Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Nuri Çetin, Neyhan Ergene, Nimet Ünal Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Effect Of 2 Hz Electroacupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon On The Levels Of Beta EndorphIn, Acth And CortIsol In The ObesIty Treatment
Amaç: Obezlerde 2 Hz frekanstaki elektroakupunktur ve diet tedavisinin vücut ağırlığına, serum beta endorfin, adrenokortikotrop hormon (ACTH) ve kortizol düzeylerine etkilerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Yaş ortalamaları 40.95±5.08, vücut kitle indeksleri (VKİ) 33,18±2,23 olan 22 kadına diyet ve elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 43,09±3,52, VKİ’leri 33,77±2,61 olan 22 kadına sadece diyet programı uygulandı. Elektroakupunktur kulak noktalarından Hungry, Shenmen ve Stomach, vücut noktalarından KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 ve Da 3 kullanılarak, haftada bir gün kulak ve vücuttan, iki gün ise sadece vücuttan, günde tek seans ve 30 dakika olmak üzere 20 gün süre ile uygulandı. Diet programı ise 20 gün süre ile 1400 kcal olarak uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur ve diyet uygulamasıyla % 3.83, sadece diyet uygulaması ile % 3.05 oranında ağırlık kaybı gözlendi. Elektroakupunktur ve diyet uygulanan grup ile sadece diyet uygulanan gruptaki deneklerin vücut ağırlığına, ACTH, kortizol ve beta endorfin parametrelerinin etkisinin karşılaştırılması Mann Whitney U testi ile irdelendi. Ayrıca grupların temel değişkenlerle ilgili ortalamaları arasındaki farklılık da Mann Whitney U testi ile karşılaştırıldı. EA ve diyet grubunda sadece diyet grubuna göre ağırlık kaybında (P<0.001) artma gözlendi. Aynı şekilde gruplar arasında ACTH (P<0.001), kortizol (P<0.05) ve beta endorfin’in (P<0.001) serum düzeylerindeki farklar karşılaştırıldığında EA ve diyet grubunda, diyet grubuna göre artma gözlendi. Sonuç: Obezlerde diyete ek olarak 2 Hz frekansta elektroakupunktur uygulanmasının sadece diyet uygulamasından daha fazla ağırlık kaybına neden olduğu belirlendi. Bunu EA etkisi ile artan serum beta endorfin ve ACTH düzeylerinin büyük bir olasılıkla lipolitik etki yapmasına bağlamaktayız.
Aim: To evaluate the effect of EA application at 2 Hz and diet restriction on the levels of serum beta endorphin, ACTH and cortisol in obese women. Material and Method: EA application and diet restriction was applied on 22 women who had the mean age of 40.95±5.08 and Body Mass Index (BMI) of 33.18±2.23 and only diet restriction was performed on 22 women who had the mean age of 43.09±3.52 and BMI 33.77±2.61. EA was performed on ear points of Hungry, Shenmen and Stomach and body points of KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 and Da 3 once a week to ear and body points and twice a week only body points for 30 minutes for a 20 days period. Diet restriction was organized for 20 days to give a daily 1400 kcal diet. Results: Weight loss of 3,83% was observed with EA and diet application whereas 3.05% loss was observed with diet restriction alone. Comparison of effects of ACTH, cortisol and beta endorphin on body weigths of the patients in the groups of EA and diet application and diet restriction alone were made with Mann Whitney U test. Additionally the differences between the mean values of basic variables also compared with Mann Whitneyu test. An increase at the weight loss was observed in EA and diet group compared to the diet restriction group alone (p<0.001). Similarly when the differences were compared between the groups significant increases were observed in the levels of serum ACTH (p<0.01), cortisol (p< 0.05) and beta endorphin (p<0.001) in the EA and diet group compared to the diet group alone. Conclusion: It was observed that EA application at the frequency of 2 Hz in addition to diet restriction caused more weight loss than the diet restriction alone in obese individuals. This may be due to the lipolytic effect of increased beta endorphin and ACTH with EA application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
Tevfik Küçükkartallar, Bayram Çolak, Murat Çakır, Ahmet Tekin
Olgu sunumu
Özeti
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
PerforatIon Caused By GastroIntestInal Stromal Tumour In ProxImal Jejunum
Gastrointestinal tümörlere (GİST) bağlı perforasyon çok sık görülen bir durum değildir. Bu yüzden proksimal jejenumda GİST’e bağlı perforasyon görülen bir olgumuzu sunmayı amaçladık. Yaklaşık 30 gündür karın ağrısı olan bir hasta akut karın tanısıyla ameliyat edildi. Proksimal jejenumda perforasyon vardı. Bu segmentin rezeksiyonundan sonra yapılan histopatolojik inceleme sonucu yüksek risk grubunda GİST olarak bildirildi. Hastanın cerrahi tedavisi tamamlandıktan sonra medikal tedavisi düzenlendi. Histopatolojik olarak yüksek risk grubunda olduğu için yakın takibe alınan hastada sürelik takipte nüks bulgusu bulunmadı. Genellikle rastlantısal olarak saptanan GİST vakaları bazen perforasyonla da akut karın tablosu olarak karşımıza çıkabilir.
Perforation caused by gastrointestinal stromal tumours (GIST) is not a frequently observed phenomenon. Therefore, we intend to present a case in which perforation was observed in proximal jejunum caused by GIST. A patient who had been complaining of abdominal pain for about 30 days was operated on after being diagnosed with acute abdominal pain. Perforation was observed in proximal jejunum. At the end of the histopathological examination performed after the resectioning of this segment, the case was reported as high risk GIST. A medical treatment was arranged for the patient after his surgical treatment was completed. No finding of recurrence of the disease exists in the patient who has been kept under close observation as he is in the high risk group histopathologically. Generally identified by chance, cases of GIST may also present themselves as acute stomach through perforation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
İrfan Tunç, Şakir Tavlı, Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Özden Tunç, Lema Tavlı, Erşan Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
The Effects Of FamotIdIne And Omeprazole In Short Bowel Syndrome
35 rat 3 ayrı gruba ayrılarak %80 ince barsak rezeksiyonu uygulandı. 1. grup içme suyuna 1 mg/kgl gün famotidin, 2. grup içme suyuna 0.5 mgikg1 gün omeprazol kondu, 3. gruba musluk suyu verildi. Tüm gruplar postoperatif 1. gün standart rat yemi ile beslenmeye başlandı. Hayvanların günlük gaita kıvamları, ağırlık değişimleri incelendi. 15. gün tüm radar sakrı:fiye edilerek karaciğer, mide ve ileum bi-yopsileri alındı, ileal pH ölçüldü, biyokimyasal tet-kik için kan örnekleri alındı. Villus eni, boyu, lie-berkühn kripta derinliği, 0.43 trırn2fdeki villus sayısı yönünden karşdaştırıldt. Famotidin ve omeprazolün mide asidini bloke ederek intestinal pifyı düşürmesine rağmen bu yolla veya villuslar üzerine direkt etki ederek intestinal adaptasyonda etkileri olmadığı görüldü. Adaptasyo-nun hipertrofi değil hiperplazi ile olduğu, hiperplazinin erken dönemde oral gıda alımı ile sağlanabildiği tespit edildi.
35 rats were divided in 3 groups and resection of 80% the small bowel was performed. First group received 1 mglkgid of famotidine and second group 0.5 mglkgld omeprazole in water and third group re-ceived only tap water. Oral feeding with standart rat food initiated on first postoperative day. The weight and stool consistency were examined everyday. On 15th postoperative day alt rats were sacnfied and liv-er, stomach and ileum biopsies and blood samples for biochemical investigation were obtained. The weight and length of villi, depth of Lieberkühn crypts and the number of villi in 0.43 square mm were compared. Despite the ellect of reducing intestinal pH by blockading gastric acide secretion of famotidine and omeprazole, intestinal adaptation was not influenced in this way or direct ellect to the villi. We esta-blished that adaptation occured not by hypertrophy bul hyperplasia and provided by oral intake in early postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
Neşe Asal, Pınar Nercis Koşar, Mahmut Duymuş, Ömer Yılmaz, Uğur Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
BIlateral OvarIan Metastases From Lobular Breast Cancer
Metastatik over tümörleri, tüm over tümörlerinin %3-8’ni malign over tümörlerinin yaklaşık %10-30’unu oluşturmaktadır. Overlerin metastatik hastalığı sıklıkla kolon, mide, meme ve genitoüriner sistem kaynaklıdır. Lenfoma, lösemi gibi hematolojik tümörler de overlere yayılabilir. Klinik hikaye, tümör markerları, tümör morfolojikhistolojik özellikleri ve görüntüleme özellikleri primer ve sekonder over tümörleri arasındaki ayırımda yararlıdır. Manyetik resonans görüntüleme (MRG) tümoral lezyonların karakterizasyonunda, benign ve malign kitle ayırımında çok faydalıdır. MRG incelemede T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde sinyal ve morfolojik karakteristikleri ile over kitleleri tanımlanabilmektedir. Over metastazının saptanması tedavi yönetimini değiştirdiğinden tanınması önemlidir. Bu olgu sunumunda lobuler meme kanserinin her iki overe metastazı MRG ve ultrason bulguları sunulmaktadır
The metastatic ovarian tumors constitute 3 to 8% of all and 10 to 30% of malignant ovarian tumors. The common primary sites for metastatic disease to the ovaries include the colon stomach, breast and the genitoürinary tract. Hematolojic malignancies, including lymhoma and leukemia, also involve the ovaries. Clinical history, tumor markers, tumor morphological-histological features and imaging features are useful to distinguish secondary ovarian tumors from primary ovarian tumors. Magnetic Resonance imaging (MRI) provides useful information for characterization of various ovarian benign or malign masses. The use of MRI for diagnosis of ovarian masses includes consideration of morphologic characteristics and signal intensity characteristics on T1 and T2-weighted images. It is important to determine the ovarian metastasis due to change the method of treatment. İn this case we present MRI an ultrasound findings of bilateral ovarian metastasis of lobular breast cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Halil İbrahim Taşcı, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Male Occult Breast Cancer ManIfestIng As AxIllary Lymph Node
metastasIs
Okult meme kanseri memede herhangi bir fizik muayene
bulgusunun olmadığı; ya da radyolojik olarak gösterilemeyen bir
kanser türüdür. Genelde primeri belli olmayan aksiller metastazla
kendini gösterir. Erkeklerde meme kanseri nadir görülen bir kanser
türüdür. Okult meme kanseri ise çok daha nadirdir ve literatürde
ancak olgu sunumu şeklinde vakalar bildirilmiştir. 46 yaşında erkek
hasta, 3 aydır olan sağ koltuk altında ele gelen kitle nedeni ile
başka bir sağlık kurumunda eksizyonel biyopsi yapılmış. Patolojik
tanısı, memenin infiltratif duktal karsinom metastazını düşündürür
bulguların ön planda olduğu adenokarsinom metastazı şeklinde
raporlanmış. Hastaya primer odak araştırması açısından batın ve
toraks tomografisi, üst ve alt gastrointestinal sistem endoskopileri
yapıldı. Meme ultrasonografisi, meme manyetik rezonans
görüntülemesi ve pozitron emisyon tomografi çekildi. Bunlarda primer
odak açısından pozitif bir bulguya rastlanmaması üzerine hasta okült
meme karsinomu olarak kabul edildi ve modifiye radikal mastektomi
yapıldı. Sonuç olarak aksillada primeri belli olmayan metastatik lenf
nodu varlığında, hasta erkek olsa bile, okult meme kanseri hatırda
tutulmalıdır.
Occult breast cancer is a type of cancer with no symptoms found upon physical examination on the breasts or which can not be radiologically shown. It generally manifests itself with axillary metastasis with no known primary tumor. Breast cancer in males is rarely seen. Occult breast cancer, on the other hand, is even rarer and only case reports were found in literature. A 46-year-old male patient had excisional biopsy at another medical facility because of a palpable mass on his right armpit. The pathological diagnosis had stated that the patient had adenocarcinoma metastasis with symptoms implying an infiltrative ductal carcinoma metastasis of the breast. Abdominal and thoracic tomography, upper and lower gastrointestinal system endoscopy procedures were performed on the patient in order to determine the primary focus. Breast ultrasonography, breast magnetic resonance imaging and positron emission tomography were also performed. Upon not being able to detect any positive findings, the patient was considered to have occult breast carcinoma and modified radical mastectomy was performed. In conclusion, in the presence of metastatic lymph node with no known primary tumor in the axillary, the possibility of occult breast cancer should be taken into consideration even if the patient is male.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
Çağdaş Yavaş, Ahmet Büyükyörük, Güler Yavaş, Murat Araz, Özlem Ata
Olgu sunumu
Özeti
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
BIceps MetastasIs From Non-Small Cell Lung Cancer
Küçük hücre dışı akciğer kanserinin (KHDAK) iskelet kasına metastazı nadir görülen bir durumdur ve en etkin tedavi seçeneği tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada KHDAK’nin biseps kası metastazı nedeni ile palyatif radyoterapi uygulanan bir olgunun özellikleri ve tedavi sonucu sunulmuştur. Elli yaşında, küçük KHDAK’ne bağlı biseps metastazı olan hasta sunuldu. Kemoradyoterapiden 1 ay sonra hasta sağ kolunda ağrılı kitle yakınması ile kliniğimize başvurdu. Sağ biseps braki kasındaki ağrılı kitleden alınan biyopsinin sonucu akciğer adenokarsinom metastazı ile uyumlu geldi. Hastanın ağrılı kitlesine yönelik palyatif radyoterapi uygulandı ve sistemik kemoterapi planlandı. Palyatif radyoterapi sonrasında sağ biseps kasındaki metastatik kitlenin ağrısı kayboldu. Palyatif radyoterapiden 2 ay tanı anından ise 18 ay sonra hasta solunum yetmezliği nedeni ile kaybedildi. KHDAK’nin kas metastazı yaptığı olgularda palyatif radyoterapi iyi bir tedavi seçeneği olabilir.
Skeletal muscle metastasis from non-small-cell lung cancer (NSCLC) is a rare event and the optimal treatment strategy is still unknown. Herein we report a case with biceps metastasis from NSCLC. A 50-year-old man with a distant biceps metastasis due to NSCLC is presented. One month after chemo-radiotherapy and adjuvant chemotherapy the patient was readmitted with a painful mass located on the right biceps brachii muscle. A biopsy of the painful mass disclosed the muscle metastasis pulmonary adenocarcinoma. The patient was treated with palliative radiotherapy and systemic chemotherapy was planned. At the end of the palliative radiotherapy his pain was disappeared. Two months later (18 months after the diagnosis) the patient died of respiratory failure. Palliative radiotherapy may be a good treatment option for patient with muscle metastasis from NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hasan Mollahüseyinoğlu, Cemil er, Mustafa Şahin, Yaşar Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
The Effects Of AbdomInal Compartement Syndrome, On RespIratory And UrInary Systems
Amaç: Karın içi basınç (KİB) artışı ile Abdominal Kompartman Sendromu (AKS) arasındaki ilişkiyi mesane içi basıncını ölçerek incelemek. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne akut batın nedeniyle müracaat eden 61 olgu kullanıldı. Olgulardan 25’i ileus, 13’ü akut pankreatit, 11’i mezenter iskemi ve 12’si gastrointestinal perforasyon tanısı aldı. Olguların tamamında mesaneye yerleştirilen bir sonda aracılığıyla karın içi basıncının bir göstergesi olan mesane içi basıncı ölçüldü. Bu ölçümle eş zamanlı olarak arteriyel ve venöz kanda pH, PaCO2, PaO2, SGOT, SGPT, üre ve kreatinin değerlerine bakıldı. İlk başvuru anında yapılan bu işlemler, 24, 48 ve 72. saatlerde tekrar edildi. KİB artışı ile kan değerleri arasındaki ilişki incelendi Bulgular: Çalışmamızda KİB artışının böbrekler, solunum sistemi ve karaciğer üzerinde birtakım değişikliklere yol açtığı izlendi. KİB 10 cm H2O’yu geçince böbrek fonksiyonlarının bozulmaya başladığı, 20 cm H2O basınçtan sonra ise belirgin olarak bozulduğu görüldü. Solunum sisteminde KİB artışı ile başlangıçta solunumsal alkaloz gelişirken, AKS’nun ortaya çıktığı geç dönemlerde ise hipoksi, hiperkarbi ve metabolik asidozla karakterize solunum yetmezliği görülmekte idi KİB’nın arttığı bütün olgularda karaciğer enzimleri yüksek değerlerde bulundu. Sonuç: Mesane içi basıncı KİB’nın indirekt göstergelerinden birisidir. KİB artışı ile arteriyel ve venöz kandaki üre, kreatinin, SGOT, SGPT ve PaCO2 düzeyleri arasında pozitif, PaO2 ve pH arasında ise negatif ilişki mevcuttur.
Aim: Our aim is to investigate the relation between the increase of abdominal pressure and abdominal compartmant syndrome Material and Method: 61 patients admitted to Selçuk Univercity Meram Medical Faculty Emergency Service with diagnosis of acute abdomen were included in this study. The diagnosis were; 25 cases ileus, 13 cases acute pancreatitis, 11 cases mesentery ischemia seviand 12 cases with intestinal perforations. In all cases urine bladder pressures were recorded as the reflection of abdominal pressure. Meanwhile pH, PaCO2, PaO2, SGPT , SGOT, urea and creatinin levels were measured in venous and arterial blood samples. The procedure was repeated consequently 24, 48 and 72 hours. The correlation between abdominal pressure increase and these parameters were evaluated. Results: Increase in abdominal pressure has negative effects on renal, pulmonary and liver organ systems. Renal function effected by 10 cm H2O pressure and was obviously affected after 20 cm H2O pressure. The increase of abdominal pressure causes respiratory alcholosis; at initial time and hypoxia, hypercarbia, metabolic acidosis and respiratory insuffiency at the late period. Liver enzyms were recorded at high level in abdominal pressure increase. Conclusion: Urine bladder pressure is reflecting abdominal pressure. The incerase of abdominal pressure has positive correlation with urea, creatinin, SGOT, SGPT, and PaCO2 levels and negative correlation with PaO2 and pH levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Torsiyone Meckel Divertikülüne Bağlı İleus
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Burhan Mayir, Umut Rıza Gündüz
Olgu sunumu
Özeti
Torsiyone Meckel Divertikülüne Bağlı İleus
IntestInal ObstructIon Due To TorsIoned Meckel’s DIvertIculum
Yetişkinlerde Meckel divertikülü mekanik bağırsak tıkanıklığının
nadir bir nedenidir. Non spesifik semptom ve preoperatif tanı
yetersizliği sebebiyle cerrahlar bu nadir durumu akıllarında
bulundurmalıdırlar. Yirmi sekiz yaşındaki erkek hasta acil servisimize
yaklaşık 8 saat önce başlayan karın ağrısı, bulantı ve kusma
şikayetleri ile başvurdu. Hastaya akut ince bağırsak tıkanıklığı
tanısı konuldu ve acil cerrahiye alındı. Operasyonda ileoçekal valfin
60 cm proksimalinde ileumu torsiyone etmiş bir Meckel divertikülü
ve proksimalindeki ince barsakta distansiyon izlendi. Torsiyone
olmuş ileum detorsiyone edildi ve Meckel divertikülüne rezeksiyon
uygulandı. Hasta Postoperatif 3. Günde taburcu edildi. Spesimenin
histopatolojisi 3x2x1cm boyutlarında Meckel divertikülü olarak
raporlandı.
Meckel’s diverticulum is a rare cause of mechanical intestinal
obstruction in adults. Due to non-specific symptoms and preoperative
diagnosis of this rare condition, surgeons should keep in mind. A
28-year-old male patient was admitted to our emergency department
with abdominal pain, nausea and vomiting for about 8 hours before
onset. The patient was diagnosed as acute small bowel obstruction
and underwent emergency surgery. At operation a torsioned ileum
due to Meckel’s diverticulum 60 cm proximal to ileocecal valve and
small bowel distention proximal to this site was seen. Ileum was
detorsioned and Meckel’s diverticulum resection was performed.
The patient was discharged on postoperative day 3. Histopathologic
specimen were reported as Meckel’s diverticulum in 3x2x1cm size.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostatın Müsinöz Adenokarsinomu
Recep Bedir, Hasan Güçer, Hakkı Uzun, İbrahim Şehitoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Prostatın Müsinöz Adenokarsinomu
MucInous AdenocarcInoma Of The Prostate
Prostat kanseri dünyada erkeklerde cilt kanserlerinden sonra en sık görülen kanserdir. En sık görülen histolojik tip asiner adenokarsinomlar olup, müsinöz adenokarsinom çok daha nadir görülen bir alt tiptir. Burada 64 yaşında prostatın benign hiperplazisi nedeni ile ameliyat edilen ve rezeksiyon materyalinin histopatolojik incelemesinde müsinöz adenokarsinom tanısı alan bir olgu literatür eşliğinde tartışılmıştır.
Prostate cancer is the most common cancer after the cutaneous cancers in men worldwide. Acinar adenocarcinomas are the most common histologic type and musinous adenocarcinomas are very rare seen subtype. Here we discuss a 64-year-old man operated benign prostatic hyperplasia case whose resection material’s histopathological examination diagnosed as musinous adenocarcinoma with other literature findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alkalen Refı,ü Gastrit'in Önlenmesınde Sukralfatın Rolü
Şakir Tavlı, Şakir Tekin, İrfan Tunç, Yüksel Tatkan, Mikdat Bozer, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Alkalen Refı,ü Gastrit'in Önlenmesınde Sukralfatın Rolü
The Role Of Sucralfate In PreventIon Of AlkalIne Reflux GastrItIs
20 adet köpekte alkalen reflü gastrit oluşturulup 2. günden itibaren 10 deneğe 200 mglkglgün sükralfat 60 gün süreyle verildi. Diğer 10 denek ise kontrol grubu olarak bırakıldı. iki ay sonra tüm de-neklere total gastrektomi yapılarak mide mukozası lezyon skoru, histopatolojik tetkik, gastrit dereceleri, mast hücre konsantrasyonu, mide pH'sı, antral ve pilorik mukoza kalınlığı değerlendirildi. Sonuçlar Student t testi ile karşılaştırıldı. Sükralfat kullanımı ile alkalen reflü gastrit skorlarının azaldığı tespit edildi.
Alkaline reflux gastritis has been formed in 20 dogs. 10 of them received 200 mgikg1day sucralfate for 60 days and the others formed control group. We performed total gastrectomy to alt dogs after 2 months and gastrit mucosal lesion score, histopatho-logic results, degree of gastritis, mast cell concentra-don, gastrit pll, and thickness of antral and pyloric mucosa were evaluated. Comparisons of the results were made with Student's t-test. We concluded that alkaline reflux gastritis score was decreased in sucralfate group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Olgularda Tümör "marker"larında Afp, Cea, Ca 125 Ve Ca 19-9'un Klinik Kullanımlarının İncelenmesi
Emine Altınbaş, Hakkı Polat, Ali Borazan, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Olgularda Tümör "marker"larında Afp, Cea, Ca 125 Ve Ca 19-9'un Klinik Kullanımlarının İncelenmesi
The ClInIcal Usefulness Of The Tumor Markers; Afp, Cea, Ca 125, Ca 19-9 In PatIents WIth GastrIc Cancer
Bu çalışmada; 112 olguda (75 erkek, 37 kadın) tümör "marker"larından AFP, CEA, CA 125, ve CA 19-9'un mide kanserlerinin tanısı, klinik kullanımlarındaki yeri ve sensivitivite-spesifisite değerlerinin karışlaştırılması amaçlandı. Mide kanserli hasta grubu: 57 hastanın (38 erkek, 19 kadın) yaş ortalaması 55.36+1.37 yıl, benign hasta grubu: 30 hastanın (20 erkek, 10 kadın) yaş ortalaması 53.53±1.97 yıl, kontrol grubu: 25 sağlıklı bireyin (17 erkek, 8 kadın) yaş ortalaması 57.11±2.87 yıl idi. İstatistiksel olarak gruplar arasında yaş ve cinsiyet farkı bulunmadı (p>0.05). Mide kanserli hastaların preoperatif tümör "marker" değerlerine göre; CEA, CA 125 ve CA 19-9 seviyeleri benign hastalıklı ve kontrol grubuna göre anlamı derecede yüksekti (p<0.05). Mide kanserli hastaların postoperatif tümör "marker" değerlerine göre ise; CA 125 ve CA 19-9 kontrol grubuna göre yüksek (p<0.05) iken benign hastalıklı grubla karşılaştırıldığında sadece CA 125 seviyesi anlamlı olarak yüksek (p<0.05) bulundu. Benign hastalıklı grup ile kontrol grubu arasında; preoperatif tümör "marker" değerleri yönünden anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Postoperatif değerler arasında ise CA 19-9 benign hastalıklı grubda anlamlı bulundu (p<0,01). Mide kanserli olgularda AFP'in spesifitesi %100, sensitivitesi %3.5 iken CEA'in spesifitesi %100, sensitivitesi %63; CA 125'in spesifitesi %96, sensitivitesi %63; CA 19-9'un spesifitesi %100, sensitivitesi %47 olarak bulundu. Mide kanserlerinin teşhisinde; CEA, CA 125, CA 19-9'un duyarlı olduğu, postoperatif takip gibi klinik değerlendirmede özellikle CA 125 ve CA 19-9 ün prognostik değerlerinin daha fazla olduğu sonucuna varıldı.
İn this study, we aimed to investigate; diagnostic usefulness and sensitivity-specisifity values of some of the tumor markers (such as:CEA, CA 19-9, CA 125, and AFP) in totally 112 patients (75 male, 37 female) with gastric cancer. Gastric cancer group; the 57 patients (38 male, 17 female) mean age 55.36±1.37 years, benign disease group; the 30 patients (20 male, 10 female) mean age 53.53+1.97 years, control group; the 25 healtly (17 male, 8 female) mean age 57.11 ±2.87 years. No statistical significant difference was found betvveen the groups for age and sex (p>0.05). Preoperative tumor marker values; CEA, CA 125 and CA 19-% levels in gastric cancer group were found to be highly significiant among benign disease and control groups (p<0.05). Postoperative tumor marker values; CA 125 and CA 19-9 levels in gastric cancer group were found to be highly significant control group (p<0.05), but only CA 125 level were found to be highly significant benign disease group (p<0.05). Preoperative tumor marker value; No statistical significant difference was found between benign disease group and control group from ali of the tumor marker levels (p>0.05). Postoperative tumor marker values; CA 19-9 levels in benign disease group were found to be highly significant control group (p<0.01). The sensitivity and specificity of AFP were 3.5-100%, sensitivity and specificity of CEA were 63-100%, sensitivity and specificity of CA 125 were 35-96%, sensitivity and specificity of CA 19-9 were 47-100% in gastric cancer, respectively. İn conclusion, tumor markers, especially CA 125 and CA 19-9 can be used in clinical applications (e.g. diagnosis, preoperative evaluation and follow up ete.) of gastric cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Görüntülemede Bir Yenilik: Kapsül Endoskopi
Ahmet Tekin, Celalettin Vatansev
Derleme
Özeti
Gastrointestinal Görüntülemede Bir Yenilik: Kapsül Endoskopi
A New Approach In GastroIntestInal VIsualIzatIon ImagIng: Capsule Endoscopy
Amaç: Kapsül endoskopi non-invaziv bir yolla sindirim sistemi hastalıkların tanısının konmasında bir devrimdir. Bu yazımızın amacı sindirim sistemi hastalıklarının tanısında kapsül endoskopi kullanımının tartışılmasıdır. Ana Bulgular: Kapsül endoskopi gizli gastrointestinal sistem kanamaları, barsak tümörleri, Celiac hastalığı, Crohn hastalığı gibi gastrointestinal sistem hastalıklarının tanısında yeni bir tanı aracı olarak kullanılmaktadır. Bu hastalarda bu teknik aynı zamanda sonraki tedaviler hakkında karar vermede yardımcıdır. Ayrıca bu yöntem konvansiyonel görüntüleme yöntemlerinden çok daha sensitiftir. Sonuç: Kapsül endoskopi; potansiyeli bilinen, endikasyonları genişletilmiş, gelişmiş yeni bir tekniktir. Kapsül endoskopinin klinik sonuçlar üzerine etkilerini değerlendirmek için daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Capsule endoscopy is a revolution at the diagnosis of digestive tract diseases by providing a new non-invasive way. In our manuscript we discuss the use of capsule endoscopy in the diagnosis of digestive tract disease. Main Findings: Capsule endoscopy is a new diagnostic tool especially used for the diagnosis digestive tract disease such as obscure gastrointestinal bleeding, small below tumours, coeliac disease, Crohn’s disease, etc. In these patients, the technique is also helpful for effective decision-making concerning subsequent treatments. Beside it is clearly more sensitive than conventional imaging modalities. Conclusion: The capsule endoscopy is a new tecnique consolidated and as its potential is known, its indications are extended. Larger studies are needed to assess the influence of capsule endoscopy on clinical outcoumes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kist Hidatiğe Bağlı Gelişen Akut Mekanik İntestinal
obstruksiyon
Deniz Necdet Tihan, Uğur Duman, Emrah Bayam, Fatih Mehmet Erol, Evren Dilektaşlı, Özgür Pekel, Volkan Arayıcı, Özgür Dandin
Olgu sunumu
Özeti
Kist Hidatiğe Bağlı Gelişen Akut Mekanik İntestinal
obstruksiyon
Acute MechanIcal IntestInal ObstructIon Due To HydatId Cyst
Echinococcus granulosus’un etken olduğu hidatik kisti,
özellikle hayvancılığın yaygın olduğu bölgelerde endemiktir.
Öncelikle tutulan organ karaciğer olsa da, ekinokkoz vücudun her
yerinde görülebilir. Olgu sunumu, ülkemizde endemik olarak görülen
kist hidatik hastalığının, primer olarak intraperitonealkavitede tutulum
yapabileceğini ve bu durumun akut mekanik intestinalobstruksiyon
tablosu ile prezante olabileceğini vurgulamaktadır.
Hydatid disease which is caused by Echinococcus
granulosus, is endemic in the husbandry regions. Primary
localization of the disease is liver; however, echinococcosis may
infect every organ and tissue of the human body. Aim of this report
is to emphasize that primary peritoneal hydatidosis may clinically be
presented with an acute mechanical intestinal obstruction in endemic
regions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
Sinan Demircioğlu, Serhat Sayın, İrfan Fırat Özcan, Serdar Karaköse, Aynur Uğur Bilgin, Hakkı Polat
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
MesenterIc PannIculItIs In A PatIent WIth ChronIc LymphocytIc LeukemIa
Mezenterik pannikülit, mezenterik yağ dokusunu etkileyen inflamasyon ve fibrozis ile giden bir durumdur. Karın ağrısı, bulantı, kusma gibi semptomlar olabileceği gibi asemptomatik de olabilir. Etyolojisinde sıklıkla travma, abdominal cerrahi, enfeksiyon suçlanmakla beraber son zamanlarda malignite ile birlikteliği artış göstermiştir. Biz, literatürde birlikteliğine rastlamadığımız kronik lenfositik lösemili bir hastada asemptomatik mezenterik pannikülit olgusunu sunduk.
Mesenteric panniculitis is a situation which effects adipose tissue of the mesentery with inflammation and fibrosis. There may be symptoms like stomachache, nausea, vomiting or asymptomatic. Trauma, abdominal surgery, infection are the main causes and recently its association with the malignancy has been increased. We reported asymptomatic mesenteric panniculitis in a patient with chronic lymphocytic leukemia that hasn’t been experienced before in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Umbilikal Arter İçeren Umbilikal Kordon Anomalisi
Lema Tavlı, Selma Çivi, Kazım Gezginç, Cemalettin Akyürek
Olgu sunumu
Özeti
Tek Umbilikal Arter İçeren Umbilikal Kordon Anomalisi
The UmbIlIcal Cord Has The AbnormalIty Of IncludIng A SIngle UmbIlIcal Artery
Amaç: Tek umbilikal arter içeren umbilikal kordon anomalili bir olgunun sunulması. Olgu Sunumu:30 yaşında gebelik 6, doğum 1, yaşayan 0, düşük 4, 36 haftalık gebelik ve intrauterin ölü bebek tanılarıyla Kadın Doğum Kliniği’ne müracaat eden ve ölü doğum ile doğum yapan hastanın, doğum sonrasında plasentası ve bebeğin göbek kordonu incelenmek üzere Patoloji Kliniği’ne gönderildi. Patoloji laboratuvarında yapılan incelemeler son rasında göbek kordonunda sağ umbilikal arterin olmadığı tesbit edildi. Histopatolojik inceleme sonucu tüm organlarda konjesyon, barsak mukozası ve karaciğerde nekrozlar, beyin dokusunda konjesyon ve vasküler dilatasyonlarla yer yer nekroz alanları izlendi. Patolojik bulgular iskemiye bağlı doku perfüzyon yetersizliği sonu cu oluşan lezyonları içermekteydi. Sonuç: Tek umbilikal arter anomalisi özellikle sağ umbilikal arterin yokluğu son derece nadir olup, umbilikal kordon anomalilerinin tanısı prenatal dönemde doppler ultrasonografi ile kolaylıkla konulabilir. Umbilikal kordon anomalisi saptanan olgular kromozom anomalisi ve konjenital malformas- yonlar açısından dikkatli bir şekilde incelenmelidir.
Aim: To present a case in which the umbilical cord has the abnormality of including a single umbilical artery. Case report: The patient was 30 years old, has passed 6 pregnancy, 1 parturition, 4 abortions and has none alive children. At the 36 gestational week she was admitted to the clinic of obstetrics and gynecology and the patient was diagnosed as in utero ex fetus. After parturition of the dead fetus, placenta and the infant’s umblical cord was sent to the the clinic of pathology for examination. During the examinations, the absence of the right umbilical artery was determined. İn histopathologic investigation brain tissue congestion and vascular dilatation in places, necrosis areas, intestinal mucosa and liver necrosis and ali organs congestion have seen. Pathologic findings include lesions because of ischemic tissue perfusion insufficiency. Results: The abnormality of a single umbili cal artery especially the absence of right umbilical artery is rare. The abnormalities of umbilical cord are diag nosed easily during prenatal period by using doppler ultrasonography. The cases in which are diagnosed umbili cal cord abnormalities must be examined for chromosome abnormalities and congenital malformations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rektal Prolapsusa Neden Olmuş Kanser Görüntüsü Olan Dev Villöz Adenom
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Rektal Prolapsusa Neden Olmuş Kanser Görüntüsü Olan Dev Villöz Adenom
Kolorektal kanserlerin büyük çoğunluğu poliplerden gelişir. Beklenmedik bir klinikle ortaya çıkan ve tanıda yanılmaya neden olan karmaşık dev rektal polipli bir olguyu literatür eşliğinde tartışmak istedik. Olgu: Otuz altı yaşında erkek hasta. Yaklaşık 1 yıldır olan kramp tarzı karın ağrısı ve barsak alışkanlığında değişme mevcut. Kolonoskopide çekumda malign kitle ve rektumda dev villöz adenom tespit edildi. Çekumdaki kitle laparoskopik cerrahi ile çıkarıldı. Rektumdaki kitle lokal eksizyonla polipektomi yapıldı. Polipte kanser görülmesine rağmen cerrahi sınır ve kabul edilebilir histolojik özellikler nedeniyle yapılan işlem yeterli kabul edildi. Kolorektal polipler kanser riski taşıyan lezyonlar olduğu için detaylı histopatolojik inceleme yapılmalı ve cerrahi karar titizlikle verilmelidir
\r\n
Many of the colorectal cancers originales from polips.We wanted to discuss a case accompanied with literature who has a complicated giant rectal polip which presented with an unusual clinic and confusion in diagnosis. 36 years old male patient.He has cramp like stomache and changing in volonic habits for about a year.During colonoscopy a malign mass in caecum and a giant villous adenoma in rectum is identified.The mass in caecum is excised via laparoscopic surgery.The mass in rectum received polipectomy via local excision.Altough a cancer has seen in the polip the surgery is considered opprepriote because of the surgical frontier and acceptable histologic properties. Colorectal polips are lesions which has the risk to turn into cancers thus, detoiled histopatologic examination and gently decission of surgery is needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Berrin Benli Yavuz, Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Is Tumor SIze EffectIve In GastrIc Cancer PrognosIs?
Amaç: Mide kanseri tanısıyla postoperatif kemoradyoterapi uygulanan hastalarda tümör boyutunun ve preoperatif albumin düzeyinin prognozla ilişkisini belirlemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Klinikopatolojik özellikleri analiz edildi. 15.1.2010-31.12.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 199 olgu çalışmaya dahil edildi. Birincil sonlanım noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım(HS) idi. Bulgular: Ortalama takip süresi 20,43 ay idi. Uzak metastaz 50 (%25.1) hastada gelişirken, 102 hasta (%51,3) hayatta idi. Çok değişkenli analizlerde ileri evre, sigara içimi, tümör boyutunun 8cm. den büyük olması, operasyon öncesi albumin değerinin 3,5 g/dl nin altında olması GS üzerine olumsuz etkili olarak bulundu. Lenfovasküler invazyon (LVI) ve tümör boyutunun, HS üzerine olumsuz etkileri gösterildi. İstatistiki analiz için SPSS(Statistical Package for Social Sciences) 21 versiyonu kullanıldı. Sonuç: Gelişen tedavilere rağmen halen prognozu kötü olan mide kanseri hastalarda bilinen prognostik faktörlere ilave faktörlerin belirlenmesi, tedavi modalitelerinin seçimi ve hasta yaşam sürelerini tahmin etmekte kulanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the prognosis value of tumor size and preoperative albumin levels in gastric cancer patients treated with postoperative chemoradiotherapy. Patients and Methods: Patients records reviewed retrospectively. Clinicopathologic features were analyzed. 199 patients who applied to our clinic between 15.1.2010-31.12.2016 were included in this study. The primary end points of this study were to evaluate the overall survival (OS) and the disease free survival(DFS). Results: Mean follow up time was 20.43 months. Distant metastases devoloped in 50 patients and 102 patients were alive. In multivariate analyses , advanced T stage, history of smoking, preoperative albumin level less than 3.5 gr/dl and tumor size more than 8 cm were found to have poor prognostıc effect on OS. Lymphovascular invasion (LVI) and tumor size were showed negative effects on DFS. For statistical analyses SPSS( statistical package for social sciences) 21.0 statistical package was used. Conclusions: Despite recent treatment modalities the prognosis of gastric cancer is still poor and novel prognostic factors together with the current ones may be helpful to predict decision of proper treatment modalities and survival of the patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
Tevfik Küçükkartallar, Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Serhat Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
PrImary Small IntestInal Tumor Cases In Emergency Surgery
İlerlemiş tanı yöntemlerine rağmen ince barsak tümörlerinin teşhisi zordur ve genellikle tanı esnasında ilerlemiş olarak bulunurlar. Bu kanserler sinsi olarak seyreden karın ağrısı ve kilo kaybına veya kanama, obstrüksiyon ve perforasyon gibi cerrahi gerektiren acil durumları oluşturabilirler. Acil şartlarda cerrahi işlem uyguladığımız primer ince barsak tümörlü 29 hastanın kısa dönem sonuçlarını ve klinik deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında acil şartlarda ameliyat edilen 29 ince barsak tümörlü hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri araştırılan parametrelerdi. Hastaların 16’sı erkek, 13’ü kadın olup, yaş ortalamaları 62 (35- 80) idi. Tüm vakalar acil şartlarda ameliyat edildi. Vakaların 19’u da instestinal obstrüksiyon, 6’sında invajinasyon, 6’sında perforasyon ve 1’inde ise mezenterik iskemi saptandı. Tümör yerleşimi 14 hastada ileumda, 10 hastada jejunumda ve 5 hastada ise duodenum olarak saptandı. Patolojik tanı olarak en sık 7 olgu GİST ve 7 olgu adenokarsinomdu. İnce barsak rezeksiyonu ve anastomoz en sık uygulanan cerrahi işlemdi. Ameliyat sonrası dört hastada cerrahi alan infeksiyonu, üç hastada anastomoz kaçağı görüldü. Erken postoperatif dönemde beş hastada mortalite izlendi. İnce barsak tümörleri çok nadir olarak görülür. Bulgular spesifik değildir ve tanı sürecinde daha ileri yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Genellikle acil cerrahi tedavi gerektirecek klinik tablo oluşturmaktadır. Tedavinin başlama zamanı sağkalımı belirleyen önemli bir etkendir.
Despite advanced diagnostic methods, diagnosis of small
intestinal tumors is hard and they are generally detected at an
advanced stage. These cancers may form emergency cases that
need to be addressed surgically like bleeding, obstruction, and
perforation or insidious abdominal pain and weight loss. We present
our clinical experiences and the short term results of 29 patients
with primary small intestinal tumors who had undergone emergency
surgical procedures. The data of these 29 patients treated at our
clinic between 2005 and 2011 were retrospectively evaluated. Study
parameters included the patients’ demographic, clinical, radiological,
and pathological characteristics. All the cases underwent emergency
surgery. 16 of the patients were male, while 13 were female, and their
mean age was 62 (35-80). Intestinal obstruction was detected in 19
of the cases, while perforation in 6, and mesenteric ischemia in 4.
Tumors were located in the ileum in 14 patients, in the jejunum in 10,
and in the duodenum in 5. The most frequent pathological diagnoses
were GIST with 8 cases and adenocarcinoma with 8 cases. The
most frequently performed surgical procedures were small intestinal
resection and anastomosis. Four patients developed surgical site
infection and three had anastomotic leaks in the post-op period.
Mortality was seen in five patients in the early post-op period. Tumors
of the small intestine are very rare. The findings are non-specific
and advanced diagnostic methods are needed during the diagnostic
process. They generally cause clinical conditions that necessitate
emergency surgery. The timing of the treatment is a significant factor
determining survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Yasemin Gönül, Mitat Arıcıgil, Pembe Oltulu, Miyase Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Prognostıc Importance Of Tumor Buddıngs In Larynx Squamous Cell Carcınomas
Amaç: Larenksin skuamöz hücreli karsinomu, güvenilir prognostik belirteçlerin eksikliği nedeniyle yönetimi zor bir hastalıktır. Literatürde, tümör tomurcuklanması (TB) bazı malignitelerde kötü prognozu öngördüğü gösterilmiştir, ancak larengeal kanserde TB'nin prognostik önemi belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, larenksin skuamöz hücreli karsinomlarında TB'nin prognoza etkisini ve diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Kulak Burun Boğaz kliniğinde 2008-2015 yılları arasında larenksin skuamöz hücreli karsinomu tanısı konulan ve cerrahi tedavi veya postoperatif kemoradyoterapi uygulanan 60 olgu incelendi. Olguların yaşları, özgeçmişleri, TNM (tümör, nod, metastaz) sınıflandırmaları, radyolojik görüntülemeleri, uygulanan cerrahi yöntemleri ve patolojik sonuçları dosyalardan elde edildi. Tümörün Hematoksilen&Eozin boyalı preparatlarından immunhistokimyasal PanCK boyası yapılarak tümör tomurcuklanması skorlamaları patoloji bölümünde değerlendirildi. Elde edilen veriler ile klinikopatolojik değişkenler arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Bu çalışmada, larenksin skuamöz hücreli karsinomunda perinöral infiltrasyon ile tümör tomurcuklanması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur (P=0.006). Ayrıca, tümör tomurcuklanması perinöral infiltrasyon ile patolojik lenf nodu tutulumu açısından bağımsız bir risk faktörü olarak görülmüştür (p=0.003). Patolojik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon açısından bağımsız bir risk faktörü olarak belirlenmiştir (p=0.028).
Sonuç: Çalışmamız, larenksin skuamöz hücreli karsinomu için bilinen prognostik faktörler arasında TB ile perinöral infiltrasyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir ve bu nedenle tümörün prognozunu belirlemede önemli bir rol oynayabilir.
Purpose: Laryngeal squamous cell carcinoma poses a management challenge due to the lack of reliable prognostic markers. Although tumor budding (TB) has been shown to predict poor prognosis in some malignancies, its prognostic significance in laryngeal cancer remains uncertain in the literature. Therefore, the objective of this study is to evaluate the impact of TB on prognosis and its correlation with other established prognostic factors in laryngeal squamous cell carcinoma.
Patients and Methods: In the department of otolaryngology the files of 60 patients with laryngeal squamous cell carcinoma who underwent surgery, postoperative chemoradiotherapy between 2008 and 2015 were analyzed retrospectively. The patient’s history, family history, age, TNM (tumor, node, metastases) classification, radiological imaging, type of surgery performed, and the results of the pathological specimen were evaluated. PanCK immunohistochemical staining was performed on old paraffin block sections containing tumoral tissue, previously stained with Hematoxylin & Eosin. The TB scores were evaluated by the pathology department, and the association between all obtained parameters and clinicopathological variables was analyzed.
Results: Our findings showed a significant association between tumor budding and perineural infiltration, a known prognostic factor for laryngeal carcinoma (P=0.006). TB was found to be an independent risk factor for perineural infiltration and pathological lymph node involvement (p=0.003). Pathological lymph node involvement was also found to be an independent risk factor for lymphovascular invasion (p=0.028).
Conclusions: Our study provides evidence for a significant association between tumor budding and perineural infiltration, which are established prognostic factors in laryngeal carcinoma. This suggests that tumor budding may be an important factor in determining tumor prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
Veli Avci, Mehmet Melek, Salim Bilici, Perihan Tunçdemir, Deniz Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
A Rarecause Of IntestInal ObstructIonIn Infancy: PrImary IntestInal
tuberculosIs
Tüberküloz, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler başta olmak
üzere halen tüm dünyada önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu
çalışmada primer bağırsak tüberkülozu tanısı alan 14 aylık kız olgu
rapor edildi. İki aydan beri devam eden emmeme, ateş, karın şişliği,
kusma ve zayıflama yakınmaları ile kliniğimize başvuran hastaya
akut batın tablosu nedeni ile acil cerrahi uygulandı. Cerrahi girişim
sırasında makroskopik olarak tüm bağırsaklarda peynir görünümünde
lezyonlar dikkati çekti.Histopatolojik değerlendirmede bağırsak
tüberkülozu saptandı. Erken dönemde teşhisi konulamadığı için
tüberküloz tedavisini alamayan hasta kaybedildi. Çalışmada hastanın
klinik bulguları, teşhis ve tedavisi ile ilgili ayrıntılar rapor edilerek bu
ender duruma dikkat çekilmesi hedeflendi.
Tuberculosis is still an important public health problem in the
World, especially, in undeveloped and developing countries. In this
study, the primary diagnosis of intestinal tuberculosis was reported
from a 14 months old female patient. The patient applied to our
clinic with complaints of refusing breastfeeding, fever, abdominal
distention, vomiting and loss of weight, then, the patient was taken
to emergency operation due to the acute abdomen. In the operation,
cheese-shaped lesions on whole intestines were macroscopically
observed. Its histopathological examination revealed intestinal
tuberculosis. Tuberculosis treatment for patient who were not
diagnosed in the early stage was lost. In this study, details related
with clinical findings, diagnosis and curation were reported with the
aim of making an awareness on this rare case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
Handan Eren, Mahinur Durmuş İskender
Olgu sunumu
Özeti
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
NursIng Care AccordIng To Roy AdaptatIon Model In A PatIent WIth Chemotherapy Treated GastrIc Cancer
\r\n Mide kanseri sık görülen kanserler arasındadır ve kemoterapi tedavi planı arasında yer almaktadır. Birçok sistemi etkileyen bu tedavi yönteminde bireyin ve çevresinin bu sürece uyumu önemlidir. Bu uyumu artırmak amacıyla makalede Roy Adaptasyon Modeli’ne göre ilk kemoterapi kürünü almaya gelen mide kanserli hastaya verilen hemşirelik bakım süreci anlatılmıştır. Hastadan izin alınarak elde edilen veriler doğrultusunda hastaya; fiziksel harekette bozulma, anksiyete, kemoterapi tedavi sürecine yönelik bilgi eksikliği, bireysel baş etmede yetersizlik, aile içi süreçlerde güçlenmeye hazır oluş hemşirelik tanıları konulmuş, uygun hemşirelik girişimleri yapılmıştır. Modelin kemoterapi tedavisi alan hastalarda kullanılabilir olduğu düşünülmüştür.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Gastric cancer is among the common cancers and chemotherapy is among the treatment plan. Chemotherapy affects many systems, it is important for the individual and her environment to adapt to this process. In order to improve this adaptation, the nursing care process given to the patient with gastric cancer who was receiving the first chemotherapy treatment according to the Roy Adaptation Model was described. According to the data obtained by the permission of the patient, impaired physical mobility, anxiety, deficient knowledge about chemotherapy treatment process, defensive coping, readiness for enhanced family coping, nursing diagnoses were made and appropriate nursing interventions were applied. The model is thought to be available to patients receiving chemotherapy treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Closed Segment ObstructIon Related To Tumor ObstructIon On Both Ends
Mekanik barsak tıkanıklıkları; cerrahların günlük cerrahi pratiğinde sık karşılaştıkları klinik problemlerdir. Kapalı segment tipi tıkanıklıklar mekanik barsak tıkanıklıklarının nadir bir tipi olmasına rağmen distansiyonun hızla artması, barsak duvarında dolaşımın bozularak strangülasyona yol açması nedeniyle oldukça tehlikeli bir obstrüksiyon tipidir. İlk olgu; 38 yaşında kadın hasta, dış merkezde 10 ay önce inoperabl rektosigmoid köşe tümörü nedeniyle rezeksiyon yapılmaksızın yalnızca loop ileostomi uygulanmış. Hasta kliniğimize karın ağrısı ve distansiyon nedeniyle başvurdu.Hastada rektosigmoid bölgedeki tümörün çekumu infiltre etmesine bağlı kapalı segment tıkanıklığı tespit edildi.Transvers kolostomi açılarak hasta tedavi edildi. İkinci olgumuz ise 50 yaşında erkek hastaydı. Üç yıl önce sigmoid kolon tümörü nedeniyle sol hemikolektomi geçiren hasta mekanik ileus tablosu ile acil servise başvurdu. Operasyonda ince barsak mezenterindeki metastatik kitlelere bağlı ince barsakta kapalı segment tıkanıklığı geliştiği tespit edildi. Subtotal ince barsak rezeksiyonu yapılarak hasta tedavi edildi. Kapalı segment tıkanıklıkları nadir görülen, hızla tedavi edilmesi gereken mekanik barsak tıkanıklığı nedenleridir. Her iki tarafından tümör infiltrasyonuna bağlı gelişen kapalı segment tıkanıklığı oldukça nadir görülür. Bu nedenle kliniğimizde cerrahi olarak tedavi edilen her iki tarafından tümör obstrüksiyonuna bağlı kapalı segment tıkanıklığı gelişen iki olguyu bu yazımızda literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.
Mechanical intestinal obstructions are frequent clinical problems that the surgeons come across in their daily surgical practices. Although the closed segment obstruction is a rare type of the mechanical intestinal obstruction, it is all the more dangerous because of the rapid increase in distension and its entailing strangulation based on the upset circulation in the intestinal wall. In our study we have discussed two closed segment cases related to colon tumor existence along with literature on the subject. The first case is a 38-year-old female patient who underwent only loop ileostomy without a resection because of inoperable rectosigmoid corner tumor 10 months ago at another health center. The patient presented to our clinic with complaints of abdominalgia and distension.The patient was diagnosed with closed segment obstruction based on the infiltration of the cecum by the tumor in the rectosigmoid area. The patient was treated through opening up a colostomy from the transverse colon.The second case was a 50-year-old male patient. The patient, who had undergone left hemicolectomy because of sigmoid colon tumor three years before, presented to the emergency service with a condition of mechanical ileus.The patient was diagnosed with closed segment obstruction in the small intestine related to the metastatic masses in the small intestinal mesentery, intraoperatively. The patient was treated through subtotal small intestinal resection.Closed segment obstructions are rare causes of mechanical intestinal obstructions that need to be treated rapidly. Closed segment obstructions that develop because of the tumor infiltration on both ends are quite rare. Therefore, we aim at discussing the aforementioned cases of closed segment obstruction that developed because of tumor obstruction on both ends and surgically treated in our clinic, along with literature on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
Osman Yılmaz, Adil Kartal, Özden Vural, Lema Tavlı, Dinçer Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
The RelatIon Between GastrIc Cancer And Ulcer
Midedeki peptik ülserlerin komplikasyonlarından biri de malign transformasyondur. Bu çalışmamızda, peptik ülser ile bundan gelişebilecek mide karsinomu arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu çalışmada, S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1987-1988 yıllarında, midesindeki ülser şeklindeki lezyon nedeni ile parsiyel gastrektomi yapılmış ve Patoloji Anabilim Dalı laboratuvarına gönderilmiş, 15 adet, ülser şeklinde lezyonu olan mide piyesi incelendi. Bunların 7'si peptik ülser, karsinom, 3'ü de tabanı ve duvarlarından birinde, küçük bir alanda karsinom hücreleri olan, eptik ülsere benzer, ülserkarsinom şeklindeki lezyonlardı. Bu lezyonlar temel kabul edilerek peptik ülser ile ülseröz mide karsinomu arasındaki ilişkiler, literatür gözden geçirilerek tartışıldı.
One of the complications of gastric peptic ulcer is, malignant transformaiion. in this study, we have investigated the relation between peptic ulcer and gastric carcinorna that develops in chronic :gastric ulcer. Fifteen surgically resected stornachs, with ulcer were studied. Seven of those ulcers were peptic ulcer, five were carcinorna, but there were lesions like uncer-carcinoma. Those lesions had malignant cells in the sinan area at the base or margin of the ulcer. The ulcer-carcinotnas showed that carcinorna !might develop in the chronic gastric ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
GIant MesenterIc LIpoma As A Rare Cause
Lipomlar tüm vücutta yaygın olarak görülen iyi huylu, matur yağ
dokusu içeren mezenkimal tümörlerdir. Fakat intestinal mezenter
kaynaklı lipomlar nadir görülür. Kırk iki yaşında bayan hasta karın sağ
tarafını dolduran kitle tanısı ile başvurdu. Laparatomi ile tüm batın içi
kitle çıkarıldı. Lipomlar semptomatik veya asemptomatik olabilirler.
Tek tedavisi cerrahi olarak tam çıkarılmasıdır. Tam çıkarıldığında çok
iyi prognoza sahiptirler.
Lipomas are benign mesenchymal neoplasm commonly occurring
throughout the whole body and comprise mature fat tissue. However,
intestinal mesentery originated lipomas are rarely seen. A 42-yearold
female patient presented with right sided abdominal distension.
Exploratory laparotomy was performed and fat tissue was excised.
Lipomas might or might not present with any symptoms. Complete
surgical excision is the only treatment with a very good prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Asetılkolın Ile Kasılan Role Kobay Ve Tan/san Mıde Fundusunda Pınaverıum'un Etkısı Ve Bunun Kalsıyum Ile Ilıskısı
Ekrem Çiçek, H. İbrahim Karabacak, Esra Kısmet Atalık
Araştırma makalesi
Özeti
Asetılkolın Ile Kasılan Role Kobay Ve Tan/san Mıde Fundusunda Pınaverıum'un Etkısı Ve Bunun Kalsıyum Ile Ilıskısı
The Effect Of PInaverIum On Isolated GuInea-PIg And RabbIt Stomach Fundus Contracted WIth AcetylcholIne And Its RelatIon WIth CalcIum
Izole kobay ye Cav an mile fundusunda yaptlan bu in vitro calqmada, kalsiyumsuz ortamda 10-4 M asetilkohn (ACh) ile kasilan dokular fizerine konsantrasyonda uygulanan kalsiyumla (10-4 -10-2 M) elde edilen cevaplara pinaveriumun etkisi 077 mM Na2 EDTA iceren Ca+2 'suz ortamda 10-4 M ACh ile elde edilen cevaplar, kiimillatif kan-santrasyanda Ca+2 ilavesiyle doza bagunli bir anlamh olarak arm. Ortamda pinaverium (10-5 M) varliginda her iki dokuda da maksimum cevap anlamh olarak azaldt. Kobay mide fundusunda pi-naveriuma bagli inhibisyonun taq.an mide fun-dusuna gore anlamli olarak yiiksek ()Mugu goriildii (P<(L05)_ Elde edilen bulgular, pinaveriumun muhtemelen her iki dokuda da ekstraseliller Ca+2 giri ini inhibe edebilecet ini gostermektedir.
In this in vitro study, by using Ca-I-2 -free me-dium, the effect of pinaverium on acetylcholine (ACh) responses induced by cumulative addition. of Ca+2 (10-4 - 10-2 M) was investigated in isolated gu-inea pig and rabbit stomach fimdus. The responses induced with 104 M ACh, Ca+2 -free medium containing 0.77 mM Na7 EDTA, sho-wed a dose-dependent and significant increase by addition of cumulative concentration of Cal-2 . In the presence of pinaverium (10-5M), the maximum response decreased significantly in both pre-parations. It was showed that the inhibition induced by pinaverium was higher in guinea-pig stomach fundus than in rabbit stomach ftmdus (P<0.05). The results suggest that extracellular Ca+2 - int-lux can be inhibited by pinaverium in both pre-parations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sepsiste İndüklenebilen Nitrik Oksit Sentaz İnhibitörü (inos) Ve Antioksidanların Barsak Hasarına Etkileri
Murat Gölcük, Şükrü Salih Toprak, Mustafa Şahin, Sema Hücümenoğlu, Hatice Paşaoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Sepsiste İndüklenebilen Nitrik Oksit Sentaz İnhibitörü (inos) Ve Antioksidanların Barsak Hasarına Etkileri
Amaç: Deneysel sepsis modelinde pentoksifilin, L-arginin ve aminoguanidin’in plazma nitrik oksid (NO) ve malondialdehit (MDA) düzeylerine etkisini belirlemek NO ve MDA düzeyleri ile barsak hasarı arasındaki ilişkiyi ve nitrik oksit inhibitörü aminoguanidin ile tedavinin etkilerini incelemektir. Sepsiste barsaklarda görülen doku hasarının nedeni bakteriyel translokasyon, intestinal iskemidir. Bu hasar ile NO ve serbest oksijen radikallerinin ilişkisi ve aminoguanidin ile tedavinin etkileri araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmada Wistar albino cinsi 60 rat kullanıldı. Ratlar 10’arlı 6 gruba ayrıldı. Ratlarda çekum ligasyon-perforasyon (ÇLP) yöntemi ile sepsis geliştirildi. Ratlar, Grup I: Sham işlemi, Grup II: ÇLP (sepsis), Grup III: ÇLP +10 mg/kg L-arginin, Grup IV: ÇLP + 15 mg/kg Aminoguanidin, Grup V: ÇLP + L-arginin + Aminoguanidin (aynı dozlar), Grup VI: ÇLP + 15 mg/kg Pentoksifilin şeklinde gruplara ayrıldı. İşlemden 24 saat sonra ratlardan NO, MDA, lökosit tayini için kan örnekleri ve doku hasarını belirlemek için ileum örnekleri alındı. Bulgular: Lökosit sayısı ÇLP uygulanan gruplarda anlamlı olarak arttı. NO düzeyleri sepsis grubu ve L-arginin grubunda anlamlı olarak yükselirken, Aminoguanidin + L-arginin gruplarında sham grubuna benzer bulundu. ÇLP uygulanan gruplarda barsak doku hasarı, sham grubuna göre anlamlı olarak yüksekti, ancak Pentoksifilin, Aminoguanidin ve Aminoguanidin + L-arginin gruplarının değerleri sepsis ve L-arginin gruplarına göre anlamlı olarak düzelme gösterdiler. Sepsis ve L-arginin gruplarındaki MDA düzeyleri sham grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Sepsiste oluşan barsak doku hasarına artan MDA ve NO düzeylerinin neden olduğunu ve bu hasarı önlemek amacıyla pentoksifilin ve aminoguanidin tedavi protokollerine eklenebileceğini düşünmekteyiz.
Objective: Nitric oxide (NO) and free oxygen radicals have been implicated in the pathogenesis of intestinal circulatory dysfunction in sepsis. The aim of this study is to investigate the effects of pentoxyfillin, L-arginin and Aminoguanidine on plasma malondialdehide (MDA) and nitric oxide (NO) levels, and to determine the relations between MDA and NO levels on intestine pathology. Methods: 60 Wistar Albino rats were used in this study. The rats were divided into 6 groups, each containing 10 subjects. Sepsis was induced by cecal ligation and puncture (CLP) method. Group I: Sham group, Group II: CLP (sepsis), Group III: CLP + 10 mg/kg L-arginin admiministration, Group IV: CLP + 15 mg/kg Aminoguanidine administration, Group V: CLP + L-arginin + Aminoguanidine (as groups III and IV) Group VI: CLP + 15 mg/kg/day pentoxyfillin. Blood samples were taken fort he determination of NO, MDA, leukocyte counts, a segment of ileum tissue sample was obtained for determination of tissue damage. Results: Leukocyte count increased in CLP induced groups significantly. While NO levels were significantly higher in sepsis and L-arginin groups the levels in Aminoguanidine and Aminoguanidine + L-arginin groups were similar to Sham group. Intestine tissue damage in sepsis and L-arginin groups were more severe than the other groups. MDA levels in CLP induced groups were found to be higher than the sham group. Conclusion: Aminoguanidine and Pentoxifillin may be added to treatment protocols in sepsis in order to prevent intestinal tissue damage and dysfunction both of which (at least partially) caused by elevated NO levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
İbrahim H. Özercan, Bengü Çobanoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
The Value Of Agnors In DIfferantIated PreneoplastIc And NeoplastIk EndometrIal LesIons
Endometriumun preneoplastik ve neoplastik lezyonlarının ayırıcı tanısında AgNOR sayılarının önemini araştırmak amacıyla, basit endometrial hiperplazi (n=10), atipili basit endometrial hiperplazi (n=10), atipisiz kompleks hiper plazi (n=10), atipili kompleks hiperplazi (n=10) ve iyi diferansiye endometrial adenokarsinom tanısı almış toplam 50 olgu AgNOR yöntemiyle boyandı. İyi diferansiye endometrial adenokarsinom ile karşılaştırıldığında atipili ve atipisiz basit hiperplazi ve kompleks hiperplazide görülen ortalama AgNOR sayıları arasında farklılık istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001).
The aim of the study was carried out to investigate the diagnostic value of the AgNOR to distinguishing betvveen preneoplastic and neoplastic lesions of the endometrium. Retrospective analysis included tissue material obtained from 50 patients with simple and complex hyperplasia with and without atypia and well differantiated endometrial adenocarcinoma. Sections were stained with AgNOR technique. The results obtained indicate that AgNOR counts have statistical significant in differantiating betvveen well differantiated endometrial adenocarcinoma and, simple hyperplasia and complex hyperplasia with and vvithout atypia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
Neriman Çolakoğlu, Aysel Kükner, Enver Ozan
Araştırma makalesi
Özeti
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
LIght MIcroscopIc ObservatIon Of Effects Of StarvatIon On IntestInal Mucosa.
Bu çalışmada açlık ve açlık sonrası beslenmenin ince bağırsak ileum mukozasına olan etkileri incelendi. Çalışmada toplam 42 adet ergin erkek sıçan kulan ildi. Üç grup oluşturuldu. Birinci gruptaki hayvanlar 1, 2, 3, 5, 9, 11 ve 14 gün aç bırakıldı. İkinci gruptaki hayvanlar belli açlık sürelerini takiben doyurulup 1, 2, 3, 5 ve 12 gün sonra kesildi. Üçüncü gruptaki denekler kontrol olarak kullanıldı ve normal beslendi. Aç bırakılma süresince deneklere sadece su verildi. Denekler açlık süresi boyunca günlük .olarak tartıldı. Deney süreleri sonunda eter anestezisi altında öldürülen deneklerin ileum bölgelerinden ışık mikroskopta incelemek üzere doku örnekleri alındı. Hazırlanan parafin kesitlere çeşitli boyalar uygulandı. Ayrıca villus'uzunlukları oküler mikrometre ile ölçülerek değerlendirildi. Yapılan mikrometrik ölçümler sonucunda açlığın 3. gününden itibaren açlık süresinin artışına paralel olarak villus boylarında giderek kısalma gözlendi. Bunun yanında vucut ağırlıklarında azalma saptandı. Uzun süren açlık dönemlerinde (5, 9, 11 ve 14 gün) villusların lamina propriasındaki lenfatiklerde genişleme, kan damarlarında dolgunluk gözlendi. Paneth hücrelerinin ve içerdikleri granül yapılarının kontrol grubuna göre artmış olduğu tespit edildi. Açlık sonrası doyurulan gruplarda villus uzunluklarında uzama saptandı. Paneth hücrelerinin ve salgı granüllerinin yoğunlukları devam etmekteydi.
The effects of starvation and refeeding on intestinal mucosa nere studied in ileum of rat intestine. Forty-two adult male rats nere used in this study. Animals nere divided into three groups. First groups of twenty-one rats nere starved for 1, 2, 3, 5, 9, 11 and 14 days. Second group of fifteen rats nere refed after a period of starvation and then decapitated after 1, 2, 3, 5 and 12 days. Third groups of three rats nere used as control animals. Starved rats nere alloned to drink nater ad libitum. Control animals had free access to nater and to chon pellets until the time of killing. Animals nere neighed daily during the fasting period. Animals nere killed under ether anesthesia. Ileal sections nere stained. Ileal villi size nere measured by ocular micrometre. After 3-day fasting, villi heigth nas observed to be gradually decreased nith days of fasting. Body neigth and after 3-day-fasting villi heigth gradually decreased nith days of fasting. Lymphatics nere dilated (5, 9, 11 and 14 day fasting), blood vessels nere fulled up nith erytrocyte at the long term fasting (9, 11 and 14- day fasting). Paneth cells and their granules nere gradually increased nith days of fasting. Ileal villus nere determined to height increased after refeeding. Paneth cells and their dense granules nere persistent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkinde Görülen İleoileal İnvajinasyon: Olgu Sunumu
Sümeyra Bölük, Salih Bölük
Olgu sunumu
Özeti
Erişkinde Görülen İleoileal İnvajinasyon: Olgu Sunumu
IntestInal IntussusceptIon Seen In Adult PatIents: Case Report
Bağırsak intusepsiyonları genellikle çocukluk çağında görülen mekanik bağırsak obstrüksiyonu sebeplerinden birisidir. İnvajinasyonların yaklaşık %1-5 i erişkinlerde görülmektedir.Çocukluk çağında görülen vakaların %90 ı idiopatik iken, erişkin intusepsiyonlarında % 90 altta yatan organik bir lezyon bulunmaktadır. Etyolojiye bağlı olarak da tedavi değişmektedir. Sunacağımız 2 olgu aracılığı ile erişkinde görülen intusepsiyon vakaları hakkında bilgi vermeyi amaçladık.
Intestinal intussusceptions are one of the causes of mechanical intestinal obstruction usually seen in childhood. Approximately 1-5% of invaginations seen in adults. While 90% of childhood cases are idiopathic, 90% of adult intussusceptions have an underlying organic lesion. We aimed to give information about intussusception cases in adults with 2 cases we present .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
Ünal Şahin, Ahmet Akkaya, Erhan Turgut, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
A Three Year AnalysIs Of Lung Cancer Cases
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Haziran 1995- Mayıs 1998 yılları içinde yatarak tedavi gören 95 akciğer kanserli hastayı çeşitli yönlerden analiz ettik ve olgularımızın genel bir değerlendirmesini yaptık. Olguların histolojik tipleri; 32 (%33.7) epidermoid karsinom, 24 (%25.3) adenokarsinom, 13 (%13.7) küçük hücreli karsinom, 2 (%2.1) büyük hücreli karsinom, 8 (%8.4) metastatik akciğer kanseri ve 16 (%16.9) tip tayini yapılamayan şeklindeycli. Küçük hücre dışı ve tip tayini yapılamayanların 7' si evre I, 10' u evre Il, 14' ü evre Ili A, 20' si evre IIIB' de ve 23 tanesi ise evre IV olgulardı. Küçük hücreli akciğer kanseri olan 13 ol-gunun 3' ü toraksa sınırlı, 10 tanesi ise yaygın hastalık grubundaydı. Olguların 77' sinde (%81.05) sigara anam-nezi olup; küçük hücreli akciğer kanseri (50.711 piyıl), metastatik akciğer kanseri (44.75 piyıl), epidermoid kar-sinom (43.75 piyıl), adenokarsinom 38.00 piyıl olarak saptanmıştır. Hastalarda en stk görülen semptomlar, öksürük (°/068.4) ve kilo kayblydı (%63.4). Olgularımızda santral yerleşim en sık küçük hücreli akciğer kanseri (c/076.9) ve epidermoid karsinom %62.5 iken, periferik yerleşim en sık (%71) ile adenokarsinomda saptanmıştır. Parankimal infiltrasyon en sık (°/072) epidermoid karsinomada, soliter nodül (%63) metastatik akciğer karsinomu, kavitasyon (%50) büyük hücreli karsinom, plevral ef-tüzyon (%46) adenokarsinom ve mediasten genişlemesi (c/054) küçük hücreli akciğer kanserinde saptanmıştır. Olgularımızın %51.891 una bronkoskopik biopsi+lavaj, %17.73' üne balgam sitolojisi, 3/017.73' üne plevra ponksiyonu ve biopsisi ve %12.65' ine de transtorakal ince iğne biopsisi ile histopatolojik tanı konulmuştur.
We analyzed the different parameters of the 95 cases with pulmonary carcinoma hospitalized in Chest De-partment of Süleyman Demirel University Medical Faculty rn June1995- July1998 years and we made a general evaluatiorı of the cases. Squamous cell carcinoma was present in 33.7%, adenocarcinoma in 25.3%, small carcinoma in 13.7%, large cell carcinoma in 2.1% and metastatic carcinoma in 8.4%. 16.9% of patients had na histapathologic diagnoses. Of these patients, 9.46% was in stage I, 13.51% was in stage Il, 18.92% was in stage II1A, 2702% was in stage I/IB and 31.08% was in stage IV. 81.05% of patients were smokers, when amount was considered, it was 50.70 packlyear for small cell carcinoma, 44.75 packlyear for metastatic lung cancer, 43.75 packlyear for squamous celf carcinoma and 38.00 packlyear for adenocarcinoma. When clinical findings were considered, cough (68.4%) and weight loss (63.4%) were seen most in patients. While central localization was seen 76.9% in small cell carcinoma, 62.5% in squamous cell carcirıoma; peripheric localization (71.0%) was seen mostly in adenocarcinoma. Parancimal infiltration was detected most often in squamous cell carcinorrıa (72%), soliter nodule in metastatic lung carcinoma (63%), neoplastic cavity in large cell carcinoma (50%), pleural effusion iri adenocarcinoma (46%) and mediastinal enlargement in small cell carcinoma (54%). Histopathologic diagnoses were detected by means of bronchoscopic biopsy and lavage (51.89%), sputum cytology (17.73%), pleural punc-Non and biopsy (17.73%) and transthoracal fine needle biopsy (12.65%).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
Müslim Yurtçu, Mustafa Yaşar Özdamar, Nilifer Gürbüzer, Bahattin Aydoğdu, Hacı Hasan Esen, Engin Günel
Olgu sunumu
Özeti
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
IntussusceptIon AssocIated WIth NecrosIs And PerforatIon After HenochschönleIn Purpura
Amaç: Henoch-Schönlein purpurası (HSP) tanısı konmuş sekiz yaşındaki erkek çocukta, alerjik vaskülit, eritematöz makülopapüler döküntüler, rektal kanama, karın ağrısı ve invajinasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişimi literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Sekiz yaşında erkek hasta altı günden beri mevcut olan bulantı, safralı kusma ve özellikle alt ekstremitelerde yaygın makülopapüler döküntüleri nedeniyle konsülte edildi. Derinin histopatolojik incelemesinde HSP bulguları saptandı. Karın muayenesinde yaygın hassasiyet ve distansiyon, hipoaktif barsak sesleri ve nazogastrik tüpten bol miktarda (24 saatte 800 ml) safralı drenajla karakterize akut karın bulguları tespit edildi. Ağır peritonit bulguları ve hastanın genel durumunun kötü olması nedeniyle perforasyon riski olabileceğinden pnömotik ve hidrostatik redüksiyon denenmedi. Preoperatif resüsitasyon sonrası acil operasyona alındı. Eksplorasyonda tüm barsaklarda invajinasyona bağlı ödem ve yer yer dolaşım bozukluğu bulguları mevcuttu. ‹leoçekal valvin 10 cm proksimalinden başlayan yaklaşık 20 cm.lik barsak segmentinde nekroz tespit edildi; bu segment rezeke edilerek ileostomi yapıldı. Postoperatif 11. gün eviserasyon ve brid ileus gelişen hasta, ikinci kez acil ameliyata alınarak bridektomi yapıldı ve aynı seansta ileostomisi kapatıldı. İleostomi kapatılmasından 16 gün sonra hasta şifa ile taburcu edildi. Sonuç: HSP akut karın nedeni olarak seyrek görülmesine rağmen, bu hastalıkta çok ciddi barsak komplikasyonlarının görülebileceği unutulmamalıdır.
Aim: We aimed to evaluate surgical procedure carried out to an 8 years old child, clinically diagnosed as Henoch-Schönlein Purpura (HSP), undergoing intussusception repair, because of allergic vasculitis, erythamatose maculopapuler rashes, rectal bleeding, abdominal pain and intussusception, under the light of literature data. Case Report: An eight years old and a male child was consultated because of his biliary vomiting, nausea and diffuse maculopapuler rushes which were localised especially in lower extremites. The symptoms of HSP were observed at histopathologic examination of skin. On examination, the symptoms of acute abdomen, which were characterised with diffuse tenderness and distansion, hipoactive intestinal sounds and abondant biliary drainage from nasogastric tube, were identified. The pneumatic and hydrostatic reductions were not performed because of the risk of perforation due to severe peritonitis and his poor general condition. The patient was operated on after preoperative resuscitation. During the explorative laparatomy, edema and the symptoms of insufficient vascularisation in all intestinum were present. Also, it was observed that approximately 20 cm’s intestinal segment which begins from 10 cm proximal of ileocaecal valve, had been necrotic and ileostomy was carried out after resecting this segment. Meanwhile, it was observed that the whole intestine was edematous and localised blood circulation was distorted in some areas. The patient was operated on to make bridectomy when evisceration and brid ileus occurred on postoperative eleventh day, and the ileostomy was closed at the same session. The patient was delivered with complete recovery 16 days after closing of ileostomy. Conclusion: Although HSP is rarely seen as the cause of acute abdomen, too serious complications of this disease must be kept in mind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Özlem Ekiz, Filiz Canpolat, Fuat Ekiz, İlhami Yüksel, Şahin Çoban, Ömer Başar, Elife Erarslan, Osman Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Prevalence Of HelIcobacter PylorI InfectIon In PatIents WIth PsorIasIs, AssocIatIon Between DIsease ActIvIty And InfectIon
Psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori enfeksiyonu sıklığı ile ilgili farklı sonuçlar bildirilmiştir. Birçok çalışmada sık tespit edilmiş olmasına rağmen, bazılarında ise aynı sonuçlar elde edilmemiştir. Bu çalışmada biz, psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori sıklığını ve hastalık aktivitesi ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık. Çalışmaya dispeptik yakınmaları olan, 8 erkek ve 3 kadın olmak üzere toplam 11 psöriyazisli hasta alındı. 18 erkek ve 5 kadın olmak üzere 23 sağlıklı kişi kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Helikobakter pylori enfeksiyonu mide orta kısmı ve antrumdan alınan endoskopik biyopsiler veya üre nefes testi ile tespit edildi. Hasta grubunda, Helikobakter pylori tedavisi öncesi ve sonrası hastalık aktivitesi (psoriasis area severity index: PASI) ile değerlendirildi. Helikobakter pylori eradikayonu için ardışık tedavi rejimi tercih edildi. Eradikasyonu değerlendirmek için üre nefes testi yapıldı. Helikobakter pylori, psöriyazisli 11 hastanın 9’unda pozitif olarak tespit edilirken (% 82), kontrol grubundaki 23 kişiden 11’inde (% 47,8) Helikobakter pylori pozitif olarak tespit edildi. Hasta grubunda, tedavi sonrası 9 hastanın 6’sında Helikobakter pylori negatifleşti. Helikobakter pylori eradikasyonu sonrası, kontrole gelen 4 hastanın sadece birinde anlamlı bir PASI iyileşmesi gözlenirken diğer 3 hastada anlamlı bir düzelme izlenmedi. Sonuç olarak bu çalışmada hasta sayısı az olmakla birlikte, Helikobakter pylori enfeksiyonunun psöriyazisli hastalarda sık olduğu gözlenmiş olup, hastalık aktivitesi arasındaki ilişki gösterilememiştir. H.P ile psöriyazis şiddeti arasındaki ilişkiyi göstermek için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
It has been reported different results about the prevalence of Helicobacter pylori infection in patients with psoriasis. In several studies, although the prevalence of Helicobacter pylori was reported to be increased, in some studies it could not be shown same results. In this study, we aimed to evaluate the prevalence of Helicobacter pylori infection and the association between disease activity and infection in patients with psoriasis. A total of 11 (8 male, 3 female) patients with psoriasis and 23 healthy controls (18 male, 5 female) were included in the study. Helicobacter pylori infection was diagnosed with biopsy which was obtained from the antrum and the body of stomach or with urea breath test. Before and after Helicobacter pylori eradication, disease activity was revealed with psoriasis area severity index. Sequential eradication regimen was preferred treatment for helicobacter pylori. Urea breath test was used to evaluate the eradication after the treatment Nine (% 82) of 11 patients with psoriasis had positivity for Helicobacter pylori while 11 subjects (% 47,8) of 23 had positivity for Helicobacter pylori in the control group. After the eradication treatment, Helicobacter pylori were negative in six patients. Four patients returned for follow-up visits and psoriasis area severity index had significantly resolved in only one of them. In conclusion, however the number of patients is so not much, in this study the prevalence of Helicobacter pylori was observed to be more frequent in patients with psoriasis but no association between disease activity and infection was found. Further studies are needed to show the association between disease activity and Helicobacter pylori infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
Hüsnü Alptekin
Olgu sunumu
Özeti
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
PylorIc StenosIs Secondary To A GastrIc DIvertIculum
Amaç: Mide divertikülü nadir görülen ve genellikle asemptomatik seyir gösteren bir hastalıktır. Literatürde bugüne kadar, mide divertikülü nedeniyle pilor darlığı gelişmiş yalnızca bir hasta rapor edilmiştir. Mide divertikülüne bağlı pilor darlığı gelişmiş bir hastanın klinik özelliklerinin literatür eşliğinde tartışılması ve sunulması amaçlandı. Olgu sunumu: Üç aydır peptik ülser tanısı ile tedavi edilen 66 yaşında bayan hasta, son onbeş gündür oral gıda alımı sonrası kusma şikayetinin başlaması üzerine hastanemize başvurdu. Üst gastrointestinal sistemin görüntülenmesini sağlayan tetkikler sonrasında midede pilora bitişik yerleşimli, pilor halkasını içine alıp deforme etmiş divertikül saptandı. Hasta endoskopik pilor balon dilatasyonu yapılarak tedavi edildi. Sonuç: Semptomatik mide divertikülü olan hastalarda tedavi amacıyla divertikülün basit rezeksiyonu önerilmekteyse de, divertiküle bağlı oluşan pilor darlığının endoskopik pilor balon dilatasyonu ile tedavi edilebileceği unutulmamalıdır.
Aim: Gastric diverticula are uncommon and usually asymptomatic. Only one case of pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum was published in the literature. A case treated for pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum and the related literature are reviewed. Case report: The 66-year-old female, treated for peptic ulcus along three month, consulted to our hospital complaining about vomiting after eating something for last 15 days. Having examined upper gastrointestinal system, diverticulum was found on at lesser curvature, located adjacent to and partially including the pylor. Patient was treated with endoscopic balloon dilatation. Conclusion: Even if simple resection was suggested for symptomatic gastric diverticula, pyloric stenosis secondary to a gastric diverticulum can be cured with endoscopic balloon dilatation was reosanable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bezoarlara Bağlı Barsak Tıkanmaları
A. Erkan Ünal, Ömer Karahan, Adil Kartal, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Bezoarlara Bağlı Barsak Tıkanmaları
IntestInal ObstructIons Due To Bezoars
Bu çalışmada fitobezoarlara bağlı akut barsak tıkanmalı altı hasta sunuldu. Hastaların hepsinde, ülser nedeniyle önceden geçirilmiş mide ameliyatı ile Trabzon hurması (Amerikan hurması) ve/veya portakal yenilmesi öyküsü mevcuttu. Hastaların tümü cerrahi olarak tedavi edildi. Beş hastaya kapalı dekompresyon, birine açık dekompresyon (enterotomi) yapıldı. Bir hasta nüks ve intussusepsiyon nedenleriyle iki kez daha ameliyat edildi. Ülser nedeniyle mide ameliyatı geçiren hastaların, Trabzon hurması veya portakal gibi yiyecek maddelerini lifleriyle beraber yememeleri konusunda uyarıImaları gerektiği sonucuna varıldı.
In this study, six patients with acute intestinal obstructions due to phytobezoars is presented, All of patients had previous gastric surgery for ulcer disease and had a history of persimrnon or orange ingestion. Whole patients were treated surgically. Five patients were applied close decompreiion and one patient was applied opera decompretion (enterotomy) A patient was reoperated twice because of relapse and intussusception. Consequently, patients who have undergone gastric surgery for ulcer disease should be warned about not tü eat persimmon or orange with their fibers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pnömatosis Sistoides İntestinalis
Yüksel Arıkan, Faruk Aksoy, İbrahim Sungur
Olgu sunumu
Özeti
Pnömatosis Sistoides İntestinalis
PneumatosIs CystoIdes IntestInalIs.
Sadece ileıımu tutan bir pnömatozis sistoides intestinalis olgusu klinik, radyolojik, histopatolojik ve laparotomi bulguları ile birlikte sunulmuş ve literatür bilgileri gözden geçirilmiştir.
A case of pneumatosis cystoides intestinalis involving only the ileum is reported with clinical, radyologic, histopathological and operation findings by the review of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hüsnü Alptekin, Hüsamettin Vatansev, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
The Effect Of ChItIn On KIdney And LIver FunctIon In PatIents WIth Stomach And Colorectal Cancer
Karın içi yapışıklıkların önlenmesinde kullanılan chitin molekülünün organ fonksiyonlarına olan etkisinin araştırılması. Bu çalışmaya mide kanseri ve kolorektal kanser nedeniyle ameliyat edilen ve rezektabl girişimler yapılan 40 hasta dahil edildi. Operasyon sonrası hastaların kesi hattı altına 15x10 cm. boyutta 2 adet Chitin Suprofilm® konuldu. Hastalarda preoperatif, postoperatif 1.gün ve 5.günlerde AST, Creatinin, BUN değerlerine bakıldı. Her 3 ayrı AST, Creatinin ve BUN değerleri arasında gruplar içi ve gruplar arası değerlendirmede istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi (p>0.05). Hastalarda 2 tabaka Chitin kullanımından sonra yeterli hidrasyon sağlanmasıyla karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu gelişmemiştir. Chitinin antiadeziv olarak güvenle kullanılabileceği kanaatindeyiz.
The effects of Chitin molecules, used prevention of abdominal adhesions, on organ functions were investigated. 40 patients, underwent surgery for gastric cancer and colorectal cancer and resectable initiatives were included in this study. After surgery, two Chitin Suprofilm ® in size of 15X10 cm were placed under the incision line. AST, Creatinin, BUN levels were measured in patients at preoperative, postoperative 1st and 5th days. There was no statistically significant difference in means of Creatinin, AST, and BUN levels between groups in three measurement. Having used Suprofilm® (Chitin) with adequate hydration, liver and kidney dysfunction was not developed. We think that Suprofilm® (Chitin) can be used safely as antiadhesive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Aydın Şanlı, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
DIagnostIc Value Of AnterIor MedIastInotomy Irı IntrathoraeIe LesIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cer-rahisi Kliniğinde 1994 Ocak 1996 Eylül tarihleri arasında /6 yakaya mediastinal eksplorasyon uy-gulanmıştır. Vakaları,' 11 'i erkek, 57 kadındır. En küçük hastanuz 35, en yaşlı hastannı ise 68 yaşında olup yaş ortalaması 53_8'dir. Bunların 13 (% 81 .25)rüne sağ anterior mediastinotomi, 3 (% 18.75)7ine sol anterior Mediastinotomi uy-gulanmıştır. Sağ anterior mediastinounni uygulanan vakaların 1 'iııde hiopsi alınamanuş, hiopsi için to-rakotomi gerekmiştir_ 16 vakatun 14 (% 87.50)'ünde tnediastinal eksplorasyonla patolojik kmıya ıdaşılabilmiştir. Vakaların 3`iinde epidermoid kar-sinom. 37inde sarkoidoz, 2`sinde küçük hiicreli Ca, 2'sinde leufinna. 2'sinde tüberküloz, 1 'inde ade-nokarsinom ve 1 'inde kronik nonspesifik iltihap tanısı konmuştur. Torakoıonıi uygulanan bir hastada sonuç sarkoidoz olarak alınmıştır. Hiçbir vakada operatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Between Januar). 1994 to Septemher 1996. 16 patients with mediastinal mass were surgically eAp-Iored. Among them 11 of them were males and 5 were .female. Their ages ranged 35 ta 68 vears (mean 53.8). For 13 patients right anterior me-diastinotomy were pe)formed (81.25%) and left an-terior mediastinotomy were perforıned for 3 pa-tients, respectiyely. 117 one case the right anterioı-mediastinotomy procedure failed and thoracotomy required. In 14 cases of 16 (87.50 %) pathologi• di-agnosis was made hy ınediastinal exploration. Par-hologic extıminations revealed that epidermoid can-cinonıa in 3 patients, sarcoidosis in 3 patients, oat cell carcinoma in 2 patients, lenfoğna in 2 patients. tuberculosis in 2 patients. adenocarcinoma in 1 pa-tient, and chronic nonspesıfic inflamation in 1 pa-tient refflectively. The patient who required tho-racotomy was diagnosed as sarcoidosis. Opeıyuive complication and moı-tality occured,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Mide Lenfoması
Salim Güngör, Özden Vural, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Mide Lenfoması
Two Cases Of PrImary GastrIc Lymphoma
Primer mide lenfoması nadir görülen bir hastalıktır. Bu yazıda, primer mide lenfoması olan iki hasta, literatür verileri ile birlikte gözden geçirildi.
Primary gastric lymphoma is rare disease. In. this article, we presem two patients who had primary gastric lymphoma and reviwed with reference values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çölyak Arter Stenozu Olan Bir Olguda Cerrahi Tedavi: Aorto-Hepatik Bypass
Mehmet Işık, Ali Sarıgül
Olgu sunumu
Özeti
Çölyak Arter Stenozu Olan Bir Olguda Cerrahi Tedavi: Aorto-Hepatik Bypass
Surgıcal Treatment In A Patıent Wıth Celıac Artery Stenosıs: Aorta-Hepatıc Bypass
Kronik mezenterik iskemi, intestinal perfüzyon bozukluğundan kaynaklanan nadir görülen bir hastalıktır. Yemeklerden sonra artan karın ağrısı, iştahsızlık, kilo kaybı gibi belirtilerle seyreder. Olgu sunumu yapılan hastada, intestinal iskemi, arterya dorsalis pedis tıkanıklığı, çölyak arter (ÇA) ve süperior mezenterik arter (SMA) tutulumu mevcuttu. 35 yaşındaki bir bayan hastada tüm bu lezyonların birlikte görülmesi, nadir olması açısından ilginçti.
Bu çalışmada, multipl lezyonlar nedeniyle endovasküler işleme uygun olmayan ve safen ven ile aorta-hepatik bypass yapılan genç hastanın cerrahi tedavisi paylaşılmak istendi.
Chronic mesenteric ischemia is a rare disease caused by intestinal perfusion disorder. Increased abdominal pain after meals, loss of appetite, weight loss, such as the symptoms of the course. The patient was presented with intestinal ischemia, arterial dorsalis pedis obstruction, celiac artery and superior mesenteric artery involvement. The coexistence of all these lesions in a 35-year-old female patient was interesting because of its rarity. In this study, we wanted to share the surgical treatment of a young patient who was not suitable for endovascular treatment and underwent saphenous vein and aorta-hepatic bypass due to multiple lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal Obstrüksiyonun Nadir Bir Sebebi: Abdominal Cocoon
Mehmet Kılıç, Mehmet Keşkek, Ömer Yoldaş, Tamer Ertan, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Olgu sunumu
Özeti
İntestinal Obstrüksiyonun Nadir Bir Sebebi: Abdominal Cocoon
An Unusual Cause Of IntestInal ObstructIon: AbdomInal Cocoon
Amaç: Cerrahi aciller içerisinde sıkça rastlanılan intestinal obstrüksiyonun sebebi genellikle intestinal adezyonlar ve boğulmuş fıtıklardır. Abdominal cocoon veya sklerozan enkapsüle peritonit ise intestinal obstrüksiyonun nadir sebeplerindendir. İdiyopatik formu abdominal cocoon olarak bilinir ve karakteristik olarak ince barsaklar koza benzeri fibrokollajenöz membranla sarılmıştır. Olgu Sunumu: İntestinal obstrüksiyon nedeniyle başvuran 35 yaşındaki erkek hastaya laparotomi yapıldı. Ameliyat sırasında hemen tüm ince barsakların fibröz bir kese ile sarıldığı ve barsaklar arasında yoğun fibröz yapışıklıklar olduğu gözlendi. Künt ve keskin diseksiyonla kapsül ve adezyonlar açıldı. Sonuç: Tedavide ince barsaklar arasındaki ve çevresindeki fibröz kese ve bantların açılması yeterli olup, mümkün olduğunca sınırlı biridektomi ve rezeksiyon yapılmalıdır.
Aim: Intestinal obstruction is a commonly encountered surgical emergency, and usually occurs secondary to intestinal adhesions, bads and obstructed hernia. However, at times, rare causes of intestinal obstruction may be encountered such as the abdominal cocoon, also known as sclerosing encapsulating peritonitis, which is a rare condition that is characterized by the encasement of the small bowel by a fibrocollagenic cocoon like sac. Case Report: A 35 years old male patient was operated for intestinal obstruction. During the the surgery, it was observed that all the small intestines were encaged in a fibrous case and dense adhesions were present between the intestines. Capsule and adhesions were separated by blunt and sharp dissections. Conclusion: Separation of the fibrous sac and bands between the intestines is the sufficient treatment, bridectomy and resections must be as limited as possible
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çekum Volvulusu
Yüksel Tatkan, Şakir Tavlı, İrfan Tunç, Nahit Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Çekum Volvulusu
Cecal Volvululus
Çekal volvulus intestinal obstrüksiyonun sık olmayan nedenlerinden biridir. Tüm intestinal obstrüksiyonların %1'ini ve tüm kolonik obstrüksiyonların %3'ünü oluşturur. Operasyon, tedavinin kabul edilen şekli olmakla birlikte son yıllarda literatürde bazı cerrahi olmayan tedavi teknikleri de bulunmaktadır.
Cecal volvulus is an uncommon cause of intestinal obstruciion. It accounts for 1 percent of all intestinal obstruction and 3 percent of all colonic obsiructions. Although the operative managernent is the accepted form of treatrnent, in recent years there is some non.surgical treatment lechnics in lit-erature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Amebıasıslı Ve Giardıasislı Hastalarda Barsak Bakterıyel Florasının De 6erlendirilmesı
Emel Türk Arıbaş, Mehmet Bitirgen, Mehmet Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Amebıasıslı Ve Giardıasislı Hastalarda Barsak Bakterıyel Florasının De 6erlendirilmesı
EvaluatIon Of IntestInal BacterIal Flora In Pa-TIents WIth AmebIasIs And GIardIasIs
Bu çalışmada ishalli 147 hastanin gotta ornegi patojen protozoon yoniinden degerlendirildi. Otuz-bir ornekte patojen protozoon saptandt, bunlartn 20'si Entanzobea histolytica (E. hisiolytica) ye 117 Giardia lamblia (G. lamblia) idi. Gaita ornekkri pa-tojen non-patojen bakterikrin izolasymu kin bakteriyolojik yOtukn incelendi. Patojen protozoon pozitif olan Urneklerin yalnizra ikisinde patojen bak-teri edildi ye istatistiksel olarak anlamsiz bit-hindu. Patojen intestinal protozon bulunan pita Or-neklerinde Escherichia coli (E. coil) amp gdzIendi ye bit ariq isiatistiksel olarak anlanalt buhtndu.
In this study, stool samples of 147 patients with diarrhea were examinated for pathogen protozoa. Pathogen protozoa were detected in 31 of stool samples: These were identified as Entamobea his-tolytic: (E. histolytica) in 20 and as Giardia latnblia (G. lamblia) in 11„5tool samples were examined for isolation of pathogenic and non-pathogenic bacteria by using bacteriological methods. Pathogen bac-teria in 2 also were isolated from the samples yi-elded positive for pathogen protozoa and this was found to be statistically in significant. The inc-reasing E. coli in stool samples with pathogen in-testinal protozoa were observed and that increase was found to be statistically significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olanzapin İle Tedavi Edilen Bir Monosemptomatik Hipokondriyak Psikoz Olgusu
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Olanzapin İle Tedavi Edilen Bir Monosemptomatik Hipokondriyak Psikoz Olgusu
A MonosymptomatIc HypochondrIacal PsychosIs Case Treated WIth OlanzapIne
Sanrısal bozukluk; kalıcı ve ısrarlı bir veya birden çok sayıda garip olmayan sanrılı düşüncenin klinik görünüme egemen olduğu psikiyatrik tanıdır. Sanrısal bozukluk bedensel alt tipi monosemptomatik hipokondriyak psikoz olarak adlandırılır. Bu bozuklukta kişi bir hastalığı olduğuna inanır ve bu sanrısal inancına uygun olarak varsanıları bulunabilir. Midesinde ülser olduğu düşüncesi ve karın ağrısı nedeni ile hastanenin acil servisine, dâhiliye kliniğine ve genel cerrahi kliniğine her gün birkaç kez başvuruda bulunan ve yapılan çok sayıda tetkikin normal olmasına rağmen ısrarla ameliyat olmak isteyen bir monosemptomatik hipokondriyazis olgusunun psikiyatriye yönlendirilişi sunulmuştur. Olanzapinin bu olgularda kullanılabilecek etkili bir tedavi seçeneği olabileceği gösterilmiştir. Bu az görülen hastalığın özellikle psikiyatri dışı hekimler tarafından göz önünde bulundurulması, hem hastanın psikiyatriye erken başvurması açısından hem de diğer hekimlerin gereksiz işlemler yapmaması açısından oldukça önemlidir.
Delusional disorder is a psychiatric diagnosis that one or more persistent and insistent nonbizarre delusional belief is dominant in clinical feature. The delusional disorder somatic subtype is called as monosymptomatic hypochondriacal psychosis. In this disorder one believes that he/she has a disease and has hallucinations pertinent to this delusional belief. In this report, a monosymptomatic hypochondriacal psychosis case which directed to psychiatry clinic because she presented to emergency service, internal medicine clinic and general surgery clinic of our hospital several times every day with stomachache due to the belief of presence of gastric ulcer, and insisted to be operated despite large number of examinations done were normal, was presented. It was shown that olanzapine is an effective treatment option that can be used in these cases. It is important to be taken into consideration this rare disease especially by non psychiatry clinicians both for early presentation of these patients to psychiatry clinic and to prevent unnecessary interventions by other clinicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş, Gupse Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Results Of Our EndometrIal SamplIngs: AnalysIs Of 400 Cases
Bu çalışmanın amacı Endometrial örnekleme yapılan olgularda, endikasyonlar ile histopatolojik sonuçlar arasındaki ilişkinin araştırılması. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne 2011 yılı içerisinde başvuran ve endometrial örnekleme yapılan 400 olgu alındı. Veriler hasta dosyalarından ve patoloji arşivinden elde edildi. Endometrial örnekleme endikasyonları, menometroraji, postmenopozal kanama, histerektomi öncesi myoma uteri ve servikal polip olarak gruplandırıldı. Sonuçlar SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Olguların yaş ortalaması 46.4 ± 8.3 yaş idi. Endometrial örnekleme endikasyonları sırasıyla menometroraji (%62.3), postmenopozal kanama (%22), histerektomi öncesi myoma uteri (%9.5) ve servikal polip (%6.2) idi. Menometroraji grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 139 (%55.8), endometrial hiperplazi 23 (%9.2) ve endometrial adenokarsinom 1 olguda (%0.4) saptandı. Bununla birlikte, postmenopozal kanama grubunda atrofik endometrium 48 (%54.5) ve adeno karsinom 6 olguda (%6.8) saptandı. Histerektomi öncesi myoma uteri grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 27 olguda (%71) saptanırken adenokarsinom hiçbir olguda saptanmadı. Servikal polip grubunda ise endometrial polip 10 olguda (%40) saptandı. Endometrial örneklemenin, postmenopozal kanama ve servikal polip saptanan olgularda yapılmasının, ancak menometroraji ve histerektomi öncesi myoma uteri olgularında daha seçici davranılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir
Aim of the recent study is to evaluate the relationship between endometrial sampling indications and histopathological results. Four hundred women who applied to Izmit Maternity and Child Health Hospital, and had endometrial sampling in 2011 were included in this retrospective study. Data was retrieved from patient’s files and pathology archives. Patients were grouped as menometrorrhagia, postmenopausal bleeding, pre-hysterectomy for myoma uteri and cervical polyp. Data was analyzed with a statistical processing program (SPSS). The mean age was 46.4±8.3 years. Indications of endometrial sampling were menometrorrhagia (62.3%), postmenopausal bleeding (22 %), pre-hysterectomy for myoma uteri (9.5%) and cervical polyp (6.2%), respectively. Of all the cases, 139 (55.8%) had menometrorrhagia with proliferative/secretory endometrium, 23 (9.2%) had endometrial hyperplasia and 1 (0.4%) had endometrial cancer for diagnosis. However, in postmenopausal bleeding group, 48 (54.5%) had atrophic endometrium, and 6 cases (6.8%) were diagnosed for endometrial adenocarcinoma. In prehsyterectomy for myoma uteri, 27 (71%) had proliferative/secretory endometrium, and no adenocancer was diagnosed. In cervical polyp group, 10 cases (40%) had endometrial polyps for diagnosis. General speaking, endometrial sampling should be applied in cases with postmenopausal bleeding and cervical polyps, but a more selective treat should be conducted in cases with menometrorrhagia and prehysterectomy for myoma uteri
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
Emine Türen, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
10-Year Endometrıum Cancer Management In Our Clınıc
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
ABSTRACT
Objective: Endometrial cancer is the most common malignancy of the female genital tract and the fourth leading cancer among women. Our aim is to share the surgical treatment and results of endometrial cancer cases in our gynecological oncology clinic.
Material and Methods: In this study, the records of 164 endometrial cancer patients operated by the same surgical team between 2009-2019 were reviewed retrospectively. The clinical, surgical and histopathological features of the patients are presented here. Four patients who had sarcoma as a result of pathology, 7 patients who underwent complementary surgery and 1 patient with a second primary tumor were not included in the study.
Results: The mean age of the patients included in our study was 61.3 and the mean body mass index was 25.8. According to the postoperative pathology results; mean tumor size was 3.4 cm and mean number of collected lymph nodes was 28.8. Lymph node metastasis was observed in 19 patients and all of the metastases were in pelvic lymph nodes. Endometrioid type adenocarcinoma was seen in 81% of the patients. Myometrial invasion > 50% in 81 patients (49.4%). Twenty patients (12.2%) had cervical involvement, 11 patients (6.7%) had adnexal involvement and 28 patients (17.1%) had lymphovascular area invasion. 76 patients (46.3%) were grade 1, 61 patients (37.2%) were grade 2, 19 patients (11.6%) were grade 3. When the patients were staging according to the FIGO system in 2009, 70 (42.7%) stage 1A, 58 (35.4%) stage 1B, 12 (7.3%) stage 2, 3 (1.8%) stage 3A 17 patients (10.4%) were stage 3C1 and 4 patients (2.4%) were stage 4.
Conclusion: Endometrial cancer is the most common gynecological cancer, and it is usually diagnosed at an early stage as a result of early signs. Tumor size, depth of myometrial invasion and histopathologic grade are used to evaluate the risk of the disease, but studies with a higher number of high stage patients will be more useful in determining the risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Kobay Mıde Fundusunda Karbakol'e Baglı Kasılma Uzerıne Pınaverıum Bromıd, Verapamıl Ye Dıltıazem'ın Inhıbıtor Etkılerı
Ekrem Çiçek, Esra Kısmet Atalık, H. İbrahim Karabacak
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Kobay Mıde Fundusunda Karbakol'e Baglı Kasılma Uzerıne Pınaverıum Bromıd, Verapamıl Ye Dıltıazem'ın Inhıbıtor Etkılerı
The InhIbItory Effects Of PtnaverIum BromIde, VerapamIl And DIltIazem On Carbachol Induced ContractIons In Isolated GuInea-PIg Stomach Fundus
izole kohay mide fundusunda ycipilan hu in vitro calimada, pinaverium ve kalsiyum an-tagonistlerinden veraparnil ile diltiazemin karhakole bagli kasilmalar iizerine plan gev4.etici etkileri Haztrlanan mide fundus stripleri icinde Krebs-Henseleit soliisyonu hulunan izole organ hanyosuna alimp. 104 M karhakol ile kasildt. Elde edilen hu kasilmalar iizerine kiimiilatif konsantrasyonda (10-9 -104M) uygulanan antagonistlerin doza hagrmlr bir ekilde gevxmeye neden oldugu goriildii. Elde edilen bulgular, izole kohay mide fun-dusunda kullamlan antagonistlerin, karhakole bagli kasilma cevaplarini anlarnlr olarak inhibe ettigini ye 1050 degerlerine gore gii• siraiamasinin pi-naveriun7=verapamil>diltiazem Rklinde oldugunu gastermektedir (p<0.05).
In this in vitro study, the inhibitory effects of pi-naverium bromide and the calcium antagonists such as veraparnil and diltiazem were investigated on carbachol-induced contractions in isolated guinea-pig stomach fundus. The strips were mounted in organ baths con-taining Krebs-Henseleit solution and contracted with 104 M carbachol. The contractions induced witht carbachol showed a dose-dependent re-laxations by addition of cumulative concentration (10-9-104M) of each antagonist. The results suggest that in isolated guinea-pig stomach frnclus the contractions induced by car-bachol were inhibited by antagonists significantly and the rank order of potencies of these antagonists measured as the IC so was pinaverium=verapamil> diltiazem (P<0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
İdris Mehmetoğlu, Abdullah Sivrikaya
Derleme
Özeti
Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
SItosterolemIa (ß-SItosterolemIa)
Amaç: Sitosterolemi; fitosterolemi olarak da adland›r›lan, artmış plazma ve doku sterol konsantrasyonuyla karakterize, çok nadir görülen otozomal resesif kalıtsal bir hastalıktır. Erken koroner ateroskleroza eğilim gösteren, tendon ve tüberoz ksantomlarıyla karakterizedir. Bu makalede sitosterolemi hastalığı ile ilgili bilgiler derlenmiştir. Ana Bulgular: Sağlıklı kişilerde total plazma bitki sterol konsantrasyonu 1mg/dl’den daha az olduğu halde, sitosterolemi hastalarında bu oran 12-40 mg/dL kadar yükselmektedir. Sitosterolemi hastalarında, bitki sterolleri olarak başta sitosterol ve kampesterol artmış olmasına rağmen, aynı zamanda stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol ve sitositanol da bulunur. Sitosterolemi’nin ABCG8 ve ABCG5 proteinleri için genlerin herhangi birinde mutasyonlardan kaynaklandığı belirlenmiştir. ATP-bağlayıcı kaset (ABC) transport proteinleri bitki sterollerini intestinal hücrelerde bağırsak lümeni içerisine geri pompalayarak, sterol absorpsiyonunu azaltırlar. Sonuç: Sitosterolemi hastalığının teşhis ve tedavisinde yanılmamak için, şüpheli kişilerde mutlaka sitosterollerin ölçülmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Aim: Sitosterolemia -also known as phytosterolemia- is a rare autosomal, recessively inherited disease characterized by elevated plasma and tissue plant sterol concentrations. Sitosterolemia is characterized by tendon and tuberous xanthomas and by a strong propensity toward premature coronary atherosclerosis. In this article information concerning sitosterolemia disease are reviewed. Main Main Findings: In contrast to healthy subjects with total plasma plant sterols less than 1 mg/dl, patients with sitosterolemia have plasma phytosterol levels in the range of 12 to 40 mg/dl. The main plant sterols in patients with phytosterolemia are sitosterol and kampesterol but also elevated levels of stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol, sitostanol are found. Sitosterolemia has been shown to result from mutations in either of the genes for 2 proteins (ABCG5 or ABCG8). These ABC transporters preferentially pump plant sterols out of intestinal cells into the gut lumen, thereby decreasing sterol absorption. Results: We believe that it is important to measure blood sitosterol levels in suspicious patients in order to get correct diagnosis and treatment the sitosterolemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Hatunsaray Kasabası Evlıyatekke Koyu Kaynak Suyunda Yapılan Değerlendirme Çalışması
Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Günay Kanber, Tacettin Tütüncü
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Hatunsaray Kasabası Evlıyatekke Koyu Kaynak Suyunda Yapılan Değerlendirme Çalışması
EvaluatIon Of SprIng-Water In EvlIyatekke VIl-Lage In Hatunsaray Town Of Konya DIstrIct
Evliyatekke kayfindeki kavnaktan kimyasal analiz kin airman ye kiikfirt iceren hu suyun hanyo §.eklinde kullarami kapntilt deri hastalzklarinda yarar sag-layict ozelliktedir. Buharina maruz kalma ya da 441- mesi solunum vetmezligi, kollaps. koma, ollim olu,y-. turabilir. Duciik miktarlarda bile mukozalarda irritasyon yapzcz niteliktedir. Bu suyun asit yapida olnzasi da mukozalarda irritasyon nedenidir. Top-lam organik madde ve amonyak bulunmasz, sudaki nitrifikas_yonan tamamlandigint giisterir ye harsak enfeksiyonlarzna ?widen olahilecek organik mad-deleri Toplam organik madde miktarmin ye amonyagzn yiiksek olmasz, koruma alanz ol-maywndan kaynaklanabilir. Kloriirfin yiiksek dii-zeyde olmasz insan ya do hayvan kaynaklz idrartn karivIktna delildir.
Bathing with the water containing suiphure has succesful effects in pruritic dermal lesions. Being ex-posed to its vapour or ingestion may cause collaps, coma and death. Even in low doses of sulphure may cause irritation in mucosa and adverse effects. The acidic characteristic of this water is the main cause of the irritation in mucosa. High levels of organic substance and ammonium show discontinued nit-rification of the water. The water containing organic substances may cause intestinal infections. The absence of protective area may increase ammonium concentration and total organic substance. High chlorine con-centration confirms that the water is contaminated with the urine of human beings or animals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Etil Alkol Uygulanmasının Serum Lipid Parametreleri Üzerine Etkisi Ve Çeşitli Dokulardaki Histolojik Değişiklikler
Mehmet Gürbilek, Mehmet Aköz, Selçuk Duman, Fatih Gültekin, Hüseyin Uysal, Ender Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Etil Alkol Uygulanmasının Serum Lipid Parametreleri Üzerine Etkisi Ve Çeşitli Dokulardaki Histolojik Değişiklikler
The AIm Of ThIs Study Was To DetertnIne The BI-OchemIcal And HIstologIcal Effects Of Alcohol On Va-RIous Organs Qf The Rats
Bu çalışma, etil alkolün çeşitli organlar ür.erindeki histolojik etkileri ile serum. lipidleri ıkerindeki biyokimyasal etkilerini araştırmak amacıyla ratlar üzerinde yapıldı. Radar, kontrol grubu, etli alkol verilen grup ve diyetine glukoz ilave edilen eşdeğer- diyet grubu (pair - fed) olarak üçe ayrıldı. Alkol grubuna 12 gün süreyle 4.5 glkglgün etil alkol oral olarak verildi. Eşdeğer diyet grubuna ise etli alkolü!r verdiği kaloriye eşdeğer olarak 7.88 glikgıgün glukoz 12 gün süre ile verildi. 12. günün sonunda her üç grubun serum açlık kan şekerleri, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeyleri ök-iildü.. Alkol grubunda, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeyleri, hem eşdeğer diyet gru-bundan hem de kontrol grubundan daha yüksekti. Glukoz değerleri ise alkol grubu ve eşdeğer diyet grubunun her ikisinde de kontrol grubuna göre daha yüksek olmakla birlikte bu yükseklik an-laınsızdı. Işık ınikroskobik değerlendirmede alkol ve-rilen grupta karaciğerde lobülün perifer zonundaki hepatositlerde 177d0= (erken profaz) artışı ve si-nıızoidal seviyede eritrosit birikimi görülürken böhrekte seıni glomeruler katlama ile in-rertubıtler bölgede infiltre eritrositler ve lenfositler gözlendi. Mide, dalak, akciğer normal histolojik yapıdaydı. Bu gözlemleı-e göre serumda trigliserid, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeylerinin artışına alkolü]] neden olabileceği , bu artışın alkolün verdiği kalorlye bağlı olmayıp alkolün genel me-tcıboliznla üzerine olan etkisinden kay-naklanabileceği kanaatine varıldı.
The study was carried out on thı-ee groups of rats as fallows: Control group, alcohol fed group and pair - fed group. The alcohol group was fed for 12 days with a diet containing 4,5g1kgiday ethyl alcohol. The pair fed group was giren glııco..ve (7.88 glkglgün) whi•h calory level was equal to the ealory level of alcohol giren to the second group. At the end of the jeeding period, fas-ting serum glucose, triglycerid, phospholipid and jree fatty acid leveis were measured in the serum of those three groups. The postınortal histological changes ira liver, kidneys„rtomach, spleen and lung were examined bir light microscopy. Triglycerid, phospholipid and fi-ee faty acid levels of alcohol group were higheı- than those of conwol and pair -feci group. Verv common high mitotic activity (in the' early pro-phase) in the hepatocytes at the peripheral of the elassical lobules, semidiffilse hemorrhagies in the glomerıdes and eıythrocytes infiltrated into the intertubuler area were seen at the light microscopic e_x-amination of the liver and kidney specimen.s of al-cohol giyen group. it concluded that the level of triglycerid, phospholipid and free fatty acid increase in serum due tü alcohol intake. it is supposed that th.e increase is not related with alcohol calory but it may be related with general effect of alcohol on nıe-tabolic activity of human Body.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlı Ve Çevresınden Gelen Hastalarda Kopro - Parazitolojik Inceleme Sonuçları
Naci Kemal Kırca, Nedret Albayrak
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlı Ve Çevresınden Gelen Hastalarda Kopro - Parazitolojik Inceleme Sonuçları
The IncIdence Of IntestInal ParasItes In Konya
Bir kapro-epidemiyolojik araştırmaya katkıda bulunacağı düşüncesiyle Mayıs 1983 - Aralık 1984 tarihlerinde parazitoloji laboratuvarımıza gelen 3400 hasta dışkısı nativ preparasyon yöntemi ile barsak parazitleri yönünden incelenmiştir. 1356 hasta dışkısında %39.8 oranında bir veya birden fazla barsak parazitine rastlanmıştır. Parazitlerin %76.1'ini protozoonlar, %23.9'unu helmintler oluşturmaktadir.
3400 fecal specirnens were examined. in 1356 of these (%39.8) various parasites have been found, but 2044 (%60.2) specirnens showed no parasites. The prevalence of parasite species were as foilows: Protozoa and helrninthes %23.9.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ust Gastroıntestınal Sıstem Endoskopısı Uygulanan Olgularda Asemptomatık Slıdıng Hernı Sıklıgı
İhsan Taşçı, Feridun Şirin, Berat Apaydın, Sinan Çarkman, Kağan Zengin, Can Gökdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Ust Gastroıntestınal Sıstem Endoskopısı Uygulanan Olgularda Asemptomatık Slıdıng Hernı Sıklıgı
The IncIdance Of AsymptomatIc SlIdIng Her-NIas In The PatIents Undergone Gastroscopy
Ozofagogastrik bileyigin ve /veya midenin prok-shnal ktsnunin arahkli ya da devamh protrtizyonuna hiatal herniasyon denir. Bu anatomik konum de-gonigi kardia kontinansinda bozukluga neden ohm Sonurta semptomsuz seyredebilecegi gibi gam-rotizofageal refill, peptik Ozofajit gibi komp-likasyonlara yol acabilir. bu caltymada 1995 ythnda endoskopik in-reknte yapt►nnak amactyla Cerrah,yapa Tip Fa-ktiltesi Genel Cerrahi Klinigi Endeskopi Sek-siyontena bayvuran 76 hastada hiatal herni insidensini, bayvunt yikayetkrini, tantlannt ret-rospektif olarak inceledik. Hastalannuzin 47 ta-nesinde (%61.8) sliding herni saptadik. Sliding herni saptanan hastalann 3(%6.4) tanesinde sliding herni'ye bagh sempto►t bulduk. Bona gore toplumda asentplontatik sliding herni insidanstntn ytiksek ol-dugu ye herhangi bir nedenle yaptlan inceleme st-rastnda, ortaya rtkan bit patolojinin semptom ver-tneden herhangi bir tedavi gerektinnedigi kanistna yard► ve bunu az olan litettirle karytlayurdtk.
Endoscopic diagnosis and Evaluation of Asym-ptomatic sliding Hernias Intermittent or continous protrision of esophagogastric junction and/or pro-xitnal segment of stomach is called "Hiatal Her This anatomical change of location results in dysfunction of cardia continence. While it can have an asymptomatic course, hiatal hernia can re-sult in complications like gastroesophageal reflux and peptic esophagitis. In this stdudv we observed retrospectively. The incidence of hiatal hernia, the complaint and diagnoses of 76 patients who can re-sulted Cerrahyapa Medical faculty General Surgery Department Endoscopy section in order to have en-doscopic investigation in 1995. Sliding Hiatal Hernia was detected in 47 (61.8%) of our patients. We found symptoms due to sliding Hernia in 3 (6.4%) of these patients. Ac-cording to this we concluded that the incidence of asymptomatic sliding hernia is quite high in the so-ciety and that this pathology that reveals itself du-ring investigations due to other causes does not re-quire any therapy as for as it is not symptomatic and we compared this with the literature that is scant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mıde Endoskopık Bıopsılerınde Intestınal Metaplazı Sıklıgı Ye Çesıtlı Hıde Lezyonları İle Ilıskılerı
Özden Vural, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Mıde Endoskopık Bıopsılerınde Intestınal Metaplazı Sıklıgı Ye Çesıtlı Hıde Lezyonları İle Ilıskılerı
The Prevalence Of IntestInal MetaplasIa In Gast-RIc EndoscopIc BIopsIes And Its RelatIonshIp To Va-RIous GastrIc LesIons.
Bu histokirnyasal calgmada 332 gastroskopik bi-opsi ornegi gozden ge irilrrti tir. Intestinal metaplazi orani %24.421dir. intestinal metaplazinin kronik gastrit, illser ye karsinoinlardaki sakligc si-rasula %23.55, %19.35 ye %29.68rdir.. Intestinal metaplazi kronik atrofik gastritlirde (%3437), tro-nik stiperfisyel gastritlerden (%21.59) daha saw. Tip III intestinal metaplazinin %70'inin kar-sinomlarla birlikte bulundugu bunun benign lez-yonlardakine gore daha yiiksek bir oran oldugu görüldü.
332 gastroscopic biopsy specimens were re-viewed in this histochemical study. The prevalance of intestinal metaplasia was 24.42%. The incidence of intestinal metaplasia in chronic gastritis, ulsers and carcinomas was 23.55%, 19.35% and 29.68% res-pectively. Intestinal metaplasia was more common in chronic atrophic gastritis (34.37%) than in chronic superficial gastritis (21.59). The prevalance of type III intestinal metaplasia in carcinomas was 70% and this higher than benign processes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnce Barsak Tıkanmalarrnda Operatif Dekompresyon Metodlarının Bakteriyemiye Etkisi
Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Zafer Daşçı, Nilgün Kuru, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
İnce Barsak Tıkanmalarrnda Operatif Dekompresyon Metodlarının Bakteriyemiye Etkisi
The Effect Of OperatIve DecompressIon Methods On BaeterIemIa In Small Bowel ObstructIon
İnce barsak tıkannıası oluşturulan bir köpek MO-delinde, perope•atuar yapılan dekompresyon !ne-todlarının, bakteriyemive etkisi incelendi. 40 sokak köpeğinin kullanıldığı bu çalışmada, 10 köpeğe sa-dece lapaı-otomi, 30 köpeğe ileoçekal valvin 5 cin proksimalinden bağlama konarak ince barsak tıkanması oluşturuldu. 48 saat sonra 10 köpekte sa-dece bağlama çözilldii, 10 köpekte bağlama açılıp ren-ogmt dekompresyon ve nazogastrik aspirasyon, 10 köpeğe enterotomi ile dekompresyon uygulandı. Dekompresyondan önce ve 15 dakika sonrası alınan kan kı'iltürlerinde E.coll bakteriyemisi, de-lwmpresyon gruplartyla lıgasyonun •özüldüğii grup arasında belirgin fark vardı (p<0,05). Her iki de-konıpresyon grupları arasında hakteriyemi açısından fark bulunamadı. Çalışma sonunda ince barsak nkanmalarında dekompr-esyon işleminin bak-yerivemi riskini artırdığı kanaatine varıldı.
We studied- the eflect of decompression methods for bacteriemia in the obstruction of small in-testine. Fourty mongrel dogs were included iız this study and the only laparotomy was peıformed in ten (control group), intestinal obstruction was per-formed irz thiı-ty hy obliterating terminal ileum 5 cm pı-oximal to the caecum using silk. After a 48 hours peı-iod, nhstruction was opened in ten, ohstruction was opened and retrograde decompression and na-sogastric aspiration was added in ten, obstruction was opened and decompression was performed hy enterotomy in ten. Blood sample was taken for blood culture 15 m.inute hefore and atter decompression procedııre. Bacteriemia hy E. coli was higher in de-compression groups than the control group which obstr-uction was opened only (p<0,05). There was no differences hetween the two decompression groups. As a result of study, we concluded that de-•ompression cause bacteriemia iıı small intestinal obstruction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik Döneminde Gebelikle İlişkili Olmayan Akut Karın Nedenleri Ve Tedavileri
Kazım Gezginç, Tuba Korkmaz
Derleme
Özeti
Gebelik Döneminde Gebelikle İlişkili Olmayan Akut Karın Nedenleri Ve Tedavileri
The Causes And Treatment Of NonobstetrIc Acute Abdomen
ın Pregnancy
Günümüzde gebelikte akut batın hala tanısı kolay olmayan bir
durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Gebe bir kadında gebelikte
oluşan fizyolojik ve anatomik değişikliklere bağlı olarak tanı koymak
ve tedaviye karar vermek zorlaşabilir. Ayrıca tanı amaçlı yapılacak
işlemlerin fetus için riskli olması nedeniyle bazı tetiklerden kaçınılır.
Gecikmiş teşhis maternal morbitide, mortalite, fetal kayıp ve erken
doğum riskine sebep olabilir. Cerrahi müdahale gerektirebilir veya
bazı durumlarda cerrahi müdahale zararlı olabilir. Gebelikte akut
batın insidansı 500-635 olguda 1 olarak bildirilmiştir. Gebelikte
nonobstetrik akut batın nedenleri arasında akut apandisit, intestinal
obstrüksiyonlar, akut kolesistit, kolelitiazis, inflamatuar barsak
hastalıkları, peptik ülser, akut pankreatit, hepatik rüptür, intestinal
obstrüksiyon, gebeliğin akut yağlı karaciğeri ve ağır preeklampsi
sayılabilir. Tanı ve tedavide hem fetus hemde anne hayatı önem
taşır. Erken tanı ve tedavinin uygulanması hem anne hemde fetus
açısından oldukça önemlidir.
Diagnosis of acute abdomen in pregnancy is still a difficult
situation. Due to physiological and anatomical changes of a pregnant
woman during pregnancy, the diagnosis and treatment can be difficult
to decide. In addition, some of the procedures used for the diagnosis
are avoided because of risk to the fetus. Delay in the diagnosis may
cause maternal morbidity, mortality, risk of fetal loss and can cause
premature birth. Surgical intervention may be required or surgical
intervention may be harmful in some cases. The incidence of acute
abdomen in pregnancy has been reported as 1 in 500-635. Among
the causes of nonobstetric acute abdomen in pregnancy are: acute
appendicitis, intestinal obstruction, acute cholecystitis, cholelithiasis,
inflammatory bowel disease, peptic ulcer, acute pancreatitis, hepatic
rupture, intestinal obstruction, acute fatty liver of pregnancy and
severe preeclampsia. The life of the mother and fetus are important
in the diagnosis and treatment. Early diagnosis and treatment are
very important for the fetus and the mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çok Sayıda Trikobezoar
Müslim Yurtçu
Olgu sunumu
Özeti
Çok Sayıda Trikobezoar
Multıple TrIchobezoars
Bezoarlar, lifli ya da emilemeyen gıdaların sindirim sisteminde sürekli birikimi sonucu ortaya çıkarak belli bir yer işgal eden katılaşmış cisimlerdir. Çocuklardaki bezoarların çoğu; oyuncak bebek ya da fırçalardaki saçların yutulması ile oluşurlar. Trikobezoarlar, tipik olarak karın ağrısı ve bulantıya sebep olurlar; aynı zamanda asemptomatik abdominal kitleden, barsak tıkanıklığı ve barsak perforasyonuna kadar giden belirtilerle seyrederler. Trikobezoarlar, daha çok duygusal olarak rahatsız olan ya da mental retarde çocuklarda görülür. 8 yaşındaki bir kız çocuğunda seyrek görülen dev bir trikobezoarı sunulmaktadır. Söz konusu trikobezoar, oldukça büyük ve duodenuma geçtiğinden dolayı endoskopik olarak çıkarılamadı. Keza, yumuşatıcılar ve papain enzimi de etkili olmadı. Cerrahi olarak supraumblikal median kesi ile karın açılarak eksplorasyon yapıldı. Yaklaşık 15X3 cm ebadındaki trikobezoar, ileoçekal segmentin 50 cm proksimalinde tespit edildi ve çıkarıldı; 10 cm'lik jejunal segment Heineke Mikulicz prosedürü ile onarıldı.
Bezoars are concretions in the gastrointestinal tract that increase in size by continuous accumulation of non-absorbable food or fibers. Most bezoars in children are trichobezoars from swallowed hair from the dolls or brushers. Trichobezoars typically cause abdominal pain and nausia, but can also present as an asymptomatic abdominal mass, progressing to intestinal obstruction and perforation. It is predominantly found in emotionally disturbed or mentally retarded youngers. We report a case of an unusual giant trichobezoar in 8-year-old girl. It was not extracted endoscopically, because it was huge and passed into the duodenum. Attempts at dissolving the bezoar with enzymes (papain) or meat tenderizers have not been efficacious. The abdomen was explored through a supraumblical median incision, an approximately 15X3 cm trichobezoar in diameter was identified in 50 cm distance from ileocecal segment, and was removed. In addition, ischemic and rupture 10 cm jejunal segment was repaired. These two rupture segments were repaired using Heineke Mikulicz procedure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventrikülo-Peritoneal Şant Kateterinin Anal Migrasyonu
Ahmet Önder Güney, Olcay Eser, Mehmet Erkan Üstün, Ertuğ Özkal
Derleme
Özeti
Ventrikülo-Peritoneal Şant Kateterinin Anal Migrasyonu
Anal MIgratIon Of VentrIculo-PerItoneal Shunt Catheter
Şant uygulaması sonrası intraabdominal komplikasyonlar seyrektir. (Abdominal kateterin skrotuma migrasyonu ve intestinal perforasyonu) Bizde ventrikülo-peritoneal (V-P) şantların intraabdominal komplikasyonlarından bir olgu sunduk.
Ventriculo-peritoneal shunt, hydrocephalus, anüs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tekrarlayan Dozlarda Aktif Kömür Tedavisi Sırasında Gelişen Gastrik Obstrüksiyon
Jale Bengi Çelik, Alper Yosunkaya, Ruhiye Reisli, İnci Kara, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Tekrarlayan Dozlarda Aktif Kömür Tedavisi Sırasında Gelişen Gastrik Obstrüksiyon
A GastrIc ObstructIon DurIng The MultI-Dose ActIvated Charcoal Treatment
Bu çalışmada, organofosfat zehirlenmesi olgusu nedeni ile tekrarlayan dozlarda aktif kömür uygulanmasının nadir bir komplikasyonu olan gastrik obstrüksiyona dikkat çekilmesi amaçlandı. 65 yaşında organofosfat zehirlenmesi nedeni ile tekrarlayan aktif kömür tedavisi uygulanan erkek hastada, tedavinin ikinci günü intestinal obstrüksiyon düşündüren klinik bulgular gözlendi. Bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilen hastanın midesinde solid oluşumlar tespit edildi. Bunların aktif kömüre ait olabileceği düşünüldü. Gastrik lavaj ile aktif kömür birikintisi boşaltılamayınca endoskopik girişim ile bu oluşumlar temizlendi. tekrarlayan dozlarda aktif kömür tedavisi sırasında gastrointestinal obstruksiyon gelişebilir. Bu durumda dikkatli olmak ve zamanında müdahale etmek önemlidir.
In this study, it was aimed to rise a notice of gastric obstruction, a rare complication of multidose activated charcoal treatment of organophosphate poisoning, because of a case. Clinical signs that thought to be an intestinal obstruction was recognized in a 65 aged male patient who was treated with multi-dose activated charcoal because of organophosphate poisoning. Some solid images could be related to activated charcoal determined by the computerized tomography. These congromelates were emptied by endoscopy since the gastric lavage was insufficient. A gastrointestinal obstruction may develope during the multi-dose activated charcoal treatment. In this case it is important to being aware of this complication and managing it in the appropirate time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatik Dıyafragnıa Rüptürleri
Nahit Ökesli, Yüksel Tatkan, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatik Dıyafragnıa Rüptürleri
TraumatIc Ruptures Of The DIaphragm
Travmatik diyafragma rüptürü tanısı güç bir hastalıktır. Bu yazıda barsak obstrüksiyonu, mide volvulusu, dispeptik bulgular ve karın içi kanama bulgularıyla başvuran dört diyafragma rüptürü olgusu reirospekiif incelenrniştir. Kesin tanı iki olguda preoperatif konabilmiş, diğer iki olguya ameliyat-ta tanı konmuştur. Tanı için öncelikle hastalıktan şüphe etmek gerekir. PA akciğer grafisi ve diğer yardımcı muayene yöntemleri tanıya yardımcı olur. Ultrasonografi, diyafrnagmaya yönelik ve dikkatli yapıldığı tak-dirde önemli yeri olan bir yöntemdir
Traurnatic diaphragmatic rupture is a condition which the diagnosis is difficıdt. in Mis article 4 cases with traumatic diaphragmatic rupture which presented intestinal obstruction, volvulus of the dyspepsia and intraabdominal haemorhagea were evaluated retrospectively. Two cases were diagnosed prooperatively and the athers during operation. Unless probabilitiy is thought the diagnosis could easily be ınissed. Chest X-rays and other routine diagnostic ınethods were our diagnostic criteria in Mese cases. ff ultrasonographic exarnination is available diagnosing of such cases becomes accurate and easy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vitamın B12 (cobalamin) Ve Eksiıkliği
Yıldız Divanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Vitamın B12 (cobalamin) Ve Eksiıkliği
Vıtamın B12 (cobalamıne) And Its Defıcıency
B12 Vitamini noksanlığı; Başlıca besinde eksikliği, yetersiz folat alımı, vejetaryen ve diğer beslenme taşkınlıkları, yeşil yapraklı sebzelerin uzun süre kaynatılması ile mide ve ince bağırsağa bağlı absorbsiyon bozukluğu, intrinsek faktör noksanlığı, absorbsiyon yüzeyinin küçülmesi, malabsorbsiyon gibi metabolik bozukluklardan meydana gelir. Bütün bu hallerde megaloblastik anemi denilen anemi ortaya çıkar ki, bu aneminin tanıtanlarını açıkladık.
Le mangue de Vitamin B12 se produisent surtout dans mes cas suivants; Mangue de nourriture, action de manger de folat rnsuffisamment, du N.70tarien et celui des autres alimentations, le d«ant de l'estomac caus6par le bouillonnement des legumes aux feuilles vertes et celui de l'absorption d6rivant de l'intestin grle, le mangue du facteur intrinsque l'&troitement de la surface de l'absorption, les dUauts mfrtaboliques. A la fin de tous ces cas, rtıgaloblastique se produit, commoneus en avons mentionne" les preuves cidessus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pnömatozis Sistoides İntestinalis
Lema Tavlı, Şakir Tavlı, Nahit Ökesli, Ömer Karaaslan, Osman Yılmaz, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Pnömatozis Sistoides İntestinalis
PneumatosIs CystoIdes IntestInalIs
Bu yazıda, bir pneumatosis cysteides intestinalis vakası sunularak, literatür bilgileri ile birlikte, bulgular tartışılmıştır.
In this article, a case of pneurnatosis cystoides intestinalis is presented and relevant literature was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Portal Hipertansiyon
Haluk Yavuz, Dursun Odabaş, Ümran Çalışkan, Fatih Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Portal Hipertansiyon
Portal IlypertensIon In ChIldren
Portal venler karındaki splaknik sahanın venöz kanım, karaciğer (KC) sinüsoidlerine taşıyan damarlardır. Portal venöz sisteme mide, barsak,safra kesesi, dalak, pankreas venle-ri katılırlar. Bu sistemin en büyük damarı vena portadır. Verıa porta v.lierıalis (splenik ven) ile v.mezenterika superiorun, L2 vertebra hizasında ve pankreas başının ırkasında birleşmesi ile meydana gelir. İçinde valv olmayan v.porta, KC e girince dallanarak sinüsoidlere ve santral vene açılır. Santral hepatik venler ise birleşerek v.hepatikayı yaparlar. Bu sistemdeki kan akımını bozan, engelleyen herhangi bir sebep portal venöz sistemdeki kan basıncını artırarak portal hipertansiyona (PH) yol açar. Sinüsoidal sistemin direncini yenmek için, portal sistemdeki basınç normal şartlarda diğer sistemlerdeki venöz basınçtan 5-10 mm Hg daha yüksektir. Bu yüksekliğin artması ile PH oluşur. Portal venöz sistemdeki kan basıncı= 20 mm Hg den (1), bazı yazarlara göre 10-12 mm Hg basıncından (17-20 cm su basıncı) fazla olması PH dur (2).
Portal veins are the veins that carry the venous blood of the splacnic area in the abdomen to the liver (KC) sinusoids. Stomach, intestine, gallbladder, spleen, and pancreatic veins join the portal venous system. The largest vein of this system is the vena portal. It occurs by the union of the veria porta v.lialis (splenic vein) and the v. Mesenterica superior at the level of the L2 vertebra and the race of the pancreatic head. The v.porta, which has no valve inside, branches into the KC and opens to the sinusoids and central vein. Central hepatic veins unite and make v. Hepatic. Any reason that disrupts or prevents the blood flow in this system increases the blood pressure in the portal venous system and leads to portal hypertension (PH). To overcome the resistance of the sinusoidal system, the pressure in the portal system is normally 5-10 mm Hg higher than the venous pressure in other systems. With this increase in height, PH occurs. It is PH when the blood pressure in the portal venous system is higher than = 20 mm Hg (1) and, according to some authors, 10-12 mm Hg (17-20 cm water pressure) (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
Fatıma Bilgin, Özhan Özcan, Mustafa Dönmez, Erdem Şentatar, Erhan Ayşan, Arslan Kaygusuz
Olgu sunumu
Özeti
Yetişkinde İnce Barsak İnvajinasyonu
IntestInal InvagInatIon In An Adult
İnvajinasyon barsağın bir segmentinin diğer segmentinin içine girmesi olarak tanımlanır. Yetişkin invajinasyonu nadir bir durumdur ve sebepleri çocukluk yaş grubundan farklıdır. Otuzüç yaşında kadın hasta acil servise karın ağrısı, bulantı ve kusma şikayetleriyle başvurdu. Karın ultrasonografisi ve bilgisayarlı tomografide invajinasyondan şüphelenildi, hasta acil ameliyata alındı. İnvajinasyon alanında tümöral kitle palpe edilerek segmenter rezeksiyon uygulandı. Ameliyat sonrası süreçte sorun yaşanmayan hasta postoperatif yedinci gün taburcu edildi. Patolojik değerlendirmede dört polibin her birinde iyi diferansiye adenokarsinom tespit edildi. Yetişkin olgularda invajinasyon nadir görülse de preoperatif değerlendirmede invajinasyon düşünüldüğünde bunun habis bir tümöre bağlı olabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda yapılacak rezeksiyonun sınırlarının geniş tutulması önerilir.
Invagination is the condition whereby a segment of intestine becomes drawn into the lumen of the proximal bowel. İnvagination in adults is a rare situation and the causes are different from childhood group. A 33 years old female patient admitted to emergency service with abdominal pain , nousea and vomiting. In ultrasonography and abdominal computed tomography suspected from invagination so the patient was operated urgently.In operation a masswas palpated and segmental resection was applied. Post-operative 7 th day , the patient was discharged from hospital without any complication. In pathological evaluation well-differentiated adenocarcinoma was detected in all polyps. Although invagination is a rare condition in adult patients when suspected from invagination the possibility of malign tumor should be considered. According to this , wide segmental resection is advised.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı İnvajinasyonları
Alaaddin Dilsiz, Aytekin Kaymakçı, Osman Güler, Burhan Köseoğlu, Fatma Çağlayan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı İnvajinasyonları
ChIldhood IntussusceptIon
Invajinasyon çocukluk çağında en sık rastlanan barsak tıkanıklık nedenidir. S.Ü.T.F. Çocuk cerrahisinde tedavi edilen 11 in-vajinasyonlu hasta retrospektif olarak değelendirildi. Yaş dağılımı, semptom ve bulgular açısından, diğer yayınlarla benzerlik görülürken, farklı olarak kızların çokluğu (K1E:912), hastaların kliniğe geç başvur-duğu, barsak redüksiyon oranının yüksekliği dikkati çekti. Rezeksiyon oranı ile hastaların geç gelişi birbiri ile ilişkili idi. Bu da hastaların yanlış tanı ve tedavi ile zaman kaybetmesine bağlandı.
Intussusception is the most common cause of intestinal obstruction in childhood. 11 children with intussusception were retrospectively reviewed in the departmant of pediatric surgery in Selçuk Üniversity medical faculty. Age configuration, symptoms and signs were similar with the other reports, but most of the patients were girls (girl I boy:9/2) and (his made the difference. Besides intestine resection ratio was high and the patients presentations in hospital were lale. There is a relationship between resection ratio and the patients lale presentations. And this was related to the loss of time with the wrong diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Massıf İntestinal Rezeksiyon Ve Kısa Barsak Sendromu
Adil Kartal, Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, Mehmet Metin Belviranlı, A. Öğüldü
Araştırma makalesi
Özeti
Massıf İntestinal Rezeksiyon Ve Kısa Barsak Sendromu
MassIve Intestınal Resectıon And Short Bowel Syndrom
1983-1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp FakUltesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı'nda üçü akut mezenterik vasküler oklüzyon, biri massif adezyona bağlı gangren, biri Mediterranean lenfomaya bağlı mültipl jejunoileal perforasyon, biri de askaris tıkaçlarına bağlı gangren nedeniyle yapılan 6 massif intestinal rezeksiyon vakası incelendi. Hepsinde kısa barsak sendromu (KBS) gelişti. Hastaların barsaklarının yeni duruma adaptasyonu gelişinciye kadar beslenmeyi sağlamak, ayrıca komplikasyonların önlenmesi ve tedavisi amacıyla total pareteral beslenme (TPB) uygulandı.5 hasta Şifa ile taburcu edildi, bir hasta kaybedildi. KBS gelişen hastalarda yüksek oranda görülen erken mortalite ve morbiditenin TBP ile düşürülebildiği sunucuna varıldı.
It was been presented 6 massive intestinal resection cases due to acute mesenteric vasculary occlusion in 3 cases strangulated small bowel obstruction in one case, perforated Mediterranean lymphoma in one case and ascariasis in one case between 1983-1987 in Selçuk University Medicine Faculty Alt of them developed short bowel syndrome. Total parenteral nutrition (TPN) was applied up to adaptation for new condi-tion and prevention of and treat the early complications. Five cases were successful, one case died after two months postoperation. The highy early mortality and morbidity rate can be decreased by TPN in short bowel syndrome cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femorotibial Açıda Lateral Ayakaltı Kaması İle Değışme
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Hasan Oğuz, Recep Memik, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Femorotibial Açıda Lateral Ayakaltı Kaması İle Değışme
AlteratIon Of The FemorotIbIal Angle WIth LateraI Subfood Wedge
20-30 yaşlarında 30 normal erkek, çalışma kapsamına alındı. Dizin femorotibial açılan anteroposterior röntgenogramlarda değerlendirildi. Femorotibial açı dekubitis pozisyonunda 5(sağ) -6(sol) derece iken, ayakta 3 .6(sağ) - 24(sol) derecedir. Sağ lateral kamalı grafide, sağ dizde varusta anma (28, %93.3) olurken, sol dizde valgusta artma olmaktadır (12, %40). Sağ diz valgusu sağ lateral ayakaltı kama ile azalmaktadır. Kama kalınlığı, sağ dizde valgusu değiştirmemekte, solda ise valgusu arttırmaktadır.
The study was based on a series of 30 normal mide subjects ageing between 20 to 30. Femoroti-bial angle of the knee joint was analyzed using a an-teroposterior roentgenogram of the knee. Femoroti-bial angle was 5(right) - 6(left) degree at the decubit-us pozition, and 3 .6(right) 2.9(left) degree at the standing. At the right lateral subfood wedge, varus of the knee was increased at the right knee (28, %93.3), and valgus of the knee was increased at the left knee (12, %40). Valgus of the right knee was decreased with right lateral subfood wedge. Thickness of the wedge didn't increase valgus of the right knee, but increased valgus of the left knee.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolıtıs Ulseroza Zemınınde Gelısen Bır Amıplı Dızanterı Vakası
Onur Ural, Mehmet Bitirgen, İbrahim Erayman
Araştırma makalesi
Özeti
Kolıtıs Ulseroza Zemınınde Gelısen Bır Amıplı Dızanterı Vakası
A Case Of AmebIasIs Secondary To ColItIs Ulcerosa
Klasik anti-amehiasis tedavisine cent!) ver-meyen ye kanli ishaliolan intestinal an ebiasisli bit olgu sunubtut4tur. Bit hastada arm zamancht vaptlan rektosigmoidoskopi ve histopakdojik inceleme so-nnet, kolitis da bulunnugtur. Rasta sul-lasalazin se metranidazol ile tedavi Bu alga nedeni•le. amebiasis ye kolitis birlikte görülebileceği vurgulanmıştır.
1 with intestinal amebiasis who had bloody diarrhoea and was responsless for the anti-amebic therapy was presented. Colitis ificerosa itkiS also found with rectosigmoidoscopy and histopathology in this patient. This case was treated with sul-fasalaIine and memmida:ole. It was stressed that amebiasis and colitis iiIcerosa would seen together.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Mide Lenfoması (bir Yaka Nedeni İle)
Kemal Ödev, Şükrü Bülent Özer, Bilge Çakır, Şakir Tavlı, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Mide Lenfoması (bir Yaka Nedeni İle)
PrImary GastrIc Lymphoma (a Case Of Report)
Primer mide lenfoması nadir görülen hastalıktır. Üst gastrointestinal sistemin baryumlu inceleme-sinde mide duvarında belirgin olarak kalinmaşma, anormal şekilde kalınlaşan mukozal kıvrtmlar görülen 1 olguda, bilgisayarlı tomografi (BT) ile primer mide lenfoması tanısı konuldu. Klinik olarak mide lenfomasından şüphe edilen olguların teşhisinde bilgisayarlı tomografi noninvaziv, güvenilir inceleme yöntemidir.
Primary gastric lymphoma is a rare disease. On barium studies of the upper gastrointestinal tract, one case had marked gastric wall thickening. Primary gastric lymphoma was diagnosed by computed to-mography (CT). Computed tomography is iz noninvasive, accurate ınethod of evaluating patients with suspected gastric lymphoma clinically.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
Özgür Külahcı, Gülay Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
PrImary And MetastatIc MalIgnant Melanomas Of The DIgestIve System
Amaç:
Primer ve metastatik sindirim sistemi malign melanomları oldukça nadirdir. Çalışmamızda safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölge malign melanomlarında lenf nodu metastazı ile klinik ve patolojik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler:
Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010- Ocak 2020 yılları arası XXXXXXXXXXXX gastrointestinal sistem organlarından safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölgede malign melanom tanısı konan 20 olgu dahil edildi. Çalışmamızda gastrointestinal sistemde görülen primer ve metastatik malign melanom olgularında bölgesel lenf nodu metastazı ile yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, ekstraintestinal melanom öyküsü, melanin pigmenti, nötrofil-lenfosit oranı ve tanı sonrası yaşam süreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek istedik. Ayrıca melanomun sindirim sisteminde kaynaklandığı hücrelerin kökenini ve literatürü gözden geçirdik.
Bulgular:
Tümör çapı ile bölgesel lenf nodu metastazı arasında istatistiksel bir ilişki vardı(p=0.000). Tümör çapı arttıkça lenf nodu metastaz oranı artmaktaydı. Hayatta kalma ile cinsiyet, tümör lokalizasyonu, uzak metastaz, primer ve metastatik sindirim sistemi melanomları arasında ilişki vardı(tümü p<0.05). Erkeklerin ve sindirim sisteminden uzak metastaz yapmayan olguların çoğu hayattaydı. Sindirim sistemine melanom metastazı olan hastaların tamamı ile safra kesesi ve ince bağırsak lokalizasyonlu hastaların tamamı hayattaydı. Safra kesesi primer malign melanom tanılı 70 yaşındaki olgumuz literatürde belirleyebildiğimiz en yaşlı hastaydı.
Sonuç:
Kutanöz veya kökeni ne olursa olsun, tüm melanomlar, embriyolojik sinir krestinden türetilen hücreler olan melanositlerden kaynaklanır. Malign melanom gastrointestinal sistemde anorektal bölgede daha sık olmak üzere her bölgede primer görülebilir. En sık metastaz ise ince bağırsağa olmaktadır. Sindirim sistemi gibi az görüldüğü yerlerde doğru tanı hayati önem taşımaktadır. Son zamanlarda metastatik melanomda, hastalığın metastatik yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için immüno-onkolojik ajanların adjuvan tedavide kullanımı söz konusudur. Bu tedaviler sayesinde cerrahi rezeksiyon sonrası metastaz riski taşıyan melanomlu hastaların yarıdan fazlasında rekürrensiz sağ kalım sağlandığı bildirilmektedir. Çok nadir görülmesine rağmen sindirim sistemi biyopsilerinin değerlendirilmesinde primer veya metastatik malign melanom olabileceği akılda tutulmalıdır.
Purpose:
Primary and metastatic digestive system malignant melanomas are extremely rare. In our study, we aimed to compare lymph node metastasis with clinical and pathological parameters in gallbladder, stomach, small intestine and anorectal region malignant melanomas.
Materials and methods:
This retrospective study included 20 cases diagnosed with malignant melanoma in the gastrointestinal tract organs between January 2010 and January 2020 at XXXXXXXXXXXX. In our study, we wanted to evaluate the relationship between regional lymph node metastasis and age, gender, tumor localization, tumor size, extraintestinal melanoma history, melanin pigment, neutrophil-lymphocyte ratio and post-diagnosis life span in primary and metastatic malignant melanoma cases. We also reviewed the origin and literature of the cells from which melanoma originates in the digestive system.
Results:
There was a statistical relationship between tumor diameter and regional lymph node metastasis (p =0.000). As the tumor diameter increased, the lymph node metastasis rate increased. There was a relationship between survival and gender, tumor localization, distant metastasis, primary and metastatic digestive system melanoma (all p <0.05). Most of the men and those who did not metastasize away from the digestive system were alive. All patients with melanoma metastases to the digestive system and all patients with gallbladder and small intestine localization were alive. Our 70 year old patient with gallbladder primary malignant melanoma was the oldest patient we could identify in the literature.
Conclusions:
Regardless of cutaneous or origin, all melanomas originate from melanocytes, cells derived from embryological nerve crest. Malignant melanoma can be primary in every region, more frequently in the anorectal region in the gastrointestinal tract. The most common metastasis is to the small intestine. Accurate diagnosis is vital in places where it is rarely seen, such as the digestive system. Recently, in metastatic melanoma, immuno-oncological agents are used in adjuvant therapy to help prevent metastatic spread of the disease. Thanks to these treatments, it is reported that more than half of patients with melanoma who have the risk of metastasis after surgical resection provide recurrence-free survival. Although it is very rare, it should be kept in mind that there may be primary or metastatic malignant melanoma in the evaluation of digestive system biopsies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
Aysun Gökçe
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of Extracapsular InvasIon In GastrIc Cancer
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mide kanserinde ekstrakapsüler invazyonun prognostik önemi ve
klinikopatolojik verilerle ilişkisini araştırmaktır .
Hastalar ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında total ve subtotal gastrektomi yapılan toplam 190
primer mide kanseri hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların 133’ü (%70)’ü erkek, 57’si (%30) kadındı.
Metastatik lenf nodu kapsülünün dışına tümör hücrelerinin invazyonunun saptanması ekstrakapsüler
invazyon olarak tanımlandı ve bunun yanısıra histolojik tip, lenf nodu pozitifliği, lenfovasküler ve perinöral
invazyon, invazyon derinliği ve metastatik lenf nodu sayıları d eğerlendirildi.
Bulgular: 136 (%71.4) hastada lenf nodu metastazı saptandı. Bunların 87'sinde (%64) ekstrakapsüler
invazyon izlendi. Ekstrakapsüler invazyonlu olguların 36'sı (%65,5) diferansiye, 51'i (%63) andiferansiye
idi ve sırasıyla 68 (%68) ve 80 (%68,4) olguda perinöral - lenfovasküler invazyon görüldü. Perinöral
invazyon (p=0.01), lenfovasküler invazyon (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.001) ve metastatik lenf
nodu sayısı (p=0.001) ile ekstrakapsüler invazyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi.
Ekstrakapsüler invazyon cinsiyet, histolojik tip ve rezeksiyon tipi ile ilişkili değildi. Çok değişkenli analizde
mide kardia yerleşimli tümörlerde ekstrakapsüler invazyon olma riski 5,501 kat, perinöral invazyon
olanlarda ise ekstrakapsüler invazyon olma riski 1 1,44 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir .
Sonuç: Ekstrakapsüler invazyon görülen vakalar kötü prognostik parametrelerle ilişkilidir. Mide
kanserlerinin gelecekteki evreleme sistemine ekstrakapsüler invazyon durumu dahil edilmeli ve patoloji
raporları ekstrakapsüler invazyon durumu hakkında bilgi içermel idir.
Aim: The aim of this study was to investigate the prognostic significance of extracapsular invasion and its
relationship with clinicopathological data in gastric cancer .
Patients and Methods: A total of 190 patients with primary gastric carcinoma underwent total and
subtotal gastrectomy between 2013 and 2020 were included in the study. 133 (70%) were men, and 57
(30%) were women. Tumour invasion beyond the lymph node capsule was diagnosed as extracapsular
involvement. and evaulated in addition to histological type, lymph node positivity, lymphovascular and
perineural invasion, depth of invasion, and numbers of lymph no de metastasis.
Results: 136 patients (71.4%) had lymph node metastasis. Of these, 87 patients (64%) had extracapsular
invasion. Of the cases with extracapsular invasion, 36 (65.5%) were differentiated and 51 (63%) were
undifferentiated and perineural - lymphovascular invasion was seen in 68 (68%) and 80 (68.4%) cases,
respectively. A statistically significant association was observed with extracapsular invasion in terms of
perineural invasion (p=0.01), lymphovascular invasion (p=0.008) and depth of invasion (p=0.001) and
number of metastatic node (p=0.001). Extracapsular invasion was not associated with sex, histological
type, and resection type. In the multivariate analyse, the risk of extracapsular invasion is 5,501 higher
in those with cardia localization. Those with perineural invasion have an 11,44 higher risk of having
extracapsular invasion.
Conclusion: Cases with extracapsular invasion are associated with poor prognostic parameters. It
should be included in the future staging system of gastric cancers and pathology reports should include
information about extracapsular invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Sistemin Gıst Dışı Mezenkimal Tümörleri
Meryem İlkay Eren Karanis, İlknur Küçükosmanoğlu, Tuğba Günler, Yaşar Ünlü, Hande Köksal
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Sistemin Gıst Dışı Mezenkimal Tümörleri
Non-Gıst Mesenchymal Tumors Of The GastroIntestInal Tract
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler dışındaki gastrointestinal sistemin mezenkimal tümörleri nadirdir ve çoğu iyi huyludur. Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistemin gastrointestinal stromal tümör dışı mezenkimal tümörlerinin klinik ve patolojik özelliklerini ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntemler: 2008-2018 yılları arasında tüm gastrointestinal endoskopik ve cerrahi rezeksiyon materyalleri retrospektif olarak incelendi. Gastrointestinal stromal tümör dışındaki mezenkimal tümör tanısı alan olgular dahil edildi.
Bulgular: Yirmi dört lipom, 14 inflamatuar fibroid polip, altı leiomyom, dört lenfanjiyom, dört hemanjiyom, dört schwannom, iki nöroma, iki malign melanom, bir leiomyosarkom, bir granüler hücreli tümör ve bir Kaposi sarkomu saptandı. Olguların ortanca yaşları 61 (29-87), ortanca tümör boyutu 1.5 cm (0.2-14) idi. Otuz yedi olgu (% 58,7) kadın, 26 olgu (% 41,3) erkekti. Bu tümörler spesifik olmayan semptomlara neden oldular. Benign tümörlerde eksizyon sonrası patolojik tanıya bakılmaksızın nüks veya metastaz saptanmadı.
Sonuç: Gastrointestinal sistemin gastrointestinal stromal tümör dışı mezenkimal tümörleri her yaşta görülebilen ve sıklıkla kadınlarda izlenen, çoğunlukla küçük ve iyi huylu tümörlerdir. En yaygın olanları lipomlar ve inflamatuar fibroid poliplerdir. Mide tümörlerinin çoğu dispeptik şikayetlere, barsak tümörleri de karın ağrısı, bulantı veya kusmaya neden olurlar. Ayrıca bağırsak tümörlerinin bazıları akut ve kronik kanama, obstrüksiyon, perforasyon, volvulus veya intussussepsiyon gibi ciddi, hatta ölümcül klinik durumlara yol açarlar. İyi huylu tümörlerin tedavisi için eksizyon yeterlidir, nüks veya metastaz göstermezler.
Aim: Mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract other than gastrointestinal stromal tumors are rare and most of them are benign. The aim of this study to reveal the clinical and pathological features of non-gastrointestinal stromal tumor mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract.
Materials and Methods: All gastrointestinal endoscopic and surgical resection materials, between 2008-2018, were retrospectively reviewed. Cases diagnosed with mesenchymal tumor other than gastrointestinal stromal tumors were included.
Results: Twenty four lipomas, 14 inflammatory fibroid polyps, six leiomyomas, four lymphangiomas, four hemangiomas, four schwannomas, two neuromas, two malignant melanomas, one leiomyosarcoma, one granular cell tumor and one Kaposi sarcoma were detected. The median ages of the cases were 61 years (29-87), the median tumor size was 1.5 cm (0.2-14). Thirty seven (58.7%) cases were female and 26 (41.3%) were male. They caused nonspecific symptoms. No recurrence or metastasis was detected after excision in benign tumors regardless of the pathological diagnosis.
Conclusion: Non-gastrointestinal stromal tumor mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract are mostly small and benign tumors that can be seen at any age and are frequently seen in women. The most common ones are lipomas and inflammatory fibroid polyps. Most gastric tumors cause dyspeptic complaints and intestinal tumors cause abdominal pain, nausea or vomiting, as well as some of the intestinal tumors lead to serious, even fatal clinical situations such as acute and chronic bleeding, obstruction, perforation, volvulus or intussusception. For benign tumors’ treatment, excision is sufficient, they do not exhibit recurrence or metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Lema Tavlı, Özden Vural, Şakir Tavlı, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Adenocarcznomas Of The Gallbladder
Bu yaztda, 17 safra kesesi adenokarsinontunun klinikopatolojik ozellikleri sunuldu. Histolojik tipler ile safra taslart, karaciger invazyonu ye lenf nodiilii metastazlan arasindaki iliskiler incelendi. Lenf no-data metastazlanna ye karaciger invazyonuna en sik, az diferansiye adenokarsinomda rastlandi. Safra taslan papiller adenokarsinomda sik bu-lundu.
In this study, the clinicopathologic cha-racteristics of 17 cases of carcinoma of the gall bladder was presented. The relationship between. histological types, gallstones, liver invasion and lymph node metastasis were investigated. Frequent lymph node metastasis and invasion of the liver, was encountered in the poor differentiated ade-nocarcinoma The presence of gallstones were fre-quent in papillary adenocarcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
Coskun Ulucakoy, Ismail Burak Atalay, Recep Öztürk, Aliekber Yapar, Guray Togral, Emek Mert Duman, Bedii Safak Gungor
Araştırma makalesi
Özeti
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
ClInIcal And FunctIonal Results Of EndoprosthetIc ReconstructIon In MalIgnant Tumors Around The Elbow
Amaç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastaların klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kliniğimizde 2011-2018 yılları arasında dirsek çevresinde malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan 14 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 4'ü primer tümör (1 fibromiksoid sarkom, 1 leimyosarkom, 1 multipl miyelom ve 1 ewing sarkom) iken 10'u uzak organ metastazı (4 meme kanseri, 3 akciğer kanseri, 1 mide kanseri, 1 renal hücre kanseri ve 1 tiroid) kanser) idi. Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skoru ve Mayo dirsek performans skoru (MEPS) ve sağkalımı değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların minimum takip süresi 7 ay, maksimum takip süresi 55 aydı. Hastaların ortalama MEPS skoru 67.5 ± 12.0 (aralık, 45-90) ve MSTS skorunun ortalaması 19.4 ± 2.3 (aralık, 16-24) idi. 3 hastada takipte nüks, 7 hastada takipte exitus görüldü. Bu çalışmada hastaların medyan sağkalım süresi 44 aydı. 1 yıllık sağkalım oranı% 70.1 iken 3 yıllık sağkalım oranı% 54.5 idi.
Sonuç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastalarda ağrı ve fonksiyonel sonuçlar tatmin edicidir. Gelecekte daha geniş hasta serileri ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
Purpose: It was aimed to present the clinical and functional results of the patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow.
Methods: 14 patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor in the elbow circumference between 2011-2018 in our clinic were included in the study. While 4 of the patients were primary tumors (1 fibromixoid sarcoma, 1 leimyosarcoma, 1 multiple myeloma and 1 ewing sarcoma), 10 were distant organ metastases (4 breast cancer, 3 lung cancer, 1 stomach cancer, 1 renal cell cancer and 1 thyroid cancer). Musculoskeletal Tumour Society (MSTS) score and Mayo elbow performance score (MEPS) and survival were evaluated.
Results: The minimum follow-up period of the patients was 7 months, and the maximum follow-up period was 55 months. The mean MEPS score of the patients was 67.5 ± 12.0 (range, 45-90), and the mean of the MSTS score was 19.4 ± 2.3 (range, 16-24). Recurrence occurred at follow-up in 3 patients and exitus at follow-up in 7 patients. In this study, the median survival time of the patients was 44 months. The 1-year survival rate was 70.1% while the 3-year survival rate was 54.5%.
Conclusion: Pain and functional results are satisfactory in patients who undergo tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow. In the future, studies with larger patient series are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neoözofagusta Neolokalizasyon: Presternal Transpozisyon
Murat Çakır, Mehmet Biçer
Olgu sunumu
Özeti
Neoözofagusta Neolokalizasyon: Presternal Transpozisyon
NeolocalIzatIon In The Neoesophagus: Presternal TransposItIon
Erken evre distal özofagus kanserleri ve proksimal mide kanserlerinde en yaygın tedavi yöntemi cerrahidir.
Özofagus cerrahisinin zorluklarından biri gastrointestinal devamlılığının sağlanmasıdır. Bu amaçla mide,
ince barsak ve kolon kullanılabilir. Neoözofagus posterior mediastinal veya retrosternal alandan servikal
bölgeye ulaştırılır. Distal özofagus kanseri nedeniyle opere edilip özofagusu güdük halinde bırakılan
hastanın yapılan presternal kolonik transpozisyonu literatür eşliğinde tartışılması amaçlandı. 61 yaşında
erkek hasta, özofagus ca nedeniyle transhiatal olarak total gastrektomi ve distal özofajektomi cerrahisi
uygulanmış. Anastomoz kaçağı nedeniyle sağ torakotomi yapılmış ve özofagus güdük olarak bırakılmış.
Beslenme jejunostomisi açılmış. Akciğer metastazı nedeniyle sol torakotomi ile metastazektomi yapılmış.
Rekonstruksiyon amaçla sol kolon presternal alandan ilerletilerek servikal bölgeye ulaştırılarak özofagus
amastomozu yapıldı. Özofagus cerrahisinde konduitin lokalizasyonunda son çare olarak presternal alanda
ilerletilmesi akılda tutulmalıdır .
The most common therapeutic method for early stage distal esophageal cancers and proximal stomach
cancer is surgery. One of the challenges in esophageal surgery is to maintain gastrointestinal continuity.
The neoesophagus is transferred from the posterior, mediastinal, or retrosternal areas to the cervical
region. A 61-year-old male patient with esophageal cancer had received transhiatal total gastrectomy,
distal esophagectomy, and Roux-en-Y esophagojejunostomy. Right thoracotomy had been performed due
to anastomotic leak with the esophageal stump left behind. Left thoracotomy and metastasectomy were
also performed due to lung metastasis. The left colon was transpositioned from the presternal area to
the cervical region for reconstructive purposes. Physicians should bear in mind that the conduit can be
advanced in the presternal area as the last resort for its localization in esophageal surgery. The aim of this
study was to present, along with literature review, the case of a patient with distal esophageal cancer for
whom presternal colonic transposition was performed with the es ophageal stump left behind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Recai Gürbüz, Ali Acar, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Osman Yılmaz, Tahsin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Effects Of CIlazaprIl In Rats WIth Re-Noraseular HypertansIon: An ExperImental Study
Yeni bir kotn enzim olan ci-la:april'in spontan hipertansif rutlarda kan memu bOlgesel kan aktnuni bnb-reklerde (.7c. 25. midede % 37, iletanda % 57 ye cultic 37 artu-dtgi bildirilmektedir. Operative olarak persiyel renal arter ohs-triiksiyontt saklanarak renovaskfiler hipertanslyon geliviribm4 ratlarda giitaliik 2.5 mg doziarda uygulamalarimn bobreklerdeki etkinligi araptrilmtvir.
It was reported that cila:april, a new ACE in-hibitor, decreases arteial blood pressure, ine-reases regional flows by 25 %. in the kidney, 37 gf in the stomach, 57(. in the ileum and 37 % in the skin in spontaneously hyper tansive rats. 11-e evaluated the effects of treatment with ci-la:april (2.5 mg once a day) to kidneys in rats with renovasetilar hvertension that occurred partial renal artery SIC110SiS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hırschsprung Hastalığında Etyopatogenez Ve Tanı Yöntemlerı
Alaaddin Dilsiz, Fatma Çağlayan, Burhan Köseoğlu, Aytekin Kaymakçı, Osman Güler
Araştırma makalesi
Özeti
Hırschsprung Hastalığında Etyopatogenez Ve Tanı Yöntemlerı
Ethopatogenesıs And Dıagnosıs Methods In Hırschsprung's Dısease
Hirschsprung Hastalığı (111-1) etyolojisi halâ bulanık olan fonksiyonel intestinal obstruksiyondur. Bu hastalıkla ilgili daha önce vakalar yayınlanmış olmakla birlikte ilk olarak 1886 yılında Danimarkalı pediatrist Hirschsprııng, izlediği iki vakanın klinik ve otopsi bulgulanyla hastalığın konjenital bir maiformasyon olabileceğini söyledi. Bu sebeple ileriki yıllarda hastalığa onun adı verildi.
Hirschsprung's Disease (111-1) is functional intestinal obstruction with still blurred etiology. Although cases of this disease were published before, the Danish pediatrician Hirschspring said in 1886, with clinical and autopsy findings of the two cases he followed, that the disease may be a congenital malformation. For this reason, the disease was named after him in the following years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta