Fonksiyonel Karın Ağrısı Olan Çocukların Yaşam Kaliteleri Ve Psikiyatrik Özellikleri
Mahmut Abuhandan, Hasan Kandemir, Cemil Kaya, Bülent Güzel, İbrahim Fatih Karababa, Bülent Koca, Muazzez Çevik
Araştırma makalesi
Özeti
Fonksiyonel Karın Ağrısı Olan Çocukların Yaşam Kaliteleri Ve Psikiyatrik Özellikleri
QualIty Of LIfe And PsychIatrIc PropertIes In ChIldren WIth FunctIonal
abdomInal PaIn
Bu çalışmada fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve ergenlerde,
rahatsızlığın yaşam kalitesi ve psikiyatrik belirtileri üzerine etkisinin
değerlendirilmesi amaçlandı. Roma III kriterlerine göre fonksiyonel
karın ağrısı tanısı alan 30 hasta ile birlikte yaş ve cinsiyetleri eşleşmiş
30 sağlam çocuk kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Gruplara,
Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocuklar için DurumlukSüreklilik
Kaygı Ölçeği (ÇDSKÖ) ve Çocuklar için yaşam kalitesi
ölçeklerinin Ebeveyn ve Çocuk formları (ÇİYKÖ-E ve C) uygulandı.
Fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve ergenlerin yaşam kalitesi
tüm ölçek puanları, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı
derecede düşük bulundu (p<0.001). Fonksiyonel karın ağrısı olan
çocuk ve ergenler için yaşam kalitesi ebeveyn açısından tüm ölçek
puanları, kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede
düşük bulundu (p<0.001). Fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve
ergenlerin çocuklar için depresyon ölçeği, çocuklar için süreklilik
kaygı ölçeği ve çocuklar için durumluluk kaygı ölçeği puanları, kontrol
grubun göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p
değerleri sırasıyla p<0.001, p=0.003, p=0.001). Fonksiyonel karın
ağrısı olan çocukların, kontrol gruplarına göre yaşam kalitesinde
azalma, sürekli kaygı içinde oldukları ve depresyona meyil oldukları
tespit edildi.
In this study, it was aimed to evaluate the effects of functional
abdominal pain and psychiatric signs on life quality in childrens and
adolescents. 30 patients diagnosed with functional abdominal pain
according to Roma III criterias and 30 healthy children as control
group matched of age and gender were included in the study. Child
Depression Inventory (CDI), State-Trait Anxiety Inventories for
Children (STAI-C) and Pediatric Quality of Life Inventory Parent
and Child Versions (PedQL-P and C) were applied to both patient
and control groups. All scale scores of life quality of childrens
and adolescents with functional abdominal pain were statisticaly
significance lower than control group (p<0.001). All the score of
life quality in terms of parents of childrens and adolescents with
functional abdominal pain were statisticaly significance lower than
control group (p<0.001). Depression scale, trait anxiety inventory
and state anxiety scores for children and adolescents with functional
abdominal pain were statisticaly significance higher than control
group (p<0.001, p=0.003, p=0.001, respectively). When compared
to control group, lower life quality scale scores , increased anxiety
levels tendency to depression and generally decreased life quality
status were determined in functional abdominal pain group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün, Tahir Kemal Şahin, Gamze Sarkılar, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Factors EffectIng PreoperatIve Fear And Worry
Bu çalışmanın amacı; preoperatif dönemde hastaların anestezi ve cerrahi girişim hakkında korku, endişe ve anksiyeteleri ile, bilgi edinme isteklerini bir anket yardımı ile değerlendirmek ve anksiyetelerinin şiddetini görsel analog skala (VAS) kullanarak ölçmeye çalışmaktı. Beşyüz otuz altı hasta (>19 yaş) bir anket kullanılarak endişeleri, korkuları ve bilgi istemleri hakkında sorgulandılar. Yanıtların istatistiksel analizi kikare ve korelasyon testleri kullanılarak yapıldı ve p<0.05 anlamlı kabul edildi. Daha az eğitimli hastaların cerrahi hakkındaki korkuları daha fazlaydı (p<0.05). Eğitim düzeyi arttıkça bilgi istemi arttı (p=0.007). Kadınlar anestezi ve cerrahiden erkek lere göre daha fazla korkuyordu (p=0.0001). Erkekler lokal anesteziyi kadınlara oranla daha fazla tercih ediyorlardı (p=0.00165). Gelir arttıkça korku ve bilgi istemi de artıyordu (p=0.01). VAS skorları kadın hastalarda, okuma yazma bilmeyenler ile ilkokul mezunlarında ve daha önce cerrahi ve anestezi deneyimi olmayan hastalarda daha fazlaydı (p<0.05) Gelir düzeyinin ve bilgi isteminin artması veya azalması ile VAS skorları arasında bir korelasyon yoktu (p>0.05). Anket uygulanan hastaların tümünün değil de yalnızca bir bölümünün anesteziden ve cerrahiden korktuğu ve bilgi istediği sonucuna varıldı Bu hastaların anestezinin ve cerrahinin sonuçları hakkında bil gilendirilmesi korku ve endişelerinin giderilmesinde faydalı olabilir. VAS skorları ile anket yöntemi ile elde edilen sonuçlar arasında pozitif korelasyon gözlenmesi, preoperatif anksiyetenin ölçümünde VAS skorlamasından yarar lanabileceğimizi düşündürdü.
The purpose of this study was to evaluate the fear, vvorry and axieties of patients about anesthesia and surgery preoperatively by using a questionaire, and to measure their anxiety by using visual analogue scale (VAS). Five hundred and thirty six patients (>19 yr of age) were questioned about their worries, fears and request of Infor mation by means of a questionaire. The ansvvers were analysed with chi-square and correlation tests and p<0.05 was considered as significant. Fear from surgery was higher in the less educated patients (p<0.05). VVomen feared from anesthesia and surgery more than men (p=0.0001). Men prefered local anesthesia more than vvomen (p=0.00165). Fear and request of Information increased with increased income (p=0.01). VAS scores vvere high er in vvomen, illeterate and primary school graduates, and patients vvithout previous surgical or anesthesia expe- rience (p<0.05). No correlation was present betvveen VAS scores and income or increase or decrease of Informa tion requests (p>0.05). İt was concluded that not ali but some patients feared of surgery or anesthesia or vvanted Information. Informing these patients on the consequences of anesthesia and surgery may be usefull in alleviating their fears or vvorries. Positive correlation betvveen the results of the questionaire and VAS scores, leads us to con- sider that VAS scores may be usefull for measuring preoperative anxiety.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
A TrIchotIllomanIc Who BelIeves HaIr Loss
Trikotillomani, tekrarlayan kronik saç yolmalarla karakterize, sıklıkla beraberinde eştanılı durumlarla ilişkili bir dürtü denetim bozukluğudur. Olguların çoğunluğunda trikotillomani sonucu saçlı deride tam ya da kısmi alopesi oluşur. Erişkinlerde genellikle trikotillomani ile birlikte psikiyatrik eştanı çok yaygın görülmektedir. En sık affektif bozukluklar, anksiyete bozuklukları, bağımlılık bozuklukları birliktelik gösterir. Trikotillomaninin etkisi oldukça geniş ve ciddi olabilir. Kişiler arası ilişkiler üzerine olan olumsuz etkileri olduğu gibi toplumdan, sosyal aktivitelerden kaçınmaya neden olabilecek çok sayıda olumsuz etkileri vardır. Tedavi genellikle psikiyatrist ve dermatologların ortak katılımı ile olur. Bu yazıda alopesia totalisi olan ve yıllarca sadece dermatolojiye başvuran ve sonucunda tedavi olamadığına inanan genç bir bayan olgu sunulmuştur. Bu olgu saç yolma davranışını yıllarca gizlemesi ve sonucunda depresyon kliniği ile prezente olması ve uzun süre trikotillomaninin yaşam kalitesini nasıl bozduğuna yönelik iyi bir örnek olduğu düşünülerek hazırlanmıştır.
Trichotillomania characterized by recurrent chronic hair pulling is an impulse control disorder which is associated with comorbid conditions. In most cases trichotillomania results in a total or partial scalp alopecia. The psychiatric comorbidity is usually seen with trichotillomania in adults. The most common psychiatric comorbidities are affective disorders, anxiety disorders, addiction disorders. The effect of trichotillomania can be quite large and serious. It has many negative effects such as either on relationships between people or causing avoid social activities. The treatment of trichotillomania usually involves participation of both psychiatrists and dermatologists. In this article, a case of a young female patient, who has applied only dermatology policlinic for many years with diagnosis of alopesia totalis and not believing being treated in result, is presented. This case has been prepared as a good example of that trichotillomania causes the depresion and the decrease on the quality of life.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
Safiye Seçil Akgün Çalışkanyürek, Duygu İlke Yıldırım, İkbal İnanlı
Araştırma makalesi
Özeti
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
The Effect Of Mental Status Of Mothers Aged 18-49 Years On AttItude To BreastfeedIng
Amaç: Son yıllarda anne sütü ve emzirme kadar kıymetli olan bir diğer husus da doğum sonrası lohusa
annelerin ruhsal durumudur. Çalışmanın amacı 18-49 yaş arası lohusaların doğum sonrası depresyon ve
anksiyete düzeylerinin emzirme tutumuna olan etkisini değerlend irmektir.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma 1 Şubat 2021 ile 1 Ağustos 2021 tarihleri arasında Aile sağlığı
merkezlerine kayıtlı olan lohusa ve yeni doğan aşısı için başvuran 18 yaş üstü, gebelik öncesi veya
gebelik döneminde psikiyatrik hastalığı olmayan 243 katılımcı i le yapılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim düzeylerinin, anne sütünün gerekliliğinin, emzirme bilgi düzeyinin ve emzirme
süresinin emzirme tutum düzeylerini etkilediği görülmüştür. Doğum haftalarına göre emzirme tutumlarını
incelediğimizde, 32 hafta öncesi doğum yapan katılımcıların emzirme tutumlarının 36 hafta ve üzerinde
doğum yapanlara kıyasla daha yüksek düzeyde olduğu görüldü (p=0,001).
Sonuç: Emzirme tutum düzeylerine etki eden en önemli değişkenin durumluk kaygı olduğu görülmüştür.
Durumluk kaygısı ve doğum sonrası depresyon düzeyi konusunda destek alan kadınların emzirme tutum
düzeyleri daha iyi olacağı için bu konu ilgili anneler ile iletişimin artırılmasının anne ve bebek sağlığını
olumlu yönde etkileyeceği söylenebilir .
Aim: Another issue that is as important as breast milk and breastfeeding today is the mental health of
postpartum mothers. The aim of the study is to evaluate the effect of postpartum depression and anxiety
levels of puerperant women aged 18-49 on breastfeeding attitude s.
Patients and Methods: This study was conducted with 243 participants over the age of 18, who did
not have any psychiatric disease before or during pregnancy, who applied for puerperal and newborn
vaccination between February 1, 2021 and August 1, 2021, registered to the central family health centers.
Results: It was observed that women's education, necessity of breast milk, breastfeeding knowledge
level and breastfeeding duration affected their breastfeeding attitude levels. When we examined the
breastfeeding attitudes according to the weeks of birth, it was seen that the breastfeeding attitudes of
the participants who gave birth before 32 weeks were at a higher level than those who gave birth at 36
weeks or more (p=0.001).
Conclusion: It is evaluated in terms of the state of the optimizable how it affects the views according to
the results. In the field of education, which receives support in state anxiety and postpartum appearance,
it can be played that the body will affect the mother and baby positively, regarding the communication in
this regard, for better general appearance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanser Hastalarında Psııkwatrık Semptom Dagılımı
Betül Altuğ, Nazmiye Kaya, Şamil Ecirli, Seyhan Dura, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Kanser Hastalarında Psııkwatrık Semptom Dagılımı
PsychIatrIc Symptom VarIety In Cancer PatIents
Bu calışma 1995 yilmda SUTF Ic Hastaltklart ye Psikiyatri Kliniklerince ortak olarak yaptIdt. Hastaltklart Klinikince kanser tants: konmu,s ye takip edilen 64 hasta caliFmaya aim& Hastalara SCL-90-R uygulandt. Olgularm %21.9 (14 olgu)' unda Genet Semptom Ortalamast > I, %34.4 (22 olgu)'unde somatizasyon belirtileri, %45.3 (29 olgu)'iinde obsesif kompulsif belirtiler, %43.8 (28 olgu)'inde depresif belirtiler, %26.6 (17 olgu)'sinda anksiyete belirtileri bulundu. Bulgular literati& bilgileri ışığında tartışıldı.
This study was carried out together by department of internal medicine and department of psychiatry in Selcuk University Medical School in 1995. 64 cancer patients diagnosed and followed up in internal me-dicine department were assessed and SCL-90-R was performed to the patients in this study. In 21.9% of the patients (14 patients) GSI> I. 34.4% the patients in this study (22 patients) had signs of somatisation, 45.3% (19 patients) had signs of depression and 26.6% (17patients) had signs of anxiety. Findings were discussed in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Bir Grup Çocukta Anksiyete Bozukluklarının Görülme Sıklığı
Ayhan Bilgiç
Araştırma makalesi
Özeti
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Bir Grup Çocukta Anksiyete Bozukluklarının Görülme Sıklığı
The Frequency Of AnxIety DIsorders In A Group Of ChIldren WIth AttentIon DefIcIt HyperactIvIty DIsorder
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı konulan bir klinik örneklemde anksiyete bozuklukları eştanılarının görülme sıklığı ve bu eştanıların diğer klinik değişkenler ile ilişkisi incelenmiştir. DEHB tanısı yeni konulmuş olan 6 ile 18 yaş aralığındaki toplam 66 çocuk çalışmaya alındı. DEHB ve anksiyete bozuklukları tanılarının konulmasında ve DEHB alt tiplerinin belirlenmesinde Okul Çağı (6-18 Yaş) Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu kullanıldı. Mental retardasyonu bulunan olguların dışlanması için Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği –Geliştirilmiş Formu uygulandı. Kırk sekiz (%72.7) olgu DEHB bileşik tip, 10 (%15.2) olgu DEHB dikkat eksikliği önde giden tip, 8 olgu (%12.1) DEHB hiperaktivite-impulsivite önde giden tip tanısı aldı. DEHB’li çocukların yirmi altısında (%39.4) en az bir anksiyete bozukluğu eştanısı bulunmaktaydı. Olguların %21.2 (n=14)’sinde sosyal anksiyete bozukluğu, %16.7 (n:11)’sinde ayrılık anksiyetesi bozukluğu, %9.1 (n:6)’inde obsesif kompulsif bozukluk, %4.5 (n:3)’inde yaygın anksiyete bozukluğu, %4.5 (n:3)’inde panik bozukluğu bulunmaktaydı. Obsesif kompulsif bozukluk görülme sıklığı DEHB hiperaktivite-impulsivite önde giden tipte diğer alt tiplere göre anlamlı düzeyde daha fazla idi. DEHB olgularında anksiyete bozukluğu eştanıların varlığının klinik değerlendirme ve tedavi süreci üzerine olan etkileri tartışılmıştır.
Frequency of comorbid anxiety disorders and their relations to other clinical variables were examined in a clinical sample with diagnosis of attention deficit hyperactivity disorder (ADHD). The sample consisted of 66 newly diagnosed children with ADHD aged 6 to 18 years. Diagnosis of the ADHD and anxiety disorders and definition of ADHD subgroups were determined according to DSM IV criteria by using Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged Children Lifetime Version. Weschler Intelligence Scale for Children-Revised was applied to exclude the children with mental retardation. Forthy eight (72.7%) subjects were diagnosed with combined type ADHD, 10 (15.2%) were predominantly inattentive type and 8 (12.1%) were predominantly hyperactivity-impulsive type. Twenty six (39.4%) children with ADHD had at least one comorbid anxiety disorders. Social anxiety disorder was detected in 21.2 % (n:14), seperation anxiety disorder in 16.7 % (n:11), obsessive compulsive disorder in 9.1 % (n:6), generalized anxiety disorder in 4.5 % (n:3) and panic disorder in 4.5% (n:3) of the cases. The frequency of obsessive compulsive disorder was statistically higher in the hyperactive-impulsive subgroups of ADHD compared to others. The impact of comorbid diagnoses of anxiety disorders on clinical evaluation and treatment method in ADHD cases was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Recep Dursun, Özgül Bike Yücalan
Araştırma makalesi
Özeti
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Assesment Of The AnxIety And DepressIon Levels Of The UnIversIty Students Who ApplIed To The Dermatology OutpatIent Department In MedIcal Center
Amaç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyon düzeylerinin, diğer polikliniklere başvuran ve hastalık tanısı alan üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması amaçlandı. Ayrıca bu her iki grubun anksiyete ve depresyon düzeylerinin, herhangi bir fiziksel rahatsızlığı olmayan sağlıklı (kontrol grubu) üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Medikososyal Dermatoloji polikliniğine başvuran 451 üniversite öğrencisi hastaya, dermatoloji polikliniği dışında kalan diğer polikliniklere (psikiyatri polikliniği hariç) başvuran 155 üniversite öğrencisi hastaya ve fiziksel herhangi herhangi bir şikayeti olmayan 152 üniversite öğrencisine (kontrol grubu) Hastane Anksiyete ve Depresyon (HAD) testi uyguladık. Test sonrası ortaya çıkan toplam puanlara göre grupların anksiyete ve depresyon düzeyleri ortaya çıkarıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilerek gruplar arasında anksiyete ve depresyon yönünden anlamlı fark olup olmadığı araştırıldı. Bulgular: Yapılan çalışmada; dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyonları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyonları arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Sonuç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri oldukça yüksek bulunmuştur. Bu bakımdan poliklinik doktorları hastalarının psikolojik durumlarını da dikkate almalıdır.
Aim: This study aimed to compare the anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department with anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the other outpatient departments. Furthermore, anxiety and depression levels of these two groups, were compared to anxiety and depression levels of the university students (control group) who were healthy and had no physical problems. Material and method: We applied the Hospital Anxiety and Depression (HAD)scale to 451 university students who came to dermatology outpatient department and 155 university students who came to the other outpatient departments (except fort he apply to the pyschiatry outpatient department) in the Health Center of the Selcuk University and 152 university students of control group, who were selected randomly in Selcuk University. The anxiety and depression levels of these three groups were established according to the total points of the anxiety and depression subscale of the HAD scale. The results were statistically assessed and examined whether there were significant differences between the groups. Results: In this study, anxiety and depression levels of the university student outpatient who applied to the dermatology and other outpatient department were found higher than anxiety and depression levels of the control group. The difference of anxiety and depression levels between the university students who applied to the dermatology and other outpatient departments were not significant. Conclusion: The anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department were found to be high. So the outpatient department doctors must take psychologic situations of their patiets into consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
Handan Eren, Mahinur Durmuş İskender
Olgu sunumu
Özeti
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
NursIng Care AccordIng To Roy AdaptatIon Model In A PatIent WIth Chemotherapy Treated GastrIc Cancer
\r\n Mide kanseri sık görülen kanserler arasındadır ve kemoterapi tedavi planı arasında yer almaktadır. Birçok sistemi etkileyen bu tedavi yönteminde bireyin ve çevresinin bu sürece uyumu önemlidir. Bu uyumu artırmak amacıyla makalede Roy Adaptasyon Modeli’ne göre ilk kemoterapi kürünü almaya gelen mide kanserli hastaya verilen hemşirelik bakım süreci anlatılmıştır. Hastadan izin alınarak elde edilen veriler doğrultusunda hastaya; fiziksel harekette bozulma, anksiyete, kemoterapi tedavi sürecine yönelik bilgi eksikliği, bireysel baş etmede yetersizlik, aile içi süreçlerde güçlenmeye hazır oluş hemşirelik tanıları konulmuş, uygun hemşirelik girişimleri yapılmıştır. Modelin kemoterapi tedavisi alan hastalarda kullanılabilir olduğu düşünülmüştür.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Gastric cancer is among the common cancers and chemotherapy is among the treatment plan. Chemotherapy affects many systems, it is important for the individual and her environment to adapt to this process. In order to improve this adaptation, the nursing care process given to the patient with gastric cancer who was receiving the first chemotherapy treatment according to the Roy Adaptation Model was described. According to the data obtained by the permission of the patient, impaired physical mobility, anxiety, deficient knowledge about chemotherapy treatment process, defensive coping, readiness for enhanced family coping, nursing diagnoses were made and appropriate nursing interventions were applied. The model is thought to be available to patients receiving chemotherapy treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Nazal Flunıtrazepam Lie Rektal Mıdazolam Premedıkasyonunun Preoperatıf Sedasyon Ye Induksıyon Uzerıne Etkılerının Karılastırılması*
Lütfi Yavuz, Sema Tuncer, Ateş Duman, Alper Yosunkaya, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Nazal Flunıtrazepam Lie Rektal Mıdazolam Premedıkasyonunun Preoperatıf Sedasyon Ye Induksıyon Uzerıne Etkılerının Karılastırılması*
ComparIson Of The Effects Of Nasal FlunItrazeparn And Rectal MIdazolam PremedIcatIons On The PreoperatIve SedatIon And InductIon In ChIldren.
1-12 yac arasr cocuklarda premedikasyon amacryla henzodiazepin gruhu ilaclardan flunitrazeparm nazal, miclazolamt da rektal kullarup, preoperatif anksiyete lizerine etkisini aravirchk. 1_ Gruha (NF) nazal 0.03 mg.kg-1 flunitrazepam, Gruha (RM) rektal 0_45 mg.kg-I midazolam operasyondan 30 dk once verildi. Premedikasyon ye induksiyon oncesinde Subjektif Sedasyon Anksiyete Sayrsal Skoriamasi (SSASS) yapriarak degerler kaydedildi, Isoflurane lie inhalasyon indiikslyonu siirecinde hemodinamik parametreler ye solunumsal problemler gozlenerek kaydediMi. NF gruhunda komplikasyonlar daha cok gozlendi (% 58.33), Premedikasyon oncesi SSASS skorlarr her iki grupta da qitken; NF gruhunda indiiksiyon oncesi sedasyon yerine anksiyetede arm, RII4 gruhunda ise sedasyon amp gozlendi. Her iki grupta da indiiksiyon siiresinde Kalp Atm flizz (KAH) arty sr olugu (p<0_05). NF gruhunda indiiksiyonun 1. dk da cok anlamh (p<0.001), 5. dk da anlamb (p<0_05) Sistolik Arter Basincr (SAB) artqf gozlendi_ RM gruhunda 1. dk da anlamb (p<0.05) Diastolik Arter Banner (DAB) amp oldu. Sonuc• olarak nazal flunitrazepanun c..ocuklarada uygun hir premedikasyon afam olamayacagrna, rektal midazolanun ise etkin ve giivenilir hir ajar oldugit kantstna vardtk.
We evaluated the effects of nasal administered flunitrazepam and rectal midazolam on preoperative anxiety in children of ages 1 to 12. 0.03 mg.kg-1 nasal fhtnitrazepam for group I (NF) and 0.45 mg.kg"/ rectal midazolam (RM) was given to group 30 min before the operation. The Subjective Numerical Anxiety - Sedation Scores (SNAS) were recorded before premedication and induction. Cardiovascular variables and respiratory complications were recorded during inhalational induction with isoflurane. Complications were more frequent in the NF group (% 58.33), although the SNAS scores were similar before premedication in both groups, before induction the anxiety scores in the NI,' group and the sedation scores in RM group were increased. A rise in heart rate (HR) was recorded in both of the groups (p<0.05), In the NF group a significant increase at the fifth minute (p<0.05) and a very significant increase during the first minute (p<0.001) occured in the systolic blood pressures (SBP), in the RM group a significant rise in diastolic blood pressure (DBP) was recorded during the first minute. As a result, we have concluded that while nasal)) administered flunitrazepam is not a favorable premedication agent. rectal midazolam is effective and safe in children for premedication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Ersin Kasım Ulusoy, Emre Ayar, Deniz Bayındırlı, Mehmet İlker Yön
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Prevalence Of DIssocIatIve Symptoms In Female PatIents WIth
chronIc MIgraIne, And Its RelatIonshIp WIth DepressIon-AnxIety
Migren hastalarında dissosiyatif bozukluk, anksiyete ve
depresyon gibi çeşitli psikiyatrik belirtiler genel toplumdan daha sık
görülmektedir. Bu belirtilerin tespiti, tedavinin başarısı açısından
önemlidir. Çalışmamızın amacını kronik migrenli hastalar ile normal
bireyler arasında dissosiyatif belirtiler ile anksiyete ve depresyon
belirti düzeylerinin karşılaştırılması ve bu düzeylerin ağrının şiddeti,
atak sıklığı gibi demografik özellikler ile ilişkisinin incelenmesi olarak
belirledik. Çalışmaya nöroloji polikliniğine baş ağrısı nedeni ile
başvuran ve Uluslararası Baş Ağrısı Derneği’nin kriterleri kullanılarak
tanı konulan 77 kadın kronik migren hastası ve bu hastalarla benzer
yaş ve eğitim düzeyine sahip 44 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Her iki
gruba psikolog tarafından Kısa Dissosiyatif Yaşantlılar Ölçeği (DESTaxon),
Somotoform Dissosiyasyon Ölçeği (SDQ), Beck Anksiyete
Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) uygulandı. Migren tipleri
belirlenen hastaların demografik, klinik özellikleri ve Vizüel Analog
Skala (VAS) sonuçları kaydedildi. Migren ile kontrol grubu ve auralı
migren ile aurasız migrenliler arasında ölçek sonuçları karşılaştırıldı.
Sonuçlar bağımsız grupları için T-testi ve Pearson Korelasyon ile
kıyaslandı. Dissosiyatif belirtiler kronik migrenli grupta daha fazla
görülmekte idi (p=0,001). Bu artış depresyon ve ağrı şiddeti ile de
korele iken anksiyete ile korele değildi. Auralı ve aurasız migrenli
gruplarda dissosiyatif belirti sonuçları açısından istatiksel olarakak
anlamlı bir farklılık yoktu. Bu çalışma sonuçları kronik migrenli
hastalarda dissosiyatif belirtiler sıklığının normal populasyona göre
daha fazla olduğunu gösterdi. Bu fark depresyon ve VAS skoru ile
de korele bulundu. Bu verilere göre kronik migrenlilerde dissosiyatif
belirtilerinin sorgulanması tedavi başarısı ve maluliyet önlenmesi
açısından önemlidir
Certain psychiatric symptoms such as dissociative disorder,
anxiety, and depression are more prevalent in migraine patients
than in the rest of the society. Identification of these symptoms is
important for the treatment success. We define the purpose of our
study as the comparison of the levels of dissociative symptoms,
anxiety, and depression between patients with chronic migraine
and normal individuals, and the analysis of these levels for their
relationship with the demographic properties such as severity of pain
and frequency of attacks. The study included 77 female patients with
chronic migraine who applied to the neurology polyclinic with the
complaint of headache and were diagnosed by the criteria defined
by International Headache Society, and 44 healthy volunteers with
similar age and educational level with those patients. Both groups
were applied Short Dissociative Experiences Scale (DES-Taxon),
Somatoform Dissociation Questionnaire (SDQ), Beck Anxiety
Scale (BAS), and Beck Depression Scale (BDS) by a psychologist.
Demographic and clinical properties and Visual Analog Scale (VAS)
results of patients with identified types of migraine were recorded.
The scale results of patients with migraine and of the control group,
and between the patients of migraine aura and without aura were
compared. The results were compared by T-test and Pearson
Correlation for the independent group. Dissociative symptoms was
more common in the group with migraine (p=0,001). While this
increase was correlated with depression and severity of pain, it was
not correlated with anxiety. There was not any significant difference
between migraine patients of migraine with aura and without aura,
statistically. The results of this study reveals that the frequency of
dissociative symptoms is higher in patients with migraine than in
normal population. This difference was found to be in correlation with
depression and VAS score. According to these data, it is important for
the success of treatment and prevention of disability to question the
symptoms of dissociative symptoms in patients with chronic migraine
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
Emre Korkut, Onur Gezgin, Hazal Özer, Raif Alan, Yağmur Şener
Araştırma makalesi
Özeti
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
QualIty Of LIfe Effects In ChIldren UndergoIng Dental Treatment
under General AnesthesIa
Erken çocukluk çürüğü bulunan 0-72 ay aralığındaki çocuklarda,
dental işlemlerin uygulanması sırasında yaşa bağlı kooperasyon
bozukluğu, anksiyete gelişmesi, işlem seanslarının uzun olması
gibi sebeplerden dolayı genel anestezi yöntemi sıklıkla tercih
edilmektedir. Erken çocukluk çürüklerinin, çocuk hastaların ve
ailelerinin yaşam kalitelerini önemli düzeyde etkilediği bilinmektedir.
Yaşam kalitesi değerlendirmelerinde çocuklar ve ebeveynleri için
günümüze kadar birçok farklı anket geliştirilmiştir. Günümüzde 6
yaş altındaki çocuklar için Ebeveyn Algı Anketi ve Aile Etki Ölçeği
olmak üzere iki kısımdan oluşan Erken Çocukluk Çürüğü Ağız Sağlığı
Ölçeği kullanılmaktadır. Çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi,
Diş Hekimliği Fakültesi, Pedodonti Anabilim Dalında genel anestezi
altında dental tedavileri gerçekleştirilen 158 hasta ve ebeveynleri
dahil edildi. İşlem öncesi hastaların demografik bilgileri ve dmft
değerleri kaydedildi. İşlem öncesinde ve işlemi takip eden 2. ve 4.
haftalarda ebeveynlerden ilgili anketi doldurmaları istendi. Veriler
SPSS programı ile istatistiksel olarak analiz edildi. Etki boyutu
0.7’den büyükse, veride meydana gelen değişim büyük bir değişim
olarak kabul edildi. Verilerin değerlendirilmesi sonucu genel anestezi
altında yapılan tedaviler sonrasında tüm değerlerde istatistiksel
olarak anlamlı bir azalma gözlendi. Çocuğun oral semptomları ve
fonksiyonel durumuna ait bölümlerdeki azalmanın diğer bölümlere
kıyasla daha fazla olduğu tespit edildi. Sonuç olarak erken çocukluk
çürüğü gözlenen çocuklarda genel anestezi altında gerçekleştirilen
dental işlemlerin hastalar ve ailelerinin yaşam kalitelerini arttıracak
yönde etki ettiği görülmektedir.
In 0-72 months aging children with early childhood caries,
general anesthesia is often preferred due to the following reasons;
the non-cooperation based on age, anxiety development during the
dental procedures and long treatment sessions. It is known that early
childhood caries have a significant impact on the quality of life of
child patients’ and their families’. In the assessment of quality of life
scores, different questionnaires were developed for children and their
parents. Today, Parental Perception Questionnaire and Family Impact
Scale, which are composed of two parts including Early Childhood
Oral Health Impact Scale, is used for children under 6 years old
age. This study included 158 patients who received comprehensive
oral rehabilitation under general anesthesia in Necmettin Erbakan
University, Department of Pediatric Dentistry and their parents.
Demographic information and dmft values of the patients were
recorded before the procedure. Parents were asked to complete
the relevant questionnaire at the beginning of the procedure and
at the 2nd and 4th weeks following the procedure. The data were
statistically analyzed by the SPSS program. It was considered that
if the effect size was greater than 0.7, a major change occurring in
the data exchange. A statistically significant decrease in all values
was observed after the treatments performed under the general
anesthesia. The greatest reduction was found in the oral symptoms
and functional status of the child. In conclusion, dental procedures
performed under general anesthesia in children with early childhood
caries appear to have a positive impact on the quality of life of
patients and their families.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Enürezis Nokturnalı Çocukların Babalarında Depresyon
indeksi: Buz Dağının İhmal Edilen Kısmı
Yiğit Akın, Osman Köse, Hakan Gülmez, Çağla Serpil Doğan, Murat Uçar, Sacit Nuri Görgel, Yüksel Yılmaz, Ercan Yeni
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Enürezis Nokturnalı Çocukların Babalarında Depresyon
indeksi: Buz Dağının İhmal Edilen Kısmı
DepressIon Index In Fathers Of ChIldren WIth PrImary
nocturnal EnuresIs: The InvIsIble Part Of Iceberg
Bu çalışmanın amacı, monosemptomatik primer nokturnal enürezis’li
(pNE) çocukların babalarında depresyon düzeylerini değerlendirmektir.
Prospektif kaydedilen verilerin retrospektif incelemesini içeren çok merkezli
bu çalışma Nisan 2014 ile Ağustos 2016 tarihleri arasında aile hekimliği,
üroloji ve pediyatrik nefroloji polikliniklerinde gerçekleştirildi. pNE’li çocukların
babalarında tedavi öncesi ve sonrası depresyon ölçekleri değerlendirildi.
pNE’li çocuklara ilk önce alarm cihazı ile davranış terapisi uygulandı. Davranış
terapisine cevap vermeyen çocuklara desmopressin içeren oral ilaç veya
burun spreyi verildi. pNE’li çocukların babalarının hayat kalite skorları (QoL)
ve depresyon indekslerini belirlemek için Dünya Sağlık Örgütü QoL formları
ve Beck Depresyon envanteri (BDE) kullanıldı. Toplam 47 pNE’li çocuğun
[21 (%45) kız, 26 (%55) erkek] ebeveynleri kayıt altına alındı; tedavi öncesi
ve tedavinin 6. ayında değerlendirildi. Çocukların yaş ortalaması 7.4±2.5
yıldı. Alarm cihazları ile davranış tedavisi 29 çocukta (%61.7) başarılı oldu.
Ayrıca, 18 çocuğa (%38.3) oral/nazal desmopressin verildi. Tüm tedavilere
refrakter olan sadece 3 erkek vardı. Babaların yaş ortalaması 29.0±2.2 yıldı.
Babaların BDI puanları çocuk tedavisinden önce ve sonra sırasıyla 17.3±9.8 ve
15.7±9.2 idi (p<0.001). Sonuç olarak, pNE’li çocukların babalarında depresyon
skorları yüksekti. Tedavi yöntemleri ile pNE’li çocuk babalarında BDE skorları
geliştirebileceği sonucuna varıldı.
Aim of this study was to evaluate depression level of fathers whose children
have monosymptomatic primary nocturnal enuresis (pNE). Present study was
a retrospective view of prospective recorded data. The multicentre study was
conducted between April 2014 and August 2016, in family medicine, urology,
and paediatric nephrology outpatient clinics and fathers of children with pNE
were evaluated. We administered behavioural therapy with alarm device,
first. Children who did not respond behavioural therapy were given oral/nasal
desmopressin. World Health Organization quality of life (QoL) forms and Beck
Depression inventory (BDI) were used for determining QoL and depression
index of parents, respectively. A total of parents of 47 children including 21
(45%) girls and 26 (55%) boys with pNE were enrolled and evaluated before
and at 6th month of the treatment. The mean age of children was 7.4±2.5 years.
The behavioural therapy with alarm devices was successful in 29 children
(61.7%). Additionally, 18 children (38.3%) received oral/nasal desmopressin.
Only 3 boys were refractor to all treatments. Mean age of fathers was 29.0±2.2
years. Fathers’ BDI scores before and after children’s treatment were 17.3±9.8
and 15.7±9.2, respectively, (p<0.001). As a conclusion, anxiety scores were
high in fathers of children with pNE. Treatment modalities could develop BDI
scores in fathers who have children with pNE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sydenham Kore
Haluk Gümüş, Meltem Gümüş
Derleme
Özeti
Sydenham Kore
Sydenham Chorea
Sydenham koresi (SK) antistreptokokal antikorların beyinde
özellikle bazal ganglionlarda çapraz reaksiyon yapması ve
inflamasyon oluşturması sonucu ortaya çıkan nörolojik bir hareket
bozukluğu tablosudur. SK, 1992 modifiye Jones kriterlerine göre akut
romatizmal ateşin major kriterlerinden olup tanı için yeterlidir. En
sık 5-15 yaşları arasında görülür. ARA atağından yaklaşık olarak
6 ay sonra ortaya çıkmaktadır. Genellikle 4-6 hafta sürer, yıllar
boyu kalıcı olabilmektedir. Diğer ARA bulgularından en sık kardite
eşlik eder. Sydenham koresi anksiyete, duygu-durum bozuklukları,
obsesif kompulsif belirtiler, dikkat eksikliği ve hiperaktivite belirtileri
veya tiklerle seyredebilen bir nöropsikiyatrik durumdur. Spontan
düzelmekle birlikte şiddetli vakalar için günümüzde pekçok tedavi
yöntemi mevcuttur. Rekürens bildirilmektedir. Rekürrens ve karditi
engellemek için penisilin proflaksisi önerilmektedir. SK, gelişmekte
olan ülkelerde akkiz korenin en sık nedeni olarak kabul edilmektedir.
Asırlardır tanınan bir hastalık olmasına rağmen dönem dönem
alavlenmekte ve önemini korumaktadır. SK ve ARA son yıllarda
azalmakla birlikte ülkemizde hala önemli düzeyde morbidite sebebi
olan bir halk sağlığı sorunudur.
Sydenham’s Chorea (SC) is a neurological movement disorder
that results from antistreptocpccal antibodies cross-reacting with
brain tissues, especially basal ganglia and causing to an inflamatory
reaction. According to the 1992 modified Jones criteria, acute
rheumatic fever is a major criterion and is sufficient evidence on
which to base a diagnosis. SC is frequently seen in the 5-15 years
of age. It appears approximately 6 months later from the attack of
ARF. SC usually continues 4-6 weeks, it may be permanent. Carditis
accompanies SC much more frequently than the other signs of ARF.
SC is a neuropsychiatric disorder that may present with anxiety,
emotional lability, obsessive compulsive symptoms, attention deficit
and hyperactivity symptoms or tics. Most of the cases improve
spontanously and many treatment are available. Recurence is
common. Penisilin prophylaxis should continued to avoid carditis
and recurrence. SC is considered to be the most common cause of
acquired chorea in devoloping countries. Even though it has been
recognized for centuries, it has kept up its importance by periodic
exacerbations. SC and ARF are still declining in recent years in our
country, together with which is a significant cause of morbidity as a
public health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
ObsessIve CompulsIve DIsorder In BIpolar DIsorder
Yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmektedir. Bipolar bozuklukta obsesif kompulsif bozukluk en sık rastlanan anksiyete bozukluğudur ve görülme sıklığı %9-35 olarak bildirilmektedir. Eştanılı anksiyete bozukluğunun olması bipolar hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerini etkilemektedir. Bu hastaların tedaviye yanıtlarının düşük olduğu, psikotik ve karma epizotların fazla olduğu, madde kullanımı ve suisidal girişimlerinin yüksek olduğu ve hastaneye yatış oranlarının daha fazla olduğu belirtilmektedir. Son yıllarda yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta (BPB)eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmesine karşın eştanılı durumlarda sosyodemografik, klinik ve tedaviye cevap ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Bu konuya ışık tutmak amacıyla BPB ve OKB eştanısı olan bir olgunun klinik özelliği ve tedavi süreci sunulmuştur. Literatürde bildirilenlerin aksine olguda obsesif kompulsif semptomların manik dönemde agreve olması ilginç bulunarak hazırlanmıştır.
Epidemiological and clinical studies have shown that comorbidity rates in bipolar disorder are quite high. Obsessive compulsive disorder is the most frequently encountered anxiety disorder in bipolar disorder and its frequency is reported as 9-35%. The existence of comorbidity anxiety disorder affects sociodemographic and clinical features of bipolar patients. It has been reported that the response to the treatment in these patients is low, psychotic and mixed episodes are excessive, substance use and suicidal attempts are high and hospitalization rates are higher. Although comorbiditiy rates are high in bipolar disorder in the epidemiological and clinical studies performed recently, studies on sociodemographic, clinical and response to the treatment in comorbidity conditions are limited. In order to shed light to the issue clinical features and treatment process of a case with comorbidity of bipolar disorder and obsessive compulsive disorder has been presented. On the contrary to the facts reported in the literature, the case was presented since it was found interesting that obsessive compulsive symptoms in manic period were aggressive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
Serhat Türkoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
DIagnosIs Of PatIents ReferrIng To A ChIld And Adolescent
psychIatry OutpatIent ClInIc
Bu araştırmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine başvuran
hastaların tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Ordu
Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümüne Ocak
2012-Nisan 2013 tarihleri arasında başvuran 2109 hastanın dosyaları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların daha çok erkek olduğu
(%59.6) ve 7-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerden (%78.6) oluştuğu
saptanmıştır. Başvuran olguların %74.8’sine bir ya da birden çok
tanı konmuştur, 0-6 yaş arası olgularda tanı konma oranının %44.8,
7-11 yaş arası olgularda %84.6, 12-18 yaş arası olgularda %80.3
olduğu saptanmıştır. Olguların %9.7’sinin birden fazla tanı aldığı
saptanmıştır. Eştanı saptanma oranının en sık dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (DEHB) grubunda olduğu belirlenmiştir. En
sık saptanan tanılar, sırasıyla DEHB, depresyon, yaygın anksiyete
bozukluğu, enürezis ve zeka geriliğidir. Tanıların cinsiyete göre
dağılımı değerlendirildiğinde, erkek çocuklarda en sık DEHB,
enürezis, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, zeka geriliği;
kızlarda ise DEHB, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, enürezis,
zeka geriliği tanısının olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda en sık
saptanan tanılar dışavurum bozuklukları olmakla birlikte, cinsiyetler
arası farklılıklar gözlenmektedir. Eştanı oranı da dikkate değer
düzeyde saptanmıştır. Eştanıların birlikteliğinde hastalığın şiddeti
daha ağır olmakta, psikososyal işlevsellikte daha ciddi bozulmalar
görülmektedir. Hangi tanıların daha sık olduğunun bilinmesi, yaş
grupları ve cinsiyetler arası tanı farklılıklarının belirlenmesi, çocuk
ve ergen psikiyatrisi poliklinik hizmetlerinin iyileştirilmesine katkıda
bulunacaktır
The aim of the present study is to identify the diagnoses of
patients who referred to a child and adolescent psychiatry outpatient
clinic. Medical records of 2109 patients referred to the Children and
Adolescent Psychiatry outpatient clinic at Ordu States Hospital,
between January 2012 and April 2013 were studied retrospectively. It
was found that the patients were mostly male (59.6 %) and within 7 to
18 years of age (78.6%). It was also determined that 74.8% of patients
had at least one diagnosis. The diagnosis rate of 44.8% in patients
between the ages of 0-6, 84.6% of patients aged 7-11 were determined
as 80.3% in patients aged 12-18. Of the cases, 9.7% were diagnosed
with multiple conditions. They were mainly in the attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) group. The most common diagnosis
was attention deficit hyperactivity disorder followed by depression,
anxiety disorders, enuresis and mental retardation, respectively.
When the distribution of the diagnoses to sex were assessed, the
most common diagnoses in boys are ADHD, enuresis, depression,
generalized anxiety disorder and mental retardation respectively,
they were ADHD, depression, generalized anxiety disorder,
enuresis and mental retardation in girls. In our study, although the
externalizing disorders are the most frequent diagnoses, there are
differences between genders. The rate of comorbid diagnosis was
found to be considerable. In the presence of comorbid diagnoses, the
disorder is experienced more heavily and psychosocial functionality
gets deteriorated. To know the most common diagnoses, diagnosis
differences within genders and possible diagnoses for certain age
groups will be useful for improving child and adolescent psychiatry
services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
Ruhuşen Kutlu, Selma Çivi, Melih Cem Börüban, Ayşe Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
DepressIon And The Factors AffectIng The QualIty Of LIfe In Cancer PatIents
Bu tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, kanserli hastalarda depresyon ve yaşam kalitelerini değerlendirmek amacı ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilimdalında 1-30 Mart 2008 tarihlerinde tedavi gören 102 kanserli hasta oluşturmuştur. Yaşam kalitesini ölçmek için WHOQOL-Brief kullanılmıştır. Depresyon durumu Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile değerlendirilmiştir. Hastaların %57.8’i erkek (n=59), %42.2’si kadın (n=43), yaş ortalamaları 49.7±15.2 idi. Hastaların BDÖ ortalaması 12.4±9.9 (min=0, max=48) olarak tespit edildi. BDÖ’ ne göre sırasıyla %47.1’i (n=48) normal, %21.6’sı (n=22) hafif, %18.6’sı (n=19) orta, %12.7’si (n=13) şiddetli derecede depresyonda idi. Kanserli hastaların cinsiyeti, mesleği, eğitimi ve medeni durumu depresyonu etkilememişti (p>0.05). Yaşam kalitesi skorları ile depresyon durumu karşılaştırıldığında genel sağlık ve yaşamdan memnuniyet (p=0.000), genel sağlık ve yaşam kalitesi (p=0.000), fiziksel sağlık (p=0.011), sosyal ilişkiler (p=0.000), psikolojik sağlık (p=0.000) ve çevre alanı (p=0.000) depresyon olmayanlarda depresyon olanlara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek idi. Kanser hastalarının yaşam kalitelerinin ölçülmesi hem hastalığı daha iyi tanımamıza yardım edecek, hem de tedavi yanıtlarının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon major sorunlar olup, bunların üstesinden gelmek için bu problemleri anlamak gerekir ve psikolojik yardım esastır.
This descriptive and cross sectional study was conducted to assess the depression and the quality of life (QoL) in cancer patient. The sample of the study consisted of 102 the patients with cancer, treated at Medical Oncology Department of, between 1-30 March 2008. WHOQOL –Brief was used to evaluate the patients’ quality of life. Depression status was evaluated with Beck Depression Inventory (BDI). Of the interviewees, 57.8% were male (n=59), 42.2% were female (n=43), and the mean age was 49.7± 15.2. The mean value of Beck depresyon was found as 12.4±9.9 (min=0, max=48). According to the BDI, 47.1% (n=48) were normal, 21.6% (n=22) mild, 18.6% (n=19) moderate and 12.7% (n=13) were severely depressed respectively. The gender, occupation, education and marital status of the people with cancer had not effected the depression (p>0.05). When we compared the QoL scores and depression status, there was a significant difference in perception of overall health and the satisfaction from life (p=0.000), general health and quality of life (p=0.000), physical health (p=0.011), social relationships (p=0.000), psychological health (p=0.001)) and environmental (p=0.000) between the depressive people and non-depressive ones statistically. Assessing quality of life in cancer patient will provide better understanding of the disease and will improve the evaluation of the therapy response. Anxiety and depression are the major concerns in cancer patient and it is necessary to understand these problems in order to cope with them, and psychological aid is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesindeki Psikiyatrik Aciller
Mine Şahingöz, Keziban Kendirli, Emre Yılmaz, Erdem Önder Sönmez, Yılmaz Satan, Fadime Aksoy, Adnan Dağıstan, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesindeki Psikiyatrik Aciller
PsychIatrIc EmergencIes In A UnIvercIty HospItal
Çalışmamızda bir üniversite hastanesi acil servisi tarafından
psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların sosyodemografik
özelliklerinin ve konulan psikiyatrik tanıların incelenmesi
amaçlanmıştır. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi
Hastanesi Acil Servisi tarafından. 2010-2013 yılları arasında
psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların kayıtları geriye dönük
olarak incelenmiştir. Çalışmaya 449 kadın (%53.5), 391 erkek (%46.5)
olmak üzere toplam 840 hasta alınmıştır. Hastaların yaş ortalaması
34.3±14’dür. En sık psikiyatri konsültasyonu isteme nedenleri intihar
girişimi (%17), anksiyete (%15.5), psikomotor ajitasyon (%14.3),
somatik yakınmalar (%12) olarak belirlenmiştir. Olguların % 89.6’ine
en az bir psikiyatrik tanı konulurken, sıklık sırasına göre konulan
tanılar bipolar bozukluk (%17.7), psikotik bozukluklar (%12.3), major
depresyon (%11), alkol ve madde bağımlılığı (%8.5), anksiyete
bozuklukları (%8.5), konversiyon bozukluğu (%6) olarak bulunmuştur.
Çalışmamızın sonuçları, acil servis hizmetlerinin etkin kullanımı
açısından önemli olabilir.
The aim of this study was to evaluate the the demographic and
clinical characteristics of the patients whose psychiatric consultations
were referred from Emergency Department of a university hospital.
Medical records of patients reffered to the Psychiatry Clinic at
Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine between
2010 and 2013 were studied retrospectively. In this study 449
female (53.5%), 391 (46.5%) male totaly 840 patients were taken.
Average age of the all participants in this study was 34.3±14 years.
The most common cause for the consultation was attempt suicide
(17%), anxiety (15.5%), psychomotor agitation(14.3%), and somatic
complaints (12%). According to the result of psychiatric evaluation,
a psychiatric disorder is found in 89.6% of the consultations. The
most common psychiatric diagnoses were bipolar disorders (17.7%),
psychotic disorders (12.3%), major depression (11%), substance
use disorders (8.5%), and anxiety disorders (8.5%) and conversion
disorder (6%). The results of this study may be important for the
effective use of emergency psychiatric services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
Mine Şahingöz, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
AnalysIs Of PatIents Who AdmItted To The ChIld And Adolescent OutpatIent ClInIc In A UnIversIty HospItal
Çalışmamızda çocuk ve ergen psikiyatrisine başvuran hastaların belirti ve tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine 2002 -2007 tarihleri arasında başvuranların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların başvuru şikayetleri incelendiğinde, en sık görülen yakınmaların sinirlilik, aşırı hareketlilik, alt ıslatma, kekeleme, sıkıntı hissi olduğu belirlendi. DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan değerlendirmelerde 2082 hastanın (% 86.8) herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı aldığı görüldü. En sık görülen tanılar sırasıyla anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygudurum bozuklukları, dışa atım bozuklukları, iletişim sorunları, mental retardasyondur. Olguların %20,1’i birden fazla tanı almıştır. Sık görülen komorbid durumlar enürezis ve depresyon idi. Mental retardasyon-enürezis, enürezis-DEHB, depresyon-anksiyete bozukluğunun en sık birlikte görüldüğü belirlendi. Olguların yaklaşık üçte birine psikotrop ilaç reçetelenmiştir. Çalışmamızda saptanan bulgular çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında tedavi hizmetlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilir.
To evaluate symptoms and diagnosis of patients who presented to the child and adolescent psychiatric outpatient clinic. Medical records of patients admitted to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic at Selcuk University Meram Faculty of Medicine between 2002 and 2007 were studied retrospectively. When admisson complaints of cases were reevaluated the most frequent symptoms were nervousness, over-activity, ürine to miss, stuttering and feeling of distress. According to the DSM-IV diagnoses, 2082 (%86.8) cases had any psyciatric disorder. The most common diagnosis were anxiety disorders, attention deficit hyperactivity disorder, mood disorders, enuresis, relationship problems and mental retardation, respectively. Of the cases, 20.1 % were diagnosed with multiple conditions. The most frequent comorbid diagnoses were enüresis and depression. The most frequent comorbid diagnoses were mental retardation-enüresis and enüresis-attention deficit hyperactivity disorder and depression-anxiety disorders. Approximately one-third of subjects were prescribed psychotropic medications. Our findings may be helpful in improving treatmentservices in child and adolescent psychiatry
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
Esin Kasap
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
DepressIon And AnxIety Test Scores In PatIents WIth HyperemesIs GravIdarum
Amaç:Hiperemezis gravidarum (HG), gebeliğin erken döneminde, aşırı, tedavi edilmesi zor bulantı ve kusma ile kendini gösteren bir bozukluktur.. Patogenezi açık değildir. Bununla birlikte, anksiyete, depresyon ve HG arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar vardır. Ancak, hiçbiri yeterince bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmamıştır. Bu çalışmada, Türk popülasyonunda Beck depresyon ve anksiyete envanteri puanlama sistemi kullanılarak hiperemezis gravidarum olan gebelerin depresyon ve anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem:Prospektif kesitsel çalışma Ocak 2011 ile Haziran 2013 arasında Hastanemiz Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nde gerçekleştirildi.Çalışma grubunu hiperemezis gravidarumlu 50 gebe hasta oluştururken, kontrol grubunu daha önce bulantı kusması olmayan 50 sağlıklı gebe oluşturmaktaydı.Kontrol ve hasta grupları obstetrik detaylar,yaş ve vücut kitle indexi değerleri açısından eşleştirildi.Hastaların tümüne,serum TSH de dahil olmak üzere temel laboratuvar araştırmaları yapıldı.
Bulgular: Her iki grupta da demografik ve obstetrik parametreler ve başlangıçtaki laboratuvar incelemeleri açısından farklılık olmamasına rağmen, HG grubunda ortalama serum AST ve TSH düzeyleri anlamlı olarak yüksekti (p=0.015) ve (p=0.001). Ek olarak, HG grubunun BDI ve BAI skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.0001).
Sonuç: Sonuçlarımız, psikolojik stressin HG un nedenlerinden biri olabileceğini göstermiştir.Bu nedenle, gebelik sırasında HG lu hastaların tıbbi koşulları kadar duygu durumları da dikkate alınmalıdır.Ancak, bu sonuçlar prospektif ve klinik çalışmalar ile doğrulanmalıdır.
Aim: Hyperemesis gravidarum (HG) refers to a disorder of early pregnancy that manifests with extreme, difficult-to-treat nausea and vomiting. Its pathogenesis is largely obscure, and studies investigating its link with anxiety depression have remained inconclusive. Herein, we aimed to study the depression and anxiety levels of a Turkish population of pregnant women with hyperemesis gravidarum. Patients and Methods: This was a prospective sectional study conducted at our Department of Obstetrics and Gynecology between January 2011 and June 2013. There were 50 pregnant women with HG and 50 healthy pregnant women without any history of nausea and vomiting, who were matched with the study group for age, parity, and body mass index. All subjects underwent baseline laboratory investigations including serum TSH. Results: The two groups were comparable with regard to the demographic and obstetric parameters and baseline laboratory investigations although the HG group had significantly greater mean serum AST and TSH levels (p=0.015 and p=0.0001, respectively). Additionally, the HG group had significantly greater BDI and BAI scores compared to the controls (p= 0.0001). Conclusion: Our results have shown that psychological stress may be one of the causes of HG. For this reason, emotional states as well as medical conditions of HG patients during pregnancy should be considered. However, these results should be confirmed by prospective and clinical studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Burak Subaşı, Halil Özcan, Serkan Pekçetin, Büşra Göker, Suphi Tunç, Beyhan Budak
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Effects Of DelIvery EducatIon On ChIldbIrth AnxIety And Fear
Bu araştırmada amaç gebelerde doğum öncesi eğitim, fizyoterapi
ve psikoterapi temelli müdahalelerin doğum süreci ile ilgili korkular ve
kaygılar üzerine etkilerini incelemektir. Gebeliğinin son trimesterinde
olup; daha önce doğum yapmamış anne adayları çalışmaya alındı.
Katılımcılar ilk olarak uzman bir psikiyatrist tarafından muayene edildi,
ardından katılımcılara sosyodemografik veri formu ile birlikte Wijma
Doğum Beklentisi/Deneyimi Ölçeği (W-DEQ), Beck Depresyon ve Beck
Anksiyete Ölçekleri (BDI ve BAI) uygulandı. Sonrasında bu kişilere
her biri 60 dakika süren 3 ayrı seansta doğum öncesi ve sonrasında
yaşanabilecek fiziksel ve ruhsal sıkıntılar, doğum sırasında doğumu
kolaylaştırmak için yapılabilecek egzersizler hakkında bilgilendirme
yapıldı ve soruları yanıtlandı. Sonuçlarda grubun yaş ortalaması
27,2±3,6 olarak bulunmuştur. Gebelik haftası ortalama 35,7±2,3
olarak bulunmuştur. Yapılan ilişki analizinde sosyodemografik
özelliklerle (yaş, gelir düzeyi, eğitim seviyesi vs.) W-DEQ puanları
ile arasında ilişki bulunmamıştır. İlk değerlendirmedeki W-DEQ puanı
(W-DEQ 1) ile BAI puanları arasında pozitif yönde ilişki saptanmıştır.
Yapılan Wilcoxon testi analizinde katılımcıların W-DEQ’dan aldıkları
puanlara bakıldığında toplam ölçek puanları da dahil tüm puanlarda
eğitim öncesi ve sonrası puanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı
farklılık vardır. Sonuç olarak doğum öncesi eğitimin son trimesterdaki
gebelerde doğum korkularının doğumla ilgili olumsuz düşüncelerinin
azalmasına yardımı olduğu bulunmuştur.
The aim of this study is exploring the effects of childbirth
education, physiotherapy and psychotherapy-based interventions on
fears and worries about childbirth and labour. Expectant mothers in
the last trimester of gestation those did not have a delivery before
were taken to the study. At first the participants were examined
by a psychiatrist than sociodemographic data form Wijma Delivery
Expectancy/Experience Questionnaire (W-DEQ), Beck Depression
and Beck Anxiety Inventories (BDI, BAI) were applied. Then 3 sessions
each taking 60 minutes on possible physical and mental problems
before birth were done, an exercise plan and recommendations for
facilitating delivery were given to participants, information about
possible physical and psychological problems after childbirth were
given and their questions on these issue were answered. In results
mean age of the group was found as 27.2±3.6. The mean gestational
age was 35.7±2.3. Socio-demographic characteristics (age, education
level, income level, etc.) was not found significantly correlated with
the W-DEQ scores. W-DEQ 1 scores were positively correlated with
BAI scores. In Wilcoxon test analyses W-DEQ 1 and W-DEQ 2 scores
including all the subscales were significantly different p<0.001. As
a conclusion on expectant mothers having their third trimester of
pregnancy, education before childbirth was found helpful in reducing
fears and negative thoughts related to childbirth.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Analjezisi
Sema Tuncer, Lütfiye Pirbudak, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Analjezisi
BIrth AnalgesIa
Bazı annelerde tolere edilemeyecek şiddette ağrıya sebep olan doğum ağrısı bilinen en şiddetli ve kontrolü zor olan ağrılardan birisidir. Bu ağrının doğal olduğu, her annenin bu ağrıyı çekmesi gerektiği yanlış inanışına karşılık doğum ağrısı mutlaka kontrol altına alınmalıdır. Çünkü diğer akut ağrılar gibi, solunum sistemi kardiyovasküler sistem, nöroendokrin ve limbik sistemler üzerine olumsuz etkilere sahiptir. Anneyi aşırı şekilde yoran, strese ve anksiyeteye neden olan, hiperventilasyon ile oksijen ihtiyacını artıran bir olaydır.
Labor pain, which causes intolerable pain in some mothers, is one of the most severe and difficult to control pains known. Despite the false belief that this pain is natural and that every mother should suffer from this pain, labor pain should definitely be controlled. Because, like other acute pains, the respiratory system has negative effects on the cardiovascular system, neuroendocrine and limbic systems. It is an event that exhausts the mother, causes stress and anxiety, and increases the need for oxygen by hyperventilation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Narkotık Analjezıklerın Kullanımı
Sema Tuncer, Hülagü Barışkaner
Araştırma makalesi
Özeti
Narkotık Analjezıklerın Kullanımı
Use Of Narcotıc Analgesıcs
Bu gruptaki ilaclar, oldukca yaygm olarak sant-ral sinir sistemi üzerine depressif etki yaparlar ye az veya cok hepsinde Hag bagimliligt yapma po-tansiyeli mevcuttur. Narkotik analjeziklerin an-tipiretik ve antiinflamatuar etkileri yoktur. Opioidler yiiz yillardir cerrahi ile olu§an agriyi azaltmak, kro-nik agnsi bulunan hastalarda agrilanni hafifletmek, anksiyeteyi yati§tirrnak icin kullanilmaktadir. Sa-dece premedikasyon icin kullanilmayip, cerrahi ye anestezi siiresince ye sonrasinda analjezik olarak da tercih edilmektedir. Opiat sozcugunun sadece papaver somniferum'dan elde edilen morfin, kodein ye papaverin gibi maddeleri. opioid sozciiktiniin ise biitiin grubu ifade etmekte kullanilmasi daha uygundur.
Drugs in this group often have a depressive effect on the central nervous system and more or less all of them have the potential to cause Hag addiction. Narcotic analgesics do not have anti-typiretic and anti-inflammatory effects. Opioids have been used for hundreds of years to relieve pain caused by surgery, to relieve pain in patients with chronic pain, and to alleviate anxiety. It is not used only for premedication, but also as an analgesic after surgery and anesthesia. Substances of the opiate word such as morphine, codeine and papaverine obtained only from papaver somniferum. The opioid word is more appropriate to refer to the complete group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli Psikodermatozlar
Ayhan Bilgiç, Özlem Bilgiç
Derleme
Özeti
Çocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli Psikodermatozlar
PsychophysIologIc Based PsychodermatosIs In ChIldren And Adolescents
Psikiyatrik bozuklukların ve stresin cilt hastalıklarının ortaya çıkması ve alevlenmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Öte yandan, cilt hastalıklarının sıklıkla anksiyete, depresyon ve yaşam kalitesinde bozulma ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu nedenle psikiyatrik durum ile cilt hastalıkları arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu varsayılabilir. Buna karşın, olguların önemli bir bölümünde cilt hastalıkları yetişkinlikten önce başlasa da çocuk ve ergenlerde cilt hastalıkları ile psikiyatrik morbidite arasındaki ilişki hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Bu makalede, psikofizyolojik kökenli çocukluk çağı psikodermatozları ve bu hastalıklar hakkındaki güncel bilimsel bakış açısı tartışılacaktır.
Psychiatric disorders and psychological stress has been implicated as a potential trigger in onset and exacerbation of dermatological diseases. Additionally, skin diseases have often been found to be associated with anxiety, depression and impaired quality of life. Therefore, it may be considered that there are a reciprocal influence between psychiatric status and skin diseases. Although significant majority of the cases begin before adulthood, limited data are available about relationship between skin disease and psychiatric morbidity in childhood and adolescence. In this article, psychodermatologic disorders in these age groups and our current scientific knowledge on these disorders will be discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Universıte Ogrencılerın Psıkıyatrık Sıkayet Ye Tanıları Uzerıne Retrospektıf Bır Çalısma
Ali Savaş Çilli, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Universıte Ogrencılerın Psıkıyatrık Sıkayet Ye Tanıları Uzerıne Retrospektıf Bır Çalısma
A RetrospectIve Study On College Students PsychIatrIc ComplaInts And DIagnosIs
Bu calqmada Pskivatri klinigine, sekiz pia bir dorzeinde ba§mran iiniversite ög-rencilerinin poliklinik ye yatg kayttlan geriye diinfik olarak araotrildt. Ailesiyle kalanlartn daha az yattrildtklart (p< 0.001); yurtta kalanlarrn icinde krzlann anlanzli de-recede fazla oldugu bulundu (p<0.01). Ogrenciler en cok bedensel (% 37.08). anksiyete (% 33.08) ye uykuyla ilgili (% 25.2) .ikayetlerle ba§- yurdular. Erkeklerde akademiklikayetler (p< 0.01), saptantilt di4fince ye cinsel .ilcczyetler (p<0.05); laz-larda sinirlilik (p<0.05) ye bedensel cikayetler (p<0.01) istatistiksel olarak anlamli daha fazla bulundu. Ogrencilere en sik anksiyete bozuklugu (%30.15) ye depresif bozukluk (%17.38) tarrilart kondu. Er-keklerde psikotik bozukluk (p< 0.01); ktzlarda so-matoform bozukluk (p<0.01) ye uyurn bozukluklarr anlamli daha yfiksek bulundu (p<0.05).
In this study, college students polyclinic and cli-nic documents whom applied to S.U.T.F. Psychiatric Department during eight years period were exa-mined retrospectively. The ones living with their parents were less hos-pitalized (p<0.001); among dwellers at dormitory females were higher than males (p<0.01). Most common complaints were found as somatic (% 37.08), anxiety (%33.08), and sleep related complaints (%25.23). Academic (p<0.01), obsessive and sexual complaints were higher in females (p<0.05); nervousness (p<0.05) and somatic conp-laints were higher in males (p<0.01 ). Most common diagnosis were found as anxiety disorder (%30.15) and depressive disorders (%17.38). Psychosis was higher in males (p<0.01); somatoform disorder (p<0.01) and sleep disorders were higher in females (p<0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Hastalarının Akut Fizyolojik Durum Değişiklikleri İle Hasta Yakınlarında Görülen Anksiyete Ve Uyku Bozukluğu İlişkisi
Bekir Opuş, Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Alper Yosunkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Hastalarının Akut Fizyolojik Durum Değişiklikleri İle Hasta Yakınlarında Görülen Anksiyete Ve Uyku Bozukluğu İlişkisi
The RelatIonshIp Between AnxIety And Sleep DIsturbances In RelatIves Of PatIents WIth Acute PhysIologIcal Status Changes In IntensIve Care UnIt
Amaç: Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yatan hastaların genel durum ciddiyeti ile aile üyelerinde görülen akut stres semptomları arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Yerel etik kurul onayı ve yazılı bilgilendirilmiş onam alındıktan sonra, yoğun bakımda yatan 60 hastanın yakınlarında bu prospektif tanımlayıcı çalışma gerçekleştirildi. Hastaların klinik özellikleri (APACHE II skoru) kaydedildi. Birinci derece aile üyelerinin demografik verileri ve durumluluk-süreklilik kaygı ölçeği (DSKÖ) ile Pittsburgh uyku kalitesi indeksi (PUKİ) skorları YBÜ’ye kabul edildikten sonraki 24 saat içinde ve 21. Gün kaydedildi.
Bulgular: APACHE 2 ile DKÖ skorları arasında 1. günde orta düzeyde (r=0.477), 21. günde güçlü (r = 0.503) düzeyde korelasyon saptandı (p<0.05). APACHE 2 skoru ile PUKİ arasında 21. günde orta düzeyde (r = 0.503) anlamlı korelasyon bulundu. DKÖ skorları değerlendirildiğinde 1. gün cinsiyetler arasında fark yoktu. Her iki cinsiyette 21. günde DKÖ skorlarında artış saptandı, bu artış kadınlarda daha yüksekti (p=0.003). PUKİ değerlerinde 1. günde istatistiksel olarak bir fark bulunmazken, 21. günde her iki cinsiyette artış saptanmıştır (p<0.001). Uyku bozukluğundaki artış kadınlarda daha fazladır (p=0.008). Yakınlık derecesine göre analiz edildiğinde DKÖ değerleri anne ve babalarda hem 1. hemde 21. günde daha yüksek idi (p<0.001). Grup içi değerlendirmede anne ve babanın kaygılarının gün geçtikçe arttığı gözlendi (p<0.05).
Sonuç: Hastanın akut fizyolojik durumu ile kaygı düzeyi ve uyku kalitesi arasında zaman ilerledikçe giderek artan düzeyde ilişki saptanmıştır.
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between the seriousness of the clinical condition of the patients in intensive care unit (ICU) and acute stress symptoms of family members.
Patients and Methods: After local ethic committe approval and written informed consent was obtained, we carried out a prospective, descriptive study at a universty hospital in patients’ relatives. Clinical characteristics (APACHE II score) of patients was recorded. First degree relatives of 60 ICU patients provided demographic data and completed the State-Trait Anxiety Inventory Form (STAI) and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) within 24 h of ICU admission and 21 days later.
Results: There were a moderate correlation between APACHE 2 and STAI scores on day 1 (r =0.477) and a strong correlation (r = 0.503) on day 21 (p<0.05). A moderate correlation (r = 0.503) was found between APACHE 2 score and PSQI on day 21. STAI scores were not different between genders on day 1. There was an increase in both sexes in STAI scores on day 21), and the scores ere significantly more in females (p=0.003). While there was no statistically significant difference in PSQI scores on day 1, an increase was found in both sexes on day 21 (p <0.001). Female family members had more sleep disturbances (p=0.008). STAI scores were higher in both mothers and fathers on day 1 and 21 (p<0.001).
Conclusions: An increasing relationship was determined between patients' acute physiological condition and anxiety with sleep quality level of patients’ relatives as the time passed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
Halil Kara, Mahmoud Almbaidheen, Ebru Sağlam
Araştırma makalesi
Özeti
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
EvaluatIon Of SocIodemographIc CharacterIstIcs, AnxIety And DepressIon Levels Of Adolescent Mothers: Sample Of Ağrı ProvInce
Amaç: Evlilik izni için yönlendirilen adölesan annelerin sosyodemografik özelliklerinin, anksiyete ve depresyon düzeylerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2018-2020 tarihleri arasında evlilik izni için polikliniğe başvurduğu dönemde anne olan 65 ergen olgu dahil edilmiştir. Olguların psikiyatrik değerlendirmelerini içeren hastane kayıtları, sosyodemografik verileri ve düzenlenmiş adli raporları retrospektif olarak incelenmiştir. Değerlendirildiği dönemde depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemek amacıyla Anksiyete ve Depresyon Ölçeği-Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) öz bildirim ölçeğini doldurmaları istenmiştir ve bilişsel gelişimin değerlendirilmesi için psikolog tarafından uygulanan Kent E-G-Y ve Porteus Labirentleri zeka testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 16,33±0,307 yıldı. Gayriresmi evlilik yaptıkları yaşlar değerlendirildiğinde ise ortalama evlilik yaşının 15,44±0,499 yıl olduğu tespit edildi. Ortalama eğitim sürelerinin 5,08± 1,461 yıl olduğu görülmüştür. Gayriresmi evlilik yapmadan önce olguların %70,8’i köyde, %29,2 kentte yaşıyorken evlilik sonrası ise olguların %53,8’i köyde, % 46,2 ‘sinin kentte yaşıyordu. Yapılan gayriresmi evliliklerin % 27,7’sinin ise akraba evliliği olduğu tespit edilmiştir. Olguların kliniğe başvurdukları esnada sahip oldukları çocukların yaş ortalaması 4,05±3,701 ay olduğu saptanmıştır. Sonuç: Erken evlilik yapan ve 18 yaş öncesi doğum yapan kızların eğitim sürelerinin ve sosyoekonomik düzeylerinin düşük, eşleri ile aralarındaki yaş farkının fazla, eşlerinin iş imkanlarının kısıtlı olduğunu ortaya koymaktadır. Erken yaş evlilikleri önlemeye yönelik müdahale programlarının ve yasal düzenlemelerin geliştirilmesi, hem ergen evliliklerin hem de ergen anne olmanın ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların engellenmesine katkıda bulunabilir.
Objective: ıt was aimed to retrospectively evaluate the sociodemographic characteristics, anxiety and depression levels of adolescent mothers who were referred for marriage leave. Material and methods: 65 adolescent cases who became mother when they applied to the outpatient clinic for marriage permission between 2018-2020. Hospital records, sociodemographic data and edited forensic reports including psychiatric evaluations of the cases were reviewed retrospectively. In order to determine their depression and anxiety levels during the evaluation period, they were asked to fill in the anxiety and depression scale-revised self-report scale and kent e-g-y and porteus labyrinths intelligence tests applied by the psychologist were applied to evaluate the cognitive development.
Results: The mean age of the subjects included in the study was 16.33±0.307 years. It was determined that the mean age at which they were married unofficially was 15.44±0.499 years. It was observed that the average education period was 5.08±1.461 years. Before the unofficial marriage, 70.8% of the cases lived in the village and 29.2% in the city, after the marriage, 53.8% of the cases lived in the village and 46.2% in the city. It has been determined that 27.7% of unofficial marriages are consanguineous marriages. It was determined that the mean age of the children of the patients when they applied to the clinic was 4.05±3,701 months.
Conclusion: Girls who married early and gave birth before the age of 18, ıt reveals that their education period is short, their socioeconomic level is low, the age gap with their spouses is high, and their spouses' job opportunities are limited. The development of intervention programs and legal regulations aimed at preventing early marriages may contribute to the prevention of both adolescent marriages and the negative consequences of being an adolescent mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Determınatıon Of The AnxIety Level In Pregnant Women Who Admınıster To The ObstetrIcs ClInIc WIthIn The Covıd-19 PandemIa PerIod
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta