Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
Oktay Sarı, İhsan Sabri Öztürk, Güngör Taştekin, Mustafa Serdengeçti, Hanife Aslı Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
The Outcome Of The Treatment Of HyperthyroIdIsm WIth RadIoIodIne
Amaç: İyot-131 (I-131) ile radyoiyot tedavisi, hipertiroidi ile seyreden Graves hastalığı, nodüler ve multinodüler guatrın tedavisinde tercih edilen yöntemlerden biridir. Bu retrospektif çalışma ile, radyoiyot verip takibimiz altında bulunan hipertiroidi hastalarının kısa dönem sonuçlarını ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2001-Mart 2005 tarihleri arasında SÜ Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Kliniğinde hipertiroidi nedeniyle radyoiyot tedavisi alıp, takibimiz altında bulunan 270 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 155’inin tanısı (% 57) Graves’ hastalığı (GH), 46’sının (% 17) toksik adenom (TA), 69’unun ise (% 26) toksik multinodüler guatrdı (TMNG). GH’da verilen doz 5-28 mCi (ortalama 10,58 ± 3,43), TA’da 6-25 mCi (ortalama 11,78 ± 3,93), TMNG’da ise 5-30 mCi (ortalama 12,13 ± 3,03) arasındaydı. Bulgular: Ortalama 8,16 ± 7,40 aylık takip sonunda hastalardan 87’si (%32,2) hipertiroid kalırken, 104’ü (% 38,5) ötiroid, 79’u (% 29,3) ise hipotiroid oldu. Tedaviye yanıt alınan grubun, yanıt alınmayan gruba göre daha uzun süre takip edildiği tespit edildi (9,10 ± 7,76 ay, 6,17 ± 6,15 ay). Tedaviye cevap veren grupta ortalama yaş 52,09 ± 12,56, cevap vermeyen grupta ortalama yaş 56,16 ± 15,38 olarak bulunmuş olup yaş ortalamaları arasındaki fark anlamlıdır. Sonuç: Takip süresi uzadıkça, I-131 ile hipertiroidi tedavisinde başarı oranlarımızın yükseleceği kanaatindeyiz.
Aim: Radioiodine treatment with iodine-131 (I-131) is a preferable treatment modality in the hyperthyroidism such as Graves’ disease, nodular and multinodular goitre. In this retrospective study, we aimed to report short-term results of the hyperthyroid patients admitted to our clinic. Material and Method: Two hundreds and seventy patients admitted to Meram Medical Faculty, Department of Nuclear Medicine from December 2001 to March 2005 was included the study. The diagnosis was Graves’ disease (GD) in 155 (57%), toxic adenoma (TA) in 46 (17%) and toxic multinodular goitre (TMNG) in 69 (26%). The dose administered to patients with GD was 5-28 mCi (mean 10,58 ± 3,43), TA was 6-25 mCi (mean 11,78 ± 3,93), and TMNG was 5-30 mCi (mean 12,13 ± 3,03). Results: After the mean 8,16 ± 7,40 months follow-up, 87 patients (32,2%) were hyperthyroid, 104 (38,5%) were euthyroid, and 79 (29,3%) were hypothyroid. The response of treatment in the long period follow-up was better than short period one. It was determined that the responded group has been followed-up the longer period than the non-responded group (9,10 ± 7,76 months vs 6,17 ± 6,15 months). Mean age of the responded group is 52,09 ± 12,56 years, the other is 56,16 ± 15,38. The difference is significant. Conclusion: In our opinion, the response rate of I-131 therapy would increase in the long term follow-up of hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Streptokoksik Farenjitte Breese Skorlama Sisteminin Etkinliği
Meltem Energin, Ekrem Ünal, Özgür Pirgon, Tamer Baysal, İsmail Reisli, Yavuz Köksal
Araştırma makalesi
Özeti
Streptokoksik Farenjitte Breese Skorlama Sisteminin Etkinliği
EffIcacy Of Breese ScorIng System In Streptococcal PharyngItIs
Amaç: Streptokoksik farenjit tanısında Breese skorlama sisteminin etkinliğini araştırmak ve bu skorlama sisteminin tanısal değerini tespit etmektir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma sırasında akut tonsillofarenjiti olan hastalar, A grubu beta hemolitik Streptokok (AGBHS) üreme durumuna göre 2 gruba ayrıldı (Grup I: üreme olanlar; Grup II: üreme olmayanlar). Her iki grupta da beyaz küre, Creaktif protein (CRP) ve eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) değerleri kaydedildi. Bulgular: Breese skorları Grup I’ de, Grup II’den daha yüksekti, ancak aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Breese skorlama sistemi için duyarlılık %31, özgüllük %74, pozitif tanımlama oranı %29, negatif tanımlama oranı %24, doğruluk oranı ise %63 olarak tespit edildi. C-reaktif proteini pozitif olan hastalarda Breese skorlama sistemi için duyarlılık %56, özgüllük %41, pozitif tanımlama oranı %43, negatif tanımlama oranı %45, doğruluk oranı ise %48 olarak tespit edilirken; eritrosit sedimantasyon hızı yüksek olan hastalarda ise Breese skorlama sistemi için duyarlılık %50, özgüllük %48, pozitif tanımlama oranı %43, negatif tanımlama oranı %44, doğruluk oranı %49 olarak tespit edildi. Sonuç: Breese skorlama sisteminin yanı sıra CRP ve ESH gibi akut faz reaktanlarının kullanılması, AGBHS’ların neden olduğu farenjitin tanısının doğruluğunu artırmaktadır.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
Mehmet Gök, Faruk Özer, Oktay İmecik, Hüseyin Vural, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
DIagnostIc Value Of AdenosIne DeamInase ActIvIty In Tuberculous Pleursy
Bu calışmada Selcuk Universitesi Tap Fakiiltesi Gogiis Hastalzklart Anabilim Dalind_a takip edilen 89 plorezili hasta ile kontrol grubu olarak secilen 15 saglxkla bireyin serum ye plevra swat adenosin deaminaz dlizeyleri araytirtlmuttr. Hastalar etyolojik tantlartna gore 4 gruba ayrilmutirr- 1- Taberkiiloz (24 olgu), 2- Malignite (27 olgu), 3- Pnamoni (28 olgu) ye 4- Konjestif kalp yetrnezligi (10 olgu). Serum ADA (SADA) aktivitesi turn hasty gruplartnda kontrol grubuna oranla anlamlz derecede yiiksek olmaszna karlin hasta gruplart arasinda anlamh farklatk gOsterrnedi. Plevra sivisz ortalama ADA aktivitesinin (PADA) taberkaloz grubunda en yiiksek (54.88 ± 5.77 U11) oldugu ye digerleri ile aralarinda anlarnh Park bulundugu saptandi. Plevra mull serum ADA oram (P/S ADA) ise tiiberkiiloz plorezilerde mal ignite ve KKY gruplartna oranla anlamh derecede Ayrzca plevra stvisinda ortalama ADAlprotein, ADAILDH , ADAlkolesterol ye ADAITotal biliriibin oranlartrun da tuberkiiloz kaynakh plorezilerde diger gruplarda bulunan degerlerden biiyiik oldugu gosterildi. Titherkiiloz plorezilerin, tliberldiloz kaynakh ol-mayanlardan ayirdedilmesinde spesifitesi en yiiksek olan parametrenin PADA (% 91), en yiiksek olantn sensitivitesi ise P/S ADA( % 88) oldugu saptandt. Diger parametrelerin ise bu ikisi ile ktyaslanabilir oranda spesifite .ve sensitiviteye sahip olduklart gazlerldi. Bulgulartnuz gore plevra stvzstnda ADA aktivitesinin tiiberkiil o z plorezilerin tantsinda kullanqh bir inceleme yonterni oldugunu gostermigir.
In this study, we measured pleural fluid and serum adenosine deaminase (ADA) activity in 89 patients with pleural of and 15 healthy person choosen as control group. Patients were divided into four groups; 1) Tuberculosis (n=24), 2) Malignancies (n=27), 3) Pneumonias (n=28),4)Congestive hearth failure (CHF) (n=10). Mean ADA activity of tuberculous effusions (54.88 ± 5.77 U/1) was significantly higher than those of malignant, pneumonic effusions and transudative effusions in CHF. With the cutoff level of 40 Ul I, we found that the sensitivity and the specifity of pleural fluid ADA activity (PADA) in discriminating between tuberculous and other effusions were 71% and 91%, respectively. Mean pleural fluid to serum ADA ratio (PIS ADA) in tuberculous pleurisy was higher than that in any other group. Pleural fluid to serum ADA ratio exceeding 2_5 appeared to have sensitivity of 88% and specifity of 72%. ADA to protein, ADA to LDH, ADA to cholesterol, and ADA to total bilirubine ratios of pleural fluids were also determined and found that the mean values in tuberculosis are all higher than those of other effusions. They also showed the sensitivity and the specifity comparable to those found in PADA and PIS ADA. It seems that these parameters can be used in establishing tuberculous pleural effusion as well as PADA and PIS ADA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
Ferhat Gökmen, Hakan Türkön, Ayla Akbal, Hatice Reşorlu, Yılmaz Savaş, Mustafa Reşorlu, Beşir Şahin İnceer, Muammer Müslim Köse
Araştırma makalesi
Özeti
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
The RelatIonshIp Between Inflammatory Parameters And
atherosclerosIs WIth IschemIc ModIfIed AlbumIn Levels In Sjögren
syndrome
Bu çalışmada Primer Sjögren Sendromu hastalarında (pSS)
iskemik modifiye albümin (İMA) düzeyleri ve Karotis intima media
kalınlığını (KIMK) belirlemeyi ve İMA düzeyleri ile inflamatuvar
parametreler ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmayı
amaçladık. Çalışmaya 20 pSS hastası ve 20 sağlıklı kontrol alındı.
Klinik ve laboratuvar değerlendirmede eritrosit sedimentasyon hızı
(ESH), C-reaktif prrotein (CRP), vizüel analog skalası (VAS)- ağız
ve VAS-göz kuruluğu parametrelerinden yararlanıldı. Çalışmaya
katılanların tamamı kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 46.6±9.1
yıl idi . Primer SS hastalarının yaş ortalaması 47.1±7.7 yıl, kontrol
grubunun yaş ortalaması 46.1±10 yıldı. Primer SS hastalarının
ortalama hastalık süresi 5.8±4.4 yıl idi. Hasta ve kontrol grupları
arasında İMA değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir
fark bulunmadı (Sırasıyla 506.4±52.8 AbsU vs 482.7±34.7 AbsU;
p=0.101) ve klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Karotis intima
media kalınlığının hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (Sırasıyla 0.70±0.13
mm vs 0.61±0.09 mm; p= 0.016). Karotis intima media kalınlığı ile
klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde KIMK ile yaş
(r=0.700, p<0.001) ve ESH (r=0.312, p=0.05) arasında pozitif yönlü
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak
çalışmamızda İMA değerlerinin normal, KIMK değerlerinin ise yüksek
olduğu ve her ikisi arasında herhangi bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.
Karotis intima media kalınlığının yüksek olması, kardiyovasküler
risk faktörlerine sahip olmayan pSS hastalarında kardiyovasküler
hastalıkların habercisi olabilir. Primer SS hastalarında İMA düzeylerini
değerlendirmek için daha fazla klinik çalışmaya ihtiyaç vardır.
The goal of this study was to determine ischemic modified albumin
(IMA) levels and the carotid intima-media thickness (CIMT) in Primary
Sjögren Syndrome(pSS) patients. We also aimed to search the
relationship between inflammatory parameters and atherosclerosis
with ischemic modified albumin levels. Twenty pSS patients and
20 healthy control subjects were enrolled in this study. Clinical
evaluations were done by using clinical parameters [Visual analog
scale (VAS), dryness of mouth and eyes] and laboratory parameters
[erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP)].
All patients were females. The mean age of all subjects was 46.6±9.1.
The mean age for pSS patients was 47.1±7.7 years, and 46.1±10
years for healthy subjects. The duration of disease in pSS patients
was 5.8±4.4 years. There were no statistically significant differences
between IMA levels of patients and healthy subjects (506.4±52.8
AbsU and 482.7±34.7 AbsU respectively; p=0.101). There were also
no statistically significant corelation for clinical parameters. The CIMT
were statistically significantly higher for patients when compared to
healthy subjects (0.70±0.13 mm and 0.61±0.09 mm respectively; p=
0.016). When we analyzed the relationship between CIMT and clinical
parameters, we determined statistically significant positive corelation
between CIMT and age (r=0.700, p<0.001), and ESR (r=0.312,
p=0.05). As a result, our study revealed normal IMA levels and higher
CIMT levels, and no corelation between both of them. The higher
levels of CIMT levels may be a precursor of cardiovascular disease
in PSS patients without cardiovascular risk factors. Further clinical
studies are now required to evaluate IMA levels in pSS
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardıopulmoner By-Pass Ye Trııodothyronıne (t3)
Cevat Özpınar, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Kadir Durgut, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Kardıopulmoner By-Pass Ye Trııodothyronıne (t3)
Kardıopulmoner By-Pass To Trııodothyronıne (t3)
Klinigimizde acik kalp ameliyati uygulanan 26 hastamn preoperatif erken postoperatif ve postoperatif 7. glinde alinan kanlarinda TT3, 1'4, FT3, FT4 ve TSH dego-leri calr alms ve postoperaty' erk-endijnonde hasralann 2'si hark- ti mande Film bra parametrelerin di4tagii gozlemni§tir. Tiroid hormonlarinin myokard kontraktilitesini artirdigi bir diger ijardeyle her iki ventrikill iizerine pozitif inotrop etki yaprigi gozOniine alindtgamici nzellikle hipotiroidili veya otimid 0117111371242 ragmen sal ventrikiil ejeksion fraksionu % 30'un altindaki hastalarda postoperatif gozlenen timid hormon seviye dii4iikliikleri hem hastalarin pozitij' inotrop destek ihtiyaclarzni artirmakta hatta baz1 hastalarda belirgin kalp debisi du5cilklugu nedeniyle intraaortik balon pompasi ihtiyacint giindone ge--. tirmektedir.
In the preoperative early postoperative and postoperative 7th gland blood samples of 26 patients who underwent open heart surgery in our clinic, TT3, 1'4, FT3, FT4 and TSH values were obtained and 2 of the patients who were postoperatively early were evaluated by the parameters of the film bra. Observed the di4ta. Thyroid hormones increase myocardial contractility and have positive inotropic effect on both ventricle iizer with another ijarde. patients need an intraaortic balloon pump due to the marked cardiac output sensitivity. crouching.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Mustafa Özer, Ali Güleç, Bayram Yolcu
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
SeptIc ArtrItIs Development After Intra-ArtIcular Knee InjectIons
Diz dejeneratif artriti tedavisinde eklem içi enjeksiyonlar
sık kullanılmaktadır. Uygulama sonrası septik artrit gelişimi de
bilinmektedir. Bu çalışmada; diz dejeneratif artriti nedeniyle
uygulanan eklem içi enjeksiyonları sonrası oluşan septik artrit
olgularının araştırılması amaçlanmaktadır. 2010-2015 yılları
arasında dejeneratif diz artriti nedeniye, diz eklem içi enjeksiyonu
uygulanmış ve sonrası septik artrit tanısı konularak tedavi edilen
hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet,
eşlik eden hastalıkları, fizik muayene bulguları, beyaz küre sayısı,
sedimentasyon hızı, C-reaktif protein değerleri, aspirat mayii direk
bakı ve kültür sonuçları kaydedildi. On iki hastanın yaş ortalaması 60
(46-74) idi. Hastaların 7’si kadın ve 5’i erkek idi. Beyaz küre sayısı
ortalama 12.69 (8.92-15.87) K/uL, sedimentasyon hızı ortalama 50
(35-100) mm/sa ve C-Reaktif Protein seviyesi ortalama 25.9 (16-35.3)
mg/L’idi. Kültürde üç hastada Staphylococcus aureus üredi. Diğer
hastalarda etken izole edilemedi. Tüm hastaların cerrahi debridman
ve yıkama sonrası tedavileri tamamlandı. Diz içi enjeksiyonlar
tamamen güvenilir olmamakla birlikte, kısa dönemde hastaların
klinik bulgularında düzelme sağlayabilmektedir. Ancak uzun dönem
etkileri ve uygulama sonrası oluşabilecek komplikasyonlar göz önüne
alındığında osteoartirin erken evre tedavisinde başka tedavilerin
öncelikle denenmesi gerektiğine inanmaktayız.
Knee intra-articular injections are frequently used in the
treatment of degenerative arthritis. However, it is known that septic
arthritis may develop after the application. In this study; it was
aimed to investigate the cases of knee septic arthritis occurring
after intra-articular injections administered due to degenerative
arthritis. Between the years 2010-2015, patients were retrospectively
reviewed who treated with the diagnosis of septic arthritis following
intra-articular injections due to degenerative knee arthritis. Age, sex,
comorbidities, physical examination, white blood cell, sedimentation,
CRP, aspirate microscopy and culture results were recorded.
The mean age was 60 years (range, 46-74 years) of 12 patients
(7 females, 5 males). The mean white blood cell count was 12.69
(range, 8.92-15.87) billion cells/L. The mean sedimentation rate was
50 (range, 35-100) mm/hour. The mean C-Reactive Protein level was
25.9 (range, 16-35.3) mg/L. Staphylococcus aureus was isolated
in three patients. In other patients, no causative pathogen was not
isolated. All patients underwent surgical debridement. Although
intraarticular injections are not totally safe, it can provide clinical
improvement in patients in the short term. However, given the longterm
effects and complications that may occur after application in
the early stages of treatment of osteoarthritis, we believe that other
treatments should be tried first.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Köpeklerde İyonik Ve Von-İyonik Kontrast Maddelerle Yapılan Renal Anjiyografi Uygulamalarında Proteinüri Oluşumunun Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi
Kemal Ödev, Nuri Yavru, Celal İzci, Mehmet Nizamoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Köpeklerde İyonik Ve Von-İyonik Kontrast Maddelerle Yapılan Renal Anjiyografi Uygulamalarında Proteinüri Oluşumunun Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi
ComparatIve StudIes Of ProteInurIa FormatIon In Dogs In Renal AngIographIc ApplIcatIon FulfIlled WIth IonIc And Non-IonIc Contrast MedIas
Bu çalışmada iyonik ve non iyonik kontrast maddelerle yapılan renal anjiyografi uygulamalarından sonra meydana gelen proteinüri olgusu karşılaştırmalı olarak araştırıldı. Çalışma Selçuk Üniversitesi Veteriner ve Tıp Fakültesi tarafından ortaklaşa olarak yürütüldü
In this study, the case of proteinuria occurring after renal angiography applications with ionic and non-ionic contrast materials was investigated comparatively. The study was carried out jointly by Selcuk University Faculty of Veterinary Medicine and Medicine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsülin Benzeri Büyüme Faktörleri
Ali Muhtar Tiftik, Esma Öztekin
Araştırma makalesi
Özeti
İnsülin Benzeri Büyüme Faktörleri
Ilke Growth Factors
Organizmanın büyüme ve gelişmesi, bi-potalarnus-hipofiz ekserıi boyunca bir dizi büyüme hormonlar] ve faktörleri tarafından regüle edilmesiyle aerçekleşir. Bu faktörlerden insülin benzeri büyüme faktörlerinin, hastalıkların teşhis ve tedavilerinde rol aldıkları, birçok araştırmacı tarafından be-lirtilmektedir_ Sunulan derlemede; bu faktörlerin, re-septörlerinin ve bağlayıcı proteinierinın kimyasal yapıları ve fonksiyonları hakkındaki bilgiler gözden geçirilmiştir.
Growth and development of a organism vere re-gulated by growth hormones and growth factors along the axis of hypothalarnus-pituitaıy. It was exp-ressed by lots of researchers that arnang these fac-tors, insulin like growth factors take role in diagnosis and treatment of diseases. fn this review, know-ledges abouf chemical structures and functions of re-ceptors and binding proteins of these factors have been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Taze Donmuş Plazma İle Hızla Düzelen Ağır Bir Herediter
anjiyo Ödem Atağı
Habibullah Aktaş, Can Ergin
Olgu sunumu
Özeti
Taze Donmuş Plazma İle Hızla Düzelen Ağır Bir Herediter
anjiyo Ödem Atağı
A Severe HeredItary AngIoedema Attack RapIdly Improved WIth Fresh
frozen Plasma
Herediter anjio ödem otozomal dominant geçişli genetik bir
hastalıktır. C1 inhibitör (C1INH) eksikliği sonucu oluşur. Solunum
yollarında ödem ve bronkospazm ciddi boyutlara ulaşabilir ve tedavi
edilmezse ölümle sonuçlanabilir. Bu makalede,travma sonrası yüzde
ve üst solunum yollarında şiddetli bir anjio ödem ve ağır bir solunum
sıkıntısı yaşayan, taze donmuş plazma infüzyonu ile hızla düzelen bir
herediter anjioödem olgusu sunuyoruz.
Hereditary angioedemais a genetic autosomal dominant disease
caused by C1-esterase inhibitor protein (C1INH) deficiency that
sometimes results in death due to obstruction of upperair ways from
severe edema. Here in, we present a young male,who secon dition
was known before, faces a severe brea thing difficulty because of
uvula and diffuse face edema after a minor travma on his head. His
condition rapidly and complete lyimproved with in 2 hours after two
units of fresh frozen plasmain fusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malnutrısyonlu Süt Çocuklarında Tiroid Fonksiyonları
İbrahim Erkul, Dursun Odabaş, Sadettin Açar, Ümran Çalışkan, Sevim Karaarslan, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Malnutrısyonlu Süt Çocuklarında Tiroid Fonksiyonları
ThyroId FunctIons In ChIldren WIth ProteIn - Energy MalnutrItIon
Protein-enerji malnütrisyonlu çocukların vücutlarında tüm sistemlerde değişiklikler olmaktadır. Bu arada endokrin sistemde değişiklikler olmaktadır. Endokrin sistemden hipofiz, sürrenaller, pankreas ve tiroid fonksiyonlarındaki değişikler ilgi çekicidir. Tiroid hormonlarından T3 ve T4 'de anlamlı azalmalar gözlenirken rT3 (non fonksiyonel T3) te de artmalar görülmektedir.Durum fonksiyonel bir hipotiroidiye benzemektedir. Anoreksia nervoza, deneysel uzun süreli açlıkta ve şişmanların zayıflamak için uyguladıkları açlık rejimlerinde tiroid metabolizmasındaki değişiklikler araştırılmıştır" .
In protein-energy malnutrition,some changes occur in all of the systems of body, however, in the endocrine system as well. The functional changes in the pituitary, pancreas, adrenal and thyroid glands are interesting. While the significant decreases in T3 and T4 hormones, rT3 (nonfunctional thyroid hormone) increases. This situation looks like a functional hypothyroidism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Amenoreli Bir Vakada Nadir Bir Androjen Reseptör Gen Mutasyonu
Makbule Nihan Somuncu, Ayşe Gül Zamani, Emine Göktaş, Selman Yıldırım, Kazım Gezginç
Olgu sunumu
Özeti
Primer Amenoreli Bir Vakada Nadir Bir Androjen Reseptör Gen Mutasyonu
A Rare MutatIon In Androgen Receptor Gene WIth A Case Of PrImary Amenorrhoea
Androgen insensitivity syndrome (AIS) is an X-linked recessive disorder associated with incompatible
genotypes and phenotypes caused by mutations in the androgen receptor (AR) gene is located at
Xq11-q12. We have detected a rare mutation in the AR gene that has not been reported in the literatüre.
Clinical findings are female external genitalia at birth, abnormal secondary sexual development in puberty,
infertility in individuals with a 46, XY karyotype as typically characterized AIS. In our case, a 17-yearold
female phenotype presented with primary amenorrhoea and predominantly female external genitalia.
The patient had 46,XY with female phenotype. We detected a missense rare mutation in the first exon as
NM000044 c.5A>G variant was not found in ExAc or 1000genome population database, however, ıt was.
Substituting at position 2 to glutamic acid exchange to glycine. Glutamic acid is a polar amino acid with
a negative charge while glycine has stayed in a nonpolar hydrophobic group. So, we thought that the
mutation may cause a physical defect in protein and the native three-dimensional structure of the AR gene
Androjen duyarsızlık sendromu (AIS), Xq11-q12'de yer alan androjen reseptör (AR) genindeki
mutasyonların neden olduğu genotip/fenotip uyumsuzluğu ile seyreden X'e bağlı çekinik bir hastalıktır.
Bu çalışmada AR geninde literatürde daha önce bildirilmemiş nadir bir mutasyon saptadık. AIS’nun temel
klinik bulguları; 46,XY bireylerde, doğumda dişi dış genitalya, puberte döneminde anormal sekonder seks
karakter gelişimi ve erişkinlik döneminde görülen infertilitedir. 17 yaşında, dişi dış genitalyaya sahip hasta
primer amenore nedeniyle kromozom analizi yapılmak üzere kliniğimize yönlendirildi. Hastanın genotipi
46,XY olarak saptandı. Hastanın AR geni sekans analizinde ekzon 1’de; daha önce ExAc, 1000genome
ve diğer popülasyon veri tabanlarında bulunmayan NM000044 c.5A>G varyantı tespit edildi. Bu varyant 2.
pozisyonda glutamik asidin glisine dönüşümüne neden olmaktadır. Negatif yüklü, polar bir aminoasit olan
glutamik asidin; hidrofobik özelliğe sahip glisine dönüşümü nedeniyle, bu mutasyonun AR geninin fiziksel
yapısını ve proteinin 3 boyutlu yapısını bozabileceğini düşündü k.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
İsmihan İlknur Uysal, Ahmet Kağan Karabulut, Muzaffer Şeker, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
The Effects Of Ethanol On Development And MorphogenesIs Of The MammalIan Embryos At The Stage Of Early OrganogenesIs And The Role Of Free RadIcals In ThIs Effect
Gebe kadınların aşırı alkol almaları Fötal Alkol Sendromu adı verilen ve etanolün prenatal dönemde embriyotoksik etkileri sonucu ortaya çıkan bir patolojiye neden olmaktadır. Etanol’ün bu dönemde hücresel ve moleküler düzeydeki etki mekanizmaları ise tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada etanolün embriyonik büyüme ve gelişme ile morfolojik yapı üzerine olan etkileri ve serbest radikallerin bu etkilerdeki rolünün araştırılması amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi hayvan laboratuvarından elde edilen Wistar ratlardan gebeliklerinin 9.5 uncu gününde diseke edilerek çıkartılan embriyoların rat serumu içerisinde 48 saat süreyle kültürü yapıldı. Kültür ortamı olarak; kontrol grubu için normal rat serumu kullanılırken, deney grupları için rat serumuna değişen konsantrasyonlarda etanol (250-500 mg%) ilave edildi. Ayrıca etanol’ün toksik etkisinin tüm parametreleri etkilediği dozu ile birlikte antioksidan superoksid dismutaz (SOD) kültür ortamına ilave edildi. Her bir konsantrasyon için 10 rat embriyosu kullanıldı. Etanol’ün rat embriyolarının gelişim parametreleri (total morfolojik skor, yolk salk çapı, tepe-kıç mesafesi, somit sayısı, embriyo ve yolk salk protein içerikleri) üzerine doz bağımlı etkileri, morfolojik ve biyokimyasal yöntemlerle karşılaştırıldı. Embriyolar malformasyon varlığı açısından da değerlendirildi. Kontrol embriyoları ile karşılaştırıldığında etanol’ün doz bağımlı olarak bütün gelişimsel parametreleri gerilettiği (P<0.05) ve genel morfolojide bozukluklara sebep olduğu gözlendi. Özellikle nöral tüp olmak üzere değişik bölgelerde hematomlar gözlendi. Kültür ortamına etanol ile birlikte SOD eklendiğinde büyüme ve gelişme parametrelerinde artış (P<0.05) ve malformasyon sıklığında azalma (P<0.05) tespit edildi. Etanol’ün organogenez dönemindeki rat embriyoları üzerine doz bağımlı gelişimsel toksisiteye sebep olduğu ve bu etkilerde serbest oksijen radikallerinin rol oynayabileceği belirlendi.
The excessive maternal alcohol drinking results in Fetal Alcohol Syndrome which is a pathology caused by the embryotoxic effects of ethanol in prenatal period. The mechanisms of ethanol action at the cellular or molecular levels are scarce. In this study it was aimed to investigate the effects of ethanol on growth and development of mammalian embryos as well as the morphological structure and the role of free radicals on these effects. Wistar rats were obtained from the Selcuk University Experimental Medicine Research Center and their 9.5 days embryos were explanted and cultured for 48 hours in rat serum. Whole rat serum used as a culture medium fort he control group while different concentrations of ethanol (250-500 mg%) were added tor at serum fort he experimental groups. Also, the lowest effective concentration of ethanol for all parameters was added to the culture media in the presence of an antioxidant superoxide dismutase (SOD). Ten embryos were used for each experimental condition. Dose-dependent effects of ethanol on embryonic developmental parameters such as; total morphological score, yolk sac diameter, crown-rump length, somite number, embryo and yolk sac protein contents were compared using morphological and biochemical methods. Each embryo was evaluated for the presence of any malformations. Compared to the control embryos, ethanol significantly decreased all developmental parameters döşe-dependently (p<0.05) with an increase in overall dismorphology. The haematoma in different regions, especially in the neural tube was most frequently observed. When the SOD was added to theculture media in the presence of ethanol, growth and developmental parameters were improved (p<0.05) and there was a decrease in the incidence of malformations (p<0.05). A döşe dependant developmental toxicity of ethanol on rat embryos during organogenesis wasdetermined, these effects might involve free oxygen radicals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Ahmet Nihat Baysal, Tamer Baysal, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results Of Tetralogy Of Fallot
Bu çalışmanın amacı, Fallot tetralojisinde (FT) tam düzeltme sonrası, cerrahi sonuçlarımızın değerlendirilmesidir. Kliniğimizde 2001–2009 yılları arasında 35 hasta, FT tanısıyla operasyona alındı. 5(%14.2) hastada Down sendromu, 3(%8.5) hastada patent duktus arteriozus, 2(%5.7) hastada pulmoner atrezi, 1 (% 2.8)hastada hipotroidi ve 1(%2.8) hastada koroner arter anomalisi mevcuttu. Ayrıca 5 hastaya daha önceden kliniğimizde modifiye Blalock-Tausing şant işlemi yapılmıştı. Komplet tamir yapılan hastaların geç dönemlerinde pulmoner kapakta yetmezlik oluşturmamak için transanuler girişim sınırlı yapılmakla beraber, 12(%34.2) hastada transanüler yama ile tamir uygulamak zorunda kalındı. Tamirden sonra erken mortalite 3(%8.5) hastada gelişti. 23 hasta ortalama 6.7 yıl süreyle takip edildi. Bir hasta, pulmoner gradient nedeniyle 15. ayda reoperasyona alındı, ancak multiorgan yetmezliğinden kaybedildi. Komplet atrioventriküler blok ve geç devre disritmi görülmedi. Transanüler yama yerleştirilen 12 hastada gelişen 2˚ pulmoner yetmezlikler izlemde kaldı. VSD ve infundibuler stenozun transatriyal yolla, gerekirse transpulmoner yolla düzeltilebileceği ve uzun dönemde de pulmoner yetmezlik ve sağ ventrikül disfonksiyonunun engellenebileceği düşüncesindeyiz.
The aim of this study is to evulate our surgical results of Tetralogy of Fallot. Between 2001–2009, 35 patients with Tetralogy of Fallot underwent to total correction at our department. Five of them had Down syndrome (%14.2), 3 had patent ductus arteriousus (%8.5), 2 had pulmonary atresia (%5.7), 1 had hypothyroidism (%2.8) and 1 had coronary artery anomaly (%2.8). Five patients had Blalock-Tausing shunt in their medical history. Transannular approach was avoided because of causing pulmonary valve insufficiency in late period, but it was obliged to apply in 12 patients. Early mortality occured in 3 cases (%8.5) after repair. Twenty three patients were followed for mean 6.7 years. One patient with pulmonary gradient underwent reoperation at postoperative 15th month and died due to multiple organ failure. There were no complet atrioventricular block and disrhythm in long term. Second degree pulmonary insufficiency that was developed in 12 patients who underwent transannular patch closure was followed up to day. We think that ventricular septal defect and infundibular stenosis could be corrected via transatrial approach, if necessary via transpulmonar approach and in long term, pulmonary insufficiency and right ventricular disfunction could be prevented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Tiroid Hastalıkları
Aybike Tazegül, Bülent Şimşek
Derleme
Özeti
Gebelikte Tiroid Hastalıkları
ThyroId DIseases In Pregnancy
Gebelik öncesi ve gebelik sırasında görülen tiroid hastalıklarının tanınması ve erken tedavi edilmesi, hem anne hem de bebek için çok önemlidir. Tiroid hormon sentezinin artması, idrar ile iyot kaybı ve plasenta yolu ile fetusa iyot geçişi gebelerin günlük iyot gereksinimini arttırır. Gebelerde tiroid fonksiyonlarını değerlendirebilmek için serum serbest T4 (sT4), serbest T3 (sT3) ve TSH seviyeleri tayin edilmelidir. Maternal ve fetal tiroksin düşüklüğü geri dönüşü olmayan SSS gelişim defektlerine yol açmaktadır. Endemik kretenizm ve zekâ geriliği en önemli komplikasyonlardandır. Bu nedenle iyot tedavisine mümkünse gebelik öncesi başlanmalıdır. Hipertiroidizm durumunda ise abortus, prematüre doğum, preeklampsi ve plasenta dekolmanı gibi komplikasyonlara yol açabilir. Bu nedenle gebelik sırasında tiroid fonksiyon testleri dikkatle takip edilmelidir.
The diagnosis and the early treatment of the thyroid diseases occuring before and during pregnancy are essential for both mother and baby. Increased synthesis of the thyroid hormones, urinary iodine loss, and transfer of iodine to the fetus through the placenta increase the daily iodine requirement in pregnant women. In order to evaluate the thyroid functions in pregnant women, the serum free T4 (fT4), free T3 (fT3), and TSH levels should be determined. Low levels of maternal and fetal thyroxin, lead to irreversible central nervous system development defects, where endemic cretinism and mental retardation are the most significant complications. Therefore, if possible, iodine treatment should be initiated prior to pregnancy. On the other hand hyperthyroidism, can lead to complications such as abortion, premature birth, preeclampsia, and placenta detachment. Thus, thyroid function tests should be monitored carefully during pregnancy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Hastalarında Hemostatik Sistemin Arteriyovenöz Fistül Trombozu Yönünden İncelenmesi
Erhan Ağca, Yunus Erdem
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Hastalarında Hemostatik Sistemin Arteriyovenöz Fistül Trombozu Yönünden İncelenmesi
EvaluatIon Of HemostatIc System In PatIents WIth ArterIovenous FIstula ThrombosIs On HemodIalysIs
Hemodiyalize giren hastalarda trombotik yöne doğru eğilim artmıştır. Bu nedenle bu hastaların hemostatik durum yönünden araştırılması planlanmıştır. Araştırma için hemodiyalize giren 45 hasta ile (27 erkek, 18 kadın) 15 sağlıklı kontrol grubu (8 erkek, 7 kadın) hemostatik parametreler açısından karşılaştırıldı. Hemodiyaliz hastalarında APC rezistansı ve rezistans oranının yüksek olduğu, ATIII ve tPA antijen düzeylerinin düşük olduğu saptandı. AVF trombozu olan vakalarda tromboz öyküsü olmayan AVF hastalarına göre anlamlı bir şekilde vWF antijen seviyelerinin yüksek olduğu saptandı. Hemodiyalize giren hastalarda APC rezistansının yüksek olduğunu, bu yüksekliğin pre-trombotik duruma yardımcı olabileceğini, AT III düşüklüğünün de yine pre-trombotik durum yönünden etkiyebileceğini, tPA düşüklüğünün hipofibrinolizi yansıttığını ve bu yüzden pretrombotik durum olarak etki edebileceğini, AVF problemi olan hastalarda vWF yüksekliğinin bunlardaki vasküler endotel hasarının daha fazla olduğunu ve bunun da trombojenik bir faktör olarak pretrombotik duruma katkı edebileceğini gösterdi. Hemodiyalize giren hastalarda tormbotik AVF problemlerinde pre-trombotik durumların taranması ve
Hemodialysis patients have a tendency toward to thrombosis. AVF thrombosis is frequent in those patients. Study was aimed to evaluate patients by means of hemostatic state at our study, hemostatic parameters in haemodialysis patients with respect to healthy group were evaluated. Haemodialysis group (HDG) consisted of 45 patients (27 male, 18 female) and control group (CG) consisted of 15 healthy persons (8 male, 7 female). These parameters were evaluated whether contributing to thrombosis APC resistance is found to be higher in patient group. AT III and tPA antigen levels are low in patient group, while vWF antigen levels are high in patients with AVF problem compared to healthy subjects. Hypofibrinolysis and prethrombotic state were thought to play role in contributing vascular endothelial injury and AVF thrombosis. These findings reflect the pre-trhrombotic state and injured vascular endothelium in HDG with AVF problems. Thus, Hemodialysis patients must be screened and evaluated by means of pre-thrombotic events for better AVF survival and outcome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alport Sendromu
Ahmet Özel
Derleme
Özeti
Alport Sendromu
Alport Syndrome
Alport sendromunun moleküler temelleri, tanı ve tedavisindeki yenilikleri gözden geçirildi, kollajen IV protein dizisi ve ilgili genlerin yerlerinin bulunması, Alport sendromundaki çok farklı klinik bulgu ve belirtilen açıklanmasını sağlamış, tanı ve tedavide yeni yaklaşımların geliştirilmesine yardımcı olmuşutru. İmmünohistokimyasal incelemeler Alport sendromunun X'e bağlı ve otozomal şekillerinin ayırdedilmesinde yardımcı olur. Şüpheli durumlarda genom ik incelemeler yapılabilir, halen etkili bir tedavisi olmayan hastalıkla gen tedavisi ile ilgili çalışmalar gelecek için ümit vadetmektedir.
The recent developments involving the molecular basis, diagnosis and treatment of Alport's syndrome was reviewed. The determination of the nature of type IV collağen and localisation of its genes have provided new insights in the understanding of the different sign and symptoms of Alport's syndorme and helped to reach new approaches in diagnosis and treatment. Immunohistochemical examinations may help to distinguish the X linked and autosomal forms of Alport's syndrome. The genomic investigations may be reçuired in suspected cases. İn this disease with no effective treatment the gene therapy is promising.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kayıp Tiroid Nerede?
lingual Tiroid
Orkide Kutlu, Şamil Ecirli, Abdullah Sakin, Mustafa Çaycı
Olgu sunumu
Özeti
Kayıp Tiroid Nerede?
lingual Tiroid
Where Is The Lost ThyroId?
lIngual ThyroId
Tiroid dokusunun embriyolojik gelişimi esnasında tiroglossal
kanal boyunca migrasyonunda yetersizlik ektopik tiroid ile sonuçlanır.
Lingual tiroid en sık ektopik yerleşimdir. Genellikle asemptomatik
olmakla birlikte normal tiroid dokusunda görülen adenom, hiperplazi,
inflamasyon ve malignite gibi durumlar ektopik doku için de söz
konusu olabilir. Bu yazıda ultrasonografik olarak normal yerleşimde
tiroid dokusu saptanmayan, sintigrafi ile dil kökü yerleşimli tiroidi
olduğunu tespit edip, hipotiroidi sebebi ile replasman tedavisi
başladığımız ve takibe aldığımız bir hastamızı nadir görülmesi sebebi
ile bildirmek istedik.
Thyroid ectopy is caused by failure of the descent of thyroid tissue
through thyroglossal duct during embryological development. Base of
the tongue is the most common ectopic localisation of thyroid gland.
It is usually asympthomatic. Adenoma, hyperplasia, inflammation,
malignancy similarly can be seen in ectopic thyroid tissue, as may
occur in normal thyroid tissue. In this report, we present the case who
has no thyroid tissue on normal localisation, searched for ectopic
localisation with scintigraphycally; treated for hypothyroidism and
followed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ankilozan Spondilit Hastalarının Serum Oksidanantioksidan Seviyeleri
Volkan Kocabaş, Hilal Kocabaş, Mustafa Kemal Başaralı, İlhan Sezer, Cahit Kaçar, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Ankilozan Spondilit Hastalarının Serum Oksidanantioksidan Seviyeleri
The Level Of Serum OxIdant-AntIoxIdant In PatIents WIth AnkylosIng SpondylItIs
Ankilozan spondilit (AS) aksiyal iskeletin ve periferik eklemlerin kronik, progresif ve inflamatuvar hastalığıdır. İnflamatuvar hastalıklarda proinflamatuar sitokinlerin yapımının artması oksidatif stres mediatörlerinin artışı ile birliktelik gösterir. Oksidatif stresin AS patogenezindeki rolü tam olarak açıklanmamıştır. Biz çalışmamızda AS’li hastaların serum oksidan ve antioksidan seviyelerini, bu seviyelerin hastalık aktivitesi ile olan ilişkisini ve sulfasalazin tedavisinin bu seviyelere olan etkisini araştırdık. Çalışmamıza 30 AS hastası ve yaş ve cinsiyet açısından denk 30 kontrol alındı. Hasta ve kontrol grubunun malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), ksantin oksidaz (XO), süperoksit dismutaz (SOD), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR) ve C-reaktif protein (CRP) değerlerine bakıldı. AS hastalarında Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite İndeksi (BASDAİ) hesaplandı. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktiviteleri hasta grupta istatistiksel olarak anlamlı yüksekken NO değerlerinde anlamlı farklılık saptanmadı. İnaktif ve aktif grup arasında NO, MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktiviteleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmadı. İnaktif grupta ise sadece SOD aktivitesi kontrol grubundan anlamlı derecede yüksekti. Aktif grupta ise MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktivitelerinde kontrol grubuna göre anlamlı yükseklik saptanırken NO değerlerinde anlamlı farklılık yoktu. Oksidan/antioksidan seviyeleri ile hastalık aktivite kriterleri olan ESR, CRP ve BASDAİ arasında korelasyon bulunmadı. Sulfasalazin tedavisi alan ve almayan hastalar arasında oksidan/ antioksidan seviyeleri açısından farklılık yoktu. Bu çalışmanın sonucunda Ankilozan spondilit hastalarında oksidatif stresin arttığını saptadık. Buna bağlı olarak oksidatif stresi azaltabilecek etkili bir antioksidan terapi AS hastalarında mevcut tedaviye ek bir tedavi seçeneği olabilir.
Ankylosing spondylitis (AS) is a chronic, progressive and inflammatory disease of axial skeleton and peripheral joints. The increase of proinflammatory cytokines production in inflammatory diseases is associated with increased in oxidative stress mediators. The role of oxidative stress in the pathogenesis of AS has not been fully explained. In our study we investigated oxidant and antioxidant level of AS patients and compared this level with disease activity and the effect of sulphasalazine treatment to this level. Thirty AS patients and age and sex matched 30 controls were included in our study. Malondialdehyde (MDA), xanthine oxidase (XO), superoxide dismutase (SOD), nitric oxide (NO) erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP) were evaluated. Bath Ankylosing Spondylitis Disease Activity Index (BASDAI) was calculated for AS patients. There was no statistically significant difference in age and sex between two groups. MDA levels and XO and SOD activities significantly higher in the patient group, while no significant differences were detected in NO values. Between inactive and active group, statistically significant difference between NO, MDA levels and XO, SOD activities were not detected. Only SOD activity in the inactive group is was significantly higher than control group. MDA levels and XO and SOD activities in the active group are significantly higher than the control group when NO values did not differ significantly. There was no correlation between Oxidant / antioxidant levels and disease activity criteria, ESR, CRP and BASDAI was found. Oxidant / antioxidant levels did not differ among patients who are taking or not taking sulphasalazine in the treatment. As a result of this study increase in oxidative stress were found in patients with ankylosing spondylitis. In this context, an effective antioxidant therapy which may reduce oxidative stress in patients with AS may be an additional treatment option.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Behçet Hastalığı Ve Amiloidoz Birlikteliği
İlknur Albayrak, Adem Küçük, Sinan Bağçacı, Sami Küçükşen, Recep Tunç
Olgu sunumu
Özeti
Behçet Hastalığı Ve Amiloidoz Birlikteliği
Behçet’s DIsease And AmyloIdosIs
Behçet hastalığı (BH) tekrarlayan oral, genital ülser ve göz
tutulumuyla seyreden, ayrıca eklem, kardiyovasküler, nörolojik,
gastrointestinal sistem ve böbrek tutulumunun da görüldüğü sistemik
bir vaskülittir. Böbrek tutulumu genelde amiloidoz olarak kendini
gösterir. Bu vaka sunumunda BH tanısıyla takip edilirken proteinüri
saptanması üzerine yapılan biyopsi sonrasında amiloidoza bağlı
böbrek tutulumu tespit edilen bir hastadan bahsedilmiştir.
Behçet’s disease (BD), is characterised with recurrent oral and
genital ulcers and eye involvement, as well as joint, cardiovascular,
neurological, gastrointestinal and renal involvement may be seen in
systemic vasculitis. Renal involvement usually manifests itself as
amyloidosis. In this paper we report a case of BH presenting with
proteinuria due to amyloidosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proteın Enerjı Malnütrisyonlu Hastalarda Lipidli Ve Lipidsiz Total Parenteral Beslenme (tpb) İle Alınan Sonuçlar
Yüksel Tatkan, Adil Kartal, Adnan Kaynak, Mehmet Metin Belviranlı, Ömer Karahan, Adem Özdemir, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Proteın Enerjı Malnütrisyonlu Hastalarda Lipidli Ve Lipidsiz Total Parenteral Beslenme (tpb) İle Alınan Sonuçlar
The Results Of Total Parenteral NutrItIon (tpn) WIth Fat And Fat-Free SolutIons In The PatIents WIth ProteIn Energy MalnutrItIon
Protein-enerji malnutrisyonlu 8 hastada lipidli ve lipidsiz total parenteral nutrisyon solüsyonlartnın etkisi araştırıkiı. Lipidsiz gruptaki bezoara bağlı rekürren barsak obstrük.siyonlu bir hasta dışındakiler kilo aldı. Lipidli grupta karaciğer fonksiyonlarında bazı önemsiz değişiklikler gözlendi. Total parenteral beslenmeden kısa bir süre sonra karaciğer fonksiyonları normale döndü.
The effect of total parenteral nutrition (TPN) with fat and fat-free solutions in eight patients who had protein-energy malnutrition was investigated. All patients gained weight except one in fat-free group with recurrent bowel obstruction due ta bezoar. Some unirnportant changes in liver functions was observed in fat group. Liver functions returned to normal values, in a short time after TPN.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maksiller Sinüste Lokalize Amiloid Tümör
Gökhan Sandal, Fatih Yüksel
Olgu sunumu
Özeti
Maksiller Sinüste Lokalize Amiloid Tümör
LocalIzed AmyloId Tumor Of The MaxIllary SInus
Amiloidoma, vücudun tüm organlarını tutabilen, dokularda
lokal olarak amiloid birikmesi ile karakterize tümöral oluşumdur.
Bununla birlikte baş-boyun bölgesinde ve özellikle de maksiller
sinüste oldukça nadir görülen bir hastalıktır. 64 yaşında bayan
hasta, yaklaşık 6 aydır mevcut olan burnun sol tarafında tıkanıklık
ve kanama şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Endoskopik muayenede
sol nazal pasajı kapatan sarımtırak görünümde polipoid kitle tespit
edildi. Paranazal sinüs tomografisinde sol maksiller sinüsü dolduran
ve medial duvarda itilmeye neden olan tümöral kitle tespit edildi.
Kitleden daha önce yapılan biopsi sonucu amiloid pozitif olarak rapor
edildi. Kesin tanı için kitlenin tamamen çıkarılması önerildi. Hastaya
endoskopik medial maksillektomi yapılarak kitle total olarak eksize
edildi. Patoloji sonucu amiloidoma olarak bildirildi. Tüm sistemlerin
incelenmesi sonucu başka organ tutulumu görülmedi. Rektal biopsisi
ve proteinürisi negatif idi. Nadir görülen bu maksiller sinüse lokalize
amiloidosis olgusunu sunuyoruz.
Amyloidoma is a tumoral deposition characterized by localized
deposition of amyloid in the tissues. It is very rare in the head
and neck region, especially in the maxillary sinus. A 64 years old
female patient applied to our clinic with complaints of left-sided
nasal obstruction and epistaxis. Endoscopic examination revealed
a yellowish polypoid mass obstructing the left nasal passage.
Paranasal sinus tomography revealed a tumoral mass filling the left
maxillary sinus and repressing the medial wall. Biopsy was positive
for amyloidosis. A complete resection of the mass was suggested
for a definite diagnosis. The tumor was removed by endoscopic
medial maxillectomy, which permitted total excision of the lesion.
Pathology results showed amyloidosis. No other organ involvement
was detected. Rectal biopsy and proteinuria were negative. Here, we
present the extremely rare case having localized amyloidosis of the
maxillary sinus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
Fatma Hümeyra Zengin, Efsun Karabudak
Derleme
Özeti
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
The Effect Of ChemerIn On Health
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
Aylin Orgen Çallı
Derleme
Özeti
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
The Importance Of Mıcro-Rna’s In Wılms Tumor
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prognostik İnflamatuvar Ve Nütrisyonel İndeks'in Çocuklarda Postoperatif Morbiditeyle İlişkisi
Engin Günel, Osman Çağlayan, Fatma Çağlayan, Ahmet Hamdi Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Prognostik İnflamatuvar Ve Nütrisyonel İndeks'in Çocuklarda Postoperatif Morbiditeyle İlişkisi
Çalışmamızda, çocuklarda cerrahi stres sonucu ortaya çıkan metabolik yanıtdaki değişiklikleri göstermede, prognostik inflamatuvar ve nütrisyonel indeks (PINI)'in güvenilirliğini ve postoperatif morbiditeleri ne oranda ortaya koyduğu araştırılmıştır. Akut karın nedeni ile başvuran ve apandektomi yapılan 32 hastada çalışıldı. Akut apan-disit (Grup 1, n=17) ve gangrenöz veya perfore apandisit saptanan (Grup 2, n=15) hastalardan preoperatif (-1), postoperatif 1. gün (+1) ve 3. gün (+3) kan alınarak serum albumin (AL), prealbumin (PA), c-reaktif protein (CRP) ve alfa-1 asid glikoprotein (AGP) değerleri saptanarak. ortalama PINI-1, PINI+ 1 ve PINI+3 değerleri hesaplandı. Grup 1 'de ortalama PINI-1, PIN1+1 ve PINI+3 değerleri sırasıyla 5.6±3.9, 15.6± 7.8 ve 5.8±3.6 bulundu (p< 0.0001). Grup 2'de ise ortalama PIN1-1, PIN1+1 ve PINI+3 değerleri sırasıyla 25.2±16.4, 47.2±28.1 ve 43.9±24.2 bulundu. PINI-1 ile PINI+1 arasındaki farkın anlamı (p<0.0001) olduğu, ancak PINI+1 ile PINI+3 arasındaki farkın anlamsız (p>0.02) olduğu bulundu. Her iki grubun ortalama PINI değerleri karılaştırıldığında, Grup 2'deki değerlerin Grup 1 değerlerine göre büyük ve farkların anlamlı (p<0.001) olduğu bulunmuştur. Bu veriler so-nucunda, PINI'm çocuklarda cerrahi strese metabolik yanıtın ortaya konmasında ve hastaların postoperatif ta-kibinde değerli ve güvenilir bir indeks olduğunu göstermektedir.
This study was undertaken ta determine the safety af prognostic inflammatory and nutritional index (PINI) as an indicator of metabolic response to surgical stress, and whether there is a relationship between PINI and post-operative morbidity in children. Thirty-two patients who were performed appendectomy were enrolled in the study. Of the pafients 17 had acute appendicitis (Group 1) and 15 had gangrenous or perforated appendicitis (Group 2). Serum albumin (AL), prealbumin (PA), c-reactive protein (CRP) ve alpha-1 acid glicoprotein (AGP) values were measured pre-operatively (-1), on postoperative day 1 (+1), and postoperative day 3 (+3) in all patients. Mean PIN1-1, PINI+1, and PIN1+3 values were calculated by using these parameters. In grup 1, mean PINI-1, PINI+1, and PIN1+3 values were fonud 5.6±3.9, 15.6±7.8, and 5.8±3.6, respectively (p< 0.0001). In group 2, the same values were 25.2±16.4, 47.2±-28.1, and 43.9±24.2, respectively. The difference between PIN1-1 and PINI+1 was found statistically significant (p<0.0001) while there was no significant difference between PIN1+1 and PIN1+3 (p>0.02) in group 2. Mean PINI values were fonud higher in group 2 compared with group 1, and the difference between two groups was statistically significant (p<0.001). These results suggest that PINI is a cafe and valuable index for determination of metabolic response to sur-gical stress in children, and postoperative follow-up of surgical patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Osman Serhat Tokgöz, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Pressure Ulcers IncIdence And RIsk Factors In IntensIve Care UnIt Of Norology
Bası yaraları morbidite ve mortaliteye yol açan önemli bir problemdir. Bu prospektif çalışmada nöroloji yoğun bakım ünitesinde bası yarası gelişme insidansı ve risk faktörleri araştırıldı. Bir yıl boyunca yoğun bakımda takip edilen 46 hastada bası yarası tespit edildi ve bulunan bası yaraları “National Pressure Ulcer Advisory Panel” e göre evrelendirildi. Yaş, yoğun bakımda kalış süresi, ortalama arteriyel basınç, basınç ülser derecelendirilmesi, hemoglobin ve albumin seviyeleri ve komorbid durumlar ile bası yarası ilişkisi araştırıldı. Bulgular: Nöroloji yoğun bakım ünitesinde yara gelişme insidansı %15 bulundu. Hipoalbümineminin, kas gücü kaybı şiddetinin, uzamış yoğun bakımda yatış süresinin bası yarası oluşma riskini anlamlı derecede artırdığı tespit edildi. Başta protein malnütrisyonunu önlemek olmak üzere primer koruma yaklaşımları yoğun bakım ünitelerinde üzerinde durulması gereken en önemli konulardandır.
Pressure ulcers, a major problem worldwide, cause morbidity and lead to mortality. We aimed to conduct a prospective study which includes incidence of pressure ulcer and risk factors for pressure ulcers in intensive care unit of neurology. Forty-six patients were evaluated according to National Pressure Ulcer Advisory Panel during the ICU period strictly. Age, hospitalization period, mean arterial pressure, pressure ulcer degree, hemoglobin and albumin levels, and comorbidities were evaluated. The incidence of pressure ulcer in neurologic intensive care unit was 15%, and hypoalbuminemia, low muscular strength, and prolonged stay in intensive care unit are significantly high in pressure ulcer group than the control group. Primer prevention of pressure ulcers is one of the major issues in intensive care unit, especially to prevent protein malnutrition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Spp Ve Diğer Gram Negatif Bakterilerde C-Reaktif Protein Ve
prokalsitonin Değerlerinin Karşılaştırılması
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Meral Kaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Asuman Güzelant
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Spp Ve Diğer Gram Negatif Bakterilerde C-Reaktif Protein Ve
prokalsitonin Değerlerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of ProcalcItonIn And C-ReactIve ProteIn
values In Brucella Spp And Other Gram-NegatIve
bacteremIas
Bu çalışmada Brucella spp., Escherichia coli, Klebsiella spp. ve
Acinetobacter spp. gibi Gram negatif bakteriyemisi olan hastalarda
prokalsitonin (PCT) ve C-reaktif protein (CRP) düzeylerinin
karşılaştırılması amaçlanmıştır. Hastalardan alınan kan örneklerinde
PCT, CRP ve kültür eş zamanlı çalışılmıştır. Bu örnekler Konya
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çalışıldı. Örnekler BACTEC
9120 kan kültür sisteminde inkübe edildi. Phoenix-100 otomatik
identifikasyon panelleri kullanıldı. Brucella spp.’in tanımlanmasında
konvansiyonel metodlara ilaveten Brucelle polivalan serum kullanıldı.
CRP değerlerinin >5 mg/L ve PCT değerlerinin ise >0.5 ng/ml olması
patolojik olarak kabul edildi (PCT’in Cut of değeri: 0.02-50 ng/ml).
PCT değerleri üç grupta değerlendirildi. Grup 1 (<0.5 ng/ml), Grup 2
(0.5-2.0 ng/ml) ve Grup 3 (>2.0 ng/ml). Brucella spp. saptanan 100,
E. coli saptanan 50, Klebsiella spp. saptanan 50, ve Acinetobacter
spp. saptanan 40 hasta olmak üzere 240 hasta çalışmaya alındı.
Brucella spp. saptanan 100 hastada da PTC değerleri Grup 1 (<0.5
ng/ml)’de, 92 hastada CRP değerleri ise >5 mg/L idi. E. coli saptanan
hastaların 34’ünde PCT değerleri Grup 3 (>2.0 ng/ml)’de, 46’sında
CRP değerleri >5 mg/L idi. Klebsiella spp. saptanan hastaların
47’sinde PCT değerleri Grup 3 (>2 ng/ml)’de , 39’unda CRP değerleri
>5 mg/L idi. Acinetobacter spp. saptanan 24 hastada PCT değerleri
Grup 2 (0.5-2.0 ng/ml)’de iken 40 hastanın tümünde CRP değerleri
>5 mg/L idi. Bazı Gram negatif bakteri infeksiyonlarında PTC ve
CRP değerleri artmakta iken, kan kültüründe Brucella spp. üreyen
hastalarda ise CRP değerlerinin arttığı ancak PCT değerlerinin ise
artmadığı saptanmıştır
In this study, we aimed to compare procalcitonin (PCT) and
C-reactive protein (CRP) levels in patients with gram-negative
bacteremia, as Brucella spp., Escherichia coli, Klebsiella spp., and
Acinetobacter spp. Simultaneous studies on culture, PCT and CRP
were done on the blood samples obtained from the patients. Samples
were investigated in Konya Research and Education Hospital, Konya,
Turkey. Samples were collected and incubated in BACTEC 9120
blood culture system. Phoenix-100 automated identification panels
were used. For Brucella spp. identification, Brucella polyvalent serum
was used in addition to conventional methods. CRP values >5 mg/L
and PCT values >0.5 ng/ml were considered pathological. (Cut of
value of PCT is 0.02-50 ng/ml.) PCT values were evaluated in three
groups as: Group 1 (<0.5 ng/ml), Group 2 (0.5-2.0 ng/ml) and Group
3 (>2.0 ng/ml). Brucella spp. were detected in 100 patients, while E.
coli in 50 patients, Klebsiella spp. in 50 patients, and Acinetobacter
spp. in 40 patients, and these 240 patients were included in the
study. For Brucella spp., PCT was in Group 1 (<0.5 ng/ml) in all
100 patients, and CRP was >5 mg/L in 92. For E. coli, PCT was in
Group 3 (>2.0 ng/ml) in 34 patients and CRP was >5 mg/L in 46. For
Klebsiella spp., PCT was in Group 3 (>2 ng/ml) in 47 patients and
CRP was >5 mg/L in 39. For Acinetobacter spp., PCT was in Group 2
(0.5-2.0 ng/ml) in 24 patients and CRP was >5 mg/L in all 40. In some
of the gram-negative bacterial infections, PCT and CRP levels were
increased, but in patients in whom Brucella spp. were grown in blood
culture, CRP level increased while PCT level did not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Karaciğer Hastalıklarında Serbest T3 Düzeylerinin Karaciğer Yetmezlik İndeksi Olarak Değeri
Hayri Karaaslan, Ekrem Doğan, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Karaciğer Hastalıklarında Serbest T3 Düzeylerinin Karaciğer Yetmezlik İndeksi Olarak Değeri
The Value Of Free T3 Level As A HepatIc FaIlure Index In ChronIc LIver DIseases
Pıhtılaşma faktörleri ve protinlerinin çoğunun yapım yeri karaciğerdir. Bu nedenle karaciğer hastalıklarında değişik derecelerde pıhtılaşma bozuklukları ortaya çıkar. Bu bozuklukları yansıtan testlerden biri olan protrombin zamanı (PZ) kronik karaciğer hastalıklarında (KKH) en önemli testlerdendir ve karaciğer parankim yetmezliğinde ilk gösterge olarak ele alınabilir. Öte yandan KKH’da sıklıkla tiroid hormon düzeylerinde de değişiklikler olmaktadır. Çalışmamızda klinik ve histopatolojik olarak KKH tanısı almış hastalarda PZ ve serbest T3 (s T3 ) düzeylerine bakılarak elde edilen değerler, aynı yaş grubu içersinde sağlıklı kişilerden elde edilen sonuçlarla karşılaştırılmış ve sT3 değerinin PZ gibi KKH’lı hastalarda, karaciğer yetmezlik indeksi olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. Çalışma sonunda hasta grubunda sT3 düzeylerinde belirgin azalma, PZ de anlamlı yükselme ile bir likte sT3 ile PZ arasında negatif korelasyon saptadık. sT3 düzeyinde belirgin azalma, azalmış karaciğer parankim kapasitesini yansıtır ve tıpkı PZ gibi karaciğer yctmizlik indeksi olarak kullanılabilir kanısındayız.
Most of the coagulation factors and their proteins are synthesized in the liver. Therefore many kind of coagulation disorders occur during chronic liver diseases. Prothrombin time (PT) is one of the most important coagulation tests which can be used in chronic liver diseases as the first line measurement of the severity of hepatic tissue insuffi- ciency. On the other hand the level of thyroid hormone can often change during chronic liver diseases. İn our study we measured PT and free T3 values of the patients with chronic liver diseases diagnosed by clinical findings and confirmed histopathologically and we also compared them with the same parameters obtained from the healh con- trol group with chronic liver diseases. İn the patient group we have detected significant decrease in free T3 and an increase in PT and a negative correlation between free T3 and PT. V/e think that, the decreased level of free T3 , is a manifestation of decreased liver tissue capacity and tike PT it can be used as a hepatic failure index.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transfuzyon Tedavısı
Aziz Polat, Ali Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
Transfuzyon Tedavısı
TransfusIon Therapy
Son zamanlarda iransfiizyon tedavisinde kom-ponent tedavisi on Plana caring olup spesifik kan komponent replasmant yaptImaktadir. Eritrosit, trombosit. plazma veya spesifik plazma proteinleri gibi kan komponentleri tam kan yerine sikhkla ye et-kili olarak kullantlabilir. Bu makalede eritrosit, trombosit ye graniilosit transfiluonu endikasyonlart ve izlenecek stratejiler tartışılmıştır.
More recently, component therapy broadened the application of transfusion therapy from blood volume support to the specific replacement of blood components. An individual component of blood such as red blood cells, platelets, plasma, or specific plasma proteins, may often be used effectively in place of whole blood. This issue describes in-dications and strategies for red cell, platelet and granulocyte transfusions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnterloonler
Gülüzar Akyol, A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
İnterloonler
Interloons
Vücudun virüsler, bakteriler gibi yabancı mikroorganizmalara karşı savunması doğal ve edinsel immuniteyle sağlanır. Bu bağışıklık sisteminin etkinliği sitokin adı verilen protein yapılı hormonlar tarafından düzenlenir.
The body's defense against foreign microorganisms such as viruses and bacteria is provided by natural and acquired immunity. The activity of this immune system is regulated by protein hormones called cytokines.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Familial Hiperkolesterolemi Tedavisinde Iki Lipoprotein Aferezi Yönteminin Karşılaştırılması
Özcan Çeneli, Mehmet Ali Karaselek, Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Mustafa Kulaksızoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Familial Hiperkolesterolemi Tedavisinde Iki Lipoprotein Aferezi Yönteminin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Two LIpoproteIn ApheresIs Methods In The Treatment Of FamIlIal HypercholesterolemIa
Amaç: Ailesel hiperkolesterolemi düşük dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyinin önemli derecede yükselmesine ve erken yaşta koroner arter hastalığı ile kalp nedenli ölüme yol açan otozomal dominant kalıtımlı bir genetik hastalıktır. Bu hastalığın heterozigot ve homozigot formları vardır ve insidansları sırasıyla 1:500 ve 1:1 000 000 olarak rapor edilmiştir. Bu hastalık sıklıkla LDL reseptörü (en sık), apolipoprotein B (Apo B), proprotein konvertaz subtilisin/cexin 9 (PCSK9) ve LDL reseptör adaptör proteini (LDLRAP) gen mutasyonları nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ailesel hiperkolesterolemili hastalar statin gibi lipid-düşürücü tedavilere iyi yanıt vermez ve bu nedenle lipoprotein aferezi seçkin tedavi yöntemidir.
Gereç ve Yöntemler: Homozigot ailesel hiperkolesterolemi tanısı alan 20 yaşında kadın hastada, çift filtrasyon plazmaferez (DFPP) ve dekstran sülfat kolonu (DSC) olmak üzere farklı iki lipoprotein aferez yönteminin sonuçlarını karşılaştırdık. 20 seans çift filtrasyon plazmaferez (DFPP) ve 20 seans dekstran sülfat kolonu (DSC), toplam 40 aferez seansı değerlendirildi.
Bulgular: İki yöntemin karşılaştırılmasında, yüksek dansiteli lipoprotein (YDL), lökosit, platelet, potasyum, kalsiyum, protrombin zamanı ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı değerleri değişiklikleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
Sonuç: Sonuç olarak, çalışmamız iki farklı yöntemin serum elektrolit değerleri, hemostaz ölçütleri ve lökosit, trombosit sayılarına farklı etkileri olduğunu gösterdiği için, aferez yöntemi seçiminin hastanın klinik ve laboratuvar bulgularına göre yapılmasının daha uygun olacağını düşündürmektedir.
Objective: Familial hypercholesterolemia (FH) is an autosomal dominant inherited genetic disorder that causes a significant increase in low-density lipoprotein (LDL) cholesterol levels and leads to early coronary heart disease and cardiac mortality. Although this disease has a heterozygous (HeFH) and homozygous (HoFH) form, the incidence of HeFH is reported to be 1: 500, while HoFH is reported to be 1: 1 000 000. This disease is often caused by LDL receptor (most common), apolipoprotein B (Apo B), Proprotein Convertase Subtilisin/Kexin 9 (PCSK9), and LDL receptor adaptor protein (LDLRAP) gene mutations. Patients with FH do not respond well to lipid-lowering therapies such as a statin, and so lipoprotein apheresis is the treatment of choice.
Material and Methods: We compared the results of lipoprotein apheresis in a 20-year-old female patient diagnosed with HoFH with two different methods [double-filtration plasmapheresis (DFPP) and dextran sulfate column (DSC) methods]. 40 lipoprotein apheresis procedures including 20 sessions of DFPP and 20 sessions of DSC were evaluated.
Results: When the two methods were compared the changes in high-density lipoprotein, white blood cells, platelets, potassium, calcium, prothrombin time (INR) and activated partial thromboplastin time values were statistically significant.
Conclusions: In conclusion, our study suggests that it would be more appropriate to choose the apheresis method according to the clinical and laboratory findings of the patient since it shows that two different methods have different effects on serum electrolyte values, hemostasis criteria and leukocyte and platelet counts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezliği Hızla Düzelen Bir İmmünglobülin-A Nefritli Vaka
Bülent Ataş, Hasan Esen, Hüseyin Altunhan
Olgu sunumu
Özeti
Böbrek Yetmezliği Hızla Düzelen Bir İmmünglobülin-A Nefritli Vaka
A Case WIth ImmunoglobulIn-A NephrItIs RapIdly ResolvIng Renal FaIlure
Primer immünglobülin A (IgA) nefriti glomerül mezengiumunda baskın olarak IgA depolanması ile seyretmektedir. Makroskopik veya mikroskopik hematüri görülür ve proteinüri hematüriye eşlik edebilir. IgA nefriti seyrinde nadiren akut böbrek yetmezliği (ABY) ortaya çıkmaktadır. Burada 15 yaşında ABY ile gelen ve böbrek yetmezliği hızla düzelen IgA nefritli bir erkek vaka sunulmuştur.
Primary immunoglobulin A (IgA) nephritis associated with dominantly IgA deposition in glomerular mezengium. Macroscopic or microscopic hematuria are seen and proteinuria may be associated with hematuria. Acute renal failure (ARF) rarely occurs in the course of IgA nephritis. In here, a male case 15 years old with IgA nephritis had been presented with ARF and rapidly resolving renal failure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Hayrullah Alp, Sevim Karaarslan, Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hakan Altın, İlknur Yavuz
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Body Temperature In Down Syndrome ChIldren WIth CongenItal Heart DIsease
Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda gün içerisindeki vücut ısı değerlerinin belirlenmesi ve bulguların kontrol grubu ile karşılaştırılması. Çalışmaya, hastanemiz çocuk kardiyoloji servisinde Eylül-2010 ve Ağustos-2011 tarihleri arasında enfeksiyon dışı çeşitli nedenler ile yatırılarak takip edilen ve doğuştan kalp hastalığı bulunan 51 Down sendromlu vaka alındı. Kontrol grupları ise sırasıyla Down sendromu olmayan doğuştan kalp hastalığı bulunan ve bulunmayan olmak üzere her biri 26 kişiden oluşan çocuklardan seçildi. Tüm gruplarda yatış esnasında; sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı belirlendi. Ayrıca, açıklanamayan ve sık tekrarlayan üst veya alt solunum yolu enfeksiyonu öyküsü olan Down sendromlu vakalarda humoral ve hücresel immün sistemler değerlendirildi. Tüm hastalarda sabah, öğlen, akşam ve gece ikişer kez olmak üzere toplam sekiz zaman diliminde vücut ısısı ölçümü yapıldı. Gruplar arasında sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı açısından istatistiksel anlamlılık tespit edilmedi. Down sendromlu vakalarda en sık tespit edilen doğuştan kalp hastalığı izole ventriküler septal defektti. Down sendromlu grup ile diğer iki kontrol grupları arasında ölçüm yapılan tüm zaman aralıklarında, vücut ısısı değerleri açısından anlamlı fark olduğu ve Down sendromlu vakalarda bazal vücut ısısının gün boyunca yüksek seyrettiği görüldü. Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda bazal vücut ısısı gün içerisinde sağlıklı çocuklara göre daha yüksek seyretmektedir. Bunun nedeni eşlik eden hemodinamik bozukluklardan öte bu Down sendromunda hipotalamik termoregülatuvar merkezin bozukluğundan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle Down sendromlu vakalarda ateş için sınır değer sağlıklı çocuklardan farklı olmalıdır.
Evaluation of body temperature in a day period in Down syndrome children with congenital heart disease and comparison of results with control group. Fifty-one Down syndrome children with congenital heart diseases who were hospitalized and followed up in pediatric cardiology clinic because of various non-infectious etiologies between September 2010 and August 2011 were included in the study. The two control groups were selected from 26 non-Down children who had and had not congenital heart disease respectively. Sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts were determined in all groups during hospitalization. Humoral and cellular immune systems were evaluated in Down syndrome patients with recurrent and/or nonexplained upper and lower airway infectious. Body temperature was determined in all patients twice a day in morning, noon, evening and night. No statistical differences was detected between the groups according to sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts. Isolated ventricular septal defect is the most common detected congenital heart disease in Down syndrome patients. Body temperature measurements were statistically different in Down syndrome group than two control groups and it was detected that basal body temperature was higher during the day. Body temperature is higher in Down syndrome children with congenital heart disease during the day. This is because of the defect in hypothalamic temperature regulator center rather than the hemodynamic defect. For this reason the limit temperature of fever in Down syndrome patients should be different than healthy children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
Bülent Ataş, Serkan Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
The Changes Of Heat Shock ProteIn 90 Alpha And VItamIn Levels In PedIatrIc PatIens WIth FamIlIal MedIterranean Fever
Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tanılı hastalarımızın atak ve remisyon dönemlerinde ısı şok protein (HSP) 90 alfa ve vitamin düzeyindeki değişimleri sağlıklı gönüllülerle kıyaslamak ve bu moleküllerin AAA atağını kontrol etmede, amiloid birikimini önlemede faydasının olup olmayacağını araştırmak, ayrıca bu moleküllerin AAA gen mutasyonları ile ilişkilerinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemiz çocuk nefrolojisi bölümünde AAA tanılı 6 ay-18 yıl arası 30 hastadan atak ve remisyon dönemlerinde ve 30 sağlıklı gönüllüden alınan kan örneklerinde HSP 90 alfa, A vitamini, B 12 vitamini, D vitamini, E vitamini ve folik asit düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar istatistiki olarak birbirleriyle kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların 19’u (%63,3) erkek, 11’i (%36,7) kızdı ve yaş ortalaması 11 yıldı. Hastaların atak döneminde en sık başvuru şikayeti ateşten sonra 19 (%63,3) hastada karın ağrısı idi ve sadece yüksek ateş beş (%16,7) hastada saptandı. En sık genetik mutasyon M694V 14 (%46,7) hastada varken beş (%16,7) hastada mutasyon saptanmadı. HSP 90 alfa atak grubunda en yüksek, en düşük ise remisyon grubunda olmasına rağmen gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. B12 vitamini gruplar arasında anlamlı düzeyde farklıydı ve en yüksek değer kontrol grubundaydı. D vitamini atak ve remisyon grupları arasında anlamlı derecede farklıydı ve en yüksek değer atak grubunda idi. Ayrıca D vitamini düzeyi erkeklerde anlamlı yüksekti. A vitamini, E vitamini ve folik asit değerleri arasında anlamlı fark bulunmadı. AAA gen mutasyonlarının HSP 90 alfa ve vitamin düzeyleri üzerinde etkili olmadığı saptandı.
Sonuç: Bulgularımız AAA'da serum HSP 90 alfa, D vitamini, E vitamini ve folik asit değerlerinin normal olduğunu, ancak B12 vitamini ve A vitamini düzeylerinin atak ve remisyon sırasında düşük olduğunu göstermiştir. Ancak konuyla ilgili daha geniş serileri içeren prospektif çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: It was aimed to compare with healthy volunteers the changes in heat shock protein (HSP) 90 alpha and vitamin levels during exacerbation and remission periods in our patients with familial Mediterranean fever (FMF), to research whether these molecules will benefit in control of FMF exacerbation and prevention of amyloid accumulation, and also to investigate the relationship of these molecules with FMF gene mutations.
Patients and Methods: HSP 90 alpha, vitamin A, vitamin B 12, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were studied in 30 patients with AAA diagnosed in our hospital's pediatric nephrology department during the exacerbation and remission periods and 30 healthy volunteers. The results were compared statistically.
Results: In our series, 19 (63.3%) of the patients were male, 11 (36.7%) were female, with a mean age of 11 years. The most common presenting complaint was abdominal pain (n=19; 63.3%) after fever and only high fever was found to be present in five (16.7%) patients. The most common genetic mutation was M694V (n=14; 46.7%), whereas no mutation was detected in five (16.7%) patients. Although HSP 90 alpha was the highest in the exacerbation group and the lowest in the remission group, there was no significant difference between the groups. Vitamin B12 was significantly different between the groups and the highest value was in the control group. Vitamin D was significantly different between the exacerbation and the remission groups and the highest value was in the exacerbation group. In addition, vitamin D levels were significantly higher in boys. There was no significant difference between vitamin A, vitamin E and folic acid levels. FMF gene mutations did not affect HSP 90 alpha and vitamin levels.
Conclusion: Our findings showed that serum HSP 90 alpha, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were normal in AAA, but vitamin B12 and vitamin A levels were low during exacerbation and remission. However, we think that prospective studies including larger series should be performed about the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Salmonella Typhi’ye Bağlı Gelişen Ensefalit Olgusu
Ertan Sal, Mehmet Açıkgöz, Cihangir Akgün, Erdal Peker, Fesih Aktar, Muhammed Akıl, Hüseyin Çaksen
Olgu sunumu
Özeti
Salmonella Typhi’ye Bağlı Gelişen Ensefalit Olgusu
An EncephalItIs Case Caused By Salmonella TyphI
Salmonella enfeksiyonları çocuklarda kendini sınırlayan gastroenterit enfeksiyonları şeklinde ortaya çıkar. Salmonella enfeksiyonları nadiren merkezi sinir sistemi enfeksiyonu şeklinde karşımıza çıkar. Salmonellalara bağlı merkezi sinir sistemi enfeksiyonlarının yaklaşık %83’ü 2 yaşın altında görülür. Bu makalede, konvülziyon şikayetiyle getirilen, beyin omirilik sıvısı incelemesinde protein artışı olup mikroskopla direk bakıda hücre görülmeyen elektroensefalogram ve beyin magnetik rezonans incelemesi ensefalitle uyumlu olan takiplerde ensefalit etkeni olarak Salmonella Typi tespit edilen oniki yaşında erkek sunulmuştur. Vaka ensefalit etkenleri arasında nadirde olsa Salmonella Typi görülebileceğini hatırlatmak vurgulamak amacıyla sunuldu.
Salmonella infections in children usually present with self limiting gastroenteritis. These infections rarely affect the central nervous sytem and are usually seen under the age of 2 years. In this article, a 12-year-old male patient is presented who was admitted with the complaint of convulsions. On examination, the protein was found to be increased in the cerebrospinal fluid and no cell was observed on direct microscopy. Electroencephalogram and brain magnetic resonance imaging findings were consistent with encephalitis and the agent of encephalitis was found to be Salmonella Typhi. The case was presented in order to remind that Salmonella Typhi can be observed within encephalitis agents, albeit rarely observed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Proksimal Tübülusuna Deneysel Hipotiroidizimin Etkileri
Aysel Kükner, Jale Öner
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Proksimal Tübülusuna Deneysel Hipotiroidizimin Etkileri
Effect Of ExperImentally HypothyroIdIsm An Renal ProxImal Tubule.
Bu çalışmada 6-propil-2-tiourasil (PTU) ile sıçanlarda deneysel hipotiroidlzm oluşturularak böbrekteki etkileri, glomerül ve tübül yapıları mikroskopik düzeyde incelenmesi amaçlandı. Ağırlıkları ortalama 200-250 gr olan 60 günlük toplam 12 ergin dişi sıçanlar kullanıldı. Denekler 2 gruba ayrılarak bir gruba 15 gün süre ile 10 mg/kg gün propil tiourasil periton içine verildi. Kontrol olarak kullanılan diğer gruptaki deneklere serum fizyolojik enjekte edildi. Işık ve elektron mikroskopik olarak incelenen böbrek yapısında iç ve dış medullanın kontrol grubuna benzediği, kodekste bazı glomerül kapillerlerinde genişleme, dolgunluk, kapsül boşluğunda genişleme olduğu görüldü. Özellikle proksimal tübüllerde bazal katlantıların oldukça belirginleştiği, epitel hücreleri arasında açılmalar olduğu, vakuolize bir görünüm oluştuğu saptandı. İnce yapı düzeyinde glomerül filtrasyon bariyerinde herhangi bir bozulma veya bazal laminada değişiklik olmadığı, kontrol grubu ile benzerlik gösterdiği tespit edildi.
İn this study, experimental hypothyroidism in rats was induced using 6-propyl-2-tiouracyl (PTU) and its effects on kidney, glomerule and tubules structure were investigated at microscopic level. İn the experiments, 60 days old 12 female rats which weighted 200-250 gr were used. The rats were separeted into two groups. To one group, 10 mg/kg day PTU was introduced intraperitoneally for 15 days. To other group which was used as a control group %0.9 physiological solution (PS) was injected intraperitoneally for 15 days.. İn the renal structure investigated by light and electron microscope, it was observed that internal and external medulla were similar to those of the control group. Moreover, some expansion in glomerül capillaries of cortex, plumpness and expansion in capsule cavity were observed. Particularly, basal folding in proximal tubule was found to be evident. Likevvise, increase in intercelluler spaces and formation of a vacuolize view were found. İt was found that there was no any damage in glomerule filtration barrier at thin structure level. İt was also found that there not no any difference in basal lamina which was similar to the control group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
İdris Mehmetoğlu, Abdullah Sivrikaya
Derleme
Özeti
Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
SItosterolemIa (ß-SItosterolemIa)
Amaç: Sitosterolemi; fitosterolemi olarak da adland›r›lan, artmış plazma ve doku sterol konsantrasyonuyla karakterize, çok nadir görülen otozomal resesif kalıtsal bir hastalıktır. Erken koroner ateroskleroza eğilim gösteren, tendon ve tüberoz ksantomlarıyla karakterizedir. Bu makalede sitosterolemi hastalığı ile ilgili bilgiler derlenmiştir. Ana Bulgular: Sağlıklı kişilerde total plazma bitki sterol konsantrasyonu 1mg/dl’den daha az olduğu halde, sitosterolemi hastalarında bu oran 12-40 mg/dL kadar yükselmektedir. Sitosterolemi hastalarında, bitki sterolleri olarak başta sitosterol ve kampesterol artmış olmasına rağmen, aynı zamanda stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol ve sitositanol da bulunur. Sitosterolemi’nin ABCG8 ve ABCG5 proteinleri için genlerin herhangi birinde mutasyonlardan kaynaklandığı belirlenmiştir. ATP-bağlayıcı kaset (ABC) transport proteinleri bitki sterollerini intestinal hücrelerde bağırsak lümeni içerisine geri pompalayarak, sterol absorpsiyonunu azaltırlar. Sonuç: Sitosterolemi hastalığının teşhis ve tedavisinde yanılmamak için, şüpheli kişilerde mutlaka sitosterollerin ölçülmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Aim: Sitosterolemia -also known as phytosterolemia- is a rare autosomal, recessively inherited disease characterized by elevated plasma and tissue plant sterol concentrations. Sitosterolemia is characterized by tendon and tuberous xanthomas and by a strong propensity toward premature coronary atherosclerosis. In this article information concerning sitosterolemia disease are reviewed. Main Main Findings: In contrast to healthy subjects with total plasma plant sterols less than 1 mg/dl, patients with sitosterolemia have plasma phytosterol levels in the range of 12 to 40 mg/dl. The main plant sterols in patients with phytosterolemia are sitosterol and kampesterol but also elevated levels of stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol, sitostanol are found. Sitosterolemia has been shown to result from mutations in either of the genes for 2 proteins (ABCG5 or ABCG8). These ABC transporters preferentially pump plant sterols out of intestinal cells into the gut lumen, thereby decreasing sterol absorption. Results: We believe that it is important to measure blood sitosterol levels in suspicious patients in order to get correct diagnosis and treatment the sitosterolemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Tülin Demir, Bağnu Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Seroprevalence Of BrusellosIs In KIrsehIr ProvInce And SIgnIfIcance Of SerologIcal And BIochemIcal Tests In The DIagnosIs Of BrucellosIs
Bruselloz enfekte hayvanların sıklıkla et ve sütlerinin tüketimi ile insanlara bulaşan; ateş, kas ve eklem ağrıları ile seyreden bakteriyel zoonotik bir hastalıktır. Çoğu laboratuvarda kan kültürü yapılamaması, bakterinin yavaş üreme özelliği göstermesi ve antibiyotiklerden etkilenmesi nedeniyle tanıda Rose Bengal plate aglutinasyon (RBPA) ve tüp aglutinasyon testi gibi serolojik test yöntemleri kullanılmaktadır. Enfeksiyon seyrinde biyokimyasal parametrelerde değişimler de izlenmektedir. Bu çalışmada, bölgemizdeki bruselloz seroprevalansı Rose Bengal ve standart tüp aglutinasyon (STA) testi ile belirlendi ve bruselloz olarak tanımlanan hasta serumlarında biyokimyasal değerlerdeki değişimler incelendi. Bruselloz ön tanısı ile mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen 4041 hasta serumundan 144’ünde Rose Bengal testi pozitif olarak saptandı. Bunların 121’inde ise STA testi ile 1/160 ve üzeri titre tespit edildi. Çalışma grubumuzda bruselloz seroprevalansı %2,99 olarak belirlendi. Bu örneklerin 98’inde (%81) C-reaktif protein (CRP), 66’sında (%54,5) eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), 29’unda (%24) alanin aminotransferaz (ALT) ve aspartat aminotransferaz (AST) yüksek olarak belirlendi. Ayrıca olguların 11’inde (%9,1) lökositoz, 12’sinde (%9,9) lökopeni, 46’sında (%38,1) anemi ve 53’ünde (%43,8) trombositopeni mevcuttu. STA titresi arttıkça CRP seviyesinde paralel bir yükselme olduğu, lökosit ve trombosit sayısının düştüğü saptandı. Sonuç olarak, özellikle serum CRP düzeyinin bruselloz tanı ve takibinde faydalı bir biyokimyasal test parametresi olabileceği düşünülmektedir.
Brucellosis is a bacterial zoonotic disease with the major symptoms such as fever, joint and muscle pain generally caused by consumption of meat and milk of infected animals. Serological test methods such as Rose Bengal plate agglutination (RBPA) and standart tube agglutination test, are used in the diagnosis of brucellosis because of the lack of availability of blood culture in several laboratories, the low growth rate and ease to be effected by antimicrobials of the bacteria. Variations in biochemical parameters could be seen in the course of infection. In this study, seroprevalence of brucellosis in our region was determined by Rose Bengal and standart tube agglutination tests, and variations in biochemical parameters of the sera defined as positive for brucellosis were also evaluated. Rose Bengal test was found to be positive for 144 out of 4041 patient sera send to Microbiology Laboratory with the initial diagnosis of brucellosis. Among these sera, agglutination titer of 1/160 and over was detected in 121 samples. Seroprevalence for brucellosis was 3.56% for our study group. Among patient sera found to be positive in STA, 98 (81%) showed increase in C-reaktif protein (CRP) level, 66 (54.5%) in erytrocyte sedimantation rate (ESR), 29(24%) in alanin aminotransferase (ALT) and aspartat aminotransferase (AST). Additionally, leucocytosis was seen in 11 (9.1%), leucopenia in 12 (9.9%), anemia in 46 (36%) and thrombocytopenia in 53 (43.8%) patient sera. As STA titer increased CRP level had a paralel rise, but the platelet and leukocyte number decreased. In conclusion, especially serum CRP level could be a useful biochemical test parameter for the diagnosis and follow-up of brucellosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıpertıroidılı Ve Hıpotıroidili Hastalarda Hba1-C Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
Mustafa Yöntem, Mustafa Ünaldı, Mehmet Gürbilek, İsmail Öztok, Süleyman Türk, Hüseyin Uysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hıpertıroidılı Ve Hıpotıroidili Hastalarda Hba1-C Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
ComparIsIon Of Hba1-C Levels Of HyperthyroId, HypothyroId And Healthy Subjects
Fizik ve Laboratuvar bulgulanyla teşhisleri ke-sinlik kazanmış 42 hipertiroidili, 12 hipotiroidili hasta ile 35 sağlıklı kişide libA analizleri yapılmıştır. Hipertiroidide karbonhidrat metaboliz-masının artmasına karşılık non-enzimatik olarak oluşan HbAl_c konsantrasyonunun nasıl değiştiği ve 11bA1_, konsantrasyonu hakkında fikir edinmek için yapılan çalışmada bu değer ortalama olarak normal-lerde 4.82 ± 1 .34%, hipertiroidililerde 5.47 ± 0.66%, hipotiroidilikrde ise 4.74 ± 1.02% bulun-muştur. Hipertiroidililerde artışına karşılık hipotiroidililerde önemli bir fark bulunmamıştır. Bu bulgular literatürle karşılaştırılmıştır.
in 42 hyperthyroid, 12 hypothyroid and 35 healthy subjects, HbA1-c analyses were performed. HbA1-c, values were 4.82 ± 1.34%, 5.47 ± 0.66% and 4.74 ± 1.02% in normal, hyperthyroid and hypothyroid subjects, respectively. it was concluded that Mis high HbA1-c, value in hyperthyroid subjects might be due to increased rate of carbohydrate metabolism. These findings were compared with those of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Norolook Bozukludu Clan Hastala Rda Beyın-Omırılik Sıvısının Norosfılız Yonunden Degerlendırılmesı
Emel Türk Arıbaş, Ülkü Türk Börü, Mustafa Altındiş
Araştırma makalesi
Özeti
Norolook Bozukludu Clan Hastala Rda Beyın-Omırılik Sıvısının Norosfılız Yonunden Degerlendırılmesı
EvaluatIon Of CerebrospInal FluId For Ne-UrosphIlIs In PatIents WIth NeurologIcal DIsease.
kabul edilen 54 pasta nci-ro yOntinden incelendi. Hastalann serum ve bevin omirilik sivisinda VDRL (Venereal Disease Research Laboratory) ve TPHA (Treponema pal-lidun: hemagglutination assay) cahlddr. Tamanunda BOS hiicre saps: ye protein miktan nonnaldi. Serum ye beyin omurilik sivisinda VDRL ve TPHA hastalann tamanunda negatif bulundu.
54 patients admitted to neurological unit were examined for neurosphilis. VDRL (Venereal Disease Reseacrh Laboratory) and TPHA (Treponema Pal-lidum Hemagglutination Assay) were tested from serum and cerebrospinal fluid in all patients. Ce-rebrospinal fluid cell count and protein content were normal in all patients. VDRL and TPHA in the serum and ('SF were negative in all patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
Selmin Ökesli, Ateş Duman, Hülagü Barışkaner, Ali Kart, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of The Effects Of Isoflurane And Propofol AnaesthesIa On Serum Tsh, T3 And T4 Levels
Cerrahi ve anestezinin endokrin fonksiyona etkileri iyi bilinmektedir. Ancak propofol anestezisinin tiroid fonksiyonuna etkilerini içeren detaylı bir çalışmaya rastlayamadık. Amacımız propopofol anestezisinin tiroid hormonları üzerine etkilerini araştırarak, isofluran anestezisi ile karşılaştırmaktır. ASA l-ll sınıfı, ötiroid, başka endokrin bozukluğu olmayan 30 olguda çalışma gerçekleştirildi. Rutin premedikasyon uygulanan olgularda indüksiyon 1. grupta (n=15) İ.V. 0.05 mg fentanil, 5-7 mg/kg tiyopental, II. grupta (n=15) İ.V. 0.05mg fentanil, 2 mg/kg propofol ile yapıldı*. 1 mg/kg süksinilkolin ile entübe edilen olgularda 1. grupta % 1-1.5 isofluran, II. grupta 6-10 mg/kg/saat propofol ve %50 02 + % 50 N2O ile anestezi idamesi uygulandı. Kas gevşemesi atrakuryum ile sağlandı. Serum TSH, T3, T4 ( Total, Serbest) düzeylerini saptamak için kan örnekleri indüksiyon öncesi ( kontrol) , sonrası, intraoperatif 1 .saat postoperatif 2. ve 24. saatlerde alındı. Kemilüminesans yöntemi ile elde edilen veriler student's t ile istatistiksel olarak değerlendirildi. p<0.05 Anlamlı kabul edildi. (p< 0.01) (p< 0.05). Gruplar arası karşılaştırmada 1. Gruptaki bu düşme anlamlı. Her iki grupta TSH serum düzeyleri değişmedi. Grup 1'deki postoperatif 24. saatteki T T3, FT3 serum düzeylerindeki düşme anlamlı idi (p< 0.05). TT4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif 1. saatte anlamlı yükselme oldu( p< 0.05). Gruplararası fark analizinde bir anlamlılık yoktu. F T4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif l.saat ve postoperatif 2. saatte anlamlı yükselme ( p < 0.01) (p< 0.05) tespit edildi. Gruplar arası karşılaştırmada FT41eki bu yükselmeler anlamlı bulundu (p<0.01) (p<0.05). Sonuç olarak,propofolun hipertiroidi hastalar güvenle kullanılabilecek, isoflurana iyi bir alternatif ajan olduğu kanısına varıldı.
The effects of surgery and anaesthesia on endocrine functions are well known. Hovvever detailed studies about the effects of propofol on thyroid functions are absent. The aim of this study is to study the effect of propofol anaesthesia on thyroid hormones and to compare it with isoflurane anaesthesia. This study was performed on ASA l-ll class.euthyroid 30 patients vvithout endocrine pathologies. After premedication, induction was performed in the first group (n=15) with i.v. 0,05 mg fentanyl, 5-7 mg thiopental; in the second group (n=15) with i.v. 0,05 fentanyl, 2 mg/kgpropofol. Patients were intubated with i.v. 1 mg/kg succinylcholine, maintenance was done with %1-1,5 isoflurane %50 O2-%50 N2O + atracurium in the first group and 6-10 mg/kg/h propofol + %50 O2+%50 N2O atracurium in the second group. Blood samples were obtained before induction(control), after induction, first hour intraoperatively on postoperative 2nd and 24 th hours chemiluminesance method was used for the plasma TSH,TT3, FT3,İ7'4, FT4 analyses. The TSH serum levels did not change in both groups. A significant decrease in TT3, FT3 serum levels in the 24th hour postoperatively was observed in the first group (p<0,01), (p<0,05).This decrease, in the first group was significant betvveen the groups (p<0,05). Significant increases in serum TT4 levels occured first hour intraoperatively in the first group (p<0,05). No difference was found betvveen the groups. Asignificant increases in serum FT4 levels was recorded in the 1st hour intraoperatively and 2nd hour postoperatively in the first group(p<0.01) (p<0.05)The increases was significant betvveen the groups (p<0.01)(p<0.05). We conclude that propofol is saf e alternative agent to isoflurane in hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Supraventriküler Taşikardili Hastalarda Radyofrekans Ablasyonun Kök Hücre Ve Sistemik İnflamasyona Etkisi
Ahmet Lütfü Sertdemir, Halil İbrahim Erdogan, Bahadir Feyzioglu, Mehmet Tokac, İlknur Can
Araştırma makalesi
Özeti
Supraventriküler Taşikardili Hastalarda Radyofrekans Ablasyonun Kök Hücre Ve Sistemik İnflamasyona Etkisi
The Effect Of RadIofrequency AblatIon On Stem Cells And SystemIc InflammatIon In PatIents WIth SupraventrIcular TachycardIa
Amaç: Kemik iliğinde bulunan kök hücreler, doku onarımını artırmak için miyokardiyal hasar sonrası dolaşıma salınmaktadır. Başta atriyal fibrilasyon olmak üzere; kardiyak aritmilerin radyofrekans ile ablasyonu sonrası dolaşımda bulunan kök hücrelerin inflamatuar aracılar vasıtasıyla salınımının tetiklendiği gösterilmiştir. Bizim çalışmamızda, yavaş yol veya aksesuar yol gibi geniş olmayan ablasyon işlemlerinden sonra dolaşımdaki kök hücre sayısının artıp artmadığı araştırılmıştır.
Method: 26 hastaya [13 kadın, yaş 54 (18-74)] radyofrekans ablasyon işlemi uygulandı. Bu hastalardan 18’ine atriyoventriküler nodal reentran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu; 8’ine ise atriyoventriküler reentran taşikardi nedeniyle aksesuar yol ablasyonu yapıldı. Hastalarda periferikdolaşımdan alınan kan örneklerinde işlem öncesi ve işlem sonrası 7. ve 30. günlerde CD34+ hücre sayıları ve çeşitli serolojik belirteçlerin [Troponin-I (Tn-I), interlökin-6 (IL-6), Stromal deriveted faktör 1-α (SDF 1-α) ve C-reaktif protein (CRP)] düzeyleri incelendi.
Bulgular: CD34+ hücrelerin, işlem sonrası 7. günde bazal ölçüme gore anlamlı artış gösterdiği [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) hücre/mikrolitre sırasıyla, P<0.001] ve 30. günde bazal seviyelere indiği gözlendi. Ablasyon sonrası Tn-I, CRP, IL-6 ve SDF1-α düzeylerinde istatiksel anlamlı artış izlenmedi. İşlem sırasında uygulanan enerji miktarı (watt) ile işlem sonrası 30. günde artan CD34+ hücreleri arasında doğru orantı izlendi (r: 0.460; p= 0.018).
Sonuç: Çalışmamızda periferik kanda bulunan kök hücrelerin atriyal fibrilasyon ablasyonundan daha az enerji uygulanan yavaş yol veya aksesuar yol ablasyonundan sonrası 7. günde anlamlı şekilde arttığı ve izlemde 30. günde bazal seviyelerine döndüğü gösterilmiştir. Ayrıca, dolaşımda bulunan kök hücrelerdeki artışın işlem sırasında uygulanan eneji miktarı ile doğru orantılı olduğu da bulunmuştur.
Introduction: Circulating stem cells (CSCs) are released from bone marrow in to the circulation after myocardial injury to improve tissue repair. Radiofrequency ablation (RFA) of cardiac arrhythmias, particularly for atrial fibrillation, has been shown to trigger the release of CSCs through inflammatory mediators. We aimed to investigate whether CSCs are increased in the circulation following non-extensive ablation procedures such as slow pathway or accessory pathway ablations.
Methods: Twenty-six patients [13 females, 54 (18-74) years old] who underwent slow pathway ablation for atrioventricular nodal reentrant tachycardia (n=18) and accessory pathway ablation for atrioventricular reentrant tachycardia (n=8) were included. Peripheral blood CD34+ cell count and multiple serologic markers [troponin I (Tn-I), C-reactive protein (CRP), interleukin-6 (IL-6), stromal cell derived factor (SDF) 1 alpha] were evaluated before the ablation procedure and 7 and 30 days after the procedure.
Results: The CD34+ cell count was significantly increased on the 7th day after the procedure when compared to baseline [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) cells per microliter respectively, P<0.001]. The CD34+ cell count was similar to baseline on the 30th day following the procedure. Levels of Tn-I, CRP, IL-6 and SDF1-α did not change significantly following ablation. The amount of energy applied during RFA (watts) was significantly correlated with the 30th day CD34+ cell count (r: 0.460; p= 0.018).
Conclusions: Peripheral blood CSCs are increased after slow pathway or accessory pathway ablations which are less extensive ablations compared to atrial fibrillation ablation. The levels return to baseline by the 30th day following the procedure. The increase in CSCs was positively correlated with the amount of energy delivered during the procedure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Ebru Apaydın Dogan, Figen Güney, Emine Genç, Muzaffer Mutluer, Nurhan İlhan
Olgu sunumu
Özeti
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Temporary NeurologIcal Symptoms, Headache And Csf IymphocytosIs-Handl Syndrome
Amaç: Bu vaka sunumunda, HaNDL Sendromunun (Baş ağrısı,nörolojik defesit,BOS’ ta lenfositoz) literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 20 yaşında bayan hasta, acil servise başının sol tarafında olan, bulantı-kusma, sonofobi ve fonofobinin eşlik ettiği şiddetli, zonklayıcı karakterde başağrısı nedeniyle başvurdu. Ağrının başlamasından yaklaşık olarak 30 dakika sonra vücudunun sağ tarafında, bacaklarından başlayıp kola ve yüze yayılan uyuşma ve hafif güçsüzlük ile konuşmada bozulma olduğu, bu şikayetlerinin 20-25 dakikada düzeldiği öğrenildi. Hastanın bu olaydan ortalama 2 hafta önce, yaklaşık olarak 3 gün kadar devam eden şiddetli bulantı ve diyarenin olduğu viral gastroenterit geçirdiği, hekime başvurduğu ve destek tedavi dışında bir tedavi almadığı öğrenildi. Klinikte yapılan lomber ponksiyonda lenfositik pleositoz ve protein düzeyinde yükseklik (49 mg/dL) saptandı. Hastanın acil serviste çekilmiş olan BBT’si ve kontrastlı MR’ı normaldi. BOS pleositozuna ve şiddetli başağrısına neden olabilecek diğer nedenlerin dışlanması sonucunda hastaya HaNDL Sendromu tanısı kondu. Sonuç: Benign bir sendrom olan HaNDL Sendromunun tanınması, tanı amaçlı yapılacak olan anjiografi gibi tetkiklerin getirebileceği ciddi riskler nedeniyle önem taşımaktadır.
Aim: In this case report, it is aimed to discuss the ‘HaNDL Syndrome’ with the relevant literature. Case Report: A 20 year-old woman was admitted to the emergency department with left-sided, severe, throbbing headache accompanied with nausea, vomitting, sonophophia and phonophophia. Approximately 30 minutes after the pain emerged, she had suffered numbness and mild paresis on the right side of the body including the right side of her face accompanied with difficulty in speech which improved in approximately 20-25 minutes. She reported that 2 weeks prior these symptoms, she had suffered severe nausea and diarrhea that had lasted for 3 days. A diagnosis of viral gastroenteritis had been made and supportive therapy had been advised by a doctor. In the clinic, spinal tap was performed which revealed lymphocytic pleocytosis and mild elevation of protein level (49 mg/dL). Brain computerized tomography and the contast MR were normal. After the exclusion of other conditions which may cause CSF pleocytosis and severe headache; a diagnosis of HaNDL Syndrome was made. Conclusion: Recognition of this bening syndrome, is important as performing a diagnostic angiography may cause severe complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalp Hucrelerınde Ca2+ Homeostazısı
İsmail Meral, Suat Ekin
Araştırma makalesi
Özeti
Kalp Hucrelerınde Ca2+ Homeostazısı
Ca2 + Homeostasıs In Heart Cells
izole edilmi§ doku ye hticreler spesifik ilac, hor-mon ve norotransmitterlerin hticresel me-kanizmalarint ara§tirmak -igin Amerika ye Avrupa `da oldukca fazla kullandmaktadir. Hatta tek hir hiicre izole edilcrek ultraviyolc t§tgina duyarli spe-si li k iyon boyalan ile hoyanmakda ve komputerize elektron mikroskobu ile ge§itli maddelerin hiicre fizerindeki kimyasal etkileri incelenmektedir, izole edilmi§ hticreler He cali§abilmek icin ise o hticrede hulunan iyon kanallan ve transpor proteinlerinin fonksiyonlart ve hu fonkiyonlara ctki eden liziksel ve farmakolojik etkilerin cok iyi bilinmesi eerelunektedir. Bu nedenle hir hiicrede iyon ho-meostasinin mist! olu§tugunun tam olarak an-tilkemizde de izole hiicre kullantlarak yapilacak cali§malarin daha fazla yogunla§masma neden olacakttr
Isolated tissue cells are used extensively in America and Europe to investigate the cellular mechanisms of specific drugs, hormones, and neurotransmitters. Even the chemical effects of various substances on the fizer are examined with the use of ultraviolet-sensitive ion dyes that are sensitive to ultraviolet sparks, and with computerized electron microscopy, isolated cells. and the lysis and pharmacological effects of transport proteins on their functions and on these functions are well known. For this reason, the ion ho-meostasin mist! exactly how it is formed will cause more intensification of the studies to be carried out by using isolated cell in our an-fox.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
Sevim Yaman
Derleme
Özeti
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
SelectIve Laser In Treatment Of DIabetIc Macular Edema
Diabetes mellitus (DM), endojen insülinin mutlak veya göreceli eksikliği veya periferik etkisizliği sonucu ortaya çıkan kronik hiperglisemi, karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında bozukluk, kapiller membran değişiklikleri ve hızlanmış ateroskleroz ile seyreden kronik, progresif bir hastalıktır (1). Diabetik hastalardaki görme kaybının başlıca nedeni ise maküla ödemidir(4). Maküla ödemi tedavisinde Lazer fotokoagulasyon, VEGF inhibitörleri ve vitrektomi önerilmektedir. Koroid, nöroretina özellikle fotoreseptörlerin korunarak, RPE’in laser ile selektif hasarı uygun tedavi metodu gibi görünmektedir (24). Fundusun, µs pulse süreleri ile ardışık radyasyonu ile fotoreseptörlerin korunarak RPE’nin selektif hasarlandığı görülmüştür (26,27). RPE’ni selektif hasara uğratarak dibetik maküla ödemi tedavisini planladığımız çalışmada Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Retina Biriminde Ekim 2005-Şubat 2007 arasında DRP tanısı ile takip edilen, yapılan muayene ve tetkikler sonucunda maküla ödemi varlığı saptanan 18 yaşın üzerinde 84 hastanın 99 gözünü 2 gruba ayırarak SRL ve grid lazer tedavisi uyguladık ve 6 ay izledik. Çalşmamızın sonucunda SRL ve grid lazer DMÖ tedavisinde etkili bulunmuştur. SRL tedavisi uygulanan hastaların görme keskinliklerinde % 84.9 artış ve stabilizasyon tespit edildi. Grid lazer grubunda 6 aylık takip sonucunda görme keskinliğinde % 89.9 artış ve stabilizasyon saptandı.
Diabetes mellitus (DM) absolute or relative deficiency of endogenous insulin or resulting from peripheral ineffectiveness of chronic hyperglycemia, carbohydrate, protein and fat metabolism disorder, capillary membrane changes, and accelerated atherosclerosis associated with chronic, progressive disease (1). The main cause of vision loss in patients with diabetic macular edema(4). In the treatment of macula edema, laser photocoagulation, VEGF inhibitors and vitrectomy is recommended. Choroid, neuroretina, photoreceptors preserving particularly selective RPE laser damage seems to be the appropriate treatment method (24). It was seen that Fundus was preserved µs pulse duration and consecutive irradiation damage, selective RPE with photoreceptors (26,27). Suffered damage to the planned study of selective RPE treatment in diabetic macular edema, Afyon Kocatepe University School of Medicine, Department of Ophthalmology, Retina Unit, between October 2005 and February 2007 were followed up with a diagnosis of DRP, and triggers as a result of the examination detected the presence of macular edema over the age of 18, 99 eyes of 84 patients separated into 2 groups and administered SRL and grid laser treatment followed 6 months. As a result, SRL, and grid laser photocoagulation was effective in the treatment of DMÖ. 84.9 % increase in SRL-treated patients and stabilization of visual acuities were determined. It was confirmed that in Grid laser group and 6-month follow-up and stabilization as a result of an increase in visual acuity was 89.9%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 İmmunopatogenezi Ve Olası Anti-İnflamatuvar Tedavi Seçenekleri
Özge Atay
Derleme
Özeti
Sars-Cov-2 İmmunopatogenezi Ve Olası Anti-İnflamatuvar Tedavi Seçenekleri
Sars-Cov-2 ImmunopathogenesIs And PossIble AntI-Inflammatory Treatment OptIons
2019'un sonlarına doğru, Çin'in Wuhan Eyaletinde hastalarda akut solunum sıkıntısı sendromuna neden olan yeni koronavirüs tespit edildi. Bu virüse, Uluslararası Virüs Taksonomi Komitesi tarafından ciddi akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) adı verildi. Bu yeni koronavirüsün neden olduğu hastalığa ise Dünya Sağlık Örgütü tarafından koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) adı verildi. Bu virüsün yarasalardan kaynaklanan Betakoronavirus alt sınıfında olduğu belirlenmiştir. Viral enfektiviteden sorumlu zarf, membran, nükleokapsid ve spike proteinleri gibi viral proteinlerin immünopatogenezdeki rolü çalışmalarda araştırılmaktadır. Özellikle hastalığın ileri evrelerinde sitokin fırtınası gelişimine bağlı çoklu organ yetmezliklerinin geliştiği çalışmalarda vurgulanmıştır. SARS-CoV-2'ye karşı doğal ve adaptif bağışıklık da dahil olmak üzere etkin konakçı bağışıklık yanıtı viral enfeksiyonu kontrol etmek ve tedavi için çok önemlidir. Günümüzde hastalıkta etkili bir tedavi bulunamamakla beraber çalışmalarda çeşitli immünsupresif ve immunmodülatör özelliği olan bazı ilaçların faydası gösterilmiştir. Bu yazıda SARS-CoV-2’nin immunopatogezi ve bunun üzerinden etkili olabilecek tedavi modelleri, güncel literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
Towards the end of 2019, new coronavirus causing acute respiratory distress syndrome in patients was detected in Wuhan Province, China . This virus was called serious acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2) by the International Virus Taxonomy Committee. The disease caused by this new coronavirus was called coronavirus disease-2019 (COVID-19) by the World Health Organization. This virus was found to be in the subclass of Betakoronavirus caused by bats. The role of viral proteins such as envelopes, membranes, nucleocapsids and spike proteins responsible for viral infectivity in immunopathogenesis is being investigated in studies. It has been emphasized in studies in which multiple organ failure develops due to the development of cytokine storm, especially in the advanced stages of the disease. An effective host immune response, including natural and adaptive immunity to SARS-Cov-2, is essential for controlling and treating viral infection. Although there is no effective treatment for the disease today, the benefits of various immunosuppressive and immunomodulatory drugs have been shown in studies. In this article, the immunopathogenesis of SARS-CoV-2 and the treatment models that can be effective on immunopathogenesis are reviewed in the light of current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nf1 Genindeki Yeni Bir Mutasyon Tespiti İle Nörofibromatozis Tip 1 Tanısı Konan Hasta: Olgu Sunumu
Nafiz Yaşa, Büşra Eser Çavdartepe, Fahrettin Duymuş, Nadir Koçak, Tülin Çora
Olgu sunumu
Özeti
Nf1 Genindeki Yeni Bir Mutasyon Tespiti İle Nörofibromatozis Tip 1 Tanısı Konan Hasta: Olgu Sunumu
A Case Report Of NeurofIbromatosIs Type 1 DIagnosed WIth A Noval MutatIon DetectIon In Nf1 Gene
Nörofibromatozis tip I (NF1), 17. kromozomda nörofibromin protein kodlayan genin mutasyonuna yol açan karmaşık bir hastalıktır. NF1 otozomal dominant bir hastalıktır. Bireylerde NF1 prevalansı yaklaşık 1: 2500 ila 1: 3500'tür. Erkekler ve kadınlarda eşit olarak görülür. Bu çalışmada çok sayıda hiperpigmente deri makülü, birden fazla café-au-lait lekesi, aksiller çillenmesi, optik gliomu, yüzlerce yumuşak deri nörofibromu ve her iki gözün irisinde lisch nodülleri bulunan 27 yaşında bir kadın hasta sunulmuştur. Klinik özelliklere göre, nörofibromatozis tip 1'den şüphelenilen hastadan, NF1 geninin dizi analizi yapıldı ve NF1 geninde bir heterozigot mutasyon c.980 T> G (p.L327R) tespit edildi. Bu mutasyon literatürde daha önce rapor edilmemiştir.
Neurofibromatosis type I (NF1) is a complex disorder caused by mutations of the neurofibromin protein-encoding gene on the chromosome 17. NF1 is an autosomal dominant disorder. The prevalence of NF1 is approximately 1:2500 to 1:3500. Both genders are equally affected. Herein, we report a 27-year-old female patient who had multiple hyperpigmented skin macules, multiple café-au-lait spots, axillary freckling, optic glioma, hundreds of soft cutaneous neurofibromas and lisch’s nodules on the iris of both eyes. According to the clinical features, we suspect from NF1 and-then sequence analysis of NF1 gene was performed. A heterozygous c.980 T> G (p.L327R) mutation was detected in the NF1 gene. This mutation has not been reported previously.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Optogenetik Ve Beslenme
Esra Fidan, Işık Solak Görmüş
Derleme
Özeti
Optogenetik Ve Beslenme
OptogenetIcs And NutrItIon
Optogenetik, beyindeki belirli nöron gruplarını açmak veya kapatmak için ışığı kullanan biyolojik bir tekniktir.
Optogenetiğin avantajı, hücre özgüllüğünün olmasıdır. Bu şekilde belirli nöron grupları hedeflenebilir ve tüm
fonksiyonları incelenebilir. Optogenetikte ışık bir nöronun fonksiyonunu oluşturan elektirik potansiyellerine
dönüştürülerek, opsin adı verilen proteinlere sahip spesifik nöronlara yüklenir. Beynin belirlenen bölgesine
ışık tutulduğu zaman, sadece opsin yüklü nöronları aktive olur ve bu şekilde istenen potansiyel oluşturulur.
Optogenetiğin ilk çalışmaları, beyne optik fiberler aracılığıyla ışık gönderilmesi, bu şekilde deneklerin fiziksel
olarak bir kontrol istasyonuna bağlı olması şeklindedir. Sonraki zamanlarda araştırmacılar, kablosuz elektroniği
kullanarak pilsiz bir teknikle deneklerin serbestçe hareket edebilmesini sağlamış. Ancak bu cihazlar büyük hacimli
ve sıklıkla kafatasının dışına görünür bir şekilde tutturulmaları, ışığın frekansının veya yoğunluğunun hassas bir
şekilde kontrol edilmesine izin vermeyişleri ve bir seferde beynin sadece bir bölgesini uyarabilmeleri nedeniyle
kullanılmaları zor olmuştur. Işığın beynin hangi alanını seçeceği, ışığın yoğunluğunun kontrolü, ışık kaynakları
tarafından üretilen ısı ile harekete geçen nöronların yanlışlıkla aktifleştirilmesinin önlenmesi çalışmalar açısından
önem arz etmektedir. Optogenetik yöntemlerin gelişimi birçok hastalığın tanı ve tedavi yöntemlerinin fotonlarla
sağlanabilmesini kolaylaştıracaktır. Optogenetik yöntemle beslenme ile ilgili beyin bölgelerinde yapılan çalışmalar
beslenme bozukluklarının (hiperfaji, anoreksi vb.) tedavisi açı sından da oldukça önemlidir.
Optogenetics is a biological technique that uses light to turn on or turn off certain groups of neurons in the
brain. The advantage of optogenetics is that it has cell specificity. In this way, certain groups of neurons
can be targeted and all their functions can be examined. In optogenetics, light is transformed into electrical
potentials that form the function of a neuron and loaded onto specific neurons with proteins called opsin.
When light is shined on the designated area of the brain, only opsin-loaded neurons are activated, and in this
way the desired potential is created. The first studies of optogenetics were sending light to the brain through
optical fibers, so that the subjects were physically connected to a control station. Later, researchers used
wireless electronics to allow subjects to move freely with a battery-free technique. However, these devices
have proved difficult to use because they are large in volume and often attached to the outside of the skull
visibly, do not allow precise control of the frequency or intensity of light, and can only stimulate one area of
the brain at a time. Which area of the brain the light will select, the control of the intensity of the light, and
the prevention of accidental activation of the neurons that are activated by the heat produced by the light
sources are important for studies. The development of optogenetic methods will make it easier to provide
diagnosis and treatment methods of many diseases with photons. Studies in brain regions related to nutrition
by optogenetic method are also very important in terms of treatment of nutritional disorders (hyperphagia,
anorexia, etc.).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nörofilament Proteinler
Ali Bilgiç, Neyhan Ergene
Araştırma makalesi
Özeti
Nörofilament Proteinler
NeurofIlament ProteIns
Nörofilament proteinler nöronal sistoskeleton için özelleşmiş intermediyet filamentlerin bir sınıfıdır. Vertebralılarda sodyum dode sulfat (SDS) poliakrilamid jeldeki meloküler ağırlıkları yaklaşık 70-150-200 kilo dalton olan üç alt birimin hcteropolimer bileşiğidir (1,2,3,4).
Neurofilament proteins are a class of intermediate filaments specialized for the neuronal cystoskeleton. In vertebrae, sodium dode sulphate (SDS) is the hcteropolymer compound of three subunits with a melocular weight of approximately 70-150-200 kilotons in polyacrylamide gel (1,2,3,4).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserin Ayırt Edici Özelliklerine Güncel Bakış
Esra Bozgeyik
Derleme
Özeti
Kanserin Ayırt Edici Özelliklerine Güncel Bakış
A Current Perspectıve To The Hallmarks Of Cancer
Kanser, genomda meydana gelen bir seri bozukluklar sonucu ortaya çıkan ciddi bir genetik hastalıktır. Yüksek verimli yeni nesil dizileme teknolojilerinin geliştirilmesi ve büyük ölçekli projelerin verilerinin yayınlanması farklı kanser türlerinde değişik ifade profili gösteren birçok kodlanmayan RNA (ncRNA) molekülünün tespit edilmesine olanak sağlamıştır. Uzun kodlanmayan RNA (lncRNA) ve mikroRNA (miRNA) gibi ncRNA transkriptlerinin kanserin oluşumunda ve ilerlemesinde kritik rollerinin olduğu ve kanser tanısında/tedavisinde kullanılabilir olduğu bildirilmiştir. Özellikle, miRNA’lar gen ifadesini post-transkripsiyonel seviyede kontrol eden ve kanserin önemli ayırt edici özellikleri olan metastaz, invazyon, hücre çoğalması, farklılaşması, anjiyogenez gibi önemli süreçlerde kritik rolleri olduğu bilinen küçük RNA molekülleridir. Benzer şekilde, lncRNA’lar da kanserin moleküler mekanizmasının aydınlatılmasında önemli yeri olan RNA transkriptleri olarak tanımlanmışlardır. Dolayısıyla, bu kapsamlı derlemede miRNA, lncRNA, T-UCR gibi protein kodlama kapasitesi olmayan ancak işlevsel olan ncRNA’lar ile kanserin ayırt edici özellikleri güncel bir bakış açısı ile ele alınmıştır.
Cancer is a serious genetic disease caused by a series of disorders in the genome. Development of hightroughput sequencing approaches as well as the publication of large-scale projects have enabled the identification of several non-coding RNA molecules that are differentially expressed in various types of cancer. It has been reported that ncRNA transcripts such as long non-coding RNAs (lncRNAs) and microRNAs (miRNAs) have critical roles in the development and progression of cancer and can be used in the diagnosis/treatment of cancer. In particular, miRNAs are small RNA molecules which control gene expression at the post-transcriptional level and play critical roles in the important hallmark capabilities of cancers such as metastasis, invasion, cell proliferation, differentiation, and angiogenesis. Similarly, lncRNAs have also been identified as RNA transcripts that have important roles in the understanding of the molecular mechanism of cancer. Accordingly, in this comprehensive review, functional ncRNA molecules without protein coding capacity such as miRNAs, lncRNAs, and T-UCRs and the hallmarks of cancer were discussed together with a current perspective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipertiroidili Ve Hıpotıroıdılılerde Insülın Düzeylerı
Mehmet Akdoğan, Mehmet Aköz, Ahmet Çığlı, Süleyman Kaleli
Araştırma makalesi
Özeti
Hipertiroidili Ve Hıpotıroıdılılerde Insülın Düzeylerı
Blood InsulIn Levels In Hyper And HypothyroIdIsm
Hipertiroidili ve hipotiroidililerle insülin dü-zeylerinin ne derece etkilendiğini belirlemek için: 21 erkek ile 27 kadından oluşan 48 hipertiroidili, 18 erkek ile 18 kadından oluşan 36 hipotiroidili ve 36 erkek ile 36 kadından oluşan 72 kişi kontrol grubunun serum insülin düzeyleri incelendi. 1 lastalar ve kontroller aynı yaş sınırı arasında idi. Ortalama insülin düzeyleri hipertiroidililerde 21 .0±7.9 pl Üfml, hipotiroidililerde 6.7±1 .9 1.11061ınğ ve konırollerde 10.9±2.6 pffilml bulunmuştur. Kontrol grubuna göre hipertiroidililerde insülin artması ve hipotiroidililerdeki azalma oldukça önemli bulunmuştur (p<0.001). Tiroid hastalarına ait insulin seviyelerinde görülen bu değişikliklerin karbonhidrat metabolizmasında oluşan bozuklukların bir sonucu olduğu kanaatine varıldı.
Serum insulin levels of 48 hyperthyroidic (21 male, 27 female), 36 hypothyroidir (18 male, 1 8 female) and 72 control group (36 male,36fernak)were investigated. Patients and controls were between the same range of age. Average serum insuliıı leveis of healthy contwls, hyperıhyroidic and hypoıhyroidir pallents were 10.9±2 .6 plUlml, 21 .0±7.9 and 6.7±1 .9 pllllmi, res-pertively. As it is seen from the results, insulin !evei of hyperthyroldic patients was significantly (p<0.001 ) increased, while that of hyporthyroidic patients was decreased (p<0.001). Those alterations in insulin leveis were thoutf,:ht to be due to alterations in carbohydrate metabolism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Egzersiz Sonrası Oluşan Proteinüri
Ahmet Yılmaz, Neyhan Ergene, Hüseyin Uysal, Abdulkerim Kasım Baltacı, Recep Özmerdivenli
Araştırma makalesi
Özeti
Egzersiz Sonrası Oluşan Proteinüri
ExercIse Induced ProteInurIa
Egzersiz sonrası oluşan proteinüri üzerinde ya-pılan bu çalışmada, Amatör Futbol Ligi mü-sabakalarına katılan muhtelif takınilardaki 16-25 yaşları arasında, sağlıklı 44 futbolcunun maç ön-cesi ve maç sonrası alınan idrar örnekleri elekt-roforez metodu ile incelendi. Çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre, kontrol nunıuneleriyle kıyas egzersiz sonrası oluşan pro-teinüride a-globulinin egzersiz öncesine göre it-rahtnın değişmediği, özellikle albumin başta olmak üzere fi ve y-globulinlerin miktarlarında eg-zersizden sonra artış olduğu görülmüştür. Nil-rosellüloz filmlerle ayrıştırdan idrar proteinlerinin elektroforez densitometresiyle elde edilen ve ka-litatif yönü ifade eden grafiklerin eğim de-ğerlendirmesinden çıkan sonuçlar, dışarda yapılan çalışmalarda da olduğu gibi, glomeruluslarda artan permeabilite, filtratian emilimin yeterizliğt veya tübüler salgılanma sonucu nonselektif olarak gelişmesi nedeniyle egzersiz sonrası oluşan proteinürinin glomerülo-tübüler tiple olduğunu göstermektedir.
Exercise induced proteinuria was studied on 44 healthy players of the Amateur Foothall Tc-urnament Leaque. Their ages ranged from 16 to 25 years. Urine samples were collerted from the players before and after the ganıes, 44 samples were obtained from healty players and analyzedjor urine proteins electrophoreticly. Compared to va-lues obtained from the control pregam• values, the urine protein content increased sigmfirantly con-taining mainly alhumin, fl-globulin, and y globulins. Bul the values for a-globuliğıs did not change significantly. Urine proteins seperated biz nitrocellulose films were also qualitated from the proportions of the densitometric values (!f the peaks on the graphes. The values found in Iliis study and the values cited elsewhere indicated that exercise induced proteinuria is nonselective pro-teinuria and is due to increased permeability of glomerulus and, to impared reabsorption of normal amounts of protein from the glomerular filtrate or ta tubular excretion. Therefore, proteinuria ap-pearing after physical activity can be classified as glomerulo-tubular type.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koloni Stımulan Faktörler
Hilal Kart, A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Koloni Stımulan Faktörler
Colony Stımulated Factors
Bağışık yanıtın düzenlenmesinde. antijenik uyarıyı alıp aktive olan, çeşitli hücrelerden salgılanan hormon benzeri maddelere genel olarak sitokinler; bunlardan lenfositler tarafından salınanlara lenfokinler, mo-nonükleer fagositler tarafından iiretilenlere monokinler adı verilir (1, 2, 3). Sitokinler immun sistem tarafından salgılanan; interferon, tümör nekroz faktör (TNF), interlökin (IL) ve koloni stimulan faktör (CSF) gibi düşük moleküler ağırlıkla proteinlerdir (3).Koloni stimulan faktörler; granülosit koloni stimulan faktör (G-CSF). makrofaj koloni stimulan faktör (M-CSF) ve granülosit -makrofaj koloni stimulan faktör (GM-CSF) olarak isim-lendirilirler. CSFIer stern cell hücrelerinin büyüme ve farkhlaşmasını sağlayan hormonal büyüme fak-türleridir.. Antijenle uyanlan aktive T lenfositlerince salınarak makrofajlarm etkilenmesine ve interlökin salmalarına ve böylece bağışık yanıtta gerekli mediatörlerin aktivite kazanmalarına yol açarlar
In the regulation of the immune response. cytokines in general, to hormone-like substances secreted from various cells that receive and activate antigenic stimulation; of these, those released by lymphocytes are called lymphokines, and those produced by mononuclear phagocytes are called monokines (1, 2, 3). Cytokines secreted by the immune system; Low molecular weight proteins such as interferon, tumor necrosis factor (TNF), interleukin (IL), and colony stimulating factor (CSF) (3). Colony stimulating factors; granulocyte colony stimulating factor (G-CSF). They are called macrophage colony stimulating factor (M-CSF) and granulocyte-macrophage colony stimulating factor (GM-CSF). CSFs are hormonal growth factors that enable the growth and differentiation of stern cell cells. They are released by activated T lymphocytes stimulated with antigen and cause macrophages to be affected and release interleukins and thus the necessary mediators gain activity in the immune response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boğaz Kültürlerınde A-Grubu Beta Hemolitık Streptökok Üreyen Hastalarda Aso-Crp Düzeylerının Araştırılması
Mahmut Baykan, A. Zeki Şengil, Emine İnci Tuncer, Hilal Kart, Ayşen Karabayraktar, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Boğaz Kültürlerınde A-Grubu Beta Hemolitık Streptökok Üreyen Hastalarda Aso-Crp Düzeylerının Araştırılması
Aso-Crp Levels In PatIents. FIavIng A Group Beta HemolytIc StreptococcI In Throat Culture
Yapmış oldukları çeşitli enfeksiyonlar (özellikle OSYE)'dan sonra kardit, glomerulonefrit ve akut eklern romatizması gibi ciddi kom.plikasyonlara neden olabilen A-Grubu Beta Hemolitik Streptokok (AGBHS)' arın tanı ve tedavisi yanında komp-likasyonların izlenmesi de oldukça önemlidir. Bu amaçla boğaz kültürlerirule AGBHS üreyen hastaların serumlarında anti Streptolizin-O (ASO) antikoru ve bir akut faz reaktanı olan C-Reaktıf Pro-tein (CRP) düzeylerini araştirdık. Bulgulartmızı mevcut literatür bilgileri ışığında tartışarak ÜSYE geçiren hastaların ASO, CRP değerleri ile takip edilmesinin toplum sağlığı ve ekonomik açıdan yararlı olacağı kanısına vardık.
Carditis, glomerulonephritis and acute rheumat-ic fener case important comphlications that may fol-low upper respiratory infectious, especially caused by Group A-Beta hemolytic streptococci. Serum levels of anti-streptolysin-O (ASO) and C-reactive protein (CRP) were measured in patients with upper respiratory infectious due to group A-B hemolytic streptococci. It was concluded that CEP and ASO were important laboratory tests in the follow-up of patient with upper respiratory tract infectious.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Şeffaf Ve Kataraktöz İnsan Lenslerinde Süperoksit Dismutaz Aktivitesi
Mehmet Balcı, Nazmi Zengin, Ömer Akyol, İlker Durak
Araştırma makalesi
Özeti
Şeffaf Ve Kataraktöz İnsan Lenslerinde Süperoksit Dismutaz Aktivitesi
Superoxıde Dısmutase Actıvıty In Clear And Cataractous Human Lenses
Süperoksit disinutaz (SOD), oküler lensi oksidatif hasardan koruyan önemli enzimlerden biridir.Bu çalışmada, yirmi olgunlaşmamış SOD aktivitesi. ve on iki matür kataraktlı lens ve beş şeffaf lens karşılaştırıldı. Şeffaf lens grubundaki ortalama SOD aktivitesi, sırasıyla olgun ve olgunlaşmamış katarakt gruplarında 0.487: I: 0.153 U / mg protein iken 0,408 ± 0.114 Ulmg ve 0.229 ± 0.103 Ulmg protein olarak ölçüldü. Bu sonuçlar, olgun taraktozlu lenslerde SOD aktivitelerinin berrak lenslere göre önemli ölçüde azaldığını gösterdi (p <0.05). Sonuçlarımız ka-taraktın olgunlaşması ile aktivitede gra-dual azalma olduğunu ortaya koysa da, immatür ve matür kataraktlı lensler arasında gözlemlenen fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p> 0.05). Anlam: Tüm lens gruplarının çekirdeklerinde kortekse göre SOD aktivitelerinin oldukça azaldığı görüldü (p <0.05). Bu çalışmanın sonuçları, oksidatif stresin senil ca-taraktogenezde rol oynayabileceği hipotezini desteklemektedir.
Superoxide disinutase (SOD) is one of the im-portant enzymes that protects the ocular lens from oxidative damage.In this study, SOD activities in twenty immature. and twelve mature cataractous lenses and .five clear lenses were compared. The mean SOD activity in the clear lens group was me-asured to be 0.487 :I: 0.153 U/mg protein whilst it was 0,408 ±0.114 Ulmg, and 0.229 ± 0.103 Ulmg protein in the mature and imature cataractous gro-ups, respectively. These results indicated sig-nificantly lowered SOD activities in mature ca-taractous lenses as compared to those of the clear ones (p<0.05). Although our results revealed a gra-dual decrease in activity with maturation of ca-taract, the difference observed between immature and mature cataractous lenses was not statistically significant (p> 0.05). MeaningfUlly decreased SOD activities were found in the nuclei of all lens groups when compared to those of the cortex (p<0.05). Re-sults of the present study support the hypothesis that oxidative stress might play a role in senile ca-taractogenesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipotiroidi Ve Perikardiyal Effüzyon
Ahmet Kaya, Hasan Hüseyin Telli, Ali Bayram, Serdar Karaköse
Araştırma makalesi
Özeti
Hipotiroidi Ve Perikardiyal Effüzyon
HypothyroIdIsm And PerIcardIal EffusIon
Hipotiroidi ve miksödem tanısı alan 29 hasta EKG, telegrafi ve ekokardiyografi (EKO) ile pe-rikardiyal eli-ü:yan (PE) yönünden karşılaştırılmalı olarak ineelemiştir. Hastaların 24'ü (% 82.75) pri-mer, 5' i (% 17,24) sekonder kökenli hipotiroidi olup, primer hipotiroidili hastaların 8' inde (%33.33) düşük voltaj, 10' unda (% 41.66) kar-diyotorasik indeks (KTİ) kalb lehine artmış olarak bulundu. EKO ölçümleri sonucu 11 (% 45.83) has-tada PE saptandı, Akııt kalb tamponadı klinigi ile başvuran 1 hastada ise sekoncler hipotiroidi tanısı konulmuştur. Çalışmamızda hipotiroidide PE gö-rülme sıklıgının yaş ile paralel olarak arttığı, hormon dıkeyleri ile ilişkisi: olduğu sonucuna varılmıştır.
Hypothyroidism and Pericardial Effusion Pericardial effusion of twelıty-nine patients with hypothyroidism and myxoedema was evaluated by their electrocardiographies (ECG), chest X-rays, and echocardiographies (ECO). Twenty-four of the patients had primer and remaining 5 patients had se-condary hypothyroidism. Low voltage in 8 patients (33.33 % ), cardio-thorasic ratio (CTR) higher (han 0_5 in 10 patients (41. 66 %), and pericardial ef-fusion in 11 patients (45. 83 % ) was detected by ECG, chest X-ray, and ECO, respectively. Se-condary hypothyroidism with acute cardiac tam-ponade was found in one patient. No relution was found between hormonal levels and effusion, but the severity of rardiae effusion is related to the ageing in hypothyroidic patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta