Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
Meral Kaya, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Asuman Güzelant, Hülya İren Güvenç, Habibe Övet, Oya Akkaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Ayşe Ruveyda Uğur, Ayşegül Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
The ComparIson Of Brucella Gel AgglutInatIon Test WIth
other SerologIcal Tests For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Zoonotik bir hastalık olan Bruselloz, birçok sistemi etkileyerek çok farklı klinik belirti ve bulgulara
neden olabilen bir hastalıktır. İnsanlarda gelişenbruselloz hastalığının tanısı başlıca kültür ve serolojik
yöntemlerle konmaktadır. Serolojik testler arasındarose Bengal (RBT) ve standart tüp aglütinasyon
testleri (STA) en sık kullanılan yöntemlerdir. Tarama amaçlı kullanılan RBT ile pozitif saptanan örnekler
standart tüp aglütinasyon testi ile dilüsyonlu olarak çalışılmaktadır. Ancak blokan antikorların varlığı
nedeniyle STA testinde yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle bu testler zaman zaman
tanıda yeterli olmamaktadır. Çalışmamızda yeni bir test olan BrucellaCoombs Jel testi (BCGT), RBT, STA,
Brucellaimmuncapture aglütinasyon testi (BCAP) ve Brucella ELISA IgG, M testleri ile karşılaştırılmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına çeşitli kliniklerden
gönderilen bruselloz şüpheli 100 hastanın serum örneği üzerinde çalışıldı. Her bir hasta serumundan
RBT (Seromed Laboratory Product, Turkey), STA (Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell S.D.
Spain), BCGT (ODAK, İSLAB. Türkiye), ELISA Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Almanya) testleri çalışıldı.
Çalışmalar üretici firma önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: Testlerdeki Pozitiflik oranları; BCGT 88 (%88.0), RBT 74 (%74.0), STA 56 (%56.0) , BCAP 84
(%84.0), Brucella IgG, IgM 92 (%92.0) olarak saptandı.
Sonuç: BCGT’nin; ELISA, BCAP, RBT ve STA testleriyle yapılan karşılaştırmasında gold standart olarak
kabul edilen bir yöntem çalışılmadığından istatistik karşılaştırmaları yapılamamıştır. BCGT, 24 saat
inkübasyona gerek olmadan çalışılması nedeniyle STA ve BCAP yöntemlerine göre daha hızlı sonuç
vermeyi sağlamıştır. Bu yeni test (BCGT), brusellozun tanı ve takibinde blokan antikorları da tespit etmesi
ve hızlı sonuç vermesi nedeniyle avantaj sağlamaktadır. Sonuçların doğrulanması için daha kapsamlı
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: Brucellosis, a zoonotic disease, may affect several body systems and cause various clinical
manifestations considering the infection sites. Diagnosis of brucellosis is mainly based on culture and
serological methods, specifically Rose Bengal agglutination (RBT) and standard tube agglutination tests
(STA). When RBT, which is usually used as a screening method, is positive for Brucella antigens, STA
is prefered to detect an agglutination titre by using serial dilutons of serum sample. On the otherhand,
false negative results can be obtained by STA due to the presence of blocking antibodies. The refore,
these two methods may be in adequate for diagnosis of Brucellosis. The aim of this study is to compare a
novel method, Brucella Coombs gel test (BCGT) with other four serological methods, RBT, STA, Brucella
immune-capture agglutination test (BCAP), and Brucella ELISA IgG, IgM tests.
Patients and Methods: Serum samples taken from 100 patients, admitted from various clinics at Konya
Training and Research Hospital were sent to the Medical Microbiology Laboratory with a clinical diagnosis
of Brucellosis. Each serum sample was studied with RBT (Seromed Laboratory Products, Turkey), STA
(Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell SD Spain), BCGT (ODAK, ISLAB, Turkey), and ELISA
Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Germany) methods. All procedures were carried out in accordance with
the manufacturer’s recommendations.
Results: The rates of positive results for each method were as follows: BCGT 88 (88.0%), RBT 74
(74.0%), STA 56 (56.0%), BCAP 84 (84.0%) and Brucella IgG, IgM test 92 (92.0%).
Conclusion: Statistical analysis could not be executed due to lack of a gold standard method in the study.
Yet, BCGT provided faster results than STA and BCAP methods because it does not require a 24-hourincubation.
This novel test, BCGT, also showed an advantagein the diagnosis of Brucellosis because of
detecting blocking antibodies. More comprehensive studies are needed to be performed to confirm the
results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Murat Büyükdoğan, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar, Ayşegül Zamani
Araştırma makalesi
Özeti
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of AmnIocentesIs Cases Made For GenetIc ExamInatIon In One-Year PerIod
Bu çalışmada kliniğimizde uygulanan amniosentez olgularının endikasyonlarını, sonuçlarını ve komplikasyonlarını değerlendirmeyi amaçladık. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2008 ve Ocak 2009 tarihleri arasında 617 anne adayına değişik endikasyonlarla gebeliklerinin 16–22. haftaları arasında amniosentez işlemi yapılarak sonuçlar incelenmiştir. Çalışmamızda ortalama anne yaşı 32.43±6.66 (18– 44), ortalama baba yaşı 35.79±7.42 (19–61) idi. Olguların ortalama gebelik haftası 17.68±2.82, ortalama gebelik sayısı 3.03±3.76 (1–12) idi. Çalışmamızda en büyük amniosentez endikasyonunu 272 (%44.1) olgu ile prenatal tarama testinde yüksek risk saptanan olgular oluşturmakta idi. İleri anne yaşı 203 (%32.9) olgu ile ikinci sırada yer alıyordu. Sitogenetik inceleme sonuçlarına göre 30 olguda (%4.94) kromozom anomalisi saptanmıştır, bu anomalilerin 18’i (%60) ileri yaş grubundaydı. 15 olguda Trizomi-21, 3 olguda Trizomi-18, 2 olguda Turner, 1 olguda Mozaik (46XX/XY), 4 olguda Translokasyon, 5 olguda İnversiyon tipi kromozom anomalisi saptanmıştır. 617 amniosentez sonucunda 3 (%0.48) olguda fetal kayıp gelişmiştir. İki olgu erken membran rüptürü, 1 olgu kramp ve vajinal kanama sonucu abort olmuştur. Amniosentez prenatal tanıda en çok tercih edilen, güvenilirliği yüksek ve komplikasyonların az olduğu bir invaziv prenatal tanı yöntemidir. Doğru endikasyon konulduğunda mutlaka uygulanması gereken önemli bir prenatal tanı yöntemidir.
The aim of this study is to evaluate the indications, results and complications of amniocentesis that we performed in our clinic. Between January 2008 and January 2009 at the Department of Obstetrics and Gynecology Clinic of Selcuk University Meram Medicine Faculty, 617 amniocentesis procedure were performed for many indications in their 16-22nd weeks of gestations. The outcomes were analyzed. The mean age of mother was 32.43±6.66 (18-44) and the mean age of father was 35.79±7.42 (19-61). The mean gestational week was 17.68±2.82 and mean gravidity was 3.03±3.76 (1-12). The biggest amniocentesis indication group was high risk at prenatal screening test with 272 (44.1%) cases. Followed by the advanced maternal age with 203 (32.9%). Chromosomal abnormality was found in 30 (4.94%) cases after the result of karyotype analyses, 18 (60%) of these abnormalities were found in the group of >35 years old. In 15 patients Trisomy-21, in 3 cases Trisomy-18, in 2 cases Turner, in one case mosaicism (46XX/XY), in 4 cases translocation and in 5 cases inversion type chromosomal abnormality was detected. Of the 617 amniocenteses, 3 (0.48%) had fetal losses. The cause of abortion was early membrane rupture in two cases and cramps and vaginal bleeding in one case. Amniocentesis is the most commonly preferred and reliable invasive prenatal test for prenatal diagnosis of genetic disease with minimal complications. Amniocentesis is an important prenatal diagnostic method which must be used when there is accurate indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ultrasonografi Taraması İle Tespit Edilebilen Hastalıkların
sıklıkları
Mehmet Ali Eryılmaz, Süleyman Baktık, Serden ay, Ömer Karahan, İsmet Tolu, Ahmet Okuş, Hakan Yılmaz, Selman Cevheroglu
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ultrasonografi Taraması İle Tespit Edilebilen Hastalıkların
sıklıkları
IncIdence Of PathologIes Detected By AbdomInal
ultrasonography ScreenIng
Konya il sınırları içinde ultrasonografi ile tespit edilebilen
karın hastalıklarının sıklığını belirlemek. Çalışmaya katılacak
kişi sayısını ve hedef kitleyi çalışmada yer alan istatistik uzmanı
belirledi. Katılımcıların kimlik bilgileri, özgeçmiş ve soygeçmişini
içeren kısa bir form dolduruldu. Karın ultrasonografisi hastalar
sırt üstü yatar pozisyonda yapıldı. Ultrasonografi ile hepatobiliyer
sistem, genitoüriner sistem, dalak, orta hat ana vasküler yapılar
karın ön duvarı değerlendirildi. Ultrasonografi ile tarama yapılan
2010 kişinin yaş ortalaması 46 (18-94), 1071 (%53,3)’ ü kadın, 939
(%46,7)’ si erkekti. Yapılan karın USG’ sinde, 371 (%18,5) kişide
hepatosteatoz, 14 (%0,7) kişide karaciğerde hemanjiom, 11 (%0,5)
kişide karaciğerde kisthidatik, 60 (%3,0) kişide safra taşı, 13 (%0,6)
kişide splenomegali, 3 (%0,1) kişide dalakta basit kist, 4 (%0,2)
kişide aort anevrizmasına rastlandı. Üriner sistemin incelenmesinde,
34 (%1,7) kişide taş, 145 (%7,2) kişide basit kist tespit edildi.
Genital organların incelenmesinde 8 (%0,7) kadında myoma uteri,
4 (%0,4) erkekte prostat hipertrofisi tespit edildi. Konya toplumunda
karın ultrasonografisinde sık rastlanan patolojik bulgular sırasıyla
hepatosteatoz, böbrek kisti, safra kesesi taşı, böbrek taşı idi.
The aim of the study is determine the incidence of pathologies
detected by abdominal ultrasonography in Konya. Screening has
begun in 2011 after the necessary permissions from local ethical
committee. Participators’ identity, age, gender, history and family
history has been recorded. Abdominal ultrasonography has been
performed in supine position. Hepatobiliary, genitourinary systems,
spleen, midline structures and anterior abdominal wall has been
evaluated. The mean age of 2010 participants was 46 (18-94). There
were 1071 (53.3%) female and 939 (46.7%) male. In abdominal
ultrasonography; hepatosteatosis in 371 (18.5%), liver hemangioma
in 14 (0.7%), hidatic cyst of liver in 11 (0.5%), cholelithiasis in 60 (3%),
splenomegaly in 13 (0.6%), simple cyst of spleen in 3 (0.1%), aortic
aneurism in 4 (0.2%) participants were detected. In renal evaluation;
nephrolithiasis in 34 (1.7%) and simple cyst in 145 (7.2%) participants
were detected. In pelvic evaluation; prostatic hypertrophy in 4 (0.4%)
males and myoma uteri in 8 (0.7%) females were detected. In Konya
population most common pathologies at abdominal ultrasonography
were hepatosteatosis, renal cyst, cholelithiasis and nephrolithiasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetli Hastalarda Bel, Boyun Ve Ayak Bileği
çevresinin Kesim Nokta Değerleri
Elif Turan, Bulent Savut, Mustafa Kulaksızoğlu, Mehmet Uyar, Feridun Karakurt, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabetli Hastalarda Bel, Boyun Ve Ayak Bileği
çevresinin Kesim Nokta Değerleri
The Value Cut PoInt Of WaIst, Ankle And Neck CIrcumference In
patIents WIth DIabetes
Yağ dokusunun artışı ile insulin direnci oluşması ve Tip 2 diabetes
mellitus (T2DM) gelişimi arasında yakın ilişki olduğu bilinmektedir.
Bu çalışmada diyabet tanısı olan hastalarda boyun çevresi (BÇ),
bel çevresi ve ayak bileği çevresinin (ABÇ) kesim nokta değerini
belirlemek amaçlanmıştır. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesi Endokrinoloji Kliniğine son 6 ayda başvuran 264 T2DM’li
hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastaların boy, vücut ağırlığı, bel
çevresi, BÇ ve ABÇ ölçüldü. Ayrıca metabolik sendromu olmayan,
normal vücut ağırlığındaki 80 gönüllüden aynı antropometrik ölçümler
yapılarak not edildi. ROC Curve yöntemi ile yapılan analizde
kadınlarda bel çevresi kesim değeri 87.5cm (sensitivite %87-spesifite
%89.6), BÇ kesim değeri 33.5 cm (sensitivite %87-spesifite %85), ABÇ
kesim değeri 21.2 cm (sensitivite %76-spesifite %89), erkeklerdeki
değerleri; sırasıyla 90.5 cm (sensitivite %84-spesifite %77), 36.1cm
(sensitivite %84-spesifite %77), 22.5 cm (sensitivite %76-spesifite
%78) olarak belirlendi. Klinikte kolaylıkla kullanılabilecek bel çevresi,
BÇ ve ABÇ ölçümleri riskli hastaları belirlemede diyabet taraması
açısından yardımcı olabilir.
It is well known that a close relationship between the insulin
resistance due to an increased fat tissue and development of Type 2
diabetes mellitus. We performed to determine cut points value of waist
circumference (WC), neck circumference (NC), ankle circumference
(AC) for patients with a diagnosis of diabetes. 264 patients who
admitted to Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty,
Department of Endocrinology Clinic for 6 months, were included in
the study. Height, weight, WC, NC and AC measurements were noted.
In addition same parameters were noted from 80 healthy volunteers.
When both groups were compared in patients with diabetes, WC, NC
and AC measurements were significantly higher (each p<0.001) than
healty volunters. WC cut-off values were performed 87.5cm (87%
sensitivity, 89.6% specifity), NC cut-off value was 33.5 cm (87%
sensitivity- 85% specificity), AC cut-off value was 21.2 cm (76%
sensitivity- 89% specifity), in women with ROC Curve method. The
cut-off values in males; 90.5 cm (84% sensitivity, 77% specifity),
36.1 cm (77% sensitivity- 84% specifity), 22.5 cm (76% sensitivity78%
specifity), respectively. WC, NC and AC can be used easily
in clinical, these measurements can help to determine the risk for
diabetes screening patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Halit Müstakim, Günhal Şatırtav, Refik Oltulu, Hürkan Kerimoğlu, Ahmet Özkağnıcı, Hüseyin Altunhan
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Results Of ScreenIng And Treatment For RetInopathy Of PrematurIty
Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp
Fakültesi, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi ve Göz Hastalıkları
polikliniğinde takip ve tedavisi yapılan prematüre bebeklerde,
prematüre retinopatisi görülme sıklığını saptamak ve tedavi
sonuçlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır. Ocak 2012 – Haziran
2014 tarihleri arasında takip edilen prematüre bebeklerin muayene
bulguları incelendi, doğum haftası ve doğum ağırlıklarına göre
gruplandırıldı. Bebeklerde prematüre retinopatisi gelişme oranı,
evrelere göre dağılımı ve tedavi durumları değerlendirildi. Çalışma
kapsamında 304 prematüre bebek değerlendirildi. Ortalama
gestasyonel yaş 31.1±2.3 (24-36) hafta, ortalama doğum ağırlığı ise
1587.58 ± 454.49 (490-3300) gram olarak saptandı. Bebeklerin 75
tanesinde (%24.7) prematüre retinopatisi izlendi. Hastalık en sık Zon
2’de (45 bebek) görülürken, en az Zon 1’de (1 bebek) görüldü. En
sık Evre 1 (43 bebek) hastalık görülürken, en az evre 3 (3 bebek)
görüldü. Evre 4 ve evre 5 olan hasta izlenmedi. Yalnızca 1 bebekte
agresif posterior prematüre retinopatisi tespit edildi. Prematüre
retinopatisi saptanan bebeklerin 45 tanesinde (%60) Plus hastalık
varlığı saptandı. Prematüre retinopatisi saptanan bebeklerin 22
tanesine (%29.3) argon lazer fotokoagülasyon tedavisi uygulandı.
Tedavi uygulanan tüm hastalarda başarı elde edildi. Gestasyonel
yaşı küçük ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde görülen prematüre
retinopatisi görme kaybına sebep olabilen ciddi bir sağlık sorunudur.
Bu hastaların takibi özenle yapılmalı ve gerekli görüldüğü durumlarda
Argon lazer fotokoagulasyon tedavisi uygulanmalıdır.
Objective of this study was to determine the incidence and
treatment results of retinopathy of prematurity among premature
infants followed in Neonatal Intensive Care Unit and Ophthalmology
Clinic, Meram Faculty of Medicine, Necmettin Erbakan University.
Premature infants followed between January 2012 and June 2014
were included in the study. Infants were grouped according to birth
weight and gestational age. Retinopathy of prematurity incidence,
stage and percentage of infants who were treated with Argon laser
were evaluated. Also, the treatment results and complications
of treatment were determined. The mean gestational age and the
mean birth weight of the 304 premature infants included in our
study were 31.1 ± 2.3 (24-36) weeks and 1587.58 ± 454.49 (490-
3300) gr, respectively. Retinopathy of prematurity was detected in
24.7% (75/304) of the followed infants. Retinopathy of prematurity
was recognized at the zone 2 (45 infants) most frequently, while
at the zone 1 (1 infant) was least frequently. Stage 1 (43 infants)
disease was occurred most frequently, however stage 3 (3 infants)
was observed least frequently. There was no premature infants in
stage 4 and stage 5. Aggressive posterior retinopathy of prematurity
was diagnosed in only one premature infant. A total of 45 (%60)
premature infants having retinopathy of prematurity had also plus
disease. Argon laser treatment was applied to 22 (%29.3) premature
infants with favorable results in all of them. As an important disease
retinopathy of prematurity composes a great risk of blindness for
infants with small gestational age and low birth weight. Argon laser
treatment of eyes with retinopathy of prematurity seems to be an
effective and safe alternative.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ercp Uygulanacak Pediatrik Hastada Anestezi
Mehmet Sargın, Tuba Berra Sarıtaş, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Ercp Uygulanacak Pediatrik Hastada Anestezi
AnesthesIa In PedIatrIc Ercp PatIent
Her geçen gün sıklığı artan ameliyathane dışı anestezi
uygulamaları arasında en çok karşılaşılan gastrointestinal
işlemlerdir. Ancak pediatrik vakalara daha az rastlanmaktadır.
Ameliyathane dışı anestezi uygulamaları özellikle çocuk vakalarda
daha zordur ve bundan dolayı bu konuda yayınlanan kılavuzların
kullanılması önem arz etmektedir. Bu makalede endoskopik retrograd
kolanjiopankreatografi uygulanacak pediatrik hastadaki anestezi
deneyimimiz literatür taraması eşliğinde sunulmuştur.
Gastrointestinal procedures are the most frequent ones in
outpatient anesthesia applications which increase day by day.
However pediatric cases are rare. Out patient anesthesia applications,
especially in pediatrik patients, are more difficult and so it is important
to use guidelines in this manner. In this article our anesthetic
experience in a endoscopic retrograde cholangiopancreatography
applied on a pediatric patient is reported with literature review.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
Samet Özer, Serap Bilge, Resul Yılmaz, Vehbi Doğan, Selim Demir, Erkan Gökçe
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
A Rare Cause Of FacIal ParalysIs: MoebIus Syndrome
Moebius sendromu ilerleyici olmayan tam ya da parsiyel
konjenital fasiyal paralizi ile karakterize bir sendromdur. Genellikle
orofasiyal malformasyonlar, kas-iskelet sistemi defektleri, beyin
sapı displazisi ve diğer kraniyal sinir felçleri ile ilişkilidir. Moebius
sendromunun ortalama insidansı 2-20/milyondur. En sık görülme
şekli bilateral lateral rektus kası felci ve fasiyal güçsüzlüktür. Sıklıkla
5., 10., 11. ve 12. kraniyal sinirler de tutulur ve öksürük, yutma ve
çiğneme güçlüğü ve solunum yetersizliğine neden olabilir. Tam veya
parsiyel fasiyal paralizi Moebius sendromu tanısı için şarttır. Dört
aylık kız hasta doğumdan itibaren sağ gözünü tam kapatamama
ve içe bakış şikayetleri ile kliniğimize getirildi. Hasta sağ gözünü
tam kapatamıyordu, dilde atrofi ve mikrognatisi vardı. İlk bakışta
her iki gözde içe bakıyordu. Dışa bakış kısıtlılığı, ayaklarda pes
ekinovarus deformitesi ve katlantılı kulağı vardı. Dismorfik özellikleri,
mikrognati ve dilde atrofi nedeni ile kraniyal manyetik rezonans
görüntüleme yapıldı. 3D FIESTA taramada bilateral fasiyal sinirler
görüntülenemedi. Bu vaka konjenital fasiyal güçsüzlükle başvuran
hastaların ayırıcı tanısında Moebius sendromunun mutlaka akılda
tutulmasını vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
Moebius syndrome is a rare, non-progressive congenital
syndrome presenting with complete or partial facial paralysis. It is
usually associated with orofacial malformations, musculoskeletal
defects, brainstem dysplasia, and other cranial nerve palsies. Mean
incidence is 2-20/million, although there is considerable regional
variation. The most common presentation is with bilateral lateral
rectus palsies and facial diplegia. Frequently, the 5th, 10th, 11th and
12th cranial nerves are involved and may cause cough, difficulty in
chewing and swallowing, and respiratory insufficiency. Complete or
partial facial nerve palsy is necessary for a diagnosis of Moebius
syndrome. A 4-month-old girl was brought to our clinic with complaints
of inability to close her right eye completely and internal deviation in
that eye, beginning from birth. She had micrognathia and an inability
to completely close the right eye. Both eyes were turned inwards
during primary gaze. She had limited lateral gaze, a pes equinovarus
deformity in her feet, and flap ears. Cranial magnetic resonance
imaging was performed because of the dysmorphic features and
revealed micrognathia and volume loss at the tongue. Bilateral facial
nerves could not be visualised by a 3D FIESTA scan, suggesting
bilateral facial nerve agenesis. This case is presented to highlight
Moebius syndrome in the differential diagnosis of cases presenting
with congenital facial weakness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Tümörlerinin Tanısında Sanal Bt Sistoskopi Ve Konvansiyonel Sistoskopi Bulgularının Karşılaştırılması
Ali Sami Kıvrak, Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Kemal Ödev, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Tümörlerinin Tanısında Sanal Bt Sistoskopi Ve Konvansiyonel Sistoskopi Bulgularının Karşılaştırılması
ComparIson Of Ct VIrtual Cystoscopy And ConventIonal Cystoscopy In DIagnosIs Of Bladder Tumors
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mesane tümörlerinin tespitinde kontrast madde doldurularak yapılan sanal sistoskopinin etkinliğini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Ağrısız hematüri şikayeti bulunan ve mesane kanseri düşünülen ardışık 36 olgu (28 erkek ve 8 kadın; yaş aralığı, 51–82; ortalama ± SD, 65 ± 7) sanal sistoskopi ile değerlendirildi. İntravenöz yoldan verilen kontrast madde ile dolan mesane, tek kesitli spiral bilgisayarlı tomografi (BT) ile 2 mm kesit kalınlığında incelendi. BT tarama bilgileri, gölgeli yüzey gösterimi metodu kullanılarak yapılacak olan interaktif navigasyon işlemi için iş istasyonuna aktarıldı. Tüm olgular konvansiyonel sistoskopi ile incelendi. Sanal sistoskopi sonuçları konvansiyonel sistoskopi sonuçları ile karşılaştırıldı. Bulgular: Yirmi sekiz olguda konvansiyonel sistoskopide görülen 78 mesane tümörünün 71'i sanal görüntülerde de izlendi. Olguların 5'i hem konvansiyonel hem de sanal sistoskopide normal görünmekteydi. Sanal sistoskopide, 5 mm ve daha küçük çaptaki 12 lezyonun 7’si tanımlanabildi. Çalışmamızda sanal sistoskopide mesane lezyonlarının tanımlanmasında aşağıdaki istatistiksel değerleri bulduk: Sensitivite %94, spesifisite %90, pozitif prediktif değer %87, negatif prediktif değer %93 ve doğruluk %93. Sonuç: BT sanal sistoskopi, 5 mm ve daha büyük mesane tümörlerinin görüntülenmesinde başarı ile kullanılabilen noninvaziv bir yöntemdir.
Aim: The purpose of this study was to investigate the value of contrast material-filled virtual cystoscopy in the detection of bladder tumors. Material and method: Thirty-six consecutive patients (28 male and 8 female; range age, 51-82 years; mean age ± SD, 65 ± 7 years) who had painless hematuria and suspected to have bladder neoplasm prospectively evaluated with virtual cystoscopy. After the intravenous injection of contrast medium, the contrast material-filled bladder was examined with single detector helical computed tomography (CT) scan with 2-mm slice thickness. Source CT data were transferred to a workstation for interactive navigation using surface rendering. All patients also underwent conventional cystoscopy. The results of virtual cystoscopy were compared with the findings of conventional cystoscopy. Results: Seventy-one of 78 bladder tumors detected with conventional cystoscopy in 28 patients were also shown on virtual images. Five patients had a normal appearance on both conventional cystoscopy and virtual cystoscopy. On virtual cystoscopy, seven of the 12 lesions 5 mm or smaller in diameter could be identified. We found the following statistical values for the identification of bladder lesions on virtual cystoscopy: sensitivity, 94%; specificity, 90%; positive predictive value, 87%; negative predictive value, 93%; and accuracy 93%. Conclusion: CT virtual cystoscopy is a noninvasive technique which is used successfully for detection of bladder tumors larger than 5 mm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnfertil Çıftlerde Antisperm Antikorların E_nzime Bağlı Immunosorbent Tekniği (elısa) İle Saptanması
Bülent Baysal, Halil Özerol, Mahmut Baykan, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
İnfertil Çıftlerde Antisperm Antikorların E_nzime Bağlı Immunosorbent Tekniği (elısa) İle Saptanması
The DetectIon Of AntIsperm AntIbodIes IrI 'IzlerIne Couples, WIth The Enzyme-LInked Immunosorbent Assay (elIsa)
Serum ve üreme yollarında spermatozoa üzerinde bulunan antijenlerle reaksiyona giren sperm ânti-korlartnın bulunması, sperm aglütinasyonuna velveya komplernana bağımlı immobilizasyona sebep olur. Antisperm antikorlar iki irnmünolojik sınıfa aittir: IgA ve IgG antikorlar. Mevcut bazı veriler IgA'nın klinik olarak IgG den daha değerli olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, IgA antikorları hemen daima IgG antikorları ile birlikte meydana çıkar. Bu nedenle IgG antikorlarını araştıran testler, rutin bir tarama metodu olarak yararlıdır. Biz infertil erkekler ve kadınların serumlarında bulunan anti-sperm antikorların tespiti için ELISA metodunu inceledik.
The presence of sperm antibodies reacting with antigens on the spermatozoa in sera and reproductive tracts can cause agglutination ör cornplement-dependent irnrnobilization of sperm ör both, resulting in a reduction of !heir fertilizing capasiiy. Antisperrn antibodies are belong to two irnrnunolojical classes: IgA and IgG antibodies. There are some data indicating that IgA is clinically more importarzt than IgG antibodies. However, IgA antibodies never occur without IgG antibodies. Therefore, testing for IgG antibodies is sufficient as a routine screening method. We examined the ELISA method for the detection of antisperm antibodies in the sera of infertile women and men.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
Baykal Tülek, Levent Tabak
Araştırma makalesi
Özeti
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
RelatIonshIp Of Nocturnal DesaturatIons And DaytIme Pulmonary FunctIons In Duchenne Muscular Dystrophy
Amaç: Duchenne müsküler distrofi (DMD) ölüm nedeni genellikle solunum yetmezliği olan, ilerleyici, kalıtımsal bir nöromüsküler hastalıktır. Uyanıklıktaki solunum yetmezliği öncesinde genellikle uykuda hipoventilasyon mevcuttur. Bu çalışmanın amacı; DMD’li hastalarda noktürnal desatürasyonların varlığını ve ağırlığını değerlendirmek ve noktürnal desatürasyonlar ile ilişkili gün içi solunum fonksiyon parametrelerini saptamaktı. Gereç ve yöntem: Gecelik oksijen satürasyon izlemi, uyku apne-hipopne sendromu taramasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Çalışma yöntemi olarak uyanıklıkta yapılan solunum fonksiyon testleri (spirometre, maksimum volanter ventilasyon, maksimum ağız içi basınçları, arter kan gazları) ile gece boyu oksimetre sonuçlarının prospektif karşılaştırılması seçildi. Klinik olarak stabil, ortalama yaşları 13,83±1,86 olan 14 DMD’li hasta çalışmaya alındı. Bulgular: Dokuz hastada (%64), en düşük oksijen satürasyon < %85, 10 hastada ise (%71) desatürrasyon indeksi > 5 olarak saptandı. Desatürasyon indeksi ile maksimum inspiryum basıncı (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= - 0,730, p<0,01) ve FEV1 (r= -0,664, p<0,05) arasında anlamlı ilişki saptandı. Bununla beraber, lojistik regresyon analizi yapıldığında gece boyu desatürasyonların, gündüz solunum fonksiyon testlerinin sonuçlarıyla öngörülemeyeceği saptandı. Sonuç: Klinik olarak stabil olan DMD’li hastalarda uykuyla ilişkilidesatürasyonlar sıklıkla mevcuttur. Gecelik desatürasyonlar, gün içi solunum fonksiyon testleri ile öngörülemez. DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili yakınmaların (baş ağrısı, uykuluk, vs.) yokluğunda bile DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili solunum bozukluklarından şüphelenilmeli ve araştırılmalıdır.
Duchenne muscular dystrophy is a progressive, hereditary neuromuscular disease with the cause of death usually occurring because of respiratory failure. The development of respiratory failure during wakefulness usually preceded by hypoventilation during sleep. The aim of this study were to assess the presence and severity of nocturnal desaturations and to determine the parameter of daytime lung function associated with nocturnal desaturations in patients with DMD. Material and method: The monitoring of overnight oxygen saturation is widely used for sleep apnoea-hypopnea screening. As our method we choosed aprospective comparison of wakeful respiratory function tests (spirometry, maximum voluntary ventilation, maximal mouth pressures, arterial blood gases) with outcomes of overnight oxymetry. Fourteen clinically stable patients with DMD, mean age (±SD) 13,83 ± 1,86 were studied. Results: The lowest oxygen saturation < 85% was present in 9 (64%) patients and oxygen desaturation index > 5 was found in 10 subjects (71%). Desaturation index was significantly related to maximum inspiratory pressure (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= -0,730, p<0,01) and FEV1 (r= 0,664, p<0,05). However logistic regression analysis showed that overnight desaturations could not be reliably predicted from the daytime pulmonary function test results. Conclusion: Sleep-related desaturations are freguently present in clinically stable patients with DMD. Overnight desaturations can not be predicted from daytime respiratory function tests. Even in the absence of sleep-related symptomatology (headache, somnolence, etc.), sleep related respiratory disturbances should be suspected and searchhed in DMD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde İnsanlarda Kırım-Kongo Kanamalı
ateşi Seroprevalansının Araştırılması
Mehmet Özdemir, Oğuzhan Avcı, Uğur Tüzüner, Oya Bulut, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde İnsanlarda Kırım-Kongo Kanamalı
ateşi Seroprevalansının Araştırılması
InvestIgatIon Of CrImean-Congo HemorrhagIc Fever Seroprevalance
ın Humans Of Konya RegIon
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) virüsü, Arbovirüs grubunda
yer alan, Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirüs cinsi, helikal kapsid
içeren zarflı bir RNA virüsüdür. Bu virüslerin meydana getirdiği
enfeksiyon, şiddetli seyir gösteren ve fatalitesi oldukça yüksek bir
hastalıktır. Çalışmamızda, Konya bölgesinde KKKA seroprevalansını
araştırmak amacı ile IgG tipi antikor taraması planlandı. Bu amaçla,
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Hastanesi
Kan Merkezi’ne kan vermek için müracaat eden 1000 sağlıklı kan
donörü çalışmaya dahil edildi. Dahil edilen kişilerden 846 (%84.6)
tanesi kent merkezinde yaşarken,154 (%15.4) tanesi kırsal bölgede
yaşamaktaydı. Çalışmaya alınanların 947 (%94.7)’si erkek, 53
(%5.3)’ü kadındı. KKKA’ya karşı gelişen spesifik IgG antikorunu ELISA
yöntemi ile saptamak için ticari KKKA IgG test kiti (VectoCrimeaCHF-IgG,
Bectop, Rusya) kullanıldı. Test edilen örneklerden 8 adedi
(%0.8) KKKA’ya karşı gelişen antikor varlığı yönünden pozitif, 992
adedi (%99.2) ise negatif olarak tespit edildi. Pozitiflik saptananların
hepsi erkek idi. Konya bölgesinde KKKA seroprevalansı araştırılması
sonrası IgG tipi antikor bulunması az da olsa virüs varlığına işaret
etmektedir. Benzer çalışmaların bölgesel seroprevalans verilerinin
ortaya çıkması için hastalığın görüldüğü diğer bölgelerde yapılması
faydalı olacaktır. Bu virüs enfeksiyonu kene ısırığına bağlı olarak
geliştiği için, bölgedeki kenelerde de virüs araştırılması yapılmalıdır.
Crimean-Congo Hemorrhagic Fever (CCHF) virus,which is
classified in the family of Bunyaviridae and Nairovirus genus and
grouped in arbovirus is RNA-containing helical type capsid and
enveloped virus. This infection which is caused by these viruses has
severe disease manifestations and a very high fatality. The aim of
this study was to investigate the seroprevalence of CCHF in Konya
and so it was planned to screen IgG-type antibody. For this purpose,
1000 healthy blood donors who referred to the Blood Center of
Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty Hospital, were
included in the study While 154 (15.4%) blood donors were living in
rural areas, 846 (84.6%) of the donor were lived in the city center.
Of these individuals, 947 (94.7%) were male and 53 (5.3%) were
female. ELISA basedCCHF IgG commercial test kit (VectocrimeanCHF-IgG,
Bectop, Russia) was used to determine the specific IgG
antibody developed against CCHF. Eight of tested samples (0.8%)
were positive for the presence of antibodies against CCHF and 992
(99.2%) were negative. The presence of IgG antibody prevalence
of CCHF after research indicates the presence of a small number
of illness in Konya. For the detection of regional prevalence of the
disease similar studies will be useful in other provinces. In aspect the
route of transmission of this virus infection, because of this infection
is caused by tick
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
A. Ferdane Oğuzöncül, Yüksel Güngör, Yasemin Açık, Leyla Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
Pregnancy DIabetes ScannIng In Pregnant Women Who LIve In Elazığ YenImahalle TraInIng And Research Health Department RegIon
Bu çalışmada; Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocağı (YMEASO) bölgesinde yaşayan ve 24-28. gebelik haftasında bulunan gebelere glikoz tarama testi uygulayarak anormal glikoz değerlerini tespit etmek amaçlanmıştır. YMEASO bölgesinde Haziran 2001 tarihinde 24-28. gebelik haftasında bulunan 205 gebe bulun makta olup tespit edilen gebeler ebeler tarafından sağlık ocağına davet edilmiştir. Bu gebelerden 201’1 (%98) tara ma testini uygulamayı kabul etmişlerdir Çalışmamızdaki gebelerin yaş ortalaması 26.9± 5.5 idi. Pozitif Glikoz Tarama Testi (GTT) oranımız %18.9; pozitif Oral Glikoz Tolerans Testi oranımız ise %4.5 olarak bulundu. Yaş, ailede diabet varlığı, makrozomi öyküsü, obezite ve parite ile GTT pozitifliği arasında bir ilişki saptanamadı (p>0.05). Sonuç olarak; YMEASO bölgesinde yaşayan gebelerin %18.9’unda GTT pozitif tespit edilmiştir. Yaş, parite, geçmişte iri bebek doğurma öyküsü, VKİ ve ailede diabet öyküsü testin sonucunu değiştirmediği gözlendi. Bu nedenle 24. gebelik haftasını geçen tüm gebelere GTT’nin uygulanması gerektiği kanısına varıldı.
İn this study, the pregnant women live in Yenimahalle Training and Research Health Department (YMTRHD) region, at the 24-28 th pregnancy week were applied the Glucose Scanning Test in order to determine the abnor- mal glucose values. On June 2001 and in YMTRHD region, there has been 205 pregnant women at the midwives. 201 of them (98%) was accepted to fulfill the scanning test. The mean age of the pregnant vvomen was 26.9±5.5. İn the study we found the rate of positiveness in Glucose Scanning Test (GST) as 18.9%; and the rate of positive- ness in Oral Glucose Tolerance Test as 4.5%. İt is observed that GSTpositiveness has no relation with diabetes- existence, macrosomia story, obesity and parity (p>0.05). Consequently, Gst was determined positive in the 18.9% of the pregnant women who live in YMTRHD region. İt is observed that parity, aprevious history of overweight born baby, Body Mass lndex (BMI) and diabetes history in the family do not change the result of the test. For this rea- son, it has been determined that GST should be applied to ali the pregnant women who exceed 24th week of preg nancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Olmayan Üçlü Analit Tarama Sonucu Olan Bir Erkek Psödohermafroditizm Olgusu
Filiz Avşar, Şelal Özmen, İ. Safa Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Olmayan Üçlü Analit Tarama Sonucu Olan Bir Erkek Psödohermafroditizm Olgusu
A Case Of Male PseudohermaphrodItIsm WIth An Ahnormal TrIple Analyte ScreenIng Result
Anormal triple analyte tarama sonucu verem bir erkk psiidoherınofrodii vakası. Down sendromu için gebelikte yapılan bir ta-ramada yüksek riskli bir hasta saptandı, çünkü human katyonik gonadotropin seviyesi yüksek, an-konjuge östriol seviyesi düşüktü. Amniosentez yapıldı ve karyotip 46XY olarak bulundu. Doğumda ise bebeğe erkek psiidohermafrodit tanısı konuldu. Bunun 313-OH dehidrogenaz eksikliğine bağlı olduğu anlaşıldı. Biz hastadaki triple analyt tarama sonucunun, bu en-:imin eksikliği ile ilgili olmadığına inanıyoruz.
Duı-ing a routine screening program for Down's syndrome. a patient was detected tü be in the high-risk group, because the human chorionic go-nadotropiıı level was high and the unconjugated est-riol level was low. An amniocentesis was perfrırmed and the karyotype was 46 XY. However, at deliver), the infant was found to be a male pse-udohermaphrodite due ta 313-01-1 dehydrogenase de-ficiency. We believe that the result of the triple analyte screening can not be related ta this enzyme deficienty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Kuzenlerde Fasial Asimetri Ve Konjenital Anomaliler
Selmin Karataylı Özgürsoy, Ulaş Onay, Emine Polat, Tülay Tos
Olgu sunumu
Özeti
Yenidoğan Kuzenlerde Fasial Asimetri Ve Konjenital Anomaliler
FacIal Asymmetry And CongenItal AnomalIes In Newborn CousIns
Yeni doğan bebeklerde fasiyal asimetri her zaman fasiyal paralizi
olduğu anlamına gelmez. Konjenital fasiyal asimetri, doğumsal
travmatik fasiyal paraliziye bağlı olabileceği gibi, “konjenital
asimetrik ağlayan yüz” olarak adlandırılan depresor anguli oris
kasının aplazisi (DAOA) nedeniyle de olabilmektedir. İzole kas
aplazilerine, iskelet, kardiyovaskuler, ürogenital, solunum ve santral
sinir sistemi anomalileri eşlik edebilir. Burada sunulan DAOA’li
hastanın kuzeninde iki elde 8 parmak aplazisi, kalça çıkığı, bilateral
ayak parmaklarında parsiyel kutanöz sindaktili ve ASD mevcuttur.
DAOA, kulak burun boğaz ve pediatri doktorları tarafından bilinmesi
gereken, etiyolojisi netleşmemiş, karşılaşıldığı vakit ek tarama tetkiki
gerektiren, konjenital bir anomalidir.
Facial asymmetry in new-born babies is not always due to facial
paralysis. Congenital facial asymmetry, might as well as be due to
depressor anguli oris muscle aplasia (DAOA), so called “congenital
asymmetric crying facies”. Additional congenital anomalies like
skeletal, cardiovascular, urogenital, respiratory or central nerve
system anomalies can also accompany this disorder. Here, we
present a case with DAOA whose cousin had aplasia of 8 fingers in
two hands, hip dislocation, partial cutaneous syndactyly in bilateral
feet fingers, and ASD. DAOA is a rare congenital anomaly with
unknown etiology; therefore, screening tests should be done when
encountered by otolaryngologists and pediatricians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Ali Eryılmaz, Said Bodur, Seher Civcik, Yasemin Durduran
Araştırma makalesi
Özeti
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Breast ComplaInts Of Women ApplyIng To Ketem
Konya Kanser Erken Teşhis-Tarama Ve Eğitim Merkezi (KETEM)’ne 2007-2010 yıllarında başvuran kadınların mevcut ve geçirilmiş meme yakınmalarının dağılımı ve demografik değişkenlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. KETEM’in elektronik ortamdaki veri giriş paneline ait bilgiler, çalışma için gerekli olanları süzülerek ve kişisel bilgilerden arındırılarak, Excel dosyası formatında elde edildi. Bağımlı ve bağımsız değişkenler demografik özellikler ve meme şikâyetleriydi. Veriler SPSS ortamına aktarıldı ve analiz edildi. Betimleyici istatistikler kullanıldı. İlişkilerin belirlenmesinde adım adım lojistik regresyon analizi yapıldı. Konya KETEM’e 2007- 2010 yıllarında başvuran ve meme sorgusu yapılan 19600 kadının yaş ortalaması 44±12 yıl olup % 92’si sosyal güvenceye sahipti. Kadınların ilk adet yaşı ortancası 13 yıl, canlı doğum sayısı ortancası 3 çocuk, toplam emzirme süresi ortancası 36 ay idi. OKS kullananların oranı % 9, sigara içenlerin oranı % 7, şişmanlık oranı % 33 ve bitkisel ağırlıklı beslenme oranı sadece % 2 idi. Mamografi çektirme oranı % 32, kendi kendine meme muayenesi yapma oranı % 18’di. Kadınların % 44’ü herhangi bir meme şikâyetine, % 8’i de geçirilmiş meme hastalığı öyküsüne sahipti. Meme yakınması varlığı yaş, boy, canlı doğum sayısı, toplam emzirme süresi ve beslenme tipi ile ilişkili bulunurken, geçirilmiş meme hastalığı boy ve sigara kullanımı ile ilişkili bulundu (her biri için en az p
To determine the distribution and association with demographic variables of breast complaints of women in Early Diagnosis-Scanning and Education Centers (KETEM). Electronically kept data in Konya KETEM was analyzed by omitting personal information via SPSS package software in 2011. Dependent and independent variables were demographic features and breast complaints. Descriptive statistics were used, and logistic regression analysis was performed step by step to define the correlations. Mean age of women applying to KETEM between 2007 and 2010 was 44±12 years, and 92% were of social security. Median age of first menstrual cycle was 13 years, median number of living births was 3, and median total duration of breastfeeding was 36 m. The rates of OKS use, smokers, obesity and vegetative life style were 9%, 7%, 33% and 2%, respectively. The rates of mammography and self-checked breast examination were 32% and 18%, respectively. 44% had any kind of breast complaints, and 8% had a history of experienced breast disease. While the existence of complaints was associated with age, height, number of living births, total breastfeeding duration and type of nutrition, experienced breast disease was related to height and smoking (at least, p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
HepatItIs B VIrüs Research At The Nurses VvorkIng Of The Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 214 hemşirenin serumlarında HBsAg, antiHBs ve antiHBc seroprevalansı araştırıldı. Çalışılan serumların Tinde (%0.5) tek başına anti HBc pozitifliği saptandı, karaciğer enzimleri normal ve HBV DNA’sı negatif bulunan bu hemşire aşılama programına alındı, birinci dozdan sonra antiHBs pozitifleşti. İki hemşirede (%0.9) HBsAg ve antiHBc birlikte pozitifti, karaciğer enzimleri normal olduğu için bu hemşireler hepatit B taşıyıcısı olarak değerlendirildiler. Hemşirelerin 14’ünde ise anti HBs ve anti HBc birlikte pozitif bulundu. Bu durum geçirilmiş ve bağışıklık gelişmiş hepatit B infeksiyonu olarak değerlendirildi. Hepatit B belirleyicilerinin tamamı negatif olan 194 hemşire ise aşılama programına alındı.
İn this study the seoprevalance of HBsAg, antiHBs, and antiHBc were investigated in the sera of the 214 nurses vvorking at the Selçuk University Medical Faculty Hospital. İn one sample (0.5%) isolated antiHBc seropositivity was found, liver function tests and HBV-DNA was negative for this nurse and she was put into vaccination programme, one month after the vaccination anti HBs was found positive. Two of the nurses (0.9%) were found seropositive for both HBsAg and anti HBc, liver function tests were normal so these two nurses were considered as carrier. İn 14 nurses anti HBs and anti HBc were found positive together and this condition was considered as remote hepatitis B infection. 194 Nurses who were negative for hepatitis B virüs markers were put into vaccination programme.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
Onur Ural, Duygu Fındık, Mehmet Emre Atabek, . .
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
HepatItIs B VIrüs Research At The Nurses VvorkIng Of The Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 214 hemşirenin serumlarında HBsAg, antiHBs ve antiHBc seroprevalansı araştırıldı. Çalışılan serumların Tinde (%0.5) tek başına anti HBc pozitifliği saptandı, karaciğer enzimleri normal ve HBV DNA’sı negatif bulunan bu hemşire aşılama programına alındı, birinci dozdan sonra antiHBs pozitifleşti. İki hemşirede (%0.9) HBsAg ve antiHBc birlikte pozitifti, karaciğer enzimleri normal olduğu için bu hemşireler hepatit B taşıyıcısı olarak değerlendirildiler. Hemşirelerin 14’ünde ise anti HBs ve anti HBc birlikte pozitif bulundu. Bu durum geçirilmiş ve bağışıklık gelişmiş hepatit B infeksiyonu olarak değerlendirildi. Hepatit B belirleyicilerinin tamamı negatif olan 194 hemşire ise aşılama programına alındı.
İn this study the seoprevalance of HBsAg, antiHBs, and antiHBc were investigated in the sera of the 214 nurses vvorking at the Selçuk University Medical Faculty Hospital. İn one sample (0.5%) isolated antiHBc seropositivity was found, liver function tests and HBV-DNA was negative for this nurse and she was put into vaccination programme, one month after the vaccination anti HBs was found positive. Two of the nurses (0.9%) were found seropositive for both HBsAg and anti HBc, liver function tests were normal so these two nurses were considered as carrier. İn 14 nurses anti HBs and anti HBc were found positive together and this condition was considered as remote hepatitis B infection. 194 Nurses who were negative for hepatitis B virüs markers were put into vaccination programme.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
Deniz Hızlı, Saynur Sarıcı Yılmaz, Serdar Yalvaç, Ömer Kandemir
Araştırma makalesi
Özeti
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
What Is The Value Of UltrasonographIc CervIcal Length Measurement For PredIctIng Preterm BIrth In AsymptomatIc Women?
Neonatal morbidite ve mortaliteyi azaltmak için prematür doğum riski olan hastaların belirlenmesi oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı, asemptomatik düşük risk grubundaki hastalarda servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolünün belirlenmesi idi. Onaltı-yirmiiki gebelik haftasında olan ve preterm doğum öyküsü olmayan toplam 200 hasta bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Servikal uzunluk transvajinal ultrasonografi ile ölçüldü ve servikal uzunluk ölçümünün düşük riskli populasyonda preterm doğumu tahmin etmedeki rolü istatistiksel olarak değerlendirildi. Preterm doğum insidansı %4.5 (9/200) idi. Term ve preterm grupların ortalama yaşları (±S.D.) sırasıyla 27.7±6.98 ve 24.9±4.47 idi (p=0.222). Term grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (35.0±4.57 mm) ile preterm grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (36.5±6.93 mm) arasında istatistiksel fark tespit edilmedi (p=0.887). Sezaryen doğum oranı preterm grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.04). Düşük risk grubundaki asemptomatik populasyonda tek başına ultrasonografik servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolü sınırlıdır. Bu hastalarda servikal uzunluk taraması yapılmasının önerilebilmesi için kanıtlar yetersizdir. Bu nedenle taramadan fayda görecek hastaların belirlenebilmesi için prospektif geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Identification of patients who will deliver prematurely is extremely important to decrease neonatal and maternal morbidity and mortality. The aim of this study was to evaluate the value of cervical length (CL) measurement in predicting preterm birth (PTB) in asymptomatic low risk women. A total of 200 consecutive asymptomatic patients between 16-22 gestational age who had no history of PTB previously were included in this prospective study. CL was measured by transvaginal ultrasonography and the predictive value of CL for PTB was evaluated in this low risk population. The incidence of PTB was 4.5% (9/200). The mean age (±S.D.) of the preterm and term groups was 27.7±6.98 and 24.9±4.47 years, respectively (p=0.222). The CLs at 16-22 weeks were not statistically different between the term group (35.0±4.57 mm) and the preterm group (36.5±6.93 mm) (p=0.887). Cesarean delivery rate was significantly higher in preterm group (p=0.04). Ultrasonographic CL measurement alone has limited value in prediction of preterm delivery in a low risk asymptomatic population. Also there is insufficient evidence to recommend routine CL screening in this subpopulation. Further larger prospective studies are needed to identify patients that may benefit most from such screening.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Traumatık Perikard Yaralanması
Hasan Solak, Ali Ersöz, Yüksel Tatkan, Kemal Ödev, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Traumatık Perikard Yaralanması
Traumatıc PerIcard Injury
Pure pericardial rupture witiwut additional intrathoracic injuries is a rare entity. Such cases are usually diagnosed as post mortem. This article describes such a cases with an uneventful surgical result.
Künt travmayı izleyen perikard rüptürü çok nadir olarak meydana gelmektedir. Perikard rüptürünün tarihçesi 19. yüzyıla dayanmaktadır. Stokes, 1831 yılında, su çarkının kolu tarafından yaralanan genç bir has-tada perikard yaralanmasını teşhis etmiştir (2). Morel Lavalle, 1864 yılında, düşme sonucu göğüs travmasına maruz kalan 3 hastanın birinde dinleme bulgusu olarak su çal kahin suya çarpması sonucu çıkan sese benzeyen bir ses bulmuştur. Otopside bu 3 vak'ada da perikard yırtığı görülmüştür (2). Crynes ve Hunter, 1939 yılında, «travmatik perikard rüptürü» teşhisini almış 58 vak'anın raporlar= topladılar, fakat bunla-rın hiçbirisi ölümden önce tespit edilernemişti. Perikardial yırtıklar ancak otopsi ile teşhis edilmiş ve vak'aların ölüm nedeni bu .yırtıklardan oluşan kalp herniasyonuna baglanmıştır. Bu yazarlar kendi kurumlarındaki 4107 otopside. 22 pelikard rüptürü vak'ası gördüler. Crynes ve Hunter'in gözlemlerinden bugüne kadar literatür taraması sonucunda 142 vak'a toplanmıştır (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilonidal Hastalığın Toplumda Görülme Sıklığı, Yaşa Ve Cinsiyete Göre Dağılımı (erken Sonuçlarımız)
Ahmet Okuş, Ömer Karahan, Mehmet Ali Eryılmaz, Abdülhalim S. ay, Barış Sevinç, Nergis Aksoy, Said Bodur, A. Hakan Halıcı
Araştırma makalesi
Özeti
Pilonidal Hastalığın Toplumda Görülme Sıklığı, Yaşa Ve Cinsiyete Göre Dağılımı (erken Sonuçlarımız)
Prevelance Of PIlonIdal DIsease In SocIety, By Age And Sex DIstrubutIon (early Results)
Pilonidal sinüs interglutal bölgede görülen ve sıklıkla genç
popülasyonu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Hastalığın
sıklığı ile ilgili yapılmış olan çalışmalar toplumun tümünü temsil
kabiliyeti olmayan askeri personel veya hastane verilerine
dayanmaktadır. Bundan dolayı hastalığın gerçek sıklık ve yaşa
göre dağılımını tespit etmek amacıyla bu epidemiyolojik tarama
çalışmasının yapılması amaçlanmıştır. Tarama için etik kurul izni ve
yasal olur alındıktan sonra Konya ili popülasyonunu temsil edecek
şekilde, nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme 49 yerleşim
birimi belirlenmiştir. Küme hacminin 100 olarak belirlenmiştir.
Belirlenen yerleşim birimlerinde 18 yaş üstü ve taramayı kabul eden
kişilerden yazılı onamları alınarak gerçekleştirildi. Sonuçların genel
ve yaş dağılımına uygun olarak yüzde olarak verilmesi planlandı.
Halen devam eden tarama 20 bölgede gerçekleştirilmiş ve 2000
kişi değerlendirilmiştir. Taramaya dahil olan kişilerin yaş ortalaması
45(18-94) olup, 936’sı (%46,8) erkek ve 1064’ü (%53,2) kadındı.
Değerlendirilen 2000 kişide 22 opere, 16 primer olgu ve 1 de nüks
pilonidal sinüs olmak üzere toplam 39 (%1.95) olgu tespit edilmiştir.
En sık görüldüğü yaş aralığı %4,1 ile 18-30 arasıdır. Taramada sadece
iki bayanda pilonidal hastalık tespit edilmiş olup erkek/kadın oranı
19/1 idi. Pilonidal hastalık prevelansı toplum temelli bu çalışmada
%1,95 olarak tespit edilmiştir. Hastalık en sık erkeklerde ve 18-30
yaş arası popülasyonda %4,1 oranında görülmektedir. Erkeklerde
genel olarak görülme sıklığı %3,9’dur.
Pilonidal sinus is a chronic inflammatory disease which is
seen in interglutal area and frequently affects young population.
Studies done in relation to the frequency of the disease are not
capable of representing the whole community and they are based
on military personnel or hospital data. Therefore, it was aimed to
do this epidemiologic screening study in order to determine the
actual frequency of the disease and its distribution according to age.
After taking the permit and legal consent of ethic committee, With
population weighted systematic clump sampling which will represent
Konya’s provincial population, 49 locations were selected from
Konya city centre, districts and villages. It was intended to have 100
person as the clump volume in each location in the screening. In
the locations determined, written consents of 18 year-old and older
and those accepting the screening were taken. Giving the results in
general and in percentage in accordance with age distribution was
planned. The ongoing screening was performed in 20 regions and
2000 people were evaluated. Age average of people involved in the
screening is 45(18-94) 936 of who (46,8%) are male and 1064 of
who were (53,2%) were female. Among 2000 people evaluated, total
39 (1.95%) cases were determined 22 of which were operated, 16
of which were primary cases and 1 of which was relapse pilonidal
sinus. The age range in which it is most frequently seen is 4,1% and
between 18-30. Pilonidal disease was determined in only two women
and man/woman ratio was 19/1 in the screening. In this communitybased
study, pilonidal disease prevalence was determined as 1,95%.
The disease is seen most frequently in men and at 4,1% rate in 18-30
year-old population. Its general frequency in men is 3,9%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan İşitme Tarama Sonuçlarımız
Mithat Arıcıgil, Ali Rıza Ulutaş, Abitter Yücel, Hamdi Arbağ
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan İşitme Tarama Sonuçlarımız
Our Newborn HearIng ScreenIng Outcomes
İşitme kaybı insanlarda en sık görülen anomalilerden birisidir.
İşitme yaşamın ilk yıllarında konuşma ve kognitif fonksiyonlar için
gerekli olduğundan işitme kaybının erken tanı ve erken amplifikasyonu
çok önemlidir. Çalışmamızda Ocak 2011-Temmuz 2012 tarihleri
arasında Konya Beyhekim Devlet Hastanesinde yapılan yenidoğan
işitme tarama testlerinin sonuçlarını yayınladık. 2-7 gün arasındaki
yenidoğanlara tarama Oto Akustik Emisyon testi ile işitme taraması
yapıldı. Testi geçemeyen bebeklere 14 gün sonra kulak burun
boğaz muayenesi ve test tekrarı yapıldı. Testi tekrar geçemeyen
yenidoğanlar referans merkezine sevk edildi. Ocak 2011-Temmuz
2012 tarihleri arasında 3167 yenidoğan tarandı. 3167 bebekten 310’u
(%9.78) ilk tarama testini geçemedi, ikinci test sonrası testi tekrar
geçemeyen 5 hasta (%0.15) referans merkezine sevk edildi. İşitme
tarama programlarının, işitme kaybının erken dönemde saptanarak
tedaviye başlanması açısından tüm yenidoğanlara yapılmasını
önermekteyiz
Hearing loss is one of the most commonly seen abnormalities
in people. Hearing is essential for speech and cognitive functions
during the first years of life and therefore early diagnosis and
amplification is important. In our study we published the hearing
screening results of newborns collected from Konya Beyhekim State
Hospital between January 2011 and July 2012. Newborns between
the ages of 2-7 days were screened with a otoacoustic emission
hearing test. Newborns who failed in the test had an ear,nose and
throat reexamination and the test also redone after 14 days. Those
who failed the second test were referred to a health reference center.
3167 newborns were screened between January 2011 and July 2012.
310 (9.78%) newborns failed the first test. 5 (0.15%) newborns who
failed the second test were referred to a health reference center. We
advocate hearing screening programs for all newborns as hearing
loss is identified and treated earlier
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Toxoplasma, Rubella, Cmv, Hbv, AntIhbs, Hcv, HIv Seroprevelance
ın FIrst TrImester Pregnant Women
Çalışmadaki amacımız ilk trimester gebelerde Toksoplazma,
Rubella, Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV seroprevelanslarını
belirlemek ve parite durumları, yaş grupları ile ilişkisini araştırmak.
Kasım 2011 ile Şubat 2013 tarihleri arasında Bayrampaşa Devlet
Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğine başvuran, yaşları
16 ile 45 arasında değişen 2900 12 hafta ve altı gebe çalışmamızda
değerlendirildi. Uygun gebelerde çalışılan Toksoplazma, Rubella,
Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV sonuçları analiz edildi.
Yaş grupları, Gravide, Parite sayıları sorgulandı. Çalışmaya katılan
gebelerin yaş ortalaması 27.78±5.57 (16-45), gebelik ortalaması
2.21±1.39 (1-8), parite ortalaması 0.78±0.89 (0-5), başvurudaki
gebelik haftası ortalaması 8±3 (5-12) olarak saptandı. Çalışılan
serum örneklerinde Toksoplazma Ig G, Rubella Ig G, Sitomegalovirüs
Ig G, HbsAg, antiHbs, antiHCV, antiHİV seropozitifliği sırasıyla; %
31.2, % 95.7, % 99.2, % 2.4, % 22.1, % 0.1, % 0 iken; Toksoplazma
Ig M, Rubella Ig M, Sitomegalovirüs Ig M seropozitiflik yüzdeleri ise
sırasıyla % 0.9, % 0.15, % 0.7 olarak saptanmıştır. Toksoplazma
seropozitiflik oranı Türkiye verileriyle benzerlik göstermektedir.
Rubella seronegatifliği Türkiye verilerine oranla düşük bulunmuş
olup gebelik öncesi aşılama ile bu değer Avrupa ülkeleri seviyesine
çekilebilir. CMV seropozitifliği çalışmamızda oldukça yüksek
saptanmış olup düşük sosyoekonomik düzeyi işaret etmektedir.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti HİV düzeyleri Türkiye ortalamasına
yakın saptanmıştır. Bunlara göre rutin TORCH taramasına ek olarak
HBsAg ve anti-HBs taraması uygun görünürken, anti-HCV ve anti-HİV
taraması cost efektif değildir.
The purpose of this study was to designate the prevalences
of Toxoplasma, Rubella, Cytomegalovirus, HBV, anti-HBs, HCV,
HIV among first trimester pregnant women and investigate the
relationship between age groups, parity. This study included 2900,
under 12 gestational weeks pregnant women, ages ranging from 16 to
45 admitted to Bayrampasa State Hospital obstetrics and gynecology
outpatient department between November 2011 and February 2013.
Toxoplasmosis, rubella, cytomegalovirus, HBV, hepatitis B infection,
HCV, HIV was studied in suitable pregnant women and results were
analyzed. Age groups, gravida, parity number were questioned. The
mean age of the pregnant women participating in the study was
27.78±5.57 (16-45), mean gestation was 2.21±1.39 (1-8), mean
parity was 0.78±0.89 (0-5), mean gestational age on admission
was 8±3 (5-12). Toxoplasma IgG, Rubella IgG, Cytomegalovirus
IgG, HBsAg, antiHBs, HCV, antiHİV seropositivity were respectively
31.2%, 95.7%, 99.2%, 2.4%, 22.1%, 0.1%, 0%; and Toxoplasma IgM,
Rubella IgM, cytomegalovirus IgM seropositivity percentages, were
respectively 0.9%, 0.15%, 0.7%. Toxoplasma seropositivity rate is
similar to Turkey data. Rubella seronegativity was found lower then
the data of Turkey and with the prepregnancy vaccination this value
can be pulled the level of European countries. The high level of CMV
seropositivity in our study indicates the low socioeconomic status.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV and anti-HIV levels were close to the
average of Turkey. According to them, in addition to routine screening
of TORCH, screening for HBsAg and anti-HBs appears appropriate,
anti-HCV and anti-HIV screening is not cost effective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda I-131 Taramalar Ve Tc-99m Sestamibi Tüm Vücut Taramaların Karşılaştırılması
Hanife Aslı Ayan, Asım Akın, Gökhan Koca, K. Metin Kır
Araştırma makalesi
Özeti
Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda I-131 Taramalar Ve Tc-99m Sestamibi Tüm Vücut Taramaların Karşılaştırılması
ComparIson Of Tc-99m SestamIbI WIth I-131 Whole Body Scans In DIfferentIated ThyroId CarcInoma PatIents
Bu çalışma ablasyon öncesi ve sonrasında iyi differansiye tiroid kanserli hastalarda alternatif tarama yöntemi olarak Tc-99m sestamibi’nin kullanılıp kullanılmayacağını değerlendirmiştir. Bu nedenle total veya totale yakın tiroidektomi uygulanan 115 differansiye tiroid kanseri hastası çalışmaya alındı. Tüm hastalara Tc-99m sestamibi tüm vücut tarama yüksek rezolüsyonlu boyun USG serum tiroglobulin ve antitiroglobulin ölçümleri ve kontrastsız boyun ve toraks tomografilei yapıldı. Sonuçlar göstermiştir ki Tc-99m Sestamibi tüm vücut taramalar, I-131 taramalarla karşılaştırıldığında tiroid supresyonu almayan (T4-off) hastalarda yüksek derecede sensitif ve spesifiktir (kappa=0.68 p<0.001). Boyun USG ile birlikte Tc-99m sestamibi yapılması, yüksek doz I-131 ablasyonu sonrası 6. gün taramalarla karşılaştırılabilir etkinliğe sahiptir. Boyun USG, Tc-99m sestamibi’nin sensitivitesini arttırırken sipesifitesini azaltır. Ancak Tc-99m Sestamibinin tiroid supresyonu alan hastalarda etkinliğinin değerlendirilmesi için klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
This study evaluated the potential of Tc-99m sestamibi whole body scan as an alternative to whole body I-131 scan for well differentiated thyroid cancer patients prior to I-131 ablation and post ablation states. We evaluated 115 patients with differentiated thyroid cancer who had total or near total thyroidectomy. All patients had undergone Tc-99m sestamibi whole body scanning high resolution neck ultrasonography prior to conventional I-131 whole body scanning, thyroglobulin and antithyroglobulin values measured. Also all patients had neck and chest CT without contrast agent. The results showed that Tc-99m sestamibi whole body images are highly sensitive and specific in differentiated thyroid carcinoma patients without thyroid supression (T4-off), compared to conventional I-31 whole body scans (kappa=0.68 p<0.001). Neck USG with Tc-99m sestamibi is comparable with conventional iodine based whole body studies also compared to high döşe post-ablation 6th day I-131 whole body scans. Neck USG increases sensitivity and decreases specificity of Tc-99m sestamibi scans. Clinical investigations had to be made to evaluate the efficiency of Tc-99m sestamibi in patients receiving thyroid supression.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Büyük Hekimlerimiz : Prof. Dr. Feridun Nafız Uzluk (1907 - 27. Eylül. 1974)
Hasan Özönder
Araştırma makalesi
Özeti
Büyük Hekimlerimiz : Prof. Dr. Feridun Nafız Uzluk (1907 - 27. Eylül. 1974)
Our Great Doctors: Prof. Dr. FerIdun Nafız Uzluk (1907 - 27.september 1974)
Konya, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti; Selçuklu Tıp dünyasının başta gelen kentidir. Sivas, Kayseri, Çankırı gibi S21çuklu tababetinde önemli yeri olan kentler gibi Konya da Türk tıp tarihine ünlü şahsiyetler kazandırmış, önemli katkılarda bulunmuştur. Başkent Konya'da, tıp alanında faaliyette bulunan müesseseler arasında bilhassa Kemaliyye ile, Şadi Bey Dar'uş - Şifalarını biliyoruz. Büyüklü, küçüklü başka müesseselerin de olduğu muhakkak. Günümüzde sadece «eyvanı» ile varlığını gösterebilen Kemaliyye müstesna, hepsi yok olup gitmiştir. Mevki tespitinden sonra yapılacak hafriyat, restorasyona müsait bilgi, belge ve desteği verecektir. Tıp müesseselerinin bu gün, savaş günlerinde bile dokunulmazlıkları vardır. Her türlü tecavüz ve taarruzdan muaf ve masundurlar. Ama bu prensip, tarihte zaman zaman terkedilmiştir. Nitekim, bütün insani prensip ve anlaşmalara rağmen uzak ve yakın tarihlerde yapılan çatışmalarda, tıp müesseseleri, zaman zaman da olsa, çeşitli tecavüz ve taarruzdan kendilerini kurtaramamışlardır. İşte, başkent Konya'da bulunan Selçuklu tıp müesseselerinin, tahrip olarak, günümüze gelemeyişlerinde, yedi yüz yıllık mazilerinde uğradıkları bu tür taarruz ve tecavüzlerin tesirinin büyük olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Konya, hem başkent ve hem de Anadolu stratejisinde çok önemli, kilit bir mevkie sahip. Anadolu'nun, politik, askeri ve ticari yollar kavşağı durumunda. Taht ve taç kavgaları, din ve mezhep çatışmaları, ayaklanmalar, iç isyanlar, Moğol ve Beyliklerin muhasara ve tecavüzleri bu sebeple Konya ve yakın çevresinde sahneye konulmuştur.
Konya is the capital of the Anatolian Seljuk State; Seljuk is the leading city in the medical world. Just like Sivas, Kayseri and Çankırı, which have an important place in the S21çuklu medicine, Konya has brought famous personalities and made important contributions to the history of Turkish medicine. Among the institutions operating in the field of medicine in the capital city of Konya, we know especially Kemaliyye and Şadi Bey Dar'uş - Healing. It is certain that there are other large and small institutions. With the exception of Kemaliyye, who can only show his existence with his "iwan" today, all of them have disappeared. The excavation to be made after the determination of the location will provide information, documents and support suitable for restoration. Medical establishments have immunities today, even during war days. They are immune and immune from all kinds of rape and attack. But this principle has been abandoned from time to time in history. As a matter of fact, despite all humanitarian principles and agreements, in distant and recent conflicts, medical institutions, albeit from time to time, could not save themselves from various rape and assault. We are of the opinion that such attacks and rapes suffered in their past of seven hundred years had a great effect when the Seljuk medical institutions in the capital Konya were destroyed and could not survive today. Because Konya has a very important and key position in both the capital and Anatolian strategy. It is the crossroads of Anatolia's political, military and commercial roads. Throne and crown fights, religion and sect conflicts, rebellions, internal rebellions, siege and rape of Mongols and Beyliks were staged in Konya and its vicinity for this reason.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
Elif Yıldırım Ayaz, Memduha Boyraz, Miraç Vural Keskinler, Ayşe Naciye Erbakan, Aytekin Oğuz
Araştırma makalesi
Özeti
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
DIabetes Unawareness In PatIents HospItalIzed Other Than Internal MedIcIne ServIces And Related Factors: A Cross-SectIonal MultIdIscIplInary Study
Amaç: Yirmibirinci yüzyılda pandemi haline gelen diyabet hastalığı tüm branşları ilgilendirmektedir. Amacımız dahiliye dışı servislerde yatan hastalarda HbA1c bakılması ile tanı konmamış diyabet prevalansını belirlemek ve diyabet farkındalığının olmaması ile ilişkili faktörleri değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya dahiliye servisleri dışında yatan, 18 yaş ve üzeri, antropometrik ölçümleri yapılabilecek olan 630 hasta alınmıştır. Katılımcıların sosyo-demografik özellikleri, komorbiteleri kaydedilmiştir. Antorpometrik ölçümleri, açlık kan glukozu ve HbA1c ölçümleri yapılmıştır. Bilinen diyabet tanısı olmayıp yatışı sırasında HbA1c değeri ≥ 6,5% olanlar diyabet farkındalığı olmayanlar olarak adlandırılmıştır. Bilinen diyabeti olanlar, diyabet farkındalığı olmayanlar ve diyabeti olmayan gruplar arasındaki farklılıklar incelenmiştir.
Bulgular: Çalışma 20.04.2017-31.12.2017 tarihleri arasında yapılmıştır. Hastaların yaş ortalaması 58,04±18,56 olup %54,6’sı (n=344) erkektir. Bilinen diyabeti olanların sayısı 190 iken (%30,2), 396 (%62,9) kişinin diyabeti yoktur, 44 (%7) hastada ise bilinmeyen diyabet saptanmıştır. Diyabeti olan 234 hastanın %18,8’i (n:44) diyabet olduğunu bilmemektedir. Diyabet farkındalığı olmayanların 45 yaşın altında olması oranı (%11,4), bilinen diyabet grubundakilerden (%3,7) daha yüksektir (p<0,01); yine erkek olması oranı da daha yüksektir (%68’e karşı %47,9, p:0,15). Diyabet farkındalığı olmayanların fazla kilolu olması oranı (%56,8) bilinen diyabet (%37,9) ve diyabeti olmayanlardan (%39,1) daha yüksektir (sırasıyla p:0,36, p<0,01). Üç grup arasında eğitim düzeyleri açısından farklılık saptanmamıştır. Komorbidite varlığı oranı bilinen diyabeti olanlarda (%89,5), diyabet farkındalığı olmayanlardan (%75) daha yüksektir ( p:0,01). Tüm diyabeti olanlar lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Erkek cinsiyet (OR:2.33), <45 yaş (OR:3.35), aşırı kilolu olma (OR:2.16) ve komorbidite olmaması (OR:2.83) bilinmeyen diyabet ile ilişkilidir.
Sonuç: Hastanede iç hastalıkları servisi dışında yatmakta olan hastaların %7’sinde tanı konmamış diyabet saptanmıştır. Tüm diyabetlilerin %18.8’i diyabet olduğunu bilmemektedir. Yatan hastalarda HbA1c ile diyabet taraması yapmak, özellikle <45yaş, erkek , fazla kilolu ve komorbiditesi olmayan hastalara özellikle dikkat etmek, bilinmeyen diyabeti saptamaya yardımcı olabilir.
Bu çalışma NCT04694326 kayıt numarasıyla Protokol Kayıt ve Sonuçları Sistemi’ne (Clinicaltrials.gov PRS) kaydedilmiştir
Aim: Diabetes, which has turned into a pandemic in the twenty-first century, concerns all branches of medicine. This study aims to investigate the prevalence of diabetes unawareness by checking HbA1c in patients hospitalized in clinics other than internal medicine and evaluate the factors associated with them.
Patients and Methods: The study included 630 patients hospitalized outside internal medicine services at or over the age of 18 whose anthropometric measurements could be made. The sociodemographic properties and comorbidities of the patients were recorded. Their anthropometric measurements, fasting blood glucose and HbA1c measurements were made. Those without a known diabetes diagnosis but with an HbA1c value of ≥6.5% were grouped as diabetes unaware. The differences among known diabetes, diabetes unaware and no diabetes groups were examined.
Results: The study was conducted between 01.03.2017 and 31.12.2017. The mean age of the patients was 58.04±18.56, while 54.6% (n=344) were male. The number of the patients with known diabetes was 190 (30.2%), 396 (62.9%) did not have diabetes, and unknown diabetes was detected in 44 (7%). Among the 234 patients with diabetes, 18.8% (n:44) had diabetes unawareness. The rate of those under the age of 45 in the diabetes unaware group (11.4%) was higher than that in the known diabetes group (3.7%) (p<0.01). Again, the rate of the male sex was also higher among the same individuals (68% vs 47.9%, p:0.15). The rate of overweight in the diabetes unaware group (56.8%) was higher than those in the known diabetes (37.9%) and no diabetes (39.1%) groups (respectively, p:0.36, p<0.01). There was no significant difference among the three groups in terms of educational levels. The rate of comorbidity presence was higher in the known diabetics (89.5%) than the diabetes unaware group (75%) (p:0.01). All patients with diabetes were evaluated by logistic regression analysis. The male sex, age<45 years, being overweight and absence of a comorbidity were associated with diabetes unawareness.
Conclusion: Undiagnosed diabetes was detected in 7% of the patients. Among all diabetic patients, 18.8% had diabetes unawareness. Conducting diabetes screening with HbA1c in inpatients and paying special attention to those under 45, males, overweight patients and those without comorbidities may help detect unknown diabetes.
This study was retrospectively registered at the Protocol Registration and Results System (Clinicaltrials.gov PRS) with the registration number NCT04694326.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İli Sağlık Ocakları Bölgelerınde Ve Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Hastane Personelinde Guatr Taraması
Selma Çivi, Mustafa Mete, Tahir Kemal Şahin, Ersin Eröktem, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İli Sağlık Ocakları Bölgelerınde Ve Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Hastane Personelinde Guatr Taraması
ThyroId ScreenIng In Health Centers In Konya And In HospItal Staff Of Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi hastane per-soneli, Konya ili merkez sağlık ocakları ve Çumra ilçesi Apa köyünde, 15 yaş üzeri kadın ve erkeklerde boyun paipasyonu ve anket yöntemi ile yapılan bu çalışmada, tiroid hiperplazisi sıklığı rf013.6 olarak bulundu. Kadınların %18,2'sinde, erkeklerin %6.96'sında tiroid hiperplazisi vardı. Konya içme ve kullanma sularında ortalama 12.5 6.25 mcg1L iyot bulunmasına rağmen, bölgemizcle guatr bir sorun olarak görülmektedir. Korunmada iyotlu tuz kullanılmasını önermekteyiz.
Selçuk University Medical Faculty staff and people of some health eenters in Konya (Mevlana, 1 Hasanköy. Aydınlıkevler, Binkonut, Karaaslan and Apa village) were examined by palpation of thyroid gland and a specific questionnaire form. 1190 female and ınale people, who were older than 15 years and were selected by lzaphazard method, were entered the study. Thyroid hyperplasia occurance was found ta be 13.6% in Imal. 18.2% of women and 6.96% of men had thyroid hyperplasia. Although the iodine concentration of drinkingutilizing waters in Konya was 12.5 ± 6.25 mcgIL, thyroid hyperplasia is slill a health problem today. We suggest the iodine salt in prophylaxis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prenatal Tanıda Konya Populasyonuna Ait Üçlü Tarama Testi Sonuçları
Mahmut Selman Yıldırım, Aynur Acar, Hüsamettin Vatansev, Mehmet Cengiz Çolakoğlu, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Prenatal Tanıda Konya Populasyonuna Ait Üçlü Tarama Testi Sonuçları
TrIple Test Of PopulatIon Of Konya In Prenatal DIagnosIs
Bu araştırma Konya ilinde 16-20. gebelik haftalarındaki hamilelerde üçlü tarama testi için bir ortalama median değer (MoM-multiple of median) belirleyip, Down Sendromu ve Nöral Tüp Defektlerinin prenatal olarak tanınmasına yardımcı olmak amacıyla planlandı. Çalışma grubuna dahil edilen tüm gebelerin 16.-20. gebelik haftalarında her üç an al it için maternal serum düzeylerinin median değerleri hesaplandı. Bu değerler yaş ile kombine edilerek bireysel risk değerine ulaşıldı. Sonuç olarak, üçlü testin kolay ve ucuz olması, tüm toplamlarda NTD ve Down sendromu taramasında önemli bir gösterge olması, ayrıca defektlerin saptanması ve gebeliğin devamı hakkında fikir verebilmesi nedeniyle yaygın olarak kullanılması gereken noninvaziv bir test olduğu kanısına varıldı.
Triple test of population of Konya in prenatal diagnosis İn this study, a MoM value were calculated for the triple test at 16-20 weeks of pregnancies. The aim of this investigation was to help diagnosis of Down syndrome and neural tube defect Median levels of these three analyt were calculated for 16-20 weeks of pregnancy These values were combined with age and individual risk values were determined. As a result of this investigation triple test ıs acheupreliable and ımportant tecnique for detection of NTD and Down syndrome and must be used generally.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
Oktay Sarı, Buğra Kaya, Faruk Aksoy, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
A Case Of DIfferantIated ThyroId CarcInoma Not Detected WIth RadIoIodIne Scan, But Detectable WIth Pet/ct
Yüksek tiroglobülin (Tg) düzeyi olan, ancak tüm vücut taramada fizyolojik radyoiyot tutulumu izlenen, FDG PET/BT ile lenf nodu metastazı saptanan tiroidektomili bir olguya yaklaşımı sunmayı amaçladık. Altı yıl önce tiroid kanseri nedeniyle total tiroidektomi yapılıp radyoiyot tedavisi alan, ancak uzun süredir takip edilmeyen 31 yaşındaki kadın hastanın Tg değerinin yüksek olması, ancak tüm vücut radyoiyot taramasının negatif olması nedeniyle PET/BT yapıldı. Boyunda artmış metabolik aktivite gösteren lenf nodlarının tespit edilmesi üzerine minimal invaziv cerrahi ile lenf nodları eksize edildi. Patoloji sonucunun papiller karsinom metastazı gelmesi üzerine radyoaktif iyot tedavisi de uygulandı. Tg’in yüksek olduğu, buna rağmen radyoiyot taramanın negatif olduğu diferansiye tiroid karsinomlu olgularda PET/BT tanıya katkı sağlayabilir.
We aimed to propose a management in a patient with thyroidectomized and high thyroglobulin (Tg) level, but negative radioiodine scan, whose lymph nodes detected with PET/CT. PET/CT was done to a patient, 31 years-old, with thyroidectomized and given radioiodine treatment, but not followed for a long time, for high Tg level and negative radioiodine scan. Metabolically active lymph nodes were detected in the cervical region. So, lymph nodes were excised with minimally invasive surgery. Radioiodine treatment was done because of papillary carcinoma metastasis. PET/CT may contribute to diagnosis in cases of high Tg levels, but negative radioiodine treatment in differentiated thyroid carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğu Döneminde Dkç'nın Tarama Programı Ve Ilgılı Faktörler
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Orhan Büyükbebeci, Ruhuşen Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Süt Çocukluğu Döneminde Dkç'nın Tarama Programı Ve Ilgılı Faktörler
ScreenIng Program For Cdıı And Related Factors In The InfantIle PerIod
Konya'daki beş hastanede, süt çocukluğu dönemindeki (3-24 aylar arasında) 4173 çocuk muayene edilerek bir tarama programı gerçekleştirildi. Bu çalışmanın gayesi DKÇfnın insidansını ve etyoloji ile ilgili faktörleri tespit etmekti. 56 çocukta DKÇ teşhis edildi (insidansı %1.3). Bu gruptaki hastaların 40'1 kız, 16'sı erkek idi. Kız çocuklarda 3 kat fazla sıklıkta görüldü. DKÇ tespit edilen çocukların hiçbiri rnakadi olarak veya sezeryenla doğmamıştı. Teratolojik tipte DKÇ tespit edilmedi. DKÇ ile kunciak uygulanması ve birinci derecedeki akrabalarca DKÇ görülme arasındaki ilişki istatistiki olarak önemli bulundu.
A screening program was perforrned at five hospital in Konya in which 4173 infants (range 3-24 months of age) were eamined. The goal of this study was to detection of incidense and related factors in the etiology of CDH. 56 infants with CDH were found (The incidense was 1.3%). The condition was 3 times more cornmon in girls than in boys (40 girls and 16 boys in this group). There was any infant with CDH who was delivered by ceserian section or breech presentation. Any teratologic CDH was detected. The relation of CDH with a definite family history and the hips were bundled in etension and adduction was found statistically significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
Mustafa Kursat Evrenos, Mehmet Emin Mavili
Araştırma makalesi
Özeti
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of CrItIcal SIze Defect WIth TItanIum Mesh In DevelopIng RabbIt CalvarIum
\r\n Amaç: Gelişen kalvaryum defekt rekonstrüksiyonu hala zorlu bir prosedürdür. Kullanılan materyaller sağlamlık ve koruma sağlamalı; hafif, kimyasal olarak inert, kanserojen olmayan, estetik sonucu arttırmak için kolay şekillenebilir olmalı, manyetik rezonans görüntülemeye izin vermek için demir içermemelidir ve osteokondüktif ve osteojenik olmalıdır. Ayrıca, alloplastik materyal, donör alan morbiditesine yol açmaz ve sınırsız bir tedarik sağlar. İdeal bir implant hala tanımlanmamış olsa da, titanyum meş kabul edilebilir alternatiflerden biridir. Bu çalışmada, titanyum meş implantın gelişen kalvaryumdaki defektlerin rekonstrüksiyonunda kullanılabileceği ve implantın rijid veya semirijid fiksasyonu ile sekonder asimetri deformitesine yol açıp açmadığı değerlendirildi.
\r\n
\r\n Gereç ve Yöntem: 6 haftalık 24 Yeni Zelanda tavşanı ve dört eşit gruba ayrıldı. Birinci grup normal popülasyon grubuydu. İkinci, üçüncü ve dördüncü gruplarda her bir tavşanın pariyetal kemiği üzerinde 15 mm. çaplı kritik boyutlu defekt oluşturuldu. İkinci grup kritik boyutlu defekt için sham grubu olarak belirlendi. Üçüncü grupta defektler 0.3 mm ile kalınlıkta titanyum meşin 4.0 polipropilen sütür ile semirijid olarak fikse edilmesiyle; 4. Grupta ise aynı kalınlıkta titanyum meşin 4 mm. çaplı titanyum vidalarla rijit fiksasyonuyla rekonstrükte edildi. Başlangıçta, tavşan kalvaryumu kraniyal bilgisayarlı tomografi ile tarandı ve üç boyutlu rekonstrüksiyonlar oluşturuldu. Deney, tavşanlar 18 haftalıkken sonlandırıldı. Tüm gruplarda her tavşan için sakrifikasyon ve kraniyal BT taraması yapıldı ve standart fotoğraflar alındı. Uzunluk ölçümleri referans noktalarından gerçekleştirildi ve gruplar arasında karşılaştırmalar yapıldı.
\r\n
\r\n Sonuçlar: 6 haftalık üç boyutlu bilgisayarlı tomografi ölçümlerine göre, grupların dengeli dağıldığı değerlendirildi. 18 haftalık 3D BT ölçümlerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p <0,017). Ayrıca her grupta defekt tarafı ve karşı taraf ölçümlerinde istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p <0.008).
\r\n
\r\n Tartışma: Titanyum meşin, büyüme gösteren kalvaryumda herhangi bir deformiteye neden olmadığını ve meş fiksasyon tekniğinin sonucu değiştirmediğini değerlendirdik. Dolayısıyla pediatrik kalvaryum defektlerinde, otojen kemik grefti ile rekonstrüksiyonun mümkün olmaması durumunda, titanyum meş ile rekonstrüksiyon kabul edilebilir bir seçenek olabilir.
\r\n
\r\n Aim: Defect reconstruction of growing calvarium is still challenging procedure. The materials should provide strength and protection, be lightweight, chemically inert, noncarcinogenic, malleable to enhance aesthetic outcome, nonferrous to allow utilization of magnetic resonance imaging, and osteoconductive and osteogenic. In addition, the benefits of alloplastic material avoid donor site morbidity and provide an unlimited supply. Although an ideal implant is not still defined, titanium mesh is one of the acceptable alternatives. In this study, we evaluated that if titanium mesh implant can be used for reconstruction of defects in growing calvarium and caused a secondary asymetry deformity with rigid or semirigid fixation of implant.
\r\n
\r\n Material and Method: 6 week-old 24 New Zealand rabbits were used and divided into four equal groups. First group was normal population group. 15 mm. diameter critical size defects were created on parietal bone of each rabbit in second, third and fourth groups. Second group was decided as sham group for critical size defect. Defects were reconstructed with 0.6 mm. thickness titanium mesh and fixed with 4.0 polypropylene sutur in the third group as semirigid fixation and with 4 mm. long titanium screws as rigid fixation in the fourth group. At the beginning, rabbit calvarias were scanned with cranial CT and 3D reconstructions were created. Experiment finished when rabbits were 18 weeks old. Sacrifisation and cranial CT scan performed and standart photographs were taken for each rabbit in all groups. The length measurements were performed from reference points and comparisons were made between groups.
\r\n
\r\n Results: According to 6 week 3D CT measurements, groups were well-balanced. According to 18 week 3D CT measurements there was no statistically difference between groups. Also measurements of defective side and opposite side in each group were not different.
\r\n
\r\n Discussion: We evaluated that the titanium mesh did not cause any deformity in growing calvarium and fixation technique of the mesh did not change the result. So in defects of pediatric calvarium, if reconstruction with autogen bone graft is impossible, reconstruction with titanium mesh can be an acceptable choice.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ürolojik Cerrahiye Alınacak Hastalarda Operasyon Öncesi Hbs-Ag, Anti-Hcv Ve Anti-Hıv Pozitiflik Oranlarının Değerlendirilmesi
Tülin Demir, Mustafa Gürkan Yenice, Kubilay Sarıkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Ürolojik Cerrahiye Alınacak Hastalarda Operasyon Öncesi Hbs-Ag, Anti-Hcv Ve Anti-Hıv Pozitiflik Oranlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RatIo Of PosItIvIty Of Hbs-Ag, AntI-Hcv And AntIhIv In PatIents AdmItted To UrologIc Surgery
Kan yolu ile bulaşan HIV, Hepatit B ve C virüs enfeksiyonları özellikle sağlık çalışanları için ciddi bir mesleki risk oluşturmaktadır. Cerrahi girişim öncesinde hastaların serolojik tarama testlerinin araştırılması bulaş riskini azaltmaktadır. Bu çalışmada üroloji kliniğinde yatan ve cerrahi girişim planlanan hastalarda HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV ½ seroprevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır. Mart 2008- Aralık 2010 tarihleri arasında elektif cerrahi için üroloji Kliniği’ne kabul edilen ve cerrahi planlanan hastaların HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV ½ pozitiflik durumları retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya 184’ü (% 70,8) erkek, 76’sı (% 29,2) kadın toplam 260 hasta dahil edildi. Hasta grubunda HBsAg ve Anti-HCV pozitifliği sırasıyla; % 3,1 (n=8) ve % 0,4 (n=1) olarak belirlendi. AntiHIV ½ pozitif hasta ise saptanmadı. HBsAg pozitifliği kadın hasta grubunda daha yüksekti ancak cinsiyet ve HBsAg pozitifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi. Hasta grubumuzda HBsAg ve Anti-HCV pozitiflik oranları ülkemizde daha önceden yapılan diğer çalışmalarla uyumlu şekilde düşük bulunmuştur. Mesleki bulaş riskinin en aza indirilmesi için sağlık personelinin eğitimi, Hepatit B’ye karşı aşılanması, cerrahi işlemler sırasında katı güvenlik önlemlerinin alınmasının yanısıra cerrahiye alınacak hastaların serolojik yönden değerlendirilmeleri de önerilmektedir.
The infections caused by human immun deficiency virus (HIV), Hepatitis B and C virus pose a serious occupational risk for the healthcare workers especially those in emergency service, laboratory and surgery wards. Vaccination and establishment of the strict biosafety procedures are the main principles to prevent bloodborne infections in healthcare workers. Additionally, serological screening of the preoperative patients could decrease the risk for exposure. In this study, we aimed to determine the seroprevalence of HBsAg, AntiHCV, Anti-HIV ½ in preoperative urological surgery patients. A total of 260 patients (184 (%70.8) male, 76 (% 29.2) female were included in the study. HBsAg, anti-HCV and anti-HIV ½ seropositivity of the patients admitted to Urology Clinic for elective surgical procedures between March 2008-December 2010, were evaluated retrospectively. Among all patients included in the study, a total of eight patients- six male, two female- were HBsAg positive and one male patient were positive for Anti-HCV. Anti-HIV ½ positivity was not detected. The seroprevalence of HBsAg and Anti-HCV were; 3.1% (n=8) and 0.4% (n=1), respectively in patient group. Although statistically significant relationship was not detected, HBsAg positivity rate was higher in male patients than female patient group. HBsAg and Anti-HCV seropositivity rates in our study group showed concordance with the low rates reported previously in our country. Besides educational programmes to healthcare workers about bloodborne diseases, vaccination against hepatitis B, implementation of strict biosafety precautions during surgery process considering any patients as potential carriers, preoperative serological screening of the patients should be useful to reduce the risk of occupational exposure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematürite Retinopatisi: Güncel Yaklaşım Ve Yeni Açılımlar
Hürkan Kerimoğlu, Banu Turgut Öztürk, Rahmi Örs
Derleme
Özeti
Prematürite Retinopatisi: Güncel Yaklaşım Ve Yeni Açılımlar
RetInopathy Of PrematurIty: Current UnderstandIng And Future Prospects
Prematurite Retinopatisi kör edici potansiyele sahip bir hastalıktır. Dünyanın yenidoğan yoğun bakım hizmeti sunulan bölgelerinde çocuk körlüklerinin başta gelen sebebi olmaya devam etmektedir. Bu derlemedeki amacımız güncel bilgiler ışığında PR tarama ve tedavisindeki yenilikleri değerlendirmektir. Yenidoğan yoğun bakım unitelerinin yaygınlaşması daha fazla sayıda ve daha immatür bebeklerin yaşatılmasına olanak sağlamaktadır. Bu da taranması gereken prematür infant sayısını ve tedavi edilmesi gereken göz sayısını artırmaktadır. Bugüne kadar muayeneyi deneyimli bir göz hekiminin hasta başında binoküler indirekt oftalmoskop ile yapması gerekliliği savunulurken artık çekilen renkli dijital fotoğrafların belirli merkezlerde göz hekimleri tarafından değerlendirilebileceği tartışılmaktadır. Tedavi cephesinde ise daha destrüktif olan kriyoterapi ve laser tedavisi yerine göz içine bir defa enjekte edilecek anti-anjiyojenik ilaçların kullanıma girmesi mümkün görünmektedir. Yaşanan teknolojik ve medikal gelişmeler prematürite retinopatisinin tarama ve tadavi şemalarında yakın zamanda köklü değişiklikler yapabilir.
Retinopathy of prematurity (ROP) is a potentially blinding disease. ROP continues to be a leading cause of blindness of newborn in areas of the world that provide neonatal intensive care services to premature newborns. The aim of this review is to evaluate the new technical improvements and treatment modalities under current data. Increased number of Newborn Intensive Care Units leads to survive of incerased number of immature babies which in turn leads to increased number of premature infants to be screened and eyes to be treated. Although the current gold standart of screening method is examination by an experienced opthalmolog with binocular indirect ophthalmoscopy, a new debate arose that claims digital retinal photographs may be taken and evaluated in the remote reading centers by experienced ophthalmologists. On the other hand intravitreal injection of single dose of anti-VEGF may replace the more destructive cryotherapy and laser at the treatment aspect. Recent technical and medical improvements may induce major changes at the screening and treatment protocols of PR.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperbilîrubinemi Nedeniyle Tedavi Olan Vakalarda Nörolojik Gelişme Ve Odyolojik Muayene Sonuçları
Osman Başpınar, Bilge Kutluhan Aksu, Güner Karatekin, Asiye Nuhoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperbilîrubinemi Nedeniyle Tedavi Olan Vakalarda Nörolojik Gelişme Ve Odyolojik Muayene Sonuçları
NeurologIc Development And OdyometrIc FIndIng At The TherapIed Neonatal HyperbIlIrubInemIa
Klasik bilirubin toksisitesi olan kernikterus tablosunun ağırlığına karşın bazı vakalarda tek beşına mevcut olabilen ince nörolojik defisitler, hastalığın geniş bir yelpaze şeklinde bulgu verdiğini düşündürür. Çalışmamıza hiperbiliru- binemi nedeni ile yenidoğan döneminde tedavi olmuş 159 hasta, (%61.1 erkek, %38.9 kız, ortalama yaş 24.6+13.11 ay, ortalama pik bilirubin değerleri 20.07±4.85 mg/dl) alındı. Total bilirubin (Tb), 15 - 19.9 mg/dl olan 97 hasta grup I; Tb, 20-24.9 mg/dl olan 41 hasta grup II; Tb, 25-29.9 mg/dl olan 15 hasta grup III; Tb > 30 mg/dl olan altı hasta grup IV olmak üzere hastalar dört gruba ayrıldı. Hastaların hepsine Denver Gelişimsel Tarama Testi ve 46’sına da odiyogram uygulandı. Belirlenen nörolojik anomalilerin bilirubin düzeyleri ile uyumlu gittiği görülme sine rağmen, daha düşük derecedeki bilirubin değerlerinde de problem olduğu görüldü. Asyalı çocuklarda ikter tedavisi halen sorunlu bir konudur ve toksik bilirubin düzeylerini belirlemek üzere başka çalışmalar yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Classic kernicterus or the neurotoxicity of neonatal hyperbilirubinemia is known well, but the pathological jaundice may show itself vary different subtle neurological dysfunction at the some patients. 159 patients male 61.1 %, female 38.9 %, mean age, 24.6±13.11 months, peak bilirubin levels 20.07±4.85 mg/dl uho had therapied neona tal hyperbilirubinemia were studied. Newborns with serum total bilirubin levels of 15a-19.9 mg/dl in 97 patients (group I), 20-24.9 mg/dl in 41 patients (group II), 25-29.9 mg/dl in 15 patients (group III), and > 30 mg/dl in six patients (group IV) were accepted. V/e performed Denver Test ali patients and performed odiogram test 46 patients. We determined that subtle neurological abnormalities and high bilirubin levels correlate each other. However, we showed that group I and II had some problematic findings lesser degree than group III and IV. Management of jaundice in the Asian nevvborn is stili problematic and we need a lot of studies about toxic biliru bin levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Işıl Yurdaışık
Araştırma makalesi
Özeti
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The EffIcacy Of Computed Tomography AngIography In BraIn Death
Amaç: Beyin ölümü, beyin sapı dahil olmak üzere beynin bütün fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz bir şekilde kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü tanısında kullanılan üç esas bulgu koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apnedir. Organ nakli bekleyen hastaların sayısındaki artış ile birlikte beyin ölümü tanısı daha da önemli bir hal almıştır. Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi anjiyografinin (BTA) beyin ölümü tanısındaki etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2015 ile Haziran 2018 arasında hastanemizin yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 21 hastanın beyin ölümünün gerçekleştiği klinik olarak bildirilmiştir. Bu hastalardan birine manyetik rezonans anjiyografi (MRA) uygulandığı için çalışma dışı bırakılmıştır. Geriye kalan ve BTA sonuçları mevcut olan toplam 20 hastanın bulguları retrospektif olarak yeniden değerlendirilmiştir. Hastaların yaşları 25 - 75 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 45±1 yıldır.
BTA değerlendirmeleri 64 dedektör sıralı, döngü başına 128 kesit alan ve 384 kesite kadar yükseltilebilen bir cihaz ile yapılmıştır. 100 ml kontrast madde, çift başlı bir otomatik pompa ile 350-375 mg/ml olacak şekilde 3.5-4 cc/sn hızında verilmiştir. Kontrast madde vermeye başlandıktan sonra ilgili bölge (ROI) eşik değer olan 90-100 HU’ya ulaşınca aksiyel planda 15-20 sn aralığında tarama yapılmıştır. BTA bulguları 10 puanlı skala üzerinden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan ve BTA uygulanan 20 hastanın ölüm nedenleri olarak sekiz hastada intrakranyal hemoraji, dört hastada iskemik serebrovasküler olay (SVO), üç hastada kraniotomi sonrası hemoraji, iki hastada kardiyak arrest, bir hastada travma sonrası kontüzyo serebri ve iki hastada metabolik nedenler olarak bildirilmiştir.
Toplam 20 hastada ACA, PCA, MCA distal ve ICA supraklinoid dallarında kontrast dolumu “0” iken, 8 hastada ise MCA proksimal dallarında kontrast dolumu saptanmıştır. İki hastada tek taraflı ACA proksimalinde şüpheli bir kontrast dolumu belirlenmiştir. Intrakraniyal dalların her birindeki opasifikasyon kaybına 1 puan verilmiştir. Buna göre 20 hastanın tümü toplam 10 puan almıştır.
Sonuç: Organ nakilleri için yasalarla gerekliliği belirlenmiş beyin ölümü tanısı için BTA’nın etkin ve geçerli bir doğrulayıcı yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: Brain death is defined as the complete and irreversible loss of all brain functions including the brain stem. Three major findings used for the diagnosis of brain death are coma, absence of the brain stem reflexes and apnea. The diagnosis of brain death has become more important with the increasing number of patients waiting for transplantation. The objective of this study was to determine the efficacy of computed tomography angiography in confirming brain death.
Material & Methods: Clinical brain death was reported in total 21 patients hospitalized in critical care unit of our hospital between October 2015 and June 2018. One of these patients was excluded since he underwent magnetic resonance angiography. CTA findings of the remaining patients were retrospectively evaluated. Patients were aged between 25 and 75 years with a mean age of 45 ± 1 years. CTA evaluations were performed using a 64 detector device. 100 mL contrast agent was delivered with a double head automated pump at a rate of 3.5 – 4 cc/sec as 350-375 mg/mL. When the region of interest reached to 90-100 HU cut off value, the images were acquired at 15-20 sec intervals on the axial plan. CTA findings were interpreted using 10- point scale.
Results: Causes of death were reported as intracranial hemorrhage in eight patients, ischemic cerebrovascular events in four patients, hemorrhage after craniotomy in three patients, cardiac arrest in two patients, post-traumatic contusio cerebri in one patient, and metabolic reasons in two patients.
Contrast filling was “0” in the ACA, PCA, MCA distal, and ICA supraclinoid branches of all 20 patients. Suspected contrast filling was found in MCA proximal in eight patients and unilateral ACA proximal in two patients. Each loss of opacification in the intracranial brancges was scored as 1 point. Accordingly, all patients were scored as 10 points.
Conclusion: According to our results, CTA is an effective and sensitive method for the diagnosis of brain death which is obligated by regulations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailesel Yatkınlık Gosteren Rektal Prolapsus (vaka Takdımı)
Alaaddin Dilsiz, Engin Günel, Lütfi Dağdönderen
Araştırma makalesi
Özeti
Ailesel Yatkınlık Gosteren Rektal Prolapsus (vaka Takdımı)
Rectal Prolapsus Related To FamIlIal In-HerItance(case Report)
Rektal prolapsus; rektal mukozanin bazan de trim duvartnin aniisten dreart dogru &Mere* sark-masidtr. cocuklarda nadir rastlanan ye genellikle kendiliginden hastaltk olarak bi-linmektedir. Rektal prolapsusun etiyolojisi ye in-sidanst tam olarak bilinmemekle beraber haze pre-dispoze faktorler bildirilmektedir. Bu makalede babas,, halasi ye dedesinde rektal prolapsus oykiisii bulunan. 5 ye 8 yaVartndaki iki erkek kardq su-nulmultur. Aile taramasinda prolapsusa neden ola-hile•ek predispoze factor saptanamamtpr. Li-teratiir incelendiginde ailesel yatkinlik ye gecii hakkinda yeterli hilgi mevcut degildir.
Herniation of the rectal mucosa, sometimes whole rectal wall, from anus is known as rectal pro-lapse. In this report, we presented 5 and 8 year-old brothers whose father. aunt, and grandfather had rectal prolapse during their childhood. There is no predisposing factor causing prolapse in their family investigation. There is not enough knowledge about inheritance of rectal prolapse in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Is Maternal Iron Deficiency Anemia Associated With Hearing Loss In Healthy Newborns?
And Yavuz, Betül Yakıştıran, Mehmet Fatih Karslı
Araştırma makalesi
Özeti
Is Maternal Iron Deficiency Anemia Associated With Hearing Loss In Healthy Newborns?
Maternal DemIr EksIklIğInIn Sağlıklı YenIdoğanlarda IşItme Kaybıyla IlIşkIsI Var Mıdır?
Amaç: Bu çalışmada, sensorinöral işitme kaybı için maternal anemi dışında bir riski olmayan yenidoğanlarda işitme tarama test sonuçlarını araştırmak amaçlanmıştır.
Method: Retrospektif kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya 6578 kadın dahil edildi. 37. Gebelik haftasından sonra doğum yapan ve demir eksikliği anemisi dışında işitme kaybı oluşturabilecek ek hastalığı olmayan gebeler dahil edildi. Bu gebelerin yenidoğanlarının doğum özellikleri ve maternal demografik özellikleri ve işitme tarama testi sonuçları kaydedildi.
Bulgu: 174 yenidoğanın ikinci düzey işitme tarama testi pozitif çıktı. Üçüncü basamak işitme değerlendirmesi 25 (%0,38) yenidoğan için işitme kaybı tespit edildi. Bunlardan 17 (%0,25) annesinde anemi saptanırken, 8’inde anemi saptanmadı (p:0,001).
Sonuç: Demirin myelinizasyon üzerine etkisini bilmek ve bu çocukların ilerdeki yaşamlarında davranışsal ve akademik problemlerle karşılaşabilmesi işitme fonksiyonlarına bağlıdır.
Objectives: In this study, the results of hearing screening tests were compared to explore the effects of iron deficiency anemia (IDA) on hearing in newborns whose mothers have IDA and who do not have any known risk factor for sensorineural hearing loss.
Methods: This retrospective cross-sectional study. The study included 6578 healthy neonates born to mothers who were beyond their gestational week 37, and who themselves or their family did not have hearing loss or any comorbid disease other than iron deficiency anemia. The participating neonates’ birth characteristics and the maternal demographic characteristics, auditory brainstem response (ABR) results were obtained from the hospital database.
Results: A positive result was obtained from the second level hearing test in 174 newborns. An idiopathic hearing loss was detected in 25 (0.38%) newborns during their third line of hearing assessment. While anemia was present in the mothers of 17 (0.25%) newborns, no anemia was found in the mothers of 8 (0.12%) newborns (p:0,001).
Conclusions: Knowing the impact of iron on myelination, and therefore, on hearing function is important to prevent any academic and behavioral problems that can be faced by these newborns in their future lives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkin Yoğun Bakım Ünitelerinde Santral Kateter İlişkili Kan Dolaşımı Enfeksiyonlarının Önlenmesi: Sistematik Derleme
Aysun Acun, Nurcan Çalışkan
Derleme
Özeti
Yetişkin Yoğun Bakım Ünitelerinde Santral Kateter İlişkili Kan Dolaşımı Enfeksiyonlarının Önlenmesi: Sistematik Derleme
PreventIon Of Central LIne-AssocIated Bloodstream InfectIon In Adult IntensIve Care UnIts: A SystematIc RevIew
Bu derlemenin amacı, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemeye yönelik yapılan ve yayınlanan
müdahale çalışmalarının sistematik olarak incelenmesidir. Bu çalışmada anahtar kelime olarak “Preventing
CLABSI infections” (Central Line-associated Bloodstream Infection=CLABSI) kullanılarak MEDLINE, CINAHL
COCHRANE Library ve PUBMED veri tabanları taranmıştır. 1 Ocak 2016-10 Kasım 2020 tarihleri arasında
uluslararası dergilerde yayınlanan çalışmalar değerlendirilmiş olup, yapılan tarama sonucunda 99 yayına
ulaşılmıştır. Dahil edilme/çıkarılma kriterleri doğrultusunda yedi çalışma derleme kapsamına alınmıştır. İncelenen
çalışmaların sonucunda, el hijyeni, kateter yerleştirilmesi sırasında maksimum bariyer önlemlerine uyulması,
%2’lik klorheksidin ile cilt antisepsisi, uygun pansuman uygulaması, femoral venden kaçınma ve günlük kateter
gerekliliğinin sorgulanması gibi kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin uygun yöntemler aracılığıyla
uygulanmasının santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemede etkin olduğu saptanmıştır. Bu
sistematik derlemenin sonucunda, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu insidansının düşürülmesi için
kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin özellikle yetişkin yoğun bakım ünitelerinde uygun yöntemler eşliğinde
uygulanmaya devam edilmesinin gerekliliği saptanmıştır.
The purpose of this review is to systematically review the intervention studies conducted and published to
prevent central catheter-related bloodstream infections. In this study, MEDLINE, CINAHL COCHRANE Library
and PUBMED databases were searched using “Preventing CLABSI infections” (Central Line-associated
Bloodstream Infection = CLABSI) as a keyword. Studies published in international journals between January
1, 2016 and November 10, 2020 were evaluated, and 99 publications were reached as a result of the search.
Seven studies were included in the scope of the review in line with the inclusion / exclusion criteria. As a
result of the investigated studies, the application of evidence-based infection control measures such as
hand hygiene, adherence to maximum barrier precautions during catheter insertion, skin antisepsis with 2%
chlorhexidine, appropriate dressing, avoiding the femoral vein and questioning the need for daily catheters
through appropriate methods It has been found to be effective in preventing associated bloodstream infections.
As a result of this systematic review, it was determined that evidence-based infection control measures
should be continued to be applied in adult intensive care units, especially in adult intensive care units, in order
to reduce the incidence of central catheter-associated bloodstr eam infections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta