Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
Serdar Karaköse, Tülay Ölçer, Turhan Cumhur, İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
The EffectIveness Of Pta Or Intravascular Stents In The Treatment Of The PatIents WIth Aorta-IlIac Occ-LusIon Or StenosIs And Empotance
Penil ereksiyonu saglayan en Onernli mekanizma plan korpus kavernozumun kanlanmaszndaki yetmezlik, organik arter hastaltklarma bagli olarak bircok olguda gorillmektedir. Common iliak arterdeki dada( ye ttkanaliklart perlditan transluminal anjioplasti (PTA), rotaks ye lumen iii stem ile redavi edilen 38-63 ya§•ar arasIndaki 27 pasta cahpnamir kapsamma alina Klinik bulgu olarak hastalarin tiimiinde alt ekstremitede kladikasyo ye 12 hastada empotans vardt. 27 hastada da ana neden atherosklerozisti. PTA veya lumen ici stent yer-le'tirilmesinden 4-12 ay sonra empotanstn norm ale doniip donntedig'i araotrtidt. Gir4imsel yontemler sonrast 12 hastamn9'unda (%75) empotans ba§artyla kavboldu. calipnamtz sonucu arteriel kokenli impotanslartn tedavisinde radyolojik giri§imsel y5ntemlerin baari h oldugu gozknnti§-tir.
According to the fundamental nature of penile erection, insufficiency of the arteriel blood supply to the corpora cavernosa caused by an organic arteriel disease is found in a large fraction of case. Our experience in the treatmen of stenoses or obstruction of the common iliac arteries with PTA, rotacs and intra-arteriel stents in 27 patients, between 38-63 years of ages, are reported. Clinical finding were lower limb claudicatio in all patients and impotence in 12 patients. The underlying disease was atherosclerosis in all 27 patients. Restitution of potency was recorded 4-12 months after the PTA or intravasccular stent application. After the intervention of procedures in 9 (%75) of the 12 patients, potency was succesliilly restored. As a results we think that radiological interventional procedures are succesfull in treatment of impotency which has arteriel etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akcıger Kıst Hıdatıgınde Cerrahı Yaklasım
Sami Ceran, Tahir Yüksek, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Hasan Solak, Kazım Gürol Akyol, Aydın Şanlı, Tunç Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Akcıger Kıst Hıdatıgınde Cerrahı Yaklasım
SurgIcal InterventIon In The Lung HydatId Cyst
1987-1994 yillari arasinda S.O. Tip Fakiiltesi Grips Ka1p Damar Cerrahisi Klinigirte witirilarak tedavi edilen 191 pasta sunuldu. Vakalarin % 52.87si erkek, % 47.12'si kadindi. En cok gririilme 11-20 yak gruhundaydi. Kistin 99 (% 51.83)'ii sag akcikerde, 84 (% 43.97)'6 sol akcikerde ve 8 (%4.18)`i her iki akcigerde lokalize idi. 5 Median sternotorni, 6 segmentektomi, 7 wedge rezeksiyon, 9 lohektomi, 13 transdiafragmatik karaciger kistine miidahale, 1 transdiafragmatik- yolla dalak kistine mildahale, 159 kistotomi + kapitonaj, 10 de-kortikasyon, 4 kistekrom.i yapildi. 4 vakada postoperatif ampiyem ortaya cikti ve tedavi edildi. 1 vaka S011illUM yetmezlikinden kay-hedildi. Niiks grizlenmedi.
In this article, 191 cases were presented who operated in The Thoracic and Cardiovascular Sur-gery Clinic, University of Selcuk between 1987 and 1994. 52.87% of them were male and 47.12% of were female. Most of the patients were 11-20 years of age. 99 of cystes (51.83%) were in right lung, 84 (43.97%) were in left lung and 8(04.17%) of them were in both lungs. Median sternotomy was per-formed in 5 cases, segmentectomy in 6 cases, wedge resection in 7 cases, lohectomy in 9 cases, cystotomy and capitonage in 159 cases, decortication in 10 cases and cystectomy in 4 cases. 13 liver cystes and one spleen cyste were excised via trans-diaphragmatic approach. Empyerna was seen in 4 cases and succesfully treated. Only one case died on respiratory failure. Relapse was not seen in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Amaç: Bu çalışmanın amacı, alveol yarıklarının takibinde sık kullanılan pahalı ve radyasyon dozu yüksek olan bilgisayarlı tomografi (BT) yerine daha ucuz ve daha az radyasyon veren görüntüleme yöntemleri kullanmaktır. Bunun için diş hekimleri tarafından dental patolojilerin tanısında sık kullanılan periapikal ve oklüzal grafi kullanıldı. Hastalar ve metod: 1998-2004 yılları arasında “tek taraflı alveol yarığı” olan 11 hasta otojen iliak ve allojenik kansellöz kemik grefti ile opere edilmiştir. Peroperatif kemik defektler periapikal ve oklüzal grafiler çekilerek NetCAD programı ile belirlendi. Peroperatif kemik mumu ile yeniden defekt ölçümü yapılarak gerçek değer bulundu. Postoperatif 6 ay -1 yıl süresinde aynı grafilerle geç kontrol filmleri alındı ve kemik kaybı yüzde (%) olarak ve etraf dokularla olan ossifikasyonu değerlendirildi. Sonuç: Uygulamanın kolay olması, özellikle çocukların daha az radyasyon almaları ve ekonomik olması nedeniyle alveol yarıklarının takibinde BT yerine periapikal ve oklüzal grafi kullanılabileceği kanaatindeyiz.
Objective: Purpose of this study was to use imaging methods which is cheaper and offering less radiation dousage for determination of alveol clefts. Fort his purpose, perapical and oclussal plane X-rays are used in this study, which are widely used by dentists for diagnosis of dental pathologies. Patients and methods: Elevenpatients with unilateral alveol clets was operated with seconder otogen iliac and allogenic cansellous bone grafts between 1998 and 2004. Bone defects was measured by NetCAD program with periapical and oclussal graphies pre operatively. Bone wax was used for per operative measurement and real size has been obtained. Late period control graphies was obtained with the same rontgenograms between post operative 6 months and 1 year. Lost bone volume and ossification were determined. Result: We think that periapical and oclussal graphies are easier procedures and may be used instead of CT for follow up in alveol clefts. Additional advantages are exposure to lower doses of radiation and low prices.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
Sevim Karaaslan, Bülent Oran, Osman Başpınar, Tamer Baysal, Abdullah Yazar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
A RetrospectIve Follow-Up On The PatIents WIth The Acute RheumatIc Fever:
Akut romatizmal ateş tamlı hastalarımızın klinik ve laboratuar özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Hasta kayıtlarından akut romatizmal ateş tamlı 395 vaka seçildi. Hastaların atak anındaki başvuru yaşı 5-18 yaş (ortalama 11.3±2.8), cinsiyetleri 213 (% 53.9) erkek, 182 (%46.1) kız olarak belirlendi. Hastaların asıl klinik bulguları kardit °%70.3, artrit % 66.5, Sydenham koresi % 22.2, eritema marginatum %1 ve subkütan nodul % 0.7 şeklinde idi. Perikardiyal efüzyona % 3.5 oranında rastlanıldı. Karditli hastalarda mitral ve aort yetmezliği sırasıyla % 95.3 ve % 46.4 oranında oluştu. Takip esnasında kapak yetmezlikleri % 23.6 ve % 33 oranında kayboldu. Penisilin profiaksisinin düzensiz uygulanması bazı hastalarda tekrarlamalara neden oldu.
Patients with acute rheumatic fever, who were admitted to Pediatric Cardiology Unit of Selçuk University Meram Faculty of Medicine, were studied ret- rospectively to verify the clinical and laboratory profile of the disease. 395 cases were identified among patients admitted to the present institution. Age on admission was 5-18 years (mean 11.3±2.8), they were 213 (53.9%) boys, and 182 (46.1%) giriş. Manifestations included carditis 70.3°%, arthritis 66.5°%, Sydenham’s chorea 22.2%, eritema marginatum 1 °%,subcutaneous nodules 0.7%. Pericardial effusion was occurred in 3.5°%. Mitral insuffi- ciency and aortic insufficiency and aortic insufficiency were occurred in 95.3°% and 46.4°%, respectively. The regur- gitation disappeared in 23.6°% and 33°% of patients with mitral and aortic regurgitation, during follow-up. The caus- ing recurrence was the non-compliance with penicillin prophylaxis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femoral Venlerde Deneysel Greft Uygulamaları
Mehmet Yeniterzi
Araştırma makalesi
Özeti
Femoral Venlerde Deneysel Greft Uygulamaları
Experımental Graft Applıcatıons In The Femoral Veıns
Deneysel ve klinik çalışmalarda; venöz sisteme yerleştirilecek ideal greft için, çeşitli materyal ve teknikler kullanılmaktadır. Bu çalışmada; otojen yen, spiral dizilimli otojen ven ve «knitted Dacron» köpek femoral venine segmental olarak yerleştirilerek, greftlerin potansiyeli araştırıldı. Sürekli açıklık, 15. günde venografi ve arkasından eksplore edilerek tayin edildi. Erken açıklık yönünden; otojen venin Dakron'dan önemli derecede üstün olduğu (p< 0.01) bulundu. Spiral dizilimli venin de, Dakron'dan daha iyi neticeler verdiği tespit edildi (p< 0.05). Geç takipleri yapılamadığından rekanalizasyon gösterilemedi. istenen uzunluk ve çapta otojen ven bulunamadığı zaman, küçük çapta ve düşük hız akımında bile başarılı olan spiral dizilimli veriler tercih edilmelidir.
Various materials and techniques have been used to obtain an ideal graft ta replaced within the venous system in experimental "and ainica/ researches. In this study autogenous vein, spiral composite autogenous yein and knitted Dacron have been replaced segmentaly in canine femoral veins and the potantiality of these grafts has been investigated. Continuous patency was determined by venogram then by exploring on the fifteenth day. From the patency point of view autogenous vein was found to be significantly better than knitted Dacron (p< 0.01). And the spiral compsite ven was found to give better result than Dacron. Since long term observation was not avalible, recanalization could not be deminstrated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dclre1c Genindeki Mutasyonun Pcr-Rflp İle Tanımlanması
Mehmet Ali Karaselek, Serkan Küçüktürk, Hasan Kapaklı, Esra Hazar, Şükrü Nail Güner, Sevgi Keleş, Ercan Kurar, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Dclre1c Genindeki Mutasyonun Pcr-Rflp İle Tanımlanması
IdentIfIcatIon Of The MutatIon In Dclre1c Gene By Pcr-Rflp
Amaç: DCLRE1C genindeki mutasyonlar Artemis proteininin fonksiyonel olarak bozulmasına neden olur ve T/B hücre gelişimi olumsuz etkilenir. Bu mutasyonun bir sonucu olarak, genellikle ağır kombine ve kombine immün yetmezlik (CID) kliniği ortaya çıkar. Akraba evliliğinin yaygın olduğu bölgemizde bu mutasyona bağlı CID vakalarına sıklıkla rastlanmaktadır. Bu nedenle şüpheli hastalar ilgili gen mutasyonu açısından vakit kaybetmeden değerlendirilmelidir. Mutasyonların tespitinde daha karmaşık ve maliyetli yöntemlerin kullanılmakla birlikte daha ucuz ve hızlı yöntemlere ihtiyaç olduğu açıktır. Bundan dolayı çalışmada DCLRE1C geni ekzon 3 (c.194C>T; p.T65I) ve ekzon 14 (c.1669_1670insA; p.T577Nfs*21) mutasyonlarının Polimeraz Zincir Reaksiyonu-Restriksiyon Parça Uzunluk Polimorfizmi (PZR-RFLP) yöntemi kullanılarak belirlenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışma 2017-2020 yılları arasında kliniğimizde DCLRE1C mutasyonu ile takip edilen 14 hasta, 2 ebeveyn ve 10 sağlıklı kontrol dahil edildi. Mutasyon bölgeleri ve uygun restriksiyon enzimleri içeren primerler ile PZR-RFLP analizi gerçekleştirildi.
Bulgular: Analiz sonucunda 12 hasta DCLRE1C geni ekzon 3 açısından homozigot mutant, 2 ebeveyn ekzon 3 açısından heterozigot, 2 hasta ekzon 3 ve ekzon 14 açısından compound heterozigote genotipde olduğu bulundu. Mutasyonlar, Sanger DNA dizilimi ile doğrulandı. PZR-RFLP yöntemi ile ilgili bölgedeki mutasyonlar hızlı ve güvenilir bir şekilde belirlendi.
Sonuç: Çalışma, PZR-RFLP yönteminin primer immün yetmezliklerde özellikle bilinen mutasyonların tespiti ve aile taraması gibi durumlarda kullanılabilecek ucuz, güvenli ve hızlı bir yöntem olduğunu göstermiştir.
Aim: Mutations in the DCLRE1C gene result in functional impairment of the Artemis protein and T/B cell development is adversely affected. As a result of this mutation, a clinic of severe combined and combined immunodeficiency (CID) generally occurs. In our region where consanguineous marriage is common, CID cases due to this mutation are frequently encountered. Therefore, suspected patients should be evaluated promptly for the relevant gene mutation. It is clear that more complicated and costly methods are used in the detection of mutations and there is a need for cheaper and faster methods. Therefore, in this study, it was aimed to determine the mutations of DCLRE1C gene exon 3 (c.194C>T; p.T65I) and exon 14 (c.1669_1670insA; p.T577Nfs*21) by using Polymerase Chain Reaction-Restriction Fragment Length
Polymorphism (PCR-RFLP) method.
Patients and Methods: The study was carried out between 2017 and 2020 and study included 14 patients followed up with DCLRE1C mutation in our clinic, 2 parents and 10 healthy controls. PCR-RFLP analysis was performed with primers containing mutation sites and approp riate restriction enzymes.
Results: As a result of the analysis, 12 patients were homozygous mutant for DCLRE1C gene exon 3, 2 parents were heterozygous for exon 3, and 2 patients were heterozygous for exon 3 and exon 14 and were found to be compound heterozygous genotype. Mutations were confirmed by Sanger DNA sequencing. Mutations in the relevant region were determined quickly and re liably by the PCR-RFLP method.
Conclusion: The study showed that the PCR-RFLP method is a cheap, safe and fast method that can be used in cases such as family screening, especially for the detection of known mutations in primary immunodeficiencies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
A Case Report Of Largely Located Condyloma Acu-MInatum
Altmış iki yaşında bir hastada kırk yıllık bir öyküye sahip inguinal yerleşimfi büyük bir condyloma acu-minatum vakası eksizyon sonrası ince kalınlıkta deri grefti ile onarıldı. Bu kadar uzun bir öyküye rağmen, malign transformasyon göstermeyişi ve büyük bo-yutları sebebi ile sunuldu.
A case of very large condyloma acuminatum lo-cated in inguinal region in a 62 years old male 40 years history was treated by surgical excision and split thickness skin graft. Altough it had very Tong his-tory there was no malign transformation in histo-pathological examination. We presented it because of its unusual size and tong history without malign transformation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, H. İbrahim Topatan, Osman Acar, Ertuğ Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of TopIcallv ApplIed MeperIdIne WIth The MeperIdIne Absorbed Autolog Fat Graft On PostoperatIve PaIn In Luınbar HernI DIseal Surgery
Bu klinik çalışmada Selçuk Üniversitesi Nöroşirürji Anabilim Dalında 1996 yılının ilk 9 ayında Lomber disk hernisi tanısı ile opere edilen 63 olgu prospektıf olarak değerlendirilmiştir. Olgular 21 kişilik gruplar halinde 3 gruba ayrılmıştır: Grup 1: Yalnızca cerrahi girişim uygulanan, Grup II: Cer-rahi girişim sonrası topikal meperidin uygulanan. Grup M: Cerrahi girişim sonunda meperidin en-jekte edilmiş otolog yağ grefti kullanılan 21 olgudan oluşmaktadır. Hastalar postoperatif 1., 3., 5. ve 7. günlerde "Mc Gill Ağrı Skalası" esas alınarak değerlendirildi. Bu çalışmada, uygulanan yöntemlerin postoperatif dönemdeki ağrı yakınması ve mohilizasyon üzerine etkileri literatür ışığında değerlendirildi.
This prospective study was carried out on 63 cases operated for the lumbar disc herniation, at the Medical Faculty of Selçuk University in 1996 in the first 9 months. All cases were divided into three equal groups :21 cases who had only disc operation was taken as first group, second group of cases re-ceived topical meperidine at the and of the ope-ration while third group of cases were applied me-peridine injected autolog fat graft. The patients were referred postoperatively 1, 3. 5 and 7 th days _according to "Mc Gill Pain S•ala". In this study we wanted to see the effects of the application method of meperidine on pos-toperative pain and comfortable mohilization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
Zeydin Acar, Abdulkadir Kırış, Mustafa Tarık Ağaç, Hakan Erkan
Olgu sunumu
Özeti
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
PrImary Percutaneous Coronary InterventIon UsIng A Renal Stent In A Large EctatIc Coronary Artery
Koroner atardamar genişlemesi (KAG), koroner atardamarların
yerel veya yaygın çap artışıdır. Darlığın eşlik ettiği vakalarda, deri
yoluyla koroner girişimi (DYKG) hakkındaki veriler sınırlıdır. Bu
lezyonlarda, karotis, biliyer ve venöz yama damarı için tasarlanmış
farklı kafes sistemleri kullanılmıştır. Kafes yerleştirilmesi sonrası
ek genişletme gerektiğinde çevresel balon kateter kullanılmaktadır.
Bu vakada, renal kafes kullanılarak yapılan birincil DYKG ile tedavi
edilen, genişlemiş sağ koroner atardamarı olan ivegen alt duvar
yürek kası infartüslü bir hastayı bildirdik.
Coronary ectasia is localized or diffuse dilation of coronary arteries. There are limited data about the percutaneous coronary intervention (PCI) of ectatic coronary arteries with stenosis. Different stent systems such as carotid, bilier and venous graft have been used in these lesions. Post-dilation has been performed by peripheric balloon catheter, if necessary. In this case, we reported a patient with acute inferior myocardial infarction and ectatic right coronary artery who was treated with primary PCI using a renal stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genç Erkek Olguda Kronik Lipodermatoskleroz
Ahu Yorulmaz, Rıdvan Güneş, Ferda Artüz, Serra Kayaçetin
Olgu sunumu
Özeti
Genç Erkek Olguda Kronik Lipodermatoskleroz
ChronIc LIpodermatosclerosIs In A Young Male PatIent
Lipodermatoskleroz, kronik venöz yetmezlik ile yakın ilişkili
progresif seyirli bir dermatozdur. Lipodermatoskleroz klinik olarak
akut, subakut ve kronik olmak üzere üç ayrı evrede değerlendirilir.
Yine kronik venöz yetmezliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan akut
faz, tipik olarak alt ekstremitelere yerleşen oldukça ağrılı, belirgin
eritem ve ödemin eşlik ettiği endure plaklarla prezente olması
nedeniyle selülit ile sıklıkla karıştırılır. Kronik lipodermatoskleroz
akut lipodermatoskleroza göre çok daha sıktır ve klinik muayene
ile kolaylıkla ayırt edilir. Kronik lipodermatoskleroz kadınlarda daha
yaygındır, öyle ki bildirilen vakaların %90’a varan oranını orta yaştaki
kadın olgular oluşturmaktadır. Biz çalışmada, sağ alt ekstremitesinde
kronik venöz yetmezlik zemininde kronik lipodermatoskleroz gelişen
genç bir erkek olgu sunulmuştur. Kronik lipodermatosklerozun
genç erkeklerde daha nadir görülmesinden ötürü, bu olgunun klinik
özelliklerini ortaya koymak ve dikkat çekmek istenmiştir.
Lipodermatosclerosis is a progressive dermatosis, which is closely
related with chronic venous insufficiency. Lipodermatosclerosis has
been clinically classified into acute, subacute and chronic stages.
Acute phase, which also represents a sequelae of chronic venous
insufficiency, is commonly misdiagnosed as cellulitis, since typical
clinical presentation closely resembles cellulitis with extremely painful,
indurated plaques with intense erythema and edema affecting distal
parts of the lower extremities. Chronic lipodermatosclerosis is much
more common than acute lipodermatosclerosis and this form is easily
recognized with clinical examination. Chronic lipodermatosclerosis is
more common in women, indeed up to 90% of the reported cases are
women in their middle ages. Here, we report a young male patient
with chronic lipodermatosclerosis on right lower extremity, which had
been developed in the presence of chronic venous insufficiency. We
point out and highlight the clinical characteristics of this patient as
chronic lipodermatosclerosis is less frequently observed in young
males.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Hasan Kaya, A. Rıza Odabaş, Ramazan Çetinkaya, Yılmaz Selçuk
Araştırma makalesi
Özeti
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Biz kemoterapi sonrası, tümör lizis sendromuna bağlı olarak akut böbrek yetmezliği gelişen, 38 yaşında bir non-Hodgkin lenfoma hastasını rapor ettik. Konservatif tedavi olarak diüretik, bikarbonat infüzyonu, %10'luk kalsiyum glukonat ve insülinle tamponlanmış % 30 dekstroz verdik. Ancak, tedaviye cevap alamadık. Kemoterapi sonrası 4. günde hemodiyalize başladık. Hastada hemodiyaliz sonrası klinik ve laboratuvar olarak iyileşme sağladık.
We report a 38 year-old male patient vvith non-Hodgkin’s lymphoma who developed oliguric acute renal failure depending on tumor lysis syndrome, following chemotherapy. We treated, patient vvith diuretic, bicarbonate infusion, calcium gluconate, and 30% dextrose vvith insulin. We couldn’t give a response to these treatments. After chemotherapy, on 4th day we started to use hemodialysis. After hemodialysis, we supplied a recovering in this patient as clinic and laboratory.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastane Çalışanlarında Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv
virüsünün Seroprevalans Durumlarının İncelenmesi
Esma Kepenek
Araştırma makalesi
Özeti
Hastane Çalışanlarında Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv
virüsünün Seroprevalans Durumlarının İncelenmesi
AnalyzIng Seroprevalence Of Hbv, Hcv And HIv At A HospItal’s
employees
Seydişehir Devlet Hastanesi (SDH) çalışanlarının Hepatit B
virüsü (HBV), Hepatit C virüsü (HCV) ve İnsan Immün Yetmezlik
Virüsü (HIV) seroprevalans durumlarının incelenmesi için çalışmaya
2013-2015 yılları arasında görev yapan 498 sağlık personeli dahil
edilmiştir. Çalışanlara ait veriler, idari izin alındıktan sonra, hastane
enfeksiyon kontrol birimi tarafından tutulan personel takip formları
(sağlık bilgi formu) ve hastane bilgi yönetim sistemi (HBYS) kayıtları
yardımı ile retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışanların serolojik
sonuçlarından %0.8’inin HBsAg (+), %86.7’sinin anti-HBs (+) ve
%0.2’sinin ise anti-HCV (+) olduğu belirlenmiştir. Çalışanların
mesleki durumları [hekim, hemşire/sağlık memuru, sağlık teknikeri,
temizlik personeli ve hastayla direkt teması olmayan diğer grup
(mutfak, güvenlik, teknik servis, sekreter, diyetisyen, eczacı vs.)] ile
anti-HBs durumu arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur
(p<0.001). Hekim, hemşire/sağlık memuru, sağlık teknikeri, temizlik
personeli grupları arasında anti-HBs açısından fark saptanmazken
(p=0.442), diğer grubunda anti-HBs (+)’lik oranı daha düşük
saptanmıştır. Çalışılan birim (dahili servisler, cerrahi servisler,
ameliyathane, yoğun bakım, acil servis, diyaliz, laboratuvar, diğer)
ile anti-HBs durumu arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki söz
konusu iken (p=0.011), diğer olarak adlandırılan birimlerde antiHBs
pozitiflik oranı daha düşük bulunmuştur. Dahili servisler,
cerrahi servisler, ameliyathane, yoğun bakım, acil servis, diyaliz,
laboratuvar gruplarında çalışanlar arasında anti-HBs açısından
fark saptanmamıştır (p=0.717). Çalışanların HBsAg seropozitifliği
ile çalıştıkları birimleri (p=0.96) ve mesleki durumları (p=0.566)
arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. Sonuç olarak
yapılan incelemede, SDH çalışanlarının viral hepatit (HBV, HCV) ve
HIV seroprevalans düzeylerinin Türkiye’de yapılan diğer çalışma
sonuçlarına paralel bulunmuştur.
All employees (N=498) of Seydişehir Public Hospital’s (SDH)
were included, who were working in the period of 2013 and 2015,
in the study in order to assess their seroprevalence of Hepatitis B
virus (HBV), Hepatitis C virus (HCV) and Human Immunodeficiency
Virus (HIV). After getting the official permission, data on employees’
personnel follow-up forms (health information forms) kept by the
Hospital’s Infection Control Unit and records of Hospital Information
Management System (HIMS) were retrospectively analyzed. Results
showed that employees were HBsAg (+), anti-HBs (+) and anti-HCV
(+) as in 0.8%, 86.7% and 0.2% levels, respectively. A statistically
significant relationship between occupational status (doctor, nurse/
medical staff, health technician, cleaning personnel and other group)
and anti-HBs was found (p<0.001). In the further analysis, the
proportion of anti-HBs (+) was lower in the other group (including
medical secretary, biologist, psychologist, dietician, pharmacist,
security, kitchen worker, driver, information processing, technical
service, tailor, social worker, and researcher) than the groups of
doctor, nurse / health officer, health technician, cleaning staff. There
was no difference in terms of anti-HBs between doctor, nurse /
health officer, health technician and cleaning staff group (p=0.442).
Also, a statistically significant relationship was observed between
the employed units (internal services, surgical services, operating
room, intensive care unit, emergency services, dialysis, laboratory
and other units). An important difference for anti-HBs seropositivity
was found (p=0.011). In the further analysis, the ratio of anti-HBs
positivity was lower in the other units including kitchen, security,
data entry and technical service than internal services, surgical
services, operating room, intensive care, emergency service, dialysis
and laboratory groups. There was no difference in terms of anti-HBs
positivity among the internal services, surgical services, operating
room, intensive care, emergency service, dialysis, and laboratory
groups (p=0.717). There were no statistically significant relations
of the HBsAg seropositivity with the employed unit (p=0.96) and
the professional status of the employees (p=0.566). Consequently,
HBV, HCV and HIV seroprevalence levels of SDH employees were in
parallel with the other studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Zeynep Karaçor Altuntaş, Nedim Savacı
Derleme
Özeti
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
UnIque Ekstensor HallusIs Muscle Infarct In DIabetIc PatIent
Bacakta lokal ağrı, hassasiyet ve şişlikle kendini gösteren diyabetik kas infarktı, tip 1 insüline bağımlı diyabetik hastalarda nadir görülen bir komplikasyondur. Bu bulgular kliniğimize diyabetik ülser nedeniyle yattıktan beş gün sonra 72 yaşındaki erkek hastamızda görüldü. Kitle önce bir abse odağı olarak düşünülmüşken cerrahi eksplorasyonda izole ekstensor hallusis longus kas infarktı olduğu gözlendi. Nekroze kas eksize edilerek defekt alan ince kalınlıkta cilt grefti ile kapatıldı. Bu yazıda literatürde ilk kez diyabetik hastada ekstensor hallusis longus kas intaktı olgusu sunulmuştur.
Diabetic muscle infarct is a rare complication of type 1 insulin dependent diabetic patient, resenting with focal thigh pain, tenderness, swelling and erythema. These pathologic findings were observed in 72 years old male patient, 5 days after he was accepted to our clinic because of diabetic foot ulcer. The mass was thought that on abscess at first but unixue extensor hallucis muscle infarct was observed by surgical exploration.Necrosed muscle was excised and defect area was reconstructed with split thickness skin graft. V/e have presented a case of extensor hallucis longus muscle infarction in a diabetic patient first in the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Klinik Seyirli Nadir Bir Psüdolenfoma: Jessner'in Lenfositik İnfiltrasyonu (%aka Takdimi)
Tayfun Aköz, Bülent Erdoğan, Metin Görgü, Asuman Nalça Tuncel, Selda Seçkin
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Klinik Seyirli Nadir Bir Psüdolenfoma: Jessner'in Lenfositik İnfiltrasyonu (%aka Takdimi)
Jessner's LymphocytIc InfIltratIon
Jessner'in lenPsitik infiltrasyonu olan 40 yaşında erkek hastayı sunduk. Yüzde ve her iki au-rikulamn üst kenarında kronik eritemapüstülöz iyikşmeyen lezyonlar) olan hasta, "Diskoid lupus eritematozus" histopatolojik tanısı ile polikliniğimize başvurdu. Yüzde kelebek şeklindeki bir alana yerleşmiş lezyonlar, burunda deformite oluşturmuştu. İleri tetkik ve tedavi amacı ile yüzdeki lezyonlar tamamen eksize edildi. Lezyon yeri, ince kalınlıkta deri grefti ile rekonstrükte edildi. Ku-laklardaki kzyonlara cerrahi müdahale yapılmadığı halde, kliniğimizde yattığı süre boyunca, önceden bi-linmeyen nedenlere bağlı olarak bu lezyonlar ta-mamen iyileşti. Sağlam deri ve lezyondan alınan bi-op,si örnekleı-inin histopatolojik incelemesinde Jessner'in lenfositik infiltrasyonu tanısı konuldu. Güneş ışığına maruz kalmadığından kulak lez-yonlarının spontan iyileştiği sonucuna varıldı.
We present a case of Jessner's lymphocytic in-filtrate of the skin in a 40-year-old man. The patient had non healing ch•onic inflarnmatory erit-hemapustulous lesions on the face and uppeı- pan of the auı•icles. bilaterally. First histopathologic di-agnosis of the patient was "Discoid lupus ery-thematosus". The lesions appeared on the ,face and made a deformity on the nose. In o•der to achieve exact diagnosis and treatment, all the lesions on the face excised and reconstructed hy a split skin grafit. Auricular lesions that were not treated such a this way, heakd spontaneously. Histopathologic exa-mination of the specimen that was excised from the lesion and healthv skin. revealed that the diagnosis is Jessner's lymphocvti• infiltrate. The reason of spontaneous healing of the auricular lesions exp-lained with no exposure of the auricles to sunshine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Ahmet Nihat Baysal, Tamer Baysal, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results Of Tetralogy Of Fallot
Bu çalışmanın amacı, Fallot tetralojisinde (FT) tam düzeltme sonrası, cerrahi sonuçlarımızın değerlendirilmesidir. Kliniğimizde 2001–2009 yılları arasında 35 hasta, FT tanısıyla operasyona alındı. 5(%14.2) hastada Down sendromu, 3(%8.5) hastada patent duktus arteriozus, 2(%5.7) hastada pulmoner atrezi, 1 (% 2.8)hastada hipotroidi ve 1(%2.8) hastada koroner arter anomalisi mevcuttu. Ayrıca 5 hastaya daha önceden kliniğimizde modifiye Blalock-Tausing şant işlemi yapılmıştı. Komplet tamir yapılan hastaların geç dönemlerinde pulmoner kapakta yetmezlik oluşturmamak için transanuler girişim sınırlı yapılmakla beraber, 12(%34.2) hastada transanüler yama ile tamir uygulamak zorunda kalındı. Tamirden sonra erken mortalite 3(%8.5) hastada gelişti. 23 hasta ortalama 6.7 yıl süreyle takip edildi. Bir hasta, pulmoner gradient nedeniyle 15. ayda reoperasyona alındı, ancak multiorgan yetmezliğinden kaybedildi. Komplet atrioventriküler blok ve geç devre disritmi görülmedi. Transanüler yama yerleştirilen 12 hastada gelişen 2˚ pulmoner yetmezlikler izlemde kaldı. VSD ve infundibuler stenozun transatriyal yolla, gerekirse transpulmoner yolla düzeltilebileceği ve uzun dönemde de pulmoner yetmezlik ve sağ ventrikül disfonksiyonunun engellenebileceği düşüncesindeyiz.
The aim of this study is to evulate our surgical results of Tetralogy of Fallot. Between 2001–2009, 35 patients with Tetralogy of Fallot underwent to total correction at our department. Five of them had Down syndrome (%14.2), 3 had patent ductus arteriousus (%8.5), 2 had pulmonary atresia (%5.7), 1 had hypothyroidism (%2.8) and 1 had coronary artery anomaly (%2.8). Five patients had Blalock-Tausing shunt in their medical history. Transannular approach was avoided because of causing pulmonary valve insufficiency in late period, but it was obliged to apply in 12 patients. Early mortality occured in 3 cases (%8.5) after repair. Twenty three patients were followed for mean 6.7 years. One patient with pulmonary gradient underwent reoperation at postoperative 15th month and died due to multiple organ failure. There were no complet atrioventricular block and disrhythm in long term. Second degree pulmonary insufficiency that was developed in 12 patients who underwent transannular patch closure was followed up to day. We think that ventricular septal defect and infundibular stenosis could be corrected via transatrial approach, if necessary via transpulmonar approach and in long term, pulmonary insufficiency and right ventricular disfunction could be prevented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
Gökhan Kalkan, Fügen Ersoy
Araştırma makalesi
Özeti
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
IncIdence Of MalIgnancy In PatIents WIth Common VarIable Immune DefIcIency And TheIr FamIly Members
Özellikle lenforetiküler ve gastrointestinal malignitelerin yaygın
değişken immün yetmezlik (Common Variable ImmunodeficiencyCVID)
hastalarında daha sık görüldüğü bilinmektedir. Semptomsuz
gen taşıyıcılarının bulunabileceği akrabalar arasındaki malignite
sıklığı da az sayıdaki çalışmayla gösterilmiştir. Bu calismada CVID
ve immünoglobülin A (IgA) eksikliği hastaları ve bu hastaların
akrabalarındaki malignite insidansı araştırılmıştır. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji Ünitesi’nde takip
edilen Toplam 25 CVID hastası ile 727 akrabası ve 68 IgA eksikliği
hastası ile 1802 akrabası malignite insidansı açısından incelenmiştir.
Ayrıca CVID hastalarının birinci derecen akrabalarında IgA eksikliğinin
bulunma sıklığı serum immünglobülin A (IgA) düzeyi tayiniyle ve CVID
hastalarında otoantikor varlığı serum antinükleer antikor (ANA) ve
anti çift sarmallı DNA antikor (dsDNA) varlığı ile taranmıştır. Malignite
insidansı CVID hastalarında %12, akrabalarında %1,9 olarak tespit
edilmiştir. IgA eksikliği hastalarında maligniteye rastlanmazken
akrabaların %2,3’ünde malignite bulunmuştur. Üç CVID hastasının aile
bireyinde IgA eksikliği saptanmıştır. Hiçbir CVID hastasında serum
ANA ve anti dsDNA pozitif bulunmamıştır. Sonuçlar, literatüre paralel
olarak CVID’lı hastaların artan malignite insidansını doğrulamaktadır.
Hem CVID hem de IgA eksikliği hastalarının yakınlarında malignite
sıklığında artış saptanmamıştır. Otoantikor negatifliği ve kanser
sıklığı ilerleyen yaşla değişebileceğinden CVID hastalarının bu iki
durum konusunda yakın takibi önerilmektedir. CVID’lı hastaların aile
bireylerinin IgA eksikliği yönünden taranması bir çok asemptomatik
vakanın erken tanısına yardımcı olacaktır.
It is well known that malignancies especially of lymphoreticular and gastrointestinal origin are more common in patients with common variable immune deficiency (CVID). Incidence of malignancy among relatives of patiens with CVID was reported in a limited number of studies. In this study incidence of malignancy among patients with CVID, IgA deficiency and their relatives were investigated. We evaluated 25 CVID and 68 IgA deficiency patients, and their 727 and 1802 respective relatives for the presence of malignancy. In addition, all the first degree relatives of patients with CVID were screened for the presence of IgA deficiency and autoantibodies in terms of positive anti nuclear antibody (ANA) and anti double stranded DNA antibody (dsDNA). Incidence of malignancy in patients with CVID and their relatives were 12% and 1.9%, respectively. A history of malignancy was positive in none of the patients with IgA deficiency but in 2.3% of their relatives. None of the patients with CVID had positive ANA or anti dsDNA. Our results confirm the notion that incidence of malignancy is increased in patients with CVID. However, relatives of neither CVID nor IgA deficiency patients , displayed any increase in the incidence of malignancy. Screening of patients with CVID for malignancy and their relatives for IgA deficiency might provide early diagnosis of these conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
İsa Yılmaz, Osman Güvenç, Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Derya Arslan, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
ClInIcal CharacterIstIcs And EchocardIographIc FIndIngs Of PatIents
dIagnosed WIth Acute RheumatIc Fever
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu farenjit veya
tonsillitin non-süpüratif geç komplikasyonu sonucunda oluşan akut
romatizmal ateş, gelişmiş ülkelerde az sıklıkta görülmesine karşın
gelişmekte olan ülkelerde hala önemini koruyan edinsel bir kalp
hastalığıdır. Bu çalışmadaki amaç, merkezimizde akut romatizmal
ateş tanısı almış hastaların değerlendirilmesi ve ülkemizde önemli
bir sağlık sorunu olan bu nedenin son literatür bilgileri eşliğinde
tartışılmasıdır. Ocak 2010-Mayıs 2014 yılları arasında Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesine müracaat eden ve akut romatizmal
ateş tanısı konulmuş olan hastaların dosyaları geriyedönük olarak
incelendi ve demografik verileri, klinik ve ekokardiyografik özellikleri,
uygulanan tedaviye verilen yanıtları tespit edildi. Akut romatizmal
ateş tanısı konulan, tanı anındaki yaş ortalaması 11.6 yıl (5-17 yıl)
olan 26 (%40) kız, 39 (%60) erkek olmak üzere toplam 65 hastadan,
16 (%24.6) hastaya kardit, 11 (%16.9) hastaya artrit, 5 (%7.7) hastaya
kardit + artrit, 33 (%50.8) hastaya sessiz kardit tanısı konuldu.
Hastalar en sık % 59 oranında artrit ve artralji belirtileri başvurdu.
Fizik muayenede 25 (%38.4) hastada patolojik, 21 (%32.3) hastada
masum üfürüm duyuldu, 19 (% 29.2) hastada üfürüm duyulmadı.
Ekokardiyografik değerlendirmede mitral yetmezlik 14 (%21.5)
hastada, aort yetmezliği 10 (%15.4) hastada, birlikte mitral ve aort
kapak tutulumu 22 (% 33.9) hastada tespit edildi. Akut romatizmal
ateş ülkemizde hala insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Artriti olan veya artralji şikayetleriyle başvurup akut faz belirteçleri
normalden yüksek olan hastalarda fizik muayenede patolojik üfürüm
duyulmasa bile ekokardiyografik inceleme yapılması gerektiği
vurgulandı.
Acute rheumatic fever (ARF) is an acquired cardiac disease,
that may develop as a non-supurative, late-onset complication of an
infection with group A β-hemolytic Streptococcus, such as pharyngitis
or tonsillitis, continues to maintain its importance in developing
countries, despite it is relatively rare in developed countries. The
aim of this study was to review patients, diagnosed with acute
rheumatic fever at our center, and to discuss this disease, which is
a major health problem in our country, in the light of recent literature
data. Files of patients, who referred to Selçuk University Medical
Faculty Hospital, and diagnosed with ARF between January 2010
and February 2014, were assessed, retrospectively, and patient
demographic data, clinical and echocardiographic (ECHO) features,
treatment responses were identified. A total of 65 patients, including
26 (40%) girls and 39 (60%) boys, diagnosed with ARF, with an
average age of 11,6 years (5-17 years) at the time of diagnosis, 16
(24.6%), 11 (16.9%), 5 (7.7%) and 33 (50.8%) of 65 patients has also
been diagnosed with carditis, arthritis, carditis and (+) arthritis, and
silent carditis, respectively. The most frequently referred symptoms
are arthritis and arthralgia, with a 59% rate. Although pathological
murmurs and innocent murmurs were identified during physical
examination in 25 (38.4%) and 21 (32.3%) patients, respectively; 19
(29.2%) patients had no evidence of heart murmur. The most common
findings in echocardiographic assessment are mitral insufficiency
(MI), aortic insufficiency (AI), and mitral and aortic valve involvement
in 14 (21.5%), 10 (15.4%) and 22 (33.9%) patients, respectively.
Acute rheumatic fever continues to be a health-threatining condition
in our country. Even if there are no pathological murmur in patients
referred with arthritis or arthralgia, with an increased level of acute
phase reactants; echocardiographic assessment should be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Hemodiyaliz Amaçlı Santral Venöz Kataterizasyon Öncesinde Pa (posteroanterior) Akciğer Grafisi Gerekli Midir?
Niyazi Görmüş, Yüksel Dereli, Halil Zeki Tonbul, Hasan Solak
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Hemodiyaliz Amaçlı Santral Venöz Kataterizasyon Öncesinde Pa (posteroanterior) Akciğer Grafisi Gerekli Midir?
Is It Necessary To Take A PosteroanterIor Chest X-Ray Before Central VeIn CatheterIzatIon For HemodIalysIs In PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure?
Amaç: Acil hemodiyaliz uygulanması gereken hastalarda yaygın olarak internal juguler venden konulan geçici hemodiyaliz kateterleri kullanılmaktadır. Bu girişim yapılırken nadir de olsa hastanın anatomik durumu farklılık arz edebilmektedir. Bu nedenle girişim öncesi hastada bir kalp damar anomalisi olup olmadığı araştırılmalıdır. Olgu sunumu: 55 yaşında, kronik böbrek yetmezliği nedeni ile rutin hemodiyaliz programında olan ve daha önce 10 kez arteriovenöz fistül girişimi ve çok sayıda geçici ve kalıcı hemodiyaliz kateteri girişimi uygulanan hastanın kontrol posteroanterior (PA) akciğer grafisinde dekstrokardi saptandı. Sonuç: Biz bu amaçla en basit tanı yöntemi olan PA akciğer grafisinin rutin olarak kullanılmasını önermekteyiz.
Aim: Temporary hemodialysis catheters inserted into the internal juguler vein are commonly used in patients who need emergent hemodialysis. During this procedure, although it is very rare, the patient may have anatomicaldifferences. Therefore, before the procedure, it should be studied whether the patient has any cardiovascular abnormality or not. Case report: Dextrocardia was detected in control chest X-ray of a 55 year old patient, who was in routine hemodialysis programme and had a history of 10 arteriovenous fistula operations and multiple transient and permanent catheter insertions because of chronic renal failure. Conclusion: For this reason, we suggest posteroanterior chest x-ray as the routine technique since it is the simplest diagnostic method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Bilsev İnce, Zeynep Dadaci, Zeynep Altuntas, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen
Olgu sunumu
Özeti
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Usage Of BIpedIcle Flap And MIdface LIft In The Treatment Of Lagophthalmus Developed After Blepharoplasty: Case Report
Lagoftalmus, göz kapaklarını tamamen kapatamamak nedeniyle korneanın açıkta kalmasına bağlı (sclera görülmesi) ortaya çıkan, korneal skar ve görme kaybı ile sonuçlanabilecek yetersizliktir. Üst göz kapağının derisinin yumuşak ve esnek yapısı göz kırpmayı kolaylaştırır. Üst göz kapağını yumuşak ve esnek yapısına döndürmek için tedavi seçenekleri olarak, Z-plasti, V-Y ilerletme flepleri, tam kalınlıkta deri greftleri ve pediküllü flepler tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, bleferoplasti sonrası üst göz kapağının dikey kısalığına bağlı gelişen lagoftalmus tedavisinde alternatif bir seçenek olarak bipediküllü flep ve orta yüz kaldırmanın kullanımını göstermektir.
Lagophthalmus is the inability to close the eyelids completely leading to exposed cornea (scleral show) which can result in corneal scar formation and vision loss. The skin of upper eyelid is soft and flexible, so this makes winking easier. To return the upper eyelid its soft and flexible structure, Z-plasty, VY advancement flaps, full-thickness skin grafts, and pedicle flaps are defined as treatment options. The aim of this study was to demostrate the usage of bipedicle flap and midface lift as an alternative treatment option for lagophthalmus that is related to the vertical shortness of upper eyelid developed after blepharoplasty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
Asri Satılmış, Aydoğan Öbek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
The PathogenesIs Of HypertryglIserIdemy Encountered In CronIc RenaI FaIlure
Bu çalışmada, kronik böbrek yetmezliği olan hastaların kan serumlarındaki trigliserid seviyesi araştırılmıştır. Bu hastalarda görülen hipertrigliseridemi, Lipoprotein lipaz aktivitesinde yetmezlik ve karbonhidrat metobolizmasında bozukluk ile ilişkilidir.
In This report, level of trigliserides has been studied in patients with renal failure. Hypertrigilseridemy encountered in this patients has been found to be releated with insufficiency of lipoprotein lipase activity and the the disfunction of carbonhydrate metabolism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Septorinoplasti Sonrası Sütür Materyaline Bağlı Reaksiyon
İlhan Topaloğlu, Yavuz Atar
Olgu sunumu
Özeti
Septorinoplasti Sonrası Sütür Materyaline Bağlı Reaksiyon
ReactIon Related To Suture MaterIal After SeptorhInoplasty
Septorinoplasti ameliyatlarında sütür materyalleri kartilaj greft yerleştirmede ve nazal tip şekillendirmede sıklıkla kullanılmaktadır. Sütür materyallerine karşı yabancı cisim reaksiyonu görülebilmektedir. İdeal sütür materyalinin en önemli özelliklerinden birisi de doku reaksiyonuna neden olmaması gerekliliğidir. Operasyon bölgesinde gelişen inflamatuar reaksiyonun şiddeti, hastanın kişisel özellikleri dışında kullanılan sütür materyalinin cinsine bağlı olarak da değişir. Septorinoplastide kartilaj greft işlemlerinde ve sütür tekniklerinde polipropilen sıklıkla kullanılan sütür materyalidir. Polipropilen sütür materyaline bağlı bu reaksiyon nadir görülür. Bu çalışmada polipropilen sütür materyaline bağlı reaksiyon gelişen bir olgu sunuldu ve literatür bilgileri ışığında konu tartışıldı.
Suture material in surgery to place septorhinoplasty graft and cartilage often are used to shape the nasal tip. Foreign body reaction to suture material is visible. In cartilage graft processes and suture techniques, polypropylene is frequently used suture material in septorhinoplasty. One of the most important feature of suture material is that it should not cause reaction in tissue. severity of the inflammatory reaction is not only related to personal factors but also type of suture material. Polypropylene suture material related to the reactions were shown rare. In this study, reaction developing a case based on polypropylene suture material was presented and subjects were discussed in the light of literature information.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Transplantasyon Sonrası Görülen Bir Akciğer Tüberkülozu
Mehmet Erikoğlu, İbrahim Güney, Şakir Tavlı, Süleyman Türk
Derleme
Özeti
Renal Transplantasyon Sonrası Görülen Bir Akciğer Tüberkülozu
A Lung TuberculosIs After Renal TransplantatIon
Tüberküloz (TBC) immunosupresyonun maksimum etkisinin ortaya çıktığı ilk bir yılda görülen nadir bir enfeksiyondur. Nadir görülmesi nedeni ile yeni kurulan merkezimizde transplantasyon sonrasında TBC görülen bir olguyu sunmayı amaçladık. Dört yıldır kronik böbrek yetmezliği olan ve iki yıldır hemodiyaliz uygulanan 45 yaşındaki erkek hastaya canlı donörden böbrek nakli uygulandı. Öyküsünde geçirilmiş tüberkülozu yoktu ve operasyon öncesi değerlendirmede TBC ile uyumlu fizik muayene ve laboratuar bulguları tespit edilmedi. İmmunosupressif protokol olarak Prednizolon, MMF, FK-506 kombinasyonu ve bir ve dördüncü gün Basiliximab protokolü uygulandı. Operasyon sonrası birinci ayda çekilen akciğer grafisinde sol üst zonda kavernöz lezyon tespit edildi. Alınan balgam örneklerinde TBC basilinin görülmesi ve kültürde basilin üretilmesi sonucunda hastaya anti tüberküloz tedavi başlandı. On iki aylık anti tüberküloz tedavisini tamamlayan hastada klinik ve laboratuar olarak düzelme görülmesi nedeni ile tedavi sonlandırıldı. TBC geçmişte ülkemizde sık görülen bir enfeksiyon olması, erken tanı konulup tedavi edilmediği taktirde greft kaybı ile sonuçlanabilmesi nedeniyle risk faktörü taşıyan böbrek nakli hastalarında akılda tutulması gereken ciddi bir hastalıktır.
Tuberculosis (TBC) is an infection that rarely seen in the first year of maximum immunosuppression. Beacuase of its rarity we aimed to present a case of TBC that developed after renal transplantation in our newly established transplantation unit. A live donor renal transplantation was performed on a 45 years old man who was complaining of chronic renal failure for four years and on hemodialysis for two years. There was no signs of TBC in the physical examination, preoperative laboratory investigation and past medical history of the patient. Prednisolone, MMF, FK-506 combination and in the 1st and 4th day Basiliximab were performed as immunosuppressive protocol. In 1 st postoperative month, there was a cavernous lesion in the left upper zone on chest x-ray. Antituberculosis treatment was started according to a positive sputum culture for TBC bacili. After twelve months of antituberculosis treatment there was a clinical and laboratory improvement and the treatment was ceased accordingly. Because of its frequent past history in our country, TBC is aserious disease that should be kept in mind and dealt with carefully in patients undergoing renal transplantation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Deri Malign Melanomlarında Cerrahı Tedavi
Adil Kartal, Mustafa Gezginç
Araştırma makalesi
Özeti
Deri Malign Melanomlarında Cerrahı Tedavi
SurgIcal Treatment In MalIgn SkIn Melanomas
On beş deri malign melanom (MM) olgusunda geniş cerrahi eksizyon + serbest deri grefi ve terapötik veya profilaktik amaçla regionel lenfadenoidektomi uygulandı. Olgular postoperatif kemoterapi, radyoterapi ve immunostimülan tedaviye alındı. Bu nedenle malign melanomiar çeşitli yönleriyle incelendi.
Extensive surgical excision, free skin graft and regio•al lymphadeno-idectomy for therapeutic or prophylactic reasons were performed in fifteen malign skin melanoma cases. They were kept under postoperative chemotherapy, radiotherapy, immunotherayp afterwards and various aspects of melanomas were examined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Mustafa Keskin, Mustafa Güçlü
Araştırma makalesi
Özeti
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ateşli Nötropenik Hastalarda Aerobik Bakteriyel İnfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik Duyarlılıkları
. ., Onur Ural, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan
Araştırma makalesi
Özeti
Ateşli Nötropenik Hastalarda Aerobik Bakteriyel İnfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik Duyarlılıkları
AerobIc BacterIal MIcroorganIsm And AntIbIotIc SusceptIblIty In FebrIl NeutropenIc PatIents
Pıhtılaşma faktörleri ve protinlerinin çoğunun yapım yeri karaciğerdir. Bu nedenle karaciğer hastalıklarında değişik derecelerde pıhtılaşma bozuklukları ortaya çıkar. Bu bozuklukları yansıtan testlerden biri olan protrombin zamanı (PZ) kronik karaciğer hastalıklarında (KKH) en önemli testlerdendir ve karaciğer parankim yetmezliğinde ilk gösterge olarak ele alınabilir. Öte yandan KKH’da sıklıkla tiroid hormon düzeylerinde de değişiklikler olmaktadır. Çalışmamızda klinik ve histopatolojik olarak KKH tanısı almış hastalarda PZ ve serbest T3 (s T3 ) düzeylerine bakılarak elde edilen değerler, aynı yaş grubu içersinde sağlıklı kişilerden elde edilen sonuçlarla karşılaştırılmış ve sT3 değerinin PZ gibi KKH’lı hastalarda, karaciğer yetmezlik indeksi olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. Çalışma sonunda hasta grubunda sT3 düzeylerinde belirgin azalma, PZ de anlamlı yükselme ile bir likte sT3 ile PZ arasında negatif korelasyon saptadık. sT3 düzeyinde belirgin azalma, azalmış karaciğer parankim kapasitesini yansıtır ve tıpkı PZ gibi karaciğer yctmizlik indeksi olarak kullanılabilir kanısındayız.
The aim of this study was to evaluate aerobic bacterial infections which were ocurred in febrile neutropenic patients, infectious agents and their antibiotic susceptibilies. Eighty-two febrile neutropenic attacks in 67 patients (42 male, 25 female) betvveen age 2-82 years were evaluated in this study. Two hundred and forty-nine samples were evaluated and 45 pathogen agents (21 from urine, 16 from blood, 3 from wound, 2 from throat, 2 from abcess and 1 from palate sputum) were isolated. 33.3% of these pathogens were gram-positive and 66.7% of them were gram-negative microorganisms. Escherichia coli is the most commonly isolated pathogen and than Staphylococcus aureus, Enterobacter cloaca, Klebsiella pneumoniae are isolated. Staphylococcus aureus was the most common organism isolated from blood. As there are differences in infectious agents and infection sites from one to another centereach çenter must define its own infectious agents, infection sites and antibiotic suscepti bilies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Karaciğer Hastalıklarında Serbest T3 Düzeylerinin Karaciğer Yetmezlik İndeksi Olarak Değeri
Hayri Karaaslan, Ekrem Doğan, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Karaciğer Hastalıklarında Serbest T3 Düzeylerinin Karaciğer Yetmezlik İndeksi Olarak Değeri
The Value Of Free T3 Level As A HepatIc FaIlure Index In ChronIc LIver DIseases
Pıhtılaşma faktörleri ve protinlerinin çoğunun yapım yeri karaciğerdir. Bu nedenle karaciğer hastalıklarında değişik derecelerde pıhtılaşma bozuklukları ortaya çıkar. Bu bozuklukları yansıtan testlerden biri olan protrombin zamanı (PZ) kronik karaciğer hastalıklarında (KKH) en önemli testlerdendir ve karaciğer parankim yetmezliğinde ilk gösterge olarak ele alınabilir. Öte yandan KKH’da sıklıkla tiroid hormon düzeylerinde de değişiklikler olmaktadır. Çalışmamızda klinik ve histopatolojik olarak KKH tanısı almış hastalarda PZ ve serbest T3 (s T3 ) düzeylerine bakılarak elde edilen değerler, aynı yaş grubu içersinde sağlıklı kişilerden elde edilen sonuçlarla karşılaştırılmış ve sT3 değerinin PZ gibi KKH’lı hastalarda, karaciğer yetmezlik indeksi olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. Çalışma sonunda hasta grubunda sT3 düzeylerinde belirgin azalma, PZ de anlamlı yükselme ile bir likte sT3 ile PZ arasında negatif korelasyon saptadık. sT3 düzeyinde belirgin azalma, azalmış karaciğer parankim kapasitesini yansıtır ve tıpkı PZ gibi karaciğer yctmizlik indeksi olarak kullanılabilir kanısındayız.
Most of the coagulation factors and their proteins are synthesized in the liver. Therefore many kind of coagulation disorders occur during chronic liver diseases. Prothrombin time (PT) is one of the most important coagulation tests which can be used in chronic liver diseases as the first line measurement of the severity of hepatic tissue insuffi- ciency. On the other hand the level of thyroid hormone can often change during chronic liver diseases. İn our study we measured PT and free T3 values of the patients with chronic liver diseases diagnosed by clinical findings and confirmed histopathologically and we also compared them with the same parameters obtained from the healh con- trol group with chronic liver diseases. İn the patient group we have detected significant decrease in free T3 and an increase in PT and a negative correlation between free T3 and PT. V/e think that, the decreased level of free T3 , is a manifestation of decreased liver tissue capacity and tike PT it can be used as a hepatic failure index.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalıcı Radial Sinir Hasarında Tendon Transferi İle Fonksiyonun Geri Kazanımı
Ahmet Ayar, Erkan İpekçioğlu, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kalıcı Radial Sinir Hasarında Tendon Transferi İle Fonksiyonun Geri Kazanımı
RestoratIon Of FunctIon UsIng MultIple Tendon Transfers In Permanent RadIal Palsy
Kalıcı radial sinir hasarında bilek ve parmak ekstansiyonunu geliştirmek, başparmak eklemlerinin stabilizasyonunu sağlamak tendon transferleri ile mümkün olmaktadır. Bu amaçla çeşitli teknikler ve modifikasyonları uygulanmaktadır. Bu çalışmada yaş ortalaması 26 olan 17 hastanın 14'ünde fleksör karpi ulnaris ile parmak ekstansiyonları, palmaris longus ile başparmak ekstansiyon-abdüksiyonu ve pronator teres ile el bilek ekstansiyonu sağlandı. Sinir fonksiyonunun geri dönebileceği düşünülen 3 hastada ise, yalnız pronator teresin transferi ile internal splint ameliyatı yapıldı. Ameliyat sonrasında üç hafta atel ile tespit, daha sonra üç hafta gece ateli uygulandı. Tüm hastalarda ameliyat sonrası üçüncü haftada rehabilitasyon programına başlandı. Ortalama takip süresi 17 ay oldu. Fonksiyonel değerlendirme Zachary modeline göre, 11 hastada çok iyi, 3 hastada iyi, 2 hastada orta ve 1 hastada kötü idi. Hastaların onbeşi sonuçtan memnundu ve oniki hasta eski işine dönmüştü. Bir hastada el bilek ekstansiyonunda yetmezlik gelişti. Uyguladığımız transfer tekniği ve iyi bir rehabilitasyon sonucunda oldukça iyi sonuçlar alınmıştır. Başparmakta radial abdüksiyonun sağlanamaması tekniğin eksik kalan yönüdür.
Tendon transfers enable wrist and finger extension, and stabilize the thumb vvoints in permanent radial palsy. Different technigues of transfer and their modifications have been used so far. İn 14 out of 17 patients with a mean age of 26 years, we restored finger extension using pronator teres. Terun of function was expected in the other 3 patients, and the so called internal splinting operation was performed using only the pronator teres for vvrist extension. Immobilization in a plaster splint for three weeks was used postoperatively, and it was continued as a night splint foranother three weeks. A rehabilitation programme was started at the end of three weeks postoperatively for ali the patients. The man follow-up was 17 months on the average. Functional scoring was done according to the Zachary model and we obtained 11 very good, 3 good, 2 fair and, 1 bad results. Tvvelve patients returned to their former occupations. Fifteen patients were satisfied with the results. We did not encounter any infection postoperatively. The transfer for wrist extension failed in one patient. We obtained good results comprable with the ones in the literatüre using our technique of transfer, meticulous surgery and good rehabilitation. Although not so important, inability to provide radial abduction was the lacking port of the transfer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
Ganime Dilek Emlik, Ali Erbay, Demet Kıreşi, Orhan Demir, Serdar Karaköse
Araştırma makalesi
Özeti
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
EffectIvIeness Of The RadIologIc ImagIng Methods In The DIagnosIs Of The VertebrobasIllar InsuffIcIency
Amaç: Vertebrobasiller yetmezlik (VBY), özellikle ileri yaş grubunda görülen, nonspesiŞk semptomlara sahip klinik bir sendromdur. Amacımız VBY tanısında yüksek duyarlılık ve seçiciliğe sahip, maliyeti uygun, hastaya mümkün olduğunca zarar vermeyen radyolojik yöntemleri belirlemek ve bunların etkinliğini tartışmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda VBY semptom ve bulguları bulunan, yaşları 18-79 yaş arasında değişen 40 hasta grubu ile yaşları 25-72 yaş arasında değişen 20 kontrol grup vakası değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubundaki olgulara RDUS, boyun MRA, kranial MR tetkikleri yapıldı. RDUS ile vertebral arterlerin (VA) sadece ekstrakranial segmentleri ( V1-V2 ) incelendi. Bulgular: RDUS ile her iki VA çapları ve sistolik- diastolik hızları hasta ve kontrol grubunda ayrı ayrı karşılaştırıldı. Her iki grupta da sol VA ortalama çapı, sağa göre daha geniş izlendi. Hızlar karşılaştırıldığında, hasta grubundaki sol VA sistolik ve diastolik hız ortalamaları kontrol grubuna göre daha yüksekti. RDUS ile 9 hastaya oklüzyon, 5 hastaya kink veya stenoz, 6 hastaya sadece hipoplazi, 2 hastaya yetersiz akım tanıları kondu. Ayrıca distal segmentlerde oklüzyon veya stenozu bulunan 3 olguda, RDUS’de indirekt bulgular izlendi. MRA ile 14 hastaya oklüzyon, 4 hastaya stenoz, 6 hastaya kink, 6 hastaya sadece hipoplazi, 4 hastaya sadece tortiozite, 1 hastaya fenestrasyon tanısı kondu. 5 hastanın MRA’sı normaldi. Posterior dolaşım iskemisini ortaya koymak için, kranial MR tetkikleri yapıldı ve 7 hastada iskemi- infarkt izlendi. Sonuç: VA’ların sadece ekstrakranial patolojileri değerlendirildiğinde, RDUS’nin MRA’ya göre duyarlılığını yaklaşık % 81.5, seçiciliğini yaklaşık % 84.6 olarak bulduk. Tüm VBS patolojileri yönünde değerlendirildiğinde MRA’ya göre RDUS’nin duyarlılığını % 57.1, seçiciliğini % 60 olarak bulduk.
Aim: Vertebrobasillar insufficiency (VBI) is a common problem of elderly patients. However, diagnosis of VBI is generally difficult. The aim of this study was to determine the findings and efficiencies of MRA and CDUS in the diagnosis of VBI. Material and Method: We examined 40 patients (20 men, 20 women, mean age: 54.83±14.36 years) having signs and symptoms of VBI and 20 controls of the same age and sex. All of the patients, underwent cervical MRA, CDUS, cranial MRI. The diameter measurements and systolic and diastolic flow velocities of the vertebral arteries were compared between study and control group. Posterior circulation was also evaluated by cranial MRI in patients with VBI. Results: By CDUS, 9 patients with oclusion, 5 patients with kink or stenosis and 6 patients with only hypoplasia, and 2 patients with insufficient flow were diagnosed. MRA showed occlusion in 14 patients, stenosis in 4 patients, kink in 6 patients, tortuosity in 6 patients, and fenestration in one patient. MRA of the remaining 5 patients were normal. Cranial MRI of 7 patients was abnormal. On MRA, there was distal oclusion in five out of 14 patients having oclusion. CDUS showed low velocity and high resistance in the extracranial segment of these vessels. Conclusion: When only the extracranial pathologies of vertebral arteries were in concern, CDUS specifity was 81,5% and sensitivity was 84,6% according to MRA. If all the vertebrobasillary system pathologies were in concern CDUS sensitivity and specifity according to MRA were 57,1% and 60%, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Myokard Korunmasında Kristalloid Ve Kan Kardiyoplejisi
Kadir Durgut, Mehmet Yeşiltay, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Myokard Korunmasında Kristalloid Ve Kan Kardiyoplejisi
CrystalloId And Blood CardIoplegIa In Myo-CardIal ProtectIon
Koroner hypass operasyonu uygulanan 30 hasta iki gruba ayrılarak kristalloid ve kan kardiyoplejisi grubu oluşturuldu. Kan kardiyoplejisi ve kristalloid kar-diyoplejinin myokard korunmasındaki yeri enzim seviyesinde araştırıldı. Ayrıca KPB süresi ve AKZ ile eminz seviyesi ilişikisi ortaya konulmaya çalışıldı. Kristalloid (grup I ) ve kan (grup 2) kar-diyoplejisinde hasta başına distal anastomoz sayısı sırasıyla, 2.4±0.6 ve 2.4±0.7 idi. Her iki grup da homojen hale getirildi. Kristalloid ve kan kar-diyoplejisi aort kökünden verildi. Hastalar 30°C'ye kadar soğutuldu. Değerlendirmede aşağıdaki pa-rametreler dikkate alındı: 1. Postoperatif pozitif inotrop ve İABP desteği, 2. Postopeı-atif CK-MB, LDH, CK ve SGOT enzim se-viyeleri 3. EKG değişiklikleri, 4. Krosklemp k-alktıktan sora spontan sinüs ritmine dönüş Kan kardiyopleji grubunda hasarla ilgili daha düşük enzim değerleri elde edildi. Sonuçlar, kan kardiyoplejisi ile daha iyi bir myo-kardial koruma sağlanabileceğini düşündü,- mektediı-. Kan kardiyoplejisinin iyi klinik sonuçlar ve düşük enzim seviyeleri ile myokard korunmasmın güvenilir alternatif bir yolu olduğunu söyleyebiliriz.
Thirty patients scheduled for elective coronary aı-tery hypass grafting (CABG) were randoınly al-located tü two groups foı- myocaı-dial preservation: crystalloid cardioplegia (group 1), blood car-dioplegia (group 2). In group 1 ,2.4±0.6 distal anas-tomoses for each patient were performed. In the next group (group 2), the numher of distal anastomoses was 2.4±0.7. The demographic pı-ofiles were iden-tical. Crystalloid and hlood cardioplegia were de-livered thı-ought the aortic root intermittently. The patient temperature was kept at 30°C. The study pto-tocol compı-ised recording of the following pa-rameteı-s: 1. Postoperatively positive inotropic and IABP suppoı-t 2. Postoperatively CK-MB, LDH, SGOT and CK enzyme studies 3. ECG changes (rhythm disturbances) 4. Spontaneous sinus rhythm (after removing cross-clamp). The low enzyme values in concerning injury was taken in the blood cardioplegia gı-oub. The results in this study suggest that betteı- myo-cardial pr-otection may be thought to occur hy hlood cardiopegia. We can say that blood cardiopegia is a safi. alternative way of myocaı-dial protection 1,vith good clinical r-esults and lower enzyme levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erıskının Sıkıntılı Solunum Sendromu
Yıldız Divanlı, L. Nur Şan, Şerife Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Erıskının Sıkıntılı Solunum Sendromu
Adult Respıratory Syndrome
Adult respiratory distres sendromu, yetişkinlerde yapılan sıkıntılı solunum yetmezliğinin ileri bir derecesidir. Bu klinik tabloda değişik etkenler rol oynamaktadır. Yirminci asrın başlarından beri travma ve şokla beraber görülen solunum yetmezlikleri rapor edilmişse de yetişkinler de görülen solunum sıkıntısının tarifi çok yenidir. 1967 yılında Asbaugh ve arkadaşları bu antiyeti klinik ve fizyopatolojik özellikleriyle tarif edilmiştir.
Adult respiratory distress syndrome is an advanced degree of distressing respiratory failure in adults. Various factors play a role in this clinical picture. Although respiratory failure associated with trauma and shock has been reported since the beginning of the twentieth century, the definition of respiratory distress seen in adults is very recent. In 1967, Asbaugh et al. Described this entity with its clinical and physiopathological features.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
Yılmaz Akbaş, Nuh Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
EvaluatIon Of CardIac ArrhythmIa Markers In PedIatrIc PatIents WIth A DIagnosIs Of NeurofIbromatosIs Type-1: A ProspectIve SIngle Center Study
Amaç: Bu çalışmamızda ki amacımız bölgemizde takip ettiğimiz Nörofibromatozis tip 1 tanılı hastaların kardiak tutulumlarının değerlendirilmesi ve diğer klinik bulgularla karşılaştırılmasıdır. Bu çalışma ile kardiyak tutulumun sıklığını ve çeşitliliğini göstermek istedik
Gereç ve Yöntem: Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne 01/09/2019-01/09/2020 tarihleri arasında Nörofibromatozis tip 1 tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastalar Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından muayene edilip ekokardiografi ve elektrokardiografi çekimleri yapıldı. Hastaların dosya kayıtlarından demografik bilgileri, muayene bulguları, beyin manyetik rezonans görüntüleri toplandı. Elektrokardiografi ve ekokardiografi Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından incelenip kayıt altına alındı.
Sonuçlar: Çalışmaya merkezimizden 17 hasta kabul ettik. Altı hastamız (%35,3) sporadik Nörofibromatozis-1 tanısı alırken 11 hastamızda (%64,7) familyal Nörofibromatozis-1 mevcuttu. Hastalarımızın tamamında ciltte cafe au late lekeleri (%100), 10 tanesinde (%58,8) aksiller ve/veya inguinal çillenme 3 (6/17-%35,2) tanesinde optik glioma ve papil ödemi 3 tanesinde ise lish nodülü tespit ettik. Santral sinir sistemi tutulumuna baktığımızda 8 (%47) hastamızın beyin MRG’lerinde çeşitli tutulumlarla karşılaştık. Kardiyak açıdan yaptığımız incelemede 1 hastada QT uzunluğu, 3 hastada subendokardiyal nörofibromla uyumlu nodüler görünüm, 3 hastada mitral yetmezlik, 1 hastada patent foramen ovale, 1 hastada atrial septal defekt, 1 hastada ise biküspit aorta vardı.
Tartışma: Çalışmamızda literatürden farklı olarak 3 hastamızda subendokardiyal nodüler hiperekojen görüntü mevcuttu. Bu bulgular oldukça nadir olmasına rağmen bizim 17 hastamızın 3’ünde saptanması bu patolojinin daha sık olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca bir hastamızda uzun QT mevcuttu. Bu vakada bildiğimiz kadarıyla Nörofibromatozis tip 1 ve Uzun QT sendromuna sahip ilk vakadır. Sonuç olarak; Nörofibromatozis tip 1 hastalarında kardiyak tutulumun literatürde bahsedilen oranlardan daha yüksek olabilir
Introduction: Our aim is to evaluate the cardiac involvement of Neurofibromatosis type 1 patients in our region and to compare them with other clinical findings. In this study, we wanted to show the frequency and variety of cardiac involvement.
Material and Methods: Patients diagnosed with Neurofibromatosis type 1 in Hatay Mustafa Kemal University Medical Faculty Pediatric Neurology Clinic between 01/09/2019 and 01/09/2020 were included in the study. The patients included in the study were examined by a Pediatric Cardiology Specialist, and echocardiography and electrocardiography were taken. Demographic information, examination findings, brain magnetic resonance images were collected from the files of the patients. Electrocardiography and echocardiography were examined and recorded by the Pediatric Cardiology Specialist.
Results: We accepted 17 patients from our center to the study. Six patients (35.3%) were diagnosed with sporadic Neurofibromatosis type 1, while 11 patients (64.7%) had familial Neurofibromatosis type 1. All of our patients had cafe au late spots on the skin. In addition, 10 (58.8%) patients also had axillary and / or inguinal freckles. We detected optic glioma in 3 of our patients with ocular involvement, and lish nodules in 3 of them with papillary edema. When we looked at central nervous system involvement, we encountered various involvements in brain MRIs of 8 (47%) patients. In our cardiac examination, we found QT length in 1 patient’s electrocardiography. In the echocardiography we performed for the detection of cardiac structural pathologies, we detected nodular appearance compatible with subendocardial neurofibroma in 3 patients, mitral insufficiency in 3 patients, patent foramen ovale in 1 patient, atrial septal defect in 1 patient, and bicuspid aorta in 1 patient.
Discussion: In our study, unlike the literature, subendocardial nodular hyperechogenic appearance was present in 3 patients. Although these findings are quite rare, subendocardial nodular hyperechogenic images in 3 of our 17 patients suggest that this pathology may be more common. In addition, one of our patients had a long QT. As far as we know, this is the first case of Neurofibromatosis type 1 and Long QT syndrome. In conclussion; Cardiac involvement in patients with Neurofibromatosis type 1 could more common than mentioned in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
Selma Güler, Mustafa Haki Sucaklı, Orçun Altunören, Ömer Faruk Kökoglu, Hasan Uçmak, Seyyit Kus, Ekrem Doğan, Gözde Yıldırım Çetin, Hayriye Sayarlıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of UrInary Tract InfectIons In PatIents WIth Renal InsuffIcIeny
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda gelişen idrar yolu
enfeksiyonlarında (İYE) predializ ile diyaliz hastaları ve 65 yaş altı
ile üstü hasta grupları arasında üriner enfeksiyon belirteçleri ve
muhtemel risk faktörlerini araştırmayı amaçladık. Ocak 2012 ve Aralık
2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Araştırma Hastanesi Nefroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tanısı olan ve İYE gelişen 82 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. prediyaliz KBY hastalar grup 1,
sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyializ hastaları grup
2, olarak sınıflandırıldı. Hastaların 58’i (%70,7) diyaliz hastası iken,
24’ ü (%29,3) ise predializ KBY hastasıydı. Hastaların yaş ortalaması
diyaliz grubunda 50±21 iken prediyaliz grubunda ise 63,6±15,4, idi.
Hastaların 36 sı (%43,9) diyabetikdi. Vakaların 37’si (%45,1 ) ≥65
yaş olup, bu grupta kolesterol, trigliserid ve albümin değerleri 65 yaş
altı gruba göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Her iki grupta
da idrar kültürlerinde en sık üreyen mikroorganizma Escherichia coli
(E. Coli) idi. Diyaliz ve prediyaliz gruplarının karşılaştırılmasında
lökosit sayımı, eritrosit sedimentasyon hızı, tam idrar tahlili ve
CRP düzeyleri açısından gruplar arasında istatistikî olarak anlamlı
fark yoktu. Ateş, piyürü ve nitrit pozitifliğinin prediyaliz ve diyaliz
gruplarında sık olmasına rağmen her iki grup arasında istatistiksel
olarak fark bulunmadı. 65 yaş üstü grupta ise eşlik eden komorbid
durumlar idrar enfeksiyonuna eğilimi arttırabilir.
We aimed to investigate the markers and possible risk factors
of urinary infection in predialysıs patients with CRF and patients
undergoing dialysis by comparing groups younger or older than 65
years of age. We evaluated 82 patients with chronic renal failure
who have been followed by nephrology and infectous disease
policlinic due to urinary infection during January 2012 and December
2012 in medical faculty of Kahramanmaras Sutcu Imam University.
The patient in the predialysis period was accepted as group I, the
patients ongoing dialysis and continuous ambulatory peritoneal
dialysis (CAPD was accepted as group II. 58 (70,7%) of these
patients were in dialysis program. 34 (29,3%) were in predialysis
patients. The average age of the patients in predialysis group was 63,
62±15,482 and the average age of the patients in dialysis group were
50, 08±21,086. (45,1%) of these patients were ≥65 years old and
compared with serum levels of the kolesterol, trigliserid ve albumin,
levels in ≥65 years old cases were statistically significant than ≤65
years old cases. Escherichia coli was microorganism that the most
commonly isolated in urinary cultures in both groups. (43.9%) of
patients were diabetic. There was no statistical difference between
the levels of serum CRP, ESR and leucocytosis between the groups
(p>0.05). Fever, pyuria and nitrite positivity between the predialysis
and dialysis groups was statistically no significant. Comorbidity in the
group above 65 years of age may increase the tendency of infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
UsIng An AmnIotIc Membran For Cover The Areas Of DermabrasIon And ChemIcal PeelIng
Dermabrazyona kimyasal yakma işleminin katılarak deri lezyonlarının tedavi edilmesi işlemine salabrazyon denilmektedir. Bu cerrahi işlem sırasında yüzeyel deri ve kötü oluşumlar atıldıktan sonra ter bezleri, yağ ve kıl folliküllerinden gelişen epitelizasyon açık sahayı örtmektedir. Bu yeni oluşacak epitelin korunması, enfeksiyona mani olunması için antibiyotik emdirilmiş gazlar örtülmektedir. Bu örtü yerine tarafımızdan daha önce greft alınmış sahaların örtülmesinde çok iyi sonuç aldığımız fizyolojik ve biyolojik özellikleri içeren amniyon zannı taze ve kurutulmuş şekli ile uyguladık. Aldığımız çok iyi sonuçlar nedeni ile bu yöntemin kullanılmasını önerdik.
The process of treating skin lesions by adding chemical burning to dermabrasion is called salabrazion. During this surgical procedure, after the superficial skin and bad formations are removed, epithelization developing from sweat glands, fat and hair follicles covers the open area. Antibiotic impregnated gases are covered to protect this new epithelium and to prevent infection. Instead of this cover, we applied the amnion membrane, which contains physiological and biological properties, in its fresh and dried form, which we achieved very good results in covering the areas where grafts were taken before. We suggested the use of this method because of the very good results we got.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
Oğuzhan Güven Gümüştaş, İbrahim Akdağ, Yurtkuran Sadıkoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
RadIologIcal And ClInIcal Fallow Up Results Of Renal Artery StentIng Or Ballon AngIoplasty In PatIents WIth Renal Artery StenosIs
Amaç: Renal arter darlıklı hastalarda renal yetmezlik ve renovasküler hipertansiyonun kontrolünde balon anjioplasti veya renal artere stent uygulaması sonuçlarının takibi ve primer başarı oranını saptamak.Yöntem: Olguların renal anjioplasti ve stent uygulaması öncesi renal anjio bulguları, Doppler ultrasonografi bulguları ve varsa MR anjio bulguları değerlendirildi. Olguların klinik değerlendirilmesi renal fonksiyonları, tansiyon değerleri ve kullanılan ilaç sayısındaki değişikliklere göre yapıldı. Bulgular: Otuz yedi (22 erkek, 15 kadın; ortalama yaş 50.24) hastanın 32 renal arterine balon ile genişleyen stent yerleştirildi. 37 hastanın 7 renal arterine balon anjioplasti uygulandı. Tüm hastalarda hipertansiyon, 12 hastada böbrek disfonksiyonu bulunmaktaydı. Hastalar tedavinin etkinliğini belirlemek için, işlem öncesi ve sonrası kan basıncı ve serum kreatinin düzeyleri ile takip edildiler. Darlık oranı %30-%100 idi (ort %74.15). On beş hastada lezyonlar ostialdi. Yirmi dört hastada trunkaldi. Takip süresi ortalama 21.2 (3-84 ay) aydı. Hipertansiyon 9 (%24.33) hastada iyileşti. 19 hastada düzeldi. 9 hastada ise yanıt alınamadı. Böbrek fonksiyonu bozuk olan 12 hastanın da 8’inde (%22.22) düzelme görülürken, 4’ünde kötüleşme görüldü. 4 (%11.10)’ünde ise değişiklik izlenmedi. Sonuç: Renal arter darlıklarının stent ve perkütan transluminal anjioplasti ile revaskülarizasyonu, basit etkin ve güvenilir bir tedavi yöntemidir. İlerleyici böbrek yetmezliği ve kontrol edilemeyen hipertansiyonlu hastalarda perkutan transluminal anjioplasti ve stent ile renal arter darlıklarının revaskülarizasyonu önemli klinik yarar sağlamaktadır.
Aim: To determine the primary success rate and follow up results of renal artery stenting or balloon angioplasty in controlling renovascular hypertension and renal failure in patients with renal artery stenosis. Method: Before balloon angioplasty and stenting; renal angiography and Doppler ultrasonography findings were evaluated and also findings of MRA were estimated if present.The clinical estimation of the cases were made upon to renal functions, hypertension values and the changes of the number of medicines used. Results: Balloon expandable stents were placed in 32 renal arteries of 37 patients. Balloon angioplasty were used in 7 renal arteries of 37 patients (22 men, 15 women; mean age 50.24). There were hypertension in all of the patients. In 12 patients; there were disturbed renal functions. In order to determine the activity of the cure of the disease, the patients are followed by measuring blood pressures and serum creatinin levels before and after the stenting and balloon angioplasty. Stenosis rate was 30-100% (mean 74.15%).The lesions were ostial in 15 patients, truncal in 24 patients. Mean follow up time was 21.2 months (3-84 months). Hypertension was cured in 9 (24.33%) patients, improved in 19 (51.35%).patients In 9 (24.33%) patients there was no respond. In 12 patients with disturbed renal function, 8 (22.22%) patients showed improvement, 4 (11.10%) patients showed deterioration and 4 (11.10%) patients were stable. Conclusion: Revascularization of renal artery stenosis with stenting and balloon angioplasty is a simple, efficient and safe procedure. In patients with uncontrolled hypertension and progressive renal failure; revascularization of renal ar tery stenosis with stenting and baloon angioplasty pointed out impor tant clinical benefit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aorto-Koroner Bypass Cerrahısındekı Sonularımız
Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Hasan Hüseyin Telli, Hasan Gök, Sami Ceran, Sadık Özmen, Ufuk Tütün, Cevat Özpınar, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Aorto-Koroner Bypass Cerrahısındekı Sonularımız
Our Results In Aorto-Coronary Bypassa Sur-Gery
Selcuk Oniversitesi Tip Fakiiltesi Gogus ye Ka1p Dantar Cerrahisi Anabilim Dalinda Ocak 1993- AraIrk 1994 yilian araynda koroner bypass cer-rahisi 95 hastay a uygulanmi§-tir. Kardiopulmoner by oc.sc esti:Lynda orta derecede hipotermi ye soguk po-- tcsi,unt kardivoplejisi uygulandt. Erken mortalite 7 (c.;:, 7.3), gec mortalite ise (ortalama 9.2 ay) 2 (% hastadir.
95 patients underwent coronary artery bypass grafting at the Selcuk University Medical School bet-ween January 1993- December 1994. During car-diopulmonary bypass, moderate hypothermia and cold potassium cardioplejia were used. Hospital mor-tality was found as 7.3 %, late mortality was 2.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Candida Türlerinin Dağılımı Ve Amfoterisin B Ve Flukonazole İn Vitro Duyarlılıkları
Mustafa Altay Atalay, Hafize Sav, Gonca Demir, Ayşe Nedret Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Candida Türlerinin Dağılımı Ve Amfoterisin B Ve Flukonazole İn Vitro Duyarlılıkları
DIstrIbutIon Of CandIda SpecIes Isolated From Blood Cultures And InvItro SusceptIbIlItIes To AmphoterIcIn B And Fluconazole
Fungal kan dolaşımı enfeksiyonları, immün yetmezlikli hastalarda mortalite ve morbiditenin önde gelen nedenlerinden birisidir. İnvazif kandidiyazise neden olan türler arasında Candida albicans halen en sık görülen patojen olmakla beraber diğer Candida türlerinin de oranı artmaktadır. Bu çalışmada kan kültürlerinden izole edilen Candida türlerinin tanımlanması ve bunların amfoterisin B ve flukonazole duyarlılıklarının araştırılması amaçlandı. Temmuz 2009–2011 tarihleri arasında 97 hastanın kan kültüründen izole edilen Candida türleri çalışmaya alındı. İzolatların tanımlanmasında, germ tüp testi, mısır unu-Tween 80 agar besiyerindeki morfolojik görünümleri ve API 20C AUX (Biomerieux, Fransa) sistemi kullanıldı. C. albicans en çok (% 68) izole edilen tür olup bunu C. parapsilosis (% 14.5) ve C. glabrata (% 9.3) izledi. Amfoterisin B, flukonazol duyarlılıkları ve Minimum İnhibitör Konsantrasyon (MİK) değerleri E-test ( AB Biodisk, İsveç) yöntemiyle yapıldı. İzole edilen tüm Candida suşları amfoterisin B’ye duyarlı bulundu. Flukonazole dirençli bir ve doza bağlı duyarlı altı C. glabrata suşu dışındaki hiçbir Candida suşunda flukonazole direnç saptanmadı.
Fungal bloodstream infections are a leading cause of morbidity and mortalite in the immunosuppressed patients. While Candida albicans remains the predominant pathogen, the proportion of invasive candidiasis caused by other species of Candida continues to increase. In this study the identification of the Candida species isolated from blood cultures and investigation of their susceptibilities against amphotericin B and fluconazole was aimed. Candida strains isolated from 97 patients blood cultures within the time period of July 2009-2011 were included in the study. Identification of the strains, germ tube test, morphological appearance of corn meal-Tween 80 agar medium and API 20C AUX (Biomeriux, France) were used. The most common Candida form was C. albicans (68 %) followed by C. parapsilosis (14.5 %) and C. glabrata (9.3 %). Amphotericin B, fluconazole susceptibilities and Minimum Inhibitory Concentrations (MIC) values were measured with E-test method. All Candida strains were susceptible to amphotericin B. Except the flukonazole resistant one and dose-dependent susceptible six C.glabrata isolates, non of Candida isolates were resistant to fluconazole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağır Kombine İmmunyetmezlikli Bir İnfantta Pnömoniye Bağlı Epidural Amfizem
İsmail Reisli, Şebnem Yosunkaya
Olgu sunumu
Özeti
Ağır Kombine İmmunyetmezlikli Bir İnfantta Pnömoniye Bağlı Epidural Amfizem
EpIdural Emphysema And PneumomedIastInum In An InfIant WIth Severe CombIned ImmunodefIcIency
Pnömoniye bağlı gelişen pnömomediastenler hakkında var olan bildirilerin hemen hepsi yetişkinlere aittir ve pediatrik yaş grubunda nadirdir. Bu vaka takdiminde pnömomediasten ve epidural amfizemle komplike olmuş bir pnömonisi olan infant sunuldu. 8 aylık kız çocuğunun altta yatan hastalığı şiddetli kombine immun yetmezlikti. Olgu sunumu yapılmasının bir diğer nedeni de pnomoni ve pnömomediastene bağlı epidural amfizem (pnomoraşis) gelişiminin nadir olmasıdır.
Nearly all of the reports about pneumomediastinum associated with pneumonia have been conducted in adults as pneumomediastinum was uncommon in pediatric age group. This case report is described an infant with pneumonia complicated with pneumomediastinum and epidural emphysema. Her original disease is a severe combine immunedeficiency (SCID). Another reason to provide this case report is that epidural emphysema or pneumorachis associated with pneumonia and pneumomediastinum is a rare condition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dermatologic Emergencies
Selami Aykut Temiz, İlkay Özer, Arzu Ataseven
Derleme
Özeti
Dermatologic Emergencies
DermatologIc EmergencIes
Acil tıbbi durumlar, hızlı karar vermeyi ve bu kararları mortalite ve morbiditeyi önlemek için hızla uygulamayı gerektirir. Dermatolojik acil durumlar, öncelikle primer deri kaynaklı hastalıklar veya altta yatan sistemik hastalıklar ve enfeksiyonlar ile ilişkili hastalıklar olarak ortaya çıkabilir. Dermatolojik acil durumlar, diğer tıp dallarından daha nadir olmakla birlikte, yaşamı tehdit eden, yüksek mortalite oranına sahip, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen ve büyük oranda hastaneye yatış ya da yoğun bakım ünitesine yatışa ihtiyaç duyan, olası bir tıbbi tedaviyi hemen vermeyi gerektiren vakaları içermektedir.
Ürtiker-anjiyoödem, stevens-johnson sendromu, toksik epidermal nekroliz, toksik şok sendromu, eritrodermi, gebeliğin pruritik ürtikeryal papül ve plakları, otoimmün büllöz hastalıklar, akut graft versus host hastalığı, haşlanmış deri sendromu ve nekrotizan sellülit gibi mortalite ve morbiditeye neden olan hastalıklar dermatolojik acil durumlar olarak bilinir. Dermatolojik acil durumları saptamak; acil tıbbi müdahale sağlamak, mortalite ve morbidite insidansını azaltmak ve dermatolojik acil olmayan durumlarda da gereksiz konsültasyon, tedavi, para ve zaman kaybını önlemek için önemlidir.
Dermatolojik acil durumları, etiyopatogenez, klinik, ayırıcı tanı ve tedavi başlıkları altında inceledik, dermatoloji ve dermatoloji dışı hekimlere pratik yaklaşımları derledik.
Emergency medical conditions involve rapid decision making and applying these decisions to prevent mortality and morbidity. Dermatologic emergencies may primarily occur in association with skin-involved diseases, and underlying systemic diseases or infections, as well. Dermatologic emergencies are uncommon than other branches of medicine; however, it involves the cases of potentially life-threatening, having high mortality rate, negatively effecting the quality of life on highest degrees, and requiring hospitalization or intensive care units, if possible, to give a convenient medical treatment immediately.
The diseases causing mortality and morbidity, such as Urticaria-angioedema, Stevens-Johnson syndrome, toxic epidermal necrolysis, toxic shock syndrome, erythroderma, pruritic urticarial papules and plaques of pregnancy (PUPPP), autoimmune bullous diseases, acute graft versus host disease, scalded skin syndrome and necrotizing cellulitis, are known as dermatologic emergencies. Determining the dermatologic emergencies and providing an immediate medical response decreases the incidence of mortality and morbidity, and they are important to prevent unnecessary examinations, treatment, money and time loss for the consultation of conditions even they are not real dermatologic emergencies.
We examined the dermatologic emergencies under the titles of etiopathogenesis, clinics, differential diagnosis and treatment, and we edited practical approaches for dermatology and non-dermatology physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parsiyel Kulak Amputasyonunda Kopan Parçanın Temporoparietal Fasya Aracılığı İle Adaptasyonu
Mustafa Keskin, Mustafa Sütçü, Çiğdem Karadağ, Nedim Savacı
Olgu sunumu
Özeti
Parsiyel Kulak Amputasyonunda Kopan Parçanın Temporoparietal Fasya Aracılığı İle Adaptasyonu
AdaptatIon Of The Severed Ear WIth TemporoparIetal FascIa Flap In A PartIal Ear AmputatIon
Mikrovasküler anastomoz ile replantasyonun uygun olmadığı kulak amputasyonlarında kompozit greft uygulanmasının etkinliği azdır. Ampute parçanın retroauriküler bölgeye gömülerek yaşatılmaya çalışılması ise estetik açıdan başarısız sonuçlara neden olmakta ve en az iki seans gerekmektedir. Bu vaka sunumunda ise fasyal flep transpozisyonu ile kompozit greftin yaşaya bilirliğini artırtmak yöntemi denenmiştir. Ellidört yaşındaki erkek hastada insan ısırığına bağlı olarak kulak ampütasyonu meydana gelmiştir. Ampute parça kompozit greft gibi orijinal yerine dikildi. Daha sonra ampute kulak parçasının arka cildi ile kıkırdağı arasına temporoparietal fasya transpoze edildi. Vakada ampute parça tam olarak vaskülarite kazandı. Kıkırdakta herhangi bir distorsiyon meydana gelmedi. Estetik açıdan oldukça tatmin edici görüntü elde edildi. İnsan ısırığı nedeni ile ampute olan kulak parçası tarif edilen teknikle implante edilmesi halinde tek seansda başarılı sonuç almak mümkündür.
Nonmicrovascular replantation of an avulsed auricula as a composite graft is an unreliable solution. The use of retroauricular pocket to enhance survival of the composite ear graft is a multistage procedure and aesthetic results are poor. In this case report the vascularity of the composite graft is attempted to be increased by transposing fascial flap. Fifty-four year old man had an amputation of his ear due to a human bite. The amputated ear was reattached to its original position as a composite graft. Afterwards a temporoparietal fascia flap has been transposed between the posterior skin and the cartilage of the amputated ear. Amputated ear had been revascularised completely without any distorsion at the cartilages. Acceptable aesthetic result was obtained. An ear amputation can succesfully be replanted as a composite graft by using the described technique in a single stage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
6 Mm Goretex Stretch Politetraflouroetilen Greft İle Arteriovenoz Shunt Deneyimimiz
Cevat Özpınar, Kemalettin Hoşgör, Kadir Durgut, Ufuk Özergin
Araştırma makalesi
Özeti
6 Mm Goretex Stretch Politetraflouroetilen Greft İle Arteriovenoz Shunt Deneyimimiz
ArterIovenous Shunt ExperIence WIth 6 Mm Stretch PolItetra Floureoethylene Graft
Bu makalede hemodializ programına alınmış kronik renal yetmezliği bulunan hastalarda arteriovenoz fistül kullanılamadığı durumlarda strech politetrafloro etilen (PTFE) greft ile A-V shunt'ın kısa ve orta dönem sonuçları tartışıldı.
İn this article early and late results of PTFE vascular access grafts in patients with chronic renal failuer who have unsuccessfull arteriovenous fistula was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
Mustafa Kursat Evrenos, Mehmet Emin Mavili
Araştırma makalesi
Özeti
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of CrItIcal SIze Defect WIth TItanIum Mesh In DevelopIng RabbIt CalvarIum
\r\n Amaç: Gelişen kalvaryum defekt rekonstrüksiyonu hala zorlu bir prosedürdür. Kullanılan materyaller sağlamlık ve koruma sağlamalı; hafif, kimyasal olarak inert, kanserojen olmayan, estetik sonucu arttırmak için kolay şekillenebilir olmalı, manyetik rezonans görüntülemeye izin vermek için demir içermemelidir ve osteokondüktif ve osteojenik olmalıdır. Ayrıca, alloplastik materyal, donör alan morbiditesine yol açmaz ve sınırsız bir tedarik sağlar. İdeal bir implant hala tanımlanmamış olsa da, titanyum meş kabul edilebilir alternatiflerden biridir. Bu çalışmada, titanyum meş implantın gelişen kalvaryumdaki defektlerin rekonstrüksiyonunda kullanılabileceği ve implantın rijid veya semirijid fiksasyonu ile sekonder asimetri deformitesine yol açıp açmadığı değerlendirildi.
\r\n
\r\n Gereç ve Yöntem: 6 haftalık 24 Yeni Zelanda tavşanı ve dört eşit gruba ayrıldı. Birinci grup normal popülasyon grubuydu. İkinci, üçüncü ve dördüncü gruplarda her bir tavşanın pariyetal kemiği üzerinde 15 mm. çaplı kritik boyutlu defekt oluşturuldu. İkinci grup kritik boyutlu defekt için sham grubu olarak belirlendi. Üçüncü grupta defektler 0.3 mm ile kalınlıkta titanyum meşin 4.0 polipropilen sütür ile semirijid olarak fikse edilmesiyle; 4. Grupta ise aynı kalınlıkta titanyum meşin 4 mm. çaplı titanyum vidalarla rijit fiksasyonuyla rekonstrükte edildi. Başlangıçta, tavşan kalvaryumu kraniyal bilgisayarlı tomografi ile tarandı ve üç boyutlu rekonstrüksiyonlar oluşturuldu. Deney, tavşanlar 18 haftalıkken sonlandırıldı. Tüm gruplarda her tavşan için sakrifikasyon ve kraniyal BT taraması yapıldı ve standart fotoğraflar alındı. Uzunluk ölçümleri referans noktalarından gerçekleştirildi ve gruplar arasında karşılaştırmalar yapıldı.
\r\n
\r\n Sonuçlar: 6 haftalık üç boyutlu bilgisayarlı tomografi ölçümlerine göre, grupların dengeli dağıldığı değerlendirildi. 18 haftalık 3D BT ölçümlerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p <0,017). Ayrıca her grupta defekt tarafı ve karşı taraf ölçümlerinde istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p <0.008).
\r\n
\r\n Tartışma: Titanyum meşin, büyüme gösteren kalvaryumda herhangi bir deformiteye neden olmadığını ve meş fiksasyon tekniğinin sonucu değiştirmediğini değerlendirdik. Dolayısıyla pediatrik kalvaryum defektlerinde, otojen kemik grefti ile rekonstrüksiyonun mümkün olmaması durumunda, titanyum meş ile rekonstrüksiyon kabul edilebilir bir seçenek olabilir.
\r\n
\r\n Aim: Defect reconstruction of growing calvarium is still challenging procedure. The materials should provide strength and protection, be lightweight, chemically inert, noncarcinogenic, malleable to enhance aesthetic outcome, nonferrous to allow utilization of magnetic resonance imaging, and osteoconductive and osteogenic. In addition, the benefits of alloplastic material avoid donor site morbidity and provide an unlimited supply. Although an ideal implant is not still defined, titanium mesh is one of the acceptable alternatives. In this study, we evaluated that if titanium mesh implant can be used for reconstruction of defects in growing calvarium and caused a secondary asymetry deformity with rigid or semirigid fixation of implant.
\r\n
\r\n Material and Method: 6 week-old 24 New Zealand rabbits were used and divided into four equal groups. First group was normal population group. 15 mm. diameter critical size defects were created on parietal bone of each rabbit in second, third and fourth groups. Second group was decided as sham group for critical size defect. Defects were reconstructed with 0.6 mm. thickness titanium mesh and fixed with 4.0 polypropylene sutur in the third group as semirigid fixation and with 4 mm. long titanium screws as rigid fixation in the fourth group. At the beginning, rabbit calvarias were scanned with cranial CT and 3D reconstructions were created. Experiment finished when rabbits were 18 weeks old. Sacrifisation and cranial CT scan performed and standart photographs were taken for each rabbit in all groups. The length measurements were performed from reference points and comparisons were made between groups.
\r\n
\r\n Results: According to 6 week 3D CT measurements, groups were well-balanced. According to 18 week 3D CT measurements there was no statistically difference between groups. Also measurements of defective side and opposite side in each group were not different.
\r\n
\r\n Discussion: We evaluated that the titanium mesh did not cause any deformity in growing calvarium and fixation technique of the mesh did not change the result. So in defects of pediatric calvarium, if reconstruction with autogen bone graft is impossible, reconstruction with titanium mesh can be an acceptable choice.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paratiroid Yetersizliğinde, Selektif Antral Vagotomi İle Kombine Mezenterik Kaval Şantın Değeri
Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Paratiroid Yetersizliğinde, Selektif Antral Vagotomi İle Kombine Mezenterik Kaval Şantın Değeri
The Value Of Mesenterıc Kaval Shunt Combıned Wıth Selectıve Anthral Vagotomy In Parathyroıd Insuffıcıency
Paratiroidektomiden sonra meydana gelen hipokalsemiye bağlı tetani krizlerini önlemek için, bir çok çalışmalar yapılmıştır. Bunlar en basitinden en komplikesine kadar, intravenöz kalsiterapi, parathormon ekstreleri kullanımı, paratiroid greftleri uygulaması şeklinde sıralanabilir. En gelişmiş yöntem olarak kabul edilen greft implantasyonlarının, ömürsüz oluşu, alerjik reaksiyonlara neden olması, araştırıcıların immun antijenleri drene etmek amacı ile portakaval anastomoz metoduna yönelmesine neden olmuştur. Bu arada porta-kaval anastomozun, paratiroidektomili hayvanlarda, kan kalsiyumu düzeyine olumlu etki yaptığı ve ancak aynı zamanda kalsiyumdan zengin diyetle hipokalseminin giderildiği görülmüştür.
Many studies have been conducted to prevent tetany crises due to hypocalcemia occurring after parathyroidectomy. These can be listed as, from the simplest to the most complicated, intravenous calcitherapy, use of parathyroid hormone extracts, application of parathyroid grafts. The fact that graft implantations, which are considered to be the most advanced method, are lifeless and cause allergic reactions have led researchers to turn to the portacaval anastomosis method to drain immune antigens. Meanwhile, it has been observed that the porta-caval anastomosis has a positive effect on the blood calcium level in animals with parathyroidectomy and at the same time, the hypocalcemia is eliminated with a calcium-rich diet.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
Neşe Kurt Özkaya, İnanç Doğan Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
RevIew Of Our Treatment Approach In RabIes-RIsky BItes In Central AnatolIa In Turkey
Amaç:Isırıklar tüm dünyada önemli bir yaralanma sebebidir. Belli rehber ve prensiplere göre ısırıkların tedavisi yapılır. Bu çalışmada amacımız yatarak tedavi edilen ısırık yaralarının demografik özelliklerini incelemek, cerrahi tedavi deneyimlerimizi paylaşarak yeni çalışmalara ve tedaviler için yol gösterici olmaktır.
Gereç Yöntem: Çalışmaya ınsan veya hayvan tarafından ısırılıp yatarak cerrahi tedavi gerektiren hastalar dahil edildi. Demografik özellikleri, tetanoz ve kuduz proflaksisi uygulamaları, yara yerinden izole edilen enfeksiyon etkenleri, uygulanan antibiyoterapiler, cerrahi tedaviler kaydedildi.
Bulgular: Hastaların 43 ü erkek ve ortalama yaş (±SD) of 34.5±23.8 (min3-85max). 15 yaş altı hastaların yaralanmaların 13’ünde(65%), 15 yaş üstündeki hastaların 12’sinde (27.3) baş boyun bölgesinde idi. Extremitelerde ise 15 yaş altında 7 (35%), 15 yaş üstünde de 28 (63.6%) hastada yaralanma mevcut idi. Yaralanmaların 50 (78.1%) si köpek kaynaklı, 8 (12.5%) i yabani hayvan (7 domuz, 1 kurt), 4’ü (6.3%) diğer evcil hayvan (at, eşek, inek), 2’si (3.1%) insan kaynaklı idi. Hastaların tümüne Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafınan belirlenen Kuduz Proflaksi Rehberi’ne göre müdahele edilmişti. Yara yerlerine basınçlı, bol sabunlu su ile yıkama yapılmış idi. Tetanoz proflaksisi gereken 40 hastaya tetanoz, 62 hastaya kuduz proflaxisi başlanmış ve uygun görülen hastalara kuduz immunglobülini yapılmış idi. Hastaların 38’ınde proflaktik amoksisilin klavulonat, 12’sinde kristalize penisilin-G, 6’sında sultamisilin, 6’sında sultamisilin ve aminoglikozit kombinasyonu, 2’sinde sefazolin tedavisi başlanmıştı. 12 (18.8%) hastaya geldiği gün mikrobiyolojik inceleme yapılmadan acil operasyona alınarak cerrahi yapılmış idi. İlk gün onarım yapılan hastaların 7’sinde primer suturasyon, 3’ünde lokal flep, 1’inde kulak, 1’inde burun replantasyonu, 1’inde femoral arter, 1’inde peroneal sinir onarımı yapılmıştı. Geç onarım yapılan 52 hastanın 35’ine primer suturasyon, 4’üne deri grefti, 17’sine lokal flep, 2’sinde paramedian alın flebi yapılmış idi. Erken ve geç onarım yapılan hastaların hiçbirinde komplikasyon görülmemişti.
Sonuç: Isırıklarda yaranın bol ve basınçlı sabunlu su ile irrigasyonu sayesinde yaranın bakteriyal yükü, acil onarım yapılmasına olanak sağlayacak kadar, azaltılabilir.
Aim: Bites are an essential cause of injury since the world. Treatment of bites is made according to specific guides and principles. The study's purpose is to examine the demographic characteristics of patients hospitalized due to bite wounds and to be a guide for new studies and treatments by sharing surgical treatment experiences.
Material and Method: Patients who were bitten and required surgical treatment were included in the study. Demographic characteristics, tetanus, and rabies prophylaxis applications, infection agents isolated from the wound site, antibiotherapies applied, and surgical treatments were recorded.
Results: Of the patients, 43 were male and mean age (±SD) of 34.5±23.8years (range, 3-85 years). Bites were in the head and neck region in 13(65%) of patients under 15 years old and in 12(27.3%) of the patients over 15 years old. In extremities, the injury was present in 7(35%) patients under 15 and in 28(63.6%) patients over 15 years old. Of the injuries, 50(78.1%) were caused by dogs, 8(12.5%) by wild animals (7 pigs, one wolf), 4(6.3%) by other pet species (horse, donkey, cow), and 2(3.1%) by humans. The intervention was made to all the patients according to guide of rabies prophylaxis specified by the Ministry of Health, General Directorate of Public Health. Irrigation was applied to the wound site with plenty of pressurized and soapy water. Forty patients received tetanus prophylaxis, 62 patients received rabies prophylaxis, and rabies immunoglobulin was applied to patients considered as suitable. Prophylactic amoxicillin clavulanate treatment was started in 38 of the patients, crystalline penicillin-G in 12, sultamicillin in 6, the combination of sultamicillin and aminoglycoside in 6, and cefazolin treatment in 2. 12(18.8%) patient underwent an urgent operation for repair process without any microbiological examination on the date of arrival. Among the patients to whom repair was applied on the first day, 7 had primary saturation, 3 had a local flap, 1 underwent ear, and 1 underwent nasal replantation, one patient had femoral artery repair, and one patient had peroneal nerve repair. Among 52 patients who underwent late repair, primary suturation was applied to 35, skin graft to 4, local flap to 17, and paramedian forehead flap to 2. No complication was seen in any of the patients who underwent early and late repairs.
Conclusion: Bacterial burden of the wound can be reduced enough to allow urgent repair owing to the irrigation of the wound with plenty of pressurized and soapy water in bites.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parmak Defektlerinde Birinci Dorsal Metakarpal Arter Flebinin Kullanımı – V Aka Serisi
İlker Uyar, Tunahan Berk Başol
Araştırma makalesi
Özeti
Parmak Defektlerinde Birinci Dorsal Metakarpal Arter Flebinin Kullanımı – V Aka Serisi
Use Of The FIrst Dorsal Metacarpal Artery Flap In FInger Defects – Case SerIes
Amaç: Bu çalışmanın amacı, parmaklardaki yumuşak doku defektlerinde FDMA flep kullanımının çok
yönlülüğünü değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntemler: Mayıs 2018-Mayıs 2021 tarihleri arasında üst ekstremitede yumuşak doku defekti
sebebiyle rekonstrüksiyon yapılan hastalar dosya üzerinden tarandı. Bu hastalardan parmakta defekti
olan ve birinci dorsal metakarpal arter flebi ile rekonstrükte edilen hastalar çalışmaya dahil edildi.
Bulgular: 12 hasta çalışmaya dahil edildi. Defektin etiyolojisi tüm hastalarda travma idi. Flep adaptasyonu
için 5 hastada tünel açma tekniği kullanıldı. Hiçbir hastada to tal flep veya greft kaybı yaşanmadı.
Komplikasyonlar açısından yaş, cinsiyet, komorbidite, defekt lokalizasyonu, defekt boyutu ve operasyon
süresi incelendi. İstatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Sigara içenler ve içmeyenler incelendi,
istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Flep adaptasyonu için tünel kullanımı komplikasyon açısından
istatistiksel olarak anlamlı bir fark yaratmadı.
Sonuç: Birinci dorsal metakarpal arter flebi 1. ve 3. parmaklardaki defektlerde oldukça güvenilir bir
seçenektir. Tünel tekniği kullanılıyorsa tünel genişliğinin yeterli olduğun dan emin olunmalıdır .
Aim: The aim of this study is to evaluate the versatility of the use of FDMA flaps in soft tissue defects in
the fingers.
Patients and methods: Patients who underwent reconstruction due to soft tissue defect in the upper
extremity between May 2018 and May 2021 were scanned over the file. Among these patients, patients
who had a finger defect and were reconstructed with the first dorsal metacarpal artery flap were included
in the study .
Results: 12 patients were included in the study. The etiology of the defect was trauma in all patients.
Tunneling technique was used in 5 patients for flap adaptation. No patient experienced total flap or graft
loss. Age, gender, comorbidity, defect localization, defect size and operation time were examined in terms
of complications. No statistically significant difference was detected. Smokers and non-smokers were
examined, no statistically significant difference was found. The use of tunnel for flap adaptation did not
make a statistically significant dif ference in terms of complications.
Conclusion: First dorsal metacarpal artery flap is a very reliable option for defects in the 1st and 3rd
fingers. If the tunnel technique is used, it should be ensured that the tunnel width is suf ficient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
Hüseyin Atalay, İbrahim Güney, Yalçın Solak, Halil Zeki Tonbul, Mehdi Yeksan, Nedim Yılmaz Selçuk, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
GabapentIn In The Treatment Of PaIn In HemodIalysIs PatIents
Amaç: Üremik nöropatiye bağlı ağrı yüksek yaygınlığına rağmen, teşhis ve tedavi yönünden göz ardı edilmektedir. Bu hastalarda genellikle kullanılan ilaç tedavileri etkin değildir. Biz bu çalışmamızda, hemodiyaliz hastalarında gabapentinin nöropatik ağrıyla birlikte yaşam kalitesi ve depresyona etkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya son dönem böbrek yetmezlikli 22 hemodiyaliz hastası dahil edildi (10 erkek ve 12 kadın, yaş ortalaması 62±3.53). Nöropatik ağrı tespit edilen hastalara 8 hafta süre ile günde 300 mg gabapentin tedavisi verildi. Tedaviden önce ve sonra yaşam kalitesi için SF-36 değerlendirme testi (fiziksel ve mental komponent skoru), depresyon için Beck depresyon envanteri (BDI) ve ağrı içinde Mc Gill ağrı anketi kısa formu (SFMPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) uygulandı. Bulgular: Gabapentin tedavisi ile birlikte ağrı skorlarında önemli derecede azalma tespit ettik. Total SF-MPQ skoru 21.32±8.74 den 7.5±5.72, VAS 6.4±2.15 den 2.45±1.81, PPI 3.18±1.1 den 1.3±0.88 düştü. Ayrıca SF-36 ve BDI skorlarında da anlamlı iyileşmeler tespit ettik (p
Aim: Despite its high prevalence, pain induced by uremic neuropathy is usually underrecognized during diagnostic process and undertreated. In most of the patients, traditional drugs are ineffective. In this study, we investigated the effect of gabapentin on neuropathic pain along with quality of life (QOL) and depression in hemodialysis (HD) patients. Methods: Twenty two patients with chronic renal failure who were on HD were included in our study (10 males and 12 females, mean age 62±3.53). We administered 300 mg/day gabapentin for 8 weeks to patients in whom neuropathic pain was detected. We administered SF-36 Evaluation Test (Physical Component Score and Mental Component Score) for QOL, Beck s Depression Inventory (BDI) for depression and Short Form of McGill s Pain Questionnaire (SF-MPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) before and after the treatment. Results: With gabapentin treatment, we found a statistically significant decrease in pain scale scores. Total SF-MPQ decreased from 21.32±8.74 to 7.5±5.72, VAS scale decreased from 6.4±2.15 to 2.45±1.81, PPI decreased from 3.18±1.1 to 1.3±0.88. We also determined significant improvements in SF-36 and BDI scales (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Mücahit Demirtaş, Bülent Oran, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results In VentrIcular Septal Defects
Ventriküler septal defektlerin (VSD) tamirinden sonra cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde 2001 – 2009 yılları arasında 92 hasta VSD tanısıyla operasyona alındı. 27 (% 29.3) hastada pulmoner hipertansiyon, 10 (% 10.8) hastada patent ductus arteriozus, 7 (% 7.6) hastada Down sendromu , 5 (% 5.4) hastada ise aort yetmezliği mevcuttu. Kardiyak tamirlerde defekt tek tek sütürler kullanılarak Dacron yama ile kapatıldı. Cerrahiden sonra erken mortalite 5 (% 5.4) hastada gelişti. 65 hastada ortalama 6.1 yıl süreyle asemptomatik olarak takip edildiler. Rezidü VSD 3 hastada görüldü ve 1 hastaya tekrar cerrahi gereksinim oluştu. Komplet atrioventriküler blok görülmedi. Triküspit ve aort kapaktaki 1˚- 2˚ yetmezlikler takibe alındı. Orta Anadolu’da yeni bir merkez olarak, VSD operasyonlarını daha düşük mortalite ve morbidite ile gerçekleştirmeyi ümit ediyoruz.
The aim of this study is to report our surgical results in ventricular septal defects. Between 2001 and 2009, 92 patients with ventricular septal defect underwent surgical correction in our center were included in this study. Additional cardiac defects were pulmonary hypertension in 27 (29.3 %) patients, patent ductus arteriozus in 10 (10.8 %) patients, Down Syndrom in 7 (7.6 %) patients, and aortic regurtation 5 (5.4 %) patients. Defects were closed with Dacron patch using separately sutures. Early mortality was developed in 5 (5.4 %) patients. 65 patients were followed for 6.1 years. Residual VSD was detected in 3 patients and one of them underwent secondary operation. There was no complet atrioventriculary block. 1˚- 2˚ degree aortic and tricuspit regurtation were not operated and included in our follow up programme. We hope to perform surgery for ventricular septal defect with low mortality and morbidity as a new Middle Anatolian center.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveoler Kemik Grefti Donör Sahasındaki Kemik Balmumu Nedeniyle İyileşmeyen Ülser - Bir Olgu Sunumu
Moumita De de, Rakesh Dawar, Maneesh Singhal, Ashish Bichpuriya, Ravikiran Nalla
Olgu sunumu
Özeti
Alveoler Kemik Grefti Donör Sahasındaki Kemik Balmumu Nedeniyle İyileşmeyen Ülser - Bir Olgu Sunumu
Non-HealIng Ulcer Due To Bone Wax In Alveolar Bone Graft Donor SIte- A Case Report
Kemik balmumu, balmumundan üretilmiş yaygın olarak kullanılan bir hemostatik ajandır. Nöroşirürji, ortopedik cerrahi, çene ve ortognatik ameliyatlarda yaygın olarak kullanılır. Her ne kadar kemik balmumu nedeniyle komplikasyon ile ilgili birkaç vaka bildirilmiş olmasına karşın, çeşitli cerrahi bölgelerde kullanımı devam etmektedir. Alveoler kemik greftlenmesi için kemik kemik grefti yerleştildikten bir yıl sonra ortaya çıkan iliak krest üzerinde olağandışı bir iyileşmeyen ülser vakasını sunuyoruz.
Bone wax is a commonly used hemostatic agent derived from beeswax. It is used widely in neurosurgery, orthopaedic surgery, maxillofacial and orthognathic surgery. Although few case reports have emerged regarding complication due to the bone wax, the use of it continues in various surgical sites. We report an unusual case of a non-healing ulcer over the iliac crest appearing one year after bone harvest was done for alveolar bone grafting
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Ekstremitelerin Kronik Venöz Yetmezliğinde İnvaziv Ve Noninvaziv Metodların Tanı Değerlerinin Karşılaştırılması
Fatih Mehmet Avşar, Erdal Göçmen, Erdal Anadol, Salim Demirci, İbrahim Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Alt Ekstremitelerin Kronik Venöz Yetmezliğinde İnvaziv Ve Noninvaziv Metodların Tanı Değerlerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of The DIagnostIc Value Of In VasI Ve And Non-InvasIve Methods In ChronIc Venous In SuffIcIency Of Lovver ExtremIty
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalında Eylül 1992-Kasım 1992 tarihleri arasında kronik venöz yetmezlik öntanısı konan 30 hasta ve 15 olgudan oluşan kontrol grubu renkli doppler ultrasonografi ile değerlendirilmiş, sonuçlar venografik inceleme bulguları ile karşılaştırılmıştır. Kronik venöz yetmezlik tanısında renkli doppler'in duyarlılığı % 87, özgüllüğü % 80, doğruluğu % 85, pozitif belirleyicik değeri % 80, negatif be lirleyicilik değeri % 87 olarak hesaplanmıştır. Renkli doppler ultrasonografi kronik venöz yetmezlik tanısında primer inceleme yöntemi olabilecek güvenilir, ucuz ve noninvaziv bir görüntüleme yöntemidir.
This study was performed in the deparment of general surgery of Ankara Universitiy Medical Faculty, betvveen September 1992-December 1992. Thirty patients were diagnosed chronic venous insufficiency and 15 healty per- son were evaluated by colour doppler ultrasonography and the results were compared with venography findings. İn the diagnosis of chronic venous insufficiency, colour doppler shovved 87 % sensitivity, 80 % spesifity, 85 % ac- curacy, % 80 pozitive predictive value, % 87 negatif predictive value, As a conclusion in the diagnosis of chronic venous insufficiency coloured doopler USG can be considered as the primary diagnostic method. İt is also a cheep and non in vasi ve scanning method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pollisizasyon, Tendon Grefti Ve Radial Önkol Flebi İle Her İki Elde Tek Seanslı Rekonstrüksiyon
Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, Recep Memik
Olgu sunumu
Özeti
Pollisizasyon, Tendon Grefti Ve Radial Önkol Flebi İle Her İki Elde Tek Seanslı Rekonstrüksiyon
ReconstuctIon Of Both Hands UsIng PollIcIsatIon, Tendon Grafts And RadIal Forearm Flap In One Stage.
Trafik kazası sonrası her iki el yaralanması ile kliniğimize başvuran 52 yaşındaki bayan hastada karpometakarpal seviyeden sağ el başparmak amputasyonu, aynı el ikinci parmakta cilt ve tendon kaybı, sol el dorsalinde cilt ve 2-3. parmak ekstensör tendon kayıpları tespit edildi. Tek seansta rekonstrüksiyon planlanarak, sol elde palmaris longus tendonlarından alınan greftler uygun gerginlikte ekstensör tendon kayıplarının yerine interkalari greftler olarak tatbik edildi. Ardından cilt defekti için ters akımlı 'radial forearm flep' tasarlandı ve yara örtüldü. Takiben sağ el ikinci parmak alınarak Buck-Gramcko'nun tarif ettiği teknikle başparmak yerine transfer edildi. Sekiz ay sonra yapılan kontrolde hastanın sağ elini kullanarak küçük cisimleri tutabildiği, ayrıca geniş ve ağır cisimleri kavrayarak kaldırabildiği görüldü. Sol elde ise bilek ve parmak hareket genişlikleri tam olarak kazanılmıştı. Klasik yoldan farklı tedavi edilen bu vakada tedavinin hastaya göre planlanması gerektiği bir kez daha vurgulandı.
A fifty two year old woman sustaining bilateral hand injurles after a traffic accident was admitted to our clinic. She had right thumb amputation from the carpometacarpal level, tendon and skin loss in the right hand secönd finger, loss of the 2-3 extensor tendons and the overlying dorsal skin in the left hand. Reconstruction in a single session was planned and palmaris longus tendons from both hands were taken and used as intercalary grafts for extensor tendon losses after which the skin loss was covered with a radial forearm flap. Afterwards, the second injured finger in the right hand was taken and pollicisized using the Buck Gramcko technique. At the last follow-up examination 8 months after the injury, she was able to pick up small objects and grip large and heavy objects using her right hand. The range of motion of the wrist and the fingers of the left hand was completely restored. The importance of treatment design tailored individually for each patient was stressed in this case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Alfa Tokoferol, Askorbik Asid, Triglıserid, Total Kolesterol, Hdl-Kolesterol, Ldl-Kolesterol, Ure Ve Kreatinin Düzeyleri
İsmail Öztok, Sadık Büyükbaş, Mehdi Yeksan, Süleyman Türk, Mustafa Yöntem, Bünyamin Kaptanoğlu, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Alfa Tokoferol, Askorbik Asid, Triglıserid, Total Kolesterol, Hdl-Kolesterol, Ldl-Kolesterol, Ure Ve Kreatinin Düzeyleri
Serum Alpha Toeopherol, AscorbIc AcId, TrIglycerId, Tutal Cholesterol, Hdl-Cholesterol, Ldl-Cholesterol, Urea And CreatInIne Levels In ChronIe Renal FalIure PatIens
Kronik Böbrek Yetmezliği (KBY) olan 30 oll;uda ve 35 sağlıklı kontrol grubunda serıun affa iokoferol, askorbik asid, trigliscrid, totral kolesterol. IIDL-kolesterol, LDL-kolesterol, üre ve kreatinin düzeyleri çalışıldı. Bu parametreler kontrol grubunda sırası ile 1,10 ± 0.01 mgldl, 1.02 ± 0.07 mgldl, 92.2 ± 32.57 mgldl, 168 ± 27.09 ingIdl, 47.4 ± 5.23 mgI dl, 104.2 ± 27,94 !ngldl, 34.6 ± 5.18 nıgldl ve 0.48 ± 0.09 mg1d1 olarak ve KBY grubunda ise 1.104 ± 0.009 mgldl, 0.47 ± 0.17 mgldl, 204.2 ± 39.62 mgi dl, 199.3 ± 45.73 mgldl, 25.93 ± 7.01 mgldl, 125.6 ± 34.8 mgldl, 2235 ± 79.18 mgldl ve 10.24 ± 4.79 ingldl olarak saptandı. Bu sonuçlai-a göre KEY grubuna ait trigliserid, total ve LDL-kolesterol düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiki açıdan önemli derecede yüksek (Trigliserid için p<0,001 to-tal kolesterol için p<0.005, LDL-kolesterol için p<0.01, üre için p<0.001 ve kreatinin için p<0.001) Askorbik asid ve IIDL-kolesterol düşzeyleri ise düşüktü, (her ikisi içinde p<0.001). KBY olgularında alta tokoferol düzeyleri ise kontrol grubu değerlerine yakındır. Tozal kolesterol ile LDL-kolesterol arasında pozitif bir korelasyon saptanıruştır (r = 0.719, t = 5.48).
Serum Alpha Toeopherol, Ascorbic Acid, Triglycerid, Tutal Cholesterol, IIDL-Cholesterol, LDL-Cholesterol, Urea and Creatinine Levels in Chronie Reno! Faliure Patiens Chronic renal fidlure patients sera were analyzed for alpha tocopherol, rucorbic acid, totrıl cholesterol, triglycerid, IDL-cholesterol, LDL-cholesterol, urea and creatinine. These values were compared with those of healthy subjects. The serum samples were obtained from 35 normal healthy and 30 patients with chronic renal failure. Nortnal healthy peopk serum kvels were: alpha tocopherol 1.10 ± 0.01 mgidl, ascorbic acid 1.02 ± 0.07 mgldl, total cholestcrol 168 ± 27.09 mgidl, triglycerid 92.2 ± 32.57 ingldl, HDL-cholesterol 47.4 ± 5.23 mgldl, LDL-cholesterol 104.2 ± 27,94 urea 34.6 ± 5.18 nıglıll,. .creatinine 0.48 ± 0.09 ?right/. The serum levels of patients with chronic renal failure were: alpha tocopherol 1,104 ± 0..009 mgldl, ascorbic acid 0.47 ± 0.17 mgidl, triglycerid 204,2 ± 39.62 in►Idl, cholesterol 199.3 ± 45.73 ingidl, 11DL-cholesterol 25.93 ± 7.01 mgldl, LDL-cholesterol 125.6 ± 34.8 nıgidl, urea 223.5 ± 79.18 creatinine 10.24 ± 4.79 ingldl. The follo•ing values of patients were higher than those nf healthy subjects: iriglycerid (p<0.00I ), choksterol (p<0.005), LDL-chole►terol (p<0.01), urea (p<0.001), ceratinine (p<0.001). On the other hand, ascorbic acid and 11D1.-rholesterol values were lower (p<0.001). Alpha levels of the patients were normal. A po►itıı-t' correlation was found betwcen cholesterol and LDL-choksterol = 0.719, t =5.,48).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Yara Tiplerinde Mekanik Yolla İzole Edilen Stromal Vasküler Fraksiyonun Kullanımı
Çağla Çiçek
Olgu sunumu
Özeti
Farklı Yara Tiplerinde Mekanik Yolla İzole Edilen Stromal Vasküler Fraksiyonun Kullanımı
Use Of MechanIcally Isolated Stromal Vascular FractIon In DIfferent Wound Types
Yara iyileşmesi hemostaz, inflamasyon, proliferasyon ve maturasyon evrelerinden oluşan fizyolojik bir
süreçtir. Bu iç içe geçmiş evrelerin herhangi bir aşamasında meydana gelen bozulma, klinisyenin karşısına
için kronik bir yara olarak çıkar. Lipoaspiratın enzimatik veya mekanik sindiriminden sonra sulu fraksiyonun
bir parçası olarak izole edilen stromal vasküler fraksiyon, aynı zamanda önemli bir mezenkimal kök hücre
rezervidir. İçerdiği preadipositler, endotelyal öncüler, immün hücreler, hematopoietik hücreler, fibroblastlar
ve perisitler nedeniyle heterojen bir doku kokteyli olarak kabul edilir. Proanjiyogenik, antiapoptotik,
antifibrotik, immünomodülatör ve antiinflamatuar aktivitelerinin yanı sıra izolasyondaki avantajları
nedeniyle, stromal vasküler fraksiyon son zamanlarda mevcut yara tedavisinde önem kazanmıştır. SVF
tek başına yara iyileşmesi için etkili olmasa da, uygun yara bakımı ve rekonstrüksiyon öncesi yara yatağı
hazırlığı için yeterli hücre sayısı ve canlılığı sağlayan ve cerrahi başarısızlığı en aza indiren yeni ve etkili
bir teknolojidir.
Wound healing is a physiological process consisting of hemostasis, inflammation, proliferation, and
maturation phases. The disruption that occurs at any stage of these intertwined phases is presented to the
clinician as a chronic wound. The stromal vascular fraction, isolated as a part of the aqueous fraction after
enzymatic or mechanical digestion of lipoaspirate, is an important mesenchymal stem cell reserve, as
well as. It is considered a heterogeneous tissue cocktail due to the preadipocytes, endothelial precursors,
immune cells, hematopoietic cells, fibroblasts and pericytes it contains. Because of its proangiogenic,
antiapoptotic, antifibrotic, immunomodulatory, and anti-inflammatory activities, as well as its advantages
in isolation, stromal vascular fraction has lately acquired prominence in current wound therapy. Although
SVF alone is not effective for wound healing, it is a new and effective technology that provides adequate
cell count and viability for proper wound care and wound bed preparation prior to reconstruction and to
minimize surgical failure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bır Hem0fili A Vakasında Ve Eınde Aıds Hastalıgı
Hakkı Polat, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan, Berkay Kırımlı
Araştırma makalesi
Özeti
Bır Hem0fili A Vakasında Ve Eınde Aıds Hastalıgı
A Case Of Aıds In PatIent WIth HeamophIlIa a.
Akkiz inumin yetmezlik sendronne (AIDS) ilk defa tip literattirtine 1981 yilinda gir,nicIir. 0 za-mandan bu yana AIDS bildirimlerinde adeta pat-lama olmu,slur. Ti•ari olarak hazirlanmq labor VIII verilen he-tnofilik hastalarda AIDS bildirilmigir. Banka kant tininlerinden fok, faktor VIII ile gemesinin sebebi; bir Unite jailor VIII 2000-50000 finite verici ka-mndan elde edilmesinden kaynaklanmaktadtr. Bit-0k cahpnada erickin hemofilik erkeklerde HIV enfeksiyon orannun % 50-90 arastrzda degiltigi liildirilrni, tit: Bunlardan ancak % I acikar klinik be-lirti vermekiedir. Henzofilik hastalarin kendileri, ve c0- cukiart risk alttndadirlar. Biz, klinigimizde tesbit ettigimiz ilk vakayz bil-dinnek, literature gOzden gecinnek ve dikkatleri tek-rar bu noktaya relonek istedik.
The acquired immune deficiency syndrome (AIDS) was first described in the ntedical literature in June 1981. Since that time there has been exp-losion in the number of reports of AIDS. AIDS has been reported in patients with ha-emophilic patients who were receiving commercially prepared factor VIII concentrate more than from blood- bank produced cryoprecipitate. This is pro-bably due to the fact that each unit of factor VIII concentrate is made from blood obtained from 2000-5000 blood donors. The prevalence of HIV infection amog adult ha-emophilic men in most studies is reported to range from %50-90 percent. About % 1 of these patients developed AIDS. The heamophilic patients and their heterosexually partner and their children are risk for AIDS We would like to present the first one case of AIDS in hemophilic patients and his wife in our cli-nic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neonatal Hemokromatozis
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Rahmi Örs
Derleme
Özeti
Neonatal Hemokromatozis
Neonatal HemochromatosIs
Neonatal hemokromatozis, ekstrahepatik siderozis ile birlikte olan ve klinikte şiddetli neonatal karaciğer hastalığı olarak tanımlanan nadir bir hastalıktır. Neonatal hemokromatozisin etiyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak fetüsta karaciğer hasarına yol açan alloimmun bir bozukluğun neden olduğu kabul edilir. Neonatal hemokromatozisin sonraki gebeliklerde tekrarlama oranı yaklaşık olarak %80’dir. Neonatal hemokromatozis koagülopati, hipoglisemi, hipoalbuminemi, hipofibrinojenemi, trombositopeni, anemi, direkt ve indirekt hiperbilirubinemi ile yaşamın ilk gününde ortaya çıkan hepatosellüler yetmezlik ile karakterizedir. Pozitif aile öyküsü, yüksek serum ferritin düzeyi, yüksek alfa-fetoprotein düzeyleri ve histolojik veya manyetik rezonans görüntüleme ile siderozisin gösterilmesi neonatal hemokromatozis tanısını koymada göz önünde bulundurulan kriterlerdir. Etkili bir medikal tedavisi olmadığı için sıklıkla karaciğer transplantasyonu gerekmektedir. Prognozu genellikle kötüdür. Bu derlemede fetüs ya da yenidoğanda karaciğer yetmezliğine yol açan neonatal hemokromatozis tartışılacaktır.
Neonatal hemochromatosis is a rare disease clinically defined as severe neonatal liver disease in association with extrahepatic siderozis. The etiology of neonatal hemochromatosis is not understood exactly. However, according to a theory neonatal hemochromatosis is accepted to be an alloimmune disorder causing liver injury in fetus. After an effected one in the pregnancy the recurrence rate of neonatal hemochromatosis is ~80%. Hepatocellular failure which occurs in the first days of life with coagulopathy, hypoglycemia, hypoalbuminemia, hypofibrinogenemia, thrombocytopenia, anemia, and direct and indirect hyperbilirubinemia characterizes neonatal hemochromatosis. In order to diagnose neonatal hemochromatosis there are some certain criteria that sould be taken into account such as a positive family history, high serum ferritin levels, high serum alpha-fetoprotein levels and siderozis demonstrated with histology or with magnetic resonance. Since an affective medical treatment has not been found yet, liver transplantation is almost always required. The prognosis of neonatal hemochromatosis is generally poor. This review will discuss neonatal hemochromatosis that leads to liver failure in the fetus or newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anterior İliak Crest'ten Minimal İnvazif Greft Alımının Klinik Sonuçları: Yeni Bir Tekniğin Tanımı
Onur Bilge, İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Nazım Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Anterior İliak Crest'ten Minimal İnvazif Greft Alımının Klinik Sonuçları: Yeni Bir Tekniğin Tanımı
ClInIcal Results Of MInImally InvasIve Graft HarvestIng From The AnterIor IlIac Crest: DescrIptIon Of A Novel TechnIque
Amaç: Otolog kemik greft kullanımı çeşitli ortopedik girişimlerde altın standarttır. Bu çalışmanın amacı,
anterior iliak krestten Jamshidi ile K-teli kılavuzlu, çok yönlü perkütan kemik grefti almanın alternatif bir
tekniğini tanıtmak ve bu tekniğin erken karşılaştırmalı klinik sonuçlarını ortaya koymaktır .
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif karşılaştırmalı çalışmaya Ocak-Kasım 2013 tarihleri arasında kemik
grefti gerektiren çeşitli el ameliyatları geçiren 38 hasta dahil edildi. Hastaların dahil edilen tanıları; el ve
bilek kemiği kırıkları psödoartrozları ve iyi huylu kemik tümörleriydi. Hastaların prospektif olarak toplanan
verileri geriye dönük olarak iki grupta değerlendirildi. İliak krest otogreft alımı, sırasıyla grup I ve II'de
standart bir açık teknikle ve sonraki bölümde anlatılacak olan yeni bir perkütan teknikle gerçekleştirildi.
Hastaların ortalama yaşı sırasıyla grup I ve II'de 29,6 +/- 6,4 ve 28,6 +/- 8,2 idi. Hastaların postoperatif ağrı
ve cerrahi yara izi algısına bağlı ağrıları Görsel Analog Skala üzerinden derecelendirilmiş; postoperatif 6.
ayda kaydedildi. İstatistiksel olarak Mann-Whitney U testi kull anıldı.
Bulgular: Perkütan grupta hiçbir majör postoperatif komplikasyon görülmedi. Ağrı açısından, postoperatif
6. ayda orta vadede V AS skorları grup II'de grup I'e göre anlamlı olarak düşük bulun du (p <0.05).
Sonuç: İliak krestten Jamshidi ile yeni K-teli kılavuzlu kemik grefti toplama, postoperatif ağrı azaltma
açısından güvenli ve hasta dostu bir yöntemdir. Bu teknik, kemik grefti gerektiren küçük eklem ve kemik
ameliyatlarında faydalıdır. Bu çalışmanın sonuçları, daha yüksek düzeyde kanıt çalışmaları ile daha da
desteklenmelidir.
Aim: Autologous bone harvesting is the gold standard for grafting in a variety of orthopaedic procedures.
The aims of this study were to introduce an alternative technique of K-wire guided, multidirectional
percutaneous bone graft harvesting with Jamshidi from the anterior iliac crest, and to put forward the early
comparative clinical results of this technique.
Patients and Methods: 38 patients, who underwent a variety of hand surgeries in which bone grafting was
required between January and November 2013, were included in this retrospective, comparative study.
The included diagnoses of the patients were; non-unions of hand and wrist bone fractures, and benign
bone tumors. The prospectively collected data of patients were retrospectively evaluated in two groups.
Iliac crest autograft harvesting were performed with a standardized open technique, and with a novel
percutaneous technique -which will be described in the subsequent section- in group I, and II, respectively.
The mean age of the patients was 29.6 +/- 6.4, and 28.6 +/- 8.2 in group I, and II, respectively. The patients’
postoperative pain related with the perception of the pain and surgical scar, were evaluated according to the
graded Visual Analogue Scale; at postoperative 6th months. Statistically , Mann-Whitney U test was used.
Results: There were no major postoperative complications in the percutaneous group. Regarding pain,
mid-term at postoperative 6th months, VAS scores were found to be lower in group II than in group I,
significantly (p< 0.05).
Conclusion: The novel K-wire guided bone graft harvesting with Jamshidi from the iliac crest is a safe and
patient-friendly method in terms of postoperative pain reduction. This technique is useful in small joint and
bone surgeries, requiring bone grafting. The results of this study should be further supported with higher
level of evidence studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Son Dönem Kalp Yetmezliği Tedavisinde Başarılı Batista Operasyonu
Tahir Yüksek, Kadir Durgut, Niyazi Görmüş, Ufuk Özergin, Hasan Solak
Olgu sunumu
Özeti
Son Dönem Kalp Yetmezliği Tedavisinde Başarılı Batista Operasyonu
A Successful BatIsta OperatIon In Treatment Of End-Stage Heart FaIlure
Kardiyoloji kliniğimizde mitral kapak hastalığına sekonder son dönem kalp yetmezliği (NYHA ya göre IV. Sınıf) tanısı konulan 45 yaşındaki bayan hastaya, medikai tedaviye cevap vermeyen dilate kardiyomiyopati nedeni ile parsiyel sol ventrikülektomi ve 31 No Sorin prostetik valv ile mitral valv replasmanı (Batista) operasyonu başarıyla uygulandı. Postoperatif kontrol ekokardiyografisinde preoperatife göre ejeksiyon fraksiyonunda (simps yöntemi ile) %15-20 artış saptandı. Yetmezlik bulguları tamamen gerileyen hasta postoperatif 10. günde taburcu edildi.
A successful partial left ventriculectomy and mitral valve replacement (Batista) operation with 31 No Sorin prosthetic valve performed to a 45 year old female patient for end-stage heart failure and dilated cardiomyopathy (class IV NYHA) which occured secondary to mitral valve disease and was resistant to ali medications. Postoperative control echocardiography revealed a 15-20% increase in the ejection fraction (with simps method) in comparison with preoperative echocardiography. The severe heart failure symptoms of the patient recovered and she is discharged in the 1&h d ay.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 İmmunopatogenezi Ve Olası Anti-İnflamatuvar Tedavi Seçenekleri
Özge Atay
Derleme
Özeti
Sars-Cov-2 İmmunopatogenezi Ve Olası Anti-İnflamatuvar Tedavi Seçenekleri
Sars-Cov-2 ImmunopathogenesIs And PossIble AntI-Inflammatory Treatment OptIons
2019'un sonlarına doğru, Çin'in Wuhan Eyaletinde hastalarda akut solunum sıkıntısı sendromuna neden olan yeni koronavirüs tespit edildi. Bu virüse, Uluslararası Virüs Taksonomi Komitesi tarafından ciddi akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) adı verildi. Bu yeni koronavirüsün neden olduğu hastalığa ise Dünya Sağlık Örgütü tarafından koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) adı verildi. Bu virüsün yarasalardan kaynaklanan Betakoronavirus alt sınıfında olduğu belirlenmiştir. Viral enfektiviteden sorumlu zarf, membran, nükleokapsid ve spike proteinleri gibi viral proteinlerin immünopatogenezdeki rolü çalışmalarda araştırılmaktadır. Özellikle hastalığın ileri evrelerinde sitokin fırtınası gelişimine bağlı çoklu organ yetmezliklerinin geliştiği çalışmalarda vurgulanmıştır. SARS-CoV-2'ye karşı doğal ve adaptif bağışıklık da dahil olmak üzere etkin konakçı bağışıklık yanıtı viral enfeksiyonu kontrol etmek ve tedavi için çok önemlidir. Günümüzde hastalıkta etkili bir tedavi bulunamamakla beraber çalışmalarda çeşitli immünsupresif ve immunmodülatör özelliği olan bazı ilaçların faydası gösterilmiştir. Bu yazıda SARS-CoV-2’nin immunopatogezi ve bunun üzerinden etkili olabilecek tedavi modelleri, güncel literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
Towards the end of 2019, new coronavirus causing acute respiratory distress syndrome in patients was detected in Wuhan Province, China . This virus was called serious acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2) by the International Virus Taxonomy Committee. The disease caused by this new coronavirus was called coronavirus disease-2019 (COVID-19) by the World Health Organization. This virus was found to be in the subclass of Betakoronavirus caused by bats. The role of viral proteins such as envelopes, membranes, nucleocapsids and spike proteins responsible for viral infectivity in immunopathogenesis is being investigated in studies. It has been emphasized in studies in which multiple organ failure develops due to the development of cytokine storm, especially in the advanced stages of the disease. An effective host immune response, including natural and adaptive immunity to SARS-Cov-2, is essential for controlling and treating viral infection. Although there is no effective treatment for the disease today, the benefits of various immunosuppressive and immunomodulatory drugs have been shown in studies. In this article, the immunopathogenesis of SARS-CoV-2 and the treatment models that can be effective on immunopathogenesis are reviewed in the light of current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mandıbula Rekonstrüksıyonu
Bedri Özer, Ziya Cenik, Levent Soley, Hasan Uğur, Ersin Bulun
Araştırma makalesi
Özeti
Mandıbula Rekonstrüksıyonu
MandIbular ReeonstruetIon
Mandibula kemik defekti rekosntrüksiyonunda karşılaşılan en önemli problem kullanılan materyalin reddedilmesidir. Bugüne değin alloplastik rekonstrüksiyon, serbest vaskülarize greft, osteomiyokütanöz greft ve pardküle kemik greft uygulaması şeklinde pek çok teknik zarif Bu makalede trafik kazası sonucu multipl maksillofasyal frakıür ile birlikte mandibulanın kemik doku kaybı ile karakterize fraktürü olan bir hastaya uyguladığtmız serbest kostal greft ile rekonstrüksiyon tekniği tarif edilmiş ve diğer teknikler literatür verileri ile birlikle gözden geçirilmiştir.
The most important problem with taze reconstruc-don of mandibular defect is the rejection of the mate-rial used. Up to date, various methods such as alloplastk reconstruction, free vascularizedfiaps, osteotrziyocu-tanöz flap and partide osseos greft have been de-scribed. in Iliis article we presented a patient who had multiple trıaxillofacial fractures and osseos tissue loss in mandible due to an accident that we have used reconstruction with free costal graft for the defect of mandibular fractures and other techniques have been revieved in literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mandıbula Rekonstrüksıyonu
Bedri Özer, Ziya Cenik, Levent Soley, Hasan Uğur, Ersin Bulun
Araştırma makalesi
Özeti
Mandıbula Rekonstrüksıyonu
MandIbular ReeonstruetIon
Mandibula kemik defekti rekosntrüksiyonunda karşılaşılan en önemli problem kullanılan materyalin reddedilmesidir. Bugüne değin alloplastik rekonstrüksiyon, serbest vaskülarize greft, osteomiyokütanöz greft ve pardküle kemik greft uygulaması şeklinde pek çok teknik zarif Bu makalede trafik kazası sonucu multipl maksil-lofasyal frakıür ile birlikte mandibulanın kemik doku kaybı ile karakterize fraktürü olan bir hastaya uyguladığımız serbest kostal greft ile rekonstrüksiyon tekniği tarif edilmiş ve diğer teknikler literatür verileri ile birlikle gözden geçirilmiştir.
The most important problem with taze reconstrucdon of mandibular defect is the rejection of the material used. Up to date, various methods such as alloplastk reconstruction, free vascularizedfiaps, osteotrziyocutanoz flap and partide osseos greft have been de-scribed. in Iliis article we presented a patient who had multiple trıaxillofacial fractures and osseos tissue loss in mandible due to an accident that we have used reconstruction with free costal graft for the defect of mandibular fractures and other techniques have been revieved in literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Abdomınal Aort Anevrızmaları
Mehmet Yeşiltay, Kadir Durgut, Ufuk Özergin, Işık Solak, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Abdomınal Aort Anevrızmaları
AbdomInal AortIc Aneursyms
Abdominal aort anevrizmasi hayati tehdit eden bir patolojidir. Anevrizmanin rupture olmastnt en-gellernek kin ilk yakla§intlar ligasyon, elekt-rokoagliisyon, wramping gibi anevrizma ici pihn te-ekkuliine girifimlerdir. 1951 yrItiida Dubost abdominal anti anevrizma vakalarinda ilk kez greft uygulayarak anevrizmayi tedavi etnzigir Bu tarihten sonra sentetik greft interpozisyonu abdominal aort anevrizma tedavisinde tercih edilen metot olniugur. Selcuk Universitesi Tip Fakiiltesi Kalp Damar Cerrahisi kliniginde 1990-1995 yillan arasinda 10 ab-dominal aort anevrizmalt vaka ameliyat edilmigir. 9 hasty elektif olarak, 1 hasta acil ,sartlarda ameliyata Operasyon strasinda I hastcuntz kay-betlilmigir. 9 hastanuzda postopertif donenrde ciddi bir komplikasyonla karplaiivilniamt,sttr.
Abdominal aortic aneurysms have been to life the-ratening a pathologic process. Early aternpts to pre-vent rupture of aneurysm included ligation, wram-ping sac in an attend to induced trombosis. In 1951 Dubost introduced graft replacement of aortic ane-urysm that a reliable method of aneursym repair be-come available. Since then graft interposition for ab-dominal aortic aneursym has been become prefer therapy. Between 1990 and 995, 10 patients underwent operations for abdominal aortic aneurysms at the Sel-cuk University Medical Faculty clinic of car-diovascular surgery patients had elective procedure and 1 patient had urgent procedure. One patient had been died during the operation and in the other pa-tients haden't been seriously a postoperatif cop-lication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Greft Enfeksıyonları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Neşe Ünal, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Greft Enfeksıyonları
Graft InfectIons
Ocak 1988 - Mart 1996 tarihleri arasinda kli-ni§imizde toplam 167 vakaya otojen yen velveya prostetik materyal (Dacron veya PTFE) kullanilarak vaskiiler rekonstriktif ameliyat yaptimiftir. Aynt ytllar arasinda takip siiresince 6 (%3.56) hustada greft enfeksiyonu gel4migir. Greft en-feksiyonlarinda temel tedavi prensihi ktiltiir an-tibiyogram sonuclanna gore uygun antibiyotik te-davisi ye greftin total olarak clkarilmast olmuour. Morbidite 1 amputasyon olup, mortalitemiz yoktur. Greft enfeksiyonlan vaskiiler cerrahinin en korkulan komplikasyonlanndan biridir ye yiiksek morbidite ye mortalite sebehidir. Degi4ik serilerde %1.3 ile %6 arasinda de,g4en greft enfeksiyonu in-sidanst gorulmu tar.
167 vascular reconstructive operations have been performed in our clinic using a prosthetic vas-cular graft (Dacron or PTFE) and/or autogenous vein graft between the dates of January 1988 -March 1996. During their follow up in this period 6 graft infection (%3.56) have been developed. Our major treatment protocol in graft infections was to remove the infected graft totally and to use app-ropriate antibiotics according to culture results. Our morbidity was I amputation . In different series incidence of graft infections is reported to he between 1.3 - 6%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatık Arterıovenoz Fıstullerın Cerrahı Tedavı Takıp Sonkları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatık Arterıovenoz Fıstullerın Cerrahı Tedavı Takıp Sonkları
TraumatIc ArterIovenous FIstulas
Travmatik arterio-venoz (A-V) fistiiller co-gunlukla penetran yaralanmalar sonucu, bazen de iatrojenik nedenlerle olucur. Eyliil 1989 - ubat 1996 yillarz arastnda 8 tray-matik A-V fistiil olgusuna cerrahi tedavi uy-gulanmtwr. Hastalaruntzzn yaVart 1,5 - 44 ara-stnda olup, 2 tanesi kadin, 6 tanesi erkekti. Etyoloji, 5'inde atecli silah yaralanmast, l'nde iatrojenik (kan alma strasinda), 2'sinde kesici alet yaralanmast idi. Travmadan sonra gecen sure I giin ile 10 yll ara-stnda degilmekteydi. A-V fistul ninde sag femoral arter - ven, I 'inde sol popliteal arter - yen, Pinde sag popliteal arter - ven, l'inde sol posterior tibial arter - yen, I 'inde sag karotis- internal juguler ven, I 'inde sol brakial arter - hasilik ven arastnda idi. Fistfil kapatiltrken 5 tanesinde arteriel uc-uca anas-tomoz, 1'inde otojen yen patch anjioplasti, 1 'inde primer arteriel martin, I arteriel suni greft in-terpozisyonu yaptImuttr. Venoz onarun ise, 5'inde primer onartm, I 'inde otojen safen ven in-terpozisyonu, 2'sinde ligasyon yapilmıtır.
Treatment and Follow up Traumatic arteriovenous fistulas are mostly occur as a result of penetrating injuries and so-metimes iatrojenic causes. Surgical treatment was performed on 8 tra-umatic arteriovenous fistula cases between the dates September 1989 and February 1996. Two patients were female and six patients were male ages ranged between 1.5 to 44. Etiology was gun shut wound in 5, stuhing and penetrating wound in 2 and as a re-sult of puncture to vein in I. Time interval after tra-uma was ranged between I day and 10 years. Ar-teriovenous fistulas were ntnd in the localization of right femoral artery - femoral vein in 3, left popliteal artery - vein in 1, left posterior tibial artery - vein in 1, right carotis artery - internal juguler vein and left brachial artery - basilic vein in I. Arterial end to end anastomosis in 5, primary arterial repair in 1. ar-terial prosthetic graft intopozitions in 1 and otojen yen patch angioplasty in I were used for the closure of the arteriovenous fistulas. Venous primary repair in 5, otogen safenous vein graft interposition in I. ve-nous ligation in 2 were used for the closure of the ar-teriovenous fistulas which venous repair.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıbıa Defektlerının Aynı Tarafdakı Vaskularıze Fıbula Greftlerıyle Onarımı
Nedim Savacı, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Tıbıa Defektlerının Aynı Tarafdakı Vaskularıze Fıbula Greftlerıyle Onarımı
The RepaIrIng Of Defects Of TIbIa By IpsIlate•al VascularIzed Graft Of FIbula
ceptli nedenlerle oliqatfribia defektlerinin ona-rilmastnda avni taraftaki fibulatun, peroneal peclikiillii vaskiilarke kemik grefti olarak kul-Zandman ivilepneyi cabuklaprmakta, avaskiiler nekroz- ve enfeksiyon riskini azaltmakta. anteliyat hastanede siiresini kisaltmaktathr. flas-tanemizde 6 vakada kuliandiguml bu yontemi uvgun vakalarda tercih ve taysiye etmekteyiz.
In. the repairing of tibial defects which were oc-curred by different causes, using of ipsilateral vas-tidal-Led graft of fibula which has the pellicle ofpe-roneal arter, improves rapid healing and reduces the risk of infection, avascular necrosis and hos-pitalisation. On suitable cases, we have preferred and advised this method performed on six cases in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaş Grubu, Cinsiyet Ve Mevsimsel Faktörlerin D V İtamini Düzeylerine Etkisinin 9496 Çocukta Değerlendirilmesi
Zafer Bağcı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaş Grubu, Cinsiyet Ve Mevsimsel Faktörlerin D V İtamini Düzeylerine Etkisinin 9496 Çocukta Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of Age Group, Gender And Seasonal Factors On VItamIn D Levels In 9496 ChIldren
Amaç: Bu çalışmada, Orta Anadolu’daki bir eğitim ve araştırma hastanesi’nin çocuk kliniğinde bir
yıl boyunca belirlenen D Vitamini düzeylerinin yaş gruplarına, cinsiyete ve mevsim özelliklerine göre
değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif çalışma, bir hastanenin çocuk polikliniğine Ocak 2019-Aralık 2019
tarihleri arasında başvuran ve D vitamini düzeyi belirlenen 0-18 yaş arası çocukların verileri kullanılarak
yapılmıştır. Çocuklar, Standart 6 önerilerine göre 28 gün-12 ay, 13 ay-2 yaş, 2-5 yaş, 6-11 yaş ve 12-
18 yaş olmak üzere beş farklı yaş grubuna ayrıldı. D vitamini düzeyleri yaş grubu, cinsiyet ve başvuru
mevsimi açısından değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 5360 (56.4%)’i kız, 4136 (43.6%)’sı erkek olmak üzere toplam 9496 çocuk dahil
edildi. Katılımcıların 6472 (%68.2)’sinin 25(OH)D düzeyi 20 ng/mL’nin altında (eksikliği temsil eder), 2085
(%21.9)’inin 21-29 ng/mL arasında (yetersizliği temsil eder), 939 (%9.9)’unun ise 30 ng/mL’nin üzerinde
(yeterliliği temsil eder) idi. Kızlarda D vitamini düzeylerinin erkeklere göre daha düşük olduğu, D vitamini
düzeylerinin yaşla ters orantılı olduğu, D vitamini düzeylerinin en düşük değerlerine kışın, en yüksek
değerlerine ise yazın ulaştığı belirlendi. Yaş grubu, cinsiyet ve başvuru mevsiminin D vitamini düzeyleri
üzerindeki etkileri istatistiksel olarak anlamlıydı (P < 0,001).
Sonuç: Tüm yaş grupları için ortalama D vitamini düzeyleri ya yetersiz ya da eksikti. 0-18 yaş arası
çocuklarda D vitamini seviyeleri yaş, cinsiyet ve mevsim ile ilişkilidir. Özellikle risk altındaki gruplarda D
vitamini eksikliğini veya yetersizliğini önlemek için gerekli ö nlemler alınmalıdır.
Aim: This study aimed to evaluate vitamin D levels, which were determined over a year in the pediatric
clinic of a training and research hospital in Central Anatolia, according to age groups, gender, and
seasonal characteristics.
Patients and Methods: This retrospective study was conducted using the data of children aged 0–18
years who applied to the children’s clinic of a hospital between January 2019 and December 2019 and
whose vitamin D levels were determined. Children were divided into five different age groups, 28 days–12
months, 13 months–2 years, 2–5 years, 6–11 years, and 12–18 years, in accordance with Standard 6
recommendations. Vitamin D levels were evaluated in terms of age group, gender, and admission season.
Results: A total of 9496 children, 5360 (56.4%) females and 4136 (43.6%) males, were included in the
study. A 25(OH)D level below 20 ng/mL (representing a deficiency) was found in 6472 (68.2%) of the
participants, while 2085 (21.9%) participants had a 25(OH)D level between 21–29 ng/mL (representing an
insufficiency) and 939 (9.9%) participants had a 25(OH)D level over 30 ng/mL (representing sufficiency).
It was determined that vitamin D levels are lower in girls than in boys, vitamin D levels are inversely
proportional to age, and vitamin D levels reach their lowest values in winter and highest values in summer.
The effects of age group, gender, and season of admission on vitamin D levels were statistically significant
(P < 0.001).
Conclusion: The mean vitamin D levels for all age groups were either insufficient or deficient. Vitamin D
levels in children aged 0–18 is related to age, gender, and season. Necessary measures should be taken,
especially for at-risk groups, to prevent vitamin D deficiency or insuf ficiency.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Popliteal Arter Yaralanmaları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Zerrin Uzun, Hakan Filizlioğlu, Yaşar Güven, Gökalp Altun, Fahri Özcan, Fahri Özcan, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Popliteal Arter Yaralanmaları
PoplIteal Artery InjurIes
1990 ile 1996 yılan arasında K.T.Ü. Tip Fakültesi Kalp-Damar Cerrahisi bölümünde künt veya penetre travmaya bağlı 20 popliteal arter ya-ralanmasının klinik oluşum ve tedavileri gözden ge-çirildi. 16 olguda arteriyel yaralaııma olduğu klinik muayene ve Doppler değerlendirilmesi ile teşhis edildi (%80). Arterio-venöz fistülü ve false anev-rizması bulunan 4 olguda (%20) pedal nabazanlar başlangıçta elle alınıyordu. Penetre ve künt trav-maya bağlı popliteal arter yaralanması olan 8 ol-guva otojen safen yen grefti, 2 olguya PTFE suni greft kullanıldı. 8 olguya uç-uca anastomoz, 1 ol-guya lateral tamir, 1 olguya trombektomi yapıldı. Venöz yaralanma ile birlikte olan rutin tamirlerde erken dönemde fasiotomi yapıldı. Multipl kınkla bir-likte olan yaralanmalarda internal tesbit, eksternal tesbit veya iskelet traksiyonu uygulandı. Diz böl-gesine olan küm` arteryel travnıayı izleyen bölgede görülen önemli fonksiyonel ortopedik bozukluklar tartışıldı.
The clinical presentation and management of 20 popliteal artery injuries following penetrating and blunt trauına were rewiewed during the period 1990 to 1996 of at the Cardiovascular Surgery De-partment of the Medical Faculty of Karadeniz Tech-nical University. Clinical and Doppler evaluation identified arterial injury in 16 (%80 per cent) pa-tients. In four (%20 per cent) patients with arterio-venous fistula or false aneurysms pedal pulses were palpable during initial assesnıent. Autogenous vein grafting was used in 8 patient, PTFE prosthesis was used in 2 patients, a direct end-to- end anastomosis was succesful in 8 patients, trombectomy was done in 1 patient and lateral repair was done in 1 patient. As a routine repair of associated venous injuries, early fasciotomy were used. External, internal fi-xation, skeletal traction was done for compoutıd and comminuted fractures. The significant functional orthopedic disability following blunt arterial trauma at the knee is emphasized
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Pseudoanevrizmaların Cerrahı Tedavisi
Mehmet Yeşiltay, Kadir Durgut, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Pseudoanevrizmaların Cerrahı Tedavisi
The SurgIcal Treatment Of PerIpheral Pseudoaneuryms
Bu makalede Selçuk Üniversitesi Tip Fakültesi Kalb Damar Cerrahisi Kliniğinde Ocak 1989 - Ara-lık 1995 yılları arasında tedavi edilen 22 periferik pseudoanevrizma yakası takdim edildi. Vakaların 11"i ateşli silah, 8ii kesici - delici aletle, rsi A.V. fis-tül operasyon sonrası ve 1 vakada invazif vasküler girişim sonrası oluşan pseudoanevrizmaydı. 9 ya-kaya uç uça anestomoz, 6 yakaya saphen ven replasması, 4 yakaya sentetik greft (PTFE) 3 yakaya li-gasyon uygulandı. 20 yaka Şifa ile sonuçlandı. 2 vakada postoperatif komlika.syon gelişti. Birine saphen yen replasmanı diğerine iskenıi nedeniyle dirsek altı amputasyonu yapıldı.
22 cases with traumatic peripheı-al aneurysm were treated at the Clinic of Cardiovasculer Suı-gery of Selçuk Univeı-sity Medical Faculty hetween 1989 - 1995 years. In eleyen of the cases were etiology due to injuı-ies of gun wounds, eight of them were penetrating instruments, rwo cases were after A.V. Fistüla anastomatic operation and one case was after invasiye vasculer procedure. Vein replacement was petformed in six cases and 9. Cases end ta end anastomosis was done and synthetic greft rep-lacement ta four case (PTFE) and in 3 cases were done arterial ligation. Twenty cases were resulted with healing. Postoperative compiications developed in two cases. In one of them was transposed the graft saphenous yemi!, and forearm amputation was applied to other patient..
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Behcet Hastalı(ında Vaskuler Tutulum
Sami Ceran, Cevat Özpınar, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Güven Sadi Sunam, Saim Açıkgözoğlu, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Behcet Hastalı(ında Vaskuler Tutulum
Vascular Involvement In Behcet's DIsease
Behcet Hastaliginda medikal tedaviye ragmen multipl periferik anevrizmalar geliven bir vaka tak-dim edilrnivir. Anevrizmalartn ikisi sot femoral bi-risi sag femoral digeri de sol aksiller arterde lo-kalize idi.Farkli zamanlarda (toplam 2 ytl icinde ) ayri ayri geli,yen bra anevrizmalar rezeke edilerek safen yen ve sentetik greftlerle arteriel devamlilik saglandı.
We present case a who developed multiple phe ripheral aneurysms despite the treatment in Beket's disease. Two of the aneurysms were located in the left femoral artery and one in the right femoral ar-tery and another one in the left axillary artery.At dif-ferent times (in two years) these aneurysms which developed independently were resented and the ar-terial continuation was obtained using saphen vein and syntihetic grafts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta