pain has been discussed. The
study includes 441 patients with chest pain, who were admitted to
the Department of pediatrics, Division of pediatric cardiology, Faculty
of Medicine, Selçuk University between May 2011 and November
2012. The data of the patients has been reviewed retrospectively.
Medical history and family history of the patients, cardiac physical
examination, electrocardiography, echocardiography, 24-hour rhythm
holter monitoring, exercise testing and laboratory tests have been
evaluated. In our study the mean age of the patients was 11 (5-18
year-old). 217 (49.2%) of the patients were male and 224 (50.8%)
of the patients were female. Medical history, physical examination,
electrocardiography and echocardiography of all the patients have
been evaluated. Cardiac pathology has been recognized in 10 (2.3%)
of the patients. The reasons that cause chest pain are idiopathic in
378 (85.7%) patients, psychological in 22 (5%) patients, lung diseases
in 20 (4.5%) patients, gastrointestinal disorders in 6 (1.4%) patients,
musculoskeletal system diseases in 3 (0.7%) patients, Familial
Mediterranean Fever in 1 (0.2%) patient and pectus excavatum in
1 (0.2%) patient. According to this study, the etiology of chest pain
in children is extra cardiac factors in majority. Differential diagnosis
should be made carefully due to possibility of life threatening
consequences of cardiac disorders. If there is no cardiac pathology
as a result of medical history, physical examination and laboratory
tests the patient and the family should be informed about this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Çocuk Hastalarda Hepatit B Sıklığı
Meltem Energin, Şefika Elmas, Ahmet Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Çocuk Hastalarda Hepatit B Sıklığı
Frequency Of HepatItIs B In ChIldren ApplyIng To OutpatIent ClInIcs Of PedIatrIcs In Meram MedIcal Faculty Of Selcuk UnIversIty
Amaç: Hepatit B virüsü enfeksiyonunun ülkemizde halen önemli bir sağlık sorunu olmasından yola çıkarak, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği'ne çeşitli nedenlerle getirilen çocuklarda Hepatit B virüsü ile karşılaşma oranını saptamak ve seronegatif çocukların aşı programına katılımını sağlamaktı. Gereç ve Yöntem: Temmuz-Aralık 2005 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği'ne sarılık dışı nedenlerle getirilen 3 ay-18 yaş arasında 297 çocuk çalışma kapsamı na alındı. Çalışma kapsamındaki çocuklar 3 ay-7 yaş ve 8-18 yaş olmak üzere iki gruba ayrıldı. Araştırma kapsamına giren çocukların anne ve babalarından izin alındıktan sonra, her çocuktan 3 cc venöz kan örneği alındı. Hepatit B virüsünün serolojik belirleyicileri Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Laboratuarı’nda Enzyme-Linked Immunosorbent Assay yöntemi ile çalışıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 10.0 programı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan toplam 297 çocuğun 143’ünde (% 48,1) anti-HBs pozitişiği saptandı. Bu çocuklardan 117’si (% 81,8) aşılı, 26’sı (% 17,5) hepatit B enfeksiyonu geçirmiş idi. Çalışmaya alınan 297 çocuğun 5’inde (% 1,6) HBsAg pozitişiği saptandı. Yaşlara göre aşılanma oranları sırasıyla 3 ay-7 yaş grubunda % 66,4, 8-18 yaş grubunda % 11,0 idi. Tüm çocuklardaki aşılanma oranı ise % 39,3 olarak bulundu. Sonuç: Hepatit B aşısı ulusal aşı programımızda uygulanmasına rağmen, bölgemizdeki anti-HBs seropozitişik oranlarımız henüz istenen düzeylere ulaşmamıştır. Bu nedenle çalışmamızda, bölgemizdeki çocuklarda Hepatit B aşılanmasının önemi hakkında halkı bilgilendirmede yetersiz kalındığı vurgulanarak, bu noktada biz hekimlere düşen görevin önemine dikkat çekilmiştir.
Aim: Hepatitis B virus infection is a very important health problem in our country. In this regard, we evaluated the children who were inspected in our outpatient clinics for Hepatitis B virus seropositivity. We aimed to join the children who were seronegative in the immunization program. Material and method: A total of 297 children between the ages of 3 months and 18 years who were inspected in the General Pediatric Outpatient Clinics of Meram Medical Faculty except for jaundice between July 2005 and December 2005 were evaluated. The children were divided into two groups as 3 months-7years and 8-18 years. After getting permission from parents, 3 cc venous blood samples were collected from all of the children. The serological markers of Hepatitis B virus were studied by Enzyme-Linked Immunosorbent Assay Method in the microbiology laboratories of Meram Medical Faculty. The statistical analysis was performed by SPSS 10.0 program. Results: Anti-HBs positivity were found in 143 ( 48,1 %) of 297 children. One hundred seventeen (81,8 %) of those children were vaccinated while 26 (17,5 %) of them had experienced the infection. Five children (%1,6) had HBsAg positivity. The ratios of children who were vaccinated were 66,4 % in 3 months-7years group and 11,0 % in 8-18 years group, respectively. The ratio of children who were vaccinated was 39,3 % in all children. Conclusion: Although Hepatitis B vaccination is a part of our National Immunization Program, the seropositivity of our region is not as much as it is expected. In this study, we found that the people in our region are not well-informed about the necessity of vaccination against Hepatitis B virus infection, and attention is called to the importance of our job in this point.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okul Çaği Erkek Çocuklarda Genital Organ Anomalileri
Kadir Yılmaz, Ahmet Öztürk, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Okul Çaği Erkek Çocuklarda Genital Organ Anomalileri
GenItal Organ AnoınalIes Among The School Boys
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalı olarak Kasım 1989 - Mayıs 1990 öğretim yılında, Konya merkez ilçede ve merkez ilçeye bağlı köy ve kasabalardaki okullarda toplam 1757 öğrencide genital organ muayenesi yapildt. Muayene edilen öğrencilerden 103`iinde 15.86%) genital organ anomalisi tesbit edildi. Bu anomaliler içinde testis ini s anomalilerini ifade eden kriptorşidizm en fazla (2.78%) görülen anornali idi. 103 çocuktan sadece 12'sinin (11.65%) anorrtali-sinden dolayı tedavi gördüğü tesbit edildi, Sağlık ku-ruluşlarının ve hekimlerin en yoğun olduğu bölgelerde dahi basit bir fizik muayene ile anlaşılabilecek bu anomaliler, ebeveynlerin dikkatsizliği yanında hekimlerin de ihmalinden dolayı problem olmaya devam etmektedir.
This study was carried out on 1757 school boys in schools of central region and some villages in Konya, from November 1989 to May 1990. The genital organ anomalies in the boys were investigated. Of the 1757 reported cases 103 had genital organ anomalies, percentage was 5.86%. Crypthorchidism from testis descending anomalies (2.78%) was the most enconteced anorrıaly. 12 of the 103 boys (11.65%) wese treated due to their anomalies, These anomalies could be easily diagnosed on physical examination or even by parents. If genital organ anomalies can not be early diagnosed, ii rrıay be problem for family in the fiıture.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brakiyal Pleksus Felci Olan Çocuklarda “brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”nün Gözlemciler Arası Güvenilirliği
Zeynep Hoşbay, Safiye Özkan, Müberra Tanrıverdi, Atakan Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Brakiyal Pleksus Felci Olan Çocuklarda “brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”nün Gözlemciler Arası Güvenilirliği
Inter-Observer RelIabIlIty Of BrachIal Plexus Outcome Measure In ChIldren WIth BrachIal Plexus Palsy
Amaç: Brakiyal pleksus felci olan hastaların günlük yaşam aktivitelerini, klinik işlevlerini değerlendirmek için birçok ölçek geliştirilmiştir. “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, 2012 yılında Emily Ho tarafından geliştirildi, aktivite ve kendini değerlendirme bileşenlerden oluşan toplam 14 madde içeren bir ölçektir. Çalışmamız gözlemciler arası güvenilirliği araştırmak ve hastalara klinikte uygulamayı amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Demografik ve klinik veriler kaydedildi, “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü” iki farklı değerlendirmeci tarafından uygulandı. Gözlemciler arası güvenilirlik Kappa istatistikleri kullanılarak yapıldı.
Bulgular: On sekiz kadın (% 37,5) toplam 48 hasta dahil edildi. Gözlemler arası güvenilirlik mükemmeldi (kappa 0.93). Uyum istatistiklerinde, gözlemcilerin madde analizlerinin ılımlı (kappa 0.57) olduğu görüldü.
Sonuç: “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, Türkiye'de brakiyal pleksus felci olan çocuklarda fonksiyonların değerlendirilmesi için güvenilir bir ölçümdür. Klinik kullanımı uygundur.
Aim: Many scales have developed to assess daily living activities, clinical functions of patients with brachial plexus palsy. "Brachial Plexus Outcome Measure " was developed by Emily Ho in 2012, activity and self-rating substance scale consisting of components total 14 items. Aim of this study, make an inter-observer reliability of scale, to make clinical trial in patients.
Materials and Methods:Demographic and clinic datas recorded,"Brachial Plexus Outcome Measure " was applied by two different observers. Inter-observer reliability in items examined by using kappa statistic.
Results:Eighteen female (37.5%) totally 48 patients included. Mean inter-observer agreement in the items was almost perfect (kappa 0.93) in raters. Fitted statistics showed much variation in observers had moderate (kappa 0.57) agreement in items.
Conclusion: Between observes, “Brachial Plexus Outcome Measure” is reliable measurement for assessing functions in children with brachial plexus palsy in Turkey. Clinical usage is appropriate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akraba Evliliklerinin Doğumsal Kalp Defektlerinin Sıklığına Etkisi
Sennur Demirel, Sevim Karaaslan
Araştırma makalesi
Özeti
Akraba Evliliklerinin Doğumsal Kalp Defektlerinin Sıklığına Etkisi
The Influence Of ConsanguIneous MarrIage Upon The Frequency Of CongenItal Heart Defects
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Pediatrik Kardiyoloji Bilim Dalına Eylül 1999-Eylül 2001 tarihleri arasında başvuran ve doğumsal kalp defekti (DKD) tanısı alan 370 olgu incelendi. Literatüre uygun olarak en sık rastlanan DKD’nin ventriküler septal defekt olduğu ve bunu atriyal septal defektin izlediği görüldü. DKD’li olguların ebeveyn lerinde akraba evliliğine % 30.0 oranında rastlandı. Bu oran sağlıklı kontrollere göre anlamlı olarak daha yüksek ti. Ebeveynleri akraba olan DKD’li olguların ebeveynleri arasındaki akrabalık derecesi araştırıldığında, 3.derece akraba (birinci kuzen) evliliklerine, uzak akraba evliliklerinden anlamlı olarak daha fazla rastlandığı tespit edildi. Sonuçlarımız, özellikle 3. derece akraba evliliklerinin DKD’li çocuğa sahip olma riskini artırdığını telkin etmektedir.
Three hundred seventy patients with congenital heart defects (CHD) who were admitted to Pediatric Cardiyology Unit of Selçuk University, Meram Medical School Hospital, between September 1999 and September2001, were evaluated. Ventricular septal defect was the most common type of CHD and it was follovved by atrial septal defect as in literatüre. Consanguinity marriage was detected as 30.0 % among the parents of the patients with CHD. This ratio was significantly higher than the ratio detected from the healthy control group. As we Investigated the degree of relativity among the parents of the patients with CHD, we found that the first cousin marriage was higher than the far consanguinity marriage. These findings indicated that first cousin marriage could increase the occurence of CHD among the offsprings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, İsmail Hakkı Ersoy, Banu Kale Köroğlu, İrem Arı
Olgu sunumu
Özeti
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
A Paget PatIent WIth SacroIlIac JoInt Involvement And Normal AlkalIne Phosphatase Level
Paget Hastalığı, artmış osteoklastik aktivite sonrası aşırı kemik yapımıyla karakterize olan ve osteoporozdan sonra ikinci sıklıkta görülen bir kemik hastalığıdır. Genellikle ileri yaştaki erkeklerde görülmektedir. Klinik olarak kemik ağrıları, patolojik kırıklar, nörolojik ve işitsel problemler görülse de hastaların çoğu asemptomatik seyretmektedir. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamakla beraber genetik faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Tanı alkalen fosfataz yüksekliği ve radyolojik bulgular ışığında koyulur. Tedavide bifosfonatlardan büyük oranda fayda görülmektedir. Burada yoğun bel ve kalça ağrısı ile kliniğimize başvuran, alkalen fosfataz değerleri normal sınırlarda seyreden ve sakroiliak eklem tutulumu olan, kemik sintigrafisi bulguları ile Paget hastalığı tanısı koyduğumuz bir olgu takdim edilmiştir.
Paget’s disease is the most frequent disorder of bone after osteoporosis characterized by excess bone growth due to increased osteoclast activitiy. It is usually seen in older males. Patients are often asymptomatic but sometimes bone pain, fractures, neurological and hearing problems can be seen. Although the pathogenesis of disease is not clear, genetical factors are thought to play role on pathogenesis. Paget’s disease is diagnosed by elevated serum alkaline phosphatase activity and abnormal radiological findings. Bisphosphonates are useful in controlling disease activity. Here, we present a patient admitted to our clinic with severe pelvic and back pain, mimicking sacroiliitis, diagnosed via bone sintigraphy as Paget’s disease in contrast to normal alkaline phosphatase levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
Mustafa Kösem, Bülent Özbay, Deniz Rençber, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
The DIagnostIc Value Of Sputum And BronchIal Lavage CytologIes In The Lung Cancers
Bu çalışma ile fakültemizde değerlendirilen balgam ve bronş lavajı sitolojilerinin, tanı dağılımını belirlemek ve malign ön tanısı olanlarda, biyopsi materyalleri ile karşılaştırılarak tanısal değerlerini ortaya çıkarmak amaçlandı. Ocak 1990-Aralık 2000 tarihleri arasında YYÜ. Tıp Fakültesi Patoloji AD’a gönderilen balgam ve bronş lavajı sitolo- jileri ile bronş biyopsileri saptandı, sitolojik tanı dağılımının yanı sıra, malign akciğer sitolojileri ve biyopsileri karşılaştırıldı. İncelenen 1140 balgam sitoloji materyalinin %8.7’si malign tanı almıştı. Tek balgamlı hastalarda malign tanı oranı %2.2, multipl balgamlılarda ise %18.1 idi. 283 bronş lavajı materyalinin %8.6’sı malign tanı almıştı. Tek lavajlı hastalarda malign tanı oranı %6.8, multipl lavajlılarda ise %24.2 idi. Balgam ile malign tanı alan ve biyopsi ile tanı konulamayan hasta sayısı 31, aynı şekilde lavaj tanısı malign olan ise 10 kişi idi. Her üç materyali olan biyopsi ile malign tanı alan 63 hastanın, 41 inde sitolojik tanılar negatifti. Bu hastalarda balgam ve bronş lavajı birlikte değerlendirildiğinde pozitif tanı oranı %34.9, tek başına balgam ile pozitif tanı oranı %30.2, tek başına bronş lavajı ile pozitif tanı oranı ise %17.5 idi. malignite düşünülerek gönderilen 185 hastaya ait materyalde ise, biyopsi ile %62.7, balgam ile %29.8, lavaj ile %11.4 ve üçü birlikte %84.9’luk bir pozitiflik vardı. Sonuç: Balgam tekrarı pozitif tanı oranını sekiz katına, bronş lavajları ise 3.5 katına çıkarmaktadır. Malign ön tamlı olgularda her üç yöntemin birlikteliği ile pozitif tanı oranındaki artış, istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001). Biyopsinin yetersiz olduğu durumlarda balgam ve bronş lavajının tanısal önemi daha da artmaktadır.
The aim of this study was to evaluate the cytologic and histopathologic results of sputum, bronchial lavage fluid, and biopsy materials and to compare their diagnostic Utilities especially in the patiets with malignity. Sputum and bronchial lavage cytologies and bronchial biopsies send to the pathology department of medical faculty between January 1996 and December 2000 were reevaluated by archive scanning. Malign lung cytologies and biopsies were compared with each other, as well as diagnostic distribution of cytology. Of the 1140 sputum cytology mate rial, 8.7% had malignant diagnosis. For the patient having single sputum specimen, the rate of malign diagnosis was 2.2%, and for those multipl sputum specimens 18.1%>. Of the 283 bronchial lavage material, 8.6% had malig nant diagnosis. The rates of malignant diagnosis were 6.8% and 24.2% for the patient having single lavage spec imen and multipl specimens respectively. The number of the patient with negative malignity for biopsy and posi tive malignity for sputum was 31 and similaly lavage positive and biopsy negative was 10. Cytologic diagnoses were negative in 41 of the 63 patients who having both each material (sputum, lavage biopsy) and diagnosed with biopsies. İn this patients when sputum and bronchial lavage are evaluated with together the rate of positive diag nosis was 34.9°/o, for sputum it self 30.2%> and for bronchial lavage 17.5%>. İn the 185 patient considered to have malignity positive results were obtained in the rates of 62.7%, 29.8%, 11.49% and 84.9% for biopsy, sputum, lavage and ali, respectively. As conclusion, repeated sputum cytologies increases the rate of positive diagnosis as much as 8 times, and bronchial lavage 3.5 times. Positive diagnoses will significantly increases if three diagnos tic methods are evaluated with together (p<0.001). İn the case of biopsy failure, the diagnostic importance sputum and bronchial lavage is further increasing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Teikoplanin Ve Vankomisinin Metisiline Dirençli Staphylococcus Aureus Suşlarına İn-Vitro Etkinliklerinin Karşılaştırılması
Mahmut Baykan, Mustafa Altındiş, Ali Sütçü, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Teikoplanin Ve Vankomisinin Metisiline Dirençli Staphylococcus Aureus Suşlarına İn-Vitro Etkinliklerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of InvItro ActIvItIes Of TeIcoplanIn And VancomycIn AgaInst MetycIllIn-ResIstant StaphyloccI
Selçuk Üniversitesi Tıp fakültesi Mikrobiyoloji ıy., Klinik M ikrobiyoloji Anabilim Dalı la-boratu•arına naili inceleme için gönderilen ve degişik örnekler-den ..soyutlanan 620 Staph-ylo•occus aureus (S. aureus) kökeni ile çalışıldı. Çalışılan suşlardan 86"sı (%14.0) Metisiline dirençll S. aureıts(MRSA) olarak tespit edildi. Vankomisinin ıcikoplaninin ise 46 MRSA kökenine invitro et-kinlikleri, Kir by-Bauer disk- diffizyon yöntemi ile çalışıldı. Bunun için vankomisin (30 mcg) ve te-ikoplanin (30 mcg) standart diskleri (Oxoid), kontrol olarak da S_auı-eus ATCC 25923 standart suşu kul-landmişnr_ incelenen 86 MRSA kökende vankomisine hiç direnç saptanmazken, 46 suşta teikoplanine karşı 2 (% 4.34) kökende direnç belirlendi. Sonuçta, MRSA7arda direnç indiksiyonunun vankomisinde; teikoplanine göre daha az olduğu k-anısına varılmıştır.
The studv was performed on 620 Staphyloccus isolated from various clinical specimens sent to Sel-, cuk University, Medical Faculty, Laboratory of-Microbiology and Clinical Microblology De-paı-tment . 86 (14.0 %) of alt microorganisms weı-e detected tü be methicillin-resistant. Activities of van-comycine and teicoplanin against 86 and 46 MRSA microorganisnıs in order were tested by Kirby-Bauer disc dfflısion method. Vancomycine(30 meg) and teicoplanin (30 mcg) standart discs were used and alsa S. aureus (ATCC 25923) standart strains was used as a contı-ol. As a res•lt, 17o resistance against vancomycine in 86 MRSA strains while there were 2 (4.34 %) re-sistant strains against teicoplanin in 46 MRSA mic-roorganisms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pulmoner Emboli Hastalarında Ayrıntılı Ekokardiyografik Değerlendirme
Zeynettin Kaya, Abdullah Tuncez, Mehmet Tekinalp, Mustafa Karanfil, Mehmet Kayrak, Kurtuluş Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Pulmoner Emboli Hastalarında Ayrıntılı Ekokardiyografik Değerlendirme
ComprehensIve EchocardIographIc EvaluatIon In Acute
pulmonary EmbolIsm
Çalışmamızın temel amacı akut pulmoner emboli (PE) hastalarında
konvansiyonel ve doku doppler ekokardiyografik parametrelerdeki
farklılıkları değerlendirmektir. Tanımlayıcı ve kesitsel çalışmamıza,
Ocak 2010 ve Temmuz 2010 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi Hastanesi’nde akut PE tanısı konan 54 hasta
ve hastalar ile benzer demografik özellikleri ve komorbiditeleri olan
sağlıklı 29 gönüllü dâhil edildi. Hasta ve kontrol grubunun geleneksel
iki boyutlu ve doppler ekokardiyografik verileri yanında doku doppler
ekokardiyografik parametreleri kaydedildi. Hasta ve kontrol grubunda
elde edilen değişkenler karşılaştırıldı. Hasta ve kontrol grupları
arasında demografik özellikler ve komorbiditeler açısından istatiksel
farklılık yoktu. Hasta grubunda sağ ventrikül (SğV) ejeksiyon
fraksiyonu (EF) belirgin düşük (46.2 karşı 60.5; P<0.001), sistolik
pulomoner arter basıncı anlamlı yüksek (45 mmHg karşı 24.7 mmHg;
P<0.001) ve inferior vena cava (İVC) kollaps indeksi istatiksel anlamlı
düzeyde düşük (0.36 karşı 0.62; P<0.001) tespit edildi. Pulsed wave
doku doppler tekniği ile değerlendirilen SğV miyokard performans
indeksinin (MPİ) akut PE hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı
düzeyde arttığı (0.53 karşı 0.43; P<0.001), SğV E/Em oranının
anlamlı olarak daha yüksek olduğu (6.5 karşı 5.0; P=0.04) ve SğV
izovolümetrik relaksasyon zamanının anlamlı şekilde uzadığı(67msn
karşı 57msn; P<0.001) tespit edildi. Özellikle SğV EF, İVC kollaps
indeksi, Sm, MPİ, E/Em gibi ekokardiyografik parametreler akut
PE olgularının tanısında kullanılabilecek değişkenler olarak tespit
edilmiştir.
The main aim of the study was to evaluate differences in
conventional and tissue doppler echocardiographic parameters in
patient with acute pulmonary embolism (PE). Our descriptive and
cross-sectional study population included 29 healthy voluntary
controls and 54 patients with diagnosis of acute PE who were
admitted to Selcuk University, Meram School of Medicine Hospital
between January 2010 to July 2010. Two-dimensional and doppler
echocardiaographic parameters, tissue doppler parameters were
recorded and these parameters were compared between patient
and control groups. There was not statistically significant difference
between two groups with regard to demographic features and
comorbidities. Right ventricular (RV) ejection fraction (EF) was
detected to be significantly lower (46.2 vs. 60.5; P<0.001), whereas
systolic pulmonary artery pressure was found to be significantly
higher (45 mmHg vs. 24.7 mmHg; P<0.001) and inferior vena cava
(IVC) collaps index was also found to be significantly lower (0.36
vs. 0.62; P<0.001) in patient group. RV myocardial performance
index (MPI) values were evaluated by pulsed wave tissue doppler
technique and significantly increased in acute PE group compared
to control group (0.53 vs. 0.43; P<0.001). Furthermore, RV E/Em
was found significantly higher (6.5 versus 5,0; P=0.04) and RV
isovolumetric relaxation time (IVRT) was significantly prolonged in
acute PE group compared to control group (67 msec vs.57 msec;
P<0.001). Especially RV EF, IVC collaps index, Sm, MPI, E/Em can
be used as different echocardiograhic parameters for the diagnosis
of acute PE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Etil Alkol Uygulanmasının Serum Lipid Parametreleri Üzerine Etkisi Ve Çeşitli Dokulardaki Histolojik Değişiklikler
Mehmet Gürbilek, Mehmet Aköz, Selçuk Duman, Fatih Gültekin, Hüseyin Uysal, Ender Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Etil Alkol Uygulanmasının Serum Lipid Parametreleri Üzerine Etkisi Ve Çeşitli Dokulardaki Histolojik Değişiklikler
The AIm Of ThIs Study Was To DetertnIne The BI-OchemIcal And HIstologIcal Effects Of Alcohol On Va-RIous Organs Qf The Rats
Bu çalışma, etil alkolün çeşitli organlar ür.erindeki histolojik etkileri ile serum. lipidleri ıkerindeki biyokimyasal etkilerini araştırmak amacıyla ratlar üzerinde yapıldı. Radar, kontrol grubu, etli alkol verilen grup ve diyetine glukoz ilave edilen eşdeğer- diyet grubu (pair - fed) olarak üçe ayrıldı. Alkol grubuna 12 gün süreyle 4.5 glkglgün etil alkol oral olarak verildi. Eşdeğer diyet grubuna ise etli alkolü!r verdiği kaloriye eşdeğer olarak 7.88 glikgıgün glukoz 12 gün süre ile verildi. 12. günün sonunda her üç grubun serum açlık kan şekerleri, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeyleri ök-iildü.. Alkol grubunda, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeyleri, hem eşdeğer diyet gru-bundan hem de kontrol grubundan daha yüksekti. Glukoz değerleri ise alkol grubu ve eşdeğer diyet grubunun her ikisinde de kontrol grubuna göre daha yüksek olmakla birlikte bu yükseklik an-laınsızdı. Işık ınikroskobik değerlendirmede alkol ve-rilen grupta karaciğerde lobülün perifer zonundaki hepatositlerde 177d0= (erken profaz) artışı ve si-nıızoidal seviyede eritrosit birikimi görülürken böhrekte seıni glomeruler katlama ile in-rertubıtler bölgede infiltre eritrositler ve lenfositler gözlendi. Mide, dalak, akciğer normal histolojik yapıdaydı. Bu gözlemleı-e göre serumda trigliserid, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeylerinin artışına alkolü]] neden olabileceği , bu artışın alkolün verdiği kalorlye bağlı olmayıp alkolün genel me-tcıboliznla üzerine olan etkisinden kay-naklanabileceği kanaatine varıldı.
The study was carried out on thı-ee groups of rats as fallows: Control group, alcohol fed group and pair - fed group. The alcohol group was fed for 12 days with a diet containing 4,5g1kgiday ethyl alcohol. The pair fed group was giren glııco..ve (7.88 glkglgün) whi•h calory level was equal to the ealory level of alcohol giren to the second group. At the end of the jeeding period, fas-ting serum glucose, triglycerid, phospholipid and jree fatty acid leveis were measured in the serum of those three groups. The postınortal histological changes ira liver, kidneys„rtomach, spleen and lung were examined bir light microscopy. Triglycerid, phospholipid and fi-ee faty acid levels of alcohol group were higheı- than those of conwol and pair -feci group. Verv common high mitotic activity (in the' early pro-phase) in the hepatocytes at the peripheral of the elassical lobules, semidiffilse hemorrhagies in the glomerıdes and eıythrocytes infiltrated into the intertubuler area were seen at the light microscopic e_x-amination of the liver and kidney specimen.s of al-cohol giyen group. it concluded that the level of triglycerid, phospholipid and free fatty acid increase in serum due tü alcohol intake. it is supposed that th.e increase is not related with alcohol calory but it may be related with general effect of alcohol on nıe-tabolic activity of human Body.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ust Gastroıntestınal Sıstem Endoskopısı Uygulanan Olgularda Asemptomatık Slıdıng Hernı Sıklıgı
İhsan Taşçı, Feridun Şirin, Berat Apaydın, Sinan Çarkman, Kağan Zengin, Can Gökdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Ust Gastroıntestınal Sıstem Endoskopısı Uygulanan Olgularda Asemptomatık Slıdıng Hernı Sıklıgı
The IncIdance Of AsymptomatIc SlIdIng Her-NIas In The PatIents Undergone Gastroscopy
Ozofagogastrik bileyigin ve /veya midenin prok-shnal ktsnunin arahkli ya da devamh protrtizyonuna hiatal herniasyon denir. Bu anatomik konum de-gonigi kardia kontinansinda bozukluga neden ohm Sonurta semptomsuz seyredebilecegi gibi gam-rotizofageal refill, peptik Ozofajit gibi komp-likasyonlara yol acabilir. bu caltymada 1995 ythnda endoskopik in-reknte yapt►nnak amactyla Cerrah,yapa Tip Fa-ktiltesi Genel Cerrahi Klinigi Endeskopi Sek-siyontena bayvuran 76 hastada hiatal herni insidensini, bayvunt yikayetkrini, tantlannt ret-rospektif olarak inceledik. Hastalannuzin 47 ta-nesinde (%61.8) sliding herni saptadik. Sliding herni saptanan hastalann 3(%6.4) tanesinde sliding herni'ye bagh sempto►t bulduk. Bona gore toplumda asentplontatik sliding herni insidanstntn ytiksek ol-dugu ye herhangi bir nedenle yaptlan inceleme st-rastnda, ortaya rtkan bit patolojinin semptom ver-tneden herhangi bir tedavi gerektinnedigi kanistna yard► ve bunu az olan litettirle karytlayurdtk.
Endoscopic diagnosis and Evaluation of Asym-ptomatic sliding Hernias Intermittent or continous protrision of esophagogastric junction and/or pro-xitnal segment of stomach is called "Hiatal Her This anatomical change of location results in dysfunction of cardia continence. While it can have an asymptomatic course, hiatal hernia can re-sult in complications like gastroesophageal reflux and peptic esophagitis. In this stdudv we observed retrospectively. The incidence of hiatal hernia, the complaint and diagnoses of 76 patients who can re-sulted Cerrahyapa Medical faculty General Surgery Department Endoscopy section in order to have en-doscopic investigation in 1995. Sliding Hiatal Hernia was detected in 47 (61.8%) of our patients. We found symptoms due to sliding Hernia in 3 (6.4%) of these patients. Ac-cording to this we concluded that the incidence of asymptomatic sliding hernia is quite high in the so-ciety and that this pathology that reveals itself du-ring investigations due to other causes does not re-quire any therapy as for as it is not symptomatic and we compared this with the literature that is scant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilonidal Sinüs Tedavisinde Yanlış Yöntem Seçimi
Mehmet İnce, Erol Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Pilonidal Sinüs Tedavisinde Yanlış Yöntem Seçimi
False Treatment TechnIque For PIlonIdal SInus DIsease
Sakrokoksigeal pilonidal sinüs hastalığının (SPH) ideal
tedavisinde hastalara en az zarar veren, nüks oranı düşük ve en
kısa zamanda normal çalışma gücüne dönmesini sağlayan yöntemler
tercih edilmelidir. Bu olgumuzda, bir ay önce eksizyon ve primer
onarım yöntemi ile tedavi edilmiş ancak kısa sürede enfeksiyon ve
yara açılması ile başvuran bir olguyu sunduk. Yirmiüç yaşında erkek
hasta, 10 gündür devam eden intergluteal akıntı ve ağrı şikâyetleri ile
acil servise başvurdu. Hastaya bir ay önce dış bir merkezde pilonidal
sinüs tanısı ile eksizyon ve primer onarım uygulandı. Hastanın
muayenesinde; intergluteal alanda enfekte, sütürleri açılmış ve
cilt altında geniş bir boşluk saptandı. Bizim yaptığımız ikinci
operasyonda; cilt altı boşlukları ve açılmış yarayı içine alan modifiye
eşkenar dörtgen şeklinde eksizyon ve sağ taraftan hazırlanan cilt
flebi ile primer onarım uygulandı. Hasta postoperatif 3. gün taburcu
edildi ve postoperatif 5.günde derni çekildi. Hasta postoperatif 20.
günde herhangi bir komplikasyon olmadan tamamen iyileşti. Olgumuz
benzersiz ya da nadir değildir. Ancak, biz SPH tedavisi için en
uygun yöntemin ülkemizdeki tüm cerrahlar tarafından bilinmesi ve
uygulanması gerektiğini düşünüyoruz.
The ideal therapy for sacrococcygeal pilonidal disease (SPD)
would be a prompt cure that allowed patients to return quickly to
normal activity, with minimal morbidity and a low risk of complications.
We report the case operated with excision and primer suture for SPD
a month ago had infected and decomposed wound. A 23-year-old
male patient was admitted to the emergency room with complaints of
intergluteal discharge and pain that last for 10 days. Surgery which
was excision and primer suture was applied him in other health center
for SPD a month ago. There was infected and decomposed wound and
a large cavity under sutured skin on intergluteal area. In the second
operation, we excised decomposed wound including cavities and skin
as modified equilateral quadrangle shape, a right flap was prepared
and rotated to left side for primer suture. Patient was discharged on
postoperative 3th day and drain was getting out on postoperative
5th day. Patient recovered completely without any complication on
postoperative 20th day. Our case is no not only unique but also rare.
However, we think that the most appropriate method for treatment of
SPD should be known and applied by all surgeons in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Karbonmonoksit Zehirlenmelerinde Trombosit İndekslerinin Prognostik Önemi
Fatih Akın, Alaaddin Yorulmaz, Abdullah Yazar, Esra Türe, Tarık Acar, Birsen Ertekin, Esma Erdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Karbonmonoksit Zehirlenmelerinde Trombosit İndekslerinin Prognostik Önemi
PrognostIc Importance Of Thrombocyte IndIces In ChIldren WIth Carbon MonoxIde PoIsonIng
\r\n Amaç: Karbonmonoksit zehirlenmesi, tüm dünyada hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Trombosit fonksiyonlarının karbonmonoksit zehirlenmesindeki rolü net olmamakla birlikte, trombosit aktivasyon ve agregasyonunun arttığı bildirilmiştir. Karbonmonoksit zehirlenmesinde, endotel hasarına bağlı artan trombotik eğilim, artmış trombosit yapışması ve fibrinolitik yoldadeğişiklikler ortaya çıkar. Çalışmamızın amacı trombosit indekslerinin karbonmonoksit zehirlenmesi olan çocuklarda klinik yarar sağlayıp sağlamadığını belirlemektir.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi ve Konya Beyhekim Devlet Hastanesi Çocuk Acil Servislerine başvuran karbonmonoksit zehirlenmesi tanılı çocukların kayıtlarını retrospektif olarak gözden geçirdik. Çalışmaya karbonmonoksit zehirlenmesi olan 92 çocuk ve 62 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı kontrol dahil edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: CO zehirlenmesi olan hastalarda ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri anlamlı olarak yüksek iken (9,34 ± 0,55 vs 9,78 ± 0,97fL, p = 0,001; 11,46 ± 2,64 vs 10,57) ± 1,41, sırasıyla, p = 0.007), trombosit sayısı ve plateletrit (324,05 ± 82,07 vs 357,27 ± 89,70 x109 p = 0,015; 0,31 ± 0,06 vs 0, 33 ± 0,07, sırasıyla, p = 0.039) anlamlı olarak daha düşüktü. Ortalama trombosit hacmi seviyeleri ise karboksi hemoglobin düzeyi 20'den yüksek olan hastalarda, karboksi hemoglobin seviyeleri 20-20 arasında olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Sonuç: Sonuçlarımız karbonmonoksit zehirlenmesi olan hastalarda trombosit indekslerinden ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliğinin belirgin şekilde yükseldiğini trombosit sayısı ve plateletritin azaldığını gösterdi. Trombosit aktivasyonu ve fonksiyonundaki değişiklikleri yansıtan ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri, karbonmonoksit zehirlenmesi sırasında özellikle tromboembolik komplikasyonların gelişimini öngörebilir. Ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri karbonmonoksit zehirlenmesinin prognostik tahmininde yararlı olabilir
\r\n
\r\n Prognostic importance of thrombocyte indices in children with carbon monoxide poisoning
\r\n
\r\n Abstract
\r\n
\r\n Objective: Carbon monoxide (CO) poisoning is still being a major cause of morbidity and mortality all over the world. Although the role of platelet functions in CO poisoning is not clear, increased platelet activation and aggregation had been reported previously. Increased thrombotic tendency due to endothelial damage, increased platelet stickiness, and alterations in the fibrinolytic pathway occurs in CO poisoning. The aim of our study was to determine whether platelet indices provide clinical benefit or not in children with CO poisoning.
\r\n
\r\n Materials and Methods: We retrospectively reviwed the records of children with the diagnosis of CO poisoning who admitted to the pediatric emergency departments of Konya Beyhekim State Hospital and Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty. A total of 92 children with CO poisoning and 62 age- and gender-matched healthy controls were included in the study.
\r\n
\r\n Results: While mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) levels were significantly higher (9,34±0,55 vs 9,78±0,97fL, p=0.001 ; 11,46±2,64 vs 10,57±1,41, retrospectively, p=0.007), platelet count and plateletcrit (PCT) (324,05±82,07 vs 357,27±89,70 x109 p=0.015 ; 0,31±0,06 vs 0,33±0,07, retrospectively, p=0.039) were significantly lower in patients with CO poisoning. MPV levels were also significantly higher in patients with a carboxy hemoglobin (COHb) level higher than 20, when compared with COHb levels between 10-20 (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Conclusion: Our results showed that platelet indices MPV and PDW are markedly elevated in patients with CO poisoning while platelet count and PCT were decreased. MPV and PDW levels, which reflect the changes in platelet activation and function, may predict the development of especially thromboembolic complications in the course of CO poisoning. MPV and PDW levels may be useful in prognostic estimation of CO poisoning.
\r\n
\r\n Keywords: carbon monoxide; children; platelet indices; poisoning
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Nasal Mast Hücrelerının Işım Mikroskopik Sevıyede Histolojik Metodlarla İncelenmesi
Aydan Canbilen, Refik Soylu
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Nasal Mast Hücrelerının Işım Mikroskopik Sevıyede Histolojik Metodlarla İncelenmesi
LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of Nasal Mast Cells Of Rat UsIng HIstologIcal Methods
Bu çalışmada, sıçan nasal mast hücrelerinin moıfolojisi alsian mavisi- safranin 0 ve toluidin ma-visi boya rnetodları kullanılarak ışık mikroskopik se-viyede incelendi. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hay-vanları Laboratuvarından temin edilen 10 adet albi-no dişi ve erkek sıçan eterle bayıltıldı ve regio respiratoria rıasisdenfrontal kesilen alınarak Carnoy fiksatifinde oda ısısında üç gün bekletildi. Alkol ta-kibi yapılan. dokulardan 5 mikrometre kalınlığında kesitler alınarak alsian mavisi- safranin 0 ve tolui-din mavisi ile bovanarak incelendi. Yapılan çalışma sonunda, nasal mast hücreleri-nin mukozal ve bağ dokusu mast hücreleri olmak ü-zere iki alt grubunun olduğu, alsian mavisi -safranin 0 boyasının mukozal mast hücrelerini mavi, bağ do-kusu mast hücrelerini ise kırmızı ve kurnızımtrak-mavi renkte bovadığı, toluidin mavisinin ise bütün mast hücrelerini koyu menekşe mor bovadığı görül dü.
In this light microscopic study, morphology of nasal mast cells was investigated in rats using alcian blue- safranin 0 and toluidin blue staining methods. The investigation was performed on 10 mak and female albino rats which were obtained from the Ex-perimental Animal Laboratory of the Faculty of Me-dicine, Selçuk University. Rats were anestheti zed by ether and regio respiratoria nasi of rats were fron-tally excised. Tissues were fixed in Carnoy solution for three days at room temperature, dehydrated with absolute alcohol and embedded in paraffin. Five micrometer sections were cut from the paraffin blocks using rotary microtome and stained with al-cian blue-safranin 0 and toluidin blue solutions. In conclusion, this study revealed that there are two distinct mast cell population in the rat nose: mucosal most cells and connective tissue most cells. Mucosal mast cells stained blue with ağdan blue-safranin 0 solution while connective tissue mast cells stanied red and reddish- blue. Both mast cell popu-lations stained dark violet by toluidin blue solution.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Klınık Örneklerden Izole Edılen Koagulaz Negatif Stafilokok Suşlarının Çeşitli Antimikrobiklere Duyarlılıkları
Emine İnci Tuncer, Ahmet Saniç, Bülent Baysal, Murat Günaydın
Araştırma makalesi
Özeti
Farklı Klınık Örneklerden Izole Edılen Koagulaz Negatif Stafilokok Suşlarının Çeşitli Antimikrobiklere Duyarlılıkları
The SuseeptIbIlIty Of The CoaguIase NegatIve Staphylococcus StraIns From DIfferent ClInkal MaterIals Tu Sereral AntImIcrobIes
1984 Ocak - 1990 Haziran döneminde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı rutin laboratuvarına gelen idrar ve çeşitli eksuda materyallerinden üretilen 785 koagulaz negatif stafilokok suşunun çeşitli anti-mikrobiklere duyarlılıkları araştırıldı. Bu suşlara etkili antimikrobikkr ciprofloxacin (%97.8), tobramycin (%97.2), cephaperazone (%96.7), ofloxacin (%96.0), amoxicillin - clavulonic asid (%5.4) iken; az duyarlılar nalidixic asit (%32.0), trimethoprim-sulphamethoxazole (%37.9), tetracycline (9040.1), lincomycin (%44.9), penicillin-G (%45.7) bulundu.
In a period of January 1984 - June 1990, how 785 coagulase negative staplıylococcus strains res-pond to several antimicrobics in !Ize urine and soıne exudate rrıaterials dua came to routine laboratory of Selçuk University, Faculty of Akılicine, Microbio-logy Department were studied. lt found that ciprof-loxacin <97.7%), tobramycin (97.2%), cephaperazone (96.7%), ofloxacin (%6.0%), amoxicillin-clavulonic asid (95.4%) were elliden,: nalidixic asit (32.0%), trimethoprim-sulphartıethoxazole (37.9%), tetracyc-line (40.1%), lincomycin (44.9%), penicillin - G (45.7%) were less efficient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ozon Tedavisi Çoklu İlaca Dirençli Bakterilerle Mücadelede Yeni Bir Strateji Olabilir Mi?
Selin Uğraklı, Fatma Esenkaya Taşbent, Hatice Küçükceran
Araştırma makalesi
Özeti
Ozon Tedavisi Çoklu İlaca Dirençli Bakterilerle Mücadelede Yeni Bir Strateji Olabilir Mi?
Could Ozone Threapy Be A Novel Strategy For CombatIng WIth MultI-Drug ResIstant BacterIa?
Amaç: MDR bakteriler ile oluşan enfeksiyonları kontrol etmek, klinisyenler için büyük bir zorluk haline
geldi. Bu nedenle, ana yaklaşım alternatif tedavilerin de gözden geçirilmesidir. Bu çalışmada, gaz
formundaki medikal ozonun çoklu ilaca dirençli (MDR) patojenler üzerindeki antibakteriyel etkisini zamana
bağlı olarak değerlendirilmesi hedeflenmiştir .
Gereçler ve Yöntem: Çalışma 21 Mart-15 Nisan 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Mikrobiyoloji laboratuvarı’nda gerçekleştirildi. On MDR bakteri, yedi
farklı bakteriyel konsantrasyonunda (102-108 bakteri/petri) petri kaplarında in vitro olarak değerlendirildi.
10, 20 ve 40 dakikalık 40 ug/ml dozda ozon maruziyeti ve kontrol grubunun MDR bakterileri üzerinde
etkinliğini araştırıldı. Plakların 24 saatlik inkübasyonundan sonra, ozonun her maruz kalma süresi için
ortalama koloni sayıları belirlendi ve Log10'a dönüştürüldü.
Bulgular: Ortalama bakteriyel azalma (log10) dikkate alındığında, ozonun bakterisidal etkisi 10 dakikaklık
maruziyette sadece metisiline dirençli Staphylococcus aureus, VIM-1 üreten Klebsiella pneumoniae
ve Karbapenem dirençli Acinetobacter baumannii üzerinde saptandı. Optimum etki, test edilen
izolatlarda genellikle 20 dakika içinde gözlendi. Bununla birlikte, MDR-Pseudomonas aeruginosa, ozon
maruziyetinden nispeten daha az etkilendi. Ancak 40 dakikalık maruziyet sonunda tüm bakteriler %99'luk
seviyenin üzerinde inaktive edildi.
Sonuçlar: Ozon gazı, MDR patojenleri üzerinde etkili bakterisidal aktivite gösterdi ve etkisinin, maruz
kalma süresine ve bakteri tipine bağlı olduğu tespit edildi. Pandemi dünyasında mikrobiyal enfeksiyonların
kontrolü için yeni yaklaşımlara duyulan ihtiyaç dikkate alındığında, ozon tedavisinin optimizasyonu yüksek
öncelikli olarak gerçekleştirilmelidir ve ozonun MDR-bakterilerin inaktivasyonu üzerindeki etkisinin
derinlemesine anlaşılmasını desteklemek için daha fazla in vivo çalışmaya ihtiyaç vardır .
Aim: This study evaluated the antibacterial effect of gaseous ozone on multi-drug resistant (MDR)
pathogens with regard to time dependency. Controlling infections with MDR bacteria became a big
challenge for health care professionals. Therefore, the major corcern should be altered to alternative
therapies.
Materials and Methods: The study was performed in Necmettin Erbakan University Meram Medical
Faculty Hospital, Department of Medical Microbiology Laboratory between 21 March to 15 April 2021. Ten
MDR bacteria were evaluated in vitro using in the Petri dishes at seven bacterial concentrations (102-
108 bacteria/dish). The ozone showed its efficacy on these MDR bacteria under the following conditions
applied: 40 μg/ml at 10, 20 and 40 minutes and control (no gas was used). After 24 hours incubation of
plates, the average colony counts for each exposure time of ozone were figured out and transformed to
Log10.
Results: Taking acccount the mean bacterial reduction (log10), the bactericidal effect of ozone was
determined on only methicillin-resistant Staphylococcus aureus, VIM-1 producing Klebsiella pneumoniae
and Carbapenem resistant-Acinetobacter baumannii in 10 minutes exposure. The optimum effect was
generally observed within 20 minutes on tested isolates. However, the MDR-Pseudomonas aeruginosa
showed a relatively lower response to ozone. All bacteria was inactivated over the level at 99% at the end
of the 40 min exposure to ozone.
Conclusions: The gaseous ozone showed satisfactory bactericidal activity on MDR pathogens and its
effect depens on exposure time and type of bacteria. Taken into account, the need for new approaches
for the control of microbial infections in the pandemic world, the optimization of ozone therapy should be
undertaken high priority and more in vivo studies are needed to support in depth understanding of the
ozone ef fect on the inactivation of MDR bacteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Ekstremitelerin Kronik Venöz Yetmezliğinde İnvaziv Ve Noninvaziv Metodların Tanı Değerlerinin Karşılaştırılması
Fatih Mehmet Avşar, Erdal Göçmen, Erdal Anadol, Salim Demirci, İbrahim Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Alt Ekstremitelerin Kronik Venöz Yetmezliğinde İnvaziv Ve Noninvaziv Metodların Tanı Değerlerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of The DIagnostIc Value Of In VasI Ve And Non-InvasIve Methods In ChronIc Venous In SuffIcIency Of Lovver ExtremIty
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalında Eylül 1992-Kasım 1992 tarihleri arasında kronik venöz yetmezlik öntanısı konan 30 hasta ve 15 olgudan oluşan kontrol grubu renkli doppler ultrasonografi ile değerlendirilmiş, sonuçlar venografik inceleme bulguları ile karşılaştırılmıştır. Kronik venöz yetmezlik tanısında renkli doppler'in duyarlılığı % 87, özgüllüğü % 80, doğruluğu % 85, pozitif belirleyicik değeri % 80, negatif be lirleyicilik değeri % 87 olarak hesaplanmıştır. Renkli doppler ultrasonografi kronik venöz yetmezlik tanısında primer inceleme yöntemi olabilecek güvenilir, ucuz ve noninvaziv bir görüntüleme yöntemidir.
This study was performed in the deparment of general surgery of Ankara Universitiy Medical Faculty, betvveen September 1992-December 1992. Thirty patients were diagnosed chronic venous insufficiency and 15 healty per- son were evaluated by colour doppler ultrasonography and the results were compared with venography findings. İn the diagnosis of chronic venous insufficiency, colour doppler shovved 87 % sensitivity, 80 % spesifity, 85 % ac- curacy, % 80 pozitive predictive value, % 87 negatif predictive value, As a conclusion in the diagnosis of chronic venous insufficiency coloured doopler USG can be considered as the primary diagnostic method. İt is also a cheep and non in vasi ve scanning method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemorajik Şoku İzleyen İskemireperfüzyon Hasarının Karaciğer Oksidan-Antioksidan Durumuna Etkisi
Volkan Kocabaş, Sadık Büyükbaş, Dursun Ali Şahin, Mustafa Kemal Başaralı
Araştırma makalesi
Özeti
Hemorajik Şoku İzleyen İskemireperfüzyon Hasarının Karaciğer Oksidan-Antioksidan Durumuna Etkisi
The Effect Of IschemIa ReperfusIon Injury After Haemorrhage On LIver OxIdant-AntIoxIdant Status
Amaç: Çeşitli şekillerde oluşan hemoraji hipovolemik şoka neden olabilir. Hemorajik şoku önlemek için uygulanan volüm replasmanı ise reperfüzyona neden olmaktadır. Çalışmamızda 30 dakikalık iskemi sonrası yapılan reperfüzyonun karaciğer dokusu malondialdehit (MDA), ksantin oksidaz (XO), süperoksit dismutaz (SOD) ve antioksidan aktivite (AOA) düzeylerine olası etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmamızda Spraque-Dawley cinsi 24 adet rat kullanıldı. Ratlar 4 gruba ayrıldı: A grubu kontrol, B, C, ve D grupları iskemi-reperfüzyon grupları olarak planlandı. İskemi-reperfüzyon gruplarında femoral venden kan alınarak 30 dakikalık iskemi oluşturuldu. İskemi süresinin sonunda alınan kan tekrar verilip reperfüzyon oluşturulmasını takiben, B, C ve D gruplarında sırası ile 1, 3 ve 24. saatin sonunda ratlar sakrifiye edilerek karaciğer doku örnekleri çıkarıldı. Kontrol grubunda ise sadece 60 dakika süreli anesteziyi takiben ratlar sakrifiye edilerek karaciğer doku örnekleri çıkarıldı. Karaciğer dokusunda MDA, XO, SOD ve AOA analizleri yapıldı. Bulgular: İskemi-reperfüzyon gruplarında karaciğer doku MDA düzeyleri ve XO aktivitelerinin kontrol grubuna oranla önemli oranda (p
Aim: Various types of haemorrhage can cause hypovolemic shock. Volume replacement for prevention of hypovolemic shock results with reperfusion. The aim of this study was to determine the hepatic tissue MDA, XO, SOD and AOA levels after reperfusion following ischemia with duration of 30 minutes. Method: Twenty four female Spraque-Dawley rats were divided into four groups of six rats in each. Group A was the control group and B, C, and D groups were ischemia-reperfusion groups which were reperfused for 1 hour, 3 hours and 24 hours after 30 minutes hemorrhagic ischemia, respectively. In the ischemia-reperfusion groups at the end of the reperfusion periods, rats were sacrified and the liver tissue samples were collected. In group A rats were only anesthetized for one hour and then they were sacrified and the liver tissue samples were collected. MDA, XO, SOD and AOA analyses were performed in liver tissues. Results: MDA and XO levels were significantly increased in the ischemia- reperfusion groups when compared with the control group (p<0,05). These changes were most obvious in the first hour. Conclusion: Our findings showed that volume replacement therapy after hypovolemic shock was lead to reperfusion injury. Because MDA, XO, SOD ve AOA changes were more significant in the first hour of the reperfusion than the 3th and 24th hours; we suggest maintenance of antioxidant suplements with replacement theraphy to decrease the reperfusion injury. For the supplemental management antioxidants such as alpha tocopherol, ascorbic acid and melathonin can be prefered in the first hour of reperfusion especially.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perıferık Yalancı Anevrizmalar
Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Hasan Solak, Özkan Akkoç, Gökalp Özgen, Şükrü Bülent Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Perıferık Yalancı Anevrizmalar
Pertpheral False Aneurysms
Çalışmamız, 1977-1987 yılları arasında D.Ü. Tıp Fakültesi Göğüs-Kalp-Damar Cerrahisi Anabilim Dalında tetkik ve tedavisi yapılan 41 periferik travmatik yalancı anevrizmalı hastayı kapsamaktadır. Bu 41 hastaya, 43 operasyon uygulandı. Sonuçla hastaların periyodik takiplerinde normal nabazanlar tespit edildi.
in this study, 41 patients with peripheric traumatic false aneurysm ireaied in otu- clirxic between 1977-_1987 were investigated. 43 opera_tion were perfomed in 41 patienis_LAim_ al periodic follow tip of the patients, normal pulses were felt.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kayseri Propolisinin Etanolik Ekstraktının Antimikrobiyal Aktivitesi
Esma Gündüz Kaya, Hatice Özbilge, Songül Albayrak
Araştırma makalesi
Özeti
Kayseri Propolisinin Etanolik Ekstraktının Antimikrobiyal Aktivitesi
AntImIcrobIal ActIvIty Of The EthanolIc Extract Of KayserI PropolIs
Propolis, bal arıları tarafından farklı bitki kaynaklarından toplanan bir reçine olup, çeşitli biyolojik ve farmakolojik özelliklerinden dolayı son yıllarda araştırmacıların ilgisini çekmektedir. Bu çalışmada, Kayseri ve çevresinden toplanan propolisin etanolik ekstraktının (PEE), klinik öneme sahip bazı mikroorganizmalara karşı antimikrobiyal aktivitesinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmada Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Klebsiella pneumoniae, Helicobacter pylori, Candida albicans, Candida glabrata mikroorganizmaları kullanıldı ve antimikrobiyal etkinliğinin araştırılmasında CLSI’nın önerileri doğrultusunda agar dilüsyon yöntemi uygulandı. Ayrıca bakteriyel üremenin optik dansitesindeki değişmeleri sürekli izleme temeline dayanan mikrobuyyon kinetik sistem kullanılarak, bir model bakterinin (S.aureus), propolisin artan konsantrasyonları varlığında türbidimetrik üreme eğrileri oluşturuldu ve minimal inhibitör konsantrasyon (MİK) değeri belirlendi. Agar dilüsyon yöntemi ile PEE’nin çalışılan mikroorganizmalara karşı MİK değerleri 64 µg/ml ile 1024 µg/ml arasında bulundu. S.aureus için kinetik yöntemle agar dilüsyon yönteminin sonuçları benzerdi ve in vitro antimikrobiyal duyarlılık daha erken bir aşamada belirlenebildi. Kayseri propolisi, sık karşılaşılan patojenlere karşı antimikrobiyal aktivite göstermekte olup, tedavide kullanılabilirliği açısından değerlendirilmesi önem arz etmektedir.
Propolis is a resin collected by honeybees from various plant sources, has attracted the attention of researchers due to its several biological and pharmacological properties in recent years. The aim of this study was to investigate the antimicrobial activity of ethanolic extract of propolis (EEP) collected in Kayseri and its surroundings against some clinically important microorganisms. In the study, Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Klebsiella pneumoniae, Helicobacter pylori, Candida albicans, Candida glabrata strains were used and agar dilution method was performed to investigate of antimicrobial activity according to the CLSI. By using microbroth kinetic system based on continuous monitoring of changes in the optical density of bacte¬rial growth, turbidimetric growth curves of a model bacteria (S.aureus) in the presence of increasing concentrations of EEP were also generated and determined minimum inhibitory concentration (MIC). MIC values of EEP against tested microorganisms were found between 64 and 1024 µg/ml by agar dilution method. The results in microbroth kinetic system were similar to the agar dilution method for S.aureus and in vitro antimicrobial susceptibility was determined in an earlier stage. Kayseri propolis have shown antimicrobial activity against common pathogens, is important to evaluate the availability of treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Tamer Demir, Burak Turgut, Şahap Kükner, Turgut Yılmaz, Lokman Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Prognostıc Factors In Perforatıng Eye InjurIes
Amaç : Önlenebilir körlük nedenleri içinde önemli bir yere sahip olan perforan göz yaralanmalarına ait prognostik faktörlerin ortaya konup, bazı risk faktörlerinin belirlenmesine çalışılmıştır. Yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Kliniği’ ne 1994-1999 yılları arasında perforan göz yaralanması ile baş vuran 157 hastaya ait kayıtlar değerlendirilmiştir. Olguların tümüne tek ya da ikinci cerrahi işlem uygulanmıştır. Olgular; yaş, cinsiyet, mesleki dağılım, travma nedeni, travmaya uğrayan doku, travmaya eşlik eden ek patoloji, uygulanan cerrahi işlem, yaralanma anından operasyona kadar geçen süre, ikinci operasyon gereksinimi, operasyon öncesi ve sonrası görme düzeyleri ve komplikasyonlar açısından irdelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan 157 olgunun % 77.7'si erkek, % 22.3 ‘ü ise kadın olup, yaş ortalamaları 25.25 ( 4-85) olarak belirlendi. Perforan yaralanmaya en sık 0-12 yaş grubunda (%40.1) rastlanıldı. Bu oran işçilerde % 19.1, çiftçilerde ise %15.3 tespit edildi. En sık yaralanma yeri kornea olup (%62.4), en sık etkenin ise delici- kesici aletler olduğu belirlendi (%22.9). Olguların operasyona kadar geçen süreleri değerlendirildiğinde, % 76.4' ünün ilk 24 saatte öpere edildiği görüldü. İkinci operasyon olguların %27.4’ünde gerekli oldu. Operasyon öncesi görme düzeyinin en sık olarak persepsiyon- projeksiyon düzeyinde olduğu saptandı (15.9). Takiplerde en sık karşılaşılan komplikasyonun ise pupilla düzensizliği (%29) ve korneal lökom (%25.9) olduğu belirlendi. Sonuç: Perforan göz yaralanmalarında tedaviden ziyade yaralanmanın önlenmesi esastır. Bu yüzden koruyucu sağlık hizmetleri her şeyin önünde gelmektedir. Perforan göz yaralanmak hastaların hastahaneye erken başvurmaları ve erken cerrahi müdahalenin de görme prognozuna olumlu etkileri olduğu muhakkaktır.
Aim : İn this study vve aimed at determining the prognostic factors and some risk factors in perforating eye in juries which have important role in preventable blindness. Method: VVe retrospectively evaluated data from a total of 157 patients, admitted to Fırat University Medical School, Department of Ophthalmology with perforated eye injuries, betvveen 1994-1999. One or two surgical interventions were performed in ali cases. They were eva luated with respect to patients’ age, sex and occupation; etiology of trauma, affected tissue, accompanying pat- hological findings, performed surgical intervention, delay betvveen the injury and surgery, Vision level before and after surgery and complication. Result: Of the total 157patients included in this study, 77.7% was male; 22.3 % female; and mean age of patients was 25.25 (4-85) years old. Perforated eye injuries vvere frequently seen (40.1%) in young patients (0-12 years old). This ratio was found to be 19.1% in vvorkers and 15.3 % in farmers. Among the most frequently injured tissues, cornea vvas the first (62.4%) and knives and Sharp tools were res- ponsible from most of the perforations (22.9%). Of the cases 76% vvas received surgical intervention in the first 24 hours' period. Before operation, visual level frequently found to be betvveen perception and projection (15.9). Most frequent complication among the follovv up period vvas ubnormal shaped pupil (29%) and corneal leukoma (25.9%). Conclusion: İt is knovvn that in perforated eye injury treatments, prevention of injuries is more important th an cure. Therefore prevention al public health Services ar e essential. Our results suggest that, urg en t admission to the hospital and possible early surgical intervention is important determinants of visual prognosis after per forated eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bağırsak Mikrobiyatası Vücut Ağırlığını Etkiler Mi?
Büşra Totan, Hilal Yıldıran, Feride Ayyıldız
Derleme
Özeti
Bağırsak Mikrobiyatası Vücut Ağırlığını Etkiler Mi?
Does Gut MIcrobIota Effect On Body WeIght?
Günümüzde prevalansı gittikçe artan ve en büyük sağlık problemlerinden biri olan obezite; diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, inme, kanser, astım, obstrüktif uyku apne sendromu gibi bir çok kronik hastalıkla ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle obezitenin tedavisi bir çok kronik hastalık riskinin önlenmesine katkı sağlamaktadır. Yeterli ve dengeli beslenme, fiziksel aktivitede artış ve yaşam tarzı değişikliklerinin yanı sıra son dönemlerde obezite tedavisinde gastrointestinal sistem etkilerinin üzerinde durulmaya başlanmıştır. Özellikle bağırsak mikrobiyatasının obeziteyle ilişkilendirildiği görülmektedir. Bağırsak mikrobiyatasının beslenme alışkanlıkları ve obeziteyle birlikte değişebildiği bir çok çalışmada gösterilmiştir. Değişen mikrobiyatanın obezite ve obeziteyle ilişkili bir çok hastalıkla ilişkisi olabileceği tartışılmaktadır. Bu alanda uzun dönemde yapılacak kontrollü çalışmaların obezitenin tedavisinde yeni bir yaklaşım oluşturacağı ve obeziteyle mücadelede önem kazanacağı düşünülmektedir. Bu derlemede bağırsak mikrobiyatası ve obezite arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
\r\n
Today an increasing prevalence of obesity, which is one of major health problems is associated with many chronic diseases such as diabetes, cardiovascular disease, stroke, cancer, asthma obstructive sleep apnea syndrome. Therefore, treatment of obesity contribute to prevention of many chronic diseases risk. Recent years, it has started to consider on effects on the gastrointestinal system in treatment of obesity as well as adequate and balanced diet, increasing physical activity and lifestyle changes. Especially it was seen that gut microbiota has been associated with obesity. Many studies showed that gut microbiota may be vary with eating habits and obesity. It is discussed changed microbiota might be associated with obesity and many obesity-related diseases. It is thought that long term-controlled studies in this area will create a new approach to the treatment of obesity and come into prominence in the fight against obesity. In this review,it was aimed to evaluate the relationship between body weight and the gut microbiota.
\r\n amaçlanmıştır.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciğer Rezeksiyonlarında Ligasure Yardımlı Uygulamalarımız
Ahmet Tekin, Adil Kartal, Tevfik Küçükkartallar, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Şakir Tekin, Mehmet Metin Belviranlı, Şakir Tavlı, Mustafa Şahin, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Karaciğer Rezeksiyonlarında Ligasure Yardımlı Uygulamalarımız
Our ExperIences In LIgasure – AssIsted ResectIons In LIver
Amaç: Ligasure’u karaciğerde kitle olan 15 hastada, parankim kesilirken kanamayı azaltmak veya kanamasız rezeksiyon yapmak için kullandık. Ligasure yardımıyla hepatektomi ve perikistektomi uyguladığımız 15 olgunun verilerini preliminer bir çalışma olarak sunmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: 2005-2007 yıllarında S.Ü. Meram Tıp fakültesi Genel Cerrahi AD.’da Ligasure yardımlı hepatektomi ve perikistektomi uyguladığımız 15 karaciğer hastasının dosyaları retrospektif olarak incelendi. Olguların onu karaciğer tümörü (4’ü hemanjiom, 2’si adenom, 4’ü hepatocellüler Ca), 3’ü karaciğer kist hidatiği, biri safra kesesi tümörü, diğeri ise hepatolitiazisdi. Tüm olgularda Ligasure vessel sealing system (Ligasure Valleylab®) kullanıldı. Olgularda ligasure yardımlı hepatektomi, ve perikistektomi gibi işlemler yapıldı. Bir olguda parenkim transeksiyonda ligasure’a ek olarak büyük damarlar için sütür kullanıldı. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 53.7(32-65) olup kadın/erkek oranı 9/6 idi. Ortalama kan kaybı 217(30-700)cc olup, bir olgu dışında kan transfüzyonu gerekmedi. Transeksiyon zamanı 48,93(25-85)dakikaydı. Biyokimyasal parametrelerde postoperatif dönemde önemli artışlar olmadı. Postoperatif geç dönemde morbidite ile karşılaşılmadı. Sonuç: Ligasure uygulaması, karaciğerin benign ve malign hastalıklarının tedavisinde karaciğer transeksiyonu esnasında kansız bir dönemin öncüsü olarak gözükmektedir.
Aim: We used Ligasure vessel sealing system in order to lessen the bleeding while cutting the parenchyma or to have a non-bleeding resection at 15 patients with mass at the liver. We aimed to present the data of the 15 patients where we applied hepatectomy and pericystectomy by the help of Ligasure, as a preliminary study. Material and Method: The records of 15 liver patients for whom we applied hepatectomy and pericystectomy by the help of Ligasure at Selcuk University Meram Medical Faculty of General Surgery Department during 2005-2007, were examined retrospectively. 10 of the patients were liver tumors (4 of them were hemangiomas, 2 were an adenoma and 4 were hepatocellular carsinoma), 3 of them were liver cyst hydatid, one of them was gall bladder Ca and the other was hepatolithiazis. Ligasure vessel sealing system (Ligasure Valleylab®) was used for all cases. Hepatectomy and pericystectomy by the help of Ligasure were applied to the patients. During parenchyma transection, sutures were used for great vessels a one patient. Result: The mean age of the patients was 53.7(32-65) and male/female ratio was 15/17. Mean blood loss was 217(30-700)cc and blood transfusion was not needed accept one case. Mean transection time was 48.93(25-85) minutes. There were no significant increases at biochemical parameters at the postoperative period. There was no morbidity at the late postoperative period. Conclusion: Ligasure application seems to be the precursor of a non-bleeding period at liver transection at them treatment of benign and malignant diseases of the liver
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kraniai Arteriovenöz Malformasyonlar 9 Olgunun İncelenmesi
Ertuğ Özkal, Yalçın Kocaoğullar, Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kraniai Arteriovenöz Malformasyonlar 9 Olgunun İncelenmesi
CranIal ArterIovenous MalformatIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı'nda Ekim 1991-Ekim 1999 tarihleri arasında 9 serebral arteriovenöz malformasyon (AVM) olgusu öpere edilmiştir. Serebral AVM olgularının 5'i intrakranial kanama, 2'si baş ağrısı, 2'si ilerleyici nörolojik deflsit yakınmasıyla müracaat etmişlerdi. Seride cerrahi mortalite 1/9 olarak be lirlendi. Bu olgular takdim edilerek literatür ışığında serebral AVM'lerin klinik bulguları, tanı ve tedavileri gözden geçirilmiştir.
İn this study a revievv of 9 arteriovenous malformation eases surgically treated between October 1991 and Oc- tober 1999 is presented. Of these cerebral AVM cases, 5 were presented with intracranial hemorrhages, 2 had Progressive neurologic deficit, 2 had headaches initially. Surgical mortality was 1/9 in the series. The clinical di- agnostic and therapeutic aspects of cerebral AVM' s ar e emphasized and the literatüre on this subject has been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Ezgi Keser, Serpil Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Knowledge And AttItudes Of SurgIcal Nurses Towards Pressure Ulcer PreventIon
Amaç: Bu araştırmada, hareketsizlik ve beslenme sorunları gibi basınç yarası risk faktörlerine maruz kalan cerrahi hastalarına bakım veren hemşirelerin basınç yaralarını önlemeye yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemek amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, XXXX’da bir üniversite hastanesinin cerrahi klinik ve yoğun bakım ünitelerinde çalışan ve meslekte çalışma yılı en az bir yıl olan 150 hemşire ile gerçekleştirildi. Araştırma öncesi etik kuruldan ve kurumdan gerekli izinler alındı. Veriler, hasta bilgi formu, Basınç Ülserini Önlemede Bilgi Değerlendirme Ölçeği (BÜÖBDÖ) ve Basınç Ülserini Önlemeye Yönelik Tutum Ölçeği (BÜÖYTÖ) ile 1 Ekim 2018-1 Şubat 2019 tarihleri arasında toplandı. Verilerin analizinde, bağımsız gruplarda t testi, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis test, korelasyon analizi ve çoklu regresyon analizi kullanıldı.
Bulgular: Hemşirelerin yaş ortalaması 29.91±6.48 yıl olup, %65.3’ü kadın ve yarısı lisans mezunudur. BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasına (<%60) göre hemşirelerin basınç yarasını önlemeye yönelik bilgilerinin yetersiz olduğu, sadece %24’ünün bilgi puanının ≥%60 olduğu saptandı. Regresyon analiz sonuçları, hemşirelerin mesleki deneyim süresi, çalışma şekli, günlük bakım verdikleri hasta sayısı ve basınç yaralı hastaya bakım verme deneyimlerinin BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilediğini ortaya koydu (p< 0.05). BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasına (≥%75) göre hemşirelerin basınç ülserini önlemeye yönelik tutumlarının olumlu olduğu saptandı. Hemşirelerin tanıtıcı özelliklerinin BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilemediği belirlendi (p>0.05). BÜÖBDÖ ile BÜÖYTÖ toplam puan ortalamaları arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Bu araştırma, cerrahi hemşirelerinin basınç yaralarını önlemeye yönelik tutumlarının olumlu, bilgilerinin ise yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular, hemşirelerin basınç yaralarını önleme girişimleri ile ilgili kanıt temelli bilgiye erişimlerini sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine dikkati çekmektedir.
Aim: The aim of this study was to determine pressure ulcer prevention knowledge and attitudes among nurses who cared for surgical patients that were exposed to pressure ulcer risk factors such as immobilization and nutritional problems.
Materials and Method: This descriptive study was carried out with 150 nurses who were working in the surgical clinics and surgical intensive care units of a medical faculty hospital in XXXX and who had at least one year’s professional experience. Necessary permissions were obtained from the ethics committee and the institution prior to the research. Data were collected with a patient information form, the Pressure Ulcer Prevention Knowledge Assessment Instrument (PUPKAI) and the Attitude towards Pressure ulcer Prevention instrument (APuP) between October 1, 2018 and February 1, 2019. Data were analyzed with the independent-samples t-test, the Mann-Whitney U test, the Kruskal-Wallis test, the correlation analysis and the multiple regression analysis.
Results: The mean age of the nurses was 29.91±6.48 years, 65.3% were female and half of them had undergraduate degrees. According to the PUPKAI total mean score (<60%), the pressure ulcer prevention knowledge of the nurses was inadequate and only 24% had a knowledge score ≥60%. Regression analysis results showed that, nurses' professional experience duration, working style, number of patients per shift and the experiences of giving care to patients with pressure ulcers were found to have a significant effect on the PUPKAI total mean score (p<0.05). According to the APuP total mean score (≥75%), the nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention. It was also determined that the descriptive characteristics of the nurses did not significantly affect the APuP total mean score (p>0.05). There was no significant relationship between the total mean scores of the PUPKAI and APuP (p>0.05).
Conclusion: This study revealed that the surgical nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention but they had inadequate knowledge about it. These findings highlight the need for institutional arrangements to ensure that nurses have access to evidence-based knowledge about pressure ulcer prevention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniklerinde Yatan Hastalarda Hastane Enfeksiyonuna Neden Olan Mikroorganizmalar Ve Antibakteriyellere Duyarlılıkları
A. Zeki Şengil, Hatice Özenci, Emine İnci Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniklerinde Yatan Hastalarda Hastane Enfeksiyonuna Neden Olan Mikroorganizmalar Ve Antibakteriyellere Duyarlılıkları
Mıcroorganısms Causıng Hospıtal Infectıon In Patıents In The Surgıcal Clınıcs Of Selçuk Unıversıty Medıcal Faculty And Theır Sensıtıvıty To Antıbacterıals
Hastane enfeksiyonları, hastanede yapma süresi. içinde kazanılan enfeksiyonlardır (1, 7). En sık rastlanan hastane enfeksiyonları üriner sistem, cerrahi yara ve solunum sistemi enfeksiyonlardır.(1, 3, 6, 7). Neden olan mikroorganizmaları en çok bakteriler ve genellikle aerobik gram negatif basillerdir (1, 3, 5, 7). Etyolojisinde; konakcı ile ilgili faktörler, çevresel faktörler ve etken ajanın antibakteriyellere ,direnci ile faktörler rol oynar (1, 3, 4, 5, 6, 7., 8, 9, 10, 11, 12). Çalışmanın amacı, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, üroloji, ortopedi ve genel cerrahi servislerinde, hastane enfeksiyonu şüpheli materyallerden izole edilen mikroorganizmaları ve antibakteriyel duyarlılıklarını saptamaktır. Bulunan etken ajanlar: %53.5 Pseudomonas, %13.9 E. coli, %9.3 Proteus, %9.3 St. aureus, %7.0 Klebsiella„ %7.0Enterobacter idi. Yapılan antibiyotik duyarlılık test sonuçlarında bazı antibakteriyellere c92'ye varan direnç gözlendi.
Hospital infections, hospitalization time. are acquired infections in (1, 7). The most common nosocomial infections are urinary system, surgical wound and respiratory system infections (1, 3, 6, 7). The causative microorganisms are mostly bacteria and generally aerobic gram-negative bacilli (1, 3, 5, 7). In its etiology; Factors related to the host, environmental factors and the resistance of the active agent to antibacterials play a role (1, 3, 4, 5, 6, 7., 8, 9, 10, 11, 12). The aim of the study is to detect microorganisms isolated from materials with suspicious hospital infection and their antibacterial susceptibility in Selçuk University Medical Faculty Hospital, urology, orthopedics and general surgery services. The causative agents found: 53.5% Pseudomonas, 13.9% E. coli, 9.3% Proteus, 9.3% St. aureus was 7.0% Klebsiella 7.0% Enterobacter. In the antibiotic sensitivity test results, resistance up to C92 was observed against some antibacterials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Birimi Ekokardiyografi Laboratuvarının İlk Altı Aylık Sonuçları
Bülent Oran, Fazıl Kasap, Nimet Kabakuş, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Birimi Ekokardiyografi Laboratuvarının İlk Altı Aylık Sonuçları
FIrst SIx Month Results Of The PedIatrIc CardIology UnIt EchocardIography Laboratory
Fakültemiz çocuk kardiyoloji birimi ekokardiyografi laboratuvarında, faaliyete geçişinin ilk altı ayı içerisinde ekokardiyografik inceleme yapılan 371 hasta değişik yönleriyle incelendi. Akut romatizmal karditin, bölgemiz için önemli bir sağlık problemi olduğu dikkat çekici bulundu. Alınan sonuçlar literatür verileri ile karşılaştırıldı.
In the echocardiography laboratory of the pediatric cardiology unit of our faculty, 371 patients who underwent echocardiographic examination in the first six months of their activation were examined from different aspects. It was found remarkable that acute rheumatic carditis is an important health problem for our region. The results obtained were compared with the literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üriner Sistem İnfeksiyonu Kuşkulu Kişilerin İdrar Örneklerinde Etken Mikroorganizmaların Görülme Sıklığı
Emine İnci Tuncer, Ömür Ertuğrul, Meral Kaya, Uğur Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Üriner Sistem İnfeksiyonu Kuşkulu Kişilerin İdrar Örneklerinde Etken Mikroorganizmaların Görülme Sıklığı
The EffectIve Pathogens From The PatIents WIth UrInary Tractus InfectIons And TheIr IsolatIon Rates
Bu çalışmada, Ocak 1991- Ocak 2000 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinin değişik klinik ve polikliniklerinden gönderilen hastaların idrar örnekleri; üriner sistem infeksiyonlarında etken patojenlerin izolasyon sıklıklarının saptanması amacıyla değerlendirildi. Toplam 47794 idrar örneğinin 8901'inden (%18.6) etken patojen izole edildi. E. coli (%45.4), S. aureus (%11.4) ve Proteus spp.(%10.2) en sık izole edilen bakteriler olduğu saptandı.
İn this study, we evaluated urine samples of the patients who admitted to the microbiology laboratory of Selçuk University betvveen the years 1991 and January 2000. We determined the effective pathogens of urinary tract infections and their isolation rates. Totally 8901 (18.6%) effective pathogens were isolated from 47794 urine samples. Most freçuently isolated pathogens were E. coli (45.4%), S. aureus (11.4%) and Proteus spp. (10.2%).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1999-2000 Yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde İzole Edilen Salmonella Ve Shigella Türlerinin Çeşitli Antimikrobiklere Duyarlılıkları
Duygu Fındık, Emine İnci Tuncer, Birsel Erdem
Araştırma makalesi
Özeti
1999-2000 Yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde İzole Edilen Salmonella Ve Shigella Türlerinin Çeşitli Antimikrobiklere Duyarlılıkları
SensItIvIty Of Salmonella And ShIgella SpecIes To VarIous AntImIcrobIals Isolated In Selcuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal Between 1999-2000
Bu çalışmada 1999-2000 yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Merkez Mikrobiyoloji Laboratuvan’nda izole edilen 50 Salmonella, 25 Shigella suçunun 12 antimikrobiğe gösterdikleri direnç E test yöntemi ile araştırıldı. İzole edilen 50 Salmonella suçunun serotiplendirmesinde 30ünun (%60) S.thyphimurium, 20'sinin (%40) S.enteritidis olduğu saptandı. İzole edilen 25 Shigella suçunun tamamının S.sonnei olduğu belirlendi. Salmonella suçlarında en yüksek direnç ampişilin’e (%90) karşı gözlendi, bunu tetrasiklin (%64), kloramfenikol (%48), trimetoprim/sulfametoksazol (%16), sefuroksim (%16), sefodizim, seftriakson, seftazidı'm, sefepim (%6) direnci izledi. Tüm Salmonella suçları meropenem, imipemen ve siprofloksasine duyarlı bulundu. 25 Shigella suçu ampisiline %88, tetrasikline %76, trimetoprim-sulfametoksazole %64, kloramfenikole %28, sefuroksime %12, siprofloksasine %4 dirençli bulundu. Tüm Shigella izolatlarının meropenem, imipenem, sefodizim, seftriakson, seftazidı'm ve sefepime duyarlı olduğu saptandı.
İn this study the in vitro activities of twelve antimicrobial agents against 50 Salmonella and 25 Shigella strains isolated in the years 1999 and 2000 at the Microbiology Laboratory of the University of Selçuk Faculty of Medicine were investigated by E test method. Of the 50 Salmonella strains 30 were identified as S. thyphimurium and 20 as S.enteritidis. İn this study for Salmonella isolates resistance to ampicillin was most common (90%), follovved by tetracycline (64%), chloramphenicol (48%), trimethoprim/sulfamethoxazole (16%), cefuroxime (16%), cefodizime, ceftriaxone, ceftazidime and cefepime (6%). Ali isolates were susceptible to meropenem, imipenem and ciprofloxacin. For 25 shigella isolates of our study the resistance were 88% for ampicillin, 76% for tetracycline, 64% for trimethoprim/sulphamethoxazole, 28% for chloramphenicol, 12% for cefuroxime and 4% for ciprofloxacin. Ali Shigella isolates were sensitive against meropenem, imipenem, cefodizime, ceftriaxone, ceftazidime and cefepime.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Esra Hazar Sayar
Araştırma makalesi
Özeti
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Aeroallergen SensItIvIty Of AtopIc ChIldren In Alanya RegIon
Amaç: Alerjik hastalıklarda semptomları azaltmak ve yaşam kalitesini arttırmak için sorumlu alerjenleri belirlemek önemlidir. Bu nedenle bölgemizdeki alerjik hastalarda aeroalerjenlerin duyarlılığını ve sıklığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, Eylül 2017-Mart 2018 tarihleri arasında pediatrik alerji immünoloji polikliniğine başvuran 1078 hasta (2-18 yaş) dahil edildi. Deri prick testinde en az bir alerjik duyarlılık saptanan 642 hastanın klinik ve demografik özellikleri, total IgE düzeyleri, kandaki periferik eozinofil sayıları, aeroalerjen duyarlılıkları hasta dosyalarından retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışma için Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi Tıp Fakültesi Yerel Etik Kurulundan onay alındı.
Bulgular: Hastaların 642'sinde (%59.5) en az bir aeroalerjene karşı pozitif yanıt gözlendi. Hastaların %34.8'inde astım, %73.7'sinde alerjik rinit, %12.6'sında atopik dermatit ve %3'ünde kronik ürtiker tanısı vardı. 159 (%24.8) hastada birden fazla alerjik hastalık tanısı vardı. Pozitif cilt prick testi olan hastaların 368’i (%57.3) erkek, 274’ü (%42.7) kızdı. Yaş ortalaması 8.49±4.15 yıldı. En sık Akar duyarlılığı saptandı (%76.1). İkinci sıklıkta küf mantarları (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) ve üçüncü sıklıkta grass ve cereal polen (39.8%) duyarlılığı gözlendi. Diğer aeroalerjen duyarlılık sıklıkları; yabani ot polen karışımı (%24.6), ağaç polen karışımı (%21.7), hamamböceği (%17.8), kedi tüyü (%31.2), zeytin ağacı (%20) olarak saptandı. Ortalama serum total IgE düzeyi 215.6 IU/ml ve ortalama eozinofil sayısı 410.63/mm³ idi.
Sonuç: Alerjik hastalıklarda sorumlu alerjenlerin tespit edilmesi semptomların kontrol edilmesi ve seçilmiş vakalarda immünoterapi şansı vererek hastalık seyrini değiştirebilmesi açısından önemlidir.
Aim: It is important to identify allergens in reducing disease-related symptoms and improving quality of life in the allergic diseases. Therefore, we aimed to evaluate the frequency of aeroallergens in allergic patients in our region.
Method: 1078 patients (2-18 years) who applied to the pediatric allergy immunology outpatient clinic between September 2017- March 2018 were included to the study. The demographic and clinical characteristics of 642 patients with at least one allergic sensitization in the skin prick test were evaluated retrospectively. Total IgE levels, peripheral eosinophil counts in the blood, aeroallergen sensitivities in skin prick test were evaulated from the patient’s files. The study was approved by the Ethics Committee of the Alanya Alaaddin Keykubat Medical Faculty.
Results: In 642 of the patients (59.5%), a positive response was observed against at least one aeroallergen. Among patients, 34.8% had asthma, 73.7% had allergic rhinitis, 12.6% had atopic dermatitis, and 3% had chronic urticaria. 24.8% of the patients (159) had more than one allergic disease. When the evaulation of the patients with positive skin prick test, 57.3% were male and 42.7% were female. The mean age was 8.49 +/- 4.15 years. The sensitivity of house dust mites was the most common (76.1%). In the second and third frequency, molds (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) and grass and cereal pollen (39.8%) sensitivity were observed. Other determined aeroallergen sensitivity frequencies were; weed pollen mixture (24.6%), trees pollen mixture (21.7%), cockroach (17.8%), cat hair (31.2%), olive tree (20%). The mean serum total IgE level was 215.6 IU/ml and the mean eosinophil count was 410.63/mm³.
Conclusion: Detection of responsible allergens is important to control symptoms and to give the chance the course of the disease with immunotherapy in the selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kromolin Sodyum İle Stabilize Edılmış Nasal Mast Hücrelerının Işık Mıkroskobik Sevıyede Incelenmesı
Aydan Canbilen, Ahmet Salbacak, Selçuk Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Kromolin Sodyum İle Stabilize Edılmış Nasal Mast Hücrelerının Işık Mıkroskobik Sevıyede Incelenmesı
LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of StabIlIzed Nasal Mast Cells Of Rats
Bu çalışmada, bir bis-kromon tiirevi olan kromo-lin sodyum un sıçan nasal mast hücrelerine olan etki-si ışık mikroskobik seviyede incelendi. Kullanılan 20 adet albino dişi ve erkek sıçan Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları Laboratuvarından temin edildi. Sıçanlar iki gruba ayrıldı. Kontrol grubundaki 10 sıçan hiçbir madde verilmeden eterle bayıltıldı ve re-gio respiratoria nasi'denfrontal kesiler alındı. Ikinci gruba inhalasyon yoluyla kromolin sodyum verildik-ten sonra burunları kesildi. Kesilen burunların hepsi oda ısısında üç gün Carnoy fiksatifi içinde tesbit edildi. Alkol takibi yapılan dokulardan 5 mikrometre kalınlıgında kesitler alınarak toluidin mavisi ve al-sian mavisi-safraızin O boyaları ile boyanarak ince-lendi. Sonuçta, nasal mukozada gözlenen mast hücre degranülasyonunda hiç bir azalmanın olmadığı, buna karşılık bağ dokusu mast hücre degranü-lasyonunda belirgin ölçüde bir azalmanın olduğu tesbit edildi.
In this light microscopic study, the effects of cromolyn sodium on nasal mast cells of rat was itıvesiigated using alcian blue-safranin O and toluidin blue staining methods. The investigation was peıformed on 20 male and female albino rats which were obtained from the Experimental Animal Laboratory of the Faculty of Medicine, Selçuk University. Rats were divided into two groups of ten rats each. First group was considered as control group. Cromolyn sodium was administered to the second group. Rats were anesthetized by ether and regio respiratoria nasi of rats were frontally excised. Tissues were fixed in Carnoy solution for three days at room temperature, dehydrated with absolute alcohol and embedded in paraffin. Five micrometer sections were cut from the paraffin blocks and stained with alcian blue-safranin O and toluidin blue solutions. frı conclusion, this study revealed that, as an inhibitory agent, cromolyn sodium is ineffective on nasal mucosal most cells but significantly effective on connective tissue mast cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dekortikasyon Ameliyatlarında Aprotinin Kullanımı
Güven Sadi Sunam, Tahir Yüksek, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Simsen Avvuran, Cevat Özpınar, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Dekortikasyon Ameliyatlarında Aprotinin Kullanımı
Use Of AprotInIn In DecortIcatIon Surgery
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Kliniğinde Dekortikasyon ameliyatı yapılan 40 hasta per ve postoperatif değerlendirilmeye tabi tutulmuş olup 20 hastaya aprotinin uygulanmış, postoperatif drenlerden olan kanama miktarı karşılaştırılması yapılmıştır. Aprotinin uygulanan grupta ortalama drenaj miktarı 210+142 cc., kontrol grubunda ise 562,5+230 cc., bulunmuştur. Sonuçların istatistiksel açıdan anlamlı olduğu, aprotinin kullanımının homolog kan trasfüzyonunun azalttığı ve komplikasyonlardan koruduğu vurgulanmıştır.
40 patients who underwent decortication surgery in Selçuk University Faculty of Medicine, Thoracic and Cardiovascular Surgery Clinic were evaluated per pair and postoperatively, aprotinin was applied to 20 patients and the amount of bleeding from the postoperative drains was compared. The average amount of drainage in the aprotinin group was 210 + 142 cc. And 562.5 + 230 cc in the control group. It was emphasized that the results were statistically significant and the use of aprotinin reduced homologous blood transfusion and protected from complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastaların S.iltıp Fakültesı Hastanesınden Yararlanma
Faruk Öktem, Said Bodur, Aziz Polat, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Hastaların S.iltıp Fakültesı Hastanesınden Yararlanma
An OvervIew On ServIce Referral For PedIatrIc Care At Selçuk UnIversIty Faculty Of MedIcIne
Çalışma, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Has-tanesi çocuk polikliniğine 18-22 Kasım 1991 tarih-lerinde başvuran 222 hastanın refakatçileri ile görüşülerek yapıldı. Hastaların % 71 'inipüniversite hasranesini birinci basamak, ancak % 171sinin ü-çüncü basamak tedavi hizmeti almak için kullandığı görüldü. Üçüncü basamak başvurularda daha çok yalnız babalann refakat ettiği ve 0-6 yaşlarındaki hastalarda daha yüksek oranda olmak üzere polik-liniğimize erkek çocukların daha fazla getirildiği gözlendi (p<0.05). Çocuk hasta başvurularını, ö-zellikle sevkli hastalarda, haftanın son günlerine doğru azaldığı (p>0.05), ailelerin üçüncü ve daha sonraki çocuklarının her basamak için hizmetten daha az yararlandığı (p>0.05) belirlendi. Birinci basamak 'sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi„sos-yal güvencesi olsun. olmasın hastaların kademeli sevk sistemi içinde üniversite hastanelerinden ü-çüncü basamak tedavi hizmetin' almak üzere yarar-lanmasını sağhvacak düzenlemelerin yapılması, hem toplumun hem de sağlık kuruluşlarının yararına olacağı kanısındayiz.
This study was iınplemented on patients' parents or relatives who brought their children to the Polyc-clinic of Departmant of Pediatrics in Faculty of Me-dicine, Selçuk University between 18 and 22nd of November 1991. 1n this study it was observed that only 17 percent of patients had applied for tertiarv care wlüle 71 percent of diem had came for primarv care. Patients applying for tertiary care were usually brought to the hospital by their fathers and male pa-tients more in number and relatively higher in 0-6 age group (p<0.05). It was also observed that number of patients, e.specially of those referred, decreased to-wards weekend (p>0.05) and parents were utilizing less health service in each level of care for their third and more childs (p>0.05). We believe that it will be more usefid for both community and health organi-zations ta make primary health care services more effective and such regulations, in which university hospitals, vvithoıtt taking care of patients social insu-rance guarantees, just can be used for tertiary health care services a step-by-step referral system.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampsili Gebelerde Maternal Ve Fetal Eritrositlerde Antioksidan Enzim Düzeylerinin Araştırılması
Yusuf Türköz, Mustafa Çekmen, Remzi Gökdeniz, Fikret Özuğurlu
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampsili Gebelerde Maternal Ve Fetal Eritrositlerde Antioksidan Enzim Düzeylerinin Araştırılması
InvestIgatIon Of AntIoxIdant Enzyme Levels In Maternal And Fetal Erythrocytes In Pregnants WIth PreeclampsIa
Amaç: Serbest radikaller tarafından oluşturulan lipid peroksidasyonun, preeklampside olası patolojik faktörlerden biri olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada; preeklampsili hastalarda gebeliğin üçüncü trimesterinde, maternal ve fetal dolaşımdaki eritrositlerin antioksidan enzim aktivitelerini ölçmede amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: İlk hamileliğinin üçüncü trimetrisinde olan 30'u preeklampsili, 31'i normal tansiyona sahip gebe kadınlardan alınan maternal ve umblikal ven kanlarında plazma ve eritrosit içi glutatyon Peroksidaz (GSH-Px), Katalaz (CAT) ve Superoksit Dismutaz (SOD) aktiviteleri incelendi. Sonuçlar: Kontrol grubu ile preeklampsili hasta grubu arasında; yaşları ve gebelik haftası açısından bir fark bulunmamaktaydı (p>0.05). Preeklampsili hastaların maternal dolaşımında; eritrosit içi GSH-Px ve SOD düzeylerinin kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu (sırasıyla 1857+13.2'e karşı 1387±123.8 U/gHb ve 2593.2±330.7'ye karşı 2041±200.3 U/gHb; p<0.01), CAT düzeyinin ise daha düşük olduğu (71.2±18.1'e karşı 137.3±27.1 K/gHb; p<0.01) tespit edilmiştir. Umblikal dolaşımında, eritrosit içi SOD düzeyinin, preeklampsili hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek olduğu (18.18.5+151.5'e karşı 1535.8±169.2 U/gHbx p<0.01), buna karşılık CAT ve GSH-Px düzeyleri açısından aralarında bir fark bulunmadığı gözlenmiştir (sırasıyla 84.8±14.3'e karşın 97.1 ±31.8 K/gHb ve 1207.5+117.5'e karşın 1211.4±107.7 U/gHb; p>0.05). İstatistik! incelemelerde bağımsız t testi kullanılmış ve p<0.05 değeri anlamlı olarak kabul edilmiştir. Tartışma: Bu çalışmadan elde edilen veriler, preeklampsili gebelerde artan oksidatif stresin, hem maternal hemde fetal dolaşımda; reaktif oksijen türlerine karşı koruyucu bir savunma mekanizmasının gelişmesi ile sonuçlandığını göstermektedir. CATise preeeklampsi vakalarında gelişen bu koruyucu etkiye katkıda bulunmamaktadır.
Aim: Free radical induced lipid peroxidation has been suggested as a possible pathogenic factor of preeclampsia. İn this study, we were aimed to measure antioxidant enzyme activity in erythrocytes in maternal and fetal circulation in preeclamptic patients in the third trimester. Material and metod: Maternal and umblical venous blood were obtained from thirty preeclamptic and thirty-one normotensif women with singletton pregnancy in the third trimester. The activites of glutathione peroxidase (GSH-Px), catalase (CAT) and superoxide dismutase (SOD) were determined in plasma and erythrocytes. Results: Patients ages and gestational weeks were not different in both groups (p>0.05). İn maternal erythrocytes of patients with preeclampsia, whilst GSH-Px and SOD levels were significantly higher than control (1857±13.2 vs 1387±123.8 U/gHb and 2593.2+330.7 vs 2041+200.3 U/gHb; p<0.01, respectively), CAT levels were significantly lovver (71.2±18.1 vs 137.3+271 K/gHb; p<0.01). Although, SOD levels in umblical erythrocytes of patients with preeclampsia were significantly higher than control (1818.5±151.5 vs 1535.8±169.2 U/gHb; p<0.01), CAT and GSH-Px levels were not different (84.8+14.3 vs. 97.1±31.8 K/gHb and 1207.5±117.5 vs 1211.4±103.7 U/gHb;p>0.05, respectively). Independent t test was used for statistical analysis. p<0.05 was accepted as significantly. Conclusion: The results demonstrate that increase in oxidative stress in preeclampsia results in development of defence mechanism both in maternal and fetal circulation to protect against reactive oxygen species. CAT has no impact on this protective effect in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İskelet Kası İskemi Reperfüzyon Hasarının Önlenmesinde Mannitol Etkili Mi?
Mehmet Yeniterzi, Mehmet Yeşiltay, Hüsamettin Vatansev, Niyazi Görmüş
Araştırma makalesi
Özeti
İskelet Kası İskemi Reperfüzyon Hasarının Önlenmesinde Mannitol Etkili Mi?
Is MannItol EffectIve In PreventIng Skeletal Muscle IschemIa ReperfusIon Injury?
Amaç: Akut periferik arteriyel tıkanmayı takiben gelişen iskemi reperfüzyon hasarının tedavisinde mannitolün antioksidan kapasitedeki rolünün ortaya konulması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Akut iskeminin saptandığı 32 hasta çalışmaya alındı. 20 sağlıklı birey kontrol grubunu oluşturdu. Hasta grubunun 17’ sine standart cerrahi tedavi uygulandı, 15’ine cerrahi tedavi ile beraber mannitol infüzyonu yapıldı. İskemik dönemde ve reperfüzyonun 120. dakikasında derin venden alınan kan örneklerinde M DA, GSH-PX ve CPK çalışıldı. Bulgular: Mannitol tedavi grubunun iskemi dönemi. MDA değeri; kontrol grubuna göre önemli ölçüde yüksekti. MDA değeri mannitollü reperfüzyon döneminde daha düşüktü. Mannitol tedavi grubunun reperfüzyon dönemindeki GSH-PX değeri kontrol grubuna göre daha yüksekti. CPK düzeyleri her iki tedavi protokolünün her döneminde kontrole göre önemli yükseliş sergilerken; mannitol tedavisinin reperfüzyon dönemi kendi iskemik dönemine göre önemli azalma ortaya koydu. Sonuç: Mannitolün serbest oksijen radikal akitivitesini baskılayıp, antioksidan kapasiteyi artırdığı ve doku hasarında anlamlı düşme meydana getirdiği ortaya kondu.
Purpose: The aim of this study was to detect the effectiveness of mannitol’s antioxidant capacity in the treatment of ischemia-reperfusion injury after acute Peripherie arterial occlusion. Material and Methods: 20 healthy individuals and 32 patients with acute arterial occlusion were taken to study. Of the acute isehemia diagnosed patients, Standard surgery was performed on 17 patients and surgery and mannitol infusion were given to 15 patients. Blood samples were taken from the deep veins and MDA, CPK, GSH-PX levels were measured in the acute isehemia diagnosed period and 120th minutes of the reperfusion. Results: MDA of mannitol treatment group in the isehemie period meaningfully inereased in consideration with the control group. İn consideration of reperfusion period with isehemie group in mannitol treatment MDA signjficantly decreased. İn the reperfusion period of mannitol treatment GSH-PX significantly inereased according to control group. Although the CPK results showed significant inerease in each period of both treatments, the reperfusion period of mannitol treatment showed a significant decrease in CPK considering with it’s isehemie period. Conclusion: İn acute arterial occlusions it was shown that mannitol decreases the activity of free oxygen radicals, inereases the antioxidant capacity, and decreases the tissue injury meaningfully.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernisi Tedavisinde Mikrocerrahi Teknik
Ahmet Önder Güney, Ertuğ Özkal, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernisi Tedavisinde Mikrocerrahi Teknik
MIcrosurgIcal TechnIque In The Treatment Of The Lumbar DIsc HernIatIon.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalında 1997-2000 tarihleri arasında lomber disk herniasyonu tanısı ile mikrocerrahi teknikle öpere edilen 101 olguyu inceledik. Mikrocerrahi teknikle öpere edilen hastaların operasyon süresinin daha kısa olduğu, daha erken taburcu olduğu, daha hızlı düzeldikleri ve çalışma ortamına daha erken döndükleri sonucuna vardık.
İn this study, we analysed 101 cases operated by the microsurgical technique for lumbar disc herniation betvveen 1997 and 2000 in Selçuk University Medical School Department of Neurosurgery. We have concluded, patients operated with microsurgical technique, undergo a shorter operation, discharged the hospital earlier, recover more quickly, and return to work earlier.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde Sağlıklı Ve Tip Iı Diabetes Mellituslu Kışılerde Tiroidle Ilgılı Serum Hormon Düzeylerının Karşılaştırılması
Mustafa Ünaldı, Said Bodur, Ahmet Çığlı, Aykut Çağlayan, Mehmet Aköz, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde Sağlıklı Ve Tip Iı Diabetes Mellituslu Kışılerde Tiroidle Ilgılı Serum Hormon Düzeylerının Karşılaştırılması
A ComperatIve AnalysIs Of Serum ThvroId Hormone Levels Of TIp Iı DIabetIcs And Healthy Subjeets In Konya And SurroundIngs
S. Ü. Tıp Fakültesinde yapılan bir çalışmayla sağlıklı kontrol grubu (normal) ve Tip 11 diabetes mellitus (DM)rhı kişilerde (diabetiklerde) tiroidle il-gili hormonların serum düzeyleri incelendi. Kontrol ve diabetiklerde cinsivete göre serum total tiroksin (rota! T4,1T4 ), total triiyodotironin (rota! T3,77'3 ), serbest tiroksiıı (serbest T4, free thyroxine, FT4), serbest triivodotironin (serbest T3, free triiodoth•l-ronine, FT3) ve tiroid salgılatıcı hormorı (TSH) dü-zeyleri yönünden. önemli bir farklılık bulunamadı (p>0.05). Diabetik kadınların serum 77-4 ve FT4 düzeyleri sağlıklı kadınlardan daha yüksek, FT3 düzeyleri daha düşük bulundu (p>0.05). Mabet& erkeklerde kontrollere göre 17'3 düzeyleri önemli derecede düşük (p<0.01) ve 77-4, F7-4, FT3, TSH düzeyleri arasındaki fark önemsiz (p>0.05) bulundu. Bulgularımız literatür bulguları ile karşılaştırıldı.
Serum rhvroid horrnone levels of heallhy indivi-duals and tip Il diaberic patients were deterınined. There was no difference between1T4, 17'3, FT4• FT3 and TSH levels of both groups. TT4 and FT3 levels of diaberic women were higher, while FT3 levels were lower than those of healthv woınen (p<0.05). Also, TT3 levels of diaberic men were lower (pc0.01 ) than that of healthy men. Our results are discussed and compared with li-terature findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Bebeklerde Fetal Malnütrisyonun Değerlendırılmesı
Hasan Koç, Ahmet Özel, M. Mansur Tatlı, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Bebeklerde Fetal Malnütrisyonun Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of Fetal MalnutrItIon In Premature Infants
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağ-ligi ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Yenidoğan Üni-tesine, Ocak 1990-Aralık 1992 tarihleri arasında yatırılan ve gebelik yaşları kesin olarak tesbit edilen 373 prematüre bebekte, 10. persentil ve altındaki fe-tal malnüstrisyon oranı %25.4 olarak bulundu.Fetal malnütrisyonun 32. gebelik haftasından itibaren arttığı gözlendi. 95 fetal malnütrisyonlu bebeğin %66.3fünde anneye %4.2'sinde çocuğa ait sebepler gözlendi. %29.5 vakada sebep bulunamadı. Feta! malnütrisyonlu bebeklerin klinik seyirleri incelenip fetal malnütrisyonunun prematüre mortalitesi üzerine etkileri tartışıldı.
In 373 prematüre babies whose gestational ages were determined exactly, the incidence of fetal mal-nutrition chat is described as birth weight at or be-low 10th centile was found 25.4%. The rate of fetad malnutrition was increasing after 32nd week of ges-tational age. Maternal causes were determined in 66.3% of 95 patients with fetal malnutrition Feta! causes were found in 4.2% and no cause in 29.5% of cases. An obvious effect of fetal malnutrition on pre-mature mortality rates was observed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı İnvajinasyonları
Alaaddin Dilsiz, Aytekin Kaymakçı, Osman Güler, Burhan Köseoğlu, Fatma Çağlayan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı İnvajinasyonları
ChIldhood IntussusceptIon
Invajinasyon çocukluk çağında en sık rastlanan barsak tıkanıklık nedenidir. S.Ü.T.F. Çocuk cerrahisinde tedavi edilen 11 in-vajinasyonlu hasta retrospektif olarak değelendirildi. Yaş dağılımı, semptom ve bulgular açısından, diğer yayınlarla benzerlik görülürken, farklı olarak kızların çokluğu (K1E:912), hastaların kliniğe geç başvur-duğu, barsak redüksiyon oranının yüksekliği dikkati çekti. Rezeksiyon oranı ile hastaların geç gelişi birbiri ile ilişkili idi. Bu da hastaların yanlış tanı ve tedavi ile zaman kaybetmesine bağlandı.
Intussusception is the most common cause of intestinal obstruction in childhood. 11 children with intussusception were retrospectively reviewed in the departmant of pediatric surgery in Selçuk Üniversity medical faculty. Age configuration, symptoms and signs were similar with the other reports, but most of the patients were girls (girl I boy:9/2) and (his made the difference. Besides intestine resection ratio was high and the patients presentations in hospital were lale. There is a relationship between resection ratio and the patients lale presentations. And this was related to the loss of time with the wrong diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Arter Hastalıklarının Tanısında Renkli Doppler Ultrasonografinin Değeri
Alim Koşar, Talat Yurdakul, Mustafa Salih, Gürhan Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Renal Arter Hastalıklarının Tanısında Renkli Doppler Ultrasonografinin Değeri
Value Of Color Doppler UlIrasonography In DI-AgnosIs Of Renal Artery DIseases
Hipertansiyonun renovasküler rıeleninitı sLıp-tanmasında renal arterlerin de;:rerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada remıl 50 veya daha fazla çap darahnası yapan anlamit ste-nozları saptamada renkli doppler altrawınorafinin (RDU) etkinliği araştırıldı. Çalışma Mart 1993 -Aralık 1994 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji ve Radvoloii Anabilim Dal-larında yapıldı. 20 hiperransif hastada renkli dopp-ler ultrasonografi bulgular: renai atıfio.Trati bul-guları ile karşılaştırıldı. Anjiografi ile bn Y) hastada 39 ana ve 4 aksesuar renal arteı- g(-;sterildi. An-jiografi 5 ana t-enal arterde ve 1 aksesuar renal ur-terde stenozu gösterdi. 4 ana renal arterde aklüzvon saptandı. Tüm hastalarda RDLİ ile renal arter- mak-simum sistolik hız, renal arteriaorta maksimum sis-tolik hız oranları (RAR) hesap edildi. Bir hasta için RDU ile ortalama inceleme süresi 42+4 (38 - 53; dakika-vdı. RDU ile ana renal arterlerin 87,17 ve sadece 1 (%25) aksesuar arter gı-isrerildi. Mak-simum sistolik hızlı? 100 cınisn'nin üsrunde olması ve RAR değerinin 3.5 veya üstünde olması ,srerrrız icin kriter olarak seçildi. Retuıl arter sıenoztannt tanısında birinci kriter daha laydalmh, Bu kritere göre, RDU ile 6 renal al-ter stenollınun tanısında c7c 67 sensitivite ve 7c, 93 spesifisite bulundu. Renkli doppler ultrasonografinin, laıllanılan ekipman ve kriterlerle anilografiye bir alternatif olmadıgı ve renal arıer srenoımın tanısında renkli doppler ultrasonografinin arttırmak için teknolojisinin iyileştirihneve ve tanı kriterlerinin standardize edilmesine ihtiyaç oldıığıı kınısına varıldı.
The assesment of the renal arteries is par-ticuhırlv inıporraın in the derection of a re-novaseuhır cause of hypertension. İi was in-,estigıred the ejfectivene•s of color doppler ultrasonography (CDU) in the detection 50 % or greater diameter reducing the srenosis in renal ar-ten, irr this study. The studv was done in the De-partment of Urology and Radiology, University of Ankara, Medical School between March 1993 and December 1994. The findings of color doppler ult-rasonography in 20 hypertensive patients were com-pared with the results of renal angiography. It was demonstrared 39 main and 4 accessories renal ar-teries irr these 20 pariems by angiography. An-giographv detnonstrared the stenosis in 5 main renal arte.ries and in. one accessory renal artery. It was derermined the occhısion in 4 tnain renal arteries. The maximum systolic velocity and th.e ratio of ma-ximum systolic velocitv in renal artery to that in ab-dominai aorta (RAR) were calculated with CDU in all patients. The average procedure time per pa-ıients with CDU was 42+4 (38 + 53) minutes. It was demonstrated 87,1% of the main arteries and only 1 (25%) of the accessory vessels by CDU. A nuıximum systolic velociry value of greater than 100 emisec and a RAI? value of 3.50 or greater were chosen as the criteria foı- SIC110SiS. The first criteria in the di-agnosis of renal artey stenosis was more useful. Ac-coı-ding rrı this crireria. we found 67 % sensitivity and 93% specifieity in diagnosing 6 renal artey ste-nosis with CD U. concluded, that CDU is not an ahernative to angiographv with the technology and criteria used, and the technology of CDU should be improved and the diagnostic criterias should be standardized to increase the effecriveness of CDU irr diagnosis of renal arterv stenosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Supratentorial Anevrizmalar
Ahmet Önder Güney, Ertuğ Özkal, Osman Acar, Onur Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Supratentorial Anevrizmalar
SupratentorIal Aneurysms
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dah’nda Mart 1987-Eylül 2002 tarihleri arasında 183 supratentorial anevrizma olgusu öpere edilmiştir. Bu çalışmamızda 183 supratentorial anevrizma olgusunun, lokalizasyon, klinik özellikleri, tedavi yöntemleri, mortalite ve morbidite oranlarının tartışılması amaçlanmıştır. Seri, literatür gözden geçirilerek sunulmuştur.
183 cases with supratentorial aneurysm were operated on in Neurosurgery Department, Selçuk University Meram Medical School betvveen March 1987 and September 2002. İn the present study we aimed to discuss 183 intracra- nial supratentorial aneurysm cases, according to their location, clinical features, treatment modalities, mortality and morbidity rates. The series were evaluated through the review of literatüre and presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Pulmoner Arterio-Venöz Fistüller
Olgun Kadir Arıbaş, Fikret Kanat, Sami Ceran
Olgu sunumu
Özeti
Konjenital Pulmoner Arterio-Venöz Fistüller
CongenItal Pulmonary ArterIo-Venous FIstulas
SÜ Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi servisinde, iki olgu pulmoner arteriovenöz fistül nedeniyle ameliyat edildi. Olgular, 49 ve 62 yaşlarında, erişkin hastalardı. Fistüller, birinci olguda sağ alt lobda, diğerinde sağ üst lobda lokalize idi. Her iki olguda lobektomi yapıldı. Pulmoner arteriovenöz fistüllü olgularımız arasında herediter hemorajik telenjiektazi gözlenmedi. Bu makalede, oldukça ender görülen pulmoner arteriovenöz fistüllerin patogenezi, kliniği, patofizyolojik değişiklikleri ve tedavisi, olgularımız münasebetiyle literatür ışığında gözden geçirildi ve tartışıldı.
Two patients have been operated tor pulmonary arteriovenous fistula at the Department of Thoracic Surgery, School of Medicine, University of Selçuk, Konya. The patients were adults, 49 and 62 years-old. Fistules were localized in the right lower lobe in first one and in the right upper lobe in second. The type of the operation was lobectomy in both cases. Among our patients with pulmonary arteriovenous fistulas, hereditary hemorrhagic telengiectasia was not observed. İn this article, the pathogenesis, clinical features, pathophysiologic changes, and treatment of pulmonary arteriovenous fistulas are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Görülen 4 Krukenberg Tümörü Olgusu
Cemalettin Akyürek, Ergün Onur, Lema Tavlı, B. Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Görülen 4 Krukenberg Tümörü Olgusu
4 Krukenberg Tumor Cases WhIch DIagnosed In Our ClInIc
1988-30.6.1989 tarihleri arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Kadın-Doğum kliniğinde görülerek teşhis ve tedavi edilen 4 Krukenberg Tümörlü hastanın değerlendirilmesi ve tedavisi literatürle beraber incelenerek sunulmuştur.
This study presents 4 Krukenberg cases which were diagnosed between the years 1.1.1988-30.6.1989 in Medical School of S.ü. Treatmeni courses and clinical aspects were discussed with a review of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleosigmoid Düğümlenme
Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Yüksel Arıkan, Adil Kartal
Araştırma makalesi
Özeti
İleosigmoid Düğümlenme
IleosIgınoId Knot
1986-1989 ydları arasında S.Ü. Tip Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde görülen iki ileosigmoid düğümlenme yakası takdim edilmiştir. Bu vakalar nedeniyle ileosigmoid düğümlenme gözden etiopatogenezi, klinik özellikleri, tanı ve tedavisi tartışılmıştır.
in ıhis article 2 cases reported with ileosigmoid knot which had been diagnosed in the General Surgery Department of Medical Faculty at Selçuk University, between 1986-1989. Because of this cases, ileosigmoid knots have been considered and its etiopathogenesis, clinical features, diagnosis and treatment have been discused.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
Sevim Yaman
Derleme
Özeti
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
SelectIve Laser In Treatment Of DIabetIc Macular Edema
Diabetes mellitus (DM), endojen insülinin mutlak veya göreceli eksikliği veya periferik etkisizliği sonucu ortaya çıkan kronik hiperglisemi, karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında bozukluk, kapiller membran değişiklikleri ve hızlanmış ateroskleroz ile seyreden kronik, progresif bir hastalıktır (1). Diabetik hastalardaki görme kaybının başlıca nedeni ise maküla ödemidir(4). Maküla ödemi tedavisinde Lazer fotokoagulasyon, VEGF inhibitörleri ve vitrektomi önerilmektedir. Koroid, nöroretina özellikle fotoreseptörlerin korunarak, RPE’in laser ile selektif hasarı uygun tedavi metodu gibi görünmektedir (24). Fundusun, µs pulse süreleri ile ardışık radyasyonu ile fotoreseptörlerin korunarak RPE’nin selektif hasarlandığı görülmüştür (26,27). RPE’ni selektif hasara uğratarak dibetik maküla ödemi tedavisini planladığımız çalışmada Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Retina Biriminde Ekim 2005-Şubat 2007 arasında DRP tanısı ile takip edilen, yapılan muayene ve tetkikler sonucunda maküla ödemi varlığı saptanan 18 yaşın üzerinde 84 hastanın 99 gözünü 2 gruba ayırarak SRL ve grid lazer tedavisi uyguladık ve 6 ay izledik. Çalşmamızın sonucunda SRL ve grid lazer DMÖ tedavisinde etkili bulunmuştur. SRL tedavisi uygulanan hastaların görme keskinliklerinde % 84.9 artış ve stabilizasyon tespit edildi. Grid lazer grubunda 6 aylık takip sonucunda görme keskinliğinde % 89.9 artış ve stabilizasyon saptandı.
Diabetes mellitus (DM) absolute or relative deficiency of endogenous insulin or resulting from peripheral ineffectiveness of chronic hyperglycemia, carbohydrate, protein and fat metabolism disorder, capillary membrane changes, and accelerated atherosclerosis associated with chronic, progressive disease (1). The main cause of vision loss in patients with diabetic macular edema(4). In the treatment of macula edema, laser photocoagulation, VEGF inhibitors and vitrectomy is recommended. Choroid, neuroretina, photoreceptors preserving particularly selective RPE laser damage seems to be the appropriate treatment method (24). It was seen that Fundus was preserved µs pulse duration and consecutive irradiation damage, selective RPE with photoreceptors (26,27). Suffered damage to the planned study of selective RPE treatment in diabetic macular edema, Afyon Kocatepe University School of Medicine, Department of Ophthalmology, Retina Unit, between October 2005 and February 2007 were followed up with a diagnosis of DRP, and triggers as a result of the examination detected the presence of macular edema over the age of 18, 99 eyes of 84 patients separated into 2 groups and administered SRL and grid laser treatment followed 6 months. As a result, SRL, and grid laser photocoagulation was effective in the treatment of DMÖ. 84.9 % increase in SRL-treated patients and stabilization of visual acuities were determined. It was confirmed that in Grid laser group and 6-month follow-up and stabilization as a result of an increase in visual acuity was 89.9%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
F-18 Fdg-Pet/ct’de Multiple Kemik Metastazını Taklit Eden Benign Bir Patoloji: Brown tm
Özlem Şahin, Ahmet Eren Şen, Zeynep Aydın, Buğra Kaya
Olgu sunumu
Özeti
F-18 Fdg-Pet/ct’de Multiple Kemik Metastazını Taklit Eden Benign Bir Patoloji: Brown tm
A BenIgn Pathology MImIckIng MultIple Bone MetastasIs On F-18 Fdg-Pet/ct: Brown Tumor
\r\n Brown tümörler uzun süreli hiperparatiroidinin nadir bir komplikasyonu olarak ortaya çıkabilen, benign ancak lokal agresif seyreden tümörlerdir. Klinik ve radyolojik olarak kemik metastazları ile karışabilirler. F-18 FDG PET/CT’de Brown tümörler tıpkı metastatik kemik lezyonları gibi artmış metabolik aktivite gösterirler. Çalışmamızda multiple kemik metastazı ön tanısı ile primer odak aramak için PET/CT çekilen, görüntülerde primer odak saptanmayıp paratiroid lojlarında artmış FDG tutulumu görülmesi nedeni ile Brown tümörden şüphelenilen ve ileri tetkiklerle tanısı doğrulanan bir hasta sunulmuştur. Bu olgu sunumu ile klinik ve radyolojik olarak kemik metastazı düşünülen hastalarda Brown tümörünün de ayırıcı tanıda akılda tutulması gerektiğini vurgulamayı amaçladık.
\r\n
\r\n Brown tumors are benign, but locally aggressive tumors that may emerge as a rare complication of prolonged hyperparathyroidism. They may be clinically and radiologically confused with bone metastases. Browns tumors show increased metabolic activity on F-18 FDG-PET/CT just as metastatic bone lesions. In this study, we present a patient who underwent PET/CT to seek a primary focus with the presumed diagnosis of multiple bone metastasis, and Brown tumor was suspected because no primary focus was detected on imaging and increased FDG enhancement was seen in parathyroid locations, and the diagnosis was confirmed with further investigations. Herein, we aimed to underline that Brown tumors should be kept in mind in the differential diagnosis in patients who are clinically and radiologically considered to have bone metastasis.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Talipes Ekinovarusun Tedavi Sonuçları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Ahmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Talipes Ekinovarusun Tedavi Sonuçları
The Results Of Treatment In Talıpes Equınovarus
Bu makalede, 98 çocuktaki 128 ıalipes ekinova-rus deformitesinin tedavi sonuçlarını retrospektif o-larak inceledik. Bu ayakların konsemıtif ve cerrahi tedavileri, 1983 ve 1991 yılları arasında Selçuk Ü-niversitesi Tıp Fakültesi Onopedi ve Travmatoloji kliniğinde yapılmıştır. Tedavisi yapılan çoçuklann yaş ortalaması 9.4 aydır. Konservauf tedavi _yapılan çocukların yaş ortalaması 46 gün olup. bu yaş or-talaması , cerrahi tedavi gören çocuklarda 34 ay olmuştur. K<ınse rvat İf tedavi 69 çocuğun 93 ayağına uygulandı. Konservatif ve cerrahi tedavinin beraber yapıldığı grup ile sadece cerrahi tedavi yapılan grupta 47 çocuğun 58 ayağı tedavi edildi. Tedavi sonrası ortalama takip süresi 37 aydır. Sonuçlar Main ı•e ark. (11 uyguladığı kriterlere göre değer-lendirildi. Bu kriterlere göre konseri:Of tedavi ile %59, konservatif ve cerrahi tedavi ile %82 ve Yalnız cerrahi tedavi ile %91'lik başarı sağlanmıştır.
We retrospectively investigated the cases of 98 children having 128 talipes equinovarus. Their conservative and surgical treatment were performed at the Department of OnItopaedics and Traumatology, Faculty of Medicine, Selçuk University between 1983 to 1991. Overall average age was 9.4 rnontlıs. The man age of consen;atively and surgically treated groups were 46 days and 34 ınonths, respectively. Conservative treatment was used .for 93 feet of 69 children... Surgical treatment with and without conservative treatment was done on 47 children with 58 feet. The avarege follow-up period was 37 months. The results were evaluted by the criteria of Main et al (1). The sucsess rates of the conservative, conservative plus surgical and surgi-cal treatment were 59 %, 82 % and 91 %, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıperbilirübinemılı Yenıdoğan Bebeklerde Serum E Vıtamını Sevıyelerı
Ümran Çalışkan, Abdurrahman Üner, Haluk Yavuz, Ahmet Özel, İbrahim Erkul, Hasan Koç, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Hıperbilirübinemılı Yenıdoğan Bebeklerde Serum E Vıtamını Sevıyelerı
VItamIn E LeveIs In Newborn Infants WIth HyperbIlIrubInemIa
Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları servisine hiperbi-lirübinemi sebebiyle yattrılan; 32 prematüre ve 32 rniadinda yenidoğan bebek üzerinde yaptIdt. Pre-matüre bebeklerde serum E vitamini seviyesi; 053 ± 0.08 mgldl, miadında doğanlarda 054 ± 0.07 mgldl olarak bulundu. Serum E Vitamini düzeylerinin cins, gebelik yaşı ve ağırlıklara göre dağılımları karşılaştırıldı.
This study was done on 32 -premature and 32 term infants with hyperbilirubinemia hospitalized in Newborn Unit of Pediatric Clinics of Medical Facul-ty of Selçuk University, Serum vitamin E leveis of premature infants' were found as 053 ± 0.08 mgldl, term infants levels were found as 054 ± 0.07 mgldl. Serum vitamin E levels were cotnpared according w sex, birth week and birth weight.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
114 Osteosarkoma Vak'asznın Ilistopatolojik Yönden Değerlendirilmesi
Hüseyin Üstün, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
114 Osteosarkoma Vak'asznın Ilistopatolojik Yönden Değerlendirilmesi
Hıstopathologıcal Evaluatıon Of 114 Osteosarcoma Cases
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine 1070 ile 1990 tarihleri arasında 114 osteosarkom hastası ınüracaat etmiştir. Bunların. 75'i erkek, 39'14 kadın-dır (Erkek/Kadın oranı 1.9/1'dir). Hastaların yaşla-ra 5-75 yaş arasında değişmekte olup ortalama yaş 27'dir. Hasta dokulannın histopatolojik verileri is-tatistik' olarak degerlendirilmiştir. Osteosarkomayi oluşturan olgular arasında osteoblastik olgulara, fibrioblastik veya telangiekwtik olgulardan daha sıklıkla rastlanılmıştır.
One hundred and .fourteen cases (75 male.s and 391eınales, M:F ratio 1.9/1) within the age range of 5-75 (median 27) with osteosarcoma were admitted to Ankara University Faculty of Mediciııe from 1970 to 1990. These cases were evaluated and discussed with statistical and histopathological aspects. Oste-oblastic subtype was encountered more frequently than fibroblastic or telangiectatic subtypes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Çevresınde Primer İnfertil Kadınlarda Antichlamydial Igg Antikoru Prevalansının Elısa Yöntemı İle Tespıtı
Mahmut Baykan, Bülent Baysal, Cemalettin Akyürek, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Çevresınde Primer İnfertil Kadınlarda Antichlamydial Igg Antikoru Prevalansının Elısa Yöntemı İle Tespıtı
DelectIon Of AntIchlatnydIal AntIbody Prevalence By ElIsa In PrImary InferIIle Women Around Konya
Kadınlarda infertiliteye neden olan genital enfeksiyonların etyolojisinde Chlamydia trachomatis önemli bir yer işgal etmektedir. Bu etken patojene karşı serumda oluşan IgG aniikorunun hızlı ve güvenilir bir şekilde tesbiti amacı ile 42 infertil ve 42 yeni doğum yapmış toplam 84 kadının sorum-ları ELISA yöntemi ile çalışıldı. S.Ü. Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Kln. Mikrobiyoloji rutin laboratuvartılda yapılan bu araştırnuıdaki kadınların yaş ortalaması 30 idi. Antichlarnydial IgG antikoru kontrol grubunda negatif, hasta grubunda %12 oranında (5142) pozitif bulundu. Çalışmada kullanılan ELISA yönteminin spesifite ve sensitivite açısından güvenilir olduğu gözlend
Detection of antihlarnydial IgG antibody prevalance by ELISA in pritnary enfertile women who dwell in Konya Chlamydia trachomatis plays in important role as an etiologic agent ,of genital tract infections causing infertility in women. In order to detect 1gG antibodies against this pathogenis agent rapidly, sera of 84 women of whom 42 were infertile and 42 had normal delivery were assayed by ELISA. Mean age of women involved in (his study performed in routin laboratory of Microbiology and Clinic Microbiology Departmant of Selcuk Univercity Medical School was 30. Antichlamydial IgG antibodies found to be negative in control group and positive in 12% of patients (5 of 42). We observed that ELISA had both reliable sensitivity and specifity in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aynı Taraflı Femur Ve Tibia Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Mahmut Mutlu, Recep Memik, Orhan Büyükbebeci
Araştırma makalesi
Özeti
Aynı Taraflı Femur Ve Tibia Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Management Of Ipsılateral Femur And TIbIa Fractures
1983 ve 1990 yılları arasında, yedi yıllık sürede, aynı taraf femur ve tibia kırığı olan 15 hasta Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine müracaat etti. Hastaların kayıtlarından, yaralanmanın sebebi, beraberindeki diğer yaralanmalar, tedavinin çeşiti ve korriplikasyonlar gözden geçirildi. Yaşları 13 ile 56 yaş (ortalama 31 yaş) arasında değişen hastaların hepsinde de oluş nedeni trafik kazasıydı. On beş hastadan 13jünün düzenli takipleri yapıldı. Ve en az 4 ay, en çok 72 ay (ortalama 31,5 ay) takip edildiler.
During the seven-year period from 1983 to 1990, 15 patients with ipsilateral fractures of the femur and tibia were referred to Selçuk Üniversity, Faculty of Medicine, Research and Training Hospital. The etiology of injury, associated injuries, type of treatment, and encountered complications were reviewed from the patient's recıords. The patients ages were 13 years old to 56 years old (averaging 31 years old). Al! injuries were related to car accidents. Thirteen of 15 patients continued followup program regularly from 4 months, averaging 31 1/2 rnonths.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Kist Hidatiği Üzerine İn-Vitro Ortamda Değişik Konsantrasyonlardaki Nacı, Albendazol Ve Praziquantel Solüsyonlarının Skolisidal Etkilerinin Araştırılması
Nurullah Aksoy, Mehmet Avni Gökalp, Ersin Borazan, Yasemin Zer
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Kist Hidatiği Üzerine İn-Vitro Ortamda Değişik Konsantrasyonlardaki Nacı, Albendazol Ve Praziquantel Solüsyonlarının Skolisidal Etkilerinin Araştırılması
A Research About The Effects Varıous Concentratıons Of Nacl, Albendazole And Prazıquantel Solutıons On Human's Cyst Hydatıd In In-Vıtro Envıronment
Kist hidatik dünya üzerinde yaygın bir coğrafyada görülen, önemli komplikasyonlara neden olan ve azımsanmayacak düzeyde nüks izlenen bir hastalıktır.Enfektif bir hastalık olmasına rağmen hala primer tedavisi cerrahidir. Bu noktada tedavinin başarı şansını arttırmak için cerrahi teknik ve kullanılan skolisidal madde önem arzetmektedir.
Literatürde en etkin skolisidal maddenin belirlenmesi konusunda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle her klinik farklı ajanları kullanabilmektedir.
Bu çalışmada in-vitro ortamda sık kullanılan bazı skolisidal maddelerin zamanla ilişkili olarak etkinliğini araştırdık. Çalışmamızda kullanılan ajanların 20. dakikada hepsinin başarılı olduğunu, ancak en erken ve en efektif yanıtın praziquantel ile alındığını gördük. Bu bulgular praziquantelin E. granulosusu öldürmedeki başarısını göstermekle birlikte medikal tedavide yer edinmesini öneren çalışmalara destek vermektedir.
E.granulosusun hem medikal hem de cerrahi tedavisi sırasında kullanılacak ideal skolisidal maddenin belirlenmesi için efektivite-yan etki analizi yapılan daha fazla çalışma yapılmalıdır.
The hydatid cysts that are common geographically over the world; causing serious complications and considered as a high recurrent average disease . In spite of the infective nature of the disease; the primary treatment is a surgical one . And in this point the surgery techniques and the using of the scolicidal agents is important to increase the chances of the successful treatment.
In the literature, there is not enough information about the determination of the most effective scolicidal substances. Therefore clinically there are different opinions in the using of the different agents
In this study, in –vitro we investigated the activity of some frequent used scolicidal substances related to the time . All the agents that used in our study for 20 minutes were successful. But we have seen that the earliest and the most effective response is noticed with praziquantel. These findings that demonstrate the success of praziquantel to kill E. granulosus are proposing to support the medical treatment.
To determine the ideal scolicidal material that will be used in the medical and the surgical E.granulosus treatment, and its side effects more efficiencies-study analysis must be performed
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Abdomınal Aort Anevrızmaları
Mehmet Yeşiltay, Kadir Durgut, Ufuk Özergin, Işık Solak, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Abdomınal Aort Anevrızmaları
AbdomInal AortIc Aneursyms
Abdominal aort anevrizmasi hayati tehdit eden bir patolojidir. Anevrizmanin rupture olmastnt en-gellernek kin ilk yakla§intlar ligasyon, elekt-rokoagliisyon, wramping gibi anevrizma ici pihn te-ekkuliine girifimlerdir. 1951 yrItiida Dubost abdominal anti anevrizma vakalarinda ilk kez greft uygulayarak anevrizmayi tedavi etnzigir Bu tarihten sonra sentetik greft interpozisyonu abdominal aort anevrizma tedavisinde tercih edilen metot olniugur. Selcuk Universitesi Tip Fakiiltesi Kalp Damar Cerrahisi kliniginde 1990-1995 yillan arasinda 10 ab-dominal aort anevrizmalt vaka ameliyat edilmigir. 9 hasty elektif olarak, 1 hasta acil ,sartlarda ameliyata Operasyon strasinda I hastcuntz kay-betlilmigir. 9 hastanuzda postopertif donenrde ciddi bir komplikasyonla karplaiivilniamt,sttr.
Abdominal aortic aneurysms have been to life the-ratening a pathologic process. Early aternpts to pre-vent rupture of aneurysm included ligation, wram-ping sac in an attend to induced trombosis. In 1951 Dubost introduced graft replacement of aortic ane-urysm that a reliable method of aneursym repair be-come available. Since then graft interposition for ab-dominal aortic aneursym has been become prefer therapy. Between 1990 and 995, 10 patients underwent operations for abdominal aortic aneurysms at the Sel-cuk University Medical Faculty clinic of car-diovascular surgery patients had elective procedure and 1 patient had urgent procedure. One patient had been died during the operation and in the other pa-tients haden't been seriously a postoperatif cop-lication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetiklerde Erıtrosıt Superoksıd Dısmutaz, Glutatyon Peroksıdaz Ile Plazma E Vıtamınının Aral5tırılması
Mehmet Gürbilek, Neşe Hayat Aksoy, İdris Akkuş, Sadinaz Kalak, Osman Çağlayan, Mehmet Aköz, Elif Zeren
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabetiklerde Erıtrosıt Superoksıd Dısmutaz, Glutatyon Peroksıdaz Ile Plazma E Vıtamınının Aral5tırılması
InvestIgatIon Of Serum VItamIn E Level And Erythrocyte Super OxIdase And GlutathIone Pe-RoxIdase ActIvthes Of PatIents- WIIh Type Iı DI-Abetes MellItus
Divabelin komplikasyonlari, insulin ho-meostasizinde ve enerji metabolizmasuzdaki de-e4ikliklerden kaynaklanan metabolik stresin bir so-nucu olarak kabul edilmektedir. sires, oksidatif stresin a•tmaszna vol acarak komp-likasyonlarin tepik eden yapisal ye fonk-sivonel hasar oluvurmaktadir. Ozellikk ivi kontrol edilemeyen divabette oksidatif aktiVitenin artmasi serbest radikal oluyitinumi arturmaktadw. Serbest radikallerin :ararlz etkile•ine karst. organi:ntalarda antioksidan savunina sistemleri hrr-lunur. Bit calksmada, 35-75 vallarz a•asindaki 57 tip II diabetes mannish? pasta lie 34-66 yagari ara-szndaki 33 saglach kiside eritrosit ici Glutatyon pe-roksida: (GSH-P) ve Siiperoksid dismutaz (SOD) He serum E vitamini dikeyleri tayin Diabetes mellitus grubunda GSH-Px 26.7±12.8 U g Hb. SOD 550±200 U Hb. F vitamini ise 472.6 ± 183 .ugldl iken, /control grubunda GSH-Px 21 .8±6.2 U g fib. SOD 649±165 U g Hb Ye E 422_7±145 11 r d1 olarak bulundu. Her iki g•uba ait GS11-Px. SOD ye E vitamini arasuidaki lark istatistiki aculan &en& bultannadi. caltsina ile, antioksidanlarin aktivitesinde hicbir dekisiklik bulwark-IA.010cm, divabetin serhest radikallerin Uretimini en-gelleyebileceki sonu.cuna vartldt
Complications of Diabetes mellitus are beleived to be resulted from altercations in insulin ho-meostasis and energy metabolism. Metabolic stress, by increasing oxidative stress causes jimctional and structural damage which results in diabetic comp-lications. The formation of free radicals as a result of an increase in oxidative tetil.ity increases in Un-controlled diabetes mellitus. In organisms, an-tioxidant defense systems are present agains harm-ful effects Of free radicals. In the present study. sermon vitamin E and ervt-hrocyte superoxide disimuase (SOD) and ght-tathione peroxidase (GSH-P.►-) activities of 33 he-alty subjects aged between 34-b6 and 57 patients with type II diabetes mellitus under treatment and aged between 35-75 nears have been investigated. Erythrocyte SOD and GSII-Px activities and serum Otani'', E level of patients were 550±200 U g 11b. 26.7±12.8 g lib and 472.6±183 ftg ill whereas these of controls were 649±165 .. gr 21.8±6.2 U gr III and 422.7±145 fig;d1 res-pectively. The difference between the parameters of the two groups were nor significiant statistically. - Since no significiant alteration was found in the activity of antioxidants. it was concluded that tre-atment of diabetes mellitus might prevent preduction of, free radicals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sosyal Medya/ Akıllı Telefon Bağımlılığı Ve Uyku Kalitesinin Akademik Başarı Üzerine Etkisi: Pre-Clinic Tıp Fakültesi Öğrencilerinde Bir Retrospektif Çalışma
Şakir Gıca, Sena Yunden, Ayşegül Kırkaş, Fatma Sevil, Faik Özdengül, Mehmet ak
Araştırma makalesi
Özeti
Sosyal Medya/ Akıllı Telefon Bağımlılığı Ve Uyku Kalitesinin Akademik Başarı Üzerine Etkisi: Pre-Clinic Tıp Fakültesi Öğrencilerinde Bir Retrospektif Çalışma
The Effect Of SocIal MedIa / Smartphone AddIctIon And Sleep QualIty On AcademIc Success: A RetrospectIve Study In Pre-ClInIc MedIcal Faculty Students
Amaç: Çalışmamızın amacı klinik öncesi tıp eğitimi alan öğrencilerde akıllı telefon / sosyal medya kullanımı ve uyku ile ilgili değişkenlerin akademik başarı üzerine etkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya aynı kurumda klinik öncesi tıp eğitimi alan 226 öğrenci dahil edilmiştir. Tüm katılımcılar Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ), Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği - Yetişkin Formu (SMBÖ-YF), Akıllı-telefon Bağımlılığı Ölçeği (ATBÖ) ve çalışma için hazırlanmış Kişisel Veri Formu doldurmuştur.
Bulgular: Akıllı telefon bağımlılığı risk durumuna göre bağımlılık riski düşük olan grubun not ortalaması 71.8±8 iken, bağımlılık riski orta olan grubun 68.4±8.77 ve yüksek olan grubun ise 67.4±9.75 idi. Akıllı telefon bağımlılığı açısından düşük riskli grubun not ortalamaları yüksek riskli grubun not ortalamalarından anlamlı bir şekilde yüksekti (p=0.035). Benzer şekilde katılımcıların sosyal medya bağımlılığı toplam skorları incelendiğinde; düşük riskli grubun ortalaması 40.4±11.17, orta riskli olan grubun ortalaması 51.7±9.2, yüksek riskli grubun ortalaması ise 50.8±12.9 idi. Akıllı telefon bağımlılığı açısından yüksek riskli grubun sosyal medya bağımlılık toplam skorları orta ve düşük riskli gruptan anlamlı bir şekilde yüksekti (p<0.001). Gruplar arasında uyku süreleri, PUKİ toplam skorları arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Not ortalamaları ile ilişkili faktörler Pearson korelasyon analizi ile incelendiğinde, uyku etkinliğinin pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkisi saptanırken (r=0.19, p<0.001), ATBÖ toplam skorları, yatakta geçirilen süre gibi verilerin not ortalamaları ile negatif yönde anlamlı bir ilişkisi olduğu tespit edildi (sırasıyla r=-23, p<0.001; r=-27, p<0.05). Oluşturulan multivariate Hiyerarşik Regresyon Analizi modelinde cinsiyet, uyku etkinliği, ATBÖ ve SMBÖ-YF skorlarının not ortalamaları üzerinde etkili olduğu saptandı.
Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızın sonuçları tıp öğrencilerinin klinik öncesindeki eğitim dönemlerinde sosyal medya / akıllı telefon kullanımlarının ve uyku alışkanlıklarının akademik başarı üzerine etkili olduğunu desteklemektedir. Bilinçli sosyal medya ve akıllı telefon kullanımıyla ilgili eğitimler planlanması ve uyku alışkanlığının öneminin vurgulanması tıp eğitiminde daha donanımlı hekimlerin yetiştirilebilmesine katkı sağlayabilecek potansiyele sahiptir.
Objective: The aim of this study was to evaluate the effects of smartphone / social media use and sleep related variables on academic achievement in pre-clinical medical students.
Material and Methods: 226 students receiving pre-clinical medical education at the same institution were included in the study. All participants completed the Pittsburg Sleep Quality Index (PSQI), Social Media Addiction Scale - Adult Form (SMAS-AF), Smartphone Addiction Scale (SAS) and Personal Information Form prepared for the study. All participants were questioned Average Academic Marks (AAM). The participants were categorized as low / medium / high risk according to the scores of smartphone addiction scale.
Results: According to the risk of smartphone addiction, the mean score of AAM of the group with low dependency risk was 71.8 ± 8, the mean score of AAM of the group with the middle risk dependency risk was 68.4 ± 8.77, and the mean score of AAM of the group with the high dependency risk was 67.4 ± 9.75. The mean scores of AAM of the low-risk group in terms of smartphone addiction were significantly higher than the high-risk group (p = 0.035). Similarly, when the total scores of the participants' social media addiction are examined; the average of the low-risk group was 40.4 ± 11.17, the average of the medium-risk group was 51.7 ± 9.2, and the average of the high-risk group was 50.8 ± 12.9. Social media addiction total scores of the high risk group in terms of smartphone addiction were significantly higher than the medium and low risk group (p <0.001). There was no significant difference between sleep times and PDQI total scores between groups. When the factors associated with AAM were analyzed by Pearson correlation analysis, a positive statistically significant relationship was detected with sleep efficiency (r = 0.19, p <0.001), while a significant negative correlation was observed with total SAS score and hours spent in bed (r = -23, p <0.001; r = -27, p <0.05, respectively). A multivariate hierarchical regression analysis model suggested that gender, sleep efficiency, SAS and SMASAF scores affected AAM.
Conclusion: Use of social media / smartphone by medical students can affect sleep habits and academic success during the period of pre-clinical education. Inclusion of training on conscious use of social media and smartphone and emphasizing the importance of sleep habits in medical education have the potential to contribute to the development of better-equipped physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Simetidin Ve Famotidin'in Nöromüsküler İletime Etkılerı Ve Gentamisin İle Etkileşmeleri
Ayşegül Cenik, Ayşe Saide Şahin, Ekrem Çiçek, Mehmet Kılıç, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Simetidin Ve Famotidin'in Nöromüsküler İletime Etkılerı Ve Gentamisin İle Etkileşmeleri
The Effects Of CImetIdIne And FamotIdIne On Neuromuscular TransmIssIon And TheIr InteractIon WIth GentamIcIn
Bir aminoglikozid antibiotik olan gentamisinin histamin H2-reseptör blokörleri ile kombinasyonlarının neden olduğu nöromüsküler iletim bloğunu araştırmak amacıyla yapılan bu invitro çalışmada sıçan frenik sinirdiyafragma preparatı kullanılmıştır. Tek başlarına uygulandıklarında gentamisin ve famotidin kısmi nöromüsküler iletim bloğu yaptıkları halde simetidin etkisiz bulunmuştur. Nöromüsküler iletimi etkilemeyen konsantrasyonda uygulanan gentamisin (10-4M) ile belirtilen histamin 112-reseptör blokörlerinin etkileşmediği saptanmıştır. Buna icarşın, 10-2M konsantrasyonda uygulanan gentami-sine bağlı kısmi blok, iletimi etkilemeyen konsan-trasyonlarda ilave edilen simetidin veya famotidinle tam blok şekline dönüşmüştür. Oluşan blok kal-siyum klorür ilavesiyle ortadan kaldırılabilmiştir. Bulgular histamin 112-reseptör blokörlerinin mevcut olan bir nöromüsküler iletim bloğunu artırabileceekkrini ortaya koymaktadır.
In the present paper, rat phrenic nerve-diaphragm preparations were used to evaluate the neuromuscular blocking activity of gentamicin, an aminoglycoside antibiotic, and of its combinations with histamine 112-recepwr blocking agents, cimetidine and famoti-dine. Gentamicin and famotidine caused partial neuro-muscular blockade when they were used alone, but cimetidine had no effect. There was no interactions between giyen histamine H2-receptor blocking drugs and reduced concentration of gentamicin (10-4M) which does not exert any neuromuscular blockade. However, when the ineffective doses of cimetidine or famotidine are added in the medium, partial inhibi-tion caused by 10-2 M gentamicin attained to complete blockade. This effect can be reversed with the addition of calcium chloride. These results Show that, if the partial blockade is present, histamine H2-receptor blocking agents can greatly compromise the neuromuscular transmission.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Testisden Tru-Cut İğne Biyopsisi İle Alınan Materyalin, Işık Ve Elektron Mikroskobu Bulgularının Karşılaştırılması
İbrahim Ünal Sert, Ali Acar, Cengiz Güven, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Testisden Tru-Cut İğne Biyopsisi İle Alınan Materyalin, Işık Ve Elektron Mikroskobu Bulgularının Karşılaştırılması
The ComparIson Of The MaterIals Removed From The Testes By Tru-Cut BIopsy-Needle And The FIndIngs Of LIght And Electron MIcroscope
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında 1989-1991 tarihleri arasında klinik pros-pektif çalışma şeklinde hormonal yapıları (FSH, LH, Testosteron, Östradiol, Prolaktin) normal olan 27 se-lektif yakaya Tru-cut silindir iğne biyopsisi uygu-landı. 11 vakadan hem ışık, hemde elektron tnikros-kobu incelemeleri için aynı testisden biyopsi alındı. Çalışmanın sonucunda elektron mikroskobunun daha ayrıntılı bulgular verdiği. iğne biyopsi tekniği ile elde edilen dokunun incelemeye yeterli düzeyde olduğu, histolojik bulguların testis fonksiyonunu belirlemede yeterli veriler gösterdiği tespit edildi.
Tru-cut cylinder needle biopsy was applied to the 27 selective cases which had normal hormonal structure of FSH, LH, Testosteron, Ostradiol, Prolactinps a clinical prospective study in Urology Department of Medical Faculty of Selçuk University from 1989 to 1991. Biopsy was taken from the same testes for both light and electron microscope examinations from 11 cases. At the end of the study, it was observed that electron microscope gave more detailed findings and the tissue obtained by needle biopsy technqie was enough to be examined and the histologic findings showed enough data to determine the testes function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kut Apandisitin Yaş Gruplarina Göre Dağilimi
Özden Vural, Osman Yılmaz, Salim Güngör, Hilal Koral, Mehmet Çerçi, A. Erkan Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Kut Apandisitin Yaş Gruplarina Göre Dağilimi
DIstrIbutIon Of Acute AppendIcItIs In VarIous Age Groups
Akut apandisit, bütün yaş gruplarında, ciddi bir acil cerrahi durumdur. Son yıllarda ınortalite azalmışsa da, hastalık bir problem olarak kalmıştır. Apandisitten kaçınmak için insanların ne yapabile-cekleri belirsizdir. Bu çalışmada, mayıs 1987-mayıs 1991 yılları arasında, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde akut apandisit nedeni ile ameliyat olmuş 210 hastanın yaşlara göre dağılırnını inceledik ve akut apandisit nedenlerini literatür bilgileri ışığında tanıştık.
Acute appendicitis is a serious surgical emergency, in all age groups. Although mortality has been reduced in recent years, morbidity remains a problem. It is doup«ui whether individuals can take any action to avoid appendicitis. In this study, we searched the range of the age of 210 patients who were operated because of acute appendicitis in the Faculty of Medicine, Selçuk University from May 1987 to May 1991 and discussed the causes of acute appendicitis under the light of literature dala.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1989 - 1990 Yıllarında S.ü. Tıp Fakültesı Hastanesıne Ivıüracaat Eden 5576 Hasta Gaitasında Parazit Araştırması
Mahmut Baykan, Bülent Baysal, Emine İnci Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
1989 - 1990 Yıllarında S.ü. Tıp Fakültesı Hastanesıne Ivıüracaat Eden 5576 Hasta Gaitasında Parazit Araştırması
ParasItologIcal ExamInatIon Of Feces Samples From 5576 PaIIents AdmItted Io The HospItal Of Selçuk UnIversIty School Of MedIcIne Between The Years Of 1989-1990
1989-1990 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi hastanesinin çeşitli polikliniklerine müracaat eden lhastalardan alınan toplam 5576 gaita numunesi parazit yönünden incelendi. Makroskopik ve Mikros-lcopik yöntemler ile ortalama %1 1,13 oranında parazit saptandı. Bulunan parazitlerin %20.17 (1251 621) helmint, %79,9'u (496-621) protozoon idi, Helmintlerin %38.4'ü (481125) kadınlarda, %61,451sı (77 1125) erkeklerde görülürken, protozoonların %46,8'i (2321496) kadınlarda, %53,2'si (2641496) er-keklerde saptandı.
Totally 5576 feces samples from patients admitied to our hospital between the years of 1989- 1990 were exarnined parasitologically. Parasites were found in average 1 1,13% of sarnples by both macroscopic and microscopic meth-ods. Of (hese,- 20,1% (1251621) were helminths, and 79,9% (4961621) were protozoans. 38,4% of hel-rninths (481125) were obtained from women and 61,6% from men while 46,8% (232/496) of proto-zoarıs were obtained from women and 53 2% (2641496) from men.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1989 - 1990 Yıllarında S.ü. Tıp Fakültesı Hastanesıne Ivıüracaat Eden 5576 Hasta Gaitasında Parazit Araştırması
Mahmut Baykan, Bülent Baysal, Emine İnci Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
1989 - 1990 Yıllarında S.ü. Tıp Fakültesı Hastanesıne Ivıüracaat Eden 5576 Hasta Gaitasında Parazit Araştırması
ParasItologIcal ExamInatIon Of Feces Samples From 5576 PaIIents AdmItted Io The HospItal Of Selçuk UnIversIty School Of MedIcIne Between The Years Of 1989-1990
1989-1990 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi hastanesinin çeşitli polikliniklerine müracaat eden hastalardan alınan toplam 5576 gaita numunesi parazit yönünden incelendi. Makroskopik ve Mikros-lcopik yöntemler ile ortalama %1 1,13 oranında parazit saptandı. Bulunan parazitlerin %20.17 (1251 621) helmint, %79,9'u (496-621) protozoon idi, Helmintlerin %38.4'ü (481125) kadınlarda, %61,451sı (77 1125) erkeklerde görülürken, protozoonların %46,8'i (2321496) kadınlarda, %53,2'si (2641496) erkeklerde saptandı.
Totally 5576 feces samples from patients admitied to our hospital between the years of 1989-1990 were exarnined parasitologically. Parasites were found in average 1 1,13% of sarnples by both macroscopic and microscopic methods. Of (hese,- 20,1% (1251621) were helminths, and 79,9% (4961621) were protozoans. 38,4% of helrninths (481125) were obtained from women and 61,6% from men while 46,8% (232/496) of protozoarıs were obtained from women and 53 2% (2641496) from men.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
Hasan Koç, İbrahim Erkul, Abdurrahman Üner, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
PrematurIty MortatIty StatIstIcs In 1990 Neonatal UnIt Of PedIatrIcs Department
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yenidoğan Ünitesine Ocak 1990-Aralık 1990 tarihleri arasında 92 Prematüre bebek kabul edildi. Mortalite oranı %30.4 olarak bulundu. Mortalite yüzdererinin, gebelik süreleri, bebeklerin doğum ağırlıkları yükseldikçe azaldığı tesbit edildi. Selçuk Üniversitesi Doğum Kliniğinde doğan prematürelerdeki mortalite oranı evden gelen, Konya içi veya dışı başka bir hastaneden getirilen prematürelere göre daha düşüktü (P<0.01). Klinik tanılarna göre en yüksek ölüm ne-denleriin Solunum Güçlüğü Sendromu, Anoksik doğum ve Sepsis olduğu görüldü. Yazıda iiniternizdeki prematüre bebek ölüm yüzdeleri lite-ratürle karşıla,qtrıldı ve yüksek olmasının nedenleri tartışıldı.
Mortality rate of 92 premature babies accepted to pediatrics department of Medical Faculty of Selçuk Oniversity between January and Decernber 1990 was investigated. Mortality rate was cletermined as 30.4 percent. The mortality rate was decreased with the duration of gestation and the weight of babies at term. Also, the mortality rate of babies born at ob-stetrics clinics of the faculty was less than those born at home or brought from other hospitals in or out of Konya. According to the clinical evaluation, the primary causes of death vere found to be respira-tory distress syndronw, anoxic birth and sepsis. Our finclings are discussed with those of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Klınık Örneklerden İzole Edılen Staphylococcus Aureus Suşlarının Çeşitu Antimikrobiklere Duyarlılıkları
Bülent Baysal, Murat Günaydın, Emine İnci Tuncer, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
Farklı Klınık Örneklerden İzole Edılen Staphylococcus Aureus Suşlarının Çeşitu Antimikrobiklere Duyarlılıkları
The SusceptIhIlIty Of Staphylococcus Aureus StraIns From DIffrrent ClInIeal MaterIals To Several AntImIcrohIcs
1984 Ocak - 1990 haziran döneminde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Rutin Laboraluvarı'na gelen boğaz sürüntiisü, idrar ve çeşitli eksuda ma-teryallerinden üretilen 1886 Staphylococcus aureus suşunun çeşitli antimikrobiklere duyarlılıkları araştirıldı. Etkili olarak netilmicin (%97.8), ciprofloxacin (%97.7), ofloxacin (%97.4), cefuroxime (%96.3), amoxicillin - clavulonic asid (%96.2); az duyarlı olarak penicillin - G (%35.1), ampicillin (T040.8), tetracycline (%41.2), nalidixic asil (%45.3) ve trirnethoprim- sulphamethoxazole (%45.8) bulundu.
The susceptibility of 1886 Staphylococcus aureus strains to several antirnicrobics were exarnined. Sarnples obtained from throat, anne and sorne exudate materials those brought to Roıdin Laboratory of Microbiology Department of Selçuk University, Faculty of Medicine, in the period of January 1984-June 1990. Netilmicin (97.8%), ciprofloxacin (97.7%), ofloxamin (97.4%), cefuroxirne (96.3%), amoxicillin-clavulonic asid (96.2%) are found efficient; penicillin - G (35.1%), ampicillin (40.8%), tetracycline (41.2%), nalidixic asit (45.3%) ve trimethoprim-sulphamethoxazole (45.8%) were found less efficient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Morfın Sülfat İle Stimüle Edılmış Sıçan Nazal Mast Hücrelerının Işık Mikroskobik Sevıyede Histokımyasal Metodlarla Incelenmesı
Aydan Canbilen, Sabiha Serpil Kalkan, Hasan Yüce
Araştırma makalesi
Özeti
Morfın Sülfat İle Stimüle Edılmış Sıçan Nazal Mast Hücrelerının Işık Mikroskobik Sevıyede Histokımyasal Metodlarla Incelenmesı
LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of StImulated Nasal Mast Cells Of Rat UsIng HIstochemIcal Methods
Bu çalışmada, morfin sulfatın sıçan nazal mast hücrelerine etkisi ışık mikroskobik seviyede in-celendi. Kullanılan 20 adet albino dişi ve erkek sıçan Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları Laboratuvarından temin edildi. Sıçanlar iki gruba ayrıldı. Kontrol grubundaki 10 sıçan hiçbir madde verilmeden eterle bayıltıldt ve regio respiratoria nasi'den frontal kesitler alındı. Ikinci gruba perkutan yoldan 200 mglkg morfin sul-fat verildi.. ve burunları kesildi. Kesilen burunları,' hepsi oda ısısında üç gün Carnoy fiksatifi içinde tesbit edildi. Alkol takibi yapılan dokulardan 5 mik-rometre kalmlıgında kesitler alınarak toluidin ma-visi ve alsian mavisi-safranin 0 boyaları ile boya-narak incelendi. Sonuçta, kontrol grubunda granüle mast hüc-releri bulunmasına karşın, morfin sulfal verilen grupta granüle hücrelerin bulunmaması morfin sulfalın nazal mast hücreleri üzerinde stimüle edici bir etkiye sahip oldugunu göstermiştir.
In this ligin microscopic study, the ellects of morphine sulfate on nasal mast celis was in-vestigated using alcian blue-safranin O and to-luidin blue staining methods. The investigation was peıformed on 20 m❑le and female albino rats which were obtained from the E.xperimental Animal Laboratory of the Faculty of Medicine, Selçuk University. Rats were divided int° two groups of ten rats each. First group was considered as control group. Percutaneous injection of 200 ıngikg morphine sulphate was administered to the second group. Rats were anesthetized by ether and regio res-piratoria nasi of rats were frontally excised. Tissues were fued in Carnoy solution for three days at room temperature, dehydrated with absolute al-cohol and eınbedded in parallin. Five micrometer sections were eut from the paran blocks using ro-tary microtome and stained with alcian blue-safranin O and toluidin blue solutions. In conclıtsion, control group slides demostrated normal appearing mast rens with dark violet (with toluidin blue) and red and reddish-hlue (with alcian blue-safranin O) stained granules. In contrast, the ınorphine sulphate stimulated specimens exhibited no granules.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
Atilla Semerciöz, Kadir Yılmaz, Halim Bozoklu, Ahmet Öztürk, Mehmet Kılınç, Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of KIdney Masses WIth Renal AngIography, Ultrasonography And ComputerIzed Tomography
986-1989 yılları arasında S.U. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında Intravenöz Urografide (IVU) böbrekte kitle teşkil eden lezyonu bulunan 10 yakaya diagnostik ultrasonografi, selektif renal anjiografi ve bunlar içinden 6 yakaya komputerize tornografi uygulandı. Bu metodlarda teşhisteki doğruluk oranı ultrasonografi (US) ve renal anjiografide %90, komputerize tomografide (CT) ise %83 olarak tespit edildi.
Possible mass forrning lesions revealed by intraveneous urography (IVU) At The Department of Urology, Faculty of Medicine, Selçuk University from 1986 ta 1989, studied further. The suspected lesions were then eveluated by diagnostic ultrosonography, selective renal angiography and addilion-al computerized tomography for 6 of 10 patients. The true of massive lesions by uhrasonography and renal angiography were verıfication 90% and this was 83% for computerized tomography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
Atilla Semerciöz, Kadir Yılmaz, Halim Bozoklu, Ahmet Öztürk, Mehmet Kılınç, Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of KIdney Masses WIth Renal AngIography, Ultrasonography And ComputerIzed Tomography
1986-1989 yılları arasında S.U. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında Intravenöz Urografide (IVU) böbrekte kitle teşkil eden lezyonu bulunan 10 yakaya diagnostik ultrasonografi, selektif renal anjiografi ve bunlar içinden 6 yakaya komputerize tornografi uygulandı. Bu metodlarda teşhisteki doğruluk oranı ultrasonografi (US) ve renal anjiografide %90, komputerize tomografide (CT) ise %83 olarak tespit edildi.
Possible mass forrning lesions revealed by intraveneous urography (IVU) At The Department of Urology, Faculty of Medicine, Selçuk University from 1986 ta 1989, studied further. The suspected lesions were then eveluated by diagnostic ultrosonography, selective renal angiography and addilion-al computerized tomography for 6 of 10 patients. The true of massive lesions by uhrasonography and renal angiography were verıfication 90% and this was 83% for computerized tomography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsanda Lumbosakral Segmental Uyarılmış Elektrospinogramının Dalga Komponentleri Üzerine Fenobarbital'ın Etkisi
Ş. Fatin Reel, Cumhur Ertekin
Araştırma makalesi
Özeti
İnsanda Lumbosakral Segmental Uyarılmış Elektrospinogramının Dalga Komponentleri Üzerine Fenobarbital'ın Etkisi
The Effects Of PhenobarbItone On The SpInal Segmental Cord PotentIals In Man
10 olguda IV. yolla fenobarbital verilmesinden önce ve sonra, N. Tibialis Posterior uyartılarak, intratekal kayıtlama yöntemi ile Th10-11 , Th11-12, Th12-L1 intervertebral aralık seviyesinden, seg-mental spinal potansiyeller kaydedilmiştir. Bu po-tansiyelin komponentkri üzerine fenobarbitalin et-kisi incelenmiş, ve komponentlerin orjinleri saptanmaya çaltşılmıştır. CD tipi potansiyelin NI dalga komponenti üzerine olan inhibitör etki mi-nimal olup, % 2-6 oranında amplitüd azalışı sap-tanmıştır. Esas etki N2 komponenti üzerine olmuş olup, % 45 oranında amplitüd =alış: saptanmıştır. P2 komponenii üzerine etki ise ikisi arastnda olup %25 oranında amplitüd düşmesi görülrnüştür. Bu bulgular ışığında N2 komponentinin postsinaptik aktivite, N1 komponentinin presinaptik aktivite ile kısmen postsinaptik aktivite sonucu oluştuğu P2 komponentinin oluşmasında ise, presinaptik inhibisyon ve sinaptik olayların ilgili olduğu düşünülmüştür.
The effects of phenobarbitone on the spinal segmental cord potentials elicited by stimulation of the posterior tibiul nerve were investigated in 10 subjects. Intrathecal recording technique was used to obtain the spinal potentials. The major ellects of phenobarbitone were to be on the N2 COMponent of the CD potantials, and the amplitudes of the N2 romponent derreased to 45 % of the first value, though the N1 and P2 com-ponents were deereased about 6 % and 25 % of the first value. It was conluded that the NI component of CD potential arise from the presynaptic activily via the dorsal roots and intrameduller extentions of these afferents, and the post postsynaptir activity in the posterior horn relis. The P2 cornponent rep-resents presynaptic inhibition in the primer af-ferents, and postsynaptir activity of the posterior horn rells. The N2 components of the CD po-tentials are due to synaptic and postsynaptic ac-tivity of the spinal cord neurons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tekrarlayan Düşükler (126 Vakanın Analizi)
Cemalettin Akyürek, Metin Çapar, Hikmet Karabacak, Hakan Kaya, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Tekrarlayan Düşükler (126 Vakanın Analizi)
Recurrent AbortIons (analyses Of 126 Cases)
01.01.1990-30.05.1991 tarihleri arasında Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı polikliniğine başvuran, tekrarlayan abort yapan 126 hastanın değerlendirilmesi yapılmış, muhtemel abort sebepleri araştırılmış ve kaynakların ışığında yapılanlar ve yapılması gerekenler bu yazıda sunulmuştur.
This study was performed on 126 outpatiens admitted to the department of Gynecology and Obstetrics of Selçuk University. Faculty of Medicine between the daies of 01.01.1990 and 30.05.1991. 126 wiih recurrent abortus were evaluated and pnssible rauses of abortus were investigated. it atm.> discussed in view of literature. We also present the researches we have done what has ben done and what should be done.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
90 Vakada İzole Aort Kapak Replasmanı Sonuçları
Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Sami Ceran, Cevat Özpınar, Hasan Gök, Ali Bayram, Güven Sadi Sunam, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
90 Vakada İzole Aort Kapak Replasmanı Sonuçları
Results Of Isolated Aortıc Valve Replacement In 90 Cases
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında Nisan 1987, Haziran 1993 tarihleri arasında 90 mitral valv replasmanı yapılmıştır. Erken mortalite 8 (%8.8), geç mortaliteli 5 (%5.5) dir
Between April 1987 and June 1993, 90 mitral valve replacements were performed in Selcuk University Faculty of Medicine, Thoracic and Cardiovascular Surgery Department. Early mortality is 8 (8.8%), late mortality is 5 (5.5%)
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
Emin Özkaya, Alaaddin Dilsiz, Hasan Koç, Aytekin Kaymakçı, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
The IncIdence Of CongenItal MalformatIons In Newborns
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın has-talıktan ve Doğum kliniğinde, Haziran 93-Temmuz 94 tarihleri arasında 20. gebelik haftası ve sonrası, doğum ağırlığı 500 gram ve üzeri ağırlıkta olan canlı ve ölü doğan tüm bebekler konjenital anomali açısından prospektif olarak incelendi. Konjenital malformasyonlu vakalar cinsiyet, annenin eğitim se-viyesi, yerleşim yeri, doğum ağırlığı, gebelik haftası, anne yaşı, akrabalık, gehelikle ilgili risk faktörleri yönünden değerlendirildi. Bu süre içerisinde doğan 1552 bebeğin 69'unda (%4.45) kojenital anomali saptandı. Majör anomali oranı %2.13, minör ano-mali oranı ise %2.32 olarak bulundu. Tek anomali oranı % 3.03 iken nıultipl anomali oranı % 1.42 idi. En sık kas-iskelet sistemi ve santral sinir sistemi anomalisine rastlandı. Ölü doğanlar ve hayatın ilk 24 saatinde ölen be-beklerde, ilçe merkezinde oturanlarda, eğitim se-viyesi düşük olanlarda, akraba evliliklerinde. doğum sayısı beş ve üzerinde olanlarda prematüre ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde, daha önce ölü doğum öyküsü olan, akrabalarında nıallorme bebek olan ve gebelik toksikozu öyküsü olan annelerin be-beklerinde konjenital malformasyon sıklığı anlanılı olarak yüksekti. Gebelikte ilaç alımı, ateşli hastalık geçirme, ka-nama öyküsünün varlığı, istenmeyen gebelik ve anne yaşının yüksekliği ile malformasyon sıklığı arasında ilişki bulunamadı.
Between lune 1993 and July 1994 all 20 weeks gestational age and over and 500 grams birthweight and over live - stillboı-n newbor-n were examined fbr the investigating •ongenital malformations, that were delivered in Gynecology and Obstetrics De-partment of Selçuk University Medical Faculty, Our work alsa evaluated relationship hetween congenital malformations and sex. maternal education levels, maternal place of residence, maternal age, hirt-hweight, gestational age. par-ental •onsenquinity and prenatal risk factoı-s. Dııring this period 69 in-tants (%4.45) were established with ınalformations in the delivered 1552 newborn. The pı-evelance of major malformations were %2.13 and minor mal-formations were %2.32. Multiple malforrnations rate %1.42 and uni malfoı-mations rate %3.03 were en-countered. Muscle - skeletal system and central ner-vous system anomalies were the highest anomalies group that we encounteı-ed. There was relationship hetween congenital mal-formation and stillborn. death in the first days of the life, maternal place of residence, education levels, parental consenquinity, parity prematurity. low hirth weight. existence of stillborn siblings and relatives with congenital malformation, eclampsia. But not r-elationship was deterınined hetween congenital ınalfflı-mation and drug adrninistration, illnesses with fever and hemorrhage during preg-nancy, maternal age and undesire pregnaney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Retroperaoneal-Kitlelere Etkın Bir Cerra-Hi Ulasım Yolu : Modifiye Torakoabdomınal Yol
Recai Gürbüz, Ali Acar, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Retroperaoneal-Kitlelere Etkın Bir Cerra-Hi Ulasım Yolu : Modifiye Torakoabdomınal Yol
An FlactIve SurgIcal Approach For Ret-RoperItoneal Masses: ModIfIed ThoracoandotnInal Approach
1984 - 1994 villarm arasmnda Seljuk Oniversitesi Tip Fakiiltesi Uroloji Kliniginde retroperitoneal kitle = tmedeniyle 41 hasta opere edildi. Ope-rasyonlarda 15 hastaya (midline) orta hat, 11 has-taya paleintedial, 10 hasta-ya mock he to-rakoabdominal. hastaya subkostal (flank) insizyonu uygulandt. Cerrahi vaklasimlar postoperatif erken. am-bulasyon, 1110thidite. haStanede kcliq siiresi ye in-sizyonua bagim erken ye gel: komplikasyonlar yä-nilyle degerlendirildi. Rerroperironeal kitlelerde modifiye to-rakoabdominal illSi.7)M11111, ci ellikle transperitoneal anterior midline ye paramedian insilvonlara gosterdigi belirlendi.
41 patients with retroperitoneal mass were ope-rated in the Selcuk University medical Faculty Uro-logy' Clinic between 1984-1994. For 15 patients midline approach, for 11 patients paramedical app-roach, for 10 patients ntodllied thoracoabdominal approach, for 4 patients subcostal flank approach were applied_ Surgical tipproaches. early ambulation, mor-bidity, days of hospitilization, early and late comp-lications due to incision were evaluated. More succesfill results are obtained with 1110- dified ihOraCOabdOillinal approach titan other app-roaches for retroperitoneal amasses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fetal Riparietal Çap Ve Femur Boyu Ötlçümüyle Fetal Ağırlık Ve Cinsiyet İlişkisi
Cemalettin Akyürek, Sema Soysal, Metin Çapar, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Fetal Riparietal Çap Ve Femur Boyu Ötlçümüyle Fetal Ağırlık Ve Cinsiyet İlişkisi
The RelatIon Between Fetal WeIght And Sex WIth The Measurement Of The Fetal BIparIetal DIarneter And The Femur Length
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadan-Doğum kliniğinde Mart 1988-Aralik 1989 tarihleri arasinda antenatal takibi ve 38-42 haftalar arasında doğuma yaptırılan 16-40 yaş arasında sagiıklı 100 gebe kadın dosyalarından seçilmiştir, Dosyalardan 50 kız, 50 erkek fetus rastgele ayrılmıştır. Önceden ölçülen biparietal çap (BPÇ) ve femur boyu (FR) ile çocuk ağırlığı ve cinsiyeti arax!ndaki ilişki incelenmiştir.
These cases are selected from the recordings of 100 healthy pregn.ant worrıen whose ages were between 16 and 40 and were followed up antenatally between Macrh 1988 and December 1989 who delivered between 38-42 weeks in Gynecology and Obstetrics clinics of Selçuk University Medical School. 50 male and 50 female fetuses are randomly selected from the recordings. In this study we evaluated the relations arnong the values of biparietal diarneter and the femur length which ıvere measured apztenatally and fetal weight and sex.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peptık Ulserılı Hastaların Biyopsı Materyallerınde Helıcobacter Pylorı'nın Saptanması
Mahmut Baykan, Özden Vural, Fatma Keklikoğlu, Ömer Karahan, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Peptık Ulserılı Hastaların Biyopsı Materyallerınde Helıcobacter Pylorı'nın Saptanması
The DetectIon Of HelIcobacter PylorI In BIopsy SpecImens From PatIents WIth PeptIc Ulcer
Üst gastrointestinal sisteinde Helicobacter pylori saptanmasinda mitli rani kul-landmaktathr. Endoskopi ycolan peptik 57 hastantn antral biyopsi Orneklerinde HP varhgt arawma amactyla ilc fa•kli yiintem calwinnvir. belirlenmesinde kullandignm: CO test. Christensen besiyerinde iireaz aktivitesi ye his-topatolojik kesitlerde mikroskopik inceleme yöntemleri karşılaştırılmıştır.
Many different methods have been used for the identification Helicobacter pylori in upper gast-rointestinal system. The activity iirease in Chris-tensen cigar, CLO test and microscopical oh-s'eryation in histopatolog_ycal cross sections .were comparied. in this study the aim is to research He-licobacter pylori existence in antral biopsy spe-cimens from 57 patients with peptic ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
37 Vakada İzole Aort Kapak Replasmanı Sonuçları
Mehmet Yeniterzi, Sami Ceran, Tahir Yüksek, Cevat Özpınar, Ali Bayram, Hasan Gök, Ufuk Özergin, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
37 Vakada İzole Aort Kapak Replasmanı Sonuçları
Results Of Isolated Aortıc Valve Replacement In 37 Cases
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında Nisan 1987, Haziran 1993 tarihleri arasında 37 hastaya izole aort valv replasmanı uygulanmıştır.
Isolated aortic valve replacement was applied to 37 patients between April 1987 and June 1993 in the Department of Thoracic and Cardiovascular Surgery, Faculty of Medicine, Selcuk University.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vaka Takdimleri: Bir Vaka Nedenıyle Uterus Bicornus Unıcollıs Et Rudımentarus
Cemalettin Akyürek, Sema Soysal, Metin Çapar, Hikmet Karabacak
Araştırma makalesi
Özeti
Vaka Takdimleri: Bir Vaka Nedenıyle Uterus Bicornus Unıcollıs Et Rudımentarus
Uterus BIcornus UnIcollIs Et RudImentarus: A Case Report
Selçuk Üniversitesi Tip Fakültesi Kadin-Doğum kliniğinde 16.8.1989 tarihinde teşhis ve tedavi edilen bir uterus bicornus unicollis et rudimentarus vakasi takdim edilmiştir.
İn this paper, a case of uterus bicornus unicollis et rudirnentarus was diagnosed and reported at the Department of Gynecology and Obstetric at Selçuk University Medical Faculty in Konya. The operat ive procedur is discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Egzersiz Sonrası Oluşan Proteinüri
Ahmet Yılmaz, Neyhan Ergene, Hüseyin Uysal, Abdulkerim Kasım Baltacı, Recep Özmerdivenli
Araştırma makalesi
Özeti
Egzersiz Sonrası Oluşan Proteinüri
ExercIse Induced ProteInurIa
Egzersiz sonrası oluşan proteinüri üzerinde ya-pılan bu çalışmada, Amatör Futbol Ligi mü-sabakalarına katılan muhtelif takınilardaki 16-25 yaşları arasında, sağlıklı 44 futbolcunun maç ön-cesi ve maç sonrası alınan idrar örnekleri elekt-roforez metodu ile incelendi. Çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre, kontrol nunıuneleriyle kıyas egzersiz sonrası oluşan pro-teinüride a-globulinin egzersiz öncesine göre it-rahtnın değişmediği, özellikle albumin başta olmak üzere fi ve y-globulinlerin miktarlarında eg-zersizden sonra artış olduğu görülmüştür. Nil-rosellüloz filmlerle ayrıştırdan idrar proteinlerinin elektroforez densitometresiyle elde edilen ve ka-litatif yönü ifade eden grafiklerin eğim de-ğerlendirmesinden çıkan sonuçlar, dışarda yapılan çalışmalarda da olduğu gibi, glomeruluslarda artan permeabilite, filtratian emilimin yeterizliğt veya tübüler salgılanma sonucu nonselektif olarak gelişmesi nedeniyle egzersiz sonrası oluşan proteinürinin glomerülo-tübüler tiple olduğunu göstermektedir.
Exercise induced proteinuria was studied on 44 healthy players of the Amateur Foothall Tc-urnament Leaque. Their ages ranged from 16 to 25 years. Urine samples were collerted from the players before and after the ganıes, 44 samples were obtained from healty players and analyzedjor urine proteins electrophoreticly. Compared to va-lues obtained from the control pregam• values, the urine protein content increased sigmfirantly con-taining mainly alhumin, fl-globulin, and y globulins. Bul the values for a-globuliğıs did not change significantly. Urine proteins seperated biz nitrocellulose films were also qualitated from the proportions of the densitometric values (!f the peaks on the graphes. The values found in Iliis study and the values cited elsewhere indicated that exercise induced proteinuria is nonselective pro-teinuria and is due to increased permeability of glomerulus and, to impared reabsorption of normal amounts of protein from the glomerular filtrate or ta tubular excretion. Therefore, proteinuria ap-pearing after physical activity can be classified as glomerulo-tubular type.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Popliteal Arter Yaralanmaları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Zerrin Uzun, Hakan Filizlioğlu, Yaşar Güven, Gökalp Altun, Fahri Özcan, Fahri Özcan, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Popliteal Arter Yaralanmaları
PoplIteal Artery InjurIes
1990 ile 1996 yılan arasında K.T.Ü. Tip Fakültesi Kalp-Damar Cerrahisi bölümünde künt veya penetre travmaya bağlı 20 popliteal arter ya-ralanmasının klinik oluşum ve tedavileri gözden ge-çirildi. 16 olguda arteriyel yaralaııma olduğu klinik muayene ve Doppler değerlendirilmesi ile teşhis edildi (%80). Arterio-venöz fistülü ve false anev-rizması bulunan 4 olguda (%20) pedal nabazanlar başlangıçta elle alınıyordu. Penetre ve künt trav-maya bağlı popliteal arter yaralanması olan 8 ol-guva otojen safen yen grefti, 2 olguya PTFE suni greft kullanıldı. 8 olguya uç-uca anastomoz, 1 ol-guya lateral tamir, 1 olguya trombektomi yapıldı. Venöz yaralanma ile birlikte olan rutin tamirlerde erken dönemde fasiotomi yapıldı. Multipl kınkla bir-likte olan yaralanmalarda internal tesbit, eksternal tesbit veya iskelet traksiyonu uygulandı. Diz böl-gesine olan küm` arteryel travnıayı izleyen bölgede görülen önemli fonksiyonel ortopedik bozukluklar tartışıldı.
The clinical presentation and management of 20 popliteal artery injuries following penetrating and blunt trauına were rewiewed during the period 1990 to 1996 of at the Cardiovascular Surgery De-partment of the Medical Faculty of Karadeniz Tech-nical University. Clinical and Doppler evaluation identified arterial injury in 16 (%80 per cent) pa-tients. In four (%20 per cent) patients with arterio-venous fistula or false aneurysms pedal pulses were palpable during initial assesnıent. Autogenous vein grafting was used in 8 patient, PTFE prosthesis was used in 2 patients, a direct end-to- end anastomosis was succesful in 8 patients, trombectomy was done in 1 patient and lateral repair was done in 1 patient. As a routine repair of associated venous injuries, early fasciotomy were used. External, internal fi-xation, skeletal traction was done for compoutıd and comminuted fractures. The significant functional orthopedic disability following blunt arterial trauma at the knee is emphasized
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koloni Stımulan Faktörler
Hilal Kart, A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Koloni Stımulan Faktörler
Colony Stımulated Factors
Bağışık yanıtın düzenlenmesinde. antijenik uyarıyı alıp aktive olan, çeşitli hücrelerden salgılanan hormon benzeri maddelere genel olarak sitokinler; bunlardan lenfositler tarafından salınanlara lenfokinler, mo-nonükleer fagositler tarafından iiretilenlere monokinler adı verilir (1, 2, 3). Sitokinler immun sistem tarafından salgılanan; interferon, tümör nekroz faktör (TNF), interlökin (IL) ve koloni stimulan faktör (CSF) gibi düşük moleküler ağırlıkla proteinlerdir (3).Koloni stimulan faktörler; granülosit koloni stimulan faktör (G-CSF). makrofaj koloni stimulan faktör (M-CSF) ve granülosit -makrofaj koloni stimulan faktör (GM-CSF) olarak isim-lendirilirler. CSFIer stern cell hücrelerinin büyüme ve farkhlaşmasını sağlayan hormonal büyüme fak-türleridir.. Antijenle uyanlan aktive T lenfositlerince salınarak makrofajlarm etkilenmesine ve interlökin salmalarına ve böylece bağışık yanıtta gerekli mediatörlerin aktivite kazanmalarına yol açarlar
In the regulation of the immune response. cytokines in general, to hormone-like substances secreted from various cells that receive and activate antigenic stimulation; of these, those released by lymphocytes are called lymphokines, and those produced by mononuclear phagocytes are called monokines (1, 2, 3). Cytokines secreted by the immune system; Low molecular weight proteins such as interferon, tumor necrosis factor (TNF), interleukin (IL), and colony stimulating factor (CSF) (3). Colony stimulating factors; granulocyte colony stimulating factor (G-CSF). They are called macrophage colony stimulating factor (M-CSF) and granulocyte-macrophage colony stimulating factor (GM-CSF). CSFs are hormonal growth factors that enable the growth and differentiation of stern cell cells. They are released by activated T lymphocytes stimulated with antigen and cause macrophages to be affected and release interleukins and thus the necessary mediators gain activity in the immune response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migrenli Hastalarda Yarı Görme Alanı Uyarımı İle Elde Edılen Görsel Kortıkal Cevaplar
Galip Akhan, Nurhan İlhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Migrenli Hastalarda Yarı Görme Alanı Uyarımı İle Elde Edılen Görsel Kortıkal Cevaplar
HemIfIeld Pattern VIsual Evoked PotentIals In MIgraIne PatIents
Son yıllarda görsel uyarılmış kortikal cevaplarla (Visual Evoked Potentials=VEP) ilgili bulgular mi-grendeki patogenetik proçeslerin açıklanması için önemli sayılabilecek katkılar sağlamıştır. Özellikle hemisferlerden asimetrik VEP kaydedildiğine ilişkin bilgiler bu bakımdan kayda değerdir. Sunulan çalışmada herbir hemisfer kontrlateral yarı görme alanından stitnüle edilerek bioksipital VEP kaydı yapılmış, elde edilen cevapları,' latans ve amplitüt değerleri yaş dağılımı 20-25 yaş arasında değişen normal kontrol grubu, migren gurubu, kla-sik migren gurubu, nonklasik migren gurubu para-metrelerine göre istatistik olarak karşılaştırılmıştır. Nonklasik migren grubunun sol yarı alan uyarunında Ol ve Oz'den kaydedilen VEP amplitüt ve latans değerleri klasik migren grubununkikre göre istatistiki önemde yüksek bulundu (p<0.05). Bu bul-gu, sol hemisferin sağa göre nörotransmitter içeriğinin (özellikle talamusta) daha fazla olmasına bağlı olarak duyarlılığının artmış olduğunu öne süren literatür bilgileri ile uyumludur. Bu arada mig-renli gurupta kontrol gurubna göre oldukça fazla sayıda hızlı zemin aktivitesi trasesi dikkati çdai. Bu literatür bilgileri ile değerlendirildiğinde onlu ve yir-mili yaş gruplarında migren tanısı için oldukça yardımcı bir elektrofizyolojik bulgu olabileceği kanısına varıldı.
HemiField Pattern Visual Evoked Potentials in Migraine Patients Some results of visual evOked potentials (VEP) obtained froın migraineus patients have importantly contributed to the discussion of pathogenetic process in migraine. Especially the results indicate to hemi-spharical asymetry in both latency and amplitute of VEP are notabk. Bioccipital cortical revonses to visual herni-field pattern were recorded in 22 migraine patients and in 22 healty control subjects who both groups are 20- 25 years old. Aınplitude and latency values were sta-tistically analysed (Student's test) VEP's latencies and amplitudes recorded from Ol and 02 (Ipsilateral records) in nonclassical migraine group were langer and higher than those of classical migraine group (p<0.05). This result is highly parel-lel to the ones in the relevant literature. It is sug-gested that the left hemisphere is more sensitive than the right due to the fact that it has more neurotran-smitter content. In addition to this results Fast back-ground activity was recorded in 90% of migraine pa-tients. This observations as in the literature possibly suggested to be an electrodiagnostical helpfull method in migraine patients in first and second decades.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Pseudoanevrizmaların Cerrahı Tedavisi
Mehmet Yeşiltay, Kadir Durgut, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Pseudoanevrizmaların Cerrahı Tedavisi
The SurgIcal Treatment Of PerIpheral Pseudoaneuryms
Bu makalede Selçuk Üniversitesi Tip Fakültesi Kalb Damar Cerrahisi Kliniğinde Ocak 1989 - Ara-lık 1995 yılları arasında tedavi edilen 22 periferik pseudoanevrizma yakası takdim edildi. Vakaların 11"i ateşli silah, 8ii kesici - delici aletle, rsi A.V. fis-tül operasyon sonrası ve 1 vakada invazif vasküler girişim sonrası oluşan pseudoanevrizmaydı. 9 ya-kaya uç uça anestomoz, 6 yakaya saphen ven replasması, 4 yakaya sentetik greft (PTFE) 3 yakaya li-gasyon uygulandı. 20 yaka Şifa ile sonuçlandı. 2 vakada postoperatif komlika.syon gelişti. Birine saphen yen replasmanı diğerine iskenıi nedeniyle dirsek altı amputasyonu yapıldı.
22 cases with traumatic peripheı-al aneurysm were treated at the Clinic of Cardiovasculer Suı-gery of Selçuk Univeı-sity Medical Faculty hetween 1989 - 1995 years. In eleyen of the cases were etiology due to injuı-ies of gun wounds, eight of them were penetrating instruments, rwo cases were after A.V. Fistüla anastomatic operation and one case was after invasiye vasculer procedure. Vein replacement was petformed in six cases and 9. Cases end ta end anastomosis was done and synthetic greft rep-lacement ta four case (PTFE) and in 3 cases were done arterial ligation. Twenty cases were resulted with healing. Postoperative compiications developed in two cases. In one of them was transposed the graft saphenous yemi!, and forearm amputation was applied to other patient..
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
K.t.ü. Tıp Fakültesı Farabi Hastanesi'nde Gerçekleştirilen Açık Kalp Ameliyatlarının Değerlendirilmesi
İslam Kaklıkkaya, Zerrin Uzun, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Yaşar Güven, Altay Tandoğan, Gökalp Altun, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
K.t.ü. Tıp Fakültesı Farabi Hastanesi'nde Gerçekleştirilen Açık Kalp Ameliyatlarının Değerlendirilmesi
AnalysIs Of The Open Heart OperatIons At The MedIcal School Of K.t.u. 31 PatIents Were Treated Hv UsIng Car-DIopulmonary Hypass At The K.t.u.
K.T. Ü. Tıp Fakültesi, Farahi Hastanesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Kliniği'nde Haziran 1995 ile Nisan 1996 tarihleri arasında 31 hastaya açık kalp cerrahisi uygulanmıştır. 28 hasta (%90.32) akkiz, 3 hasta (%9.67) konjenital nedenlerle ameliyata alın-Kardiopulmoner hypass boyunca orta de-recede hipoter-mi ve soğuk potasyum kardioplejisi kullanıldı. Hastalardan koroner arter hastalığı mev-cut olan 7'sine CABG kapak hastalığı olan 18'ine valy replasmanı veya anuloplasti; sol (ithal mik-somalı bir hastaya tümör eksizyonu, bir aort di-seksiyonu yakasına Bentall presedürü ye septum de-fektli hastalarada defekt onarımı yapıldı. Erken mortalite 4 olgu ile %12.9 olarak belirlendi.
Medical School between lune 1995 and Apı-il 199C. 28 of the ope-rations were for acquired heart disease and 3 were for congenital heart disease. During caı-- diopulrnonary bypass, moderate hypotermia and cold potassium cardioplegia were used. 7 patients who had coronarv artery disease were peıformed CABG. 18 ones with valve disease were peıformed valve replacemed or valvılloplasiy. One patient with myxonıa underwent tunıor excision, aortic dis-section underwend Bentall proceduı-e Septal defekt were repaired. Early moı-tality rate was found 12.9 % with a 4 patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cocuk Idrarlarından Uretılen (0) Serogrup Ecoli'lerin Antıbiyorrik Duyarlılıkları
Tevfik Cengiz, Mehmet Kıyan, İştar Dolapçı, Derya Aysev, Meltem Tibet
Araştırma makalesi
Özeti
Cocuk Idrarlarından Uretılen (0) Serogrup Ecoli'lerin Antıbiyorrik Duyarlılıkları
AntIbIotIc SuspectIbIlIty Of (0) Serogroup E.colI WhIch Are Isolated The ChIldren's UrIne.
İdrar kiiltiiriincle E. coli iireven cocukluk ya§- larindaki 146 olgu cali§inava alimni§ ye A.U. Tip Fakilltesi Mikrobiyoloji ye Klinik Mikrobiyoloji Anabilini Dali'nda 26 iiropatojen E. coli antiseruniu ile (0) serogrup cicrgilimr araprilmigir. Ecolirler-den 106's111111 (0) serogrubu saptatimq, 40'inin ise bu gruplar icinde buluinnadigi gOzlenmi§tir. Disk-diffazyon yontemi de ampicillin, trimethoprim-sulphainethoxazol, gentainycin, tobramycin, ami-kacin, cefi.iroxini. cephtriaxon, ceftazidirn, nalidixic acid, amoxycillin-clavulanic acid, cephalotin an-tibiyotiklerine duyarliliklart ara§nrilini§, duyarh di-rencli stir oranlari Oropatojen E_colitler gentamycin, tobrainycin, cephtriaxona (%94.3), arnikacine (%91 .5), ceftiroxim, ceftazidim, nalidisic acide (%88.7) oranlarinda Asa)* bu-lniunii§tur. Bu bakteriler (%67), Tri-methoprim-Stilphainethaxazolre (% 60.4) ve Amoxy-C illin-Clavulanic Acid'e (% 51.9) oranlarinda direric gOsterini§lerdir. Hu call§mada antibivotik duyarliligi bakimundail (0) serogruplari arasinda anernli bir jarklilik ancak biitiin gruplarin gentamycin, tab-ramycin, ceplirtiaxon i c= amikacine daha duyarli bu-lunduku gozlenmi§tir.
146 subjects in childhood ages that had E.coli iri their urine culture were enrolled in this research and the serogroup distribution was detected by 26 ure-apathogenic E.coli antiserum in Ankara Unversitv, Medical Faculty, Deportment of Microbiology and Clinical Microbiology. 106 of the E. groups were identified and 40 of them were not in the groups. Sensitivities to ampicillin, trimethoprim - snip-hamethoxasol, gentamyciii, tobramycin, amikacin, ca-. uroxime. cephtriaxon, cephtazidim, nalidixic acid, amoxycillin - clavulanic acid and cephalotin were se-arched by disc - diflitsion method. Ureapathogenic E.coli groups were sensitive to gentamycine, tab-ramycine, cephtiaxon (% 94 3), amikacin (% 91.5), cefioroxim, cephtozidine. nalidisic acid (% 88.7). These bacteriae were resistant to ampicillin (% 67) trimethoprim - sulphamethaxasol (% 60.4) and amorycillin - c-lavulanic acid (% 51.9). In. this study it was found that there were not any differences among (0) serogroups about antibiotic sensitivity but it was observed that all group were more sensitive to gentamvcin, tobramycin, ceph-triaxon and amikacin
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Şeffaf Ve Kataraktöz İnsan Lenslerinde Süperoksit Dismutaz Aktivitesi
Mehmet Balcı, Nazmi Zengin, Ömer Akyol, İlker Durak
Araştırma makalesi
Özeti
Şeffaf Ve Kataraktöz İnsan Lenslerinde Süperoksit Dismutaz Aktivitesi
Superoxıde Dısmutase Actıvıty In Clear And Cataractous Human Lenses
Süperoksit disinutaz (SOD), oküler lensi oksidatif hasardan koruyan önemli enzimlerden biridir.Bu çalışmada, yirmi olgunlaşmamış SOD aktivitesi. ve on iki matür kataraktlı lens ve beş şeffaf lens karşılaştırıldı. Şeffaf lens grubundaki ortalama SOD aktivitesi, sırasıyla olgun ve olgunlaşmamış katarakt gruplarında 0.487: I: 0.153 U / mg protein iken 0,408 ± 0.114 Ulmg ve 0.229 ± 0.103 Ulmg protein olarak ölçüldü. Bu sonuçlar, olgun taraktozlu lenslerde SOD aktivitelerinin berrak lenslere göre önemli ölçüde azaldığını gösterdi (p <0.05). Sonuçlarımız ka-taraktın olgunlaşması ile aktivitede gra-dual azalma olduğunu ortaya koysa da, immatür ve matür kataraktlı lensler arasında gözlemlenen fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p> 0.05). Anlam: Tüm lens gruplarının çekirdeklerinde kortekse göre SOD aktivitelerinin oldukça azaldığı görüldü (p <0.05). Bu çalışmanın sonuçları, oksidatif stresin senil ca-taraktogenezde rol oynayabileceği hipotezini desteklemektedir.
Superoxide disinutase (SOD) is one of the im-portant enzymes that protects the ocular lens from oxidative damage.In this study, SOD activities in twenty immature. and twelve mature cataractous lenses and .five clear lenses were compared. The mean SOD activity in the clear lens group was me-asured to be 0.487 :I: 0.153 U/mg protein whilst it was 0,408 ±0.114 Ulmg, and 0.229 ± 0.103 Ulmg protein in the mature and imature cataractous gro-ups, respectively. These results indicated sig-nificantly lowered SOD activities in mature ca-taractous lenses as compared to those of the clear ones (p<0.05). Although our results revealed a gra-dual decrease in activity with maturation of ca-taract, the difference observed between immature and mature cataractous lenses was not statistically significant (p> 0.05). MeaningfUlly decreased SOD activities were found in the nuclei of all lens groups when compared to those of the cortex (p<0.05). Re-sults of the present study support the hypothesis that oxidative stress might play a role in senile ca-taractogenesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesiınde Acil Servıs Uygulamalari Ve Yenı Bir Uzmanlik Dali Olarak Acil Tıp Hekimliği
M. Ali Uygun, Ali Çalıkuşu, Başer Cander, Mevlüt Doru
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesiınde Acil Servıs Uygulamalari Ve Yenı Bir Uzmanlik Dali Olarak Acil Tıp Hekimliği
PractIce Of Emergency MedIcIne In Selçuk UnI-VersIty And Emergency MedIcIne As A New SpecIalIty
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İlk ve Acil Yar-dım Anabilim Dalı 1995 yılı Eylül ayında ça-lışmaianna başlamıştır. 1 Eylül 1995 ile 31 Mart 1996 tarihleri arastnda Acil Servise 7349 hasta baş-vurmuştur. Başvuru nedenleri arasında ilk sırada trauma (%32.7) gelmektedir. Travmaların % 51' i trafik kazaları neticesinde meydana gelmiştir. Trav-ma kurbanlarının % 56' simi! 15-45 yaşları arasında bulunduğu görülmüştür. Acil Seı-vise başvuranlar günün saatlerine dağılımı incelendiğinde hastaların en çok gündüzleri 11.00 ile 13.00, akşamları 18.00- 21 .00 saatleri arasında başvurdukları anlaşılmıştir_ Türkiye' de Acil Tıp Uzmanlığı Eğitimi henüz emeklenıe dönemindedir. Acil Tıp Hekimlerinin gö-reve başlamasıyla birlikte Acil Servislerde sunulan hizmetin kalitesi artacaktır.
Department of Emergency Medicine was es-tablished in Selçuk University in Septemher 1995 . During the period hetween Septemher 1 1995 and March 31, 1996 7349 patients administered to ouı-Emergency Department. Trauma was the most com-mon problem, accounting 32.7 % of all visits_ Motor vehicle trauma accounted 51% of all traumatic pre-sentations. 56% of injured patients vere hetween 15 and 45 years old. When we studied the patient ar-by time of day, we found ıhat there was an increase in patient arrivals hetween 11.00 and 13.00 irr day and 18.00 and 21.00 in the evening. Residency training in emergency medicine is irr its infancy itr Turkey, and the presence of specialists will help inzprove qualky of enıergency medi•al care in our counn-y.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta