Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan, Bahadır Feyzioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of IndIrect Immunofluorescence Assay And ElIsa For The DIagnosIs Of Ebv
EBV enfeksiyonunun serolojik tanısı birden fazla antikor yanıtının değerlendirilip yorumlanmasıyla yapılmaktadır. Bu çalışmada VCA IgM, VCA IgG ve EBNA IgG antikorlarının IFA ve ELISA tanı metodlarıyla çalışılması ve bu metodların tanı değerlerinin karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmaya Mononükleoz şüpheli 100 serum örneği dahil edildi. IFA referans metod olarak kabul edildi ve bu doğrultuda örnekler, EBV enfeksiyonu tanı standartları göz önüne alınarak; Seronegatif, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon gruplarına ayrıştırıldı. ELISA ile aynı standart kriterler doğrultusunda oluşturulan grupların bu IFA grupları ile uyumu araştırıldı. Herbir antikor her iki test bazında ayrı ayrı değerlendirilerek ELISA için duyarlılık ve özgüllük oranları belirlendi. Her iki metodun uyumu Seronegatiflik, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon için sırasıyla %41, 100, 14,7 ve 74,5 olarak bulundu. Tek bir antikor bazında IFA’ya göre ELISA metodu değerlendiridiğinde, VCA IgM testinin duyarlılığı %100, özgüllüğü %90,8, VCA IgG’nin duyarlılığı ve özgüllüğü %61,5 ve %53, EBNA IgG’nin ise %78,7 ve %81,1 şeklinde bulundu.Her iki testin; Seronegatif, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon belirleme oranlarında farklılık göze çarpmaktadır. ELISA VCA IgG testi IFA referans teste göre yetersiz performans sergilemiştir. Her iki testin tercih edilebilirliği; testlerin tanı güvenilirliğinin yanı sıra, laboratuvarların teknik ve personel donanımı ve mali olanaklar göz önüne alınarak değişebilir.
\r\n
The serologic diagnosis of EBV infection is made by evaluating and interpreting by more than one antibody response. In this study, it is aimed to be studied of VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies by IFA and ELISA methods and to evaluate diagnostic values. One hundred serum samples which are suspicious of infectious mononucleosis were included in to the study. IFA was accepted as the reference method and the concordance of IFA and ELISA methods was investigated. VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies were evaluated according to both tests and their sensitivity and specificity rates were determinated for ELISA method. The concordance of ELISA and IFA method for seronegative, acute infection, new infection and past infection were 41%, 100%, 14,7%, 74,5% respectively. When the ELISA method was evaluated according to IFA reference test in respect of one antibody, the sensitivity of VCA IgM test was 100%, the specificity was 90,8%, the sensitivity and specificity of VCA IgG were 61,5% and 53%, EBNA IgG results were 78,7% and 81,1%. There was a difference in determination rates of seronegative, new infection and past infection of both tests. ELISA VCA IgG test had an insufficient performance according to IFA reference test. The performance of both tests can change by some factors such as technique, qualification of personnel and financial possibilities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kafa Travma Modelinde Mannitol Veya Hipertonik Salin Solüsyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
Feride Aygın, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Kafa Travma Modelinde Mannitol Veya Hipertonik Salin Solüsyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of MannItol Or HypertonIc SalIne SolutIons In Head Trauma Model
Deneysel kafa travmasında, % 20 mannitol, % 3 veya % 7 hipertonik salin solüsyonlarının, hemodinamik parametrelere, intrakraniyal basınca ve elektroensefalografi üzerine olan etkilerini karşılaştırılması amaçlandı. Bütün tavşanlara pariyetal bölgeden bilateral kraniotomi yapılarak standart kafa travması uygulandı. Rastgele 4 gruba ayrılan deneklerden; I. gruba tedavi uygulanmazken, II. gruba % 20’lik mannitol, III. gruba % 3’lük hipertonik salin ve IV. gruba % 7’lik hipertonik salin eşdeğer osmolar yükte intravenöz uygulandı. Travmadan önce, travmadan 5 ve 60 dakika sonra; elektroensefalografi, ortalama arter basıncı, kalp atım hızı ve intrakraniyal basınç kayıtları alındı. Mannitol, % 3 ve % 7’lik hipertonik salin solüsyonları intrakraniyal basınçdaki yükselmeyi çalışmanın sonunda düşürdü (p0.05). Ortalama arter basınç ve kalp atım hızı, bütün gruplarda travmadan sonra yükseldi (p
We aimed to compare the effects of 20 % mannitol, 3 % or 7 % hypertonic saline on hemodynamic parameters, intracranial pressure and electroencephalography in experimental head trauma. Bilateral craniotomy were carried out in the parietal region and standart head trauma was applied for all rabbits. The rabbits were randomly divided into four groups. In group I rabbits were only observed. In group II: 20 % mannitol, in group III: 3 % hypertonic saline and in group IV: 7 % hypertonic saline was administered intravenously to achieve similar osmolar load. Electroencephalography, mean arterial pressure, heart rate, intracranial pressure were recorded before trauma and 5 and 60 minutes after trauma. Increased intracranial pressure was significantly decreased by mannitol, 3 % and 7 % hypertonic saline solutions at the end of study (p0.05). The mean arterial pressure and heart rates increased after trauma in all groups (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
Meral Kaya, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Asuman Güzelant, Hülya İren Güvenç, Habibe Övet, Oya Akkaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Ayşe Ruveyda Uğur, Ayşegül Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
The ComparIson Of Brucella Gel AgglutInatIon Test WIth
other SerologIcal Tests For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Zoonotik bir hastalık olan Bruselloz, birçok sistemi etkileyerek çok farklı klinik belirti ve bulgulara
neden olabilen bir hastalıktır. İnsanlarda gelişenbruselloz hastalığının tanısı başlıca kültür ve serolojik
yöntemlerle konmaktadır. Serolojik testler arasındarose Bengal (RBT) ve standart tüp aglütinasyon
testleri (STA) en sık kullanılan yöntemlerdir. Tarama amaçlı kullanılan RBT ile pozitif saptanan örnekler
standart tüp aglütinasyon testi ile dilüsyonlu olarak çalışılmaktadır. Ancak blokan antikorların varlığı
nedeniyle STA testinde yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle bu testler zaman zaman
tanıda yeterli olmamaktadır. Çalışmamızda yeni bir test olan BrucellaCoombs Jel testi (BCGT), RBT, STA,
Brucellaimmuncapture aglütinasyon testi (BCAP) ve Brucella ELISA IgG, M testleri ile karşılaştırılmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına çeşitli kliniklerden
gönderilen bruselloz şüpheli 100 hastanın serum örneği üzerinde çalışıldı. Her bir hasta serumundan
RBT (Seromed Laboratory Product, Turkey), STA (Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell S.D.
Spain), BCGT (ODAK, İSLAB. Türkiye), ELISA Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Almanya) testleri çalışıldı.
Çalışmalar üretici firma önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: Testlerdeki Pozitiflik oranları; BCGT 88 (%88.0), RBT 74 (%74.0), STA 56 (%56.0) , BCAP 84
(%84.0), Brucella IgG, IgM 92 (%92.0) olarak saptandı.
Sonuç: BCGT’nin; ELISA, BCAP, RBT ve STA testleriyle yapılan karşılaştırmasında gold standart olarak
kabul edilen bir yöntem çalışılmadığından istatistik karşılaştırmaları yapılamamıştır. BCGT, 24 saat
inkübasyona gerek olmadan çalışılması nedeniyle STA ve BCAP yöntemlerine göre daha hızlı sonuç
vermeyi sağlamıştır. Bu yeni test (BCGT), brusellozun tanı ve takibinde blokan antikorları da tespit etmesi
ve hızlı sonuç vermesi nedeniyle avantaj sağlamaktadır. Sonuçların doğrulanması için daha kapsamlı
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: Brucellosis, a zoonotic disease, may affect several body systems and cause various clinical
manifestations considering the infection sites. Diagnosis of brucellosis is mainly based on culture and
serological methods, specifically Rose Bengal agglutination (RBT) and standard tube agglutination tests
(STA). When RBT, which is usually used as a screening method, is positive for Brucella antigens, STA
is prefered to detect an agglutination titre by using serial dilutons of serum sample. On the otherhand,
false negative results can be obtained by STA due to the presence of blocking antibodies. The refore,
these two methods may be in adequate for diagnosis of Brucellosis. The aim of this study is to compare a
novel method, Brucella Coombs gel test (BCGT) with other four serological methods, RBT, STA, Brucella
immune-capture agglutination test (BCAP), and Brucella ELISA IgG, IgM tests.
Patients and Methods: Serum samples taken from 100 patients, admitted from various clinics at Konya
Training and Research Hospital were sent to the Medical Microbiology Laboratory with a clinical diagnosis
of Brucellosis. Each serum sample was studied with RBT (Seromed Laboratory Products, Turkey), STA
(Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell SD Spain), BCGT (ODAK, ISLAB, Turkey), and ELISA
Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Germany) methods. All procedures were carried out in accordance with
the manufacturer’s recommendations.
Results: The rates of positive results for each method were as follows: BCGT 88 (88.0%), RBT 74
(74.0%), STA 56 (56.0%), BCAP 84 (84.0%) and Brucella IgG, IgM test 92 (92.0%).
Conclusion: Statistical analysis could not be executed due to lack of a gold standard method in the study.
Yet, BCGT provided faster results than STA and BCAP methods because it does not require a 24-hourincubation.
This novel test, BCGT, also showed an advantagein the diagnosis of Brucellosis because of
detecting blocking antibodies. More comprehensive studies are needed to be performed to confirm the
results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
Özkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
ClInIcal, Laboratory And EpIdemIologIcal CharacterIstIcs Of FamIlIal
medIterranean Fever In ChIldhood And The RelatIonshIp Between
these Features WIth GenetIc MutatIons
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) seröz zarların inflamasyonu
ile karakterize, ataklarla seyreden bir hastalıktır. MEVF gen
mutasyonlarının keşfinden sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili
bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip
arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmada
AAA hastalarının klinik özellikleri ve kolşisine yanıtlarının genotiple
ilişkisinin araştırılması amaçlandı. AAA tanısıyla izlenmekte olan
131 hastanın dosyaları retrospektif olarak taranarak demografik,
klinik veriler ve mutasyon analizleri kayıt edildi. Hastalarımızın
%52.7’si erkek, %47.3’ü kızdı. Hastalarımızın şikayetlerinin başlama
yaşı ile tanı yaşının dağılımı farklılık göstermekteydi (p=0.00). En
sık görülen semptom karın ağrısı (%94.7) ve onu sırasıyla ateş
(%91.6), artralji (%65.6) ve göğüs ağrısı (%27.5) takip ediyordu.
Enfeksiyon, stres, menstürasyon, spor gibi faktörler bazı hastalarda
atağı tetiklemekteydi. En sık görülen mutasyonlar sırasıyla M694V
(%50.4), M680I (%26.7), 148Q (%11.5) idi. Mutasyon saptanmayan
%14.5 hastamız vardı. M694V homozigot olan hastalarda bulantı
ve kusma daha az, E148Q heterozigot olan hastalarda artralji daha
fazlaydı (p<0.05). Aynı aileden kolşisine dirençli 3 hastamız vardı.
Çalışmamızda AAA hastalarının fenotip ve genotipi arasında önemli
bir ilişki gözlenmemiştir. İnfantil dönemde hastalığın tanınması
zor olup, komplikasyonları önlemek adına hastaneye sık başvuran
hastalarda AAA tanısı da akla gelmelidir.
Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by attacks
and inflammation of serous membranes. After discovery of MEVF
mutations, several studies have been carried out about the effect
of genotype to phenotype, a number of them showed relationship
between genotype and phenotype, but some of them not. The aim
of our study was to investigate the relationship between genotype
and clinical features in children with FMF. This study was performed
with 131 patients who have FMF diagnosis. The demographic data,
clinical findings, mutations were investigated retrospectively. 52.7%
of our patients were boys, 47.3% were girls. Distribution of the age
of diagnosed was different from age of onset of symptoms (p=0.00).
The most frequent symptom was abdominal pain (94.7%) and it is
followed by fever (91.6%), arthralgia (65.6%) and chest pain (27.5%).
Infection, stress, menstruation and physical training triggered the
attack in some patients. Respectively, the most common mutations
were M694V (50.4%), M680I (26.7%) and 148Q (11.5%). No mutation
was detected in 14.5% of our patients. Nausea and vomiting were
less in M694V homozygous patients, and arthralgia was higher in
E148Q heterozygous patients (p<0.05). We had 3 patients with
colchicine-resistant who were siblings. In our study, a significant
relationship between phenotype and genotype was not observed. It
is difficult to recognize the disease in infancy period, FMF should be
considered in patients with frequently admitted to hospital in order to
avoid complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
Sennur Demirel, Ayşegül Zamani, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Başar Çolak, Tahir Kemal Şahin, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIscrImInatIon AbIlIty And Mental CapacItIes ExamIned Court Case CrImInal ChIldren In Konya ForensIc MedIcIne DIvIsIonal DIrectorateshIp
Bu çalışmada, 1992-1997 yılları arasında Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğü'ne farik-i mümeyyizlik mu-ayenesi için gönderilen 479 olgu retrospektif olarak incelendi. 479 olgudan 25`inin yaş sınırının farik-i mümeyyizlik muayenesi yaş sınırının dışında olduğu görüldü_ Geri kalan 454 olguda, suç işlediği iddiasıyla muayeneye gönderilen çocukların büyük bir çoğunluğunun erkek (% 96.5), en sık suç işlenen yaşın 15 (% 39.7) ve 14 (% 33_9), en sık işlenen suçun hırsızlık (% 54.4) olduğu, olguların % 95.6'sının işlemiş oldukları iddia edilen suçun farik ve mümeyyizi olduklarının belirlendiği görüldü. Farik ve mümeyyiz olmadıkları belirlenen 20 (% 4.4) olgudan 2'sinde (% 10.0) zeka geriliği saptandığı, 1 Olunda (% 50.0) içinde bulundukları sosyo-kültürel yapı se-bebiyle suçu işlemekten kaçınamayacakları, 6Sında 30.0) psikobiyolojik gelişimierinin kendilerini işledikleri suçtan koruyabilecek derecede ta-mamlanmamış olması nedeniyle, 2 çocuğun ise sağır ve dilsiz olmalarının da etkisiyle (% 10.0) farik-i mümeyyiz olmadıklarının belirlendiği görüldü. Sonuçlar diğer bölgelerde yapılan benzer çalışmalarla karşılaştırıldı.
In this study, 479 criminal children were sent to Forensic Medicine Divisional Directorateship for their discrimination and mental capacities to be sulted for child correction institutions. Twenty five children were out of the age range of examination of disc-rimination and mental capacity. Remaining 454 sub-jects were largely males (96.5 %). The large per-centage of criminal ages were 15 (39.7 %) and 14 (33.9 %) years of age. The most attempted erime was steeling and burglary (54.4 %). Of those 96.6 % were the age of discrimination and mental capacity and knowing attempted to the crimes. Twenty sub-jects, although they had the ages older than 11 years old, were below the discrimination and mental ca-pacity level. Among them two (10.0 %) were mentally retarded. Ten subjects (50.0 %) were inclined to at-tempt criminal temptations due ta their fawer socio-economic cultural type of living. Of those, six (30.0 %) of thern were lacking behind the psychobiological developments and unaware of the judgement of their criminal acts. The remaining two (10.0 %) subjects were deaf and dumb, and they were considered to have low level of discriminative ability and mental ca-pacity. This study when compared ta similar studles carried out else where in Turkey, it can be concluded that the type of erime attempted and the ratio of disc-riminative and mental capacity were of similar.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
Ruküye Burucu, Saniye Gencer, Nesibe Günay Molu, Deniz Sağlam Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
A Cost AnalIsIs Of DIsposable And Reusable SurgIal Dropes
Bu araştırma, tek kullanımlık ve çok kullanımlık cerrahi
örtülerin tıbbi atık ve yıkama maliyetinin karşılaştırılması amacıyla
gerçekleştirildi. Tanımlayıcı tipteki araştırmanın örneklemini bir eğitim
ve araştırma hastanesindeki izlenen 304 vaka oluşturdu. Veriler
“cerrahi örtüler izlem formu” kullanılarak toplandı. Ameliyathanenin
çalışma düzenine müdahale edilmedi ve vaka seçimi rastgele yapıldı.
Her iki örtü grubu da, örneklem grubundaki tüm ameliyatlarda eşit
sayıda kullanıldı ve araştırmacılar tarafında izlendi. Araştırmanın
yapılabilmesi için Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu
ve Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Planlama ve
Koordinasyon Kurulundan yazılı izinler alındı. Veriler sayı, yüzde,
ortalama ve standart sapma ile özetlendi, analizde t ve ANOVA testleri
kullanıldı. Tek kullanımlık örtülerin maliyetini tıbbi atık ve malzemenin
alınmasındaki maliyet oluşturmaktadır. Çok kullanımlık örtülerde ise
kullanılan örtülerin yıkama, sterilizasyon maliyeti, maliyeti oluşturan
başlıklardır. Çok kullanımlık örtülerin maliyetinin daha fazla olduğu
tespit edilmiştir. Tek kullanımlık örtülerin çok kullanımlık örtülere
göre maliyeti daha düşüktür.
The purpose of that study is comparing reusuable and disposable
dropes’ medical waste and washing expenditures. Sample of
definer type study generates 304 case who fallowed at a training
and research hospital.Parameters were collected with using “the
inspection form of surgial dropes”.The work order of operating room
was not interfereted and all cases were choosen randomly.Both
drope groups were used in all surgeries which is in group of sample
and it was watched by researchers.For practicable study;written
written authority was gotten from Ethical Committee of The Selçuk
University and Educational Planning and Coordination Committee
of Konya Training and Research Hospital.Datas were summerized
with number,percent,average and standart deviation. T and ANOVA
tests were used on analysis.Findings: The cost of buying medical
waste and materials generates the cost of disposable dropes.
In case reusuable dropes,washing and sterilization costs on used
dropes generate main costs .Resusuable dropes has a cot overrun
was determined. Disposable dropes are more cost-effective than the
disposable dropes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
FIve-Year SurvIval Outcomes Of Breast Cancer And PrognostIc
factors. A SIngle InstItutIon ExperIence
Kliniğimizde tedavi edilen olgu serisini retrospektif olarak
inceleyerek 5 yıllık sağkalım sonuçlarını ve sağkalımı etkileyen
prognostik parametreleri saptamaktır. Meme kanseri tanısıyla
başvuran ve kliniğimizin rutin meme prosedürüne göre küratif olarak
tedavi olmuş olgu verileri incelenmiştir. Tüm olgular üç boyutlu
konformal RT tekniği ile göğüs duvarı veya meme dokusuna karşılıklı
paralel tanjansiyel alanlar kullanılarak günlük 2 Gy fraksiyon dozuyla
haftada 5 gün olacak şekilde tedavi edilmiştir. Rejyonel lenf nodu
bölgesinin tedavi edilmesi gereken durumlarda ise supraklavikuler
fossa ışınlaması da tedaviye eklenmiştir. Olgulara sıklıkla antrasiklin
bazlı kemoterapi rejimleri uygulanmış olup, östrojen reseptörü
pozitif olan olgular hormon tedavisi, Her-2 reseptör pozitif olgular
da trastuzumab tedavisi almıştır. Çalışmanın birincil sonlanım
noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım (HS) idi. İkincil
sonlanım noktası ise sağkalım süreleri üzerine etkili olan prognostik
faktörleri saptamak idi. Tüm istatistiksel analizler SPSS (Statistical
Package for Social Sciences) 13 versiyonu kullanılarak yapılmıştır.
11.02.2010- 01.05.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran
toplam 559 meme kanseri olgusu değerlendirilmiştir. 2 ve 5 yıllık GS
oranları sırasıyla %97 ve %84; 2 ve 5 yıllık HS oranları sırasıyla
%97 ve %71 olarak bulunmuştur. Çok değişkenli analizlerde, ≥70
yaş, triple (-) olmak, T3-4 evre hastalığa sahip olmak, N2-3 nodal
evre hastalığa sahip olmak ve metastaz yada lokal- bölgesel nüks
olması GS’ yi olumsuz etkileyen bağımsız prognostik faktörler
olarak bulunurken; N2-3 nodal hastalığa sahip olmak ve triple (-)
olmak HS’ yi olumsuz etkileyen faktörler olarak saptanmıştır. Meme
kanseri dünya genelinde kadınlar arasında görülen en sık kanser türü
olup insidansı artmasına rağmen hastalığa bağlı mortalite oranları
zamanla düşmeye başlamıştır. Güncel tedavi modaliteleri ışığında
prognostik faktörlerin bilinmesi hem en doğru tedavi modalitesinin
seçilmesi hem de uygulanan tedavi modalitesine alınacak yanıtın
öngörülebilmesi açısından önemlidir.
To evaluate the five year survival outcomes of breast cancer
patients treated at our department and to assess the prognostic
factors that affect survival parameters. All patients underwent our
department’s routine procedure for breast cancer. All patients received
RT to the breast or chest wall using 3D conformal technique with 2 Gy
fraction doses, five days a week with two opposite tangential fields.
If necessary, ipsilateral supraclavicular fossa field was added to the
treatment field. Anthracycline-based chemotherapy was primarily
used, patients with estrogen receptor- positive disease received
hormonal therapy and patients with Her-2 receptor-positive disease
received trastuzumab. The primary end points of this study were
to evaluate the overall survival (OS) and the disease-free survival
(DFS) of the patients. The secondary end points of this study were
to assess the prognostic factors that affect the survival outcomes.
Statistical analysis were carried out using SPSS Statistic program
version 13. Between 11.02.2010 and 01.05.2016, 559 patients with
breast cancer who had been irradiated postoperatively were included
in this retrospective study. 2 and 5 year OS rates were 97% and 84%;
2 and 5 year DFS rates were 97% and 71%, respectively. According to
multivariate analysis, ≥70 year, to have triple (-) hormonal status, to
have T3-4 disease, to have N2-3 nodal stage and to have locoregional
recurrence or distant metastasis were the independent prognostic
factors that affect OS. Also, to have N2-3 nodal stage and to have
triple (-) hormonal status were independent prognostic factors that
affect DFS. Breast cancer is the most common cancer among women.
Its incidence has been increasing but mortality has been decreasing
in the last 10-15 years. In the light of current treatment modalities,
to know the prognostic factors that affect survival outcomes is very
important for both choosing the most appropriate treatment modality
and the prediciton of treatment response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Selman Hakkı Altuntaş, Fuat Uslusoy, Gülşah Uslu Yunusoğlu, Dudu Dilek Yavuz, Mustafa Asım Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Investıgatıon Of The Effect Of Topıcal Ankaferd Blood Stopper® On Perıoperatıve Bleedıng In Orthognatıc Surgery
Konvansiyonel cerrahi hemostaz yöntemlerinin kullanılmasına rağmen ameliyat sahasında kanama tam olarak sonlandırılamaz. Bu çalışmada amacımız mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde topikal Ankaferd Blood Stopper®’in (ABS) etkilerini araştırmaktır. Bu amaçla Le Forte I osteotomi ve/veya bilateral sagittal split osteotomi yapılan 19 hastada, kanamalara konvansiyonel müdaheleleri müteakip ameliyat sahalarına ABS veya plasebo sprey uygulandı. Ortognatik cerrahi grubunda, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin ve hematokrit düşüş oranlarından kan kaybı miktarı hesaplandı ve bunun ABS kullanımı, tek ya da çift çene ameliyatı olması, ameliyat süresi, ameliyatta ortalama kan basıncı, yaş ve cins faktörleri ile ilişkisi araştırıldı. Postoperatif Hb ve Htc düşüş oranları ABS grubunda % 25 iken, plasebo grubunda; Hb ve Htc düşüş oranları sırasıyla % 19 ve 20 idi. Kanama miktarının bağımsız belirleyicisi olarak sadece cinsiyet bulundu. Erkek olmak daha fazla kananama ile birlikteydi (p=0,01). Sonuç olarak bu çalışmada ABS nin mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde bir etkinliği gösterilememiştir.
Bleeding can not be absolutely terminated in spite of conventional techniques of hemostasis. In order to investigate the effect of Ankaferd Blood Stopper® (ABS) on persisting bleeding after conventional hemostasis, we applied topical ABS spray or plasebo on orthognatic surgery (n=19). Substances were applied to the surgical field after conventional methods of hemostasis. In orthognatic surgery group, the association of blood loss with the operation type, age, gender, ABS usage, duration of operation and blood pressure was analyzed. The rates of Hb and Htc decline was % 25 in ABS group and % 19 (Hb), % 20 (Htc) in placebo group. The only significant association was with gender indicating a higher blood loss with being male (p=0,01). In conclusion, this study did not reveal any ABS effect on bleeding from the surgical site persisting after conventional hemostasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Ümmüye Biçer, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Turgut Teke
Olgu sunumu
Özeti
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
ChronIc EosInophIlIc PneumonIa WIth AtypIcal BronchoscopIcal And
radIologIcal PresentatIon
Eozinofilik akciğer hastalıkları (EAH), havayolu ve/veya akciğer
dokusunda eozinofillerin artması ile karakterize bir grup hastalığı
tanımlar. Bu grup hastalıkların bir kısmı ağırlıklı olarak akciğeri
etkilerken bir kısmı sistemik tutulum gösterir. Subakut veya kronik
solunumsal ve genel semptomlar, alveoler ve/veya kan eozinofilisi
ve akciğer grafisinde periferik infiltratlar varlığında kronik eozinofilik
pnömoni (KEP) düşünülmelidir. Kliniğimize 6 aydır devam eden
öksürük, ara ara olan ateş, halsizlik şikayetleri ile başvuran 53
yaşındaki erkek olgu, akciğer grafisinde iki taraflı apikal, subapikal
ve hiluslar çevresinde infiltrasyon saptanması üzerine akciğer
tüberkülozu ön tanısıyla yatırılarak değerlendirildi. Hemogramda
eozinofili, yüksek rezolüsyonlu bigisayarlı tomografi (YRBT) de
bilateral düzensiz konturlu infiltratif özellikte lezyonlar, iki taraflı kistik
bronşektazik odaklar saptandı. Bronkoskopide pürülan sekresyonlar
ve koyu mukus tıkaçları izlendi. Etyolojik değerlendirmede herhangi
bir spesifik neden saptanmadı ve olgu KEP olarak kabul edildi.
Alışılmadık bronkoskopik, ve radyolojik bulguları nedeniyle olgu
sunularak tartışıldı.
Eosinophilic pulmonary diseases (EPD) are defined as a group of
diseases characterized by the in crease of eosinophils in the air way
and/or lung tissue. While a part of the sedis orders mainly affects the
pulmonary, others show systemic in volvement. Chronical eosinophilic
pneumonia (CEP) should be kept in mind in the existence of subacute
or chronic respiratory and general symptoms, alveoler and/or bloode
osinophilia and peripheral pulmonary in filtrates on chest radiography.
A 53-year-old male patient was admitted to our clinic with on going
complaints of cough, occasional fever and malaise for six months.
When two-sided apical, subapical and the infiltration around hiluses
were detected on chest x-ray, the case was hospitalized with the
prediagnosis of pulmonary tuberculosis. Eosinophilia in hemogram,
bilateral infiltrative lesions with irregular contours and bilateral cystic
bronc hiectasis foci were detected on high resolution computed
tomography (HRCT). Bronchoscopy revealed purulent secretions and
thick mucous in hibations. No specific etiologic cause was defined
in the etiology, and the case wase valuated as CEP. Due to unusual
bronchoscopic and radiological findings, the case was presented and
discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
Cevdet Duran, Orkide Kutlu
Derleme
Özeti
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
A New AlternatIve In The Treatment Of Type 2 DIabetes: SodIumglucose
co-Transporter-2 InhIbItors
Dünya üzerinde tip 2 diyabet sıklığı giderek artmaktadır.
Hernekadar diyabetes mellitus tedavisi için günümüzde birçok
tedavi seçeneği bulunsa da glisemik kontroldeki başarı oranları
halen yetersizdir. Sodium Glucose Co-transporter (SGLT)2
inhibitörleri insülin etkisinden bağımsız etki gösteren yeni bir sınıf
antihiperglisemik ajanlardır. SGLT2 inhibitörleri idrarla glukoz
atılımını arttırarak plazma glukoz düzeylerini düşürürler. Günümüzde
değişik fazlarda klinik çalışmaları devam eden birçok molekül vardır.
Mevcut çalışmalar bu grup ilaçların iyi tolere edildiğini, hipoglisemi
yapmadan kilo kaybıyla beraber kan şekeri düzeylerini kontrol altına
aldığını göstermiştir. Bu yazıda böbreğin glukoz hemostazındaki rolü
ve renal glukoz absorbsiyonu SGLT2 inhibitörleri ile inhibisyonunun
etkileri irdelendi.
The prevalence of type 2 diabetes mellitus is increasing
worldwide. Although there are a number of treatments currently
avaible to treat diabetes mellitus, glycemic control rates remain poor.
Sodium Glucose Co-transporter (SGLT) 2 inhibitors are a novel class
antihyperglycemic agent that act independently of insulin actions.
The SGLT2 inhibitors increase urinary glucose excretion and lower
plasma glucose. There are a lot of SGLT inhibitor molecules in a
different phases of clinical trials is currently avaible. Initial clinical
trials showed that this class of agents are well tolerated and can
effectively control blood sugar levels with reduced weight gain
without hypoglycemia. This manuscript reviews the role of the kidney
in glucose hemostasis and the effects of inhibition of renal glucose
reabsorbtion by SGLT2 inhibitors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
Bedri Özer, Salim Güngör, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
SurgIcal Therapy For BenIgn ParotId Tumors
Yetersiz eksizyon ve enükleasyon tekniği nedeniyle yaklaşık 50 yıl öncesine kadar benign tümörlerin, özellikle ple- omorfik adenomların postoperatif nüks oranları %21-70 arasında değişmekteydi. Bugün cerrahi teknikler daha güvenli ve yeterli düzeydedir. Fasyal sinirin identifikasyonu ve korunmasının avantajı ile çevreden yeterli sağlıklı parotis dokusunu da içerecek tarzda tümörün çıkartılması, 1940 lı yıllardan itibaren temel filozof iyi oluşturmuştur. Süperfisyal parotidektomi olarak tanımlanan bu teknik tüm otolarengologlar tarafından uygulanmaktadır. Bu çalışmada çeşitli tekniklerle müdahale edilen bir grup benign parotis tümörü vakasında cerrahi tekniklerin avantaj, dezavantaj ve postoperatif morbiditesi literatür verileri ile birlikte tartışıldı. Süperfisyal parotidektominin sınırlı va kalar dışında kitlenin eksizyonu, fasyal sinir ve dallarının korunması, postoperatif nüksün önlenmesi açısından en sağlıklı teknik olduğu sonucuna ulaşıldı.
Because the technique of enucleation and incomplete excisions, 50 years ago recurrence rates after surgical re- moval of tumors, especially pleomorfic adenomas ranged betvveen 21% and 70% . Today, surgery for bening pa rotid tumors has evolved into a procedure that is both effective and safe. The advent of facial nerve Identification and preservation with tumor removal with a adequate amount of surrounding healthy parotid tissue, occurred in the early 1940s as a true change in philosophy. The operation, termed superficial parotidectomy, is no w accepted by the majority of otolaryngologists. İn this article 23 patient that had benign parotis tumors was presented. Sur gical therapy and techniques discussed vvith literatüre, l/Ve shovv that superficial parotidectomy is the better tec- nique for benign parotis tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Mehtap Karameşe, Mustafa Keskin, Zekeriya Tosun, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Effect Of NebIvolol On Rat Tram Flap VIabIlIty
Meme rekonstruksiyonu; meme kanserinin cerrahi tedavisinin bir parçası olarak düşünülmektedir. Rekonstrüksiyon seçenekleri arasında bulunan transvers rektus abdominis kas deri flebinin (TRAM) belirli beslenme zonlarındaki perfüzyon yetersizlikleri, cerrahi sonrası görülen komplikasyonların artmasına neden olmaktadır. Periferik vazodilatasyonla kanlanma artırıldığında, flep viabilitesi artmakta ve komplikasyon riski azaltılabilmektedir. Nebivolol, üçüncü kuşak beta-adrenoreseptor blokeri olup nitrik oksit aracılığıyla periferik vazodilatasyon yapmaktadır. Çalışmada otuz adet, 250-300 gr ağırlığında Spraque- Dawley rat, beş deney grubuna ayrıldı. Tüm gruplarda TRAM flep kaldırıldı. Kontrol grubu kabul edilen birinci gruba ilaç uygulanmadı. İkinci gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol (Vazoksen, Abdi Ibrahim) oral gavaj yöntemi ile başlandı ve postoperatif 7 gün uygulamaya devam edildi. Üçüncü gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol, verildi. Peroperatif dönemde ve postoperatif 7 gün devam edildi. Dördüncü gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol başlandı ve postoperatif dönemde 7 gün devam edildi. Beşinci gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol kullanıldı. Peroperatif veya postoperatif dönemde ilaç kullanılmadı. Yedinci gün, tüm ratlarda kan laktat düzeyi ölçüldü ve fleplerin fotoğrafları çekilerek, nekroz alanlarının yüzdeleri belirlendi. Kan laktat değerlerinin, istatistiksel olarak tüm gruplarda kontrol grubuna (grup I) göre belirgin farklılık gösterdiği bulundu. En anlamlı fark kontrol grubu ile (grup 4) arasında tespit edildi. Fleplerin nekroz oranlarının değerlendirmelerinde, istatistiksel olarak grup 1’e göre diğer tüm gruplarda anlamlı fark mevcuttu (p
Breast reconstruction is an essential part of the breast cancer threapy. The transverse rectus abdominis musculocutaneous (TRAM) flap has been widely used for reconstruction of the breast. Partial loss of the flap is still a major problem. The defficiency of flap perfusion may cause partial necrosis of the flap. Periferic vasodilatation may increases flap viability. The aim of this study is evaluation of affect of nebivolol on rat TRAM flap perfusion. Nebivolol is a selective β1 adrenergic receptor antagonist that causes a direct vasodilator effect attributed to the action on vascular nitric oxide (NO). In this study 30 male spraque–dawley rats were used. A pedicled TRAM flap based upon the the right inferior epigastric artery was elevated and reapproximated. Animals were randomly assigned to 5 treatment groups (n:6). Group 1 received no nebivolol. Groups 2 through 5 were administered 100 mg/kg nebivolol orally 24 hours preoperatif; in addition groups 2 to 4 received orally postoperatif for 7 days. Group 3 also received intraoperatively; groups 4 and 5 were given nebivolol orally for 7 days before the 24 hours preoperatif treatment. Seven days after surgery skin paddles were photographed and assessed for viability. In seventh day blood lactate levels were measured. Statically significant differences were found in all experimental groups relative to the controls. Group 4 displayed the greatest improvement in flap viability, significantly better than other nebivolol groups. This study indicates that nebivolol may provide a useful pharmacologic tool for reducing iscemia-reletad necrosis in TRAM flaps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailesel Akdeniz Ateşi Ve Romatoid Artrit Birlikteliği
Şevket Arslan, İlknur Albayrak, Fatma Ünsal, Merve Karademirci, Abdülkadir Baştürk, Adem Küçük
Olgu sunumu
Özeti
Ailesel Akdeniz Ateşi Ve Romatoid Artrit Birlikteliği
CoexIstence Of FamIlIal MedIterranean Fever And RheumatoId
arthrItIs
Ailesel Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayıcı ateşli poliserozit ve
artrit ataklarıyla karakterize otoinflamatuar bir hastalıktır. Literatüre
bakıldığında AAA ve romatoid artrit (RA) birlikteliği çok nadirdir.
Burada AAA ve RA birlikteliği olan bir vaka sunuldu. Buna göre
klinisyenler AAA hastalarında sabah tutukluğu ve eroziv poliartrit
varlığında eşlik eden RA tutulumunu da akılda tutmalıdır.
Familial Mediterranean fever (FMF) is an auto inflammatory
disorder characterized by recurrent febrile polyserositis and arthritis
attacks. Coexistence of FMF and rheumatoid arthritis (RA) is very rare
in the literature. Here, we present a case with FMF and RA. Clinicians
should there fore consider the possibility of RA development in FMF
patients exhibiting morning stiffness and erosive polyarthritis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
Fatmagül Başarslan, Cahide Yılmaz, Murat Tutanç, Vefik Arıca, Melek İnci, Vicdan Köksaldı Motor, Hanifi Bayaroğulları
Olgu sunumu
Özeti
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
The EncephalItIs Secondary To ChIckenpox In A FIve Months Infant
Suçiçeği, Varicella-zoster virüsünün (VZV) neden olduğu
ekzentematöz döküntü ile karakterize bulaşıcı bir hastalıktır.
Suçiçeği geçiren hastalarda ensefalit sıklığı %0.1-0.2 olarak
belirlenmiştir ve baskılanmış hücresel immün yanıtı olan hastalarda
insidansı daha yüksektir. Mortalite oranları %5-20 arasında
değişmektedir. Ensefalit sonrası yaşayan olgularda kalıcı nörolojik
komplikasyon gelişme olasılığı yüksektir. Bu yazıda suçiçeği sonrası
nöbetle başvuran ve ensefalit tanısı alan beş aylık infant bir olgu
sunuldu. Kraniyal görüntülemede meningoensefalit tesbit edildi.
Antikonvülzan ve antiviral tedavi başlandı. Takiplerinde mental ve
motor gelişme geriliği, quadriparazi gelişmesi nedeniyle fizik tedavi
programına alındı. Bu olgu ile nadirde olsa suçiçeğine bağlı ensefalit
görülebileceği, bu nedenle yaşamın ilk yılında suçiçeği geçiren
olguların komplikasyonlar açısından yakın takip edilmesi gerektiği
vurgulanmak istendi.
Chickenpox is an infectious disease caused by varicella-zoster
virus (VZV), characterized by egzentematous rash. The frequency of
encephalitis in patients with chickenpox was determined as 0.1-0.2%
and the incidence is higher in patients with depressed cell-mediated
immune response. Mortality rates vary between 5% and 20%. Patients
who survive have a high likely to develop of permanent neurological
complications after encephalitis. In this study, we report a fivemonth
old infant who was admitted with a seizure and diagnosed
as encephalitis. Meningoencephalitis was detected by the cranial
magnetic rezonans. Anticonvulsants and antiviral therapy were
supplemented. Patient was taken to physical therapy program due
to the development of the mental motor retardation and quadriparazi
in the follow-up periods.Therefore, we aimed to emphasize with this
case that the patients suffering from chickenpox in the first year
of the life should closely be followed up for complications, and the
encephalitis due to varicella can also be seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
Sevim Karaaslan, Bülent Oran, Osman Başpınar, Tamer Baysal, Abdullah Yazar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
A RetrospectIve Follow-Up On The PatIents WIth The Acute RheumatIc Fever:
Akut romatizmal ateş tamlı hastalarımızın klinik ve laboratuar özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Hasta kayıtlarından akut romatizmal ateş tamlı 395 vaka seçildi. Hastaların atak anındaki başvuru yaşı 5-18 yaş (ortalama 11.3±2.8), cinsiyetleri 213 (% 53.9) erkek, 182 (%46.1) kız olarak belirlendi. Hastaların asıl klinik bulguları kardit °%70.3, artrit % 66.5, Sydenham koresi % 22.2, eritema marginatum %1 ve subkütan nodul % 0.7 şeklinde idi. Perikardiyal efüzyona % 3.5 oranında rastlanıldı. Karditli hastalarda mitral ve aort yetmezliği sırasıyla % 95.3 ve % 46.4 oranında oluştu. Takip esnasında kapak yetmezlikleri % 23.6 ve % 33 oranında kayboldu. Penisilin profiaksisinin düzensiz uygulanması bazı hastalarda tekrarlamalara neden oldu.
Patients with acute rheumatic fever, who were admitted to Pediatric Cardiology Unit of Selçuk University Meram Faculty of Medicine, were studied ret- rospectively to verify the clinical and laboratory profile of the disease. 395 cases were identified among patients admitted to the present institution. Age on admission was 5-18 years (mean 11.3±2.8), they were 213 (53.9%) boys, and 182 (46.1%) giriş. Manifestations included carditis 70.3°%, arthritis 66.5°%, Sydenham’s chorea 22.2%, eritema marginatum 1 °%,subcutaneous nodules 0.7%. Pericardial effusion was occurred in 3.5°%. Mitral insuffi- ciency and aortic insufficiency and aortic insufficiency were occurred in 95.3°% and 46.4°%, respectively. The regur- gitation disappeared in 23.6°% and 33°% of patients with mitral and aortic regurgitation, during follow-up. The caus- ing recurrence was the non-compliance with penicillin prophylaxis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Tanı T İp 2 Diyabetes Mellitus Ve Prediyabetik Hastalarda Serum İrisin Düzeyleri
Ahmet Yavuz, Zümrüt Mine Işık Sağlam, Ebru Kavak Yavuz, Melike Doğruel Yılmaz, Ezgi Değerli, Zeynep Karaali
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Tanı T İp 2 Diyabetes Mellitus Ve Prediyabetik Hastalarda Serum İrisin Düzeyleri
Serum IrIsIn Levels In Newly DIagnosed Type 2 DIabetes MellItus And PredIabetIc PatIents
Amaç: Kas hücrelerinden salınan, miyokin grubu içerisinde yer edinen, kas ile yağ dokusu arasında
mesajcı olarak görev yapan irisin hormonunun insülin direncinde, glukoz ve enerji metabolizmasının
düzenlenmesinde aktif bir rol oynadığı gösterilmiştir. Çalışmamızda irisin molekülünün glukoz
metabolizması ile olan ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya, Nisan 2017 ve Eylül 2017 arasında İç Hastalıkları Polikliniğine başvurmuş
29 yeni tanı tip 2 diyabetes mellitus hastası, 41 yeni tanı prediyabet hastası ve 28 sağlıklı kontrol grubu
dahil edildi. Serum irisin d üzeyleri, laboratuvar bulguları ve metabolik parametreler ölç ülerek kaydedildi.
Bulgular: Tip 2 diyabetes mellitus hasta grubunun serum irisin ortalaması prediabetik hastalara ve
kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p=0,015 p<0,001). Prediyabetik hastaların irisin
ortalaması kontrol grubuna göre daha yüksekti, ancak bu iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark
saptanmadı. İrisin düzeyi ile plazma açlık glukozu, HbA1c, total kolesterol, LDL, TG ile pozitif yönde HDL
ile negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkili saptand ı.
Sonuç: Bizim çalışmamız irisinin Tip 2 DM hastalarında artan insülin rezistansına kompansatuvar cevap
olarak glukoz metabolizmasını düzenleyici şekilde artış gösterdiğini desteklemektedir. Çalışmamızda yer
alan insülin direncine sahip prediyabetik hastalarda irisin ortalaması düzeyi kontrol grubuna göre yüksekti
ancak istatiksel olarak iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. İrisinin insülin direnci üzerine olumlu
sonuçları olduğu düşünülmekle birlikte etkisinin daha belirgin olarak anlaşılabilmesi için daha geniş ve
daha farklı değişkenlerin göz ön üne alındığı çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: Irisin molecule is in the group of myokins, it is released from muscle cells and a messenger between
muscle and fat tissue. It is shown that irisin peptide has an important role in insulin resistance, glucose and
energy metabolism. In our study we aimed to show irisin molecule's relationship with glucose metabolism.
Patients and Methods: The study included 29 newly diagnosed type 2 diabetes mellitus patients, 41
newly diagnosed prediabetes patients and 28 healthy control groups who applied to the Internal Medicine
Outpatient Clinic between April 2017 and September 2017. Serum irisin levels, laboratory findings and
metabolic parameters were measured and recorded.
Results: The mean plasma irisin level of the type 2 diabetes mellitus patient group was statistically
significantly higher than the prediabetic patients and the control group (p=0.015 p<0.001). Although the
mean plasma irisin level of prediabetic patients was higher than the control group, no significant difference
was found. A statistically significant correlation was found between plasma irisin level and plasma fasting
glucose, HbA1c, total cholesterol, LDL, TG in a positive way and HDL in a negative way .
Conclusion: Our study supports that plasma irisin increases in a compensatory response to the increased
insulin resistance in Type 2 DM patients in a way that regulates glucose metabolism. Although in our
study the mean irisin level in prediabetic patients was higher than the control group, no statistically
significant difference was found between the two groups. Even tough irisin is thought to have positive
results on insulin resistance, studies that larger and consider more different variables are needed in order
to understand its ef fect more clearly .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemik Metastazlarında Güncel Tedavi Seçenekleri
Eda Yirmibeşoğlu Erkal, Görkem Aksu
Derleme
Özeti
Kemik Metastazlarında Güncel Tedavi Seçenekleri
Current Treatment OptIons For Bone Metastases
Kemik lezyonları içinde malign destrüksiyona en sık sebep olan lezyonlar, kemik metastazlardır. Kemik metastazları sıklıkla şiddetli ve başa çıkılması zor ağrıya neden olmaktadırlar. Kemik metastazlarının neden olduğu ağrının uygun şekilde tedavi edilmesi, hastaların yaşam kalitesinin iyileştirilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Bu, derlemede kemik metastazlarına güncel tedavi yaklaşımları gözden geçirilmektedir.
Among bone lesions, bone metastases are the most common lesions leading to malignant destruction. Bone metastases commonly result in severe pain that is hard to handle. Appropriate treatment of pain associated with bone metastases is critical for the improvement of the patients’ quality of life. In this article, current treatment approaches regarding bone metastasis are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Niyazi Görmüş, Kadir Durgut, Atilla Orhan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Early And MId-Term Results Of Urgent Open Heart Surgery In PatIents WIth Left Maln Coronary Artery DIsease
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Gliminler
Murat Baş, Cevdet Duran
Derleme
Özeti
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Gliminler
The GlImIns In The Treatment Of Type 2 DIabetes
Dünya üzerinde tip 2 diyabet sıklığı giderek artmaktadır.
Günümüzde 382 milyon diyabetli varken, 2035 yılında bu rakamın
582 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir. Diyabet tedavisinde
birçok alternatif olsa da optimal glisemik kontrol sağlanan hasta
oranı düşüktür. İmeglimin, -tetrahydrotriazine-içeren yeni bir sınıf
ilacın ilk üyesi olup, karaciğerden aşırı glukoz çıkışını baskıladığı,
kas dokusunda glukoz alımını arttırdığı ve glukoza yanıt olarak
insülin sekresyonunu arttırdığı gösterilmiştir. Bu derlemede, Tip 2
diyabet tedavisinde imegliminin etkinliği ve güvenliği ile ilgili veriler
derlenmiştir.
The prevalence of type 2 diabetes is increasing world wide and
it is estimated to rise from 382 million today to 582 million by 2035.
Although there are a number of therapies currently avaible to treat
diabetes mellitus, glycemic control rates remain poor. Imeglimin, the
first in a new-tetrahydrotriazine-containing class of oral antidiabetic
agents and it has been shown to decrease hepatic glucose
production, increase glucose uptake in skeletal tissue and improve
insulin secretion in response to glucose. In this text, the efficacy and
safety of imeglimin in the treatment of type 2 diabetes are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Aybike Tazegül, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
EvalatIon Of The ClInIcal And DemographIc CharacterIstIcs Of The Hysterectomy Cases Performed In Our ClInIc
Kliniğimizde 2 yıllık süre içerisinde uygulanan histerektomilerin değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2008-Aralık 2009 arasındaki 2 yıl içerisinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda çeşitli endikasyonlarla abdominal histerektomi ve vajinal histerektomi işlemleri uygulanan toplam 853 hastanın klinik ve demografik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimizde en sık histerektomi, myoma uteri endikasyonu ile gerçekleştirilmiş olup 2008-2009 yılları arasında 358 (%41.9) hastaya uygulanmıştır. İkinci en sık histerektomi endikasyonumuz jinekolojik maligniteler olup 161 (%18.8) hastaya uygulanmıştır. Kliniğimizde abdominal histerektomi (total ve subtotal) oranı %93.6 iken vajinal histerektomi oranımız %6.4 olarak saptanmıştır. Vakaların 453’ünde (%53.1) histerektominin yanı sıra bilateral salpingoooferektomi (BSO) uygulanmıştı. Abdominal histerektomi gurubunda %0.5 mesane yaralanması, %0.37 üreter yaralanması ve %0.37 barsak yaralanması görüldü. Vajinal histerektomi gurubunda 1 (%1.85) hastada mesane yaralanması oluştuğu görülmüştür. Histerektomi, myoma uteri, jinekolojik maligniteler, uterovajinal prolapsus, endometriozis ve peripartum kanama gibi çeşitli endikasyonlar nedeniyle jinekologlar tarafından en sık uygulanan operasyondur. Abdominal, vajinal ve laparoskopik histerektomi tiplerinin birbirlerine olan avantajları ve dezavantajları bilinmekle birlikte halen kliniğimizde abdominal histerektomi daha sık olarak uygulanmaktadır.
To evaluate the hysterectomies carried out in our clinic for a period of two years. The study retrospectively evaluates the clinical and demographic characteristics of the 853 patients that had abdominal hysterectomy and vaginal hysterectomy procedures with various indications for the two years from January 2008 to December 2009 in Selcuk University, Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department. In our clinic, the most common indication for hysterectomy was myoma uteri and the procedure was performed on 358 (41.9%) patients between the years 2008 and 2009. The second most common indication was gynecological malignancies and hysterectomy was performed on 161 (18.8%) patients. The ratio of abdominal hysterectomy (total and subtotal) was determined to be 93.6%, whereas the ratio of vaginal hysterectomy was 6.4%. As well as hysterectomy, bilateral salpingo ooforectomia (BSO) was also performed in 453 (53.1%) cases. We have seen 0.5% bladder injury, 0.37% ureter injury and 0.37% bowl injury in the abdominal hysterectomy group. In vaginal hysterectomy group, there was 1 case (1.85%) with bladder injury. With various indications such as myoma uteri, gynecological malignancy, uterovajinal prolapse, endometriosis and peripartum hemorrhage, hysterectomy is the most commonly performed operation by gynecologists. Although, the relative advantages and disadvantages of the abdominal, vaginal, and laparoscopic hysterectomy types are known, abdominal hysterectomy is still the most common procedure in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
Ömer Faruk Cihan, Ahmet Uzun, Sadice Karakaş, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
MenIngeal Structure Of The Cavernous SInüs; An AnatomIc Study.
Amaç: Bu çalışmada, sinüs cavernosus'un lateral duvarı'nın meningeal yapısı ve Dorello kanalının mikroanatomisi, lig. petrolinguale ve lig. petrosphenoidale'nin etraf yapılarla olan ilişkileri anatomik olarak çalışıldı. Bu bölgeye yapılacak openatif yaklaşımlara katkı sağlamak amacıyla yapılmıştır. Yöntem : Çalışmamız 14 erişkin insan kadavrasında Olympus operasyon mikroskobu ve stereo mikroskopla gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmamızda sinüs cavernosus'un lateral duvarı, yüzeysel ve derin olmak üzere iki tabaka halinde bulundu. Yüzeysel tabaka daha kalın ve düzenli bir yapıya sahip iken, iç tabaka ince, düzensiz, değişken ve üzerinde yer yer dural defektlerin olduğu bir yapı şeklinde idi. Sinüs cavernosus'un lateral duvarındaki derin tabakasının posteroinferior bölümünün lig. petrolinguale ile devam ettiği ve yüzeyel tabakadan kolaylıkla ayrıldığı ve arteria carotis interna (ACİ)'nın sinüs cavernosus'a bu noktadan girdiği tespit edildi. Dorello kanalının, petroclival bölgenin her iki dural yaprağı arasındaki birleşmenin içinde yer aldığı gözlendi. Sonuç: Bu çalışmamızda, sinüs cavernosus ve etraf yapılarının anatomik ve morfometrik ilişkilerinin anlaşılmasında, bölgeye yapılacak olan cerrahi yaklaşımlarda komplikasyon riskinin azaltılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
Aim: İn this study the meningeal structure of the lateral wall of the cavernous sinüs and the microanatomy of Dorell's canal, and the anatomical relations of petrolingual and petrospheonidal ligaments with the adjacent structures were studied. By aim of additional security during the surgical approach in this region this study was performed. Materials and Methods: İn the present study, the microanatomy of the cavernous sinüs and the neighbouring structures in 14 adult human cadavers were examined using for this purpose Olympus operation and stereo microscope. Findings: İn our study, the lateral wall of the cavernous sinüs was found in a form of two layers, superficial and deep. The superficial layer is more thicker and flat vvhile, the deep is in a form of thin, irregular, variable and has dural defects on some region of it. İn our study, we investigated the distances betvveen the cranial nerves and their anatomical relations with the cavernosal part of the internal carotid artery. İt was observed that, the postero-inferior part of the deep layer of the lateral wall of the cavernous sinüs has a continuity with ptrolingual ligament and indicates the site of the entrance of the internal carotid artery; this deep layer can be easily separated from the superficial layer. Conclusion: The present study may be helpful to understand clearly the anatomy of the cavernous sinüs and its relevant structures with their morphometric relationships. Therefore, it can provide a useful Information to reduce the complication risk durring operations upon this region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bolgesı Seker Fabrıkalarında (konya - Eregli - I5 Kazaları Ion Rısk Faktorlerı
Sezai Dikici, Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Orhan Demireli
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bolgesı Seker Fabrıkalarında (konya - Eregli - I5 Kazaları Ion Rısk Faktorlerı
The RIsc Factors Of OccupatIonal InjurIes In Sugar FactorIes Of Konya RegIon (konya - EreglI - 11gm)
(MET Konya Bolgesi eker Fabrikalartnda (Konya -Eregli - Ilgin) 1990-1991 yillarinda meydana gelen 4 kazalartni incelemek amactyla yapttgimiz vaka-kontrol tipindeki hu aravirmaya, vaka gruhu olarak iki yilda 4 kazast gecirm4 230 erkek kontrol gruhu olarak da 4 kazast gecirmem4 230 erkek olmak iizere toplam 460 erkek 4ci dahil ed;Imigir. Bire - hir e§legirme ile araprmaya altnan 4- cilerde yaptlan analizlerde, evli 4cilerin hekar 4- cikrden 2.5 kez, hizmet siireleri 2 yam altindaki 4-ilerin kidemleri 2 yildan fazla olanlara gore 5.1 kez, 4in niteliginde makinistlik yapanlartn yardtmct hizmetlere Ore 5.6 kez daha fazla 4 kazast riskine sahip oldugu hulunmuctur. lc kazast gecirenlerin % 51.7'sinin tamirat yaparken kaza ge•irdigi tespit edilm4tir. Turkiye pker iiretiminin % 21 karplayan hOlge eker fahrikalaruntzda 4 kazalanntn hiiyiik •ogunlugunun hasit koruyucu onlemlerin ahn-mastyla onlenehilecegi veya en aza indirilebilecegi sonucuna vat-lift-11pr.
In this case - control study, we examined the oc-cupational injuries which had happened at years of 1990 and 1991 in sugar factories (Konya - Eregli - Nut) of Konya Region. We took 230 male workers who were subjected to an occupational injury during these two years as case group and 230 male workers who were not subjectedto any occupational injuries during these two years as control group. By analy-zing the matched workers who were involved in our study, we found out that in married workers, the risk of occupational injury was 2.5 times higher than the unmarried workers. The workers who had a se-niority of less than two years had a higher oc-cupational injury risk as 5.1 times greater than the workers who had a seniority of more than two years. It was seen that, among the machinists the oc-cupational injury risk was 5.6 times greater than the helper staff It is determined that, 51.7 % of whom subjected to an occupational injury, were subjected to that injury while they were doing repairing. It is concluded that the greatest part of oc-cupational injury could he prevented by taking simp-le preventive measures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) V Aryantı: Daha Mı Tehlikeli?
Durmuş Ali Aslanlar, Önder Aydemir, Muammer Kunt, Ekin Koç, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) V Aryantı: Daha Mı Tehlikeli?
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) VarIant: Is It More Dangerous?
Amaç: Bu çalışmada; SARS-CoV-2’nin İngiltere Varyantı (VOC 202012/01-B.1.1.7) ile enfekte olan hastaların demografik ve klinik özelliklerinin saptanması ve İngiltere Varyantı olmayan SARS-CoV-2 ile enfekte hastalarla karşılaştırılarak farklılıkların ortaya konm ası amaçlanmaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Konya İli'nde 02-11 Şubat 2021 tarihleri arasında PCR testi pozitif olarak sonuçlanan ve varyant analiz sonucu VOC 202012/01 (B.1.1.7) olan 671 vaka ile aynı tarihler arasında PCR test sonucu pozitif olan ve varyant olmayan 2284 vakanın, Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Yönetim Sistemindeki (HSYS) kayıtları 24.02.2021 tarihi baz alınarak taranmıştır. Yapılan taramada yaş, cinsiyet, temaslılık durumu, daha önce COVID-19 geçirme durumu, hastaneye ve yoğun bakım ünitesine yatma durumu, yatış süresi, entübasyon ve exitus durumları kaydedilmiştir .
Bulgular: Varyant varlığı/yokluğuna göre hastanede yatış durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p= 0,234). Varyant pozitif olan hastaların %1.9'u, varyant pozitif olmayanların ise %3.9'u yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Varyant pozitif olmayan hastalarda YBÜ'ye kabul oranı, pozitif olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (p= 0.013).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları ışığında SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7)'nin hastaneye yatış ve yoğun bakıma yatış açısından daha tehlikeli olmadığını söylemek mümkündür.
Aim: This study aimed to determine the demographic and clinical characteristics of patients infected with the VOC 202012/01-B.1.1.7 variant of SARS-CoV-2 and to compare these patients with those infected with other variants of SARS-CoV-2, in order to demonstrate the differences.
Patients and Methods: Records of 671 patients with VOC 202012/01 (B.1.1.7)(VOC+) who tested positive in the PCR (polymerase chain reaction) test, between February 2–11, 2021 in Konya Province, and were found to have the VOC 202012/01 (B.1.1.7), according to variant analysis and 2284 (VOC−) patients who also tested positive in the PCR test between the same dates but did not have the variant (VOC−) were screened in the Public Health Administration System of the Turkish Ministry of Health, on February 24, 2021. Age, gender, hospitalization status, and admission to the intensive care unit (ICU) were recorded from the screening results.
Results: There was no statistically significant difference between hospitalization status, according to the presence/absence of the variant (p= 0.234). Of the patients who were variant-positive and those who were not, 1.9% and 3.9% were admitted to the ICU, respectively. The rate of admission to the ICU was significantly higher for patients who were not positive for the variant as compared to those who were (p=0.013).
Conclusıons: In the light of the findings of this study, it is possible to state that SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7) is not more dangerous in terms of hospitalization and admission to the ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün, Tahir Kemal Şahin, Gamze Sarkılar, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Factors EffectIng PreoperatIve Fear And Worry
Bu çalışmanın amacı; preoperatif dönemde hastaların anestezi ve cerrahi girişim hakkında korku, endişe ve anksiyeteleri ile, bilgi edinme isteklerini bir anket yardımı ile değerlendirmek ve anksiyetelerinin şiddetini görsel analog skala (VAS) kullanarak ölçmeye çalışmaktı. Beşyüz otuz altı hasta (>19 yaş) bir anket kullanılarak endişeleri, korkuları ve bilgi istemleri hakkında sorgulandılar. Yanıtların istatistiksel analizi kikare ve korelasyon testleri kullanılarak yapıldı ve p<0.05 anlamlı kabul edildi. Daha az eğitimli hastaların cerrahi hakkındaki korkuları daha fazlaydı (p<0.05). Eğitim düzeyi arttıkça bilgi istemi arttı (p=0.007). Kadınlar anestezi ve cerrahiden erkek lere göre daha fazla korkuyordu (p=0.0001). Erkekler lokal anesteziyi kadınlara oranla daha fazla tercih ediyorlardı (p=0.00165). Gelir arttıkça korku ve bilgi istemi de artıyordu (p=0.01). VAS skorları kadın hastalarda, okuma yazma bilmeyenler ile ilkokul mezunlarında ve daha önce cerrahi ve anestezi deneyimi olmayan hastalarda daha fazlaydı (p<0.05) Gelir düzeyinin ve bilgi isteminin artması veya azalması ile VAS skorları arasında bir korelasyon yoktu (p>0.05). Anket uygulanan hastaların tümünün değil de yalnızca bir bölümünün anesteziden ve cerrahiden korktuğu ve bilgi istediği sonucuna varıldı Bu hastaların anestezinin ve cerrahinin sonuçları hakkında bil gilendirilmesi korku ve endişelerinin giderilmesinde faydalı olabilir. VAS skorları ile anket yöntemi ile elde edilen sonuçlar arasında pozitif korelasyon gözlenmesi, preoperatif anksiyetenin ölçümünde VAS skorlamasından yarar lanabileceğimizi düşündürdü.
The purpose of this study was to evaluate the fear, vvorry and axieties of patients about anesthesia and surgery preoperatively by using a questionaire, and to measure their anxiety by using visual analogue scale (VAS). Five hundred and thirty six patients (>19 yr of age) were questioned about their worries, fears and request of Infor mation by means of a questionaire. The ansvvers were analysed with chi-square and correlation tests and p<0.05 was considered as significant. Fear from surgery was higher in the less educated patients (p<0.05). VVomen feared from anesthesia and surgery more than men (p=0.0001). Men prefered local anesthesia more than vvomen (p=0.00165). Fear and request of Information increased with increased income (p=0.01). VAS scores vvere high er in vvomen, illeterate and primary school graduates, and patients vvithout previous surgical or anesthesia expe- rience (p<0.05). No correlation was present betvveen VAS scores and income or increase or decrease of Informa tion requests (p>0.05). İt was concluded that not ali but some patients feared of surgery or anesthesia or vvanted Information. Informing these patients on the consequences of anesthesia and surgery may be usefull in alleviating their fears or vvorries. Positive correlation betvveen the results of the questionaire and VAS scores, leads us to con- sider that VAS scores may be usefull for measuring preoperative anxiety.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
Hasan Horoz, Esma Duru, Oğuz Bülent Erol, Hasan Erbil
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
The InvestIgatIon Of The HemodynamIc Changes In The Eye Before And After Trabeculectomy OperatIon In PrImary Open Angle Glaucoma By Color Doppler Ultrasonography
Primer Açık Açılı Glokomu olan hastalarda glokom cerrahisinin etkinliğinin hemodinamik olarak gösterilmesi ve glokom fizyopatolojisine ışık tutmak. Gereç ve Yöntem: İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Kliniğinde takipte olan Primer Açık Açılı Glokom tanısı almış 45 hastanın 45 gözü çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilme kriteri olarak trabekülektomiye ihtiyaç göstermiş olmaları ve daha evvel göz ameliyatı geçirmemiş olma şartı arandı. Tüm hastalara trabekülektomi ameliyatı yapıldı. Olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Günlerdeki muayenesinde görme keskinliği değerlendirilmesi, refraksiyon muayenesi, biyomikroskopi ile ön segment muayenesi, Goldman üç aynalı lens ile gonioskopik muayene ve +90 D lensle fundus muayenesi yapıldı. Renkli doppler ultrasonografi ile oftalmik arter, nasal posterior silier arter, temporal posterior silier arterlerin hemodinamik özellikleri incelendi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Gün dakikadaki ortalama nabız sayısı ve ortalama kan basıncı değerleri kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı bir değişme saptandı. Ameliyat yapılan gözlerde göz içi basıncı değerleri ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. gün; değerleriyle kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlı azalma olduğu gözlendi. Oftalmik arterin ameliyat öncesi ve sonrası ölçüm değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Santral retinal arter ameliyat önce ve sonrası 15. ve sonrası 15. ve 60. gün hemodinamik değerleri kıyaslandığında sistolik maksimum hızda diyastol sonu hızda, ve ortalama hızda istatiksel olarak anlamlı artma ve resisitif indekste anlamlı azalma olduğu gözlendi. Sonuçlar: Glokom tedavisinde glokom cerrahisi sonrası göz içi basıncının düşürülmesi sonucunda kan akımının pozitif yönde etkilenmesi primer açık açılı glokomun fizyopatolojisinde mekanik teoriyle vasküler teorinin birlikte rol aldığını göstermektedir.
Aim: The aim of this paper is to demonstrate hemodynamically the efficacy of glaucoma surgery in patients with primary open angle glaucoma and to elucidate the pathopysiology of glaucoma. Material and method: 45 eyes from 45 patients who were diagnosed with primary open angle glaucoma in Istanbul Goztepe Training and Investigation Hospital were included into the study . The inclusion criteria were the need for trabeculectomy and no previous eye operation. All patients have undergone trabeculectomy. In the examinations before and 15 and 60 days after the operation, visual acuity evaluation, refraction examination, anterior segment examination with +90 lens were carried out. Hemodynamic characteristics of ophthalmic artery, central retinal artery, nasal posterior ciliary artery and temporal posterior ciliary artery have been investigated by color doppler ultrasonography. Results: No statistically significant change was found in mean pulse per minute and mean blood pressure of the cases between before and 15 and 60 days after the operation. In operated eyes, intraocular pressure was found to be reduced significantly 15 and 60 days after the operation compared top re operation levels. No significant difference was observed in ophthalmic artery in terms of the values before and 15 and 60 days after the operation. In the comparison of the hemodynamic values of central artery before operation and 15 and 60 days after operation, significant increase was observed in systolic maximum velocity, end diastolic velocity and mean velocity and significant decrease in resistive index. Conclusion: Positive effect on blood flow after the reduction of intraocular pressure following glaucoma operation indicates that mechanical theory and vascular theory are compatible in the pathophysiology of primary open angle glaucoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
Şebnem Yosunkaya, İbrahim Satılmaz, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of New TuberculosIs PatIents Followed In Konya Mümtaz Koru DIspensary Between Years 1998 And 2001
1998-2001 yılları arasında Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanserinde kayda alınan 395 tüberkülozlu olgudan yeni akciğer tüberkülozlu 230 olgu retrospektif olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Bunların 123'ü (%53.5) smear (+), 24'ü (%10.4) smear (-) ti, 83'ünde ise (%36.1) balgam bakılmamıştı. Yıllara göre balgam inceleme ve bakteriyolojik tanı koyma oranlarımız 1998 de %27 ve %25.3 1999'da %70 ve %51.1, 2000'de %83.3 ve %77.8, 2001'de %96 ve %74. Toplam 123 ARH+ vakanın 57'si (%46.34) kür, 55'i (%44.71) tedavi tamamlama şeklinde tedavi oldu. Yeni akciğer tüberkülozlu olgularda "kür + tedavi tamamlama" şeklindeki tedavi başarımız ve bunun içindeki kür oranlarımız 1998'de %85 ve %5 , 1999'da %91.6 ve %50, 2000'de %95.3 ve %40.5, 2001'de %89.1 ve %72.9. Akciğer tüberkülozlu olguların çoğunun erkek (%59.8) ve %54.4'ünün 15-34 yaş grubunda oldukları gözlendi. Dispanserin toplumda ortaya çıkması beklenen olguları saptama oranları düşük olmakla birlikte, bakteriyolojik tanı koyma oranları yıllar içinde giderek artmıştı. Tedavi tamamlama şeklindeki tedavi başarısı yeterli, ancak kür oranlarımız yıllar içinde giderek artsa da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hedeflerine henüz ulaşamadığımızgörülmektedir.
We evaluated retrospectively 230 new pulmonary tuberculosis from 395 tuberculosis patient that were applied to Konya Mümtaz Koru Dispansery between years 1998 and 2001. 123 patients (53.5%) was smear (+) and 24 (10.4%) was smear (-). 83 (36.1%) patients had been diagnosed without suputum test. The percentages of suputum test and bacteriological diagnosis were 27% and 25.3% in 1998, 70% and 51.1% in 1999, 83.3% and 77.8% in 2000, 96% and 74% in 2001 respectively. 57 (46.34%) of the 123 ARB (+) cases was treated as cure and 55 (44.71%) as completion of the treatment. Our total treatment success and cure rates were 85% and 5% in 1998, 91.6% and 50% in 1999, 95.2% and 40.5% in 2000, 89.1% and 72.9% in 2001 respectively. %54.4 of pulmonary tuberculosis cases were 15-34 years old. Although the rate of the application of patients to the dispansery were low between 1998 and 2001 the rate of bacteriolojical diagnosis was increased throughout the years but our cure rates did not reach to the suggecful level of WHO.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kist Aspirasyonu Ve Iophendylate Uygulaması
Recai Gürbüz, Ali Acar, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Kist Aspirasyonu Ve Iophendylate Uygulaması
Cyst AspIratIon And Iophendylate ApplIcatIon
Ocak 1990`dan Ağustos 1992'ye kadar kli-niğimizde insidental bir bulgu olarak belirlenmiş basit kistli 19 yakaya perkütan kist aspirasyonu ve iophendylate uygulaması yapıldı. Uygulamalar ultrasonografik kontrol altında ve lokal anestezi ile gerçekleştirildi. Kist mayisinin şitnik, sitolojik ve bakteriyolojik t etkiki yapıldı. Sonuçlar, peroperatıf basit kist teşhisini doğ-ruladı.Postoperatif belirli aralıklarla yapılan kontrol-larda iophendylate'ın kist cidarına sklerozan etki yaptigı Uygulamanın kistin natürünü belirlemede, kist volümünün azalmasında ve böylece büyük kistik kit-lenin parankim ve kollektör sisteme yapacağı olum-suz etkilerin önlenmesinde önemli katkıları olduğu kanısına varılmıştır.
Percutaneous cyst aspiration and iophendylate application were performed tü 19 patients who were evaluated as having a simple cyst when they applied to our clinic between the dates of January 1990 and August 1992. The applications were carried out under ultrasonographic control and local anesthesia. The cytologic and bacteriologic examination of the cyst liquid were performed. The results proved the preoperative simple cyst diagnose. lt was understood that iophendylate had a sclerosant effect on the cyst in the periodic post operation examinations. Also it was understood that this application had an important support on preventing the negative effects of great cystic mass on the paranchima and collector system and also it had an importance on deciding the nature of the cyst and in the reductions of cyst volume.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
Sevtap Darçın, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
ComparIson The DIfferent DelIvery Speeds Of LevobupIvacaIne And Fentanyl In SpInal AnesthesIa
Bu çalışmada, transüretral cerahide intratekal düşük doz levobupivakain ve fentanilin farklı enjeksiyon hızlarının hemodinami, duyusal ve motor blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Benign prostat hiperplazisi nedeniyle opere edilecek ASA II-III grubu 60 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, 22 G spinal iğne ile intratekal aralığa 7.5 mg levobupivakain + 25 μg fentanil karışımı Grup I’ deki hastalara 4 sn, Grup II’ deki hastalara ise 40 sn hızında verildi. Enjeksiyon öncesi ve sonrasında belirli aralıklarla hastaların kalp atım hızı, noninvaziv kan basınçları, duyusal blok seviyesi ve motor blok seviyesi kaydedildi. Duyusal blok seviyesi T10 olduğunda operasyona izin verildi. Hastaların demografik verileri, cerrahi süreleri ve ASA fiziksel durumlarında, kalp atım hızı, Sistolik arter basıncı, Diastolik arter basıncı ve Ortalama arter basıncı ölçümlerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Duyusal blok değerleri benzer değişimler gösteriyordu (p>0.05). Operasyon sonrasında motor blok dereceleri Grup I’de 2 iken, Grup II’de 1 olarak değerlendirildi ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p0.05). Bu çalışmada levobupivakain ile fentanil kombinasyonunun her iki infüzyon hızında da hemodinamik açıdan güvenli olduğu, ancak motor blok geri dönüşüm zamanının hızlı infüzyon yapılan grupta daha uzun olduğu gösterilmiştir.
In this study, we aimed to compare the different delivery speeds of alow dose combined solution of levobupivacaine and fentanyl on haemodynamia, sensorial and motor blockade. 60 ASA I-III patients for spinal anesthesia undergoing transuretral resection were randomly assigned into two groups by using the combined solution of 7.5 mg levobupivacaine and 25 µg fentanyl in four seconds in group I and 40 seconds in group II with 22 G spinal needle for spinal anesthesia. Heart rate, noninvasive blood pressure, sensorial and motor blockade status were evaluated both before and after injections on regular intervals. When the sensorial block level reached to T10 dermatome, the operation began. There was no statistically significant difference between patients demographic data, operation time, ASA status. There were difference was noticed between hemodynamic status of the patients between two groups (p>0.05). Changes in sensorial blockade levels were similar in both groups (p>0.05), but motor blockade level was one in Group I, while it was noticed two in Group II and it was statistically significant (p 0.05). In this study it was shown that both of the injection rates of combination of levobupivacaine and fentanyl prove stable hemodynamia, but it was shown that motor blockade regression time was longer in rapid injection group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ntratorasik Mermi Çekirdeğinin Geç Dönem Komplikasyonu
İsa Döngel, Mehmet Bayram, Hakan İmamoğlu, Salih Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Ntratorasik Mermi Çekirdeğinin Geç Dönem Komplikasyonu
Late Term ComplIcatIon Of IntrathoracIc Bullet
Ateşli silah yaralanmalarında hastaların çoğu olay yerinde veya
acil servise getirilemeden kaybedildiğinden bu hastalara yaklaşım
konusunda ortak bir fikir birliği sağlanamamıştır. Toraksa nafiz
ateşli silah yaralanması olan hastalara yaklaşım göğüs cerrahları
arasında bile farklılık gösterebilmektedir. Toraksa nafiz ateşli silah
yaralanması komplikasyonu günler aylar hatta yıllar içinde görülebilir.
Akciğer grafisinde yabancı cisim saptanmasına rağmen stabil ve non
komplike olarak kabul edilip hastaneden taburcu edildiği öğrenilen
hasta iki yıl sonra göğüs cerrahisi kliniğine genel durum bozukluğu
ile geldi. Bu olguda ateşli silah yaralanması sonucu toraksta bırakılan
mermi çekirdeğinin iki yıl sonra oluşturduğu ankiste ampiyemi
sunmayı amaçladık.
There is no consensus in approach to patients suffered from gunshot injuries since they almost die in scene or on the way to the emegency room. Manegement of the patients with gunshot bullet wounds of thorax is different even among thoracic surgeons. Complication of penetrating chest trauma due to gunshot injuries can occur within days, months even within years. A patient was admitted to the thoracic surgery clinic in bad condition. Foreign body was detected in chest X-ray patient. He had been considered stable and non complicated and discharged from hospital after a penetating gunshot injury of thorax two years ago. We report late presentation of empyema as a late complication of bullet after two years of injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Tuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Olgu sunumu
Özeti
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Secondary BacteremIa After RotavIrus InfectIon
İshal çocuklarda önemli mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Rotavirüs
enfeksiyonları bebeklerde ve küçük çocuklarda görülen şiddetli gastroenteritlerin en başta
gelen nedenlerindendir. Rotavirüse bağlı nadiren sekonder bakteriyemi olguları bildirilmiştir.
Sekiz aylık erkek hasta rotavirüs gastroenteriti ve orta derecede dehidratasyon tanılarıyla
serviste izleme alınmıştır. İntravenöz hidrasyon ve oral probiyotik saşe ile şikayetleri gerileyen
hastanın yatışının 3. gününde ateşleri tekrar yükselmiş, genel durumu kötüleşmiş ve sepsis
tanısı konulmuştur. Yoğun Bakım Ünitesinde izleme alınan ve ampirik olarak seftriakson,
amikasin ve vankomisin başlanan hastanın kan kültüründe seftriakson ve amikasine duyarlı
Klebsiella oxytoca üremesi olmuştur. Vankomisin kesilmiş, diğer tedavileri toplam 14 gün
verilmiştir. Kliniği tamamen düzelen hasta taburcu edilmiştir. Rotavirüse sekonder bakteriyel
sepsis önemli bir klinik durumdur. Kırksekiz saatten uzun süren veya düşüp tekrar yükselen
ateş uyarıcı olmalıdır. Rotavirüs aşılamasının önemi, hastalığın komplikasyonlarında azalma
sağlayabileceğinden dolayı vurgulanmalıdır.
Diarrhea goes on to be an important reason of morbidity and mortality in childhood. Rotavirus
infections are among the most common casues of severe gastroenteritis in infants and small
children. Secondary bacteremia cases after rotavirus have been rarely reported. An eight
month of boy was hospitalized due to rotavirus gastroenteritis and moderate dehydration.
After his symptoms resolved with intrevenous hydration and probiotic sachet, fever and
deteriotation in general condition were realized on the third day and sepsis was diagnosed. He
was monitorized in Intensive Care Unit and started ceftriaxone, amikacine, and vancomycine
empirically. His blood culture grew Klebsiella oxytoca which was sensitive to ceftriaxone and
amikacine. Vancomycine was stopped and other antibiotics were given for totally 14 days.
He was discharged when recovered completely. Bacterial sepsis secondary to rotavirus is an
important clinical situation. Fever lasting more than 48 hours or fever rising after remission
should be alarming. The importance of rotavirus vaccination should be emphasized because
of its probable protective effects on disease complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Osman Balcı, Adeviye Elçi
Olgu sunumu
Özeti
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Management Of A Term Pregnant Women Who Has DIagnosed WIth
factor 7 DefIcIency WhIch PrevIous Pregnancy Was ResultIng At
vagInal ChIldbIrth
Konjenital Faktör VII eksikliği otozomal ressesif geçiş gösteren,
toplumda ortalama 1/300.000 ile 1/500.000 arasındaki sıklıkta
karşılaşılan nadir bir koagülasyon bozukluğudur. Bütün konjenital
kanama bozukluklarının %0,5’ini oluşturmaktadır. Faktör 7 eksikliği,
konjenital faktör eksiklikleri içerisinde Faktör 8, faktör 9 ve Von
Willebrand Faktör eksikliklerinden sonra dördüncü sırada gelmektedir.
Erkek ve kadınlar eşit olarak etkilenmektedir. Hastaların önemli bir
kısmı ileri yaşlara kadar asemptomatik olup, genellikle tesadüfen
yapılan tetkiklerinde kanama parametrelerinden sadece PT’nin uzun
olup, APTT’nin normal olması nedeniyle araştrılarak tanı almışlardır.
Kanama profilaksisi ya da tedavisinde taze donmuş plazma (TDP)’nın
yanı sıra, protrombin kompleks konsantreleri (PCC), plazma derived
faktör 7 (pdF7) ve rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a) konsantreleri
kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda, ilk gebeliği sorunsuz bir şekilde
vajinal doğumla sonuçlanan, fakat ikinci gebeliğinde tesadüfen faktör
7 eksikliği saptanan ve miada kadar problemsiz olarak gelen bir
gebenin sezaryen operasyonuna rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a)
ile hazırlanması ve postoperatif yönetimi sunulmaktadır.
Congenital factor VII (FVII) deficiency is an uncommon bleeding
disorder with an estimated incidence of 1/300.000-1/500.000.
Congenital Factor VII deficiency is an otosomal recessively inherited
and 0.5% of all congenital coagulation disorders. Factor 7 deficiency
is the fourth of all congenital factor deficiencies in the Factor 8, Factor
9, and lack of the Von Willebrand Factor. It affects men and women
in the same proportions. Although there is no correlation between
FVII level and bleeding risk. An important part of the patients are
asymptomatic until advanced age, often by chance, is investigating
the bleeding parameters, only PT’s long, APTT is normal due to the
received diagnosis. Fresh frozen plasma (FFP), FVII, prothrombin
complex concentrates (PCC), plasma-derived factor VII (pdFVII);
recombinant activated factor VII (rFVIIa) are used for prophylaxis
or treatment of bleeding. In this case, a pregnant woman at term
which her first pregnancy was resulting in vaginal childbirth without
any problem, but factor 7 deficiency was detected in her second
pregnancy and there was also no problem to term is presented to
cesarean operation with recombinant activated factor FVII for the
preparation and post-operative management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
The Comparision Of Esvvl And Ureteroscopy İn The Treatment Of Distal Ureteral Stones.
Giray Karalezli, Talat Yurdakul
Araştırma makalesi
Özeti
The Comparision Of Esvvl And Ureteroscopy İn The Treatment Of Distal Ureteral Stones.
The ComparIsIon Of Esvvl And Ureteroscopy In The Treatment Of DIstal Ureteral Stones.
Alt üreter taşlarında ilk tedavi seçeneğinin ESWL (Ekstrakorporel şok dalgaları ile litotripsi) mi, yoksa Üreteroskopi mi olması halen tartışmalıdır. Alt üreter taşı nedeniyle 321 hastaya ESVVL uygulandı. 131 olguda lokalizasyon ultrasonografi (Grup I), 186 olguda da floroskopi(Grup II) ile yapıldı. 121 hasta ise üreteroskopik girişimle ile tedavi edildi. (Grup III). ESVVL grubunda total başarı oranı %85 iken bu oran üreteroskopik girişim grubunda %94.2 olarak bulundu.(P=0.015) Grup İde % 91.1, grup II de ise % 80.6, başarı oranları vardı. (P=0.015) Grup I de tekrarlanan tedavi oranı (%11.8), grup ll’yegöre belirgin olarak düşük (%26.3) bulundu. (P-0.001) ESVVL gruplarındaki başarı üreteroskopik girişimdeki başarı ile karşılaştırıldığında üretroskopik girişim Grup I ile anlamlı farklılık göstermez iken (P=0.48), Grup ll'ye göre daha başarılı bulundu. (P=0.001) Üreteroskopik girişim grubunda (%13.2), ESVVL grubuna (%3.7) göre daha yüksek oranda komplikasyon görüldü. (P=0.004). Ultrasonografi ile görüntülenebilen alt üreter taşlarında ESVVL’nin tatminkar başarı oranları ve komplikasyon oranının düşüklüğü nedeni ile ilk tercih edilmesi gereken tedavi yöntemi olduğu sonucuna varıldı.
Selection of primary mode of therapy for lower ureteral stones is stili controversial, should it be ESVVL (Extracorporeal shock wave lithotripsy) or ureteroscopic approach? ESVVL therapies were applied to 321 patients. Ultrasonographic targetings were used when stones could be localised by ultrasound in 131 patients (Group I), fluoroscopic targetings were used in 186 patients (Group II) during ESVVL treatment. Uretroscopic approach was selected in 121 patients as a primary treatment of lower ureteral stones. (Group III) Total success rates were 85% for ESVVL treatment and 94.4% for ureteroscopic approach. (P=0.015) Success rates were 91.1% and 80.6% in Group 1 and 2 subsequently. (P=0.015) Retreatment rate was clearly lower in group I (11.8%)than the group II (26.3%). (P=0.001) Success rate of ureteroscopic approach was compared to ESVVL groups, vvhile there was no d if ference with group I, (P=0.048) success rate of grup III was higher than group ll.(P=0.002) Complication rates showed significant difference between ESVVL and ureteroscopy groups.(13.2% versus 3.7%)(P=0.004) VVe concluded that ESVVL should be selected as a primary therapy of lower ureteral stones that can be seen by ultrasound due to its the higher success and lower complication rates than the ureteroscopic approach.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Romatoid Artrite Bağlı Gelişen Piyopnömotoraks
Güven Sadi Sunam, Şebnem Yosunkaya, Mehmet Gök, Sami Ceran, Kemal Ödev, Mustafa Cihat Avunduk
Olgu sunumu
Özeti
Romatoid Artrite Bağlı Gelişen Piyopnömotoraks
SurgIcal Treatment Of Pyopneumothorax Developed Due To RheumatoId ArthrItIs
Amaç: Piyopnömotoraks gelişen romatoid artritli bir olgunun sunumunu yapmak. Olgu Sunumu: Altı yıldır romatoid artrit hastalığı olan 57 yaşında erkek hasta acil servise 10 gündür devam eden öksürük, ateş, nefes darlığı şikayeti ile başvurdu. Hastanın çekilen radyografisinde sağda hidropnömotoraks olduğu tespit edildi. Hastaya torasentez yapıldı ve kapalı su altı drenajı uygulandı. Uygulanan tedavi ile akciğerler ekspanse olmayınca torakotomi kararı verildi. Operasyonda kalınlaşan pleura çıkarıldı. Sonuç: Patolojik tetkikte romatoid nodüller görüldü.
Aim: We report the management of one patient with rheumatoid arthritis developed pyopneumothorax. Case Report: Fifty seven-year old male patient with rheumatoid arthritis fors ix years was admitted to our emergency unit with complaints of fever, dyspnea on exercise, coughing, continuing for last 10 days. Right hydropneumothorax was observed in chest radiography. Thoracentesis was performed initially. The patient was treated by chest tube drainage. The thoracotomy was planned because of the lungs were not expansed by the performed treatment. The thicked pleura was removed at the operation. Conclusion: Pathological findings demonstrated rheumatoid nodules.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ateşli Silah Yaralanmasında Sıra Dışı Rastlantılar:
2 Olgu Sunumu
Halil İbrahim Taşcı, Tevfik Küçükkartallar, Mehmet Aykut Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Ateşli Silah Yaralanmasında Sıra Dışı Rastlantılar:
2 Olgu Sunumu
Unusual CoIncIdences In Gunshot Wound Cases: Two Case Reports
Bu yazıda intraabdominal ateşli silah yaralanması şüphesi olan, radyolojik görüntülerin
yanıltıcı sonuçlarına rağmen konservatif olarak takip edilen 2 olgu sunulmuş ve hasta takip,
tedavisinde anamnez ve fizik muayenenin önemine vurgu yapılması amaçlanmıştır. Maruz
kaldıkları ateşli silah yaralanması sonrasında erken dönemde acil servise getirilen 20 ve 34
yaşlarında 2 erkek hastada çekilen karın tomografilerinde gastrointestinal trakt içerisinde
ateşli silah saçma tanesi saptanmış. Radyolojik görüntüleri ile uyumsuz olarak peritoneal
irritasyon bulguları olmaması üzerine hikayeleri daha detaylı bir şekilde sorgulandı. Neticede
her iki hastanın da olaydan kısa süre öncesinde ava gittiği ve av eti yediği öğrenildi. Barsaklar
içindeki saçma tanelerinin yenilen ete bağlı olduğu düşünüldü ve hastalar medikal takip
sonrasında sorunsuz şekilde taburcu edildi. Karın içi ateşli silah yaralanması sonrasında
medikal takip uygulanacak hastalarda sık sık muayene ve monitorizasyon prensiplerinin yanı
sıra iyi sorgulanmış bir hikaye de gereksiz yapılacak laparotomilerin önüne geçmede önem
arz etmektedir.
In this study two cases were presented, whom had suspicion of intraabdominal gunshot
wound and were followed conservatively despite the misleading radiological results, and
we aimed to emphasize the importance of anamnesis and physical examination. Abdominal
tomography results of two male patients aged 20 and 34, who were admitted to the emergency
department with gunshot wounds in early phase, revealed that the patients had gunshot
pellets in their gastrointestinal tracts. Upon observing that the patients had no peritoneal
irritation signs, incongruous with the radiological results, their anamnesis were questioned
in a more detailed manner. Ultimately, it was learnt that both patients had been hunting and
had eaten game meat a short while before the incident. We thought that the gunshot pellets
seen in their intestines were related to the game meat they had eaten and the patients were
discharged without any problems following medical follow-up. These cases, which were seen
to have gunshot pellets in the gastrointestinal tract as revealed by abdominal tomography
results and were followed-up medically without any problems, show that, well questioned
anamnesis alongside with careful physical examination and monitorization principles prove
to be significant in preventing unnecessary laparotomy procedures in patients receiving
medical follow-up after intra-abdominal gunshot injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fıberoptik Bronkoskopının Solunum Fonksiyon Testlerıne Etkısı
Faruk Özer, Gülden Paşaoğlu, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Fıberoptik Bronkoskopının Solunum Fonksiyon Testlerıne Etkısı
Effects Of FIberoptIc Bronchoscopy On Pul-Monary FunctIon Tests
Bu calişmada Selcuk Universitesi Tip Fakilltesi Gogus IlastaUlan Kliniginde tam amactylafiberoptik bronkoskopi yapilan, ycg ortalarnasi 55 olan 24'a erkek, 13 u kadin 37 hastada bronkoskopinin solunum fonksiyonlarina etkisi araprildi. Hastalarin bron-koskopi oncesi zye sonrasinda aralzklarla toplam 6 kez solunum fonksiyon testier'. olcultras ye FVC, FEV FEVIIFVC , PEF ye MMEF degiAlikleri de-gerlendirilmigir. Degerlendirilen solunum fonksiyon testi parametrelerinin hicbirinde bronkoskopi son-rasinda anlamli derecede deg'. iklik saptanmarni4tir • Bulgularimiz fiberoptik bronkoskopi uygulamasinin solunum fonksiyonlarim etkilemedigini gas-re rinivir.
In this study, we investigated eject of fiberoptic bronchoscopy on pulmonary function tests of 37patients, at the Chest Diseases Department of Selcuk University Medical Faculty. The pulmonary function tests were measured before and ceer bronchoscopy. Ofthe pulmonary .ftinction tests, FVC, FEVI , FEVI IFVC , PFT and MMEF were evaluated. We observed that there was no statistically significant differences between the. -values measured before and after bronchoscopy. Our study indicates that fiberoptic bronchoscopy dosen't have a significant effect on pul-monary function tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Anal Submucosal Methotrexate Applıcatıons In Inoperable Bladder Tumors
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında Temmuz 1990-Temmuz 1991 tarihleri arasında inoperabıl olduğu belirlenen ve biyopsi ile transisyonal hücre!' karsinom olduğu anlaşılan biri bayan 5 hastaya anal subınukozal methotrexate uygulandı. Anal submukozal uygulamanın amacı; anal kanal ile mesane arasındaki venöz bağlantılardan ya-rarlanarak sistemik olmaktan ziyade mesanede yoğun konsantrasyonlarda drog tutulumu sağlamaktır. Uygulamalar CT, ultrasound ve endoskopik mu-ayene sonuçlarına göre belirgin düzeyde fayda sağlamaktadır. Drag uygulamalarında, uygulama bölgesinde injeksiyona bağlı yan etki belirlenmemiştir.
Anal submucosal methotrexate was applied ta totaly 5 patients; one women and 4 men with transi-tional cell carcinoma which was evaluated that it was inoperable between the dates of july 1990 and july 1991 in the urology department of Konya Selçuk Medical Faculty. The aim of applying anal submu-cosal was to provide drug involments with high con-centrtions in the bladder rather (han its being system-ic by making use of the venous comminications between anal sanal and the bladder. CT, ultrasound and endoscopic examinations proved that these applications had been useful mark-edly. Any complications hadn't been observed due to drug applications on the application area because of injections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gestasyonel Diabetes Mellitus Tanısı
Evrim Çakır
Derleme
Özeti
Gestasyonel Diabetes Mellitus Tanısı
The DIagnosIs Of GestatIonal DIabates MellItus
Gestasyonel diyabet (GDM) yıllarca ilk defa gebelikte saptanan
glukoz intoleransı olarak tanımlandı. Günümüzde ise ilk prenatal
vizitte diabetes mellitus (DM) tanısı alan gebeler aşikar DM olarak
tanımlanmaktadır. İlk prenatal vizitte DM saptanmayan ve daha önce
DM olduğu bilinmeyen gebeler, gebeliğin 24-28. haftasında oral
glukoz toleransı ile taranmalı ve herhangi bir değerin eşik değeri
aşması durumunda GDM olarak tanımlanmalıdır. GDM prevalansı
farklı populasyonlarda % 1-14 olarak bildirilmiştir. GDM tanısı, yeni
kriterlerle tüm dünyada giderek artış göstermektedir. Yakın zamanda,
GDM tanısı için Amerikan Diyabet Birliği (ADA), Hiperglisemi ve
Gebelik Sonuçları (Hyperglycemia and Adverse Pregnancy OutcomeHAPO)
çalışmasını temel alan 2008, Uluslar arası Diyabet Birliği
ve Gebelik Çalışma Grubu konferansı kriterlerini kabul etmiştir. Bu
kriterlere göre; Bu konferansta; 75 gr glukoz tolerans testi tanı testi
olarak önerilmiş ve tek bir anormal değerin GDM tanısı için yeterli
olduğu kabul edilmiştir. Bu test için eşik değerler; açlık; 92 mg/dl
(5.1 mmol/l), 1.saat; 180 mg/dl (10 mmol/l), 2. saat; 153 mg/dl (8.5
mmol/L) olarak belirtilmiştir. Bu derlemede GDM tanımı üzerinde
yapılan değişiklikler ve güncel tanı kriterleri değerlendirilmiştir.
Gestational diabetes mellitus (GDM) was previously described as
any degree of glucose intolerance with first recognition at pregnancy
for many years. Currently, pregnant with DM at their initial prenatal
visit has been diagnosed as overt diabetes, not gestational diabetes.
The remaining pregnant who found not to have DM at initial visit
and not known to have DM should undergo oral glucose tolerance
screening at 24-28. weeks of gestation and diagnosed as GDM if
any value exceeds the threshold values. The prevalence of GDM
is reported 1-14% among the different populations. Its diagnose
is increasing over the world with new GDM criteria. Recently, ADA
has adopted the 2008 International Association of Diabetes and
Pregnancy Study Groups (IADPSG) conference criteria based on
the Hyperglycaemia and Adverse Pregnancy Outcome (HAPO) study.
IADPSG criteria for GDM is including; 75 gr glucose tolerance test
has been recommended as diagnostic test for GDM and a single
abnormal value has been considered to be sufficient for diagnosis
in this conference. The threshold values for glucose tolerance test
are as following; for fasting glucose; 92 mg/dl (5.1 mmol/L), for
1.hour; 180 mg/dl (10 mmol/L), for 2 hour; 153 mg/dl (8.5 mmol/L).
In this review, the modifications on GDM definition and the current
diagnostic criteria for GDM were evaluated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Emre Korkut, Alparslan Esen, Fatma Demiray, Yağmur Şener
Derleme
Özeti
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Dental Approach In The PedIatrIc Oncology PatIent
Çocukluk çağı kanserlerinin oranı son iki yıldır nispeten sabit
kalmış olmasına rağmen, erken tanı ve tedavi yöntemlerindeki
gelişmeler sayesinde ölüm oranlarında ciddi düşüşler olmuştur.
Günümüzde yaşanan tüm bu gelişmelere rağmen halen, kanser tanısı
alan çocukların %75’inden fazlası beş yıldan fazla yaşayamamaktadır.
Ağız ve diş sağlığı problemleri; kanser tedavisi öncesinde, sırasında
ve sonrasında çocuğun sağlığını ve yaşam kalitesini bozabilir. Bu
nedenle pediatrik diş hekimleri, bu hastaların ağız hijyeni ve diş
tedavi gereksinimlerinin sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Although it remains relatively stable childhood cancer rates
in the last two years, thanks to advances in early diagnosis and
treatment there has been a serious decline in the mortality rate.
Despite all these developments, it still experienced today that
children diagnosed with cancer 75% more than they can not survive
more than five years. Before cancer treatment, oral and dental health
problems may impair during and after the child’s health and quality of
life. Therefore, pediatric dentists, the provision of oral hygiene and
dental treatment needs of these patients have a very important place.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
Selvi Gülaşı, Ümit Çelik
Derleme
Özeti
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
The Use Of AntIfungal Drugs Used In Newborn
İnvaziv candidiyazis, çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde nozokomiyal sepsislerin yaklaşık
%10’undan sorumlu olup ciddi morbidite ve mortalite nedenidir. Son yıllarda Candida türleri
için kullanılan antifungal ilaçlarla ilgili bilgiler artış olmakla birlikte etkinlik ve güvenilirlik
ile ilgili çalışmalar ve sonuçlar hala yetersizdir. Çalışmaların çoğu farmakokinetik ve
farmakodinamik değerlendirmelere odaklanmıştır. Neonatal candidiyazisin yenidoğandaki
farklı patofizyolojisi nedeniyle etkinlik erişkin çalışmalarından yapılacak çıkarımlarla
değerlendirilemez. Şu ana kadar amfoterisin B deoksikolat, flukonazol ve mikafungin
yenidoğan invaziv candidiyazis tedavisi için önerilen ilaçlar olarak görünmektedir. Burada
tıbbi literatür taranarak yenidoğanda antifungal ilaçların kullanımı ile ilgili son bilgiler
derlenmiştir.
Invasive candidiasis is responsible for about 10% of nosocomial sepsis and it continues to be
significant cause of serious morbidity and mortality in very low birth weight infants. Alhough
the informations about the antifungal drugs which used for Candida species are increasing,
studies and conclusions about the efficacy and safety are still insufficient. Most of the studies
have focused on the pharmacokinetic and pharmacodynamic evaluations and obtained from
adult patients. However, efectiveness of the therapy can not be same in newborns due to
the different pathophysiology of neonatal candidiasis in newborn, the inferences can not
be considered from adult studies. Until now, amphotericin B deoxycholate, fluconazole and
micafungin seems to be effectivev therapy for the treatment of neonatal invasive candidiasis.
Herein, the medical literature has been scanned and compiled with the latest information
about the use of antifungal agents in newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kandida Türlerinin Tanımlanmasında Corn Meal
agar, Candida Id2 Kromojenik Besiyeri Ve Apı 32 Idc
performansının Değerlendirilmesi
Bahadır Feyzioğlu, Metin Doğan, Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Kandida Türlerinin Tanımlanmasında Corn Meal
agar, Candida Id2 Kromojenik Besiyeri Ve Apı 32 Idc
performansının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Performance Of Corn Meal Agar, ChromogenIc
medIum And ApI In IdentIfIcatIon Of CandIda SpecIes
Kandida türleri insanlarda en sık enfeksiyona yol açan mantar
türleridir. Kandida cinsi içindeki türler morfolojik, biyokimyasal
ve fizyolojik benzerliklerinden dolayı sıklıkla karıştırılabilir. Bu
çalışmanın amacı Kandida türlerinin tanımlanmasında Corn Meal
Agar, API ID 32C sistem ve kromojenik besiyerinin performansının
değerlendirilmesidir. Çalışmada, çeşitli klinik örneklerden izole
edilen 129 Kandida suşunun tanımlaması yapıldı. 10 farklı Kandida
türü belirlendi ve C.albicans en yaygın tür olarak tespit edildi. C.
dubliniensis oranları dikkat çekici şekilde yüksekti. API sistemi ile 10
farklı türün tanımlaması yapılırken, Corn Meal Agar ile C.colliculosa
dışındaki diğer 9 türün tanımlaması yapıldı. Diğer taraftan,
kromojenik agar besiyeri ile sadece C. albicans, C. tropicalis, C.
dubliniensis ve C. krusei tanımlaması yapılabildi. Corn Meal Agar
gibi konvansiyonel yöntemler ve API gibi yarı otomatize sistemler,
rutin tanı laboratuvarlarında tanı yöntemi olarak kullanılabilir,
kromojenik besiyerleri ise değerlendirme belirsizlikleri ve değişken
performanslarıyla ancak ek tanı metodu olarak düşünülebilir.
The Candida species causing the common infection in human.
This species can often be confused owing to similarities of their
morphological, biochemical and physiological properties. The
purpose of this study was to evaluate the performance of Corn Meal
Agar, Chromogenic Medium and API ID 32C in identification of
Candida Species. 129 Candida strains were isolated from various
clinical specimens. Candida species were identified a total of 10
and, C. albicans was determined as the most common species.
C.dubliniensis rates were strikingly higher. While identification
of all species was done with the API system, 9 species other than
C.colliculosa were determined by Corn Meal Agar. However, only C.
albicans, C.tropicalis, C.dubliniensis and C.krusei were identified
by chromogenic agar medium. Conventional methods, such as Corn
Meal Agar and semi-automated systems, such as API, can be used as
a identification method in basement laboratory. But, the chromogenic
media may be only an additional diagnostic method, because it has
uncertainties and variable performance
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Abdulkerim Kasım Baltacı, Rasim Moğulkoç, Cem Şeref Bediz, Halil Sünlü, Selim Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Çalışma, interferon alta - 2b ve octreotid uygulamasının ratlarda bazı hormonal parametreleri nasıl etkilediğinin ortaya konulabilmesi amacıyla planlandı. Araştırma kontrol (n = 12), interferon alta - 2b (n = 12) ve octreotid (n 12) uygulanan toplam 36 adet Wistar - Albino cinsi erkek ratlar üzerinde gerçekleştirildi. Kontrol grubu hayvanlara herhangi bir uygulama yapılmazken, interferon grubundaki ratlara gün aşırı 250.000. IU interferon alta - 2b, oct-reotid grubundaki ratlara da günde üç kez 7 gün boyunca 10 mikrogram octreotid deri altı olarak uygulandı. Çalışmanın bitiminde, bütün deney hayvaniannın kanında TSH, total T4, total T3, testosteron ve büyüme hormonu düzeyleri tayin edildi. Plazma TSH düzeylerinin interferon alfa - 2b grubunda kontrol grubuna göre düşük se-viyede olduğu görüldü (P<0.05). T3 - T4 sevıyelerinde istatistiksel olarak fark bulunmadı. Testosteron değerlerinin mukayesesinde interferon affa - 2b ve octreotid uygulanan grupların kontrol grubuna oranla daha düşük değerlere sahip bulunduğu tespit edildi (P.<0.05). Deney gruplarının karşılaştınlması sonucunda interferon alta - 2b grubunun octreotid uygulanan gruba oranla düşük testosteron seviyesine sahip bulunduğu gözlenirken (P<0.05), total T3, total T4 ve büyüme hormonu düzeylerinin gruplar arasında önemli bir farklılık göstermediği belirlendi. Gerçekleştirilen araştırmanın sonucunda elde edilen bulgular interferon alta 2b ve octreotid uygulamalarının rat-larda bazı hormonal parametreleri değişik şekillerde etkileyebileceğini düşündürmektedir.
This study was designed to determine the effects of interferon alpha - 2b and octreotid treatments on some hormonal parameters in rats. Total 36 Wistar - Albino male rates were used as control (n = 12), interferon alpha -2b (n = 12) and octreotide (n = 12) groups. 250.0001U of interferon alpha - 2b was introduced to interferon group rats at intervals of 48 hrs. To the octreotide group rats, 3 times in a day (8 hrs intervals) for 7 days, 10 mg oct-reotide was injected subcutaneously with a insulin ınjector. The levels of TSH, total T4, total T3, testosteron and growth hormone were determined in blood samples of the rats by RIA. Plasma TSH levels of interferon alpha-2b group was found lower than that of control group (P<0.05). However, no significant difference in T3 and T4 levels were determined among control, ocreotid and interferon treated groups. (P<0.05). It was established that in-terferon alpha - 2b and octreotide treated groups have lower testosteron levels than that of control group (P<0.05). Inteıferon alpha 2b group had lower testosteron levels comparing to octreotide treated group (P<0.05). Nevertheless, there was no significant difference in the growth hormone levels of the groups_ The results of the study showed that the treatments of interferon alpha 2b and octreotide can be affect some hormonal parameters in the rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bogaz Kulturlerınde Ureyen Mıkroorganızmalar Ve Izolasyon Sıklıkları
Mahmut Baykan, Hilal Kart, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Bogaz Kulturlerınde Ureyen Mıkroorganızmalar Ve Izolasyon Sıklıkları
The IsolatIon Rate Of The MIcroorganIsms WhIch Were Isolated From Throat Cultures
Bu calumada, 01 Ocak 1991 ye 31 Aralik 1994 yillari arasinda Selcuk Universitesi Tip Fakiiltesi Hastanesinin deg4ik klinik ye polikliniklerinden gonderilen hastalarin hogaz Ornekleri, bogaz in-feksiyonlarinda etken patojenlerin ye izolasyon sik-tiklaninn saptanmasi amactyla deg erlendirildi. Top-lam 15510 hogaz orneginin 13171'inde (% 85 ) normal hogaz florast bakterileri saptanirken, 2339 (% 15 ) ornekte etken patojen mikroorganizmalar izole edildi. En sik izole edilen patojenler; 603 (% 25) Staphylococcus aureus, 569 (% 24) A grubu beta hemolitik Streptococcus (AGBHS), ye 345 (% 14) Non A Non B grubu beta hemolitik Strep-tococcus olarak hulundu.
In this study, we evaluated throat cultures which come to the University of Selcuk Microbiology Unit among the dates 01 January 1991 and 31 December 1994. We researched the effective pathogen of thro-at infections and their isolation rates. From total 15510 throat samples, 13171 (85 %) of them were normal flora bacteria and 2339 (15 %) of the samp-les, it was isolated the effective pathogen mic-roorganisms. Most frequently isolated pathogens were found; 603 (25 %) Staphylococcus aureus, 569 (24 %) group A beta hemolytic Streptococcus and 345 (14 %) Non A Non B group beta hemolytic Streptococcus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mehmet Okka
Derleme
Özeti
The Intraocular Pressure (ıop) LowerIng Effects Of ProstaglandIns And ProstaglandIn Analogs
Prostaglandins (PG) are very effective ocular hyper-and hypotensive agents in the mammalian eye, with the direc- tion and magnitude of the intraocular pressure (IOP) change varying by species, PG and dose. İt is generally agreed that these drugs reduce intraocular pressure primarily by increasing uveoscleral outflovv. They may also increase trabecular outflovv facility though available evidence is less convincing. İt has been hypothesized that PGs may increase facility of uveascleral outflow in addition to their other mechanisms, but this has not yet been test- ed. Its potent ocular hypotensive action in primates, including man, Prostaglandin F2 alfa has received substantial study as a potential anti-glaucoma therapeutic agent, but the specific PG receptor(s) involved in ali aspects of the response are unknovvn. In studying prostaglandin and prostaglandin analogs, there are a diverse variety of prostanoid receptor selective agonists. These included DP, EP (EP-ı, EP2 EP3), FP, İP and TP receptor selective compounds.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Ekstremite Arter Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Kemal Ödev, Özkan Akkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Ekstremite Arter Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Upper Extremıty Arterıal Injurıes And Surgıcal Treatment
Arter yaralanmaları Hipokrat zamanından beri bilinmektedir. Hatta bir arter yaralanması ile karşılaşıldığında o devir içinde, o şartlar altındaki tedavi şekilleri bile önerilmiştir. Ambrois Pari 16. yüzyılda arter yaralanmalarında, arterin ligatüre edilmesi fikrini ortaya koymuştur. Hallowell 1759 yılında flebotomy sırasında yaralanan brakial arteri sekiz dikişi ile tamir etmiştir. Bu, arter lümenini koruyarak hemorajiyi kontrol etmek amacı ile yapılan ilk girişimdir. Bundan sonra yapılan bir çok teşebbüsler, trombozis nedeni ile başarısız kalmıştır. 1889 yılında Jassinowsky intimadan geçmeden süt ür konulmasını tavsiye etmiştir. Dorfler o zamana kadar uygulanan metodlardan farklı olarak damar duvarının bütün katlarından geçen devamlı dikişi kullandı ve geliştirdi. Bu tür girişimlerde ince iğne ve ince ipeği tavsiye etti. İnce materyalin kullanılmasının trombozis yapmıyacağını ileri sürdü. Dorfler aynı metodu ven yaralanmalarında da tarif ve tavsiye etti.
During nine years (1976 - 1985) 80 patients with upper extremity arterial injuries after shotgun, cunt trauma etc. were treated surgically. Earliest admission was two his and latest was 18 his. 66 of patients had uneventful recovery and 14 were palliated with acceptable results. This article emphasises the importance of such injuries and early admission to a vascular surgical unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Anevrizmaların Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, İrfan Duygulu, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Anevrizmaların Cerrahi Tedavisi
The SurgIcal Treatment Of PerIpherIc Aneurysma
1976-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp-Göğüs-Damar Cerrahisi Kliniğinde 30 periferik anevrizmalı vaka tedavi edildi. Vakaların 4'ü kesici-delici alet yaralanması, 26'sı ateşli silah yaralanmasıdır. Vakaların 10'una yen replasmanı, 17'sine uç-uca anastomoz, 3 üne de ligasyon uygulanmıştır. Vak'aların 29'u Şifa ile taburcu edilmiştir. 1 vakaya amputasyon uygulanmış, 1 vaka ise exitus olmuştur.
30 cases with peripheric aneurysma were treated at the clinic of the thoracic and cardiovascular surgery of Dicle University. school of medi-cine between 1976-1982. Four of the cases were injuries of penetrating instruments twentysix of them were gun wounds. Vein replacement was performed in ten cases and 17 cases, end to end anastomosis was done. In 3 cases were ligated. Twentynine cases were resulted with healing post-operative amputation was done to one case. One case died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
Emel Uzunoğlu Karagöz, İştar Dolapçı, Esra Koyuncu, Alper Tekeli
Araştırma makalesi
Özeti
Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
In VItro HaemolytIc ActIvItIes Of CandIda AlbIcans StraIns Isolated
from HIv PosItIve Subjects
Bu çalışmada, Human Immunodeficiency Virus pozitif ve sağlıklı
bireylerin oral kavitelerinden izole edilen Candida albicans suşlarının
in vitro hemolitik aktiveleri araştırılmıştır. Çalışmamızda 52 Human
Immunodeficiency Virus pozitif birey ve 22 sağlıklı gönüllünün ağız
çalkantı suyundan; 2003 yılında izole edilen ve Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Mikoloji Laboratuvarı
kültür koleksiyonunda saklanan C. albicans suşları kullanılmıştır.
Hemolitik aktivite kanlı agar plak metodu kullanılarak gösterilmiştir.
Plaklar 370C’da % 5 CO2’li ortamda 24 ve 48 saat inkübe edilmiş;
hemolitik indeks (Hz), koloni çapının beta hemoliz zon çapına
oranı olarak değerlendirilmiştir. Beta ve alfa hemoliz zonlarının
değerlendirilmesinde kontrol suşu olarak sırasıyla Staphylococcus
aureus ATCC 12228 ve Streptococcus pneumoniae ATCC 6305
suşları, negatif kontrol olarak Candida parapsilosis ATCC 22019
kullanılmıştır. İstatistiksel analiz Mann-Whitney U testi ile yapılmıştır.
HZ değerleri Human Immunodeficiency Virus pozitif grupta 0
ile 2.57, kontrol grubunda ise 0 ile 1.75 arasında saptanmıştır.
Bulgular değerlendirildiğinde her iki gruptan izole edilen C.albicans
izolatlarının hemolitik indeksleri arasında istatistiksel olarak anlamlı
fark bulunamamıştır (p>0.05). Bu durum suşlarımızın kolonizan
izolatlar olmalarıyla açıklanabilir. İn vivo ortamda virülans faktörlerinin
birbirleri ile etkileşim içerisinde oldukları düşünüldüğünde, diğer
virülans özelliklerini de beraberinde araştıran ve virülans genlerinin
ekspresyonlarına bakan çalışmalar ön plana çıkacaktır.
In this study, in vitro haemolytic activities of oral Candida albicans
isolates from Human Immunodeficiency Virus infected subjects and
healthy controls were studied. In our study 52 C.albicans strains
isolated from Human Immunodeficiency Virus positive subjects’
and 22 C.albicans strains isolated from healthy controls’ oral rinse
samples in 2003 which were stored in Ankara University School of
Medicine, Medical Microbiology Department Mycology Laboratory,
were investigated. Haemolytic activity was determined by using the
blood agar plate assay method. Plates were incubated at 37oC in
5% CO2 for 24 and 48 h. Haemolytic index (Hz) were calculated as
the ratio of the colony diameter to the beta hemolysis zone diameter.
Staphylococcus aureus ATCC 12228 and Streptococcus pneumoniae
ATCC 6305 were used to evaluate the alpha and beta haemolysis
zones, Candida parapsilosis ATCC 22019 was used as negative
control. Statistical analysis was performed with Mann-Whitney U test.
The Hz values ranged from 0 ile 2.57 for the Human Immunodeficiency
Virus positive group and from 0 ile 1.75 for the controls. There were
no statistical difference found between the groups (p>0.05). Because
our isolates are colonizing these results can be expected. When the
interactions between the virulence factors in invivo environment is
taken into consideration, studies investigating the other virulance
factors influencing the pathogenesis of the fungus and the expression
of the virulance genes are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
Bilsev İnce, Pembe Oltulu, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Mehmet Uyar, Recep Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
ComparIson Of The EffectIveness Of UltrasonIc LIposuctIon And
conventIonal LIposuctIon In ThInnIng Of Upper Arm
Vücut şekillendirme cerrahisinde ultrason yardımlı liposakşın kullanımının
konvansiyonel liposakşına göre daha az kan kaybı yarattığı ve daha fazla
cilt kontraksiyonu oluşturduğu iddia edilmesine karşın kol sarkıklığının
tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşının etkinliklerinin
karşılaştırılmasıyla ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada, kol
sarkıklarının tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşın
tedavilerinin etkinlikleri ile komplikasyonlarının ve kanama miktarlarının
karşılaştırılması amaçlandı. 2012-2016 tarihleri arasında kolda sarkma
şikayetiyle başvuran ve liposakşın ile tedavi edilen 20 hasta çalışmaya dahil
edildi. Çalışmada, ultrasonik liposakşın (Grup 1; n:10) ve konvansiyonel
liposakşın (Grup 2: n:10) yapılanlar olarak ayrıldı. Hastada nekroz olması
major komplikasyon, seroma, hematom, asimetri ve deride pürüz olması ise
minör komplikasyon olarak tanımlandı. Ameliyat bitiminde ve ameliyat sonrası
1. yıl sonunda her iki gruptaki hastaların her iki kolunun en kalın olduğu yerler
tekrar ölçüldü. Her hasta için intraoperatif lipoaspiratlarından 5 ml örnek alındı.
Örnekler hematoksilen eozin ile boyandı ve birim alandaki eritrosit sayıları
belirlendi. Grup 1’de hastaların 4’ü Triceps Deri Klasifikasyonuna göre Tip 2,
3’ü Tip 3, 3’ü Tip 4 olarak tespit edildi. Grup 2’de hastaların ise 3’ü Tip 2,
3’ü Tip 3 ve 4’ü Tip 4’tü. Hastaların ortalama kol çevreleri Grup 1’de 36 cm
(minimum 32 - maksimum 40), Grup 2’de ise 35 cm (minimum 31 - maksimum
39) olarak tespit edildi. Ameliyat bitiminde hastaların ortalama kol çevresi Grup
1’de 31 cm (minimum 28 - maksimum 32) iken Grup 2’de 32 cm (minimum
28 - maksimum 33) olarak ölçüldü. Ameliyat sonrası 1. yıl sonunda Grup 1’de
ortalama kol çevresi 30 cm’e düştü, Grup 2’de ise 31.8 cm idi. Grup 2’de
cm2
’de hesaplanan eritrosit sayısı 40’lık büyütmede (HPF: high power field)
ortalama 50-60/1HPF iken Grup 1’de bu değer 20/1HPF olarak hesaplandı. Her
iki grup hastalarının ameliyat öncesi kol kalınlıkları ortalaması benzer olmasına
karşın, ameliyat sonrası Grup 1’deki hastaların ortalama kol kalınlıkları Grup
2’ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Yine alınan
lipoaspiratta birim alanda görülen eritrosit sayısı Grup 1’de Grup 2’ye göre
istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Çalışmada, kol
sarkması tedavisinde uygun hasta seçimi sonrası ultrasonik liposakşının daha
fazla cilt kontraksiyonu yapabildiği tespit edildi. Bu endikasyon da kullanımında
konvansiyonel liposakşına kıyasla daha az sarkma ile daha iyi görünüm elde
edilebilir.
It is claimed that the use of ultrasound-assisted liposuction in bodyshaping
surgery produces less blood loss and more skin contraction than
conventional liposuction. In the literature, however, we could not find any
studies comparing the efficacy of conventional liposuction with ultrasonic
liposuction in the treatment of arm contour deformities. In this study,
therefore, it is aimed to compare the efficacy, complications and bleeding
rates of conventional liposuction with ultrasonic liposuction in the treatment
of arm contour deformities. Twenty patients with the complaints of arm contour
deformity during the period of 2012-2016 were included in the study. All of
the patients were treated with liposuction. The patients were divided into two
groups; ultrasonic liposuction (Group 1; n: 10) and conventional liposuction
(Group 2; n: 10). Necrosis was defined as a major complication. Seroma,
hematoma, asymmetry and roughness in the skin were defined as minor
complications. The location of the thickest part of both arms of patients in
both groups were measured at the end of the surgery and at the end of the first
postoperative year. A total of 5 ml lipoaspirate samples were taken from each
patient intraoperatively. The specimens were stained with hematoxylin-eosin
and the numbers of erythrocytes per unit area were determined. According to
Triceps Skin Classification, 4 of the patients were Type 2, 3 were Type 3 and 3
were Type 4, in Group 1. In Group 2, 3 of the patients were Type 2, 3 were Type
3 and 4 were Type 4. The average arm circumference of the patients in Group
1 was 36 cm (minimum 32 cm - maximum 40 cm), while in Group 2 the average
arm circumference was 35 cm (minimum 31 cm - maximum 39 cm). At the end
of the operation, the average arm circumference of the patients in Group 1
was 31 cm (minimum 28 cm - maximum 32 cm) while in Group 2 the average
arm circumference of the patients was 32 cm (minimum 28 cm - maximum 33
cm). At the end of the first postoperative year, the average arm circumference
was decreased to 30 cm in Group 1 and 31.8 cm in Group 2. Moreover, the
number of erythrocytes calculated in cm2
in Group 2 was 50-60 / 1HPF (HPF:
high power field) at 40x magnification and this value was calculated as 20 /
1HPF in Group 1. The mean arm thickness before the surgery was similar in
both groups. However, the mean postoperative arm thickness of the patients in
Group 1 was significantly lower than Group 2 (p <0.05). Moreover, the number
of erythrocytes seen in the lipoaspirate unit area was significantly lower in
Group 1 than in Group 2 (p<0.05). In this study, we have demonstrated that
ultrasonic liposuction could provide more skin contraction in the treatment of
arm contour deformities with appropriate patient selection. In this indication,
a better appearance can be obtained with less sagging compared with
conventional liposuction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptojenik Organize Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Turgut Teke, Resul Altuntaş, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Pınar Doğan
Olgu sunumu
Özeti
Kriptojenik Organize Pnömoni
CryptogenIc OrganIzIng PneumonIa
Organize pnömoni (OP) histopatolojik olarak respiratuar bronşiol
ve alveollerde fibroblast kümeleri ve immatür kollojenlerin birikimi
ile karakterizedir. Genellikle öksürük ve dispne gibi nonspesifik
semptomları vardır. Radyolojik olarak OP sıklıkla bilateral yer
değiştirebilen yamalı infiltrasyonlar şeklinde görülür. Kriptojenik
organize pnömoni (KOP) nonspesifik semptomları olan ve OP’nin
herhangi bir sebebe bağlanamadığı alt grubu olarak tariflenebilir.
Kırk dokuz yaşında kadın hasta, 2 yıldır efor dispnesi ve 20 gündür
kuru öksürük şikayeti ile başvurdu. Pnömoni tanısıyla uygulanan
antibiyoterapiler ile hastanın şikayetlerinde ve akciğer grafilerinde
düzelme olmadı. Hastanın fizik muayenesi, rutin laboratuvar
incelemeleri ve bronkoskopisi normaldi. Akciğer grafisinde sol üst
zonda 4 adet yaklaşık 1 cm boyutlarında nodüler dansite artışı
mevcuttu. Toraks BT’sinde her iki akciğer üst lobda ve sol alt lob
superiorda düzensiz konturlu en büyüğü 35X7 mm ebadında multiple
nodüller izlendi. Bronko alveolar lavajda ARB negatifti. Kollojen doku
belirleyicileri normaldi. Hasta klinik ve radyolojik olarak KOP olarak
değerlendirildi. Sistemik kortikosteroid tedavisi başlandı. Tedavinin
altıncı ayında tam klinik düzelme gözlendi ve çekilen kontrol toraks
BT’de nodüler lezyonların kaybolduğu gözlendi. Antibiyoterapiye
cevap alınamayan, radyolojik olarak yer değiştiren ve geçici
infiltrasyonları olan hastalarda ayırıcı tanıda KOP akılda tutulmalıdır.
Organizing pneumonia (OP) is characterized histopathology cally
by tufts of fibroblasts and immature collagen filling of respiratory
bronchioles and alveoli. Symptoms are usually nonspecific and
include cough and dyspnea. Radiograph cally, OP frequently
manifests as patchy bilateral infiltrates that can be relapsing and
migratory. Cryptogenic organizing pneumonia (COP) may be defined
as having non-specific symptoms which can ultimately be described
as a subset of the OP that cannot be attributed to any reason.
Forty-nine-year-old female patient admitted with the complaints of
2 year exertional dyspnea and 20 day dry cough. The patient was
diagnosed of pneumonia and prescribed with antibiotics; however,
no improvement was observed in her complaints and lung graphics.
The physical examination of the patient, routine laboratory analyses,
collagen tissue markers and bronchoscopy were normal. In chest
X-Ray, there were 4 nodular density approximately 1 cm in size, in
the upper zone. In thorax CT, there were irregular contours multiple
nodules, and the biggest one was approximately 35x7 mm in the
upper lobes and in the superior of the left lower lobe of lungs. Acid
fast bacteria was negative at bronchoalveolar lavage. The patient
was diagnosed COP as clinically and radiologically. Then, systemic
cortico steroid therapy was started. A complete clinical recovery was
observed in the sixth month of the treatment and at the control thorax
CT displayed that nodular lesions were disappeared completely. In
the cases that were not respond to antibiotic therapy and patients
having radiologically mobile and temporary infiltrations may be taken
into consideration in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
Ayhan Uğur, Gülcan Erk, Bayazıt Dikmen
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
The Effects Of DIfferent AnaesthetIc Methods On Nausea-VomItIng And Recovery In The MIddle Ear Surgery.
Bu çalışmada, orta kulak cerrahisinde sevofluran ve propofol uygulanan anestezi yöntemlerinin postoperatif bulantı kusma ve derlenme üzerindeki etkilerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Bu amaçla orta kulak cerrahisi planlanan 38 olgu rastgele seçimle Grup S ( n=19 ) ve Grup P ( n= 19) olarak iki gruba ayrıldı. Her iki gruba da 0.1 mg/kg İM midazolam ile premedikasyon uygulandıktan sonra, anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup P olgularda ise 2.5 mg/kg İV propofol ile sağlandı. 0.1 mg/kg İV vekuronyum ile nöromusküler blok sağlandıktan sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Anestezi idamesi Grup S de %1-3 sevofluran %70 N20/O2 inhalasyonu, Grup Pde 8 mg/kg/saat propofol ve %70 N2O/O2 inhalasyonu ile yürütüldü.Operasyonun bitiminde anesteziklerin kesilmesinden itibaren ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi, derlenme süresi kaydedildi. Bulantı, kusma ve öğürme postoperatif 0-2, 2-6, 6-12, 12-18 ve 18-24. Saatlerde değerlendirildi. Gruplar arasında ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi ve derlenme süreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı ( p>0.05). Bulantı kusma ve öğürme 0-2, 2-6 ve 12-18. Saatlerde Grup S olgularda istatistiksel anlamda yüksek bulunurken ( p<0.05 ), 6-12. Saatlerde farklılık saptanmadı ( p>0.05 ). 18-24. Saatlerde her iki grupta da bulantı kusma ve öğürme görülmedi. Sonuç olarak bu farklı anestezi yöntemlerinin postoperatif derlenme üzerinde belirgin farklılıkları olmamasına rağmen, Grup P olgularda bulantı kusma oranının belirgin olarak az olması nedeniyle, postoperatif bulantu kusma riski yüksek olan orta kulak girişimlerinde propofolün iyi bir alternatif olabileceği kanısına varıldı.
The aim of this study is to investigate the effects of sevoflurane and propofol anesthesia on postoperative nausea vomiting and recovery in the middle ear surgery. The patients undergoing to middle ear surgery were randomly divided into two groups as Group S ( n=19) and Group P ( n=19). AH the patients are premedicated with 0.1 mg/kg İM midazolam and the induction was done with sevoflurane in Group S and 2.5 mg/kg İVpropofol in Group P. After the blockage with vecuronium 0.1 mg/kg, entübation was performed. Anesthesia maintenance was done with sevoflurane 1-3% in Group S and 8 mg/kg /h IV propofol infusion in Group P and 70% N2O/O2 inhalation in both. At the end of the operation, after quitting the anesthetics, the extubation times, spontaneous eye opening and recovery times were recorded. Postoperative nausea vomiting were evaluated in 2nd, 6th, 12th,18th and 24th hours. There were no significant differences found betvveen the groups according to spontaneous eye opening and recovery times ( p>0.05 ). Nausea-vomiting rate was found to be high in 0-2, 2-6, 12-18 hours in Group S ( p<0.05), but there was no difference in 6-12 hours ( p>0.05). Nausea-vomiting was not seen in any of the groups in 18-24 hours. İn conclusion no differences were found betvveen these anesthesia methods according to postoperative recovery, although nausea-vomiting rates appearently lovver in Group P. For this reason propofol anesthesia was decided to be an alternative for the middle ear surgery which has a high incidence ofpostoperative nausea and vomiting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Ve Romatizmal Kalp Hastalığı Görülme Sıklığı
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, Şencan Özme, Ali Ertuğrul
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Ve Romatizmal Kalp Hastalığı Görülme Sıklığı
Frequency Of Acute Rheumatısm Fever And Romatıc Heart Dısease
Akut romatizmal ateş halen korumakta, büyük çoğunlukla romatizmal kalp hastalığı oluşmaktadır. Konuya bir katkı amacıyla son 16 yıl içerisinde polikliniğe başvuran akut romatizmal ateşli hastaların dosyaları retrospektif incelenerek akut romatizmal ateş ve buna bağlı sekellerin görülme sıklığı, araştırıldı.
Acute rheumatic Sever is stili maintaining current vczlue. Rheumatic heart disease is a result of acute rheumatic fever. The case notes of the patients suffering from acute rheumatic fever for the last sıxteen years who attended out patent ciiinics have been retrospectively investigated in order to contibute to the topic and the incidence of acute rheumatic fever and the sequels which occur as a result of acute rheumatic fever.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
Veli Avci, Mehmet Melek, Salim Bilici, Perihan Tunçdemir, Deniz Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
A Rarecause Of IntestInal ObstructIonIn Infancy: PrImary IntestInal
tuberculosIs
Tüberküloz, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler başta olmak
üzere halen tüm dünyada önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu
çalışmada primer bağırsak tüberkülozu tanısı alan 14 aylık kız olgu
rapor edildi. İki aydan beri devam eden emmeme, ateş, karın şişliği,
kusma ve zayıflama yakınmaları ile kliniğimize başvuran hastaya
akut batın tablosu nedeni ile acil cerrahi uygulandı. Cerrahi girişim
sırasında makroskopik olarak tüm bağırsaklarda peynir görünümünde
lezyonlar dikkati çekti.Histopatolojik değerlendirmede bağırsak
tüberkülozu saptandı. Erken dönemde teşhisi konulamadığı için
tüberküloz tedavisini alamayan hasta kaybedildi. Çalışmada hastanın
klinik bulguları, teşhis ve tedavisi ile ilgili ayrıntılar rapor edilerek bu
ender duruma dikkat çekilmesi hedeflendi.
Tuberculosis is still an important public health problem in the
World, especially, in undeveloped and developing countries. In this
study, the primary diagnosis of intestinal tuberculosis was reported
from a 14 months old female patient. The patient applied to our
clinic with complaints of refusing breastfeeding, fever, abdominal
distention, vomiting and loss of weight, then, the patient was taken
to emergency operation due to the acute abdomen. In the operation,
cheese-shaped lesions on whole intestines were macroscopically
observed. Its histopathological examination revealed intestinal
tuberculosis. Tuberculosis treatment for patient who were not
diagnosed in the early stage was lost. In this study, details related
with clinical findings, diagnosis and curation were reported with the
aim of making an awareness on this rare case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusellozda Akciğer Tutulumu
Erdal Peker, Murat Doğan, Sinan Akbayram, Selçuk Bektaş, A. Faik Öner
Olgu sunumu
Özeti
Brusellozda Akciğer Tutulumu
Pulmonary Involvement In BrucellosIs
Bruselloz, gram-negatif bakteri ailesinden Brusella türü bakterilerle oluşan zoonotik bir hastalıktır. Bruselloz, dünya genelinde özellikle gelişmekte olan ülkelerde bir halk sağlığı sorunu olarak görülmeye devam etmektedir. Bakteri başta retiküloendotelyal sistem olmak üzere eklem, kalp, böbrek gibi pek çok sistemi tutabilir. Solunum sistemini tuttuğu bilinmesine rağmen akciğer tutulumu nadirdir. Akciğer tutulumu olan hastalarda klinik bulguların ve komplikasyonların nonspesifik olması tanı koymayı zorlaştırmaktadır. Bu olgu sunumunda, ateş yüksekliği, öksürük, balgam çıkarma, hemoptizi, halsizlik, istahsızlık, dizlerde ağrı şikâyetiyle başvuran 6 yaşındaki erkek hasta pnömoni ve plevral efüzyon tanılarıyla yatırıldı. Yapılan tetkiklerinde hepatosplenomegali ve bisitopeni saptanan olgunun alınan kan ve plevral efüzyon mayisinden RoseBengal testi (+++) ve Wright agglütinasyon testi 1/1280 (+) saptandı. Olgu brusellaya bağlı pnömoni ve plevral effüzyon olarak kabul edildi. Olgu nadir görülmesi ve ülkemiz gibi brusellanın endemik olduğu ülkelerde brusellaya bağlı komplikasyonların geniş bir yelpazede olduğunu vurgulamak üzere sunuldu.
Brucellosis is a zoonotic disease caused by bacteria of the Brucella subspecies from the gram-negative bacteria family. Brucellosis continues to be a public health problem worldwide, especially in developing countries. The bacteria can involve the reticuloendothelial system foremost, and many systems such as joints, the heart and the kidneys. Despite the respiratory system involvement being known, lung involvement is rare. Non-specific findings and complications in the patients with lung involvement makes the diagnosis difficult. In this case report, a 6-year-old male patient, presenting with the complaints of fever, cough, expectoration, hemoptysis, exhaustion, anorexia and knee ache, was hospitalized with the diagnosis of pneumonia and pleural effusion. On the performed examinations, hepatosplenomegaly and bicytopenia were detected. The Rose-Bengal test was (+++) and the Wright agglutination test was 1/1280 (+) in the blood and pleural effusion fluids of the case. The case was considered to be a pneumonia and pleural effusion due to brucella. The case has been presented since it is rarely seen, and in order to emphasize that in countries such as ours, in which brucella is endemic, complications due to brucella show a wide spectrum.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde İnsanlarda Kırım-Kongo Kanamalı
ateşi Seroprevalansının Araştırılması
Mehmet Özdemir, Oğuzhan Avcı, Uğur Tüzüner, Oya Bulut, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde İnsanlarda Kırım-Kongo Kanamalı
ateşi Seroprevalansının Araştırılması
InvestIgatIon Of CrImean-Congo HemorrhagIc Fever Seroprevalance
ın Humans Of Konya RegIon
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) virüsü, Arbovirüs grubunda
yer alan, Bunyaviridae ailesine bağlı Nairovirüs cinsi, helikal kapsid
içeren zarflı bir RNA virüsüdür. Bu virüslerin meydana getirdiği
enfeksiyon, şiddetli seyir gösteren ve fatalitesi oldukça yüksek bir
hastalıktır. Çalışmamızda, Konya bölgesinde KKKA seroprevalansını
araştırmak amacı ile IgG tipi antikor taraması planlandı. Bu amaçla,
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Hastanesi
Kan Merkezi’ne kan vermek için müracaat eden 1000 sağlıklı kan
donörü çalışmaya dahil edildi. Dahil edilen kişilerden 846 (%84.6)
tanesi kent merkezinde yaşarken,154 (%15.4) tanesi kırsal bölgede
yaşamaktaydı. Çalışmaya alınanların 947 (%94.7)’si erkek, 53
(%5.3)’ü kadındı. KKKA’ya karşı gelişen spesifik IgG antikorunu ELISA
yöntemi ile saptamak için ticari KKKA IgG test kiti (VectoCrimeaCHF-IgG,
Bectop, Rusya) kullanıldı. Test edilen örneklerden 8 adedi
(%0.8) KKKA’ya karşı gelişen antikor varlığı yönünden pozitif, 992
adedi (%99.2) ise negatif olarak tespit edildi. Pozitiflik saptananların
hepsi erkek idi. Konya bölgesinde KKKA seroprevalansı araştırılması
sonrası IgG tipi antikor bulunması az da olsa virüs varlığına işaret
etmektedir. Benzer çalışmaların bölgesel seroprevalans verilerinin
ortaya çıkması için hastalığın görüldüğü diğer bölgelerde yapılması
faydalı olacaktır. Bu virüs enfeksiyonu kene ısırığına bağlı olarak
geliştiği için, bölgedeki kenelerde de virüs araştırılması yapılmalıdır.
Crimean-Congo Hemorrhagic Fever (CCHF) virus,which is
classified in the family of Bunyaviridae and Nairovirus genus and
grouped in arbovirus is RNA-containing helical type capsid and
enveloped virus. This infection which is caused by these viruses has
severe disease manifestations and a very high fatality. The aim of
this study was to investigate the seroprevalence of CCHF in Konya
and so it was planned to screen IgG-type antibody. For this purpose,
1000 healthy blood donors who referred to the Blood Center of
Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty Hospital, were
included in the study While 154 (15.4%) blood donors were living in
rural areas, 846 (84.6%) of the donor were lived in the city center.
Of these individuals, 947 (94.7%) were male and 53 (5.3%) were
female. ELISA basedCCHF IgG commercial test kit (VectocrimeanCHF-IgG,
Bectop, Russia) was used to determine the specific IgG
antibody developed against CCHF. Eight of tested samples (0.8%)
were positive for the presence of antibodies against CCHF and 992
(99.2%) were negative. The presence of IgG antibody prevalence
of CCHF after research indicates the presence of a small number
of illness in Konya. For the detection of regional prevalence of the
disease similar studies will be useful in other provinces. In aspect the
route of transmission of this virus infection, because of this infection
is caused by tick
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Dumanının Bronş Mukozası Üzerıne Etkılerı
Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Dumanının Bronş Mukozası Üzerıne Etkılerı
The Effects Of Cıgarette Smoke On Bronche Mucosıs
The airway epithelium of smokers demonstrates hyperplasia, loss of cilia, celluler atypia, squamous metap-lasia, dysplasia, carcinoma in situ, and finally invasive carcinoma. Alt of the premalignant histologic findings are very rare in the lung of nonsmokers. In this study, we examined the changes in the bronch epithelium of the 10 people whom smoke cigarette and people whom do not smoke cigarette by lung, segment and open
Sigara içerenlerin bronş epitellerinde hiperplazi, siliya kaybı, selüler atipi, çok katlı yassı epitel metaplazisi, displazi, karsinoma in situ, nihayet invaziv karsinom görülür. Bütün bu premalign histolojik bulgular sigara içmeyenlerde çok nadirdir. Biz bu çalışmamızda, sigara içen ve sigara içmeyen onar hastadan alınan akciğer, akciğer lobu,akciğer segmenti ve açık akciğer biyopsilerinde bronş epitelinde meydana gelen değişiklikleri inceledik. Sigara içen hastalarda bronş bazal membranlarında kalınlaşma epitel hiperplazisi, Goblet hücrelerinde artış, bronş epitelinde siliya kaybı bulduk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Karditli Çocukların Elektrokardiyografilerinde Kardiyak Elektrofizyolojik Denge İndeksi
Fatih Şap, Ahmet Yasin Güney, Mehmet Burhan Oflaz, Tamer Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Karditli Çocukların Elektrokardiyografilerinde Kardiyak Elektrofizyolojik Denge İndeksi
Index Of CardIac ElectrophysIologIcal Balance In ElectrocardIography Of ChIldren WIth Acute RheumatIc CardItIs
Amaç: Çalışmamızda akut romatizmal karditli çocukların elektrokardiyografilerinde kardiyak
elektrofizyolojik denge indeksi (iCEB), ve kardiyak aritmi için diğer risk belirteçlerinin incelenmesi
amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016-Ağustos 2018 tarihleri arasında, akut romatizmal kardit tanılı 40
çocuk hasta ile yaş ve cinsiyet olarak benzer 40 sağlıklı çocuk retrospektif olarak çalışmaya alındı. Tüm
vakaların demografik özellikleri kayıtlardan elde edildi. Elektrokardiyografide; P dalga dispersiyonu (Pd),
QT dispersiyonu (QTd) ve düzeltimiş QTd (QTcd) süreleri, Tp-e intervali (Tp-e), Tp-e/QT ve Tp-e/QTc
oranları, ve iCEB ve düzeltilmiş iCEB (iCEBc) ölçüm değerleri gruplar arasında karşılaştırıldı. İstatistiksel
olarak p <0,05 olması anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Hasta ve kontrol gruplarının yaş ortalaması sırasıyla; 11,40±3,48 yıl ve 11,41±3,31 yıldı. Her iki
grupta 16 kız (%40) ve 24 erkek (%60) çocuk vardı. Hasta grupta, kalp hızı, PR intervali, Pd, QTd, QTcd,
Tp-e, Tp-e/QT oranı ve iCEBc ölçümleri anlamlı derecede yüksek saptandı. iCEB düzeyi hasta grubunda
sağlıklı kontrollere daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Akut romatizmal karditli çocuklarda, repolarizasyon-depolarizasyon dengesi bozulmuş olabilir. Bu
nedenle aritmi için diğer elektrokardiyografik risk parametrelerine ilave olarak iCEB(c) kullanımı da yararlı
olabilir. Ancak, bu konuda daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: In this study, examination of the index of cardiac-electrophysiological balance (iCEB) and of other
risk markers for cardiac arrhythmia in electrocardiography of children with acute rheumatic carditis was
aimed.
Patients and Methods: Forty pediatric patients with acute rheumatic carditis and 40 healthy children
matched in terms of gender and age were retrospectively enrolled in the study between January 2016
and August 2018. Demographic data of all cases were obtained from records. By electrocardiography, P
dispersion (Pd), dispersion durations of QT (QTd) and corrected QT (QTcd), Tpeak-to-end interval (Tpe),
ratios of Tp-e/QT and Tp-e/QTc, and measurements of iCEB and corrected iCEB (iCEBc) were all
compared between the groups. Statistically significant dif ference was accepted as p< 0.05.
Results: In the patient and control groups, mean ages were 11.40±3.48 years and 11.41±3.31 years,
respectively. Both groups had 16 female (40%) and 24 male (60%) children. In the patient group, heart
rate, PR interval, Pd, QTd, QTcd, Tp-e, Tp-e/QT ratio and iCEBc were found to be significantly increased.
Though iCEB level was higher in the patient group, there was no statistically significant difference with
healthy controls.
Conclusion: In children with acute rheumatic carditis, repolarization-depolarization balance may be
impaired. Therefore, in addition to other electrocardiographic risk parameters for arrhythmia, use of
iCEB(c) may also be beneficial. However , further studies on this issue are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
Alper Kılıçaslan, Feride Karakuş, Ruhiye Reisli, Esra Goger
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
BIlevel-BIlateral Sacral Erector SpInae Plane Block For ChronIc PaIn Management: A Case Report And Short LIterature RevIew
Son yılların popüler rejyonel anestezi tekniklerinden biri olan erektor spina plan bloğu (ESPB), ilk olarak üst torasik nöropatik ağrı için kullanılmıştır. Daha sonra birçok farklı endikasyonda, farklı seviyelerden (alt torasik ve lomber) hem akut hem kronik ağrı tedavisinde, kullanılmıştır.
Sınırlı deneyimimiz, bilevel biletaral uygulanan sakral ESPB'nun, perianal kronik intermittan (aralıklı) ağrının tedavisinde kolay ve etkili bir teknik olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, uygulama noktası, lokal anestezik volümü, duyusal blokaj alanı gibi araştırılması gereken birçok konu mevcuttur. Klinik araştırmaların yetersizliği nedeniyle, bu inceleme şu anda sakral ESPB blok etkinliğinin kanıtını ve rutin kullanımını destekleyememektedir. Sakral ESPB bloğunun etkinliği ve etki mekanizmasını açıklığa kavuşturmak için anatomik radyolojik ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Erector spinae plane block (ESPB), one of the popular regional anesthesia techniques in recent years, has first been used for upper thoracic neuropathic pain. Later, it has been used in many different indications for both acute and chronic pain treatment at different lower thoracic and lumbar levels. Our limited experience demonstrates that bilevel bilateral sacral ESPB is an easy and effective method in the treatment of perianal chronic intermittent pain. However, many issues, such as the application site, the volume of local anesthetics and the sensory blockade, still remain being investigated. Due to the lack of clinical research, our review is currently unable to support the evidence and routine use of sacral ESPB. We consider that anatomical radiological and clinical studies are needed to elucidate the efficacy and mechanism of action of sacral ESPB
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
Nadire Ünver Doğan, İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan
Araştırma makalesi
Özeti
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
The Course And The VarIatIons Of RadIal Nerve And Its Muscular Branches In Human Fetuses’ Arms And Forearms
Amaç: İnsan fetuslarında, n. radialis’in ve musküler dallarının seyri ve varyasyonlarını tespit etmek. Gereç ve yöntem; Nevrus radialis diseksiyonları 100 fetusun (50 difli ve 50 erkek) 200 kol ve önkolunda yapıldı. Uzunluk, kalınlık ve uzaklık ölçümleri 0.01 mm hassas dijital kumpas kullanılarak aynı kişi tarafından alındı. Bulgular: Tüm kollarda n. radialis’ten ilk olarak ramus musculares’in medial dalı ayrılıyordu. Bu dal 153 kolda (%76.5) n. radialis’in arka üst bölümünden, 47 kolda (%23.5) ise n. radialis’in ön üst bölümünden çıkıyordu. Önkollarda n. radialis’ten çıkan ilk dalların m. Brachioradialis ve m. extensor carpi radialis longus’a gittiği gözlendi. M. extensor carpi radialis brevis’i innerve eden musküler dalın %48 r. profundus’tan, %42 n. radialis’ten (r. superficialis ve r. profundus’un ayrım yeri), %10 r. superficialis’ten çıktığı tespit edildi. Ayrıca, n. radialis’ten m. brachialis’in inferolateral segmentine giden musküler bir dal (%26) gözlendi. Fetuslarda n. radialis seyri ve humerus gövdesi ile ilişkisi incelendiğinde proksimal (üst 0.18’i) ve distal (alt 0.17’si) kısımlarda ilişki tespit edilmedi. Sonuç: Nervus radialis’in seyri, musküler dalları, innervasyon paternleri ve varyasyonlarının bu bölgenin cerrahisiyle uğraşan uzmanlar tarafından iyi bilinmesi gerekmektedir. Özellikle, bu çalışmada tespit edilen, fetuslarda n. radialis’in humerus arka yüzündeki spiral geçişi için güvenli alanın erişkine göre daha az olduğunun bilinmesi önemlidir.
Aim: To determine the course and the variations of radial nerve and its muscular branches in human fetuses. Material and Method: Radial nerve dissections were made on the 200 arms and forearms of 100 fetuses (50 males and 50 females). Length, thickness and distance measurements were taken by the same person using a 0.01 mm sensitive digital compass. Results: In all arms, primarily, the medial branch of muscular branch was separating from radial nerve. This branch was originating from posterior superior part of radial nerve in 153 arms (76.5%) and anterior superior part of radial nerve in 47 arms (23.5%). On forearms it was observed that the first branches of radial nerve reached to the brachioradialis muscle and extensor carpi radialis longus muscle. It was found that the motor branch which innervates extensor carpi radialis brevis muscle exit from deep branch in 48% of the arms, from radial nerve (separating location of the deep and superficial branches) in 42% of the arms, and from superficial branch in 10% of the arms. Also it was observed, in 26% of the cases, that a muscular branch originated from radial nerve and reached to the inferolateral segment of brachial muscle. It was found that there was no relationship between radial nerve and humerus body’s upper (superiorly 0.18) and lover (inferiorly 0.17) parts. Conclusion: The course, muscular branches, innervation patterns and variations of radial nerve should be well known by the specialists especially dealing with the local surgery of this region. In the fetuses, the knowledge of the spiral course of the radial nerve on the posterior face of humerus is crucial to determine the operation approach point, and this area is less safer than adults in the fetuses, according to our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinin Mikobakteriyoloji Laboratuvarında Direkt Preparat Ve Kültür Sonuçlarının Karşılaştırılması
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Şerife Yüksekkaya, Mehmet Özdemir, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinin Mikobakteriyoloji Laboratuvarında Direkt Preparat Ve Kültür Sonuçlarının Karşılaştırılması
A ComparIson Of DIrect PreparatIon And Culture Results In The MycobacterIology Laboratory Of A Resea
Tüberküloz hastalarının erken tanıları ve düzenli takipleri oldukça önemlidir. Bu nedenle Tüberküloz hastalığının tanı ve takibinde mikobakteriyoloji laboratuvarlarının önemi büyüktür. Tüberküloz ön tanısıyla hastanemize başvuran hastaların tanısında direkt mikroskobi ve kültür sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Hastanemizin mikobakteriyoloji laboratuvarında tüberküloz ön tanılı 1621 hasta örneğinin direkt mikroskobi ve kültür sonuçları üzerinde çalışılmıştır. Bu hastaların 1005 (% 62)’i erkek, 616 (% 38)’i ise kadın idi. Hastaların yaş ortalaması 51.3 idi. Tüberküloz öntanılı hastalardan alınan tüm örnekler arasında ARB ve kültür pozitifliği oranları sırasıyla % 1.7 (28/1621) ve % 2.8 (47/1621) olarak saptandı. Yaymada ARB saptanan 22 örneğin 14’ünde LJ’de 13’ünde de MGIT’de pozitiflik saptanmıştır. Ayrıca yaymada ARB saptanamayan 25 örneğin 19’unda LJ’de 17’sinde de MGIT’de üreme saptanmıştır. Örneklerin % 3.9 (64/1621)’u ise kontaminasyon olarak değerlendirildi. ARB ve/veya kültür pozitifliği saptanmış olan 53 örneğin çoğunu (% 70) balgam ve plevral mayi (% 11) oluşturmakta idi. Bu örneklerin 25 (% 53.2)’inde kültür pozitif olduğu halde ARB negatif olarak saptanmıştır. Sonuç olarak tüberküloz tanısında kültür duyarlılığının mikroskobiden fazla olduğu ve ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.
Early diagnosis and regular follow-up of tuberculosis patients is highly important. For this reason, mycobacteriology laboratories are of great importance in the diagnosis and follow-up of tuberculosis disease. It was aimed to compare direct microscopy and culture results of predignosed patients who applied to our hospital The study was conducted on the direct microscopy and culture results of a sample of 1621 patients with a pre-diagnosis of tuberculosis in the mycobacteriology laboratory of our hospital. Of these patients, 1005 (62 %) were male and 616 (38 %) were female. The average age of the patients was 51.3. In all the samples taken from the patients with a pre-diagnosis of tuberculosis, acit-fast bacilli (AFB) and culture positivity rates were found to be 1.7 % (28/1621) and 2.8 % (47/1621) respectively. Fourteen of the 22 samples in which AFB were found in the smear were detected as LJ positive and 13 were detected as MGIT positive. Furthermore, of the 25 samples in which AFB were not found in the smear, proliferation was observed in the LJ in 19 samples and in the MGIT in 17 samples. 3.9 % (64/1621) of the samples were assessed as contamination. The majority of the 53 samples that were found to be AFB and/or culture positive consisted of sputum (70 %) and pleural fluid (11 %). Although found to be culture positive, 25 (53.2 %) of these samples were found to be AFB negative. In conclusion, it was considered that culture sensitivity is higher than microscopy in the diagnosis of tuberculosis and both require to be evaluated together.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bolgesı Seker Fabrıkalarında (konya - Eregli Ilgin) 15 Kazalarının De6erlendırilmesı
Sezai Dikici, Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Orhan Demireli
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bolgesı Seker Fabrıkalarında (konya - Eregli Ilgin) 15 Kazalarının De6erlendırilmesı
EvaluatIon Of OccupatIonal InjurIes In Sugar FactorIes Of Konya DIstrIct (konya-EreklI-LlgIn)
Konya Biilgesi 5.eker Fabrikalarrnda (Konya -Eregli - Ilgin) 1990-1991 yillarinda meydana gelen kazalartni incelemek ama•iyla 1992 yilinda yap-tigimtz bu araitirma, is kazasi ge•irmif 230 i§ci ve 4 kazasi gecirmemil 230 i§c.i olmak lizere toplam 460 erkek iizerinde kazasi ge•iren i§•ilerden ulacahilen 87 ici ile yiizylize ilverenle arasinda kazalarin olu§ nedenleri ve onlenebilirligi ko-nusunda gorialmesine ragmen. turn kazalaremn basil linlemlerle onlenehilecegi so-nucuna varilmunr.
In this study, we examined the occupational in-juries which had happened at years of 1990 and 1991 in sugar factories of Konya district (Konya-Ereg li-llgin). We investigated 230 workers who were subjected to an occupational injury and 230 workers who were not subjected to any occupational injuries from their registration cards. We in-terviewed with 87 workers who were available among these subjected ones. There were some dif-feren•ies between these 87 workers' registration card informations and their answers about the cause of occupational injuries. However, it is concluded that the greatest part of occupational injuries could he prevented by taking simple preventive measures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
Emre Korkut, Onur Gezgin, Hazal Özer, Raif Alan, Yağmur Şener
Araştırma makalesi
Özeti
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
QualIty Of LIfe Effects In ChIldren UndergoIng Dental Treatment
under General AnesthesIa
Erken çocukluk çürüğü bulunan 0-72 ay aralığındaki çocuklarda,
dental işlemlerin uygulanması sırasında yaşa bağlı kooperasyon
bozukluğu, anksiyete gelişmesi, işlem seanslarının uzun olması
gibi sebeplerden dolayı genel anestezi yöntemi sıklıkla tercih
edilmektedir. Erken çocukluk çürüklerinin, çocuk hastaların ve
ailelerinin yaşam kalitelerini önemli düzeyde etkilediği bilinmektedir.
Yaşam kalitesi değerlendirmelerinde çocuklar ve ebeveynleri için
günümüze kadar birçok farklı anket geliştirilmiştir. Günümüzde 6
yaş altındaki çocuklar için Ebeveyn Algı Anketi ve Aile Etki Ölçeği
olmak üzere iki kısımdan oluşan Erken Çocukluk Çürüğü Ağız Sağlığı
Ölçeği kullanılmaktadır. Çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi,
Diş Hekimliği Fakültesi, Pedodonti Anabilim Dalında genel anestezi
altında dental tedavileri gerçekleştirilen 158 hasta ve ebeveynleri
dahil edildi. İşlem öncesi hastaların demografik bilgileri ve dmft
değerleri kaydedildi. İşlem öncesinde ve işlemi takip eden 2. ve 4.
haftalarda ebeveynlerden ilgili anketi doldurmaları istendi. Veriler
SPSS programı ile istatistiksel olarak analiz edildi. Etki boyutu
0.7’den büyükse, veride meydana gelen değişim büyük bir değişim
olarak kabul edildi. Verilerin değerlendirilmesi sonucu genel anestezi
altında yapılan tedaviler sonrasında tüm değerlerde istatistiksel
olarak anlamlı bir azalma gözlendi. Çocuğun oral semptomları ve
fonksiyonel durumuna ait bölümlerdeki azalmanın diğer bölümlere
kıyasla daha fazla olduğu tespit edildi. Sonuç olarak erken çocukluk
çürüğü gözlenen çocuklarda genel anestezi altında gerçekleştirilen
dental işlemlerin hastalar ve ailelerinin yaşam kalitelerini arttıracak
yönde etki ettiği görülmektedir.
In 0-72 months aging children with early childhood caries,
general anesthesia is often preferred due to the following reasons;
the non-cooperation based on age, anxiety development during the
dental procedures and long treatment sessions. It is known that early
childhood caries have a significant impact on the quality of life of
child patients’ and their families’. In the assessment of quality of life
scores, different questionnaires were developed for children and their
parents. Today, Parental Perception Questionnaire and Family Impact
Scale, which are composed of two parts including Early Childhood
Oral Health Impact Scale, is used for children under 6 years old
age. This study included 158 patients who received comprehensive
oral rehabilitation under general anesthesia in Necmettin Erbakan
University, Department of Pediatric Dentistry and their parents.
Demographic information and dmft values of the patients were
recorded before the procedure. Parents were asked to complete
the relevant questionnaire at the beginning of the procedure and
at the 2nd and 4th weeks following the procedure. The data were
statistically analyzed by the SPSS program. It was considered that
if the effect size was greater than 0.7, a major change occurring in
the data exchange. A statistically significant decrease in all values
was observed after the treatments performed under the general
anesthesia. The greatest reduction was found in the oral symptoms
and functional status of the child. In conclusion, dental procedures
performed under general anesthesia in children with early childhood
caries appear to have a positive impact on the quality of life of
patients and their families.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
İsa Yılmaz, Osman Güvenç, Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Derya Arslan, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
ClInIcal CharacterIstIcs And EchocardIographIc FIndIngs Of PatIents
dIagnosed WIth Acute RheumatIc Fever
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu farenjit veya
tonsillitin non-süpüratif geç komplikasyonu sonucunda oluşan akut
romatizmal ateş, gelişmiş ülkelerde az sıklıkta görülmesine karşın
gelişmekte olan ülkelerde hala önemini koruyan edinsel bir kalp
hastalığıdır. Bu çalışmadaki amaç, merkezimizde akut romatizmal
ateş tanısı almış hastaların değerlendirilmesi ve ülkemizde önemli
bir sağlık sorunu olan bu nedenin son literatür bilgileri eşliğinde
tartışılmasıdır. Ocak 2010-Mayıs 2014 yılları arasında Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesine müracaat eden ve akut romatizmal
ateş tanısı konulmuş olan hastaların dosyaları geriyedönük olarak
incelendi ve demografik verileri, klinik ve ekokardiyografik özellikleri,
uygulanan tedaviye verilen yanıtları tespit edildi. Akut romatizmal
ateş tanısı konulan, tanı anındaki yaş ortalaması 11.6 yıl (5-17 yıl)
olan 26 (%40) kız, 39 (%60) erkek olmak üzere toplam 65 hastadan,
16 (%24.6) hastaya kardit, 11 (%16.9) hastaya artrit, 5 (%7.7) hastaya
kardit + artrit, 33 (%50.8) hastaya sessiz kardit tanısı konuldu.
Hastalar en sık % 59 oranında artrit ve artralji belirtileri başvurdu.
Fizik muayenede 25 (%38.4) hastada patolojik, 21 (%32.3) hastada
masum üfürüm duyuldu, 19 (% 29.2) hastada üfürüm duyulmadı.
Ekokardiyografik değerlendirmede mitral yetmezlik 14 (%21.5)
hastada, aort yetmezliği 10 (%15.4) hastada, birlikte mitral ve aort
kapak tutulumu 22 (% 33.9) hastada tespit edildi. Akut romatizmal
ateş ülkemizde hala insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Artriti olan veya artralji şikayetleriyle başvurup akut faz belirteçleri
normalden yüksek olan hastalarda fizik muayenede patolojik üfürüm
duyulmasa bile ekokardiyografik inceleme yapılması gerektiği
vurgulandı.
Acute rheumatic fever (ARF) is an acquired cardiac disease,
that may develop as a non-supurative, late-onset complication of an
infection with group A β-hemolytic Streptococcus, such as pharyngitis
or tonsillitis, continues to maintain its importance in developing
countries, despite it is relatively rare in developed countries. The
aim of this study was to review patients, diagnosed with acute
rheumatic fever at our center, and to discuss this disease, which is
a major health problem in our country, in the light of recent literature
data. Files of patients, who referred to Selçuk University Medical
Faculty Hospital, and diagnosed with ARF between January 2010
and February 2014, were assessed, retrospectively, and patient
demographic data, clinical and echocardiographic (ECHO) features,
treatment responses were identified. A total of 65 patients, including
26 (40%) girls and 39 (60%) boys, diagnosed with ARF, with an
average age of 11,6 years (5-17 years) at the time of diagnosis, 16
(24.6%), 11 (16.9%), 5 (7.7%) and 33 (50.8%) of 65 patients has also
been diagnosed with carditis, arthritis, carditis and (+) arthritis, and
silent carditis, respectively. The most frequently referred symptoms
are arthritis and arthralgia, with a 59% rate. Although pathological
murmurs and innocent murmurs were identified during physical
examination in 25 (38.4%) and 21 (32.3%) patients, respectively; 19
(29.2%) patients had no evidence of heart murmur. The most common
findings in echocardiographic assessment are mitral insufficiency
(MI), aortic insufficiency (AI), and mitral and aortic valve involvement
in 14 (21.5%), 10 (15.4%) and 22 (33.9%) patients, respectively.
Acute rheumatic fever continues to be a health-threatining condition
in our country. Even if there are no pathological murmur in patients
referred with arthritis or arthralgia, with an increased level of acute
phase reactants; echocardiographic assessment should be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
Mehmet Bitirgen, Mehdi Yeksan, Doğan Çiftçi, Bülent Baysal, Ilgar Taşdemir, Şamil Ecirli, Yaşar Karaaslan, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegalovIrus (cmv) AntIbodIes In Renal Transplant RecIpIents And IlentodIalysIs PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Hemodializ ünitesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Nefroloji Ünitesinde tedavi gören böbrek transplantasyonu yapılan 57 hasta ve hemodializ uygulanan 57 kronik böbrek has-tası üzerinde yapılmıştır. Hastalara ait kan örneklerinde Cytomegc.ılovirus (CMV) Immunglobulin M (1g M) ve Irnmünglobulin G (Ig G) antikorların Enzyme-Linked linmunosorbent Assay (EL1SA) metodu ile Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında tayin edildi. Bulunan sonuçlar sağlıklı 50 kişiden oluşan kontrol grubunun sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Böbrek transplantasyonlu hastaların %56.14'ünde CA1V-IgM, %100'ünde CA-1V-IgG seropozitifliği bulundu. Hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında CMV-lgM %24.56, CMV-1gG %91.23 oranında seropozitif bulundular. Kontrol grubunda ise CMV-1gM CMV-IgG cş650 oranında seropozitif olarak bulunmuştur. Böbrek transplantasyon hastaları ve hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında bulunan CMV-IgM ve IgG seropozitifliği kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.01).
This study is performed in 57 renal transplant recipients and 57 hemodialysis patients with chronic renal failure in the Nephrology Division of the Department of Internal Mek-lif-...ine, University of Hacettepe School of Medicine and llemodialysis Unit (4- the Department of Internal Medicine, University of Selçuk School of Medicine_ Cytornegalovirus (CMV) IgM and 1gG antibodies were deterrnined in blood sarnples by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) rnethod in the Microbiology Laboratory of Selçuk University. 1,Ve compared the results with control including 50 healty individuals. We fourıd CMV-IgM seropositivity 56.14%, CMV- IgG seropositivity 100% in the renal transplant recipients and CMV-IgM seropositivity 24.56%, CM11-IgG se.ropotisivity 91.23% in the hernoclialysis patients. In control group, CMV-IgM seropositivity was 2% and CMV-IgG seropositivity 50%. The rates of CMV-1gM and Ig G seropositivity in the renal transplant recipients and hemodialysis patients with chronic renal failure were high and significant according ta the control group (p<0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Güvercin Besleyicisi Hastalığı
Ersin Şükrü Erden, Nebihe İsaoğulları, Mesut Demirköse, Ramazan Davran
Olgu sunumu
Özeti
Güvercin Besleyicisi Hastalığı
PIgeon FancIer’s Lung DIsease
Hipersensitivite pnömonisi, çeşitli organik ya da kimyasal
maddelerin inhalasyonu ile gelişen immun yanıtın neden olduğu bir
inflamatuar intertisyel akciğer hastalığıdır. Kuş besleyicisi hastalığı,
kanatlıların dışkı ve tüy antijenlerine bağlı gelişen bir hipersensitivite
pnömonisidir. Başta güvercin olmak üzere birçok kanatlı
hipersensitivite pnömonisi’ne neden olmaktadır. Burada güvercin
besleyicisi hastalığı tanısı konularak tedavi edilen bir subakut
hipersensitivite pnömoni olgusu sunulmaktadır. Otuz iki yaşında
erkek göğüs hastalıkları polikliniğine iki aydır olan efor dispnesi,
kuru öksürük, ateş, terleme, halsizlik ve kilo kaybı şikayetleri ile
başvurdu. Hastanın güvercin beslediği öğrenildi. Hastaya anamnez,
fizik muayene, solunum fonksiyon testleri, akciğer grafisi ve yüksek
rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografi bulguları ile güvercin besleyicisi
hastalığı tanısı konularak prednizolon tedavisi yapıldı. Sonuç
olarak, bu olguların erken tanı almaları, böylece gerekli önlemlerin
alınarak erken tedavi edilmeleri hastalığın kronik forma ilerlemesinin
önlenmesi bakımından büyük önem taşımaktadır.
Hypersensitivity pneumonia is an inflammatory interstitial lung
disease caused by immune response due to inhalation of various
organic and chemical substances. Bird fancier’s lung disease is a
hypersensitivity pneumonia which develops in response to organic
bird products. Hypersensitivity pneumonitis is caused by many birds,
especially pigeon. In the current case, the diagnosis was subacute
hypersensitivity pneumonitis. Thirty two year-old male was admitted
to chest diseases outpatient clinic due to two months of effort
dyspnea, dry cough, fever, sweating, fatigue and weight loss. The
patient has a history of pigeon feeding. The patient was diagnosed
as pigeon fancier’s lung disease by the help of the history, physical
examination, pulmonary function tests, chest radiography and highresolution
computed tomography findings, and he had prednisolone
therapy. As a result, an early diagnosis and then early treatment
after the necessary precautions are very important to avoid chronic
progress of these diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karbapenem Dirençli Klebsiella Pneumoniae'nin Fenotipik Ve Genotipik Tanımlanması Ve Antibiyotik Duyarlılığının Belirlenmesi
Metin Doğan, Selin Uğraklı
Araştırma makalesi
Özeti
Karbapenem Dirençli Klebsiella Pneumoniae'nin Fenotipik Ve Genotipik Tanımlanması Ve Antibiyotik Duyarlılığının Belirlenmesi
PhenotypIc And GenotypIc IdentIfIcatIon Of Carbapenem-ResIstant KlebsIella PneumonIae And DetermInatIon Of AntIbIotIc SusceptIbIlIty
Amaç: K. pneumoniae izolatlarında karbapenemaz genlerinin tanımlanması amaçlanmıştır. Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Temmuz 2016-Aralık 2017 tarihleri arasında örneklerden izole edilen çok ilaca dirençli 95 K. pneumoniae suşu dahil edilmiştir. Meropenem, tigesiklin ve kolistinin MIC değerleri Vitek 2, Etest ve Sıvı Mikrodilüsyon Yöntemleri (SMD) ile belirlenmiştir. Kategorik uyum (KU), Çok Büyük Hata (ÇBH) ve Büyük Hata (BH) oranları hesaplanarak değerlendirilmiştir. blaOXA-48, blaOXA-181, blaNDM-1, blaVIM, blaIMP ve mcr-1 kolistin direnç geni araştırılmıştır. Bulgular: SMD, Vitek 2 ve Etest ile izolatlarda belirlenen meropenem direnci sırasıyla; %70,5, %87,4, %81,1 olarak tespit edilmiştir. SMD yöntemine göre KU, ÇBH ve BH oranları Vitek 2 ve Etest için sırasıyla %69,5, %4,8 ve %20; %70,5, %1,5 ve %0 olarak belirlenmiştir. İzolatlarımızda en yüksek duyarlılık tigesikline karşı tespit edilmiştir. Tigesiklin için KU oranları Vitek 2 ve Etest ile %70,5 ve %95,8 olarak bulunmuştur. Vitek 2 tarafından belirlenen BH oranı, kabul edilebilir %7,6 (<%3) sınırının üzerinde olarak saptanmıştır. Kolistin direnci SMD ile %48,4 olarak tespit edilmiştir. Kolistinin belirlenen KU; ÇBH; BH oranları Vitek 2/Etest için sırasıyla %86,3/%72,6; %17,4/%50; %10,2/%6,1 olarak bulunmuştur. Çalışmamıza dâhil ettiğimiz izolatlarda ağırlıklı olarak blaOXA-48 (%93,7) saptanmıştır. blaOXA-48, izolatların 56'sında (%59) tek başına, 33 izolatta (%34,74) ise blaOXA-181 genleriyle birlikte tespit edilmiştir. İzole OXA-48 pozitif suşlarda, OXA-181 ile birliktelik gösteren izolatlara göre daha düşük kolistin MİK seviyelerine rastlanmıştır. İzolatların %3,2 ’sinde blaNDM-1 geni tespit edilmiştir. PZR ile karbapenemaz kombine disk sonuçları izolatların %91,3 ’ünde uyumlu olarak bulunmuştur. Sonuç: OXA-48 direnç geni bölgemizde yaygınlığını korumaktadır. Bunun yanında blaOXA-48-benzeri gen bölgelerinin gerçek prevalansının ve direnç dinamiklerinin kapsamlı olarak ortaya konması, ulusal karbapenemaz sürveyans politikalarının gelişimine katkı sağlayacaktır .
Aim: Characterization of carbapenemase genes in K. pneumoniae isolates was aimed. Patients and Methods: In this study, 95 multi-drug resistant K. pneumoniae from samples between July 2016 and December 2017, were included. The MIC of meropenem, tigecycline and colistin were determined by Vitek 2, Etest and Broth Microdilution Methods (BMD). The Categorical agreement (CA), Very Major Error (VME) and Major Error (ME) rates were calculated and evaluated. The mcr-1, blaOXA-48, blaOXA-181, blaNDM-1, blaVIM, blaIMP genes were detected. Results: The meropenem resistance were determined in the isolates by BMD, Vitek 2 and Etest are respectively; as 70.5%, 87.4%, 81.1%. According to the BMD method, the rates of CA, VME and ME were determined by Vitek 2; Etest as 69.5%, 4.8% and 20 %; 70.5%, 1.5 % and 0 % respectively. It was determined that our isolates showed the highest sensitivity to tigecycline. The CA rates were determined by Vitek 2 and Etest for tigecycline as 70.5% and 95.8%. The ME rate determined by Vitek 2 was above the acceptable limit of 7.6%. The colistin resistance was 48.4% via BMD. The CA; VME; ME ratios determined by Vitek 2/Etest were 86.3%/72.6%; 17.4%/50%; 10.2%/6.1% respectively. In the isolates, predominantly blaOXA-48 (93.7%) was detected. blaOXA-48 was detected alone in 56. isolates and together with blaOXA-181 genes in 33 isolates. Lower colistin MIC levels were found in the only OXA-48 positive strains than in isolates together with OXA-181. The blaNDM-1 gene was investigated in 3.2% of the isolates. PCR and carbapenemase combined disc results were found to be compatible in 91.3% of the isolates. Conclusion: The blaOXA-48 gene region remains prevalent. In addition, comprehensive identification of the real prevalence and resistance dynamics of blaOXA-48-like gene regions will contribute to the development of national carbapenemase surveillance policies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
Fatih Gültekin, Namık Delibaş, Süleyman Kutluhan
Araştırma makalesi
Özeti
Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
The Changes In AntIoxIdans System Caused By ChlorpyrIphos-Ethyl In Rat BraIn And ProtectIve Effect Of MelatonIn And VItamIn C + VItamIn E
Chlorpyriphos-ethyl’e (CE) maruz kalan rafların beyin dokularında melatonin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun koruyucu etkileri araştırıldı. Deney grupları şu şekilde organize edildi: Kontrol grubu (C), CE verilen grup (CE), vitamin E + vitamin C verilen grup (Vit), melatonin verilen grup (Mel), vitamin E + vitamin C + CE verilen grup (Vit+CE) ve melatonin + CE verilen grup (Mel+CE). İlgili gruplara altı gün vitaminler ve melatonin verilirken beşinci ve altıncı gün CE verildi. Beyin dokusu homojenatlarında CE grubunda C grubuna göre tiobarbitürik asit reaktif substans yüksek iken antioksidan potansiyel düşüktü (p<0,10). Süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz aktivitelerinde CE grubunda C grubuna göre düşük bulundu (p<0,10). Sonuçta, CE'nin rat beyin dokusunda oksidatif strese neden olduğu, bu oksidatif stresin CE toksisitesinde rol oynayabileceği ve melatoninin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun CE'nin beyin üzerine toksik etkilerini anlamlı olarak azaltabileceği kanaatine varıldı.
The protective effect of melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E on the brain tissue of rats treated with chlorpyriphos-ethyl (CE) was investigated. The experimental groups were as follovvs: Control group (C), CE treated group (CE), vitamin E plus vitamin C treated group (Vit), melatonin treated group (Mel), vitamin E plus vitamin C plus CE treated group (Vit+CE), and melatonin plus CE treated group (Mel+CE). Vitamins and melatonin were administered to appropriate groups six days. CE was applied only fifth and sixth days. İn CE group, comparing with C group, thiobarbituric acid reactive substances was found to increase, vvhereas antioxidant potential was decreased (p<0, W) in brain tissue homogenates. Superoxide dismutase and glutathione peroxidase activities were high in CE group, comparing with C group (p<0,10). These results suggest that CE may cause oxidative stress in rat brain tissues, this oxidative stress may involve in CE toxicity, and melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E may decrease these toxic effects caused by CE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Başarıyla Gerçekleştirilen Bir Transjuguler İntrahepatik Portosistemik Şant Olgusu
Tuba Berra Sarıtaş, Mehmet Asıl, Osman Koç
Olgu sunumu
Özeti
Başarıyla Gerçekleştirilen Bir Transjuguler İntrahepatik Portosistemik Şant Olgusu
A Case WIth Successfull Transjugular IntrahepatIc PortosystemIc Shunt OperatIon
Transjuguler İntrahepatik Portosistemik Şant (TIPSS), transjuguler yolla karaciğer parankimine bir stent yerleştirerek portal venöz sistem ve hepatik venöz sistem arasında bir şant oluşturma işlemidir. Türkiye’de az sayıda klinikte uygulanmaktadır. Biz de bu olguda hastanemizde başarıyla gerçekleştirilen ilk TIPSS girişimini sunmayı amaçladık
Transjuguler Intrahepatic Portosystemic Shunt (TIPSS) is a procedure that creates a shunt between portal and hepatic venous systems via transjugulary way placing a stent to hepatic parenchyme. In the current manuscript, we describe a patient with portal hypertension to whom a succesfull TIPSS operation was done in our hospital.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansiyel Hipertansiyonda Verapamil Sr 240 Mg In Etkısı
Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Süleyman Türk, Doğan Çiftçi, Said Gönen, Mustafa Cirit, Mehmet Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Esansiyel Hipertansiyonda Verapamil Sr 240 Mg In Etkısı
Effect Of VerapamIl Sr 240 NIg Treatment On EssentIal HypertensIon
Sınır, hafif. orta derecede ve ağır hipertansiyonlu 50 poliklinik: hastasmda uzun etkili Verapamil SR 240 ıng'ın etkenliği ve özellikle tolerabilitesi araştırddı. ilaç günde bir kez 240 ıng olarak oral yoldan verildi. Gerektiğinde 360 ıng'a çıkıldı. Çalışma 6 hafta sürdü. Çalışma sonunda sınır hipertansivonht 8 vakanın 7'sinde. hafif hipertansiyonlu 11 hastanın 9'unda. orta derecede hipertansiyonlu 14 hastanın 10'unda ve ağır hipertansiyonlu 17 hastanın 8'inde diyastolik kan basıncı değerleri günlük 240 mg uzun etkili Verapamil SR 240 ıng ile 90 /nın lig veya altına düşmüştü. Verapamil SR 240 ıng'ın kardiak ve ekstrakardiak tolerabilitesi çok iyiydi. Hastaların hiçbirinde AVblok gelişmedi. Hastaların çok az bir kısmında yan etkiler görüldü. Başhcaları; baş dönmesi, baş ağrısı. yorgunluk, yüz kızarması, bu-lantı, kusma, ateş basması, huzursuzluk ve kaşıntı idi.
In this study: the effect of and tolerability to long actinz Verapamil SR 240 mg treatment on ',ordu, mild, moderate and malignant hypenension were in-vestigated.7'he drug was giyen orally once a day. If there was a necessity, a Jose o f 360 mg was used. At the end of Iliis study Verapamil SR 240 mg was found effective in most of thepaıients. Afier theVe-rapamil SR 240 mg treatınent, the patients diastolic blood pressure was ender 90 mın lig. Cardiac and ex-tracardiac tolercllıility to Verapamil SR 240 mg iher-apı. was excelknt. AV-block wasn't seen. In some of the patients, there were Side ellects such as headache, fiıtigue. flushing, nausea, vomiting and dizziness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parkınsonlularda Gorsel Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar Uzerıne Tedavının Etkısı
Ayşe Güvenç, Orhan Demir, Nurhan İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Parkınsonlularda Gorsel Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar Uzerıne Tedavının Etkısı
The Influence Of Treatment On The VIsual Evoked CortIcal Responses In PatIents WIth PorkInson DIsease
Parkinsonlularda Gorse! Uyarilmif Kortikal Po-tansiyelkrin (Visual Evoked Potentials: VEP) amp-litiidiinde ve latansinda degiAlik oldugu bazt ca-limalarda bildirilmektedir. Ozellikle VEP amplitiidiiniin elektrogenezinde Dopaminin roliine ipret edilerek Parkinsonlularda gorielen VEP amp-.litiid diisiikliigzirziin Dopamin yetersizliginden ileri geldigi soylenmektedir. Bu calq-mada bir grup par-kinsonlu hastadan elde edilen VEP degifiklikkri kontrol grubu ile karitlaprilip dopaminerjik tedavi oncesi elde edilen VEP latans ye amplitiidlerinin te-- davi sonrastnda degi§ip degiimedigi araprilmtotr. calt§ma kin 19 Parkinsonlu hastada tedaviye ba§.- lamadan Once ye tedavi ile (Dopa ve/veya Dopamin Agonisti) klinik optimal diizelme halindeyken VEP incelemesi yapildt. Elde edilen tedavi oncesi amp-litiidler (L2-L3: 9,4±4,7 mikrovolt) ye latanslar (112,5±10,9ms), tedavi sonrast elde edilen amp-litiidler (L2-L3:12,4±7,2 mikrovolt) ye latanslar (113,4±9.4 Ins) ile istatistiki olarak karplavirtldt. Tedavi oncesi ye sonrast latanslar arastnda bir lark gliziiltizezken (p>0,05) tedavi sonrast VEP amp-litiidiiniin tedavi oncesine gore farklt oldugu (p<0,05) Bu bulgulann dopaminin VEP amp-litiidiiniin elektrogenezinde rolii oldugu destekledigi katustna varildt.
Several have reported that in patients with Par-kinson disease the amplitude and latency of the vi-sual evoked cortical potentials show some dif-ference. By especially emphasising the role of Dopamine on the electrogenesis of VEP amplitude, it has been suggested that the low amplitude level of VEP seen in patients with Parkinson disease arises from the Dopamine deficiency. This study compares the VEP changes obtained from patients with Par-kinson, with control group and investigates if there has been any difference in VEP latency and amp-litude before and after the dopaminerjik treatment. VEP studies have been carried out on 19 patients with Parkinson optimum healing period. The amp-litudes (12-12:9,4±4.7 mV) and latecies (112,5±10,9ms) obtained before the treatment have been statistically compared with the amplitudes (L2-L3:12,4±7,2mV) and latencies (113 ,4±9,4ms) obtained before the tre-atment. While there has been no changes in la-tencies obtained before and after the treatment (p>0.05), the VEP amplitude obtained after the tre-atment has been recorded appreciable different (p>0.05) than the one recorded before the treatment. These findings therefore gave support to the earlier opinions that the Dopamine treatment has influence on the electrogenesis of the VEP amplitude.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
Fatma Hümeyra Zengin, Efsun Karabudak
Derleme
Özeti
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
The Effect Of ChemerIn On Health
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Hastada Posterior Mediasten Yerleşimli
ekstraplevral Abse
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Diabetik Hastada Posterior Mediasten Yerleşimli
ekstraplevral Abse
Extrapleural Abscess In The PosterIor MedIasten In The DIabetIc
patIent
57 yaşında erkek hasta kliniğimize dahiliye yoğun bakım servisinden, 1 haftadır tedaviye dirençli plevral ampiyem ön tanısı ile septik durumda alındı. Hasta 13 yıldır tip 2 diyabet hastası ve son 2 yıldır insülin kullanmakta olup, son 10 gündür solunum sıkıntısı, sağ yan ağrısı, ateş ve regüle olmayan bir kan şekeri profili mevcuttu. Hastanın tansiyonu 85/60 mmHg, nabzı 120/dk, laboratuar tetkiklerinde beyaz küresi: 23.000 mm3, kan şekeri 470gr/dl idi. Çekilen akciğer grafisi ve bilgisayarlı toraks tomografisinde sağ posterior mediastende ekstraplevral hava sıvı seviyesi veren abse rapor edildi. Torasentez neticesi pürülan mayii gelen hastaya sıvının en rahat geldiği sağ skapula altından 28 nolu göğüs tüpü kondu, 1700 cc pürülan mayi alındı ve hastanın klinik durumunda dramatik düzelme gözlendi. Kan şekerleri regüle oldu, her gün 300 cc rifosinli mayi ile poş yıkandı. 10 günde pet altı takip yapıldı ve birinci ayın sonunda kliniği tamamen düzeldi. Bu olgu sunumu akciğer absesinin nadir görüldüğü posterior mediastende oluşu ve sadece göğüs tüpü ile tedavi edilebilmesi nedeniyle yapıldı.
57 years old male patient who admitted our clinic from the intensive care unit because of the one week refracter of the treatment pleural effusion with the septic situation. The patient is a diabetic (type 2) for 13 years and lastly two years use insulin and last 10 days he has dispne, right costal pain, fever and don’t regulate blood glucose profile. The patients tension arteriale was 85/60 mmHg, heart rate was 120/min; leucocytosis 23000 and blood glucose level 470 in laboratory. PA chest film and computed thoracic tomography were reported lung abscess which the right posterior mediastineum and extrapleural look the air-fluid level. As a result of thoracentesis pleural empyema in a patient with pure liquid under the most comfortable coming right scapula chest tube (no 28) was inserted 1700 cc of purulent fluid was taking and in this case was achieved dramatic clinical improvement. Blood sugar was regulated daily pouch was washed with 300 cc riphosine fluid 10 days later, tube made under a pet. The situation is completely stable at the end of the first month.This is a rare case report of lung abscess, and being seen in the posterior mediastinum was only due to be treated with chest tube
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
7 Yaında Bir Kız Çocuğunda Echinococcus Multilocularis
Ali Ayçiçek
Olgu sunumu
Özeti
7 Yaında Bir Kız Çocuğunda Echinococcus Multilocularis
EchInococcosIs MultIlocularIs In A 7-Year-Old GIrl
Echinococcus multilokülaris çocukluk çağında çok nadir görülen ve hayatı tehdşt eden sestod cinsi bir zoonozdur. 7 yaşında bir kız hasta ateş, makülopapüler döküntü ve yemeklerle ilgisi olmayan karnın sağ üst kısmında ağrı şikayeti ile getirildi. Yapılan tetkiklerinde sedimantasyon (16/40 mm) ve transaminazlarda hafif yükseklik (ALT 42Ü/L, AST 40 Ü/L) ve hafif eozinofili (%5) dışında normaldi. Karın ultrasonografisinde karaciğer sağ lobunda yerleşmiş çapları 2-3 cm olan çok sayıda kist saptandı. Ekinokok aglütinasyon testi 1/320 titrede pozitif bulundu. Operasyon öncesi ve sonrası Albendazol 20 mg/kg/gün iki dozda, 4 hafta ilaçlı 14 gün ilaçsız dönemler halinde 2 yıl devam edildi. Çocukluk çağında nadir görülmesi ve tedavisinde albendazolün etkili olabileceğini vurgulamak amacıyla sunuldu.
Echinococcus multilocularis is an uncommon and life-threatening zoonosis caused by cestodes that is rarely encountered in children. A 7-year-old girl had for week been suffering from fever, maculopapular rush and right-sided upper abdominal symptoms not related to food intake. Laboratory tests were unremarkeble, except for an accelerated erythrocyte sedimentation rate (16/40 mm) and transaminases (ALT 42 Ü/L, AST 40 Ü/L) and eosinophilia (5%). Upper abdominal sonography revealed multipl cyst, about 2-3 cm in diameter, in the right liver lobe. The antibody titre against echinococcus antigen was 1:320. Preoperative and postoperative treatment consisted of the administration of albendazole (20 mg/kg/Daily twice a day) for two years. Albendazole was administered in 4-week cycles with intervals of 14 days. We report this case because this disease is very rare in childhood and oral albendasole is able to effective in the treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nedeni Bilinmeyen Ateşin Nadir Bir Nedeni: Mtfhr-C677t Gen Polimorfizminin Eşlik Ettiği Portal Ven Trombozu
Ramazan Büyükkaya, İbak Gönen, Ayla Büyükkaya, Kürşat Oğuz Yaykaşlı, Fahri Halit Beşir, Beyhan Öztürk, Davut Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Nedeni Bilinmeyen Ateşin Nadir Bir Nedeni: Mtfhr-C677t Gen Polimorfizminin Eşlik Ettiği Portal Ven Trombozu
Fever Of Unknown OrIgIn, WIth Mtfhr-C677t Gene PolymorphIsms And Portal VeIn Thrombus
Nedeni bilinmeyen ateş (NBA), üç haftadan beri devam eden, 38.3ºC’ nin üzerinde seyreden ve hastanın yatışıyla birlikte yapılan bir haftalık incelemelerde etiyolojinin aydınlatılamadığı ateş olarak tanımlanır. NBA’lı hastaların değerlendirilmesi komplekstir çünkü etiyolojide birçok neden bulunmakta ve literatüre her geçen gün yeni sebepler eklenmektedir. 24 yaşında erkek hastanın NBA ve karın ağrısı nedeniyle yapılan kontrastlı bilgisayarlı tomografi incelemesinde portal ven ve süperior mezenterik vende trombüs görüldü. Trombüs etiyolojisi araştırıldığında Metiltetrahidrofolat redüktaz C677T (MTFHR-C677T) gen polimorfizmi saptandı. Hastanın verilen Clexane 0,8 ml 2x1 tedavisinin 5. gününde ateşlerinin düşme eğilimine girdiği, karın ağrısının azaldığı, eş zamanlı takip doppler ultrasonografisinde trombüs görünümünde kısmen regresyon olduğu görüldü. Biz bu makalede NBA’ in nadir bir sebebi olan ve literatürde rastlamadığımız MTFHR-C677T gen polimorfizminin eşlik ettiği portal ve süperior mezenterik ven trombüsünün klinik ve radyolojik görüntüleme bulgularını sunmayı amaçladık..
Fever of unknown origin is defined as the following a temperature greater than 38.3°C (101°F) on several occasions, more than 3 weeks’ duration of illness, and failure to reach a diagnosis despite 1 week of inpatient investigation. Evaluation of patients with FUO is complicated because there are multiple etiologic factors and new ones are adding in literature every day. A 24years old man was performed contrast enhanced CT for FUO and abdominal pain, show trombus in portal vein and superior mezenteric vein. On examination, metiltetrahidrofolate reductase gene polimorphism is detected in the etiology of trombus. The patient’s fever and abdominal pain improved after 5 day treatment of Clexane 0,8 ml. A further doppler sonography show partial regression in trombus by which time the patient’s symptoms resolved. We aimed to present clinical and radiologic imaging findings in a case of portal and superior mesenteric vein trombus associated with MTFHR-C677T gene polimorphism which is a rare cause of FUO and we didn’t meet in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
Aysun Görkem, Ayşe Ruveyda Uğur, Bahadır Feyzioğlu, Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParaInfluenza VIrus Caused Lower RespIratory Tract InfectIons In PedIatrIc PatIents
Özet
Amaç: Parainfluenza virüslerinin (PIV) neden olduğu solunum yolu infeksiyonları bebek ve küçük çocuklarda başlıca morbidite ve hastanede yatış nedenleri arasında yer almaktadır. Bu retrospektif çalışmada alt solunum yolu infeksiyonu nedeniyle takip edilen çocuk hastalarda Parainfluenza virüs infeksiyonlarının sıklığının ve mevsimsel dağılımının araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2014 - Aralık 2016 tarihleri arasında çeşitli çocuk kliniklerinde alt solunum yolu infeksiyonu ön tanısıyla ayaktan ve yatarak takip edilen 18 yaş altı hastaların nazofaringeal sürüntü örneklerinde PIV etkeni multipleks polimeraz zincir reaksiyonu (m-PZR) yöntemi ile çalışıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda değerlendirmeye alınan 1983 çocuk hastadan 224’ünde (%11.3) solunum yolu örneğinde PIV tiplerinden herhangi biri tespit edilmiştir. Alt tiplerin dağılımına bakıldığında etken olarak en sık PIV-3 (%75) saptanmıştır. Bunu sırasıyla %15.17 ile PIV-4, %5.8 ile PIV-1 ve %4 ile PIV-2 takip etmektedir. Hastaların %75.9 oranında 5 yaş ve altında olduğu belirlendi. Mevsimsel dağılım incelendiğinde, PIV-3 ‘ün sıklıkla (%53.6) yaz aylarında, PIV-1 ve PIV-2’nin ise tamamına yakınının sonbahar ve kış aylarında görüldüğü belirlendi.
Sonuç: Hasta grubunda sıklıkla alt solunum yolu infeksiyonu etkeni olan PIV-3 belirlendi. PIV’lerin neden olduğu solunum yolu infeksiyonu etkenlerinin m-PZR yöntemi ile belirlenmesi, klinisyenlere bu viral infeksiyonların tedavi ve korunmasında faydalı olacaktır.
Abstract
Aim: Respiratory infections caused by PIV are related to major morbidity and hospitalization rates in infants and young children. The aim of the present retrospective study is to investigate the rate and seasonal distribution of PIV infections in pediatric patients with lower respiratory tract infections.
Patients and Methods: Nasopharyngeal swab specimens of pediatric in- and outpatients with the diagnosis of lower respiratory infection were collected from various pediatric clinics between January 2014 and December 2016. PIV types 1, 2, 3 and 4 were identified by multiplex real time PCR method.
Results: One of the four PIV types was identified in 224 of 1983 nasopharyngeal swab specimens of patients aged less than 18 years (11.3%). PIV-3 was the most common agent among the subtypes (75%) followed by PIV- 4 (15.2%). The rate of PIV-1 and PIV-2 were 5.8% and 4%, respectively. Of all pediatric patients, 75.9% were under 5 years of age. When the seasonal distribution was examined, it was determined that PIV-3 was frequently observed in summer (53.6%), whereas PIV-1 and PIV-2 were observed in autumn and winter months.
Conclusion: PIV-3 was the most common subtype. Prompt identification of PIV by multiplex real time PCR method would be very helpful for clinicians in the treatment and prevention of the respiratory infections caused by viral pathogens.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Emine Göktaş, Ayşegül Zamani, Aynur Uğur Bilgin, Mahmut Selman Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Del11q(13) Is A Rare CytogenetIc AbnormalIty In Acute MyeloId
leukemIa
Akut myeloid lösemi, 3-4/100000 insidans ile erişkinde en sık
görülen lösemi türüdür ve her yıl yeni tanı alan hastaların %20’sini
oluşturur. Hastalar; anemi, çabuk yorulma, düşük dereceli ateş,
bağışıklık sisteminde zayıflık gibi şikayetleri içeren geniş bir semptom
yelpazesine sahiptir. Akut myeloid lösemi tanısında sitogenetik
analiz anahtar tetkiktir ve akut myeloid lösemi hastalarındaki malign
hücrelerin çoğunda kromozom anomalisi mevcuttur. Bu çalışmada,
46,XX del11q(13) karyotip kuruluşuna sahip nadir bir akut myeloid
lösemi vakası sunuldu.
Acute myeloid leukemia is the most common type seen in adults
with 3-4/100000 incidence and accounting for %20 newly diagnosed
patients each year. Patient may present with a broad variety of
symptoms including low-grade fever, easy bruising, anemia, weakness
in immune system. Cytogenetic analysis is a key component in
diagnostic of acute myeloid leukemia. Chromosomal abnormality is
present in the majority of malignant cells in acute myeloid leukemia
patients. We presented a rare acute myeloid leukemia case with 46,
XX del11q(13) karyotype organization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Sevim Karaarslan, Kadir Ükisten
Araştırma makalesi
Özeti
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Prevalence Of PrevIous RheumatIc Fever And Heart Sequela Among PrImary School ChIldren In DIyarbakır ProvInce
1984-1985 eğitim ve öğretim yılında, Diyarbakır il merkezindeki ilkokul çocuklarından rastgele sistematik örnekleme yolu ile % 10 oranında seçtiğimiz 4065 öğrenci arasında anket kullanılarak geçirilmiş romatizmal ateş oranı % 9,1 bulunmuş-tur. Bulunan bu oran ülkemizin diğer bölgelerinde yapılan çalışmalarda bulunan oranlardan daha yüksektir. Bu çocukların anamnezleri geriye dönük olarak derinleştirildiğinde, tanı anında çocukların önemli bir kısmında sadece ekstremite ağrı-sının bulunması ve herhangi bir tetkik yapılmamış olması bu ağrıların bir kısmının romatizmal ateş dışında başka nedenlere bağlı olarak meydana gelmiş olabileceği ihtimalini düşündürmüştür. Tanının geriye dönük olması nedeniyle major bulguların oranı literatürde bildirilenden daha düşük bulun-muştur. Gerek romatizmal ateş anamnezi veren vakalar, gerekse valvül lezyonu bulunan vakaların cinsiyete göre dağılımı literatüre uygun olarak anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül hasara bulunan çocukların yaşa göre dağılımı literatüre uygun olarak giderek artış göstermiştir. Çalışmamızda valvül lezyonu % 1,2 oranında bulunmuştur. Bu değerler İran' dan bildirilen değerlerden daha düşük fakat, diğer gelişmekte olan ülkelerden ve ülkemizde bildirilen değerlerden daha yüksektir. Valvül lezyonlarının incelenmesinde literatürdeki verilere uygun olarak en çok mitral valvül tutuluşunun olduğu bunu aort valvül tutuluşunun izlediği görülmüştür. Yine literatüre uygun olarak en çok rastlanan valvül lezyonu tipi mitral yetersizlik olmuştur. Literatürde bildirilen farklı olarak gerek mitral ve gerekse aort tutuluşu cinsiyete göre anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül tutuluşu gösteren vakaların geriye dönük olarak anamnezlerinin incelenmesinde %37,2 vakada romatizmal ateşi düşürülerek bir şikayete rastlanmamıştır. Bu durum şikayetlerin hafif olup unutulmuş olmasına veya karditin diğer major bulgular olmadan ortaya çıkabilmesine bağlanmıştır.
In the 1984-1985 academic year, among 4065 students who were randomly selected from primary school children in Diyarbakır city center with a systematic sampling rate of 10%, the rate of rheumatic fever by using a questionnaire was found to be 9.1%. This rate is higher than the rates found in studies conducted in other regions of our country. When the anamnesis of these children were deepened retrospectively, the fact that at the time of diagnosis, most of the children had only extremity pain and no examination was performed, it was thought that some of these pains may have occurred due to reasons other than rheumatic fever. Because of the retrospective diagnosis, the rate of major findings was lower than that reported in the literature. The distribution of patients with rheumatic fever history and valvular lesions by gender did not show a significant difference in accordance with the literature. The distribution of children with valve damage by age has increased gradually in accordance with the literature. Valvule lesion was found in 1.2% in our study. These values are lower than the values reported from Iran, but higher than the values reported in other developing countries and in our country. In the examination of valvule lesions, it was observed that, in accordance with the data in the literature, the most frequent mitral valve involvement was followed by aortic valve involvement. Again, in accordance with the literature, the most common type of valve lesion was mitral insufficiency. Unlike the difference reported in the literature, both mitral and aortic involvement did not differ significantly according to gender. In the retrospective examination of the anamnesis of the cases with valve involvement, no complaints were found by reducing rheumatic fever in 37.2% of the cases. This situation was attributed to the symptoms being mild and forgotten or the occurrence of carditis without other major findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
Jule Eriç Horasanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
VagInal Flap Method In PreventIon Mesh ErosIon In Trans Obturator Tape Surgery And Short Term Result
\r\n Amaç: Stres üriner inkontinans tedavisinde yaygın olarak kullanılan Trans Obturator Tape (TOT) uygulamalarında eksizyon gerektirecek meş erozyonları gelişebilmektedir. Çalışmamızda TOT uygulamasına bağlı oluşabilecek üretral meş erozyonunu önleme amaçlı olarak geliştirdiğimiz subüretral sling altına yerleştirilen vajinal flep yöntemini tanımladık ve hastaları postoperatif komplikasyonlar açısından değerlendirdik.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Çalışmamızda Aralık 2014 ile Mayıs 2018 yılları arasında hastanemizde aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu olan ve vajinal mukozadan oluşturulan flebin üretra önüne ve meş altına yerleştirildiği 22 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar üretral meş erozyonu, vajinal meş erozyonu, urgency ve disparoni şikayetleri, üriner retansiyon ve ikincil cerrahi gerekliliği açısından değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Hastaların postoperatif ortalama takip süreleri ortalama 8,95±8,45 aydı. 20 hastaya aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu (%90,9), 2 hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu (%9,1) uygulanmıştı. Takip süresi boyunca hiçbir hastada üretral erozyon gelişmedi. Sadece aynı zamanda menapozda olan bir hastada vajinal mesh erozyonu ve disparoni şikayeti vardı. Başka bir hastada üriner retansiyon ve taşma inkontinansı gelişti. Bu hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu uygulanmıştı. Bu hastaya daha sonra meş kesilmesi işlemi uygulandı.
\r\n
\r\n Sonuç: Vakalarımızda uygulanan cerrahi teknik ortalama 9 aylık yakın dönem takipte üretral erozyondan tümüyle korumasının yanı sıra urgency ve vajinal meş erozyonunu da minimal düzeyde tutmuştur.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Purpose: Mesh erosions that necessitates excision can develop in Trans Obturator Tape (TOT) surgeries which are widely used in the treatment of stress urinary incontinence.
\r\n
\r\n In our study, we described a method of vaginal flap placed under suburethral sling to prevent urethral mesh erosion related with TOT surgery and evaluated the patients for postoperative complications.
\r\n
\r\n Materials and methods: In our study, 22 patients who had TOT and cystocele operations simultaneously and to whom flaps composed of vaginal tissue were placed in front of the urethra under the mesh between December 2014 and May 2018 were evaluated retrospectively. Patients were evaluated for urethral mesh erosion, vaginal mesh erosion, complaints of urgency and dyspareunia, urinary retention, and need for secondary surgery.
\r\n
\r\n Results: The mean postoperative follow-up of the patients were 8,95±8,45 months. 20 patients had simultaneous TOT and cystocele operations (%90,9), 2 patient had vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations simultaneously (%9,1). Urethral mesh erosion developed in none of the patients during the follow-up period. Vaginal mesh erosion and dyspareunia was observed in only one menopausal patient. Urinary retention and overflow incontinence developed in another patient. Vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations were made simultaneously in this patient. Mesh of this patient was cut later on.
\r\n
\r\n Coclusion: The surgical technique we used in our cases kept urgency and vaginal mesh erosion in a minimal level besides totally preventing urethral mesh erosion in a mean short-term follow-up period of 9 months.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antiepileptik İlaç Serum Konsantrasyonlarının Ölçümünde Hplc Vthe Comparison Of Hplc And Turbidimetric Methods İn The Measurement Of Serum Antiepileptic Drug Concentrationse Türbidimetrik Yöntemlerin
Aysel Kıyıcı, Mehmet Şeneş
Araştırma makalesi
Özeti
Antiepileptik İlaç Serum Konsantrasyonlarının Ölçümünde Hplc Vthe Comparison Of Hplc And Turbidimetric Methods İn The Measurement Of Serum Antiepileptic Drug Concentrationse Türbidimetrik Yöntemlerin
The ComparIson Of Hplc And TurbIdImetrIc Methods In The Measurement Of Serum AntIepIleptIc Drug ConcentratIons
Amaç: Antiepileptik ilaçların serumdaki konsantrasyonlarının ölçümünde yıllardan beri farklı yöntemler kullanılmış olup halen pek çok laboratuvarda değişik yöntemlerle ölçüm yapılmaktadır. Biz çalışmamızda serumda antiepileptik ilaç düzeyi ölçümünde türbidimetrik yöntemi HPLC yöntemi ile karşılaştırarak, türbidimetrik yöntemin performansını değerlendirmeyi amaçladık Gereç ve Yöntem: S.B. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi nöroloji ve pediatri kliniklerinde takipte olan epilepsi hastalarının ilaç düzeyi kontrolü için verdikleri kan örneklerinden her iki yöntemle ölçüm yapıldı. Çalışma aynı hastanenin biyokimya laboratuarında gerçekleştirildi. Karbamazepin için 35, fenitoin için 31 ve fenobarbital için ise 30 örnek çalışmaya alındı. Bulgular: Çalıştığımız ilaçlara ait çalışma içi %CV değerleri düşük ve yüksek düzeydeki serum havuzlarında HPLC yönteminde karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için sırasıyla şöyleydi : % 1.57 ve % 3.62; % 2.15 ve % 4.14; % 1.53 ve % 4.34. Türbidimetrik yöntemde ise aynı serum havuzlarında karbamazepin için % 2.66 ve % 7.03; fenitoin için %1.98 ve %2.04 ve fenobarbital için ise % 3.31 ve % 5.24 bulundu. Ayrıca yöntemin HPLC tekniği ile korelasyonu oldukça iyiydi (Karbamazepin için r = 0.95, fenitoin için r = 0.97 ve fenobarbital için r = 0.86). Yaptığımız geri kazanım çalışması sonuçlarına göre ise türbidimetrik yöntemin karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için % R değerlerini sırasıyla % 80.4, % 88 ve % 86.8 olarak bulduk. HPLC yönteminde ise ortalama % R değerleri karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için sırasıyla % 105, % 107 ve % 110 olarak bulundu. Sonuç: HPLC tekniği serumda antiepileptik ilaç konsantrasyonu ölçümünde referans yöntem olarak kabul edilmektedir. Türbidimetrik yöntemin performansı HPLC ile kıyaslandığında daha zayıftır, ancak daha hızlı ve ucuz olması nedeniyle ülkemizde hala tercih edilmektedir.
Aim: Many different methods have been used for detection of antiepielptic drug concentrations for many years in clinical chemistry laboratories. In our study we aimed to evaluate the performance of turbidimetry as a method for detection of serum antiepileptic drug concentrations by comparing it with HPLC technique. Material and Method: Measurements were performed in both methods teknion the blood samples of the epileptic patients who were in follow up in neurology and pediatrics clinics of Ministry of Health Ankara Education and Research Hospital. This study was carried on laboratory of biochemistry of the same hospital. 35 samples for carbamazepine, 31 for phenytoin and 30 for phenobarbital were taken into this study. Results: Within run CV values for HPLC technique in measurement of sera were as follows for each drug: Carbamazepine 1.57% and 3.62%; phenytoin 2.15% and 4.14%; and phenobarbital 1.53% and 4.34%. They were found in turbidimetric method as follows: Carbamazepine 2.66% and 7.03%; phenytoin 1.98% and 2.04% and phenobarbital 3.3%1 and 5.24%. There was a significant correlation between turbidimetric method and HPLC technique (for carbamazepine r= 0.95, phenytoin r= 0.97 and phenobarbital r= 0.86 ). The recovery rates for each drug in turbidimetry were satisfactory (carbamazepine R%= 80.4%, phenytoine 88% and phenobarbital 86.8%).They were as follows in HPLC technique: R%= 105%, 107%, 110%. Conclusion: HPLC technique is accepted as a reference method for detection of serum antiepileptic drug concentrations. The performance of turbidimetric method is weak when compared with HPLC technique. But because of the cost effectiveness and the short turn around time, turbidimetry was preferred in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Transplantasyon Sonrası Pyonefroz Nedeniyle Yapılan Bilateral Nativ Nefrektomi
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Şakir Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Renal Transplantasyon Sonrası Pyonefroz Nedeniyle Yapılan Bilateral Nativ Nefrektomi
BIlateral NatIve Nephrectomy Due To PyonephrosIs FollowIng Renal TransplantatIon
Transplantasyon sonrası Nt. N (nativ nefrektomi) sık uygulanan bir işlem değildir. Çünkü böbreklerin organizmada önemli endokrin fonksiyonları vardır. Bu nedenle transplantasyon sonrasında nativ böbrekler yerinde bırakılmaktadır. Kırk sekiz yaşında bayan hasta; karın ağrısı, bulantı, kusma ve ateş yakınmalarıyla acil servise başvurmuş. Hastanın özgeçmişinden yaklaşık 30 ay önce kadeverik böbrek nakli geçirdiği öğrenildi. Fizik muayenede tüm karında yaygın hassasiyet ve rebaund tespit edildi. İdrar sedimentinde bol lökosit ve eritrosit vardı. Sıvı replasmanı ve uygun antibiyoterapiye rağmen sepsis bulguları gerilemeyen hasta opere edildi. Hastaya orta hat insizyondan iki taraflı Nt. N yapıldı. İki taraflı Nt. N nadir uygulanan bir operasyondur. Bu olguda tekrarlayan nativ böbrek enfeksiyonu nedeniyle gelişen sepsis ve akut batın tablosu iki taraflı Nt. N başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir. Ancak bu olgunun sık tekrarlayan böbrek enfeksiyonları olması nedeniyle sepsis ve akut batın tablosu gelişmeden önce daha iyi şartlarda Nt. N yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu şekilde morbidite ve mortalitenin azalacağı ve transplante böbreğin daha uzun ömürlü olacağını düşünüyoruz.
Nt. N (native nephrectomy) is not a frequently performed procedure following transplantation because the kidneys have important endocrinal functions in the organism. Therefore, native kidneys should not be displaced following transplantation. A 48-year-old female patient presented to the ER (emergency room) with complaints of abdominal pain, nausea, vomiting and fever. The patient’s history revealed that she had undergone cadaveric renal transplant about 30 months ago. Examination showed that there was comprehensive sensitivity and rebound all about the abdomen. Her urinary sediment contained an ample amount of leucocytes and erythrocytes. The patient who did not show any improvement regarding the sepsis indications in spite of liquid replacement and appropriate antibiotheraphy was taken into surgery. The patient received bilateral Nt. N from the midline incision. Bilateral Nt. N is a rare procedure. Sepsis and acute abdomen problems brought about by recurrent native renal infections of the patient were successfully treated by bilateral Nt. N . We think that for this case native nephrectomy should have been performed under better conditions before development of sepsis and acute abdomen conditions due to recurrent renal infections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
Hasan Koç, Hızır Yılmaz, İsmail Reisli, Mustafa Altındiş, Hüseyin Altunhan, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
NosocomIal InfectIons At Newborn IntensIve Çare UnIt
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları yenidoğan ünitesine 1992-1996 yılları arasında yatırılan 4468 çocuk hastanın 236’sında(% 5.2) hastane enfeksiyonu saptandı. Bu enfeksiyonların 169’u (%71.6) prematüre bebeklerde, 67’si (%28.4) ise matür bebeklerde gelişmiştir. Matür bebeklerde enfeksiyon gelişme oranı % 2.2 iken, prematürelerde % 11.5 idi. Hastane enfeksiyonlarından sepsis (% 73.1) en sık görülürken, menenjit %19.3, pnomoni %3.4 ve diğer enfeksiyonlar %4.2 oranında tesbit edildi. Değişik vücut sıvılarından alınan kültürlerden 32’sinde bakteri üretilebildi (%13.5). Etkenler arasında Klebsiella spp. 9(%28.1), Escherichia coli (E.coli) 8(%25.0) olarak saptandı. Hastane enfeksiyonlarından ölüm oranı pnömonide %87.5, sepsisde %61.5, menenjitte %8.7 ve diğerlerinde %40.0 bulundu. Genel olarak hastane enfeksiyonlarının %51.6’sı ölüm ile sonuçlandı.
236 (5.2%)nosocomial infections were detected in 4468 patients hospitalised in our newborn unit in Medical Fa- culty, Selçuk University between 1992 and 1996. 169 (71.6 %) of the infections detected were in prematüre ba- bies while 67 (28.4%) of them in mature babies and that numbers corresponded 11.5 percent and 2.2 res- pectively. The most common infection was sepsis (73.1%) and others such as menengitis (19.3%), pneumonia (3.4%) and others (4.2%) followed it. At least one microorganism growed in 32 (13.5%)specimens obtained from various body fluids. 9 (28.1%) of the miroorganisms were Klebsiella spp. and 8 (25.0%) of were E.coli Mortality rates of the infections were 87.5% for pneumonia, 61.5% for sepsis, 8.7% for menengitis and 60.0% for others, which corresponded an average mortality rate of 51.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Şükrü Serdar Balcı, Nilsel Okudan, Hamdi Pepe, Serkan Revan, Hakkı Gökbel, Muaz Belviranlı, Hasan Akkuş
Araştırma makalesi
Özeti
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Changes In Fat And Carbohydrate OxIdatIon DurIng WalkIng And RunnIng ActIvItIes
Bu çalışmada aynı ve farklı hızlarda yapılan yürüyüş ve koşu egzersizleri süresince yağ ve karbonhidrat oksidasyon oranlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlandı. Araştırmaya düzenli olarak egzersiz yapmayan, orta düzeyde aktif ve sigara kullanmayan 11 sağlıklı erkek öğrenci gönüllü olarak katıldı. Katılımcıların bireysel yürüyüşten koşuya geçiş hızları (YKGH) belirlendi. Katılımcıların her biri 2413,5 metrelik mesafeyi ayrı günlerde kendi YKGH ‘nda yürüyüş (YKGH-Y), koşu (YKGH-K) ve bu hızdan 2 km/saat daha yavaş yürüyüş (YKGH-2), 2 km/saat daha hızlı koşu (YKGH+2) olmak üzere dört farklı aktiviteyle kat etti. Yürüyüş ve koşu aktiviteleri sürecinde pulmoner gaz değişimi indirekt kalorimetreyle takip edilerek, yağ ve karbonhidrat oksidasyon miktarları hesaplandı. En yüksek yağ oksidayonu YKGH’da yapılan koşu aktivitesinde meydana geldi ve bu oksidasyon miktarı YKGH-Y aktivitesine göre önemli düzeyde yüksekti. YKGH-Y aktivitesindeki karbonhidrat oksidasyon miktarı YKGH-2, YKGH+2 aktivitelerinden önemli düzeyde yüksekti. Yürüyüş veya koşu aktivitelerinde yağ oksidasyonu miktarlarındaki farklılıkların aktivite tipinden ziyade, aktivitelerin yoğunluklarından kaynaklandığı söylenebilir.
The aim of the study was to investigate the changes in fat and carbohydrate oxidation rates in the same and different activity speed during walking and running. Eleven healthy males participated in this study. The subjects’ individual preferred walk-to-run transition speeds (WRTS) were determined. Each subject covered 1.5 mile distance for four exercise tests; walking (WRTS-W) and running (WRTS-R) tests at WRTS, 2 km.h-1 slower walking than WRTS (WRTS-2) and 2 km.h-1 faster running than WRTS (WRTS+2). The expired air was measured and analyzed breath-by-breath using an automated online system and heart rate was monitored and recorded throughout walking and running tests. Maximal fat oxidation was observed at the WRTS-R activity. Fat oxidation rate was significantly higher in WRTS-R than WRTS-W. Also, carbohydrate oxidation rates were significantly higher in WRTS-W activity than WRTS-2 and WRTS-2 activities. Our results indicate that differences in fat oxidation during running and walking might have been resulted from activity intensity rather than activity mode.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sydenham Kore
Haluk Gümüş, Meltem Gümüş
Derleme
Özeti
Sydenham Kore
Sydenham Chorea
Sydenham koresi (SK) antistreptokokal antikorların beyinde
özellikle bazal ganglionlarda çapraz reaksiyon yapması ve
inflamasyon oluşturması sonucu ortaya çıkan nörolojik bir hareket
bozukluğu tablosudur. SK, 1992 modifiye Jones kriterlerine göre akut
romatizmal ateşin major kriterlerinden olup tanı için yeterlidir. En
sık 5-15 yaşları arasında görülür. ARA atağından yaklaşık olarak
6 ay sonra ortaya çıkmaktadır. Genellikle 4-6 hafta sürer, yıllar
boyu kalıcı olabilmektedir. Diğer ARA bulgularından en sık kardite
eşlik eder. Sydenham koresi anksiyete, duygu-durum bozuklukları,
obsesif kompulsif belirtiler, dikkat eksikliği ve hiperaktivite belirtileri
veya tiklerle seyredebilen bir nöropsikiyatrik durumdur. Spontan
düzelmekle birlikte şiddetli vakalar için günümüzde pekçok tedavi
yöntemi mevcuttur. Rekürens bildirilmektedir. Rekürrens ve karditi
engellemek için penisilin proflaksisi önerilmektedir. SK, gelişmekte
olan ülkelerde akkiz korenin en sık nedeni olarak kabul edilmektedir.
Asırlardır tanınan bir hastalık olmasına rağmen dönem dönem
alavlenmekte ve önemini korumaktadır. SK ve ARA son yıllarda
azalmakla birlikte ülkemizde hala önemli düzeyde morbidite sebebi
olan bir halk sağlığı sorunudur.
Sydenham’s Chorea (SC) is a neurological movement disorder
that results from antistreptocpccal antibodies cross-reacting with
brain tissues, especially basal ganglia and causing to an inflamatory
reaction. According to the 1992 modified Jones criteria, acute
rheumatic fever is a major criterion and is sufficient evidence on
which to base a diagnosis. SC is frequently seen in the 5-15 years
of age. It appears approximately 6 months later from the attack of
ARF. SC usually continues 4-6 weeks, it may be permanent. Carditis
accompanies SC much more frequently than the other signs of ARF.
SC is a neuropsychiatric disorder that may present with anxiety,
emotional lability, obsessive compulsive symptoms, attention deficit
and hyperactivity symptoms or tics. Most of the cases improve
spontanously and many treatment are available. Recurence is
common. Penisilin prophylaxis should continued to avoid carditis
and recurrence. SC is considered to be the most common cause of
acquired chorea in devoloping countries. Even though it has been
recognized for centuries, it has kept up its importance by periodic
exacerbations. SC and ARF are still declining in recent years in our
country, together with which is a significant cause of morbidity as a
public health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryen Girişimlerinde Genel Ve Spinal Anestezinin Anne Ve Yenidoğan Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
Canan Balcı, Dilek Toprak, R. Gül Sıvacı, Simay Serin
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryen Girişimlerinde Genel Ve Spinal Anestezinin Anne Ve Yenidoğan Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of General And SpInal AnesthesIa On The Mother And Newborn In SelectIve Cesarean OperatIons
Our study was performed to compare the effects of general and spinal anesthesia on the hemodynamic values of the mother, APGAR and umbilical vein blood gases of the newborns. 128 term, pregnant volunteer womwn who were planned for cesarean section and in group ASA I-II were included in the study. The subjects randomly devided into two groups. In group I (n=60), induction was performed with iv. propofol per 2 mg kg-1 and the maintenance dose was provided with the mixture of 1% sevofluran, 50% air and 50% O2 . In group II (n=68), spinal anestesia was performed in left lateral position, by injecting 7.5 mg (1.5 ml) hyperbaric bupivacain intrathecally, through L3-L4 intervertebral space, with 24 gauce spinal needle. Spinal anesthesia elevated to T6-7 level. Both groups preloaded with 10 mL/kg-1h-1 % 0.9 NaCL solution. Systolic and diastolic blood pressures, meanterial pressures, pulse rates and peripheric oxygen saturations reported in all subjects of group I, before the induction and in 1., 2., 3., 4., 5., 10., 15. and 30. Minutes after endotracheal entubation. In spinal anesthesia group it is reported in 1., 2., 3., 4., 5., 10., 15. and 30. Minutes after the anesthesia. When we compared the pulse rates and mean arterial pressures of both groups, these values were low in spinal anesthesia group which were found to be statistically significant (p<0.05). The arterial blood gases (pCO2, pO2), pH of the mother and APGAR (1., 5., 10. minutes) scores of the newborns were better in spinal anesthesia group, and statistically significant (p<0.005). As a result, regarding the undesired effects of the spinal anesthesia on mother’s hemodynamic parameters like hypotension and bradycardia; in cesarean secion cases it must be used carefully. We can advice its safely use regarding to the results of the arterial blood gases and APGAR scores of the newborns after taking preventive measures especially against deep hypotension
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Ali Eryılmaz, Said Bodur, Seher Civcik, Yasemin Durduran
Araştırma makalesi
Özeti
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Breast ComplaInts Of Women ApplyIng To Ketem
Konya Kanser Erken Teşhis-Tarama Ve Eğitim Merkezi (KETEM)’ne 2007-2010 yıllarında başvuran kadınların mevcut ve geçirilmiş meme yakınmalarının dağılımı ve demografik değişkenlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. KETEM’in elektronik ortamdaki veri giriş paneline ait bilgiler, çalışma için gerekli olanları süzülerek ve kişisel bilgilerden arındırılarak, Excel dosyası formatında elde edildi. Bağımlı ve bağımsız değişkenler demografik özellikler ve meme şikâyetleriydi. Veriler SPSS ortamına aktarıldı ve analiz edildi. Betimleyici istatistikler kullanıldı. İlişkilerin belirlenmesinde adım adım lojistik regresyon analizi yapıldı. Konya KETEM’e 2007- 2010 yıllarında başvuran ve meme sorgusu yapılan 19600 kadının yaş ortalaması 44±12 yıl olup % 92’si sosyal güvenceye sahipti. Kadınların ilk adet yaşı ortancası 13 yıl, canlı doğum sayısı ortancası 3 çocuk, toplam emzirme süresi ortancası 36 ay idi. OKS kullananların oranı % 9, sigara içenlerin oranı % 7, şişmanlık oranı % 33 ve bitkisel ağırlıklı beslenme oranı sadece % 2 idi. Mamografi çektirme oranı % 32, kendi kendine meme muayenesi yapma oranı % 18’di. Kadınların % 44’ü herhangi bir meme şikâyetine, % 8’i de geçirilmiş meme hastalığı öyküsüne sahipti. Meme yakınması varlığı yaş, boy, canlı doğum sayısı, toplam emzirme süresi ve beslenme tipi ile ilişkili bulunurken, geçirilmiş meme hastalığı boy ve sigara kullanımı ile ilişkili bulundu (her biri için en az p
To determine the distribution and association with demographic variables of breast complaints of women in Early Diagnosis-Scanning and Education Centers (KETEM). Electronically kept data in Konya KETEM was analyzed by omitting personal information via SPSS package software in 2011. Dependent and independent variables were demographic features and breast complaints. Descriptive statistics were used, and logistic regression analysis was performed step by step to define the correlations. Mean age of women applying to KETEM between 2007 and 2010 was 44±12 years, and 92% were of social security. Median age of first menstrual cycle was 13 years, median number of living births was 3, and median total duration of breastfeeding was 36 m. The rates of OKS use, smokers, obesity and vegetative life style were 9%, 7%, 33% and 2%, respectively. The rates of mammography and self-checked breast examination were 32% and 18%, respectively. 44% had any kind of breast complaints, and 8% had a history of experienced breast disease. While the existence of complaints was associated with age, height, number of living births, total breastfeeding duration and type of nutrition, experienced breast disease was related to height and smoking (at least, p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
Ömer Tanyeli
Araştırma makalesi
Özeti
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kikuchi Lenfadeniti. Bir Olgu Sunumu Ve Türkiye’den Bildirilmiş Olguların Değerlendirmesi.
Halil Kıyıcı, Erdal Karagülle, Eda Ermişler
Olgu sunumu
Özeti
Kikuchi Lenfadeniti. Bir Olgu Sunumu Ve Türkiye’den Bildirilmiş Olguların Değerlendirmesi.
KIkuchI’s LymphadenItIs. A Case Report And EvaluatIon Of Cases Reported From Turkey
Kikuchi lenfadeniti tanısı konan bir olgunun sunumu eşliğinde Türkiye’den bildirilmiş aynı tanıya sahip olguların topluca değerlendirilmesi. 26 yaşında, koltuk altında ele gelen kitle ve ateş şikayetleriyle başvuran kadın hastada tüberküloz lenfadeniti klinik ön tanısıyla eksizyonel lenf nodu biyopsisi yapılmıştır. Patolojik incelemede lenf nodlarında düzensiz keskin sınırlı nekroz odakları görülmüştür. Bu odaklarda yoğun histiyosit proliferasyonu saptanmış, nötrofil lökosit infiltrasyonu görülmemiştir. Enfeksiyöz lenfadenitlerin ve lenfomanın ekarte edildiği bu olguda klinik ve morfolojik bulguların Kikuchi lenfadeniti ile uyumlu olduğu görülmüştür. Nadir görülen bir lenfadenopati olan Kikuchi hastalığı, özellikle lenfoma ile ayırıcı tanıya girmesi sebebiyle özel bir öneme sahiptir. Bu hastalık, klinik ön tanılar içine pek konulmadığından dolayı patolojik değerlendirmede mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu olgu sunumu ile birlikte Türkiye’den bildirilen toplam 31 olgunun yaş ortalaması 31’dir. Bu olgularda kadın / erkek hasta oranı 1.45’tir. En sık saptanan klinik bulgular ele gelen şişlik ve ateştir. Şişlik, ağrılı veya ağrısız olabildiği gibi, ateş de subfebril olabilmektedir. En sık servikal bölge, ikinci sıklıkta aksiller bölge tutulmaktadır. Laboratuvar bulgusu olarak sıklık sırasıyla ESR, CRP, LDH yüksekliği ve lökopeni görülür. Bu patoloji, özellikle lenfoma ve sebebi bilinmeyen ateş klinik ön tanıları olan, servikal – aksiller lenfadenopatisi bulunan olguların ayırıcı tanısına dahil edilmelidir.
Evaluation of Turkish cases reported as Kikuchi lymphadenitis, together with an additional case report. Excisional lymph node biopsy is performed on a 26 years old female patient, who is admitted to the hospital with complaints of a palpable mass at axilla and fever. Pathological examination revealed multiple foci of necrosis with sharp, irregular borders. Dense histiocytic proliferation without presence of neutrophil leukocytes is seen in these foci. Clinical and morphological findings of this case are found to be concordant with Kikuchi’s lymhadenitis. As a rare type of lymphadenitis, Kikuchi’s disease has a special importance due to its inclusion in differential diagnosis of lymphoma. Since it is uncommon to be counted in clinical pre-diagnosis, it must be absolutely taken into consideration in pathological evaluation. Together with this case report, mean age of totally 31 cases from Turkey is 31. Female to male ratio of these cases is 1.45. The most common clinical findings are palpable mass and fever. Masses may be painful or painless, as if fever may be subfebrile. Most common location is cervical region and the second common location is axillary region. As laboratory findings, ESR, CRP and LDH levels are increased and leukopenia is found. This pathology must be included especially in differential diagnoses of cases with clinical pre-diagnoses of lymphoma and fever of unknown origin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
İnci Kara, Gülperi Çelik
Derleme
Özeti
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
AnesthesIa Management In PatIent WIth Renal Transplant
Böbrek nakli gerçekleştirilen hastalar yaşam sürelerinin uzaması ve normal yaşantılarına devam edebilmeleri nedeniyle herhangi bir cerrahi müdahaleyle karşı karşıya gelebilirler. Bu derlemede herhangi bir sebeple cerrahi geçirecek böbrek nakilli hastaların anestezi açısından yönetiminin özetlenmesi amaçlanmıştır.
Renal transplanted patient may encountered any surgical procedures because of improving the survival rates and keeping their normal life. This review aims to summarize the management of renal transplanted patients who undergo any surgery under anesthetic aspect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ateşli Nötropenik Hastalarda Aerobik Bakteriyel İnfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik Duyarlılıkları
. ., Onur Ural, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan
Araştırma makalesi
Özeti
Ateşli Nötropenik Hastalarda Aerobik Bakteriyel İnfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik Duyarlılıkları
AerobIc BacterIal MIcroorganIsm And AntIbIotIc SusceptIblIty In FebrIl NeutropenIc PatIents
Pıhtılaşma faktörleri ve protinlerinin çoğunun yapım yeri karaciğerdir. Bu nedenle karaciğer hastalıklarında değişik derecelerde pıhtılaşma bozuklukları ortaya çıkar. Bu bozuklukları yansıtan testlerden biri olan protrombin zamanı (PZ) kronik karaciğer hastalıklarında (KKH) en önemli testlerdendir ve karaciğer parankim yetmezliğinde ilk gösterge olarak ele alınabilir. Öte yandan KKH’da sıklıkla tiroid hormon düzeylerinde de değişiklikler olmaktadır. Çalışmamızda klinik ve histopatolojik olarak KKH tanısı almış hastalarda PZ ve serbest T3 (s T3 ) düzeylerine bakılarak elde edilen değerler, aynı yaş grubu içersinde sağlıklı kişilerden elde edilen sonuçlarla karşılaştırılmış ve sT3 değerinin PZ gibi KKH’lı hastalarda, karaciğer yetmezlik indeksi olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. Çalışma sonunda hasta grubunda sT3 düzeylerinde belirgin azalma, PZ de anlamlı yükselme ile bir likte sT3 ile PZ arasında negatif korelasyon saptadık. sT3 düzeyinde belirgin azalma, azalmış karaciğer parankim kapasitesini yansıtır ve tıpkı PZ gibi karaciğer yctmizlik indeksi olarak kullanılabilir kanısındayız.
The aim of this study was to evaluate aerobic bacterial infections which were ocurred in febrile neutropenic patients, infectious agents and their antibiotic susceptibilies. Eighty-two febrile neutropenic attacks in 67 patients (42 male, 25 female) betvveen age 2-82 years were evaluated in this study. Two hundred and forty-nine samples were evaluated and 45 pathogen agents (21 from urine, 16 from blood, 3 from wound, 2 from throat, 2 from abcess and 1 from palate sputum) were isolated. 33.3% of these pathogens were gram-positive and 66.7% of them were gram-negative microorganisms. Escherichia coli is the most commonly isolated pathogen and than Staphylococcus aureus, Enterobacter cloaca, Klebsiella pneumoniae are isolated. Staphylococcus aureus was the most common organism isolated from blood. As there are differences in infectious agents and infection sites from one to another centereach çenter must define its own infectious agents, infection sites and antibiotic suscepti bilies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortalama Trombosit Hacminin Diyabet
komplikasyonlarını Öngörmede Rolü
Atilla Bıyık, Cevdet Duran, Şamil Ecirli, Orkide Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ortalama Trombosit Hacminin Diyabet
komplikasyonlarını Öngörmede Rolü
The Role Of Mean Platelet Volume In PredIctIng
dIabetIc ComplIcatIons
Ortalama trombosit hacmi (MPV); trombosit hacmi yanında
fonksiyonu ve aktivasyonu hakkında bilgi veren bir belirteçdir.
Artmış MPV düzeyine sahip trombositlerin adezyon ve agregasyona
eğilimleri daha fazladır. Diyabetlilerde; trombosit aktivasyonu
sonucu adezyon ve agregasyon artar, bu durum mikrovasküler
sistemde tıkanıklıklara, dokularda iskemi ve hipoksiye neden olur. Bu
çalışmada amac; mikroalbüminüri (MA) ve/veya hipertansiyonu (HT)
olan ve olmayan tip 2 diyabetes mellitus (DM)’lu hastalarda MPV
düzeylerini karşılaştırmak ve komplikasyonların tespitinde MPV’nin
kullanılabilirliğini araştırmaktır. 18-65 yaşları arasında MA ve/veya
HT olan ve olmayan 80 (42 K, 38 E) tip 2 DM’li ile benzer özellikte
30 ( 15 K, 15 E) sağlıklı kişi çalışmaya alındı. Hastalar Grup 1; HT
ve MA olmayan tip 2 DM’li, Grup 2; HT olan ve MA olmayan tip 2
DM’li, Grup 3; HT olmayan ve MA olan tip 2 DM’li, Grup 4; HT ve MA
olan tip 2 DM’li olarak 4 gruba ayrıldı. MA ve/veya HT olan Grup 2,
Grup 3 ve Grup 4’deki hastaların MPV düzeyleri kontrollerden daha
yüksekti (sırasıyla p=0.005, p<0.001, p<0.001). Grup 2, Grup 3 ve
Grup 4’deki hastaların MPV’i, Grup 1’deki hastalardan daha yüksekti
ancak anlamlı değildi. Tüm diyabetik hastalardaki MPV, kontrollerden
daha yüksekti (p<0.001). Hipertansiyon ve/veya MA gelişen tip
2 DM’li hastaların MPV’i, sağlıklılara göre yüksek bulunmasına
rağmen diyabetik olupta komplikasyonları olmayanlara göre anlamlı
fark bulunmadı. Bu nedenle diyabetik hastaların takibinde MPV
düzeylerinin faydalı olmayacağı kanaati getirdik.
The mean platelet volume (MPV); is a marker that gives
information about platelet function, activity, and volume. Increased
MPV indicates larger platelets which are more active and inclined
to more adhesion and aggregation. In diabetics, increased adhesion
and aggregation can lead to blockage in the microvascular system,
diabetic complication, ischemia, and hypoxia. We compared MPV
in patients with microalbuminuria (MA) and/or patients with/without
hypertension (HT) who have type 2 diabetes mellitus (DM) as an
indicator of complications. Eighty patients (aged 18-65) with/ without
MA and/or HT with type 2 DM and 30 healthy subjects were included
into the study and divided into 4 groups as Group 1: Type 2 DM without
HT and MA, Group 2: Type 2 DM with HT and without MA, Group 3:
Type 2 DM without HT and with MA, Group 4: Type 2 DM with HT and
MA. The MPV’s of patients in Group 2, Group 3 and Group 4 were
higher than controls (p=0.005,p<0.001, p<0.001, respectively), but
not higher than Group 1. The mean MPV values in diabetic patients
were significantly higher than the controls (p<0.001). Although higher
MPV levels were found in diabetic patients compared to control, MPV
levels are not useful in monitoring and predicting complications in
type 2 DM patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epilepsinin Psikososyal Yönü
İbrahim Balcıoğlu, Yıldırım B. Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Epilepsinin Psikososyal Yönü
PsychosocIal Aspect EpIlepsy
Epilepsi, insanlık tarihinde bilinen en eski hastalıklardan biridir. Hipokrat, epilepsi nöbetini aynntılı olarak tanımlarnış ve heredite ile ilgisini belirtmiştir. Ortaçağ boyunca, epilepsi ve hurafeler birbirlerine karıştırılmış, şeytan hastalığı olarak kabul edilmiş ve sar'alı hastalar toplum dışına itilmiştir. Bugün bile birçok toplumlarda, halk epileptik hasta-dan korkar ve çekinir. Buna rağmen, tarihte devlet idare etmiş veya bilim ve sanatta şöhrete ulaşmış epileptikler de vardır; Büyük İskender, Julies Sezar, Büyük Pctro, Socrates, Pascal, Dostoyevski, Flaubert.
Epilepsy is one of the oldest known diseases in human history. Hippocrates described the epileptic seizure in detail and stated its relevance to heredity. Throughout the Middle Ages, epilepsy and superstitions were mixed together, it was accepted as a disease of the devil, and patients with saree were excluded from the community. Even today, in many societies, the public is afraid and afraid of epileptic patients. However, there are also epileptics in history who have ruled the state or achieved fame in science and art; Alexander the Great, Julies Caesar, Pctro the Great, Socrates, Pascal, Dostoevsky, Flaubert.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrauterin Dönemde Mrı İle Tespit Edilen Fetal Germinal Matrix Kanaması
Suna Özdemir, Osman Balcı, Halime Göktepe, İsmet Tolu
Olgu sunumu
Özeti
İntrauterin Dönemde Mrı İle Tespit Edilen Fetal Germinal Matrix Kanaması
Fetal GermInal MatrIx Hemorrhage DIagnosed By MrI DurIng IntrauterIne PerIod
İntraventriküler kanama (İVK) preterm doğumun önemli komplikasyonlarından biridir. Lateral ventriküllerin subepandimal tabakasını oluşturan germinal matriks intraventriküler kanamanın en sık olarak görüldüğü alandır. İVK fetüste ultrasonografi ile ventrikülomegali ve hiperekojenik alan olarak yansırken, fetal manyetik rezonans görüntüleme (MRI) ile daha kolay saptanır. Fakat fetüste bunu gözlemlemek kolay değildir. Bizim burada sunduğumuz olgu, 30’uncu gebelik haftasında dış merkezden ventrikülomegali ön tanısıyla tarafımıza gönderildi. Kliniğimizde yaptığımız ultrasonografi ve MRI’da fetal kraniumda germinal matrix kanaması tespit edildi. Otuz ikinci gebelik haftasında annede ağır preeklampsi gelişti ve bu nedenle gebelik sezaryen ile sonlandırıldı. Şüpheli ventrikülomegalide teşhisi doğrulamada fetal MRI yapılmalıdır.
Intraventricular hemorrhage (IVH) is a common complication associated with delivery in preterm neonates. Germinal matrix, subependymal layer of lateral ventricle is the most occurring site of intraventricular hemorrhage. IVH is imaged as a hyperechogenic area and ventriculomegaly on ultrasonography, but it is detected easily by fetal magnetic resonance imaging (MRI). The present case was referred to our clinic due to ventriculomegaly on ultrasonography. Germinal matrix was determined on the fetal cranium with ultrasonography and intrauterine MRI at 30th weeks of gestation. The pregnancy was terminated by cesarean section due to severe preclampsia. Fetal MRI should be performed to confirm the diagnosis on the cases with suspect ventriculomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Büyük Skrotal Lipom
Kadir Yılmaz, Selçuk Güven, Okan İstanbulluoğlu, Erkan Arslan, Hacı Hasan Esen, Mehmet Kılınç
Olgu sunumu
Özeti
Büyük Skrotal Lipom
MassIve Scrotal LIpoma
Lipomlar en sık rastlanan testis dışı skrotal kitlelerdir. Genellikle spermatik korddan gelişirler. Etyolojisi bilinmez ancak konstitisyonel faktörlere, obesiteye bağlanır. 5. ve 6. onyıllarda daha sık rastlanır. Bu olgu sunumunda 70 yaşındaki erkek hastada saptanan sıradışı, büyük bir skrotal lipom anlatılmaktadır.
Lipomas are the most common extratesticular scrotal neoplasms and they most often originate from the spermatic cord. The etiology is unknown but linked to a constitutional factors, obesity, an its presentation is more frequent in the sixth or fifth decade. In this case, an unusual massive scrotal lipoma that occured in 70 years old man is described.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
ObsessIve CompulsIve DIsorder In BIpolar DIsorder
Yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmektedir. Bipolar bozuklukta obsesif kompulsif bozukluk en sık rastlanan anksiyete bozukluğudur ve görülme sıklığı %9-35 olarak bildirilmektedir. Eştanılı anksiyete bozukluğunun olması bipolar hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerini etkilemektedir. Bu hastaların tedaviye yanıtlarının düşük olduğu, psikotik ve karma epizotların fazla olduğu, madde kullanımı ve suisidal girişimlerinin yüksek olduğu ve hastaneye yatış oranlarının daha fazla olduğu belirtilmektedir. Son yıllarda yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta (BPB)eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmesine karşın eştanılı durumlarda sosyodemografik, klinik ve tedaviye cevap ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Bu konuya ışık tutmak amacıyla BPB ve OKB eştanısı olan bir olgunun klinik özelliği ve tedavi süreci sunulmuştur. Literatürde bildirilenlerin aksine olguda obsesif kompulsif semptomların manik dönemde agreve olması ilginç bulunarak hazırlanmıştır.
Epidemiological and clinical studies have shown that comorbidity rates in bipolar disorder are quite high. Obsessive compulsive disorder is the most frequently encountered anxiety disorder in bipolar disorder and its frequency is reported as 9-35%. The existence of comorbidity anxiety disorder affects sociodemographic and clinical features of bipolar patients. It has been reported that the response to the treatment in these patients is low, psychotic and mixed episodes are excessive, substance use and suicidal attempts are high and hospitalization rates are higher. Although comorbiditiy rates are high in bipolar disorder in the epidemiological and clinical studies performed recently, studies on sociodemographic, clinical and response to the treatment in comorbidity conditions are limited. In order to shed light to the issue clinical features and treatment process of a case with comorbidity of bipolar disorder and obsessive compulsive disorder has been presented. On the contrary to the facts reported in the literature, the case was presented since it was found interesting that obsessive compulsive symptoms in manic period were aggressive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acil Kritik Yoğun Bakımda Yatan Hastaların İncelenmesi
Evre Yılmaz, Selda Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Acil Kritik Yoğun Bakımda Yatan Hastaların İncelenmesi
ExperIences Of The PatIents At Emergency CrItIcal IntevsIve Care UnIt
Bu çalışmanın amacı acil kritik yoğun bakımda yatan hastaların
yaşadığı deneyimleri belirlemektir. Tanımlayıcı özellikteki çalışma,
Konya’da bulunan bir eğitim ve araştırma hastanesinin acil kritik
yoğun bakım ünitesinde yapılmıştır. Çalışma kapsamına 121 yoğun
bakım hastası alınmıştır. Çalışmada veri toplama aracı olarak hasta
tanıtım formu ve “Yoğun Bakım Deneyim Ölçeği” kullanılmıştır.
Çalışmamızda hastaların %50.4’ünün kadın, %19’unun ilkokul ve
altında eğitime sahip ve %66.1’inin evli olduğunu belirlenmiştir.
Hastaların yoğun bakım deneyim ölçeğinden 60.09±6.53 puan
aldığı bulunmuştur. Bu çalışma sonucunda, yoğun bakım ünitesinde
hastaların kısmen olumsuz deneyimler yaşadığı saptanmıştır.
Bunun yanında hastaların yoğun bakımda bulundukları süre içinde
farkındalıklarının ve bakımdan memnuniyet durumlarının orta
düzeyde olduğu düşünülmektedir.
The aim of this study was to determine the experiences of
emergency critical intensive care unit patients. This descriptive study
was conducted at an emergency critical intensive unit in a Teaching
and Research Hospital located in Konya. One hundred twenty one
intensive care patients were included in the study. A questionnaire
and “Intensive Care Experience Scale” were used as data collection
tools. Of the patient,50.4%of them were female, 19% of them had
elementary school graduates or lower degree education and 66.1%
of them were married. Patients’score of intensive care experiences
scale was 60.09±6.53. At the end of the study, it was determined
that the patients inthe intensive care units lived negative experiences
partly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnömotorakslarda Parietal Plevra Lambosu İle Cerrahi Tadevi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Özkan Akkoç, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan, Kemal Ödev, Şeref Otelcioğlu, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Pnömotorakslarda Parietal Plevra Lambosu İle Cerrahi Tadevi
Surgıcal Tender Wıth Parıetal Pleural Lamp In Spontaneous Pneumotoraxes
Spontan pnömotoraks göğüs hastalıkları içinde ilk çağlardan beri bilinmekte ve göğüs cerrahisinin acil vakaları grubuna girmektedir. Spontan pnömotoraksla ilgili ilk tarif M.Ö. 460 - 337 yılları arasında yaşamış Hippocrates tarafından yapılmıştır. Aynı klinik tablo 1770 yılında Henson tarafından tariflenmiştir. (1, 2). Göğüs hastalıklarının teşhis ve tedavilerinde uygulanan geliştirilmiş yöntemler sayesinde spontan pnömotoraksın konservalif ve gerektiğinde cerrahi tedavisinde artık günümüzde problem olmaktan çıkmıştır.
The number of patients admitted ta our department with spontaneous. pneumothoıar during the Last ten years is 150. Conservative and intercostal drainage methods used in 30 patients failed. Therefore, they are alt operated on. Superiority of lambolu parietal pleural method over the other methods used for this group of disorders have been discussed. No recurrence has been reported during the 4 - year follow - oup period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Trakeal Yaralanmalar 6 Olgu Nedeniyle Deneyimlerimiz
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Güven Sadi Sunam
Araştırma makalesi
Özeti
Servikal Trakeal Yaralanmalar 6 Olgu Nedeniyle Deneyimlerimiz
Our ExperIences In 6 Cases Of CervIcal Tracheal InjurIes
Kesici delici alet yaralanması ile kliniğimize kabul edilen servikal
trakeal yaralanmaların konservatif sağıltımları. Kliniğimize kesicidelici
alet yaralanması sebebiyle 25-40 yaşları arasında servikal
trakeaya nafiz 2 cm ve altında 6 olgu retrospektif olarak değerlendirildi.
Genellikle başvuran olgularda servikal cilt altı amfizem,solunum
sıkıntısı ve trakeal hava giriş –çıkışı mevcuttu.(Resim 3)Olgulara
geniş spektrumlu antibiyotik,servikal antiseptikli spançlarla sıkı
bir şekilde kapatma,ve devamlı nazal oksijen uygulandı.Hiç bir
hastada özefagus ve diğer organ yaralanması yoktu.1 hafta sonra
trakeal kesileri spontan kapandı ve cilt altı amfizemleri gerileyerek
taburcu edildiler (Resim 4). Kesici delici alet yaralanmasına bağlı
gelişen trakeobronşiyal yaralanmalar hemen daima servikal trakeada
olurken, ateşli silahlarla oluşan yaralanmalar mermi trasesine uyan
herhangi bir bölgede olabilir. Bizim olgularımızdaki yaralanmalar
literatürde belirtildiği üzere %80 cıvarında servikal trakeada
görülmüştür. Servikal trakeal yaralanması olan hastalarda stridor,
cilt altı amfizem, şiddetli solunum sıkıntısı, hemoptizi, ses kısıklığı
görülen en sık bulgulardır. servikal trakeal anterior yaralanmalar
eğer 2 cm ve altında ise, herhangi bir organ yaralanması yoksa
trakeastomi kapatılması gibi düşünülüp konservatif kalınması daha
uygun olduğu görülmüştür.
Admitted to our clinic with stab wounds treatment of cervical tracheal injuries conservatively. Our clinic between the ages of 25-40 due to penetrating injury to the cervical trachea under 2 cm and 6 cases were evaluated retrospectively. Generally, in patients presenting with cervical subcutaneous emphysema, respiratory distress and tracheal input-output occured . broad-spectrum antibiotic were taken and cervical anteseptikli spançlarla tightly closing, and continuous nasal oxygen, There were not accompanied organ injuries like esophagus and other organ .1 weeks after the spontaneous tracheal incisions were closed, and decreased subcutaneous emphysema were discharged. Tracheobronchial injuries due to stab injury to the cervical trachea is almost always, while the bullet wounds of firearms in any area that fits.Our cases injuries at around 80% of cervical trachea was noted in the literature. Cervical tracheal injury in patients with stridor, subcutaneous emphysema, severe respiratory distress, hemoptysis, hoarseness is the most common findings. if it is less than 2 cm and the tracheal anterior cervical injuries, if any organ injury, such as closing trakeastomi thought were more appropriate to remain conservative
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
Selma Güler, Mustafa Haki Sucaklı, Orçun Altunören, Ömer Faruk Kökoglu, Hasan Uçmak, Seyyit Kus, Ekrem Doğan, Gözde Yıldırım Çetin, Hayriye Sayarlıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of UrInary Tract InfectIons In PatIents WIth Renal InsuffIcIeny
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda gelişen idrar yolu
enfeksiyonlarında (İYE) predializ ile diyaliz hastaları ve 65 yaş altı
ile üstü hasta grupları arasında üriner enfeksiyon belirteçleri ve
muhtemel risk faktörlerini araştırmayı amaçladık. Ocak 2012 ve Aralık
2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Araştırma Hastanesi Nefroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tanısı olan ve İYE gelişen 82 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. prediyaliz KBY hastalar grup 1,
sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyializ hastaları grup
2, olarak sınıflandırıldı. Hastaların 58’i (%70,7) diyaliz hastası iken,
24’ ü (%29,3) ise predializ KBY hastasıydı. Hastaların yaş ortalaması
diyaliz grubunda 50±21 iken prediyaliz grubunda ise 63,6±15,4, idi.
Hastaların 36 sı (%43,9) diyabetikdi. Vakaların 37’si (%45,1 ) ≥65
yaş olup, bu grupta kolesterol, trigliserid ve albümin değerleri 65 yaş
altı gruba göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Her iki grupta
da idrar kültürlerinde en sık üreyen mikroorganizma Escherichia coli
(E. Coli) idi. Diyaliz ve prediyaliz gruplarının karşılaştırılmasında
lökosit sayımı, eritrosit sedimentasyon hızı, tam idrar tahlili ve
CRP düzeyleri açısından gruplar arasında istatistikî olarak anlamlı
fark yoktu. Ateş, piyürü ve nitrit pozitifliğinin prediyaliz ve diyaliz
gruplarında sık olmasına rağmen her iki grup arasında istatistiksel
olarak fark bulunmadı. 65 yaş üstü grupta ise eşlik eden komorbid
durumlar idrar enfeksiyonuna eğilimi arttırabilir.
We aimed to investigate the markers and possible risk factors
of urinary infection in predialysıs patients with CRF and patients
undergoing dialysis by comparing groups younger or older than 65
years of age. We evaluated 82 patients with chronic renal failure
who have been followed by nephrology and infectous disease
policlinic due to urinary infection during January 2012 and December
2012 in medical faculty of Kahramanmaras Sutcu Imam University.
The patient in the predialysis period was accepted as group I, the
patients ongoing dialysis and continuous ambulatory peritoneal
dialysis (CAPD was accepted as group II. 58 (70,7%) of these
patients were in dialysis program. 34 (29,3%) were in predialysis
patients. The average age of the patients in predialysis group was 63,
62±15,482 and the average age of the patients in dialysis group were
50, 08±21,086. (45,1%) of these patients were ≥65 years old and
compared with serum levels of the kolesterol, trigliserid ve albumin,
levels in ≥65 years old cases were statistically significant than ≤65
years old cases. Escherichia coli was microorganism that the most
commonly isolated in urinary cultures in both groups. (43.9%) of
patients were diabetic. There was no statistical difference between
the levels of serum CRP, ESR and leucocytosis between the groups
(p>0.05). Fever, pyuria and nitrite positivity between the predialysis
and dialysis groups was statistically no significant. Comorbidity in the
group above 65 years of age may increase the tendency of infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
Serhat Türkoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
DIagnosIs Of PatIents ReferrIng To A ChIld And Adolescent
psychIatry OutpatIent ClInIc
Bu araştırmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine başvuran
hastaların tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Ordu
Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümüne Ocak
2012-Nisan 2013 tarihleri arasında başvuran 2109 hastanın dosyaları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların daha çok erkek olduğu
(%59.6) ve 7-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerden (%78.6) oluştuğu
saptanmıştır. Başvuran olguların %74.8’sine bir ya da birden çok
tanı konmuştur, 0-6 yaş arası olgularda tanı konma oranının %44.8,
7-11 yaş arası olgularda %84.6, 12-18 yaş arası olgularda %80.3
olduğu saptanmıştır. Olguların %9.7’sinin birden fazla tanı aldığı
saptanmıştır. Eştanı saptanma oranının en sık dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (DEHB) grubunda olduğu belirlenmiştir. En
sık saptanan tanılar, sırasıyla DEHB, depresyon, yaygın anksiyete
bozukluğu, enürezis ve zeka geriliğidir. Tanıların cinsiyete göre
dağılımı değerlendirildiğinde, erkek çocuklarda en sık DEHB,
enürezis, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, zeka geriliği;
kızlarda ise DEHB, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, enürezis,
zeka geriliği tanısının olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda en sık
saptanan tanılar dışavurum bozuklukları olmakla birlikte, cinsiyetler
arası farklılıklar gözlenmektedir. Eştanı oranı da dikkate değer
düzeyde saptanmıştır. Eştanıların birlikteliğinde hastalığın şiddeti
daha ağır olmakta, psikososyal işlevsellikte daha ciddi bozulmalar
görülmektedir. Hangi tanıların daha sık olduğunun bilinmesi, yaş
grupları ve cinsiyetler arası tanı farklılıklarının belirlenmesi, çocuk
ve ergen psikiyatrisi poliklinik hizmetlerinin iyileştirilmesine katkıda
bulunacaktır
The aim of the present study is to identify the diagnoses of
patients who referred to a child and adolescent psychiatry outpatient
clinic. Medical records of 2109 patients referred to the Children and
Adolescent Psychiatry outpatient clinic at Ordu States Hospital,
between January 2012 and April 2013 were studied retrospectively. It
was found that the patients were mostly male (59.6 %) and within 7 to
18 years of age (78.6%). It was also determined that 74.8% of patients
had at least one diagnosis. The diagnosis rate of 44.8% in patients
between the ages of 0-6, 84.6% of patients aged 7-11 were determined
as 80.3% in patients aged 12-18. Of the cases, 9.7% were diagnosed
with multiple conditions. They were mainly in the attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) group. The most common diagnosis
was attention deficit hyperactivity disorder followed by depression,
anxiety disorders, enuresis and mental retardation, respectively.
When the distribution of the diagnoses to sex were assessed, the
most common diagnoses in boys are ADHD, enuresis, depression,
generalized anxiety disorder and mental retardation respectively,
they were ADHD, depression, generalized anxiety disorder,
enuresis and mental retardation in girls. In our study, although the
externalizing disorders are the most frequent diagnoses, there are
differences between genders. The rate of comorbid diagnosis was
found to be considerable. In the presence of comorbid diagnoses, the
disorder is experienced more heavily and psychosocial functionality
gets deteriorated. To know the most common diagnoses, diagnosis
differences within genders and possible diagnoses for certain age
groups will be useful for improving child and adolescent psychiatry
services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Özlem Düzenli, Ganime Dilek Emlik, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Ct And MrI FIndIng Of Langerhans Cell HIstIocytosIs DIsease
Langerhans hücreli histiyositoz, kemik iliği kökenli Langerhans hücresinin anormal çoğalması ile karakterize ve nedeni bilinmeyen bir hastalık grubudur. Bu çalışmada nadir görülen akciğer, yaygın kemik, hipofiz, dalak tutulumu olan ve biyopsi sonucu Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşen iki yaşındaki erkek olgunun BT ve MR bulguları sunulmuştur. Öksürük, ateş, kusma, ishal, solukluk, halsizlik, ve ciltte döküntü yakınmaları ile hastaneye başvuran 2 yaşındaki erkek çocuğun akciğer grafisinde her iki akciğerde retikülonodüler infiltrasyon gözlendi. Toraks BT’de akciğer parankim alanlarında yaygın mikro ve makronodüler karakterde infiltratif lezyonlar ile direkt grafi, BT ve MR tetkiklerinde kafatasında, vertebralarda, iliak kemiklerde yaygın litik lezyonlar görüldü. Hipofiz MRG’de ise T1A görüntülerde nörohipofize ait hiperintensite izlenmedi ve stalkta hafif kalınlaşma vardı. Batın BT’de ise dalakta hipodens nodül saptandı. İliak kemikten yapılan biyopsi ile Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşti. BT ve MRG’de yaygın akciğer,kemik,hipofiz bezi,dalak tutulumu tespit edilen olgularda Langerhans hücreli histiyositoz ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir
Langerhans cell histiocytosis is a group of idiopathic disorders characterized by the abnormal proliferation of specialized bone marrow-derived Langerhans cells. In this report, we present a rare case of Langerhans cell histiocytosis with CT and MRI in a 2 yearold-boy who developed symptomatic diabetes insipidus and multiple bone ,cranial, lung and spleen metastases during the disease course. A 2-year-old male patient was hospitalized due to complaints of cough, fever, vomitting, diarrhea, achromasia, weakness and rash. Chest X-ray revealed reticulonodular infiltration in both lung fields. Thorax CT revealed diffuse micro and macro nodular type infiltration in both lung parenchyma. On CT and MRI revealed common lytic lesion of skull, vertebra and iliac bone. There are infundibular thickening and absence of posterior pituitary intensity on MRI of pituitary gland. The spleen involvoment is determined by abdominal CT. The diagnosis is confirmed with biopsy of iliac bone. Langerhans cell histiocytosis should be in the differential diagnosis in children having widespread lung, bone, pituitary gland, and spleen involvement on MRI and CT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Alanagement Of TIhIaI Shaft Fraclures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde 1983 ve 1989 yılları arasında tibia cisim kırığı olan 133 hasta tedavi edildi. Çeşitli tedavi metodları ile tedavi edilen 133 hastanın 96 kapalı, 44 açık tibia cisim kırığı bu retrospektif çalışmaya konu edildi. Hastaların tedaviye başlandığı yaşı en az 13, en fazla 72, ortalama 32 yaş idi. 96 hastada yalnız tibia cisim kırığı varken, diğer 37 hastada ilave yaralanmalar tespit edildi. 7 hastada ise bilateral tibia kırığı vardı. Trafik kazaları en fazla kırığı oluşturan sebep olmuştur. Hastalar en az kırığın klinik ve radyolojik iyileşmesine kadar takip edildiler. Yapılan değerlendirmede, tibia kırıklarının kapalı ve cerrahi metodlarla tedavisi sonucu oldukça tatminkar sonuçlar elde edildi.
A retrospeetive study was done of the treatrnent of closed and open fractures of the tibia in 133 patients with 140 fractures. These patients vith shafi fractures of tibia were treated at the Department of Orthopaedics and Trawıatology of the Selçuk Oniversitiy Hospital, between 1983 and 1989 The mean oge al initiation of treatrnent was 32 years. Their ages ranged from 13 to 72 years old. ln all, 96 fractures were closed and 44 were opera. Traffic accidents were the most cause of the injury. In 96 patients, the tibial fracture was the only inju.ry, i,x 37 patients other injuries also were present. 7 patients had bilaterall tibial fractures. The patients were followed al least unlu/ to clinical and radiographical union of the fracture. Iri (his series, the overall succes rates in healing of the fractures with open and closed method_v were highly satisfactory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
Osman Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Total LaparoscopIc Hysterectomy PatIents
Bu prospektif çalışmanın amacı, kliniğimizde total
laparoskopik histerektomi (TLH) yapılan vakalarımızın sonuçlarını
değerlendirmektir. Benign veya malign hastalıklar nedeniyle Ocak
2013 ve Nisan 2014 arasında TLH uygulanan 41 olgu prospektif
olarak değerlendirildi. Operasyonda rijid enstrümanlar olarak 10
mm teleskop ve gelişmiş bipolar enerji modaliteleri kullanılmıştır.
İlk olarak 10 mm trokar subumbilikal 1 cm’lik kesiden direk olarak
yerleştirildi. Abdominal kaviteye 3-4 litre CO2 insuflasyonunu takiben
laparoskop yerleştirildi. Batının sağ ve sol avasküler alt kadranlarına
ikinci ve üçüncü kesiler yapıldı ve bu kesilerden 5 mm trokarlar
yerleştirildi. Uterus manipülasyonu için Rumi® II uterin manuplator
kullanıldı. Uterus vajinal yoldan çıkarıldı, gerekli görüldüğünde
intrakorporeal myomektomi ve morselasyon işlemi yapıldı. Vajinal
kafın kapatılmasında 0 numara vicryl kullanıldı. Tüm hastalarda
sağ ve sol uterosakral ve kardinal ligamentlerden sütür geçildi. Tüm
operasyonlar aynı cerrah tarafından yapılmıştır. Hastaların; ortalama
yaşı, vücut kitle indeksleri (VKİ), operasyon süresi, kan kaybı miktarı,
komplikasyon oranları ve ameliyat sonrası hastanede kalış süreleri
değerlendirildi. Histerektomi endikasyonları olarak; 16 myoma uteri,
6 medikal tedaviye dirençli anormal uerine kanama, 5 benign over
kisti, 4 adenomyozis, 3 myom uteri + over kisti, 2 endometrial polip,
2 endometrioma, 2 endometrial hiperplazi ve 1 erken evre serviks
kanseri bulunmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 47.5 (30-68),
ortalama VKİ 30.2 (24-44), ortalama spesimen ağırlığı 215.9 (90-
650 gr), ortalama operasyon süresi 107.9 (60-210 dk), ortalam kan
kaybı 81.1 (30-300 ml), ortalama preoperatif hemoglobin (Hb) değeri
12.5±0.9 gr/dl, postoperatif Hb değeri 11.5±0.8 gr/dl ve ortalama
hastanede kalış süresi 2.5 gün (2-4 gün) idi. İntraoperatif olarak
herhangi bir komplikasyon olmadı. Geç postoperatif komplikasyon
olarak 2 olguda vajinal kaf enfeksiyonu gelişti. Total laparoskopik
histerektomi jinekolojik hastalıklar için güvenli ve uygun bir
yöntemdir. En iyi sonuçları elde etmek için hastaların dikkatli seçimi
çok önemlidir.
The aim of this prospective study is to evaluate the results
of our total laparoscopic hysterectomy (TLH) cases. Forty one
patients underwent TLH due to benign or malign disorders were
reviewed prospectively between January 2013 and April 2014.
Rigid instruments 10 mm telescope, and advanced bipolar energy
modalities were used during the procedure. A primary 10-mm trocar
was inserted directly through a 1-cm sub umbilical incision. The
laparoscope was inserted through this trocar after insufflation of the
abdominal cavity with 3–4 L of CO2. The second and third incisions
were performed in the avascular right and left lower quadrant of the
abdomen and two ancillary 5-mm trocars were inserted through these
incisions. Uterine manipulation was performed by using RUMI® II.
During the removal of the specimen, if necessary, intracorporeal
myomectomy and morcellation were performed before the uterus
and ovaries were delivered intact through the vagina. A 0-Vicryl
suture was used for close the vaginal cuff. The sutures were passed
through the left and right uterosacral and cardinal ligaments in
all patients. All procedures were performed by the same surgeon.
The mean age of the cases, body mass indexes (BMI), duration of
operations, the amounts of blood loss, rates of complications and
post operative hospital stay were assessed. The indications of for
hysterectomies were, 16 myoma uteri, 6 medical treatment-resistant
abnornal uerine bleeding, 5 benign ovarian cyst, 4 adenomyozis, 3
myoma uteri+ovarian cyst, 2 endometrial polyp, 2 endometrioma, 2
endometrial hyperplasia and 1 early stage cervical cancer. The mean
age of patients were 47.5 (30-68 years), mean BMI of patients were
30.2 (24-44), mean specimen weight was 215.9 (90-650 gr), mean
operation duration was 107.9 (60-210 min), mean blood loss was 81.1
(30-300 ml), mean preoperative hemoglobin (Hb) was 12.5±0.9 gr/
dl, mean postoperative Hb was 11.5±0.8, and the mean hospital stay
was 2.5 (2-4 days). There were no intraoperative complications. Late
postoperative complication was vaginal vault infection in 2 cases.
Total laparoscopic hysterectomy is safe and feasible method for
gynecological diseases. Careful selection of patients is critical for
obtaining the best results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Toxoplasma, Rubella, Cmv, Hbv, AntIhbs, Hcv, HIv Seroprevelance
ın FIrst TrImester Pregnant Women
Çalışmadaki amacımız ilk trimester gebelerde Toksoplazma,
Rubella, Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV seroprevelanslarını
belirlemek ve parite durumları, yaş grupları ile ilişkisini araştırmak.
Kasım 2011 ile Şubat 2013 tarihleri arasında Bayrampaşa Devlet
Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğine başvuran, yaşları
16 ile 45 arasında değişen 2900 12 hafta ve altı gebe çalışmamızda
değerlendirildi. Uygun gebelerde çalışılan Toksoplazma, Rubella,
Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV sonuçları analiz edildi.
Yaş grupları, Gravide, Parite sayıları sorgulandı. Çalışmaya katılan
gebelerin yaş ortalaması 27.78±5.57 (16-45), gebelik ortalaması
2.21±1.39 (1-8), parite ortalaması 0.78±0.89 (0-5), başvurudaki
gebelik haftası ortalaması 8±3 (5-12) olarak saptandı. Çalışılan
serum örneklerinde Toksoplazma Ig G, Rubella Ig G, Sitomegalovirüs
Ig G, HbsAg, antiHbs, antiHCV, antiHİV seropozitifliği sırasıyla; %
31.2, % 95.7, % 99.2, % 2.4, % 22.1, % 0.1, % 0 iken; Toksoplazma
Ig M, Rubella Ig M, Sitomegalovirüs Ig M seropozitiflik yüzdeleri ise
sırasıyla % 0.9, % 0.15, % 0.7 olarak saptanmıştır. Toksoplazma
seropozitiflik oranı Türkiye verileriyle benzerlik göstermektedir.
Rubella seronegatifliği Türkiye verilerine oranla düşük bulunmuş
olup gebelik öncesi aşılama ile bu değer Avrupa ülkeleri seviyesine
çekilebilir. CMV seropozitifliği çalışmamızda oldukça yüksek
saptanmış olup düşük sosyoekonomik düzeyi işaret etmektedir.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti HİV düzeyleri Türkiye ortalamasına
yakın saptanmıştır. Bunlara göre rutin TORCH taramasına ek olarak
HBsAg ve anti-HBs taraması uygun görünürken, anti-HCV ve anti-HİV
taraması cost efektif değildir.
The purpose of this study was to designate the prevalences
of Toxoplasma, Rubella, Cytomegalovirus, HBV, anti-HBs, HCV,
HIV among first trimester pregnant women and investigate the
relationship between age groups, parity. This study included 2900,
under 12 gestational weeks pregnant women, ages ranging from 16 to
45 admitted to Bayrampasa State Hospital obstetrics and gynecology
outpatient department between November 2011 and February 2013.
Toxoplasmosis, rubella, cytomegalovirus, HBV, hepatitis B infection,
HCV, HIV was studied in suitable pregnant women and results were
analyzed. Age groups, gravida, parity number were questioned. The
mean age of the pregnant women participating in the study was
27.78±5.57 (16-45), mean gestation was 2.21±1.39 (1-8), mean
parity was 0.78±0.89 (0-5), mean gestational age on admission
was 8±3 (5-12). Toxoplasma IgG, Rubella IgG, Cytomegalovirus
IgG, HBsAg, antiHBs, HCV, antiHİV seropositivity were respectively
31.2%, 95.7%, 99.2%, 2.4%, 22.1%, 0.1%, 0%; and Toxoplasma IgM,
Rubella IgM, cytomegalovirus IgM seropositivity percentages, were
respectively 0.9%, 0.15%, 0.7%. Toxoplasma seropositivity rate is
similar to Turkey data. Rubella seronegativity was found lower then
the data of Turkey and with the prepregnancy vaccination this value
can be pulled the level of European countries. The high level of CMV
seropositivity in our study indicates the low socioeconomic status.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV and anti-HIV levels were close to the
average of Turkey. According to them, in addition to routine screening
of TORCH, screening for HBsAg and anti-HBs appears appropriate,
anti-HCV and anti-HIV screening is not cost effective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Ahmet Topal, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusellozis’in Tanısında Brucellacapt’in Diğer Serolojik Testler İle Karşılaştırılması
Asuman Güzelant, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Meral Kaya, Recep Keşli, Yüksel Terzi, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Brusellozis’in Tanısında Brucellacapt’in Diğer Serolojik Testler İle Karşılaştırılması
ComparIson Of The Brucellacapt WIth Other SerologIcal Tests Used For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Brusellozisin tanı ve takibinde birçok serolojik test kullanılmaktadır. Günümüzde rutin laboratuvarlarda sıklıkla kullanılan Rose Bengal Aglütinasyon, Standart Tüp Aglütinasyon, ELISA anti-brusella testleridir. Ancak bunların dışında kullanıma sunulan Brucellacapt (immuncapture) aglutinasyon ve Coombs testleri de tanıda kullanılmaktadır. Bu çalışmada Rose Bengal Aglütinasyon, Standart Tüp Aglütinasyon, Brucellacapt ve ELISA testlerini karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem: Bruselloz ön tanısıyla çeşitli kliniklerden gönderilen 71 hastanın serum örneği çalışmaya dahil edildi. Bu serumlar Rose Bengal, Standart Tüp Aglutinasyon, Brucellacapt ve ELISA (Brucella-IgM, Brucella-IgG) testleri ile çalışıldı. Bulgular: Rose Bengal ile 56 (% 78.8), STA ile 30 (% 42.2), Brucellacapt ile 52 (% 73.2) ve ELISA ile de 58 (% 81.6) pozitiflik saptandı. Sonuç: Kültür yapılamayan hastalarda Brusellozis’in tanısında, STA’nın tek başına yetersiz kaldığı, STA ile birlikte Brucellacapt ve/veya ELISA testlerinin kombine olarak kullanılmasının gerekli olduğu, Brusellosiz’in takibinde ise Brucellacapt’in uygun olmadığı bunun yerine ELISA (IgM,IgG) testlerinin kullanılmasının daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır.
Aim: Many serological tests are used in the diagnosis and follow-up of Brucellosis. Those routinely used in laboratories are Rose Bengal Aglutination, Standart Tube Aglutination and ELISA anti-Brucella tests. In addition to these tests, available Brucellacapt (immuncapture) aglutination and coombs tests are also used in the diagnosis. In this study, Rose Bengal Aglutination, Standart Tube Aglutination, Brucellacapt and ELISA tests were aimed to be compared. Method: Sent from various clinics with the prediagnosis of Brucellosis, the samples of 71 patients were investigated in the study. These samples were investigated using Rose Bengal, Standart Tube Aglutination, Brucellacapt and ELISA (Brucella-IgM, Brucella-IgG) tests. Results: Fifty six positivity rates were determined with Rose Bengal Aglutination test (78.8 %), 30 with STA (42.2 %), 52 with Brucellacapt (73.2 %) and 58 with ELISA (81.6 %). Conclusion: It was considered that STA is unsatisfactory in the diagnosis of Brucellosis in the patients for whom no culture could be performed, when performed alone, and that Brucellacapt and/or ELISA tests are necessary to be used combinedly. However, in the follow-up of Brucellosis, it was also concluded that Brucellacapt is inappropriate; instead, the use of ELISA (IgM and IgG) tests will be more appopriate in the diagnosis of Brucellosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
Muhammet Güzel Kurtoğlu, İhsan Hakkı Çiftçi, Hamza Bozkurt, Oğuz Tuncer, Hanefi Körkoca, Mustafa Berktaş
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Three Kluyvera StraIns Isolated From PedIatrIcs Cases
Amaç: Enterobacteriaceae familyasında yer alan Gram negatif bir bakteri olan Kluyvera sp. Çocuklarda üriner sistem infeksiyonları, enterit, yumuflak doku infeksiyonları ve sepsis gibi birçok infeksiyona sebep olabilmektedir. Kluyvera türlerinin immunsupresif hastalarda olduğu kadar immunkompetanlar için de fırsatçı bir patojen olduğu bilinmektedir. Kluyvera infeksiyonları ile ilgili bundan sonra yapılacak olan çalışmalara ışık tutacağı düşünülerek Kluyvera hakkında yapılan literatür çalışmaları da gözden geçirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kluyvera izolat verileri klinik mikrobiyoloji kayıtlarının retrospektif analizi ile elde edilmiştir. Bulgular: Retrospektif incelemede üç izolatın birinin idrar, ikisinin umblikal apse örneklerinden soyutlandığı saptandı. Çalışmada, klinik öneme sahip Kluyvera izolatlarının antibiyotik duyarlılıkları, (birinci ve ikinci kuşak sefolosporinler ve ampisiline karşı dirençli olmaları ile amikasin, siproşoksasin, gentamisin ve trimetroprim+sulfametoksazol’e duyarlılıkları) literatürde rapor edilen paternlerle benzerlik gösterdi. Sonuç: Hem bizim verilerimiz hem de literatür bilgilerinin bir sonucu olarak Kluyvera gibi nadir ve fırsatçı organizmalar çocuklarda önemli infeksiyon etkeni olabileceği sonucuna varılmıştır.
Aim: Kluyvera sp., a Gram-negative bacterium in Enterobacteriaceae family, may give rise to such infections as urinary system infections, enteritis, soft tissue infections and sepsis in children. It is known that Kluyvera species is an opportunistic pathogen detected in immunosuppressed hosts as well as in immunocompetent ones. Considering that it may enlight future studies related to Kluyvera infections, studies in the literature have been scanned. Material and Method: The data about Kluyvera spp. isolates were obtained retrospectively from clinical microbiology records. Result: It was seen that, of the 3 Kluyvera isolates, 1 was a urine specimen, and the other 2 were from umbli cal area. In this study, antimicrobial susceptibility studies of the clinically significant Kluyvera isolates showed susceptibility patterns similar to those reported in the medical literature, namely trends of resistance to ampicillin and first- and second-generation cephalosporins. Moreover none of the clinically significant isolates were resistant to amikacin, ciprofloxacin, gentamycin, and trimethoprim+sulfametoxazole. Conclusion: It was concluded in the light of both the studies in the literatüre and this study that rare and opportunistic organisms, such as Kluyvera may be an infection cause in children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda I-131 Taramalar Ve Tc-99m Sestamibi Tüm Vücut Taramaların Karşılaştırılması
Hanife Aslı Ayan, Asım Akın, Gökhan Koca, K. Metin Kır
Araştırma makalesi
Özeti
Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda I-131 Taramalar Ve Tc-99m Sestamibi Tüm Vücut Taramaların Karşılaştırılması
ComparIson Of Tc-99m SestamIbI WIth I-131 Whole Body Scans In DIfferentIated ThyroId CarcInoma PatIents
Bu çalışma ablasyon öncesi ve sonrasında iyi differansiye tiroid kanserli hastalarda alternatif tarama yöntemi olarak Tc-99m sestamibi’nin kullanılıp kullanılmayacağını değerlendirmiştir. Bu nedenle total veya totale yakın tiroidektomi uygulanan 115 differansiye tiroid kanseri hastası çalışmaya alındı. Tüm hastalara Tc-99m sestamibi tüm vücut tarama yüksek rezolüsyonlu boyun USG serum tiroglobulin ve antitiroglobulin ölçümleri ve kontrastsız boyun ve toraks tomografilei yapıldı. Sonuçlar göstermiştir ki Tc-99m Sestamibi tüm vücut taramalar, I-131 taramalarla karşılaştırıldığında tiroid supresyonu almayan (T4-off) hastalarda yüksek derecede sensitif ve spesifiktir (kappa=0.68 p<0.001). Boyun USG ile birlikte Tc-99m sestamibi yapılması, yüksek doz I-131 ablasyonu sonrası 6. gün taramalarla karşılaştırılabilir etkinliğe sahiptir. Boyun USG, Tc-99m sestamibi’nin sensitivitesini arttırırken sipesifitesini azaltır. Ancak Tc-99m Sestamibinin tiroid supresyonu alan hastalarda etkinliğinin değerlendirilmesi için klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
This study evaluated the potential of Tc-99m sestamibi whole body scan as an alternative to whole body I-131 scan for well differentiated thyroid cancer patients prior to I-131 ablation and post ablation states. We evaluated 115 patients with differentiated thyroid cancer who had total or near total thyroidectomy. All patients had undergone Tc-99m sestamibi whole body scanning high resolution neck ultrasonography prior to conventional I-131 whole body scanning, thyroglobulin and antithyroglobulin values measured. Also all patients had neck and chest CT without contrast agent. The results showed that Tc-99m sestamibi whole body images are highly sensitive and specific in differentiated thyroid carcinoma patients without thyroid supression (T4-off), compared to conventional I-31 whole body scans (kappa=0.68 p<0.001). Neck USG with Tc-99m sestamibi is comparable with conventional iodine based whole body studies also compared to high döşe post-ablation 6th day I-131 whole body scans. Neck USG increases sensitivity and decreases specificity of Tc-99m sestamibi scans. Clinical investigations had to be made to evaluate the efficiency of Tc-99m sestamibi in patients receiving thyroid supression.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Deneysel Morfin Bağımlılığı Kalbin Fizyolojik Ve Histolojik Özelliklerini Değiştirir Mi?
Hande Çağlıyan, Işık Solak Görmüş, Hatice Solak, Raviye Özen Koca, Burcu Gültekin
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Deneysel Morfin Bağımlılığı Kalbin Fizyolojik Ve Histolojik Özelliklerini Değiştirir Mi?
Does ExperImental MorphIne AddIctIon In Rats Change PhysIologIcal And HIstologIcal CharacterIstIcs Of The Heart?
Amaç: Morfin, kronik ağrı tedavisinde tercih edilen opioidlerdendir. Tekrarlayan kullanımı bağımlılığa
neden olabilir. Opioid bağımlılığının kalp kontraksiyonuna olan etkilerini araştırmak amacıyla deneysel
morfin bağımlılığı/yoksunluğu oluşturulan sıçanlarda miyokardiyal kontraktilite/histolojik değişiklikler
araştırıldı.
Gereçler ve Yöntem: Resmi olarak 28.05.2021’de tamamlanan çalışmada kullanılan 32 yetişkin erkek
Wistar albino sıçan, Kontrol(C), Morfin(M), Morfin+Nalokson(MN) gruplarına ayrıldı. GrupC’ye 10mg/kg
%0,9 NaCl, GrupM'ye 10mg/kg morfin 7 gün subkutan uygulandı. Son morfin uygulamasından sonra C-M
gruplarına 3mg/kg NaCl, GrupMN’ye 3mg/kg nalokson intraperitoneal verildi. 30dk morfin yoksunluğu
belirtileri puanlandı. 3-4mm atriyum şeritleri izole organ banyosu haznelerine asıldı. 2g gerimle adrenalin
kaynaklı kasılmalar(0,001M) gözlemlendi. Gerim değişiklikleri kaydedildi. İstatistiksel analizde SAS
University Edition 9.4 programı kullanıldı.
Bulgular: MN grubunda morfin yoksunluğu davranışları gözlendi. GrupM-MN’de adrenalin öncesi
gerim değerleri GrupC’ye göre daha yüksekti. Adrenalin kaynaklı verilerden 15 dakika öncesi/sonrası
kasılmadaki en büyük artış GrupC’de tesbit edildi.
Sonuç: Morfin bağımlılığı-yoksunluğu, sıçanlarda inotropik/kronotropik etkilerde değişikliğe neden
olmadı. Mast hücrelerinde histolojik farklılık gözlenmedi. Çalışma morfin bağımlılarında, sistem analizi
açısından kalp için olumlu bir kaynak oluşturabilir .
Aim: Morphine is one of the most preferred opioids in treatment of chronic pain. Recurrent use can
cause addiction. There is no consensus on cardiovascular system treatment/side effects of opioids. In
order to investigate effects of opioid addiction on heart, myocardial contractility/histological changes were
investigated in rats via experimental morphine addiction/withdr awal.
Materials and Methods: 32 adult male Wistar albino rats used for study, which was officially completed
on 28-05-2021, were divided into Control(C), Morphine(M), Morphine+Naloxone(MN) groups randomly. In
GroupC 10mg/kg 0.9% NaCl solution, in GroupM-MN 10mg/kg morphine were administered subcutaneously
for 7 days. After the last administration of morphine, 3mg/kg NaCl was given to GroupC-M, 3mg/kg naloxone
was given to GroupMN intraperitoneally. Signs of morphine withdrawal were observed for 30 minutes
and scored. 3-4mm strips of atria were hung in isolated organ bath chambers. Tension was adjusted to
2g. Adrenaline-induced contractions (0.001M) were observed. Changes in tension were recorded. SAS
University Edition 9.4 program was used for statistical analysi s.
Results: Morphine withdrawal behaviours were observed in GroupMN. There was no statistically
significant difference between atrial contractility tension values of GroupC-M-MN(p>0.05). Pre-adrenaline
tension values were higher in GroupM-MN than in GroupC. But the greatest contraction increase between
15minutes before/after adrenaline-induced data was in GroupC.
Conclusion: Morphine addiction/withdrawal didn’t cause inotropic/chronotropic changes. No histological
differences were observed in mast cells. These results may constitute a positive resource for the heart for
systems analysis in morphine addicts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ateşli Silah Yaralanmasına Bağlı İlginç Bir Klavikula Kırığı
Tunç Cevat Öğün, Abdullah Şarlak, Özlem Akkoyun Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Ateşli Silah Yaralanmasına Bağlı İlginç Bir Klavikula Kırığı
An InterestIng ClavIcular Fracture Due To Gunshot Injury.
Sol omuzunda ateşli silah yaralanması olan hasta acil servisimize başvurdu. Yapılan muayenesinde, sol omuz önünde kurşun giriş deliği dışında herhangi bir patolojik durum saptanmadı. Kurşun çıkış deliği yoktu. Radyolojik incelemede, sol klavikula kırığı ve sağ klavikula distalinde omuz eklemi önünde metal bir cisme uyan görüntü tespit edildi. Bu yaralanmada sol omuzdan giren kurşunun, boyun bölgesinde hiçbir organ, damar ve sinir yapısında hasara yol açmadan karşı tarafa geçmesi ilginçtir.
A patient presented with a gunshot injury to his left shoulder. On his examination, there were no symptoms or signs except an entrance hole in front of his left shoulder. There was no bullet exit hole. Radiologic examination revealed a left clavicular fracture and a dense image suggestive of a metal at the distal portion of the right clavicle just in front of the right glenohumoral joint. İt is very interesting and unusal that a bullet tracing its way from the left shoulder to the right vvithout damaging any internal organ, vascular structure and nerves.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of Early And Late Pos-ToperatIve Results Of Björk-ShIley-Convexo- Con-Cave And SorIn All-Carbon ProtetI Heart Valves On MItral PosItIon
Selçuk Üniversitesi Hastanesinde 1 Ağustos 1990 - 30 Haziran 1996 tarihleri arasında Björk-Shiley-Konveks-konkav (BSCC) ve Sorin Allcarbon (SA) prostatik kalp kapağı ile 122 hastaya mitral valv repiasmanı (MVR) uygulandı. Hastaların 102'sine SA, diğerlerine BSCC ile MVR yapıldı. Hastalar 5 yıl boyunca, 3'er aylık periyotlarda düzenli olarak takip edildi. Ortalama takip zamanı 32 aydı. Hastane mortalitesi, SA uygulanan hastalar için % 5.8, BSCC uygulanan hastalar için % 15 idi. Geç dönemde takipde 6 vakada tromboembolik olaylara bağlı ölüm, 3 vakada evde ani ölüm ve 1 va-kada kalp dışı nedenle ölüm gözlendi. Khi kare testi ile kapak trombüsü ve tromboembolik olaylarda BSCC kapak lehine değerler bulundu (P=0.425, P<0.05). Khi kare testi ile geç dönemde ölüm oran-ları karşılaştırıldığında BSCC kapak lehine sonuçlar elde edildi (P=0.218, P<0.05). SA ve BSCC prostatik kapak protezlerinin uy-gulamasından sonra geçen ilk ayda kapaklar arası is-tatistiksel bir fark yok iken uzun süreli takipde is-tatistiksel oranlar BSCC protezinin daha iyi olduğunu göstermektedir
A total of 122 consecutive patients underwent valve replacement with a Sjörk-Shiley-Convexo-Concave (BSCC) and Sorin Allearhon (SA) prostheses from Au-gust 1, 1990 through. June 30, 19%. ,4 total of 102 pa-tients had a mitral valve replacement with SA, others had mitral valve replacement with BSCC at Selçuk Universty Hospital. AlI survivors were prospeetively lallowed hy regular clinical examinations every 3 months lbr 5 years. The mean follow-up time was 32 months_ Overall hospital mortality ?vere 5.8 % for pa-tients with SA and 15 % for patients with BSCC. Res-pectivel- lale mortality was due to thromhoemholic events (n=6), sudden death (n=3), noneardiae death (n=1 ). Khi square test eAplained that thromhotic events was a different hetween SA and BSCC (P=0.425, P<0.05). Khi square test explained that there was a significant difierent ahout late mortality rate hetween SA and BSCC (P=0.218, P<0.05). The er-hocardiographic study was carried out on 92 cases (17 BSCC. 75 SA). During the first months of ohservation no sık-nificant an actuarial differences hetween there rnec-hanical pı-ostheses could he ohserved however, afteı- 5 years of long - term follow-up the actuarial rates vere ınore favorahle for the BSCC pı-osthesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
Esma Kepenek, Bahar Kandemir, İbrahim Erayman, Sümeyye Yüce, Rukiyye Bulut
Araştırma makalesi
Özeti
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of BrucellosIs PatIents Followed-Up In A TertIary HospItal
Giriş ve Amaç
Brusellozis Türkiye’de endemik olarak görülen aynı zamanda halk sağlığı problemi olan zoonotik bir infeksiyondur. Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen brusellozis olgularının demografik/epidemiyolojik, klinik, laboratuvar özelliklerinin, komplikasyon ve tedavilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem
Bu çalışmada kliniğimizde 1 Ocak 2010-31 Aralık 2018 tarihleri arasında takip edilen olguların özellikleri retrospektif olarak incelendi. Tanımlayıcı veriler sayı ve yüzde (%) olarak belirtildi. Kategorik değişkenler ki-kare testi, sayısal değişkenler Student-T testi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular
Toplam 365 brusellozisli hastanın 159 (%43.56)’u kadın, 206 (%56.44)’sı erkekti. Hastaların yaş ortalaması 45.9±14.51 (18-82) idi. En sık başvuru zamanı 137 (%37.5) ile yaz mevsimiydi. Hastalığın en sık 252 (%69) bulaş yolu hayvancılıkla uğraşma öyküsü olarak bulundu. Olguların 168 (%46)’i akut, 96 (%26.3)’sı subakut, 101 (%27.7)’i kronik brusellozis idi. Hastaların en sık şikayeti 302 (%82.7) halsizlik olup akut bruselloziste daha yüksekti (0.0015). Elli üç (%33.3) erkek, 114 (%55.3) kadında anemi olup kadınlarda anemi daha yüksek (p₌0.0283) bulundu. Hastalarda %7.9 lökopeni, %16.2 lökositoz, %9.6 trombositopeni, %4.1 nötropeni, %9 nötrofili, %12 lenfomonositoz saptandı. Wright agglütinasyon testi 26 (%7.1), Brusella immuncapture aglütinasyon testi 361 hastada bakılmış olup hepsinde pozitif saptandı. Hastaların 172 (%47.1)’sinde komplikasyon gelişip en sık 58 (%15.9) spondilodiskit saptandı. Olguların 61(%31.8)’inde relaps gelişti.
Sonuç
Brusellozisin ülkemizde endemik olması ve bölgemizde hayvancılığın yaygın olarak yapılması nedeniyle halsizlik, eklem ağrısı ve ateş gibi şikayetler ile başvuran hastalarda brusellozis ön tanılar arasında yer almalıdır. Ayrıca hastalar nüks açısından takip edilmelidir.
Introduction and Objective
Brucellosis is a zoonotic infection seen as an endemic in Turkey and is a public health problem at the same time. The objective of this study was to evaluate demographic/epidemiologic, clinic, laboratory features, complications and treatments in brucellosis patients followed-up in our clinic.
Material & Methods
In this study, features of patients followed-up between 01/01/2010 and 31/12/2018 in our clinic were retrospectively evaluated. Descriptive data were expressed as number and percentage. Categorical variables were analyzed with Chi-square test and numerical variables with Student’s t test.
Results
Of the total of 365 brucellosis patients, 159 (43.56%) were female and 206 (56.44%) were male. The mean age of the patients was 45.9±14.51 (18-82) years. The most common time of presentation was summer season with 137 (37.5%) patients. The most common transmission route of the disease was a history of animal husbandry with 252 (69%) patients. Of all cases 168 (46%) were acute, 96 (26.3%) were subacute, and 101 (27.7%) were chronic brucellosis. The most common complaint of the patients was fatigue in 302 (82.7%) patients with being higher in acute brucellosis (p=0.0015). Anemia was found in 53 (33.3%) male and 114 (55.3%) female patients with being significantly higher in female patients (p=0.0283). Leukopenia was found in 7.9%, leukocytosis in 16.2%, thrombocytopenia in 9.6%, neutropenia in 4.1%, neutrophilia in 9% and lymphomonocytosis in 12% of the patients. Wright agglutination test was performed in 26 (7.1%) and brucella immunocapture agglutination test in 361 (98.9%) patients and all results were positive. Of all patients, 172 (47.1%) developed complications with spondylodiscitis being the most commonly found in 58 (15.9%) patients. Sixty-one (31.8%) of patients developed relapse.
Conclusion: Since brucellosis is endemic in our country, it should be considered in presumed diagnosis of patients presenting with complaints such as fatigue, articular pain and fever.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psıkıyatrı Polıklınıgıne Bır Yıl İcınde Ba$vuran Cocukların Degerlendırılmesı
Ömer Böke, Sıtkı Karaca, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Psıkıyatrı Polıklınıgıne Bır Yıl İcınde Ba$vuran Cocukların Degerlendırılmesı
EvaluatIon Of The ChIldren Who Were AdmItted To PsychIatry Department In A Year
Bu calısmada, S.U. Tip Fakiiltesi Psikiyatri pa-liklinigine Eylid 1993- Eylid 1994 tarihleri arasinda ilk kez bapuran 226 cocuk hastanin poliklinik kart-tart sosyodemografik ye klinik ozellikleri yoniinden gerive dijniik olarak arapradt. Kim!' olanaklarla ye cocuk ve Ergen psikivatristi hulunmayan or-tamda verilen hizmetin degerlendirilmesi ye eri§rkin psikiyatristinin, cocuk psikiyatristi bulunmayan yer-lerde cocuk hastalarla karplagtginda sintrlartnin ne olacaginin tartt§ilmasz amaclandt. Bir yrl ifinde erickin psikiyatri poliklinigine 3-16 yaVaz- arasinda 226 pasta hafvurdu. Bunlarin %58'i erkek %42 `si kiz idi. En yiiksek havuru %31.85 lie 12-14 yaVar arasinda, %38.49 hirinci cocuk ge-Olgularin %84.07'si dogrudan ailenin ka-rart ile poliklinige getirilmigir. Polikligine bapuru ekline Ore ikinci strada ktzlar %14.43 kon-sultasyon istegi, erkekler %8.52 adli vaka sebehiyle Bapuru lekline gore kalarla erkekkr arasinda anlamli lark vardir (p<0.05). Bapurzt ya-kinmasi dagthmina gore ise, eniirezis, zeka geriligi, davrang bozuklugu, kekemelik erkekierde. somatik, depresif ye konversif yakinmalar ktzlarda daha cok rastlandi. Aralarzndaki lark istatistiksel olarak an-lamit hulundu (P<0.05). Sonuc olarak hir yil i•inde cocuk Psikiatristi ol-mayan bir klinige 226 ilk bapurunun olrnast gedeki cocuk Psikiyatristine plan gereksinimi aczk-ca orraya koymaktir.
Sociodemographic and clinical features of 226 children, who were admitted to the outpatient clinic of psychiatry department of Selcuk University for the first time, between september 1993-and september 1994. were analyzed retrospectively. The purpose of this study is to reveal the problems of an adult psychiatrist when he come face to face with the children in a condition where female. Most of the children were between 12-14 years old and were the first child of the family. The patients admitted to the clinic mostly because of their parents regrests. The second reason of admittance was other physicians consultation request for female, and legal report for male. The differance was significant (p<0.05). Main complaints were enuresis, mental retardation, con-duct disorder, developmental articulation disorder for males, and somatic. depressive and conversive for females_ The differents was statistically sig-nificantly (p<0.05). As a result, 226 first admissions to a clinic in-dicates the need to a child psychiatrist in this dist-rict.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
Özlem Güner, Gül Ertem
Derleme
Özeti
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
EvIdence-Based Approachs In The Management Of Postpartum Haemorrhage
Ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi olan postpartum hemoraji; dünyada anne ölümlerinin yaklaşık ¼’ünden sorumlu olup, bebeğin doğumundan sonraki ilk 24 saat içinde genital yoldan 500 ml yada daha fazla kan kaybedilmesi olarak tanımlanırken, şiddetli postpartum hemoraji ise 1000 ml. den fazla kan kaybını ifade etmektedir. En sık rastlanan nedenleri; uterus atonisi, genital traktus yaralanmaları ve plasenta retansiyonudur. Tedavisinde uterin fundusa etkin masaj uygulanması, myometriumu kontakte eden ajanların kullanımı, hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yada embolizasyonu gibi birçok yöntem kullanılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi postpartum hemorajidir. Postpartum hemoraji bağlı yaşanan maternal mortalite oranlarını azaltmakta tedavi ve bakım da kanıt temelli yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde doğumun üçüncü evresine yönelik çeşitli uygulamalar, farmakolojik ve cerrahi yaklaşımlar kullanılmakla birlikte tüm tedavilerde yeterli düzeyde kanıta dayalı çalışmaların olmadığı görülmektedir. Postpartum hemorajinin tedavi edici yaklaşımlarının büyük bir kısmında klinik verilerin sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu derlemede postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde yer alan güncel yaklaşımları belirlemek ve uygulanan girişimlerin yeterlilik düzeyi konusunda sağlık profesyonellerinin bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır.
\r\n
Postpartum haemorrhage (PPH) which is the first cause of maternal mortality in our country is responsible for about 25% of maternal deaths in the world . While PPH is defined as loss of 500 ml or more of blood from the genital tract within 24 hours of thebirth of a baby, severe PPH is blood loss exceeding 1,000 mL. The most common causes are uterine atony, genital tract injuries and placental retention. Many methods are used such as effective implementation of the uterine fundus massage, the use of agents which myometrium contact, hypogastric and/or uterine artery ligation or embolization in its treatment. Despite this, PPH is the primer cause of maternal death in our country. To reduce maternal mortality rates caused by dependence of PPH, evidence-based approaches are important in treatment and care. Pharmacological, surgical approaches and various applications for the third stage of labour in the prevention and treatment of PPH are used. But there are no evidence-based studies at adequate levels for all treatment. The clinical data in a large part of the PPH/therapeutic approach are limited. Therefore, it is intended in this article to determine the current approaches related to the prevention of postpartum haemorrhage and to inform health professionals about the adequacy of the initiatives implemented.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Nöromüsküler Hastalıklarda Solunum
Baykal Tülek
Derleme
Özeti
Kronik Nöromüsküler Hastalıklarda Solunum
RespIratIon In ChronIc Neuromuscular DIseases
Amaç: Solunum kas güçsüzlüğü birçok nöromüsküler hastalığın kaçınılmaz sonucudur. Solunum fonksiyonlarındaki kötüleşme bu hastalıklardaki morbiditede ciddi artışlara neden olurken, aynı zamanda yüksek mortalite oranlarının da sorumlusudur. Bu derlemenin amacı nöromüsküler hastalıklarda solunumsal problemlerin tanı ve tedavi yaklaşımlarını özetlemektedir. Ana Bulgular: Solunum kaslarındaki yetersizlik genellikle birkaç yıl içinde yavaş bir gelişim gösterir. Başlangıçta sadece uyku sırasında kendini gösteren solunum bozukluğunu, daha sonra ciddi hipoventilasyon, kor pulmonale ve hastalığın son döneminde ciddi solunum yetmezliği izler. Solunum yetmezliğinin erken saptanması ve önleyici bakım birçok hastada sonucu ve yaşam kalitesini olumlu yönde etkiler. Bu durum; solunum fonksiyonları, solunum kas güçleri, uyku çalışmaları, evde mekanik ventilasyon, göğüs fizyoterapisi, erken antibiyotik tedavisi ve beslenme girişimlerini içeren takip ve tedavi programlarının gelişmesine yol açmıştır. Noninvazif pozitif basınçlı ventilasyon solunum yetersizliğinin iyileştirilmesinde etkilidir ve bu hastaların tedavi planını dramatik bir şekilde değiştirmiştir. Sonuç: Nöromüsküler hastalıklarda solunum fonksiyonları ve uykuyla ilgili solunum problemleri düzenli olarak takip edilmelidir. Noninvazif mekanik ventilasyon bu hasta grubundaki solunum yetmezliği tedavisi için en önemli tedavi seçeneğidir.
Aim: Respiratory muscle weakness is the inevitable consequence of many neuromuscular disorders. Deterioration in respiratory function contributes to significant morbidity and is responsible for high mortality rates with these diseases. The aim of this review to summarize diagnostic and therapeutic approaches for respiratory problems in patients with neuromuscular disorders. Main Findings: Usually, chronic respiratory failure develops slowly over a period of several years. Initially, it presents with disordered breathing that is apparent only during sleep, followed by continuous progression to severe hypoventilation, cor pulmonale and eventually frank respiratory failure in end-stage disease. Early detection of respiratory compromise and preventive care are likely to improve outcome and quality of life for many patients. This has led to the development of proactive monitoring and treatment programmes that include regular assessment of pulmonary functions, respiratory strength and sleep studies, home mechanical ventilation, chest physiotherapy, early antibiotic treatment and nutritional intervention. In particular, noninvasive positive pressure ventilation is effective in resolving respiratory failure and has dramatically changed the management of these patients. Conclusion: Pulmonary functions and sleep related respiratory problems should be followed up regularly in patients with neuromuscular disorders. Noninvasive mechanical ventilation is the most important therapeutic option for the management of respiratory failure in these patients group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geniş Anterior Palatal Fistüllerin Dil Flepleri İle Rekonstrüksiyonu
Zakaria Aziz, Naouar Ibnouelghazi, Jinane Kharbouch, Salma Aboulouidad, Nadia Mansouri Hattab
Araştırma makalesi
Özeti
Geniş Anterior Palatal Fistüllerin Dil Flepleri İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of Large AnterIor Palatal FIstulae UsIng Tongue Flaps
Amaç: Dil, yarık damak fistüllerinin kapatılması için en uygun donör bölgesidir. Bu prospektif çalışmanın amacı, dil flep tekniğinin etkinliğini yeniden değerlendirmekti.
Hastalar ve Yöntemler: 2015-2017 yılları arasında anterior tabanlı dil flebi ile rekonstrüksiyon yapılan 4 yarık hasta incelendi. Flebin fistülü kapatma yeteneği, ameliyattan en az 1 yıl sonra kalan dil şekli ve konuşma gelişimi (hastanın öz değerlendirmesi ve ebeveynlerin görüşü) gibi değişkenler değerlendirildi.
Bulgular: Tip IV palatal fistül ve bir tip V ile başvuran 4 hastanın damak fistülleri dil flebi ile çift katmanlı şekilde kapatıldı. Hastaların ortalama yaşı 68,5 idi. İlk malformasyon 2 hastada tek taraflı komple damak yarığı ve diğer 2 hastada damak velar yarıktı. Fistüllerin boyutu 7 ila 12 mm arasında değişmekteydi. Ortalama 18 aylık takip süresinde hastaların tamamında dil estetiği ve fonksiyonunda tam iyileşme görülürken, fistül nüksü olmadı.
Sonuç: Dil flepleri, mükemmel vaskülariteleri nedeniyle yarık damak cerrahisinde kullanılır ve sağladıkları büyük miktarda doku, dil fleplerini, önceki cerrahi tarafından yaralanan damaklardaki büyük fistüllerin onarımı için özellikle uygun hale getirmiştir. Palatal fistüllerin kapatılması için bunu güvenilir bir cerrahi teknik olarak öneriyoruz.
Aim: The tongue is a most suitable donor site for the closure of cleft palate fistulae. The aim of this prospective study was to reassess the efficacy of tongue flap technique.
Patients and Methods: 4 cleft patients who underwent reconstruction by anteriorly based tongue flap between 2015 and 2017 were studied. Variables such as flap's ability to close the fistula, the remaining tongue shape at least 1 year after surgery, and speech improvement (patient's self-assessment and parents’ opinion) were evaluated.
Results: 4 cases presenting with type IV palatal fistulae and one type V were operated on using a double-layer closure with tongue flap. The average age at the time of the intervention was 68,5 years. The initial malformation was a complete unilateral cleft for 2 patients, and a palate velar cleft for the 2 others. The size of the fistulas was variable in length (7 to 12 mm). The procedure was successful as no recurrence of fistula was noticed at an average follow-up of 18 months, with full recovery of tongue esthetic and function.
Conclusion: Tongue flaps are used in cleft palate surgery because of their excellent vascularity, and the large amount of tissue that they provide has made tongue flaps particularly appropriate for the repair of large fistulas in palates scarred by previous surgery. We recommend this as a reliable surgical technique for the closure of palatal fistulas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Şamil Ecirli, Ali Borazan, Sefa Yavuz, Ahmet Temizhan, Selda Çam
Derleme
Özeti
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Report Of Two Cases Of Adult Onset StIlI DIsease And RevIevv Of The LIteratüre
Erişkin Stili Hastalığı, etiyoiojisi bilinmeyen sistemik bir hastalıktır. Klinik ve laboratuar özellikleri patognomonik değildir. Teşhisi zor olup, enfeksiyon hastalıkları, hematolojik ve otoimmün hastalıklar ekarte edildikten sonra Yamaguchi kriterlerine göre tanı konulur. Tedavisi çok iyi belirlenmemiş olup; steroidler, sistemik belirtilerin ve ateşin kontrolü için son derece etkilidir. Erişkin başlangıçtı Stili hastalığının spesifik tanı ve tedavisi için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır. Biz burada, Stili hastalığı belirlediğimiz 2 vakayı sunmayı ve literatürü gözden geçirmeyi amaçladık.
Adult onset Still’s disease is a systemic disease of unknovvn etiology. Clinical and laboratory features are not pathognomonic. The diagnosis is difficult and based upon Yamaguchi’s criteria after exclusion of infectious diseases, hematologic process or autoimmune diseases. Treatment is not well codified but steroids represent the most efficient therapy to control fever and systemic manifestations. Search for new treatments and specific markers of adult onset Still’s disease are needed. İn this study, we present the cases of two patients with adult onset Still’s disease and revievv of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dual Mesh İle Açık Ve Laparoskopik V Entral İnsizyonel
fıtık Onarımı Karşılaştırılması
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Umut Rıza Gündüz, Burhan Mayir, Uğur Doğan, Mehmet Tahir Oruç
Araştırma makalesi
Özeti
Dual Mesh İle Açık Ve Laparoskopik V Entral İnsizyonel
fıtık Onarımı Karşılaştırılması
ComparIson Of Open Versus LaparoscopIc Ventral IncIsIonal HernIa RepaIr WIth Dual Mesh
İnsizyonel fıtıklar karın cerrahisi sonrası sıkça karşılaşılan ve
tekrar cerrahi tamir gerektiren bir komplikasyondur. Biz, Dual Mesh ile
açık ve laparoskopik ventral insizyonel herni onarımı (LVHR) yapılan
hastaları geriye dönük değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmamızda
Aralık 2008 ile Şubat 2015 tarihleri arasında kliniğimize başvuran ve
ventral insizyonel fıtık tanısı konulup açık veya laparaskopik olarak
Dual Mesh ile tamir edilen hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi,
fıtığın lokalizasyonu ve boyutu, uygulanan cerrahi işlem (açık/
laparaskopik), eşlik eden diğer cerrahi patolojiler, hastanede kalış
süresi, mortalite ve morbidite oranları elde edildi ve değerlendirildi.
Toplam 28 hastanın 15’i kadın ve 13’ü erkekti. Yaş ortalaması 57.78±
12.39 yıl (38-78) idi. Ventral insizyonel herni tamiri için operasyona
alınan hastaların 12’si laparaskopik olarak geriye kalan 16’sı açık
olarak ameliyat edildi. Fıtık boyutu ortalama 12.0±2.6 (5-32) cm
idi. Hastanede kalış süresi ortalama 5.75±5.25 (1-21) gündü. Her
iki grupta ikişer hastada cerrahi alan enfeksiyonu ve birer hastada
insizyon altında seroma haricinde başka bir komplikasyon görülmedi.
Dual Mesh ile LVHR ventral insizyonel herni tanılı vakalarda açık
cerrahiye kıyasla hastanede daha az kalış ve morbiditenin daha az
olması nedeniyle etkin ve güvenilir bir tedavi seçeneğidir.
Incisional hernia is a frequently encountered complication
after abdominal surgery and require repeat surgical repair. We
were retrospectively evaluated the patients underwent open and
laparoscopic ventral incisional hernia repair (LVHR) with Dual Mesh.
Between December 2008 and February 2015, age, gender, body mass
index, the location and size of the hernia, surgical procedure (open/
laparoscopic), accompanied which other surgical pathology, length
of hospital stay, mortality and morbidity rates were obtained and
evaluated of the patients who were admitted to our clinic and repaired
open and or laparoscopic surgery with Dual Mesh. A total of 28
patients, 15 were female and 13 were male. The mean age was 57.78±
12:39 (38-78) years. 12 patients were operated laparoscopically,
remaining 16 with open psurgery. Hernia size was 12.0±2.6 (5-32)
cm. The average length of hospital stay was 5.75±5.25 (1-21) days.
Except the two surgical site infection and one seroma in both groups,
no other complications or recurrences were seen. Ventral incisional
hernia repair with Dual mesh at LVHR compared to open surgery was
effective and safe treatment option with its short hospital stay and
less morbidity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Scheuermann Kifozu
Barış Özöner, Mehmet Çetinkaya, Rakesh Dhokia
Derleme
Özeti
Scheuermann Kifozu
Scheuermann’s KyphosIs
Hastalık ilk olarak Scheuermann tarafından, 1920 yılında, juvenilin dorsal kifozu olarak tanımlanmıştır. Scheuermann hastalığı adölesan çağda torakal hiperkofozun en sık nedenidir. İki alt tibi bulunmaktadır: Torakal ve torakolomber/lomber. Histolojik açıdan vertebral son plakalardaki düzensizlikler incelendiğinde, kollejen fibrillerde azalma veya kaybolma görülmektedir. Bunun sonucunda son plak devamlılığı bozulmakta ve disk materyalinin korpus içine protrüde olmasıyla Schmorl nodülleri ortaya çıkmaktadır. Bozulmalar vertebra korpusunda kamalaşmaya neden olmakta, bunun sonucunda dar açılanma gösteren kifotik deformite ortaya çıkmaktadır. Prevalans açısından bakıldığında, büyük serilerde %8’e varan oran görülmekte, hastalığın epidemiyolojisinde ise genetik geçiş ve mekanik stres faktörleri ön plana çıkmaktadır. Hastalığın semptomatik olması durumunda, ağrı deformiteye eşlik edebilir. Hastalığın klasik radyolojik tanımlaması, düzensiz vertebral son plak varlığı, 45 dereceyi geçen kifotik deformite ve en az 3 vertebrada bulunan ve 5 dereceyi geçen vertebra korpusunda olan kamalaşmayı içermektedir. Bazı olgularda kifoz ile minimal skolyoz birlikteliği görülebilmektedir. Tedavi ve takipte 50 derecenin altında kifozu olan olgularda periyodik radyolojik takip önerilmektedir. 75 dereceye kadar kifozu olan olgularda eğer iskelet matüritesi tamamlanmamış ise breys kullanımını uygundur. 75 dereceyi geçen olgularda ise; adölesanlarda breys uygulamasının başarısız olduğu durumlarda, erişkinlerde ise belirgin şekil bozukluğu olan ve konvansiyonel tedavi yöntemlerine rağmen ağrı şikayeti düzelmeyen olgularda cerrahi tedavi uygulanması düşünülmelidir.
The disease was first described by Scheuermann as the dorsal kyphosis of juveniles in 1920. Scheuermann's disease is the most common cause of thoracic hyperkyphosis in adolescence. There are two sub-types: thoracic and thoracolumbar / lumbar. Histologically, when the irregularities in the vertebral end plates are examined, collagen fibrils are seen to decrease or vanish. As a result, end-plate continuity deteriorates and Schmorl nodules appear when the disc material protrudes into the corpus. Deformations cause wedging in the vertebral corpus, resulting in narrow angled kyphotic deformity. In the large series, the prevalence is up to 8%, and the genetic transition and mechanical stress come into prominence in the epidemiology of the disease. Pain can be accompanied by deformity in symptomatic state. Classical radiological features include irregular vertebral endplates and kyphosis more than 45 degrees with 5 degrees of wedging in 3 or more vertebrae. In some cases, minimal scoliosis may accompany to kyphosis. Periodic radiologic follow-up is recommended for patients below 50 degrees of kyphosis. Bracing is appropriate in uncompleted skeletal maturation with kyphosis up to 75 degrees. In cases above 75 degrees, it is appropriate to perform surgical treatment when bracing is unsuccessful in adolescence and presence of exceeding pain despite the conventional methods and obvious deformity in adults.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
Meryem Aktan, Gül Kanyılmaz, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
PrognostIc Factors And Treatment Results In HIgh Grade GlIal Tumors: SIngle Center ExperIence
Amaç: Yüksek gradlı glial tümör tanısıyla cerrahi sonrası radyoterapi ve kemoterapi uygulanan hastaların genel özelliklerini, sağkalım sürelerini ve buna etki eden prognostik faktörleri incelemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Dosya takip bilgileri olan 166 olgunun verileri geriye dönük olarak incelendi. Çalışmaya grad 3 Anaplastik astrositom ve grad 4 Glioblastome multiforme tanısı histopatolojik olarak doğrulanmış olgular dahil edildi. Hastalara küratif radyoterapive eşzamanlı±adjuvan Temozolamid kemoterapisi uygulandı. Bulgular: Hastaların %73’ü erkek, %27’si kadındı ve ortanca yaş 57 idi. %21 hasta anaplastik astrositom, %79 hasta ise glioblastome multiforme tanılıydı. %40 hastaya total, %49 hasta subtotal olarak opere edilmiş, %11 hastadan ise tanı amaçlı sadece biopsi alınmıştı. Radyoterapi öncesi hastaların ortanca Karnofski performans değeri 90 idi. Hastaların %37 sine 3 boyutlu konformal radyoterapi uygulanırken %63 hasta yoğunluk ayarlı radyoterapi tekniğiyle tedavi edildi. %92 hastaya radyoterapiyle eşzamanlı Temozolamid uygulandı. Hastaların takip süresi ortanca 15 aydı. Genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için ortanca 82 ay, glioblastome multiforme için 15.5 aydı (p <0.001). 1,2 ve 5 yıllık genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için sırasıyla %77, %59 ve %55, glioblastome multiforme için ise sırasıyla %59, %33 ve %4 bulundu. <50 yaş hastalarda ortanca genel sağkalım 39.3 ay iken ≥50 yaşda 12.4 ay bulundu (p<0.001). Operasyon şekline göre genel sağkalım, total çıkarılanlarda 33.2 ay, subtotal çıkarılanlarda 13.8 ay, biopsi alınanlarda 4.9 ay bulundu (p=0.00). Performansı < 70 olanlarda genel sağkalım 8.1 ay iken, ≥70 olanlarda genel sağkalım 22.3 aydı (p=0.00). Üç boyutlu konformal radyoterapi uygulananlarda genel sağkalım 12.9 ay iken yoğunluk ayarlı radyoterapi uygulananlarda 21.5 aydı (p=0.005). Radyoterapi dozu < 60 Gy uygulananlarda genel sağkalım 7.8 ay iken 60 Gy verilenlerde 21.7 aydı (p=0.00). Eşzamanlı Temozolamid kullananlarda ortanca sağkalım 18.4 ay, kullanmayanlarda ise 7.2 ay olarak bulundu (p=0.03). Sonuç: Sonuç olarak hastanın tanısı, yaşı, operasyon şekli, performansı, radyoterapi dozu, kemoterapi kullanımı sağkalım üzerine olumlu etkisi gösterilmiş olup sonuçlarımız literatür ile uyumludur.
Aim: The aim of the present study was to evaluate the general characteristics, survival time and prognostic factors affecting the high grade glial tumor after radiotherapy and chemotherapy. Patients and Methods: Data of 166 patients were retrospectively analyzed. Included histopathologically confirmed cases were grade 3 anaplastic astrocytoma and grade 4 glioblastoma multiforme. Patients were treated with curative radiotherapy and simultaneous ± adjuvant Temozolamide. Results: 73% of the patients were male, 27% were female and the median age was 57 years. 21% were anaplastic astrocytomas, 79% were glioblastom multiforme. 40% of the patients were total, 49% of the patients were subtotally operated and 11% of the patients had only biopsy for diagnostic purposes. The median Karnofski performance score of the patients before radiotherapy was 90. 3-dimensional conformal radiotherapy was applied to 37% of the patients, 63% of the patients were treated with intensity-adjusted radiotherapy technique. Simultaneous Temozolamide was administered with 92% of patients’ radiotherapy. The median follow-up time was 15 months. Overall survival rates were 82 months for anaplastic astrocytoma and 15.5 months for glioblastome multiforme (p <0.001). Overall survival rates at 1, 2, and 5 years were 77%, 59%, and 55% for anaplastic astrocytoma and 59%, 33%, and 4% for glioblastome multiforme, respectively. Median overall survival in patients aged <50 years was 39.3 months, while age ≥50 years was 12.4 months (p <0.001). Overall survival according to operation pattern was 33.2 months in total exposures, 13.8 months in subtotal resections, and 4.9 months in biopsies (p = 0.00). Overall survival was 8.1 months with a performance of <70, while overall survival was 22.3 22.3 months with ≥70 (p = 0.00). Overall survival was 12.9 months in patients who underwent three-dimensional conformal radiotherapy and 21.5 months in patients undergoing intensity-adjusted radiotherapy (p = 0.005). Overall survival was 7.8 months when applied to radiotherapy dose <60 Gy and 21.7 months when given 60 Gy (p = 0.00). Median survival was 18.4 months and 7.2 months, respectively, using concurrent Temozolamide (p = 0.03). Conclusion: In conclusion, the patient’s diagnosis, age, operative form, performance, radiotherapy dose, chemotherapy usage and survival were positive and our results are compatible with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adlı Tıp Acısından Av Tufeklerının Onemı
Akif İnanıcı, Bülent Üner, İshak Gürsel Günaydın
Araştırma makalesi
Özeti
Adlı Tıp Acısından Av Tufeklerının Onemı
Importance Of Shotguns ConcernIng ForensIc MedIcIne
Tüm dünyada oldugu gibi, iilkemizde de atecli si-lahlarla iclenen surlar onemli bir yere sahiptir. Ate li silahlarla iflenen suclar arastnda ise ozellikle ktrsal kesimde av tiifeginin kullantldtgt olaylar °I-thaca biiyia bir orandathr. Bu tiir olaylartn ori-jininin saptanmast kin av tufegi ye filegi yapistnin iyi hilinmesi gerekmektedir. Boylelikle meydana ge-tirilen yarantn yorumlanmast ile olaytn orijininin sap. tanmast miimkan olacakttr. Bu califmada, av tii-fegi ve hakkinda genet bilgiler verildigi gibi, olaytn orijinini saptama •alltmalaruun temelini olu§turan att§ mesafesi saptanmastnda gikoniinde bulunduritIntast gereken kriterler de actklanmtotr.
As all over the world, crimes commited with fi-rearms are widely spread in Turkey. Particulary in the rural areas, crimes commited by shotguns are common. To have accurate knowledge about a shot-gun and a shotgun shell is essential for judicial pro-ceedings. Correct investigation of wound will help the origin of case. In this study not only general in-formation about shotgun and shotgun shell but also fundamentals off ring distance which may help for-ming the criterias of case have been given.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Skleral Fiksasyonlu Göz İçi Lensi İmplantasyonu Sonuçlarımız
Alparslan Şahin, Ümit Kamış, Refik Oltulu, Şaban Gönül
Araştırma makalesi
Özeti
Skleral Fiksasyonlu Göz İçi Lensi İmplantasyonu Sonuçlarımız
Results Of Scleral Sutured Intraocular Lens ImplantatIon
Amaç: Skleral fiksasyon tekniği ile arka kamaraya göz içi lensi implantasyonu sonuçlarının değerlendirilmesi. Yöntem: Ocak 2002 ile Aralık 2006 tarihleri arasında skleral fiksasyon tekniği ile göziçi lensi implante edilen 34 olgunun 34 gözüne ait kayıtlar retrospektif olarak değerlendirildi. Olgular, yaş, cinsiyet, primer veya sekonder GİL implantasyonu, implante edilen GİL cinsi, görme keskinliği, göziçi basıncı ve komplikasyonlar yönünden incelendi. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 52.55±22.08 yıl (4-83) idi. Ortalama takip süresi 6.41±6.49 (3–36) aydı. Postoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinliği PMMA GİL grubunda 0.39±0.35, katlanabilir GİL grubunda 0.57±0.27 olarak saptandı (p=0.146). Primer GİL implante edilen grupta postoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinliği 0.44±0.34 iken, sekonder GİL implante edilen grupta ise 0.47±0.32 olarak saptandı (p=0.758). Postoperatif komplikasyon oranı PMMA GİL grubunda %40.9, katlanabilir GİL grubunda %16.6 olarak saptandı.Postoperatif göziçi basıncı yükselmesi ve kistoid maküler ödem başlıca komplikasyonları oluşturmaktaydı. İmplante edilen 22 GİL PMMA,12 GİL ise 3 parçalı hidrofobik akrilik idi. Sonuç: Kapsül ve zonül desteğin yeterli olmadığı gözlerde skleral fiksasyon ile GİL implantasyonu tercih edilebilir bir yöntemdir. Her iki GİL tipi ile görsel sonuçlar benzer olsa da, katlanabilir GİL ile skleral fiksasyon tekniği daha az zaman almakta, daha düşük komplikasyon oranı saptanmakta ve erken görsel rehabilitasyona imkan sağlanmaktadır. Katlanabilir GİL ile skleral fiksasyon tekniğinin etkinliği ve güvenilirliği için daha fazla sayıda olgu ile uzun süre izlemli çalışmalar yapılması yararlı olacaktır.
Aim: To evaluate the results of posterior chamber intraocular lenses implanted by scleral fixation technique. Method: 34 eyes of 34 cases which had intraocular lens implantation by scleral fixation method between January 2002 to December 2006 were retrospectively evaluated. The parameters evaluated were the age and sex distribution, primary or secondary IOL implantation, type of implanted intra ocular lens, visual acuity, intra ocular pressure and complications. Results: The mean age of the patients was 52.55± 22.08 years (range 4 to 83 years). The mean follow up time was 6.41±6.49 (3–36) months. The mean postoperative best corrected visual acuities (BCVA) in PMMA IOL group and foldable IOL group were, 0.39±0.35 and 0.57±0.27, respectively (p=0.146). The mean postoperative best corrected visual acuities (BCVA) in primary implantation group and secondary implantation group were, 0.44±0.34 and 0.47±0.32, respectively (p=0.758). The postoperative complication rates in PMMA IOL group and foldable IOL group were 40.9% and 16.6%, respectively. Postoperative IOP increase and cystoid macular edema were the main complications. Implanted twenty-two IOLs were PMMA, and twelve were 3-piece hydrophobic acrylic. Conclusion: Implantation with scleral fixation of IOLs may be preferred in eyes with absence of zonular and capsular support. Although visual outcomes were similar for the two IOL types, scleral fixation of foldable IOLs take less time, have low incidence of complications and earlier visual rehabilitation. Long term studies with larger number of patients may better define the role of scleral sutured posterior chamber intraocular foldable lens implantation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Embryo Transfer Tekniğinde Kanıta Dayalı Yaklaşım
Mehmet Sakıncı, Cihangir Mutlu Ercan
Derleme
Özeti
Embryo Transfer Tekniğinde Kanıta Dayalı Yaklaşım
Embryo Transfer TechnIque: EvIdence Based Approach
Literatürdeki çalışmaları gözden geçirerek embryo transfer tekniğinde kanıta dayalı yaklaşım oluşturmak. Embryo transfer tekniği başarının sağlanmasında önemli bir role sahip olmasına karşın, literatürde bu konu ile ilgili sınırlı sayıda randomize kontrollü çalışma bulunmaktadır. Literatürdeki çalışmaların sonuçlarına bakıldığında; Transferin ultrason eşliğinde ve mümkün olduğunca zorlanma olmadan, atravmatik bir teknikle yapılması, yumuşak kateterlerin kullanımı başarı ile ilişkili gözükmektedir. Embryo transferinde uygun tekniklerin kullanımı gebelik oranlarında artışa yol açacaktır.
To find an evidence based approach in embryo transfer technique by reviewing relevant studies in the literature. Although the embryo transfer technique has an important role for success, there are limited randomised controlled studies about this issue in the literature. When the results of the studies are reviewed; performing the transfer by ultrasound guidance, with ease and with an atraumatic technique and using soft catheters seem to be related with success. Using appropriate techniques in embryo transfer procedure will enable increased pregnancy rates
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Hayrullah Alp, Sevim Karaarslan, Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hakan Altın, İlknur Yavuz
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Body Temperature In Down Syndrome ChIldren WIth CongenItal Heart DIsease
Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda gün içerisindeki vücut ısı değerlerinin belirlenmesi ve bulguların kontrol grubu ile karşılaştırılması. Çalışmaya, hastanemiz çocuk kardiyoloji servisinde Eylül-2010 ve Ağustos-2011 tarihleri arasında enfeksiyon dışı çeşitli nedenler ile yatırılarak takip edilen ve doğuştan kalp hastalığı bulunan 51 Down sendromlu vaka alındı. Kontrol grupları ise sırasıyla Down sendromu olmayan doğuştan kalp hastalığı bulunan ve bulunmayan olmak üzere her biri 26 kişiden oluşan çocuklardan seçildi. Tüm gruplarda yatış esnasında; sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı belirlendi. Ayrıca, açıklanamayan ve sık tekrarlayan üst veya alt solunum yolu enfeksiyonu öyküsü olan Down sendromlu vakalarda humoral ve hücresel immün sistemler değerlendirildi. Tüm hastalarda sabah, öğlen, akşam ve gece ikişer kez olmak üzere toplam sekiz zaman diliminde vücut ısısı ölçümü yapıldı. Gruplar arasında sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı açısından istatistiksel anlamlılık tespit edilmedi. Down sendromlu vakalarda en sık tespit edilen doğuştan kalp hastalığı izole ventriküler septal defektti. Down sendromlu grup ile diğer iki kontrol grupları arasında ölçüm yapılan tüm zaman aralıklarında, vücut ısısı değerleri açısından anlamlı fark olduğu ve Down sendromlu vakalarda bazal vücut ısısının gün boyunca yüksek seyrettiği görüldü. Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda bazal vücut ısısı gün içerisinde sağlıklı çocuklara göre daha yüksek seyretmektedir. Bunun nedeni eşlik eden hemodinamik bozukluklardan öte bu Down sendromunda hipotalamik termoregülatuvar merkezin bozukluğundan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle Down sendromlu vakalarda ateş için sınır değer sağlıklı çocuklardan farklı olmalıdır.
Evaluation of body temperature in a day period in Down syndrome children with congenital heart disease and comparison of results with control group. Fifty-one Down syndrome children with congenital heart diseases who were hospitalized and followed up in pediatric cardiology clinic because of various non-infectious etiologies between September 2010 and August 2011 were included in the study. The two control groups were selected from 26 non-Down children who had and had not congenital heart disease respectively. Sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts were determined in all groups during hospitalization. Humoral and cellular immune systems were evaluated in Down syndrome patients with recurrent and/or nonexplained upper and lower airway infectious. Body temperature was determined in all patients twice a day in morning, noon, evening and night. No statistical differences was detected between the groups according to sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts. Isolated ventricular septal defect is the most common detected congenital heart disease in Down syndrome patients. Body temperature measurements were statistically different in Down syndrome group than two control groups and it was detected that basal body temperature was higher during the day. Body temperature is higher in Down syndrome children with congenital heart disease during the day. This is because of the defect in hypothalamic temperature regulator center rather than the hemodynamic defect. For this reason the limit temperature of fever in Down syndrome patients should be different than healthy children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelerin Kan Lenfositlerinde Agnor Ve Mn Değeri İle
anae Ve Acp-Az Pozitivitelerinin Belirlenmesi
Baki Akbulut, Emrah Sur, Dürdane Nil Okur
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelerin Kan Lenfositlerinde Agnor Ve Mn Değeri İle
anae Ve Acp-Az Pozitivitelerinin Belirlenmesi
DetermInatIon Of The Agnor Parameters, Mn Frequency, Anae And
acp-Ase PosItIvIty Of Pbl In Pregnants
Bu çalışma, bayanlarda hamileliğin perifer kan lenfositlerinin alfa
naftil asetat esteraz (ANAE) ve asit fosfataz (ACP-az) aktiviteleri
ile perifer kan lenfosit oranları üzerindeki etkilerinin belirlenmesi
amacıyla yapıldı. Ayrıca perifer kan lenfositlerinde mikronükleus
(MN) sıklığı ile bazı AgNOR parametreleri de belirlendi. Bayanlar
Kontrol; I. trimester; II. trimester ve III. trimester olmak üzere 4
gruba ayrıldılar (n= 10). Perifer kan örneklerinden hazırlanan kan
frotilerine ANAE ve ACP-az demonstrasyonu ile modifiye MayGrünwald-Giemza
ve AgNOR boyamaları uygulandı. En düşük ANAEpozitif
lenfosit oranı II. trimesterde tespit edilirken (%58,2) gruplar
arasındaki farklar istatistiksel açıdan önemli bulundu (p<0,05). I.
(57,9%) ve III. trimesterde (%57,8) ACP-az pozitif lenfosit oranlarında
istatistiksel olarak önemli düşüşler gözlendi. Hamilelik süresince
perifer kan lenfosit oranlarında belirgin düşüşler dikkati çekerken
(p<0,05) en yüksek null hücre oranı (%11) I. trimesterde tespit
edildi. MN sıklığında hamilelik süresince belirgin artışlar gözlendi
(p<0,05). AgNOR sayılarında gruplar arasında fark tespit edilmezken;
AgNOR alanı/Çekirdek alanı oranının hamilelikle birlikte artarak en
yüksek değerine (%10,22) III. trimesterde ulaştığı görüldü (p<0,05).
Trimesterler arasında bazı farklar olsa da hamileliğin ANAE- ve ACPaz
pozitif perifer kan lenfosit oranları ve perifer kan lenfosit oranı ile
MN sıklığı ve bazı AgNOR parametrelerini etkilediği sonucuna varıldı.
This study was performed to determine the effects of pregnancy
on the positivity rates of alpha- naphthyl acetate esterase (ANAE)
and acid phosphatase (ACP-ase) of the peripheral blood lymphocytes
(PBL) and PBL percentages in pregnant women. Micronucleus
frequency (MN) and some AgNOR parameters of PBL were also
estimated. Women divided into four groups as Control; Trimester I
(TRI); Trimester II (TRII) and Trimester III (TRIII) (n= 10 for each
group). ANAE and ACP-ase demonstrations, modified May-Grünwald
Giemsa and AgNOR staining were performed on blood smears
prepared from peripheral blood samples. The lowest T-lymphocytes
percentage (58,2%) was determined in TRII and the differences
between the groups were statistically important (p<0,05). There was a
statistically significant decrease in the proportions of the ACP-ase (+)
lymphocytes in TRI (57,9%) and TRIII (57,8%). A dramatic reduction
in the percentage of PBL was recorded during pregnancy (p<0,05),
whereas the highest null cell rates (11%) were found in TRI. A distinct
increasing was observed in MN frequency during pregnancy (p<0,05).
There was no difference in mean AgNOR counts between the groups,
whereas AgNORs area/nucleus area increased during pregnancy and
it gained its highest value (10,22%) in TRIII. It was concluded that the
ANAE- and ACP-ase positive PBL proportions, PBL percentages, MN
frequency and some AgNOR parameters were affected by pregnancy
although there were some differences among the TRs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Canlı Vericilerde Renal Arterlerin Digital Subtraksiyon
anjiyografi İle Değerlendirilmesi
Kamil Çıra, Kağan Çeken, Mehmet Sedat Durmaz, Hakan Demirtaş, Cemil Göya, Cihad Hamidi
Araştırma makalesi
Özeti
Canlı Vericilerde Renal Arterlerin Digital Subtraksiyon
anjiyografi İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Renal ArterIes In LIvIng Donors WIth DIgItal SubtractIon
angIography
Canlı böbrek verici adaylarında renal arterlerin Digital
Subtraksiyon Anjiyografi (DSA) ile değerlendirilmesi ve bulguların
cerrahi sonuçlar ile karşılaştırılması amaçlandı. DSA yapılan 180
böbrek verici adayı retrospektif olarak değerlendirildi ve bulgular
cerrahi operasyon bulguları ile karşılaştırıldı. Arşiv sisteminden
çağrılarak elde edilen böbrek verici adaylarının DSA görüntüleri,
çalışma istasyonlarında bu konuda deneyimli iki radyolog tarafından
retrospektif olarak, hasta bilgilerinden kör olarak ve randomize olarak
incelendi. DSA yapılan 180 böbrek verici adayının DSA bulgularına
göre 158’inde (% 87,8) tek renal arter, 22’inde (% 12,2) multipl renal
arter, operasyon notlarına göre ise 156’sında (% 86,6) tek renal arter,
24’ünde (% 13,3) multipl renal arter saptandı. DSA ile operasyon
notları karşılaştırıldığında 154 verici adayında bulguların aynı
olduğu görüldü. Altı böbrek verici adayında ise bulgularda farklılıklar
mevcuttu. Bu bulgular doğrultusunda doğruluk oranımız % 96 olup,
operasyon notlarına göre multiple renal arter saptanmasındaki
duyarlılık ve özgüllük oranlarımız sırasıyla % 83 ve % 98 olarak
hesaplandı. Canlı böbrek vericilerinde, özellikle sol taraf renal
arterlerin doğru şekilde ortaya konması, varyasyonlarının belirtilmesi
çok önemlidir. DSA böbrek damar yapısının görüntülenmesi için altın
standart kabul edilmektedir, renal arterlerin seyrini, normal anatomisi
ve varyantlarını bütün ayrıntılarıyla, yüksek doğruluk oranıyla ortaya
koymaktadır.
The objective of this study was to evaluate renal arteries in
living kidney candidate donors through DSA as well as compare
and contrast the findings with surgical findings. 180 kidney donor
candidates were evaluated through retrospective analysis and
findings were compared and contrasted with surgical operation notes.
DSA images of kidney donor candidates collected from the back-up
service were randomly and independently from patient credentials
examined in laboratory stations through retrospective analysis by two
experienced radiologists. According to DSA findings of 180 kidney
donor candidates, 158 donors (87,8%) were diagnosed with single
renal artery and 22 donors (12,2%) were diagnosed with multiple
renal artery while 156 donors (86,6%) were diagnosed with single
renal artery and 24 donors (13,3%) were diagnosed with multiple
renal artery according to surgical operation notes. Comparing and
contrasting DSA findings with those of surgical operation notes,
it was marked that 154 donors owned the same findings while 6
donors were diagnosed with different findings. In accordance with
these findings, our accuracy rate was 96% and our sensitivity and
specificity ratios in multiple renal artery diagnosis were measured as
83% and 98% respectively based on operation notes. It is of great
significance to evaluate left side renal arteries accurately as well as
to identify their variations in living kidney donors. DSA is regarded as
golden standard in imaging vascular structure of kidney and it proves
the pace, normal anatomy as well as variations of renal arteries
accurately and in great detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezlerde Ağırlık Kaybı İçin Uygulanan Elektroakupunktur Ve Diyet Tedavisinin Serum Lipid Düzeylerine Akut Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Neyhan Ergene, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Obezlerde Ağırlık Kaybı İçin Uygulanan Elektroakupunktur Ve Diyet Tedavisinin Serum Lipid Düzeylerine Akut Etkileri
Acut Effects Of Acupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon For VveIght Loss In Obese People On Levels Of Serum LIpIds.
Amaç: Obezlerde elektroakupunktur tedavisinin vücut ağırlığına, serum kolesterol, trigliserit, HDL kolesterol ve LDL kolesterol düzeylerine etkilerini incelemektir. Yöntem: Yaş ortalamaları 39.8+5.3, vücut kitle indeksleri (VKİ) 34.8±3.3 olan 22 kadına elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 42.7±3.9, VKİ’leri 34.9±3.3 olan 21 kadına diyet programı uygulandı. Ayrıca yaş ortalamaları 43.3+4.3, VKİ’leri 32.2±3.4 olan 12 kadından da kontrol grubu oluşturuldu. Elektroakupunktur kulak noktalarından hungry ve shenmen, vücut noktalarından Ll 4, Ll 11, St 25, St 36, St 44 ve Liv 3 kullanılarak, günde tek seans, 30 dakika, diyet programı ise günde 1425 kcal. diyet verilerek 20 gün süre ile uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur uygulamasıyla % 4.8, diyet uygulaması ile % 2.9 oranında ağırlık kaybı gözlenirken; EA uygulamasıyla serum kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol düzeylerinde ve diyet uygu lamasıyla serum kolesterol, trigliserit düzeylerinde azalma gözlendi. Sonuç: Obezlerde elektroakupunktur uygu lanmasının, muhtemelen serum beta endorfin düzeyinin yükselmesiyle, lipolitik etki yaparak serum kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol düzeylerini düşürmesi, obezite ile birlikte görülen risk faktörlerini azaltabileceği ve ayrıca enerji depolarını mobilize ederek ağırlık kaybına katkı sağlayabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: To investigate the effect of acupuncture therapy in obeses on body weight, levels of serum cholesterol, triglycerides, HDL cholesterol and LDL cholesterol. Methods: Electroacupuncture applied to 22 women with mean body mass index (BMI) of 34.8+3.3 and mean age of 39.8+5.3 and diet restriction to 21 women with BMI of 34.9±3.3 and mean age of 42.7+3.9. Control group also consisted of 12 vvomen with BMI of 32.2+3.4 and mean age of43.3±4.3. Electroacupuncture (EA) applied to earpoints of Hunger and Shen Men, and to body points of Ll 4, Ll 11, St 25, St 36, St 44 and Liv 3 as önce daily for 30 minutes. Diet restriction was applied for 20 days as 1425 kcalorie diet program. Results: VVeight loss of 4.8% follovving electroacupuncture application and 2.5% follovving diet restriction and also on reduction of serum levels of cholesterol, triglycerides, LDL cholesterol follovving EA and cholesterol and triglycerides follovving diet restriction were observed. Conclusion: VVe presume that elec troacupuncture application in obeses rises serum beta endorphin level and therefore possible creates lipolytical effect thus reduces the levels of serum cholesterol, triglycerides, LDL cholesterol, then this may reduces the risk factors at obesity and mobilizes the energy Stores and causes a vveight reduction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
Bülent Ataş, Serkan Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
The Changes Of Heat Shock ProteIn 90 Alpha And VItamIn Levels In PedIatrIc PatIens WIth FamIlIal MedIterranean Fever
Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tanılı hastalarımızın atak ve remisyon dönemlerinde ısı şok protein (HSP) 90 alfa ve vitamin düzeyindeki değişimleri sağlıklı gönüllülerle kıyaslamak ve bu moleküllerin AAA atağını kontrol etmede, amiloid birikimini önlemede faydasının olup olmayacağını araştırmak, ayrıca bu moleküllerin AAA gen mutasyonları ile ilişkilerinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemiz çocuk nefrolojisi bölümünde AAA tanılı 6 ay-18 yıl arası 30 hastadan atak ve remisyon dönemlerinde ve 30 sağlıklı gönüllüden alınan kan örneklerinde HSP 90 alfa, A vitamini, B 12 vitamini, D vitamini, E vitamini ve folik asit düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar istatistiki olarak birbirleriyle kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların 19’u (%63,3) erkek, 11’i (%36,7) kızdı ve yaş ortalaması 11 yıldı. Hastaların atak döneminde en sık başvuru şikayeti ateşten sonra 19 (%63,3) hastada karın ağrısı idi ve sadece yüksek ateş beş (%16,7) hastada saptandı. En sık genetik mutasyon M694V 14 (%46,7) hastada varken beş (%16,7) hastada mutasyon saptanmadı. HSP 90 alfa atak grubunda en yüksek, en düşük ise remisyon grubunda olmasına rağmen gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. B12 vitamini gruplar arasında anlamlı düzeyde farklıydı ve en yüksek değer kontrol grubundaydı. D vitamini atak ve remisyon grupları arasında anlamlı derecede farklıydı ve en yüksek değer atak grubunda idi. Ayrıca D vitamini düzeyi erkeklerde anlamlı yüksekti. A vitamini, E vitamini ve folik asit değerleri arasında anlamlı fark bulunmadı. AAA gen mutasyonlarının HSP 90 alfa ve vitamin düzeyleri üzerinde etkili olmadığı saptandı.
Sonuç: Bulgularımız AAA'da serum HSP 90 alfa, D vitamini, E vitamini ve folik asit değerlerinin normal olduğunu, ancak B12 vitamini ve A vitamini düzeylerinin atak ve remisyon sırasında düşük olduğunu göstermiştir. Ancak konuyla ilgili daha geniş serileri içeren prospektif çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: It was aimed to compare with healthy volunteers the changes in heat shock protein (HSP) 90 alpha and vitamin levels during exacerbation and remission periods in our patients with familial Mediterranean fever (FMF), to research whether these molecules will benefit in control of FMF exacerbation and prevention of amyloid accumulation, and also to investigate the relationship of these molecules with FMF gene mutations.
Patients and Methods: HSP 90 alpha, vitamin A, vitamin B 12, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were studied in 30 patients with AAA diagnosed in our hospital's pediatric nephrology department during the exacerbation and remission periods and 30 healthy volunteers. The results were compared statistically.
Results: In our series, 19 (63.3%) of the patients were male, 11 (36.7%) were female, with a mean age of 11 years. The most common presenting complaint was abdominal pain (n=19; 63.3%) after fever and only high fever was found to be present in five (16.7%) patients. The most common genetic mutation was M694V (n=14; 46.7%), whereas no mutation was detected in five (16.7%) patients. Although HSP 90 alpha was the highest in the exacerbation group and the lowest in the remission group, there was no significant difference between the groups. Vitamin B12 was significantly different between the groups and the highest value was in the control group. Vitamin D was significantly different between the exacerbation and the remission groups and the highest value was in the exacerbation group. In addition, vitamin D levels were significantly higher in boys. There was no significant difference between vitamin A, vitamin E and folic acid levels. FMF gene mutations did not affect HSP 90 alpha and vitamin levels.
Conclusion: Our findings showed that serum HSP 90 alpha, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were normal in AAA, but vitamin B12 and vitamin A levels were low during exacerbation and remission. However, we think that prospective studies including larger series should be performed about the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetik Ayak
Ahmet Kaya, Laika Karabulut, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabetik Ayak
The DIabetIc Foot
Diabetik bir kişide nöropati, infeksiyon ve damarsal bozukluklar nedeniyle ayakta sıklıkla malformasyonlar oluşmaktadır. 70 diabetik hastanın (10 tip 1,60 tip II) 16'sında radyografik olarak kemiklerinde destrüksiyon saptandı. Bu 16 hastanın 7'inde ayak derisinde eritem, ülserasyon ve ayakta gangrene lezyonlar tespit edildi. Cilt lezyonu ve gangren bulunmayan 55 diabetik hastanın ise 9'unda ayak kemiklerinde radyolojik olarak destrüksiyon gösterildi. Diabet süresi ve hastanın yaşı ile ayak lezyonları ara-sında bir ilişki kurulamadı. Kalp yetmezliği cilt lezyonlarını hızlandıran en önemli etkendir. Ayrıca ayak hijyeninin iyi olmaması olayı proveke etmektedir. Bu nedenle diabetik ayakta oluşacak komplikasyonları önleyebilmek için ayak bakımı ve proveke edici etkenlerden hastaya uzak tutmak gerekmektedir.
In a diabetic person, foot malformations frequently occur due to neuropathy, infection and vascular disorders. Radiographic destruction of bones was detected in 16 of 70 diabetic patients (10 type 1.60 type II). In 7 of these 16 patients, erythema, ulceration and gangrenous lesions were detected on the skin of the feet. Radiological destruction of the foot bones was demonstrated in 9 of 55 diabetic patients without skin lesions and gangrene. No relationship could be established between the duration of diabetes and the patient's age and foot lesions. Heart failure is the most important factor that accelerates skin lesions. Also, poor foot hygiene provokes the event. Therefore, in order to prevent complications that may occur in the diabetic foot, it is necessary to keep the patient away from foot care and provoking factors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Malign Hastalıklarda Otolog Hematopoietik Kök Hücre Nakli-12 Yıllık Deneyim
İbrahim Kartal, Ayhan Dağdemir, Oğuz Salih Dinçer, Murat Elli, Canan Albayrak
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Malign Hastalıklarda Otolog Hematopoietik Kök Hücre Nakli-12 Yıllık Deneyim
Autologous HematopoIetIc Stem Cell TransplantatIon In PedIatrIc MalIgnant DIseases: 12 Years Of ExperIence
Amaç: Bu çalışmada yüksek riskli pediatrik solid tümör hastalarında uyguladığımız otolog hematopoietik
kök hücre tedavisinin (OHKHT) etkinlik ve güvenilirliğini 12 yı llık tecrübemizle paylaşmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2009-Temmuz 2021 tarihleri arasında Çocuk Kemik İliği Nakil Ünitesi'nde 18
yaş altı OHKHT yapılan pediatrik maligniteli hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Ortanca yaşı 7,8 (0,5-18) yıl olan 51 hasta (24 kız, 27 erkek) çalışmaya dahil edildi: sırasıyla
nöroblastom, ewing sarkomu, hodgkin lenfoması, hodgkin dışı lenfoma, germ hücreli tümör ve yumuşak
doku sarkomu olan 20, 15, 8, 4, 2 ve 2 hasta vardı. Hastaların nötrofil ve trombosit engraftman ortanca
süreleri sırasıyla 11 (8-45) gün ve 16 (4-62) gün ve ortanca hastanede kalış süresi 38 (17-67) gün idi.
Tüm hastalarda ortanca takip süresi 2.83 (0.12-10.81) yıl ve genel sağkalım %51.3±10.3; Ewing sarkomu
ve nöroblastom olgularının ortanca takip süreleri ve sağkalım oranları sırasıyla 2,63 (0,12-10,55) yıl ve
% 64,2 ±14,9 ve 2,81 (0,31-7,91) yıl ve %42,8±12 idi. Nöroblastom hastalarında; karboplatin, etoposid,
melfalan (CEM) hazırlık rejimi olarak alan 4 hastanın tümü ölürken, hazırlık rejimi olarak busulfan ve
melfalan (Bu/Mel) rejimi alan 16 hastanın 6'sı öldü: Bu/Mel grubunun ortanca takip süresi 3.08 (0.32-7.91)
yıl ve genel sağkalım %55,1±13,8 idi (p:0,001).
Sonuç: Hasta sayımızın sınırlı olmasına rağmen, kliniğimizde Ewing sarkomu ve nöroblastom
olgularımızda elde edilen verilerde ve literatürde OHKHT'nin yapılmayan hastalara göre daha iyi sağkalım
sağladığı görülmektedir.
Aim: In this study, we discuss the efficacy and safety of autologous hematopoietic stem cell transplantation
(AHSCT) for high-risk pediatric solid-tumor patients based on 1 2 years of experience.
Patients and Methods: The data of patients aged < 18 years with pediatric malignancies who underwent
AHSCT between January 2009 and July 2021 at the Pediatric Bone Marrow Transplant Unit were evaluated
retrospectively.
Results: Fifty-one patients (24 girls and 27 boys; median age, 7.8 years; range: 0.5–18 years) were
enrolled in the study; 20, 15, 8, 4, 2, and 2 patients had diagnoses of neuroblastoma, Ewing’s sarcoma,
Hodgkin’s lymphoma, non-Hodgkin’s lymphoma, germ cell tumor, and soft tissue sarcoma, respectively.
The median neutrophil and platelet engraftment times were 11 (8–45) and 16 (4–62) days, respectively,
and the median hospital stay was 38 (17–67) days. The median follow-up time was 2.83 (0.12–10.81)
years and the overall survival (OS) rate was 51.3 ± 10.3% for all patients; the median follow-up times
and survival rates for the Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases were 2.63 (0.12–10.55) years and
64.2 ± 14.9%, and 2.81 (0.31–7.91) years and 42.8 ± 12%, respectively. All four patients who received
the conditioning regimen of carboplatin, etoposide, and melphalan (CEM) died; 6 of 16 neuroblastoma
patients who received the busulfan and melphalan (Bu/Mel) regimen as a conditioning regimen died: the
median follow-up period of the Bu/Mel neuroblastoma patients was 3.08 (0.32–7.91) years and the OS
rate was 55.1 ± 13.8%.
Conclusion: Although the number of patients in this study was limited, AHSCT resulted in better survival
for Ewing’s sarcoma and neuroblastoma cases than reported for those who did not undergo AHSCT in
our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Candida Türlerinin Dağılımı Ve Amfoterisin B Ve Flukonazole İn Vitro Duyarlılıkları
Mustafa Altay Atalay, Hafize Sav, Gonca Demir, Ayşe Nedret Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Candida Türlerinin Dağılımı Ve Amfoterisin B Ve Flukonazole İn Vitro Duyarlılıkları
DIstrIbutIon Of CandIda SpecIes Isolated From Blood Cultures And InvItro SusceptIbIlItIes To AmphoterIcIn B And Fluconazole
Fungal kan dolaşımı enfeksiyonları, immün yetmezlikli hastalarda mortalite ve morbiditenin önde gelen nedenlerinden birisidir. İnvazif kandidiyazise neden olan türler arasında Candida albicans halen en sık görülen patojen olmakla beraber diğer Candida türlerinin de oranı artmaktadır. Bu çalışmada kan kültürlerinden izole edilen Candida türlerinin tanımlanması ve bunların amfoterisin B ve flukonazole duyarlılıklarının araştırılması amaçlandı. Temmuz 2009–2011 tarihleri arasında 97 hastanın kan kültüründen izole edilen Candida türleri çalışmaya alındı. İzolatların tanımlanmasında, germ tüp testi, mısır unu-Tween 80 agar besiyerindeki morfolojik görünümleri ve API 20C AUX (Biomerieux, Fransa) sistemi kullanıldı. C. albicans en çok (% 68) izole edilen tür olup bunu C. parapsilosis (% 14.5) ve C. glabrata (% 9.3) izledi. Amfoterisin B, flukonazol duyarlılıkları ve Minimum İnhibitör Konsantrasyon (MİK) değerleri E-test ( AB Biodisk, İsveç) yöntemiyle yapıldı. İzole edilen tüm Candida suşları amfoterisin B’ye duyarlı bulundu. Flukonazole dirençli bir ve doza bağlı duyarlı altı C. glabrata suşu dışındaki hiçbir Candida suşunda flukonazole direnç saptanmadı.
Fungal bloodstream infections are a leading cause of morbidity and mortalite in the immunosuppressed patients. While Candida albicans remains the predominant pathogen, the proportion of invasive candidiasis caused by other species of Candida continues to increase. In this study the identification of the Candida species isolated from blood cultures and investigation of their susceptibilities against amphotericin B and fluconazole was aimed. Candida strains isolated from 97 patients blood cultures within the time period of July 2009-2011 were included in the study. Identification of the strains, germ tube test, morphological appearance of corn meal-Tween 80 agar medium and API 20C AUX (Biomeriux, France) were used. The most common Candida form was C. albicans (68 %) followed by C. parapsilosis (14.5 %) and C. glabrata (9.3 %). Amphotericin B, fluconazole susceptibilities and Minimum Inhibitory Concentrations (MIC) values were measured with E-test method. All Candida strains were susceptible to amphotericin B. Except the flukonazole resistant one and dose-dependent susceptible six C.glabrata isolates, non of Candida isolates were resistant to fluconazole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
Durmuş Deveci, Filiz Şanlı Yılmaz, Yakup Güven, Metin Acıel, Ahmet Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
The Effects Of IschaemIa And Overload On Muscle Mass And FIbre SIze Över TIme.
Amaç: Bu çalışma; değişik zaman süreçlerinde, iskemik ve normal koşullarda ekstensor dijitorum longus (EDL) ve ekstensor hallusls proprius (EHP) kasları aşırı yüklendiği zaman, kas hipertrofisinin nasıl etkilendiğini ve ayrıca aynı kas İçerisindeki farklı çaptaki kas liflerinin buna nasıl bir cevap verdiğini gözlemlemek üzere planlanmıştır. Yöntem: Deneylerde 87 erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar kontrol, iliak arterin bağlanmasıyla oluşturulan iskemik, TA kasının çıkarılmasıyla diğerlerinden EDL ve EHP’nin üzerine ek yükün bindiği aşırı yüklenen (AY), ve aşırı yükle nen ve aynı zamanda iskemik (AY+I) olan olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Histolojik İncelemeler kriyostad kesitler üzerinde yapıldı. Bulgular: EDL de ilk dört hafta boyunca hipertrofiye aynı oranda cevap gözlendi (P<0.05), küçük kas EHP de ise bu süre içerisinde zamanla artan oranlarda hlpertrofi meydana geldi (P<0.01). Altıncı haftada ise EDL kasındaki hipertrofik artış diğer zaman dilimlerinden daha fazlaydı. Aynı kas İçerisinde A Y ile oluşturulan hipertrofiye, küçük çaplı kas lifleri, büyük çaplı olanlara göre daha fazla cevap verdi (P<0.01), ve büyük çaplı kas liflerindeki hipertrofi anlamsız olurken atrofi ise anlamlı olarak ortaya çıktı. İskemi EDL kasında her zaman atrofiye neden olurken, EHP kasında ise atrofi anlamsızdı. A+l kasda kısa sürelerde ortaya çıkan hipertrofideki artışlar AY’e göre daha az olurken 6. haftada bu artış her iki kasta da eşitlendi. Bunun olası nedenleri arasında yeni kan damarlarının oluşması (anjiyojenezis) gösterilebilir. Sonuç: Aynı işlevli kaslardan biri alındığı zaman geride kalan lardan küçük olanı daha fazla hipertrofiye olmakta ve aynı kas içerisinde de küçük liflerin hipertrofisi daha fazla olmaktadır. Ayrıca, iskemik kaslarda atrofiyi önleyebilmek ve anjiyojenezisi stimüle edebilmek için sıçanların AY+I kaslarında görüldüğü gibi egzersizin ilk dönemlerinde ağrının oluşmasına rağmen kontrollü olarak kasların kul lanılmasının gerekliliği vurgulandı.
Purpose: Extensor digitorum longus (EDL) and extensor hallucis proprius (EHP) muscles were overloaded in Ischaemic and normal muscle in order to determine how muscle hypertrophy occurred under these conditions, and to vvhat extend fibres of different size in the same muscle responded to overload during different time courses. Methods: İn this experiment 87 male rats were used and divided into control (C), ischaemic (I) achieved by unilateral ligation of the common iliac artery, overloaded (O) achieved by unilateral ablation of the synergist tibialis anterior, and overloaded plus ischaemic (O+l) groups. Histological analysis was performed on cryostat sections. Results: İn EDL hypertrophy occurred at the same level during the first 4 vveeks (P<0.05 vs. O), while in the smaller EHP hypertrophy occurred progressively över this time (P<0.01). After 6 vveeks, hypertrophy of the EDL was clearly greater than at earlier time points. İn the EDL muscle the response to hypertrophy was greatest in the smaller muscle fibres (P<0.01). VVhile hypertrophy was not signlficant in the larger fibres, atrophy was significant during ischaemia (P<0.01). VVhen overloaded muscle was made ischaemic there was less hypertrophy compared to non-ischaemic muscle during the first 4 weeks but it reached the same level by 6 vveeks, possibly due to angiogenesis in this time. Conclusions: There was greater hypertrophy in the smaller muscle vvhen a synergist muscle was removed, and there was also greater hypertrophy in the smaller fibres vvithin same muscle. İt is postulated that in order to prevent atrophy and stimulate angiogenesis in the ischaemic muscle, as vvas shovvn in the O+l muscle, careful exercise is reçuired although possible pain during the initial period may limit the response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortopedik Cerrahide İntraoperatif Masif Pulmoner Emboli
Ömer Faruk Erkoçak, Rabia Erkoçak, İnci Kara, Hakan Zor
Olgu sunumu
Özeti
Ortopedik Cerrahide İntraoperatif Masif Pulmoner Emboli
MassIve IntraoperatIve Pulmonary EmbolIsm Due To OrthopaedIc Surgery
Terapötik ve proflaktik tedbirlere rağmen pulmoner embolizm halen meydana gelmektedir ve çoğu ortopedik cerrah bu ölümcül komplikasyon nedeniyle er geç bir hastasını trajik şekilde kaybetmektedir. Femur kırığı pulmoner emboli riskini kat kat artırmaktadır. Olgu sunumumuzda belirtildiği gibi, akut masif pulmoner emboli uzun kemiklerin cerrahisi sırasında meydana gelebilir. Akut masif pulmoner emboli erken teşhis edilip agresif şekilde tedavi edilmezse genellikle ölümcül seyreder. Trombolitik tedavi ve kateter embolektomi kesin tedavide giderek daha fazla kullanılmaktadır. Acil açık embolektomi daha az invaziv metodlar işe yaramadığında veya hasta kardiyopulmoner arrest geçirdiğinde sıklıkla başvurulan son çaredir.
Despite prophylactic and therapeutic measures, pulmonary embolism still occurs and most orthopaedic surgeons sooner or later suffer the tragic loss of a patient from this life threatening complication. Femur fracture has repeatedly been associated with increases in the risks of pulmonary embolism. As the following case report illustrates, massive pulmonary embolism can occur intraoperatively in a long bone fracture surgery. Acute massive pulmonary embolism usually results in death if not diagnosed early and treated aggressively. Thrombolytic therapy and catheter embolectomy are increasingly used as definitive management. Emergent open embolectomy is often reserved as a last resort when less invasive methods have failed or the patient is in cardiopulmonary arrest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aile Planlaması: Geleneksel Ve Modern Yöntemler
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
Aile Planlaması: Geleneksel Ve Modern Yöntemler
FamIly PlannIng: TradItIonal And Modern Methods
Kliniğimize başvuran hastaların kontraseptif yöntem kullanma
oranını ve kullanılan yöntemlerin yaş, parite, sigara gibi değişkenlerle
ilişkisini ortaya koymak. Çalışmamızda aile planlaması polikliniğinde
Ocak 2010 – Ocak 2013 tarihleri arasında muayane edilen 906 olgu
retrospektif olarak incelendi. Hastaların kullandığı kontraseptif metot,
yaş, evlilik süresi, parite sayısı, küretaj sayısı, sigara kullanımı
değerlendirildi. Kullanılan kontraseptif yöntemler geri çekme,
kondom, rahim içi araç (RİA), oral kontraseptif (OKS), kontraseptif
iğne ve tubal sterilizasyon olarak sınıflandırıldı. İstatiksel anazlizleri
yapıldı. Kontraseptif yöntem kullanma oranı %85 idi. Hastaların %
48’i modern bir korunma yöntemi kullanmakta idi. Geri çekme yöntemi
%37 ile en çok kullanılan aile planması yöntemi idi. Bunu sırasıyla
rahim içi araç (%17.5), kondom (%17), oral kontraseptif (%6.5),
tubal sterilizasyon (%3.8) ve kontraseptif iğne (%3.2) takip ediyordu.
Korunma yöntemi olarak 35 yaş ve altı grupta daha çok kondom,
oral kontraseptif ve geri çekme tercih edilirken; 35 yaş üstü grupta
daha çok rahim içi araç, kontraseptif iğne ve tubal sterilizasyon
kullanılmakta idi. Bölgemizde herhangi bir aile planlaması yöntemini
kullanma oranı Türkiye verilerine göre daha yüksek saptandı. Ancak
buna rağmen modern bir yöntem kullanma oranı Türkiye ortalaması
düzeyinde idi. Toplumda yüz yüze yapılan eğitimlerle aile planlaması
bilinç düzeyi yükseltilebilir. Özellikle geri çekme metodunu kullanan
hasta grubu modern aile planlaması yöntemleri kullanma konusunda
bilinçlendirilmelidir.
To puth forward the rates of using contraceptive methods and
to find out relationships of used methods with age, parity, cigarette
smoking. In our study, 906 patients were analysed retrospectively
who applied to family planning clinic between January 2010 - January
2013. Contraceptive methods age, duration of marriage, parity,
number of curretage, cigarette smoking behaviours were evaluated.
Contraceptive methods were classified as coitus interruptes,
condom, intrauterine device (IUD), oral contraceptives, other
hormonal contraceptive methods and tubal sterilisation. For analysis
of datas, SPSS version 16 was used. The rate of using contraceptive
method was 85%. Fourty eight percent of patients were using a
modern contraceptive method. Coitus interruptes was the mostly
used family plannning method with a rate of 37%. In turn, intrauterin
device (17.5%), condom (17%), oral contraceptives (6.5%), tubal
sterilisation (3.8%) and hormonal contraceptive injections (3.2%)
were following coitus interruptes method. In patient under 35 years
old group mostly used method was condom, oral contraceptives and
coitus interruptes; while in patient group below 35 years old IUD,
contraceptive injections and tubal sterilisation was the mostly used
methods. In our region, the rate of using anyone of contraceptive
method was higher than the Turkey’s data. But rate of using a modern
contraceptive method was near to mean data of Turkey. In society,
conciousness of family planning may have been increased with face
to face education programmmes. Especially, patient group of using
coitus interruptes method must be rendered concious about modern
family planning methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerozda Akson Kaybı
Zehra Akpınar, Aysun Hatice Akça
Derleme
Özeti
Multipl Sklerozda Akson Kaybı
Axon Loss In MultIple SclerosIs
Amaç: Multiple Skleroz (MS), santral sinir sisteminin inşamatuvar demiyelinizan hastalığıdır. MS'de klinik, görüntüleme ve patolojik çalışmalar genel olarak miyelinle kıyaslandığında aksonun relatif olarak korunduğunu vurgulamaktadır. Bununla birlikte son kanıtlar, anlamlı akson kaybının da olduğunu, kortikospinal, sensoriyel traktlar gibi uzun traktların etkilediğini ve fonksiyonel sakatlıkla yakın ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu makalede biz akson kaybı mekanizmalarını vurgulayacağız. Ana Bulgular: Akson kaybı gelişiminin farklı mekanizmaları vardır. Akson kaybı mekanizmaları: inşamasyonda aksonal hasar, demiyelinizasyon aracılı aksonal kayıp, wallerian dejenerasyon (WD) ve akson kaybında ortak son yol olarak sınışandırılabilir. Sonuç: Akson kaybı geri dönüşsüz ve uzun dönemde sakatlık nedenidir. Tedaviler remiyelinizasyon veya nöroprotektiyon gerektirir.
Aim: Multiple Sclerosis (MS) is an inflammatory demyelinating disease of the central nervous system. Clinical, imaging, and pathological studies in multiple sclerosis have generally emphasized the relative preservation of axons in comparison with myelin. Recent evidence, however, demonstrates that axonal loss is also significant, affects long tracts such as the corticospinal and sensory tracts and relates closely to functional disability. In this article we will consider emerging observations that reflect on the mechanisms of axon loss. Main Findings: There are different mechanisms of axon loss occur. Mechanisms of axon loss: Axonal damage in the inflammation, demyelination- induced axon loss, wallerian degeneration, and final common pathway in the axon loss. Conclusion: Axon loss is irreversible and responsible for long term disability. However therapies are also needed that enhance remyelination or neuroprotective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
Said Bodur, Yasemin Durduran, Hasan Küçükkendirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
The Assesment Of Level Of Health Related Knowledge Of Teachers Of Health EducatIon
Bu çalışmada, ortaöğretim kurumlarında sağlık bilgisi dersine giren ve girmeyen öğretmenlerin sağlıkla ilgili temel konulardaki bilgi düzeyinin karşılaştırılması amaçlandı. Bu kesitsel çalışma, 2011 yılında Konya il merkezindeki tüm ortaöğretim okullarında yapıldı. Örneklem, sağlık bilgisi dersine giren ya da sağlıkla ilgili kulüplerde rehberlik yapan tüm öğretmenler ile en az aynı sayıda diğer derslere giren öğretmenlerden oluşturuldu. Veriler anketör gözetiminde kendi kendine doldurulan bir anket yardımıyla toplandı. Anketin ilk bölümü demografik bilgilerle ilgili olup ikinci bölüm sağlığı koruma, geliştirme, aşılar, bulaşma, beslenme, sağlıklı davranış biçimleri, ergen sağlığı, sık karşılaşılan sağlık problemlerinde ilk yaklaşım, gibi konulardaki bilgileri değerlendiren 35 sorudan oluşturuldu. Genel sağlık bilgi düzeyi, her konu için “bilen 2”, “kısmen bilen 1” ve “bilmeyen/boş 0” olacak şekildeki kodlanıp yüzlük puana dönüştürülerek değerlendirildi. Veri analizinde t testi ve varyans analizi kullanıldı. Çalışmaya katılan 314 öğretmenin yaş ortalaması 39±8 yıl olup % 55’i erkek, % 45’i kadın ve % 90’ı evli idi. Katılımcıların % 39’u sağlık bilgi dersine giren ya da sağlıkla ilgili bir kulüpte rehber öğretmenlik yapan, % 61’i ise diğer derslere giren öğretmenlerdi. Ortalama puan; sağlık bilgisi dersine giren grupta (56±16) diğer öğretmenlere (43±14) göre daha yüksekti (P
This study was aimed to compare the knowledge levels of health education teachers with others in basic health subjects. This crosssectional study was performed in all high schools in Konya city center in 2011. The sample consisted of teachers who taught health education or counseled in health related clubs and same number of teachers of other lessons. Data were obtained by a questionnaire filled by teachers themselves under the supervision of interviewer. First part of the questionnaire was about demographic information while the second consisted of 35 questions evaluating the knowledge about protection, improvement, vaccines, contagion, diet, healthy behavior, adolescent health, first approach to frequently encountered health problems, etc. Overall level of health knowledge was assessed by summing the points for each subject, 2 for known, 1 for partially known and 0 for unknown/blank, and converting them to percentage. T test and variation analysis were used for data analysis. The mean age of 314 teachers participated in the study was 39±8, 55% of them were males, 45% were females and 90% were married. 39% of the participants consisted of health education teachers and guide teachers of health related clubs, 61% were the teachers of other lessons. The average score was higher in health education group (56±16) than the other teachers (43±14). The knowledge score was also higher in female teachers and graduates of health related faculties (biology, physical education, child development). Teaching health education or counseling in a health related club increases the general knowledge level of teachers. In writers’ opinion, improving the knowledge level of teachers in health might help students to acquire positive behaviors about health as the current level is not adequate and significant number of wrong answers was present.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Ümran Yıldırım, Fahri Halit Beşir, Süleyman Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Castleman’s DIsease In The Neck
Castleman hastalığı nadir görülen etiyolojisi tam olarak bilinmeyen lenfoprolifetif bir hastalıktır. En sık mediastinal lenf nodu tutulumu görülmekle birlikte servikal, retroperitoneal, aksiller ve diğer bölgelerdeki lenf nodları da tutulabilir. Sıklıkla genç erişkinlerde görülür ve cinsiyet ayırımı göstermez. Histopatolojik olarak hiyalin vasküler ve plazma hücreli olmak üzere iki tipi bulunmaktadır. Kliniğine göre de lokalize ve sistemik (multisentrik) formları bulunmaktadır. Lokalize tip genellikle asemptomatiktir ve kitle veya şişlik ile kendini gösterir. Sistemik (multisentrik) tipte ise ateş, anemi, yaygın lenfadenopati ve hepatosplenomegali gibi nonspesifik semptomlar görülür. Lokalize tip hastalığın tedavisi kitlenin cerrahi olarak eksizyonudur. Sistemik tip hastalığın tedavisinde genellikle steroid tedavisi, kemoterapi ve radyoterapi kullanılmasına rağmen kesin tedavisi yoktur. Bu çalışmada boyunda kitle şikâyeti ile gelen ve hiyalin vasküler tip Castleman hastalığı tanısı konulan bir olgu sunuldu.
Castleman’s disease is a rare lymphoproliferative disorder of unknown etiology exactly. Although the disease most commonly appears in the mediastinal lymph nodes, it can be occur in cervical, retroperitoneal, axillary and other regions lymph nodes. There is no gender predominance and often occurs in young adults. Two histological variants as hyaline-vascular and plasma cell type have been described. Clinically it is also divided in two types: a localized type, which is usually asymtomatic and presented as a mass or swelling. Systemic (multicentric) type is characterized nonspecific symptoms such as fever, anaemia, generalized lymphadenopathy and hepatosplenomegaly Complete surgical excision is curative for localized form. Although systemic type is usually treated with radiation therapy, corticosteroids and chemotherapy, there is no certain treatment. We herein reported a neck mass diagnosed as hyaline vascular type Castleman’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Olan Hastaların Cerrahi Tanısında Bazı Parametrelerin Etkinliği
Müslim Yurtçu, Ayşe Adam, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Olan Hastaların Cerrahi Tanısında Bazı Parametrelerin Etkinliği
EffectIveness Of Some Parameters In The PatIents WIth AbdomInal PaIn In SurgIcal DecIsIon MakIng
Amaç: Karın ağrısı olan hastalarda preoperatif dönemde bazı parametrelerin cerrahi endikasyon açısından etkili olduğu bildirilmiştir. Çalışmamızın amacı, bu parametrelerden hangilerinin cerrahiye karar vermede etkin olduğunu belirlemektir. Gereç ve Yöntem: Karın ağrısı olan 56’sı (%64) erkek ve 31’i (%36) kız [ortalama yaş: 8.18±1.25 (1-16 arası)]; toplam 87 hasta üzerinde çalışıldı. 1. Grubu opere edilen 76 hasta ve 2. grubu da opere edilmeyen 11 hasta oluşturdu. Her iki grupta da yaş, cinsiyet, preoperatif ateş (°C), kanda lökosit sayısı (LS) ve tam idrar tetkiki (T‹T) nde lökosit, ayakta direkt karın grafisi (ADKG), karın ultrasonografisi (USG), nazogastrik drenaj (NGD), preoperatif tanı ve tedavi değerlendirildi. Bulgular: Preoperatif dönemde ateş, diğer karın ağrısı nedenleri ile karşılaştırıldığında sadece perfore apandisitte anlamlı olarak yüksekti (P=0.028). Yine ADKG’sinde perfore apandisitte gaz-sıvı seviyesi ve akut apandisitte de gaz görüntüsü diğer karın ağrısı nedenlerine göre anlamlı olarak yüksek bulundu (P=0.001). USG preoperatif dönemde diğer karın ağrısı nedenleri ile karşılaştırıldığında, invajinasyon ve mezenter lenfadenitin ayırıcı tanısında anlamlı olup hastaların cerrahiye gitmesinde karar verme açısından değerli bulundu (P=0.000). BK (P=0.346), TİT (P=0.131) ve NGD (P=0.205)’ın, hastaların cerrahiye gitmesine karar verme açısından anlamlı olmadığı tespit edildi. Sonuç: Karın ağrısı olan hastalardan perfore apandisitte preoperatif dönemde ateş yükselmekte ve ADKG’sinde gaz-sıvı seviyesi saptanmaktadır. Ayrıca karın ultrasonografisinin gereksiz cerrahi girişimlerden kaçınmak için preoperatif dönemde, özellikle invajinasyon ve mezenter lenfadenitin ayırıcı tanısında etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Aim: This study aimed to determine which of these parameters is effective in surgical decision making. Material and Method: The study population consisted of 87 patients, 56 (64%) male and 31 (36%) female [mean age, 8.18±1.25 years (±SD); range, 1 to 16 years], who were examined and investigated in our department. Two groups were studied: Operated group (O group) who underwent surgery and included 76 children and nonoperated group (NO group) who did not undergone surgery and included 11 children. In both groups age, gender, preoperative temperature, leukocyte count in blood and urine, the plain XRay film of the abdomen, abdominal ultrasonography (USG), nasogastric drenage (NGD), preoperative diagnosis and treatment were identified. Results: In preoperative period temperature were significantly high in only perforated appendicitis compared with other causes of abdominal pain (P=0.028). Gase-liquid level in perforated appendicitis and gase image in acute appendicitis were significantly high compared with other causes of abdominal pain in plain graphy (P=0.001). USG was rather significant in the differential diagnosis of intussuception and mesenteric lymphadenopathy compared with other causes of abdominal pain in this period (P=0.000). In addition, USG was found as a valuable parameter in surgical decision making. Leukocyte count in blood (P=0.346), the leucocyte in urine (P=0.131), NGD (P=0.205) were not significant in surgical making decision. Conclusion: It was shown that temperature were significantly high and gase-liquid level in the patients who are suspected to be perforated appendicitis of the patients who have abdominal pain in preoperative period. We may say that abdominal USG is effective especially in the differential diagnosis of intussuception and mesenter lymphadenitis to avoid unnecessary surgical procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
Esin Kasap
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
DepressIon And AnxIety Test Scores In PatIents WIth HyperemesIs GravIdarum
Amaç:Hiperemezis gravidarum (HG), gebeliğin erken döneminde, aşırı, tedavi edilmesi zor bulantı ve kusma ile kendini gösteren bir bozukluktur.. Patogenezi açık değildir. Bununla birlikte, anksiyete, depresyon ve HG arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar vardır. Ancak, hiçbiri yeterince bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmamıştır. Bu çalışmada, Türk popülasyonunda Beck depresyon ve anksiyete envanteri puanlama sistemi kullanılarak hiperemezis gravidarum olan gebelerin depresyon ve anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem:Prospektif kesitsel çalışma Ocak 2011 ile Haziran 2013 arasında Hastanemiz Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nde gerçekleştirildi.Çalışma grubunu hiperemezis gravidarumlu 50 gebe hasta oluştururken, kontrol grubunu daha önce bulantı kusması olmayan 50 sağlıklı gebe oluşturmaktaydı.Kontrol ve hasta grupları obstetrik detaylar,yaş ve vücut kitle indexi değerleri açısından eşleştirildi.Hastaların tümüne,serum TSH de dahil olmak üzere temel laboratuvar araştırmaları yapıldı.
Bulgular: Her iki grupta da demografik ve obstetrik parametreler ve başlangıçtaki laboratuvar incelemeleri açısından farklılık olmamasına rağmen, HG grubunda ortalama serum AST ve TSH düzeyleri anlamlı olarak yüksekti (p=0.015) ve (p=0.001). Ek olarak, HG grubunun BDI ve BAI skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.0001).
Sonuç: Sonuçlarımız, psikolojik stressin HG un nedenlerinden biri olabileceğini göstermiştir.Bu nedenle, gebelik sırasında HG lu hastaların tıbbi koşulları kadar duygu durumları da dikkate alınmalıdır.Ancak, bu sonuçlar prospektif ve klinik çalışmalar ile doğrulanmalıdır.
Aim: Hyperemesis gravidarum (HG) refers to a disorder of early pregnancy that manifests with extreme, difficult-to-treat nausea and vomiting. Its pathogenesis is largely obscure, and studies investigating its link with anxiety depression have remained inconclusive. Herein, we aimed to study the depression and anxiety levels of a Turkish population of pregnant women with hyperemesis gravidarum. Patients and Methods: This was a prospective sectional study conducted at our Department of Obstetrics and Gynecology between January 2011 and June 2013. There were 50 pregnant women with HG and 50 healthy pregnant women without any history of nausea and vomiting, who were matched with the study group for age, parity, and body mass index. All subjects underwent baseline laboratory investigations including serum TSH. Results: The two groups were comparable with regard to the demographic and obstetric parameters and baseline laboratory investigations although the HG group had significantly greater mean serum AST and TSH levels (p=0.015 and p=0.0001, respectively). Additionally, the HG group had significantly greater BDI and BAI scores compared to the controls (p= 0.0001). Conclusion: Our results have shown that psychological stress may be one of the causes of HG. For this reason, emotional states as well as medical conditions of HG patients during pregnancy should be considered. However, these results should be confirmed by prospective and clinical studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normotansif Ve Hipertansif Prostat Hipertrofili Hastalarda Doksazosin Tedavisi
Talat Yurdakul, Giray Karalezli, Bülent Yiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Normotansif Ve Hipertansif Prostat Hipertrofili Hastalarda Doksazosin Tedavisi
DoxazosIn Treatment In NormotensIve And HypertensIve PatIents WIth BenIgn ProstatIc HyperplasIa
Benign prostat hipertrofisi (BPH) tanısı almış normotansif (grup I) (n=21) ve antihipertansif kullanan nor-motansif (grup Il) (n=13) hastalarda, selektif bir alfa-1 bloker olan doksazosinin idrar akım hızları, uluslarası pros-tat semptom skoru (IPSS), rezidüel idrar miktarları ve kan basıncı üzerindeki etkileri araştırıldı. Hastalar 3 haftalık titrasyon periyodunu takiben 12 hafta süreyle günde 4 mg doksazosin ile tedavi edildi. Aradaki farklar bütün pa-rametreler için istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Her iki grupta da doksazosin, diastolik kan basınçlarında is-tatistiksel olarak anlamlı ama klinik olarak önemli olmayan düşmelere yol açtı_ Tedaviye bağlı yan etkiler hastalar tarafından iyi bir şekilde tolere edildi. Normotansif ve farmakolojik olarak normotansif BPH hastalarda medikal tedavi düşünüldüğünde, doksazosin, kan basınçlarında önemli düşmelere neden olmadan kullanılabilir.
Normotensive (group l) (n-21) and pharmacologically normotensive (group Il) (n=13) patients with benign prostate hypertrophy (BPH) are included in a survey for efficacy of doxazosin, which is a selective alpha-1 bloc-ker. The effects of doxazosin on urinary flow rates, International Prostate Symptom Score (IPSS), residual urine volume and blood pressure are evaluated. Doxazosin was giyen 4 mg for 12 weeks after a titration period of 3 weeks. Differences were found statistically significant in all parameters. In both groups, doxazosin caused a sta-tistically significant reduction in diastolic blood pressure but this was clinically unimportant. Side effects were to-lerated well by the patients. When medical treatment is indicated in normotensive and pharmacologically nor-motensive BPH patients, doxazosin can be used without significant blood pressure reduction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Recurrent ThrombotIc ThrombocytopenIc Purpura In Pregnancy
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), hemolitik anemi ve trombositopeni ile karakterize olup klinik tabloya sıklıkla ateş, nörolojik bulgular ve böbrek yetmezliğinin eşlik ettiği gebelikte görüldüğünde ise ciddi ve mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Gebeliğin bazı hastalıkları ile karışabilmektedir. Erken tanı konulması maternal ve fetal sağlık açısından son derece önemlidir. Biz bu makalemizde kliniğimize kontrol amaçlı başvuran, 23 yaşında ve 23 haftalık intrauterin ex gebeliği saptanan, 2 yıl önce ilk gebeliğinin de 19 haftalık iken intrauterin ex olup sonlandırıldığı öğrenilen ve her iki gebeliğinde de TTP tanısı alan bir olguyu sunduk.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a clinical condition characterized by hemolytic anemia and thrombocytopenia. The condition is usually associated with fever, neurological findings and renal failure. When it occurs in pregnancy, it is a serious disease with high mortality rate. It may become confused with some diseases of pregnancy. Early diagnosis is very important for maternal and fetal health. In our article we present 23 years old patient with 23 weeks intrauterine dead fetus presented to our clinic for control. She had her first pregnancy before 2 years and it was terminated on the 19th week because of intrauterine death. She had the diagnosis of TTP in her both pregnancies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Empotanslarda Venöz Kaçakların Farmakokavernozografi İle Belırlenmesı
Kadir Yılmaz, Veli Sututan, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Empotanslarda Venöz Kaçakların Farmakokavernozografi İle Belırlenmesı
The DetermInatIon Of Venous Leakage By Pharmacocavernosography In Lınpotent Ma Le PatIents
Nisan 1989 - Temmuz 1990 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına empotans şikayeti ile müracaat eden ve yaşları 18 ila 65 arasında (yaş ortalaması 37) değişen 15 erkek hasta ile Tıp Fakültesinde öğrenci veya klinikte yalan po-tent kişilerden seçilen ve yaşları 18-62 arasında (ortalama 36.36) olan 19 kişi kontrol grubu olarak çalışma kapsamına alındı. Empotanslı grubun ve kontrol grubunun kanlartnda; prolaktin, total testos-teron FS11 ve L11 bakıldı. Empotanslı grubun ve kontrol grubunun fossa navikülaris ateşi ve sublin-gual ateşleri ölçüldü. Empotanslt gruba farmakoka-vernozografi ve perfüzyon farmakokavernozografi yapıldı. Iler iki grubun hormonal değerlerinin mukayese-sinde sadece FSII empotanslı grupta anlamlı şekilde yüksek bulundu. Empotanslı gruba yapılan farmakokavernozograll ve perfüzyon farmakokavernozografikrde bir kişide venöz kaçak tespit edildi. Fossa navikülaris ateşi ve sublingual ateşin değerlendirilmesinde iki grup arasındaki fark anlamsız bulundu.
Between april 1989 to july 1990. 15 male impo-tent patients who applied ta the hospital of Selçuk University were investigated at our eiınıc. Patknts were al ages of betwecn 18 and 65 (mean 37) 19 male between 18 and 62 years old were taken as control group (mean 36). Prolactin, (ola/ testosteron, FS1I and LH levels in the blood of male patients with impotence and control group were ıneasured at our hospital. Only FS11 was high in male impotent patients. In addition su.blingual temperatur and fossa navicularis tempera-ture were determined in both group but there was not an important dillerence. Pharmacocavernosography and poilısion pharmacocavernosography was made in a male patient with impotence, who had venous leaknge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ginkgo Biloba Ekstresinin (egb-761) İzole İnsan Umbilikal Arteri Kasılma Yanıtları Üzerine Vasküler Etkileri
Çiğdem Gökbaş, İpek Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Ginkgo Biloba Ekstresinin (egb-761) İzole İnsan Umbilikal Arteri Kasılma Yanıtları Üzerine Vasküler Etkileri
Vascular Effects Of GInkgo BIloba Extract (egb-761) On Isolated Human UmbIlIcal Artery ContractIon Responses
Amaç: Ginkgo biloba, geleneksel Çin tıbbında astım, öksürük ve enürezis gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Standardize Ginkgo biloba ekstresi, EGb-761, hayvan çalışmalarında vazodilatasyona neden olan flavonoidler ve terpenoidler içerir. EGb-761'in insandaki umbilikal dolaşım üzerindeki etkileri hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bu in vitro çalışma, EGb-761'in izole insan umbilikal arter üzerindeki vasküler etkilerini ve bu etkilerde nitrik oksit (NO) ve prostaglandinlerin rolünü değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Gereçler ve Yöntem: İzole edilmiş insan umbilikal arter şeritleri, Krebs-Henseleit solüsyonu içeren organ banyolarında asılarak, sürekli olarak %95 O2-%5 CO2 ile gazlandırıldı. Dinlenme süresinden sonra uygulanan ajanların oluşturduğu izometrik vazoaktif değişiklikler kaydedildi. Farklı doku gruplarında (n=9) şu deneysel prosedürler yapıldı; 1) Kümülatif uygulanan EGb-761'in (50-500 µg/ml) umbilikal arter şeritlerinin bazal tonusu üzerindeki etkisi. 2) Kümülatif EGb-761'in 10-6 M 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. 3) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi 4) Kümülatif EGb-761'in indometazin ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi ve 5) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ve indometazin ile inkübasyonu sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. Verilerin istatistiksel analizinde karma etki modelleri kullanıldı. p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Kümülatif EGb-761 uygulaması (50-500 µg/ml) arter şeritlerinin bazal tonunu değiştirmedi (p>0.05). Kümülatif EGb-761 (50-500 µg/ml), 5-HT kaynaklı kasılma cevaplarında konsantrasyona bağlı gevşeme oluşturdu (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in (50-500 µg/ml) tüm konsantrasyonlarında 5-HT kasılmaları üzerinde oluşturduğu gevşeme yanıtlarını önemli ölçüde azalttı (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in düşük konsantrasyonlarında (50-100 µg/ml) oluşturduğu gevşeme yanıtlarını ise tamamen inhibe etti. İndometazin ise bu yanıtları daha yüksek EGb-761 konsantrasyonlarında (200-500 µg/ml) anlamlı şekilde inhibe etti (p<0.05). L-NAME + indometazin, tüm EGb-761 konsantrasyonlarının (50-500 µg/ml) oluşturduğu yanıtlarda anlamlı şekilde inhibisyona neden oldu (p<0.05). Dahası, L-NAME ve indometazinin birlikte uygulanması, bu gevşeme yanıtlarında belirli EGb-761 konsantrasyonlarında tek başına L-NAME ve indometazinden daha güçlü bir inhibisyon ile sonuçlandı.
Sonuç: EGb-761, insan umbilikal arterinin bazal tonusunu etkilememektedir. EGb-761’in 5-HT ile önceden kasılma oluşturulan insan umbilikal arter şeritlerine kümülatif olarak uygulanması anlamlı şekilde konsantrasyona bağlı gevşeme yanıtı oluşturmaktadır. NO ve prostaglandinler, bu vazodilatasyon mekanizmasında EGb-761 konsantrasyonuna bağlı olarak değişen potansiyelde katkıda bulunmaktadır. Ayrıca prostaglandinler bu yanıtlarda NO ile sinerjik etki yaratmaktadır.
Aim: Ginkgo biloba is used in traditional Chinese medicine for the treatment of various illnesses, including asthma, cough, and enuresis. Standardized Ginkgo biloba extract, EGb-761 contains flavonoids and terpenoids, which induce vasorelaxation in animal vessels. Little information is present on the effects of EGb–761 on human umbilical circulation. This in vitro study assesses the vascular effects of EGb-761 on the isolated human umbilical artery and the role of nitric oxide (NO) and prostaglandins in these effects.
Materials and methods: Isolated human umbilical artery strips were suspended in organ baths containing Krebs-Henseleit solution, continuously gassed with 95% O2-5% CO2. After a resting period, the isometric vasoactive changes to the applied agents were recorded. The following experimental procedures were conducted in different groups of strips (n=9); 1) Effect of cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) on the basal tonus of the artery strips. 2) The relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 10-6 M 5-HT. 3) Effect of L-NAME incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. 4) Effect of indomethacin incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. 5) Combined effect of L-NAME and indomethacin incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. Mixed effect models were used for Statistical analysis of the data. p<0.05 was considered significant.
Results:
The application of cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) did not alter the basal tone of the artery strips (p>0.05). Cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) generated concentration-dependent relaxation in 5-HT induced contraction (p<0.05). L-NAME significantly reduced the relaxation responses at all concentrations of EGb-761 (50-500 µg/ml) on 5-HT induced contractions (p<0.05). L-NAME completely inhibited relaxation responses of low concentrations (50-100 µg/ml) of EGb-76. Indomethacin significantly inhibited these responses at higher concentrations of EGb-761 (200-500 µg/ml) (p<0.05). L-NAME + indomethacin resulted in significant inhibition of relaxation responses with all concentrations of EGb-761 (50-500 µg/ml) (p<0.05). In addition, the co-administration of L-NAME and indomethacin resulted in a stronger inhibition in these relaxation responses at certain concentrations of EGb-761 than L-NAME and indomethacin alone.
Conclusions: EGb-761 does not affect the basal tone of the human umbilical artery. Cumulative application of EGb-761 in human umbilical artery strips precontracted with 5-HT generates significant concentration-dependent relaxation. NO and prostaglandins are involved in the mechanism of vasodilatation with varying potentials depending on the EGb-761 concentration. Prostaglandins also create synergy with NO in these responses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjonktival Lezyonların Histopatolojik Analizi: 10 Yıllık Deneyim
Sıddıka Fındık, Nazlı Türk, Selman Belviranlı, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Mehmet Uyar
Araştırma makalesi
Özeti
Konjonktival Lezyonların Histopatolojik Analizi: 10 Yıllık Deneyim
HIstopathologIcal AnalysIs Of ConjunctIval LesIons: A 10 Year ExperIence
Amaç: Konjonktiva; çeşitli neoplastik yada nonneoplastik lezyonların gelişebileceği bir bölgedir. Bu çalışmada amaç konjonktival lezyonların histopatolojik olarak analizini yapmak ve prevalansını tespit etmektir.
Gereçler ve yöntem: 2009-2019 yılları arasında patoloji laboratuarına gelen 401 olguya ait konjonktiva biyopsileri retrospektif olarak incelendi. Olgular histopatolojik olarak nonneoplastik ve neoplastik lezyonlar olarak 2 gruba ayrıldı. Neoplastik lezyonlar benign, premalign ve malign lezyonlar olarak alt gruplara bölündü. Lezyonların görülme oranları ile gruplara göre yaş ve cinsiyet dağılımı analiz edildi.
Bulgular: 401 olguya ait serimizde yaş ortalaması 49.89±21.75 olup olguların 209 (%52.1) u erkek, 192 (%47.9) i kadın idi. 296 (%73.8) olguda nonneoplastik,105 (%26.2) olguda neoplastik lezyon tespit edildi. Nonneoplastik lezyonlarda yaş ortalaması 50.79±19.34, neoplastik lezyonlarda ise 47.34±27.39 idi. Neoplastik lezyonlardan 64’ü (% 60.2) benign, 17’si (%16.2) premalign, 24’ü (%22.6) malign idi. Pterygium (n:220; %54.78) en sık görülen nonneoplastik lezyon, nevüsler ve diğer pigmente lezyonlar (n:38; %9.5) en sık görülen benign lezyon, skuamöz hücreli karsinom (n:14; %3.5) ise en sık görülen malign lezyon olarak tespit edildi. Neoplastik lezyonların görülme sıklığı 45 yaş üzerinde anlamlı olarak artmakta idi (p<0.05).
Sonuç: Mevcut çalışmada; laboratuvarımızda10 yıl boyunca tanı almış olan konjonktival lezyonlar gözden geçirilerek histopatolojik analizi yapıldı. Konjonktival lezyonların tanınması, nonneoplastik lezyonlar ve benign lezyonlar ile premalign ve malign lezyonların oranlarının farkında olunması, tedavinin planlanması ve görme fonksiyonlarının korunması bakımından son derece önemlidir.
Objective: Conjunctiva is a region where various neoplastic or non-neoplastic lesions may develop. In this study, we aimed to perform a histopathological analysis of conjunctival lesions and to determine their prevalence.
Material & Methods: Conjunctival biopsies of 401 patients who presented to the pathology laboratory between 2009 and 2019 were retrospectively examined. The cases were histopathologically divided into two groups as non-neoplastic and neoplastic lesions. Neoplastic lesions were further divided into subgroups as benign, premalignant, and malignant lesions. The prevalence of lesions and distribution of age and gender among the groups were analyzed.
Results: In our series of 401 patients, the mean age was 49.89±21.75 years. Of all patients, 209 (52.1%) were male and 192 (47.9%) were female. Non-neoplastic lesions were found in 296 (73.8%) and neoplastic lesions in 105 (26.2%) patients. The mean age was found as 50.79±19.34 years in patients with non-neoplastic lesions, and 47.34±27.39 years in patients with neoplastic lesions. Of neoplastic lesions, 64 (60.2%) were benign, 17 (16.2%) premalignant, and 24 (22.6%) malignant. The most commonly found non-neoplastic lesion was pterygium (n:220; 54.78%) while the most common benign lesions were nevus and other pigmented lesions (n:38; 9.5%), and the most common malignant lesion was squamous cell carcinoma (n:14; 3.5%). The prevalence of neoplastic lesions significantly increased over 45 years old (p<0.05).
Conclusion: In the current study, conjunctival lesions diagnosed in our laboratory over 10 years were reviewed and histopathologically analyzed. Recognition of conjunctival lesions and being aware of the rates of non-neoplastic and neoplastic lesions are crucial for treatment planning and protection of visual functions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
Osman Güvenç, Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of 441 PedIatrIc PatIents WIth Chest PaIn
Göğüs ağrısı çocuklarda sık görülen bir şikayettir. Genellikle
kardiyak bir sorunu göstermez ama hasta ve aileleri tarafından
kalp ağrısı olarak düşünülür. Bu çalışmada, 18 ay boyunca çocuk
kardiyoloji polikliniğinde göğüs ağrısı şikayetiyle değerlendirilmiş
hastalar ve göğüs ağrının nedenleri tartışıldı. Çalışmaya, Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji ve Genel Çocuk
polikliniğine Mayıs 2011- Kasım 2012 tarihleri arasında göğüs
ağrısı şikayeti ile başvuran 441 hasta, dosyaları retrospektif olarak
taranarak dahil edildi. Hastaların anamnezleri, aile öyküleri, kardiyak
fizik muayeneleri, elektrokardiyografi, ekokardiyografi, 24 saatlik
ritim holter monitorizasyonu ve laboratuar incelemeleri gibi tetkikleri
değerlendirildi. Çalışmamızdaki hastaların yaşlarının ortalaması 11
yıl (5-18 yaş), hastaların 217’si (%49.2) erkek, 224’ü (%50.8) kız
idi. Hastaların hepsinin anamnezleri alınmış, fizik muayeneleri,
elektrokardiyografik ve ekokardiyografik değerlendirmeleri
yapılmıştı. Kardiyak patoloji, hastaların 10’unda (%2.3) tespit
edildi. Göğüs ağrısına neden olan sebepler arasında; 378 hastanın
(%85.7) idiopatik göğüs ağrısı olduğu, 22 hastada (%5) psikolojik
nedenler, 20 hastada (%4.5) akciğer hastalıkları, altı hastada (%
1,4) gastrointestinal sistem hastalıkları, üç hastada (% 0.7) kas ve
iskelet sistemi hastalıkları, bir hastada (%0,2) Ailevi Akdeniz Ateşi,
bir hastada (%0.2) pektus ekskavatum olduğu ve göğüs ağrısının
bu bozukluklara bağlı oluştuğu düşünüldü. Bu çalışmaya göre
çocuklarda görülen göğüs ağrısının büyük bir çoğunluğunun kalp dışı
nedenlere bağlı olduğu görülmektedir. Kardiyak sebepli bir göğüs
ağrısının hayati sonuçları olabileceğinden ayırıcı tanının dikkatli bir
şekilde yapılması gerekmektedir. Hikaye, fizik muayene ve laboratuar
tetkikleri sonucunda kardiyak patoloji bulunmayan hastalara ve
yakınlarına bilgi verilmesi ve onların rahatlatılması da önemlidir.
Chest pain is a common complaint in children. It doesn’t usually
indicate a cardiac problem but it is considered as heartache by the
patients and their families. In this article, the patients with chest
pain in pediatric cardiology clinic for the last 18 months have been
evaluated and the etiology of chest pain has been discussed. The
study includes 441 patients with chest pain, who were admitted to
the Department of pediatrics, Division of pediatric cardiology, Faculty
of Medicine, Selçuk University between May 2011 and November
2012. The data of the patients has been reviewed retrospectively.
Medical history and family history of the patients, cardiac physical
examination, electrocardiography, echocardiography, 24-hour rhythm
holter monitoring, exercise testing and laboratory tests have been
evaluated. In our study the mean age of the patients was 11 (5-18
year-old). 217 (49.2%) of the patients were male and 224 (50.8%)
of the patients were female. Medical history, physical examination,
electrocardiography and echocardiography of all the patients have
been evaluated. Cardiac pathology has been recognized in 10 (2.3%)
of the patients. The reasons that cause chest pain are idiopathic in
378 (85.7%) patients, psychological in 22 (5%) patients, lung diseases
in 20 (4.5%) patients, gastrointestinal disorders in 6 (1.4%) patients,
musculoskeletal system diseases in 3 (0.7%) patients, Familial
Mediterranean Fever in 1 (0.2%) patient and pectus excavatum in
1 (0.2%) patient. According to this study, the etiology of chest pain
in children is extra cardiac factors in majority. Differential diagnosis
should be made carefully due to possibility of life threatening
consequences of cardiac disorders. If there is no cardiac pathology
as a result of medical history, physical examination and laboratory
tests the patient and the family should be informed about this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventilatör İlişkili Pnömoniden Korunma
Alper Yosunkaya
Derleme
Özeti
Ventilatör İlişkili Pnömoniden Korunma
PreventIon Of VentIlator-AssocIated PneumonIa
Ventilatör ilişkili pnömoni (VİP) yoğun bakım ünitelerinde en sık görülen hastane kaynaklı enfeksiyondur ve VİP gelişen hastaların mortalite oranını, hastanede kalış süresini ve hastane maliyetlerini artırarak hastalığın seyrini komplike hale getirir. Bu nedenle VİP’in önlenmesi klinik olarak hastanın sonuçlarını ve hastane maliyetini iyileştirebildiği için yoğun bakım klinik pratiğinde en önemli konulardan biridir. Ventilatör ilişkili pnömoninin önlenmesi ile ilgili literatürde tartışılmış çok sayıda strateji vardır. Bu önleyici stratejiler konusunu hedefleyen çalışmaların sayısı bu yüzyılın başından beri önemli ölçüde artmıştır. Ancak ventilatör ilişkili pnömoniyi önlemek için geliştirilen bu stratejiler hakkında oldukça fazla tartışma vardır. Ventilatör ilişkili pnömoniyi önlemek için alınması gereken önlemler, esas olarak orofaringeal veya gastrik kolonizasyonu azaltmak ve kontamine olmuş hava yolu ve sindirim kanalı sekresyonlarının aspirasyonundan kaçınmayı amaçlar. Bu derleme günümüzde VİP’in önlenmesi için kullanılan non-farmakolojik ve farmakolojik önlemleri özetlemeyi amaçlamıştır. Biz önlem almanın tedaviden daha iyi olduğuna inanıyoruz.
Ventilator-associated pneumonia (VAP) is the most frequent nosocomial infection in the ICU, and it complicates illness course by increasing mortality rate, hospital length of stay, and costs for patients who acquire it. Therefore, the prevention of VAP is a major issue in ICU clinical practice since it may help improve clinical outcome and reduce costs.. There are numerous strategies discussed in literature in relation to the prevention of VAP The numbers of studies targeting many areas of preventative strategies have significantly increased since the turn of this century. On the other hand, these strategies for ventilator-assisted pneumonia remain highly controversial. Preventive measures of VAP are mainly aimed to reduce oropharyngeal or gastric colonization, and to avoid aspiration of contaminated aerodigestive tract secretions. This review aims to summarize the nonpharmacologic and pharmacologic measures for prevention of VAP. We belive that prevention is better than cure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brakiyal Pleksus Felci Olan Çocuklarda “brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”nün Gözlemciler Arası Güvenilirliği
Zeynep Hoşbay, Safiye Özkan, Müberra Tanrıverdi, Atakan Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Brakiyal Pleksus Felci Olan Çocuklarda “brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”nün Gözlemciler Arası Güvenilirliği
Inter-Observer RelIabIlIty Of BrachIal Plexus Outcome Measure In ChIldren WIth BrachIal Plexus Palsy
Amaç: Brakiyal pleksus felci olan hastaların günlük yaşam aktivitelerini, klinik işlevlerini değerlendirmek için birçok ölçek geliştirilmiştir. “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, 2012 yılında Emily Ho tarafından geliştirildi, aktivite ve kendini değerlendirme bileşenlerden oluşan toplam 14 madde içeren bir ölçektir. Çalışmamız gözlemciler arası güvenilirliği araştırmak ve hastalara klinikte uygulamayı amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Demografik ve klinik veriler kaydedildi, “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü” iki farklı değerlendirmeci tarafından uygulandı. Gözlemciler arası güvenilirlik Kappa istatistikleri kullanılarak yapıldı.
Bulgular: On sekiz kadın (% 37,5) toplam 48 hasta dahil edildi. Gözlemler arası güvenilirlik mükemmeldi (kappa 0.93). Uyum istatistiklerinde, gözlemcilerin madde analizlerinin ılımlı (kappa 0.57) olduğu görüldü.
Sonuç: “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, Türkiye'de brakiyal pleksus felci olan çocuklarda fonksiyonların değerlendirilmesi için güvenilir bir ölçümdür. Klinik kullanımı uygundur.
Aim: Many scales have developed to assess daily living activities, clinical functions of patients with brachial plexus palsy. "Brachial Plexus Outcome Measure " was developed by Emily Ho in 2012, activity and self-rating substance scale consisting of components total 14 items. Aim of this study, make an inter-observer reliability of scale, to make clinical trial in patients.
Materials and Methods:Demographic and clinic datas recorded,"Brachial Plexus Outcome Measure " was applied by two different observers. Inter-observer reliability in items examined by using kappa statistic.
Results:Eighteen female (37.5%) totally 48 patients included. Mean inter-observer agreement in the items was almost perfect (kappa 0.93) in raters. Fitted statistics showed much variation in observers had moderate (kappa 0.57) agreement in items.
Conclusion: Between observes, “Brachial Plexus Outcome Measure” is reliable measurement for assessing functions in children with brachial plexus palsy in Turkey. Clinical usage is appropriate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Guvenlık Nedenıyle Kırsal Bolgelerden Van E-Hir Merkezıne Goc Etmek Zorunda Kalan Gocmenlerde Depresyon Yaygınlıgı
Hayrettin Kara, Yücel Ağargün, Nevzat Akman, Hasan Bilgin, Fevzi Kıncır
Araştırma makalesi
Özeti
Guvenlık Nedenıyle Kırsal Bolgelerden Van E-Hir Merkezıne Goc Etmek Zorunda Kalan Gocmenlerde Depresyon Yaygınlıgı
The Prevalence Of DepressIon Among Im-MIgrants Who To Inumgrate From Country To The Center Of Van Because Of Safety Problems
Göçle ilgili yapılan çalışmaların hemen tümünde göçmenler ve mülteciler arasında ruhsal bozuklukların yaygınlığı yerleşik populasyona göre daha yüksek bulunmuştur.
In almost all the studies made about immigration it has been found out that the rates of mental prob-lems are more common among the immigrants and refugees than the living inhabitants of the region. The reasons of migration, the events that take place during the migration, the problems that arise after migration have negative influences on the mental he-alth with a complicated interaction. Especially, du-ring the last year widespread immigrations have taken place from the country villages to the center of Van because of safety problems. In this study dep-ression prevalence has been investigated among the immigrants who to leave their homeland and settle in the center of Van. To achieve this aim, 122 im-migrants who have been living in different regions and who had been chosen at random by an exemp-lary method., have interviewed using DIS. Besides, in order to get enough knowledge about the inf-luences of migration on their mental life, a qu-estionnaire has been applied on the immigrants. Consucently, the depression prevalence was found predominnantly higher in nien than in women.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
Tamer Çelik, Remziye Eke, Ümit Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
The ClInIcal CharacterIstIcs Of ChIldren WIth HospItalIzed For FebrIle SeIzures
Febril nöbetler, 6-60 ay arasındaki ateşli çocuklarda, öncesinde afebril bir nöbet öyküsü, veya santral sinir sistemi enfeksiyonu olmaksızın ortaya çıkan nöbetlerdir. Bu çalışmada, Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne febril konvülziyon nedeniyle yatırılan hastaların demografik ve klinik özellikleri gözden geçirilmiştir. Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında AEAH Çocuk Hastalıkları Kliniğine yatırılan febril konvülziyon tanısı almış 56 çocuk hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. İstatistiksel analizler için SPSS Windows 16.0 paket programı kullanıldı. Hastaların 23’ü (%41.1) erkek, 33’ü (%58.9) kız olup yaş ortalaması 26.8 ay, yatış süresi ortalama 3.5 gün idi. 44 (%78.6) hastada ateş odağı üst solunum yolu enfeksiyonu, 6 (%10.7) hastada alt solunum yolu enfeksiyonu, 2 (%3.6) hastada akut otitis media, 1 hastada (%1.8) idrar yolu enfeksiyonu, 1 hastada (%1.8) akut gastroenterit, 1 hastada (%1.8) el-ayak-ağız hastalığı, 1 (%1.8) hastada roseola infantum idi. İki (%3.6) hastaya lomber ponksiyon yapıldı, bu hastaların birinde aseptik menenjit saptanırken, diğeri normal olarak değerlendirildi. Olgulardan 34’ü (%60.7) birinci atak, 12’si (%21.4) ikinci atak, 5’i (%8.9) üçüncü atak, 5’i (%8.9) tekrarlayan (>3) ataklar ile başvurmuştu. İlk atak ile gelen hastaların 4’ünde (%7.1) 24 saat içinde tekrarlayan nöbetler görüldü. Olgulardan 4’ü (%7.1) kompleks febril nöbet olup bir hastada (%1.8) febril status epileptikus mevcuttu. Çalışmamızda da olduğu gibi, febril konvülziyonların çoğu basit tipte olup, prognozları iyidir ve çoğu basit viral enfeksiyonlara bağlıdır.
Febrile seizures are seizures that occur in febrile children between the ages of 6and 60 months who do not have an intracranial infection, or history of afebrile seizures. In this study, the children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures in Antalya Education and Research Hospital (AEAH) were reviewed. 56 children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures between September 2011- January 2012 in AEAH were analysed retrospectively. Analyses were performed using SPSS 16.0 version. 23 patients (41.1%) were male, 33 (58.9%) were female , mean age was 26.8 months, mean duration of hospitalized days were 3.5 days. Fever source was upper respiratory tract infection in 44 (78.6%) patients, lower respiratory tract infection in 6 (10.7%), acute otitis media in 2 (3.6%), urinary tract infection in 1 (1.8%), acute gastroenteritis in 1 (1.8%), hand–foot-mouth disease in 1 (1.8%), roseola infantum in 1 (1.8%) patient. Lumbar punction was done in 2 (3.6%) patients, one of them had aseptic menengitis and other had normally cerebrospinal fluid findings. 34 (60.7%) patients had first attack, 12 (21.4%) had second, 5 (8.9%) had third and 5 (8.9%) had more than three attacks. 4 (7.1%) patient’s seizures who had first febrile attack occured more than once in a 24 hour period. 4 (7.1%) patients had complex febrile seizures, 1 (1.8%) patient had febrile status epilepticus. These results suggest that most febrile seizures are simple, good prognosis and mostly causes of fever is upper respiratory tract infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Ocaklarında Çalışan Sağlık Personelinin Mesleki Doyumu
Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Ocaklarında Çalışan Sağlık Personelinin Mesleki Doyumu
Job SatIsfactIon Of Health Staff WorkIng At PublIc Health Centers
Amaç: Bu çalışma, sağlık ocaklannda çalışan sağlık personelinin iş doyum düzeylerini ve iş doyumunu et-kileyen faktörleri belirlemek amacıyla yapıldı. ll/lateryal ve metod Çalışma, bir kesit araştırması olup 1997 yılında Konya ilinde yapıldı. Küme örnekleme yöntemiyle belirlenen 27 sağlık ocağındaki 153 sağlık personeline Min-nesota iş Doğum Ölçeğinin kısa forma uygulandı. iş doyum puanı ortalaması genel olarak ve demografik özelliklere göre hesaplandı. Ayrıca, iş doyumunu oluşturan her konu için 'hoşnut' olanların oranları hesaplandı. Bulgular: Genel olarak sağlık ocağı personelinin % işinderı hoşnut olduğu belirlendi ve iş doyum puanı ortalaması 3.75iti. iş doyumunun yaş, cinsiyet, evlilik durumu, görev süresi ve görev yerinden etkilenmediği be Ebelerin hoşnutluk oranı diğerlerinden daha düşük bulundu. Sağlık personelinin iş doyumunu olumsuz yönde etkileyen en önemli etkenler çalışma şartları ve aldıkları ücretfi. Sonuç: Bu çalışmanın bulgulanna göre sağlık ocağı personelinin iş doyum düzeyinin düşük olduğu saptanmıştır. Başta çalışma şartları ve ücret olmak üzere iş doyumunu olumsuz etkileyen faktörler düzeltilmelidir.
Objective: This paper was aimed ta identify job satisfaction and its sources among health staffs (general practitioners, midwife, nurse, health functionary) working at public health centers. Materials and methods: In 1997, a self-administered questionnaire (Short form of Minnesota Satisfaction Questionnaire) was used for 153 health staffs who were working at 21 public health centers selected with cluster sampling in Konya province. Glo-bal satisfaction score was calculated generally and according ta demographic features. For each item which is constituted job satisfaction the ratio of health staff isafisfied' was calculated. Results: The percentage of health staff satistied was 59.5% and the average of global satisfaction score was 3.75. There was no relation between global satisfaction score and person's age, Bender, marital status, location of practice and job duration. The mid-wifes were less dissatisfied than the others. The working environrrıent and income were the most important fac-fors of dissatisfaction. Conclusion: According to the results health staffs working at public health center have low satisfaction score. The working condition and income salaries should be improved and the other matters which originates dissatisfaction must be considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, İsmail Hakkı Ersoy, Banu Kale Köroğlu, İrem Arı
Olgu sunumu
Özeti
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
A Paget PatIent WIth SacroIlIac JoInt Involvement And Normal AlkalIne Phosphatase Level
Paget Hastalığı, artmış osteoklastik aktivite sonrası aşırı kemik yapımıyla karakterize olan ve osteoporozdan sonra ikinci sıklıkta görülen bir kemik hastalığıdır. Genellikle ileri yaştaki erkeklerde görülmektedir. Klinik olarak kemik ağrıları, patolojik kırıklar, nörolojik ve işitsel problemler görülse de hastaların çoğu asemptomatik seyretmektedir. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamakla beraber genetik faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Tanı alkalen fosfataz yüksekliği ve radyolojik bulgular ışığında koyulur. Tedavide bifosfonatlardan büyük oranda fayda görülmektedir. Burada yoğun bel ve kalça ağrısı ile kliniğimize başvuran, alkalen fosfataz değerleri normal sınırlarda seyreden ve sakroiliak eklem tutulumu olan, kemik sintigrafisi bulguları ile Paget hastalığı tanısı koyduğumuz bir olgu takdim edilmiştir.
Paget’s disease is the most frequent disorder of bone after osteoporosis characterized by excess bone growth due to increased osteoclast activitiy. It is usually seen in older males. Patients are often asymptomatic but sometimes bone pain, fractures, neurological and hearing problems can be seen. Although the pathogenesis of disease is not clear, genetical factors are thought to play role on pathogenesis. Paget’s disease is diagnosed by elevated serum alkaline phosphatase activity and abnormal radiological findings. Bisphosphonates are useful in controlling disease activity. Here, we present a patient admitted to our clinic with severe pelvic and back pain, mimicking sacroiliitis, diagnosed via bone sintigraphy as Paget’s disease in contrast to normal alkaline phosphatase levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
Mustafa Kösem, Bülent Özbay, Deniz Rençber, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
The DIagnostIc Value Of Sputum And BronchIal Lavage CytologIes In The Lung Cancers
Bu çalışma ile fakültemizde değerlendirilen balgam ve bronş lavajı sitolojilerinin, tanı dağılımını belirlemek ve malign ön tanısı olanlarda, biyopsi materyalleri ile karşılaştırılarak tanısal değerlerini ortaya çıkarmak amaçlandı. Ocak 1990-Aralık 2000 tarihleri arasında YYÜ. Tıp Fakültesi Patoloji AD’a gönderilen balgam ve bronş lavajı sitolo- jileri ile bronş biyopsileri saptandı, sitolojik tanı dağılımının yanı sıra, malign akciğer sitolojileri ve biyopsileri karşılaştırıldı. İncelenen 1140 balgam sitoloji materyalinin %8.7’si malign tanı almıştı. Tek balgamlı hastalarda malign tanı oranı %2.2, multipl balgamlılarda ise %18.1 idi. 283 bronş lavajı materyalinin %8.6’sı malign tanı almıştı. Tek lavajlı hastalarda malign tanı oranı %6.8, multipl lavajlılarda ise %24.2 idi. Balgam ile malign tanı alan ve biyopsi ile tanı konulamayan hasta sayısı 31, aynı şekilde lavaj tanısı malign olan ise 10 kişi idi. Her üç materyali olan biyopsi ile malign tanı alan 63 hastanın, 41 inde sitolojik tanılar negatifti. Bu hastalarda balgam ve bronş lavajı birlikte değerlendirildiğinde pozitif tanı oranı %34.9, tek başına balgam ile pozitif tanı oranı %30.2, tek başına bronş lavajı ile pozitif tanı oranı ise %17.5 idi. malignite düşünülerek gönderilen 185 hastaya ait materyalde ise, biyopsi ile %62.7, balgam ile %29.8, lavaj ile %11.4 ve üçü birlikte %84.9’luk bir pozitiflik vardı. Sonuç: Balgam tekrarı pozitif tanı oranını sekiz katına, bronş lavajları ise 3.5 katına çıkarmaktadır. Malign ön tamlı olgularda her üç yöntemin birlikteliği ile pozitif tanı oranındaki artış, istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001). Biyopsinin yetersiz olduğu durumlarda balgam ve bronş lavajının tanısal önemi daha da artmaktadır.
The aim of this study was to evaluate the cytologic and histopathologic results of sputum, bronchial lavage fluid, and biopsy materials and to compare their diagnostic Utilities especially in the patiets with malignity. Sputum and bronchial lavage cytologies and bronchial biopsies send to the pathology department of medical faculty between January 1996 and December 2000 were reevaluated by archive scanning. Malign lung cytologies and biopsies were compared with each other, as well as diagnostic distribution of cytology. Of the 1140 sputum cytology mate rial, 8.7% had malignant diagnosis. For the patient having single sputum specimen, the rate of malign diagnosis was 2.2%, and for those multipl sputum specimens 18.1%>. Of the 283 bronchial lavage material, 8.6% had malig nant diagnosis. The rates of malignant diagnosis were 6.8% and 24.2% for the patient having single lavage spec imen and multipl specimens respectively. The number of the patient with negative malignity for biopsy and posi tive malignity for sputum was 31 and similaly lavage positive and biopsy negative was 10. Cytologic diagnoses were negative in 41 of the 63 patients who having both each material (sputum, lavage biopsy) and diagnosed with biopsies. İn this patients when sputum and bronchial lavage are evaluated with together the rate of positive diag nosis was 34.9°/o, for sputum it self 30.2%> and for bronchial lavage 17.5%>. İn the 185 patient considered to have malignity positive results were obtained in the rates of 62.7%, 29.8%, 11.49% and 84.9% for biopsy, sputum, lavage and ali, respectively. As conclusion, repeated sputum cytologies increases the rate of positive diagnosis as much as 8 times, and bronchial lavage 3.5 times. Positive diagnoses will significantly increases if three diagnos tic methods are evaluated with together (p<0.001). İn the case of biopsy failure, the diagnostic importance sputum and bronchial lavage is further increasing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
Krishnappa Amita, Shivashankar Vijay Shankar, Mallika Rajshekar Kalmood, Channagangappa Shimoga Indira
Olgu sunumu
Özeti
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
NeutrophIl ErythrophagocytosIs And NeutrophIl Erythrocyte RosettIng In Paroxysmal Cold HaemoglobInurIa
Paroksismal soğuk hemoglobinüri (PCH), spesifik olmayan semptomlar nedeniyle öntanıda göz önüne genellikle alınmayan nadir görülen bir otoimmün hemolitik anemidir. Periferik yaymada nötrofilik eritrofagositoz ve nötrofil eritrosit rozet oluşumu, özellikle PCH'de olmak üzere otoimmün hemolitik anemide nadiren bildirilen bir bulgudur. Akut başlangıçlı ateşi olan ve bu olağandışı periferik yayma bulgularını paroksismal soğuk hemoglobinüri açısından değerlendirdiğimiz 25 yaşında bir kadın hastayı sunduk. Nötrofil eritrosit rozetinin varlığı ve periferik yaymada nötrofillerle eritrofagositoz varlığı halinde patolog, PCH tanısı açısından dikkatli olmalıdır ve bu bulgular gereksiz araştırmalardan kaçınmaya yönlendirebilir.
Paroxysmal cold haemoglobinuria (PCH) is an uncommon form of autoimmune haemolytic anaemia the diagnosis of which is usually not considered at the initial presentation due to nonspecific symptoms. Neutrophilic erythrophagocytosis and neutrophil erythrocyte rosette formation in peripheral smear is an uncommon finding which has been reported rarely in autoimmune haemolytic anaemia, especially PCH. We report a case of a 25-year-old female who presented with acute onset fever and in whom these unusual peripheral smear findings directed the pathologist to initiate the work up for paroxysmal cold haemoglobinuria. Being vigilant about the presence of neutrophil erythrocyte rosette and erythrophagocytosis by neutrophils in peripheral smear will guide pathologist towards initiating a workup for PCH and avoiding unnecessary investigations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Tülin Demir, Bağnu Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Seroprevalence Of BrusellosIs In KIrsehIr ProvInce And SIgnIfIcance Of SerologIcal And BIochemIcal Tests In The DIagnosIs Of BrucellosIs
Bruselloz enfekte hayvanların sıklıkla et ve sütlerinin tüketimi ile insanlara bulaşan; ateş, kas ve eklem ağrıları ile seyreden bakteriyel zoonotik bir hastalıktır. Çoğu laboratuvarda kan kültürü yapılamaması, bakterinin yavaş üreme özelliği göstermesi ve antibiyotiklerden etkilenmesi nedeniyle tanıda Rose Bengal plate aglutinasyon (RBPA) ve tüp aglutinasyon testi gibi serolojik test yöntemleri kullanılmaktadır. Enfeksiyon seyrinde biyokimyasal parametrelerde değişimler de izlenmektedir. Bu çalışmada, bölgemizdeki bruselloz seroprevalansı Rose Bengal ve standart tüp aglutinasyon (STA) testi ile belirlendi ve bruselloz olarak tanımlanan hasta serumlarında biyokimyasal değerlerdeki değişimler incelendi. Bruselloz ön tanısı ile mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen 4041 hasta serumundan 144’ünde Rose Bengal testi pozitif olarak saptandı. Bunların 121’inde ise STA testi ile 1/160 ve üzeri titre tespit edildi. Çalışma grubumuzda bruselloz seroprevalansı %2,99 olarak belirlendi. Bu örneklerin 98’inde (%81) C-reaktif protein (CRP), 66’sında (%54,5) eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), 29’unda (%24) alanin aminotransferaz (ALT) ve aspartat aminotransferaz (AST) yüksek olarak belirlendi. Ayrıca olguların 11’inde (%9,1) lökositoz, 12’sinde (%9,9) lökopeni, 46’sında (%38,1) anemi ve 53’ünde (%43,8) trombositopeni mevcuttu. STA titresi arttıkça CRP seviyesinde paralel bir yükselme olduğu, lökosit ve trombosit sayısının düştüğü saptandı. Sonuç olarak, özellikle serum CRP düzeyinin bruselloz tanı ve takibinde faydalı bir biyokimyasal test parametresi olabileceği düşünülmektedir.
Brucellosis is a bacterial zoonotic disease with the major symptoms such as fever, joint and muscle pain generally caused by consumption of meat and milk of infected animals. Serological test methods such as Rose Bengal plate agglutination (RBPA) and standart tube agglutination test, are used in the diagnosis of brucellosis because of the lack of availability of blood culture in several laboratories, the low growth rate and ease to be effected by antimicrobials of the bacteria. Variations in biochemical parameters could be seen in the course of infection. In this study, seroprevalence of brucellosis in our region was determined by Rose Bengal and standart tube agglutination tests, and variations in biochemical parameters of the sera defined as positive for brucellosis were also evaluated. Rose Bengal test was found to be positive for 144 out of 4041 patient sera send to Microbiology Laboratory with the initial diagnosis of brucellosis. Among these sera, agglutination titer of 1/160 and over was detected in 121 samples. Seroprevalence for brucellosis was 3.56% for our study group. Among patient sera found to be positive in STA, 98 (81%) showed increase in C-reaktif protein (CRP) level, 66 (54.5%) in erytrocyte sedimantation rate (ESR), 29(24%) in alanin aminotransferase (ALT) and aspartat aminotransferase (AST). Additionally, leucocytosis was seen in 11 (9.1%), leucopenia in 12 (9.9%), anemia in 46 (36%) and thrombocytopenia in 53 (43.8%) patient sera. As STA titer increased CRP level had a paralel rise, but the platelet and leukocyte number decreased. In conclusion, especially serum CRP level could be a useful biochemical test parameter for the diagnosis and follow-up of brucellosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nötrofil Lökositlerde Solunum Patlaması Ve Nadıı Oksidaz
Mustafa Ünaldı, Osman Yılmaz, Mehmet Gürbilek, Mehmet Aköz, Mustafa Yöntem
Araştırma makalesi
Özeti
Nötrofil Lökositlerde Solunum Patlaması Ve Nadıı Oksidaz
RespIratory Burst IrI Fluman NeutrophIls And Namı OxIdase
Fagositozda önemli bir rol üstlenen nötrofil lökositler antibakteryal ajanları ve lizozomları içererek mikroorgartizmaları tahrip ederler. Hareketli olmaları ve fagositoz yapmaları dolayısıyla aktif bir matabolizmaya sahiptirler. Fagositozda esas olarak iki biyokimyasal olay vardır: Birisi heksoz rnonofosfat yolunun hızlanması, diğeri de 11202 oluşumudur. Fagositozda enerji ihtiyacı ve oksijen harcaması artar. Glikozun Embden-Mreyerhoff ve fosfoglukonat yolu ile yıkımı hızlanır. Glikolizde üretilen NADH üzerine oksidazın etkisiyle I-1202 oluşur. 11202 iri bakteriler üzerine öldürücü etkisi vardır. Fagositoz olayına bağlı olarak bir solunum artışı olur, buna solunum patlaması denir. Solunum patlaması kemotaksisden itibaren başlar, fagositoz sonuna kadar devam eder. Lökositlerde üretilen 11202 yetersizliğinde, mikroorganizrnaların öldürülüşü iyi olmayacağından bazı hastalıklar ortaya çıkar.
Neutrophil leukocytes, which have antibacterial agents and lysosom.es, play an important role in phagocytosis and destroy rnicroorganisms. They have active metabolism, because !hey are ~ille and phagocytose microorganisrnv, Principally, There are two biochernical events in phagocytosıs. First one is the acceleration of the hexose-monophosphate shunt and the second one is the generation of 11202 in phagocytosis the energy reguirement, oxygen consumption, and the breakdown of glucose via Etnbden-Meyerhoff patway increase. 11202 is produced as a resuit of the effect of oxidase on NADH produced in glycolysis. 11202 has killing effect on microorganis?rı. In phagoytosis respiration accelerates in the neutrophil leukocytes. This is called as respiratory burst. Respiratory burst siarts at the begining of the chernotaxis and continues tip ta the end of phagocytosis. 1mpaired 11202 production causes some infections. Because rnicroorganisms can not be effectively killed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş (ara) Etyopatogenezinde Serbest Oksijen Radikallerinin Rolü
Mehmet Emre Atabek, Bülent Oran, Fatih Gültekin, Sevim Karaaslan
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş (ara) Etyopatogenezinde Serbest Oksijen Radikallerinin Rolü
The Role Of Oxygen Free RadIcals In The EtIopathonegesIs Of Acute RheumatIc Fever
Bu çalışmada çocukluk çağında Akut Romatizma! Ateş (ARA) etyopatogenezinde serbest oksijen radikallerinin (SOR) rolü ve klinik bulgularla ilişkileri araştırılmıştır. Beş ile 15 yaşlarında 23 hasta ve 25 sağlam çocuk araştırmaya dahil edildi. Hastaların 17'sinde kardit gözlendi. Reaktif oksijen molekülü (ROM) düzeyleri tanı anında ve daha sonra da periyodik olarak belirlendi. Serbest oksijen radikalleri ve ürünleri dROM kiti (d-ROMs test, Diacron s.r.l. Diagnostics Division, Via Zircone n.8-58100 Grosseto-İtaly) kullanılarak ve kolorimetrik olarak ölçüldü. Tanı anındaki plazma ROM düzeyi kontrol grubundaki ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (P<0.05). 15, 30 ve 90. günlerde plazma ROM düzeylerinin giderek azaldığını gözledik. Karditi olmayanlarla kıyaslandığında karditli hastaların plazma ROM düzeyleri istatistik olarak anlamlı bir farklılık göstermiyordu. Anlamlı olmamakla birlikte, 90. günde plazma ROM düzeyi hâlâ yüksekti. Biz bu çalışmada serbest oksijen radikallerinin ARA etyopatogenezinde önemli bir rol oynayabilecekleri sonucuna vardık.
İn this study the role ofoxygen free radicals in the etiopathogenesis of Acute Rheumatic Fever (ARF) in childhood and its relationship betvveen the clinical fındings were investigated. Tvventy three patients with an age range of 5 to 15 years and 25 healthy children were included. Carditis was observed in 17 of the patients. The ROM levels were determined at the time of diagnosis and periodically after than. Oxygen free radicals and its products were measured colorimetrically using dROM's kit (d-ROMs test, Diacron s.r.l. Diagnostics Division, Via Zircone n. 8-58100 Grosseto-İtaly). The plasma ROM level at the time of diagnosis compared to that of control group was found statistically significant (P<0.05). We observed a Progressive decrease in plasma ROM levels at days 15, 30 and 90. The patients with carditis didn't have statistically different plasma ROM levels compared to the patients without carditis. The plasma ROM level at day 90 was stili higher, though unsignifıcant, than that of the control group. İn this study, we conclude that the oxygen free radicals may play an important role in the etiopathogenesis of ARF.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hospital-Acquired Escherichia Coli Infection İncluding Oxa- 48 Gene: Case Report
Metin Doğan, Gökçe Kader Arslan, Selin Uğraklı
Olgu sunumu
Özeti
Hospital-Acquired Escherichia Coli Infection İncluding Oxa- 48 Gene: Case Report
HospItal-AcquIred EscherIchIa ColI InfectIon IncludIng Oxa- 48 Gene: Case Report
Since it is the most abundant bacteria in the flora, resistance to E. coli, especially the development of carbapenemase-producing strains, is one of the undesired situations. In our hospital, E. coli isolates with OXA-48 resistance gene were isolated from the clinical samples of two patients. That it would be beneficial to report these cases in order to report the isolation of E. coli isolates with OXA-48 resistance gene and to prevent the spread of this resistance gene in these microorganisms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde Evlilik Çağındaki Kadınlarda Rubella
ıgg Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
Şerife Yüksekkaya, Hatice Türk Dağı, Fatma Kalem
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde Evlilik Çağındaki Kadınlarda Rubella
ıgg Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Rubella Igg PosItIvIty Of MarrIage-Age Women
Kızamıkçık (rubella) çocuk ve erişkinlerde döküntü, ateş ve
lenfadenopati ile seyreden viral bir hastalıktır. Çocukluk döneminde
hafif semptomlarla geçirilen bu hastalık, virüsün gebelik sırasında
fetusa geçmesi ile konjenital kızamıkçık sendromuna yol açmakta ve
birçok anomaliye neden olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, evlilik
çağındaki kadınlarda rubella seroprevalansının belirlenmesidir.
Bu çalışmada, evlilik öncesi testlerini yaptırmak üzere birinci
basamak sağlık kuruluşlarına başvuran evlilik çağındaki kadınların
serumlarında rubella IgG antikorları prospektif olarak araştırılmıştır.
Electrochemiluminescence immunoassay yöntemi ile üretici firmanın
(Cobas, Roche, Almanya) önerileri doğrultusunda çalışılmıştır. Evlilik
çağındaki 18- 25 yaş arasında 963 kadın çalışmaya alınmıştır. Rubella
IgG antikorları 963 kadının 929’unda (%96.5) pozitif, 34’ünde (%3.5)
negatif olarak saptanmıştır. Konya’da kızamıkçık seroprevalansının
yüksek olduğu tespit edilmiştir. Enfeksiyonu geçiren kişilerde oluşan
bağışıklık ömür boyu sürmektedir. Enfeksiyonu geçirmemiş ve
aşılanmamış doğurganlık çağındaki kadınlar risk altındadır. Evlilik
öncesi testleri yaptırmak üzere başvuran kadınların aşılanması
ile konjenital kızamıkçık sendromuna bağlı mortalite ve morbidite
azaltılabilir.
German measles (rubella) is a viral disease characterized by
rash, fever and lymphadenopathy in children and adults. This disease
is passed with mild symptoms in childhood, if the virus passes to
the fetus during pregnancy, it leads to congenital rubella syndrome
and can lead to many anomalies. The purpose of this study was to
determine the seroprevalence of rubella IgG antibodies in women of
marriage-age. In this study, Rubella IgG antibodies were investigated
in the serum of marriage-age women who had attended to step one
health care provider for premarital tests, prospectively. Tests were
performed by Electrochemiluminescence immunoassay (Cobas,
Roche, Almanya) according to the manufacturer’s recommendations.
963 women who were between18-25 years old in marriage age were
included in this study. Rubella IgG antibodies were positive in 929
(96.5%) and were negative in 34(3.5%) of them.The seroprevalence
of rubella have been found to be high in Konya. Immunity continues
during lifetime in individuals who suffered from infection but women
in marriage age who had not been infected and unvaccinated are at
risk. Vaccination of women attended for premarital tests may reduce
morbidity and mortality associated with congenital rubella syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hayrullah Alp, Hakan Altın, Sevim Karaaslan
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Absent Pulmonary Valve Syndrome: A Newborn Case Report
Pulmoner kapak yokluğu sendromu (PKYS) nadir görülen bir doğuştan kalp hastalığıdır (DKH). Tek başına veya diğer DKH’lıkları ile birlikte görülebilir. Siyanoz ve solunum sıkıntısı nedeniyle gelen PKYS tanısı konulan yenidoğan bir olgu sunulmuştur. İntauterin dönemde sağ ventrikülde genişleme olduğu bilinen, doğum sonrasında siyanoz ve solunum sıkıntısı gelişen yenidoğan bir kız olgusu çocuk kardiyolojiye getirildi. Doğum sonrasında ekokardiyografi ve manyetik rezonans görüntüleme ile pulmoner kapakçıkların rudimenter ve ağır pulmoner ve triküspit yetmezliğinin olduğu görüldü. Pulmoner arter ve dalları ileri derecede geniş görünümdeydi. Ne yazık ki olgu yaşamının 3. gününde yenidoğan bakım ünitesindeki tedaviye rağmen yaşamını kaybetti. Pulmoner kapak yokluğu sendromu olgularının büyük bir çoğunluğu anatomik olarak Fallot Tetralojisinin bir çeşidi olmakla birlikte klinik bulgular, seyir ve hemodinamik açıdan farklılık gösterir. Erken süt çocukluğu döneminde mekanik ventilasyon gerektirecek düzeyde ağır solunum güçlüğü olan hastalara müdahale beklenmeden uygulanmalıdır. Olgumuzun vital fonksiyonları stabil tutulamadığı için cerrahi müdahale yapılamadı. Pulmoner kapak yokluğu sendromu yenidoğan döneminde siyanoz ve solunum sıkıntısı ayırıcı tanısında düşünülmelidir. İntrauterin tanı alan olguların doğumunun çocuk kardiyoloji, kalp damar cerrahisi ve yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin bulunduğu merkezlerde gerçekleştirilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Absent pulmonary valve syndrome (APVS) is a rare congenital heart disease. It can be seen isolated or with other congenital heart diseases. Here, we presented a neonate with cyanosis and dyspnea because of APVS. A-female-newborn was referred to pediatric cardiology due to cyanosis, respiratory distress and prenatally diagnosed right ventricular dilatation. Rudimentary pulmonary valves and severe pulmonary and tricuspid regurgitations were determined postnatally with echocardiography and magnetic resonance imaging. Additionally, main pulmonary artery and its branches were seen dilated. Unfortunately she died on third day of her life, although supportive and medical treatments were administered intensively. Most of APVS cases are a variant of Tetralogy of Fallot. But clinical findings, prognosis and hemodynamic conditions can be different. Infants requiring mechanical ventilation shold be undergone operation as soon as possible. Our case could not be operated because of unstable vital functions. Absent pulmonary valve syndrome should be considered as a differential diagnosis in neonates with cyanosis and respiratory distress. If prenatal diagnosis is present, we suggest that parturition should happen in a medical center includes pediatric cardiology and cardiovascular surgery and also neonatal intensive care unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
Sevgi Pekcan, Mehmet Köse, Nural Kiper, Ayşe Tana Aslan, Nazan Çobanoğlu, Özge Aydemir, Ebru Yalçın, Eda Ütine, Deniz Doğru, Uğur Özçelik
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
The FlexIble Bronchoscopy FIndIngs Of ChIldren Who Have ChronIc Cough
Amaç: Kronik öksürük, çocukluk ça¤›nda s›k karfl›lafl›lan, hasta ve aileyle birlikte hekimi de huzursuz eden bir bulgudur. Bu çal›flman›n amac›; merkezimizde kronik öksürük nedeni ile araflt›r›lan ve fleksible bronkoskopi (FB) yap›lan hastalar›n klinik, laboratuar ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan de¤erlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Hacettepe Çocuk Gö¤üs Hastal›klar› Ünitesinde Ocak 2002- Aral›k 2006 tarihleri aras›nda kronik öksürük nedeniyle izlenen, 4-6 haftadan beri öksürü¤ü olan, akci¤er grafi bulgular› spesifik olmayan bu nedenle FB yap›lan 23 hasta çal›flmaya al›nd›. Hastalar›n dosyalar› retrospektif olarak demografik, klinik ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan incelendi. Gastroözofagial reflü veya immün yetmezli¤i olan hastalar çal›flmadan ç›kar›ld›. Bulgular: Kronik öksürük nedeniyle bronkoskopi yap›lan 23 hastan›n 12’i erkek, 11’i k›zd›. Yafllar› 1-13,8 y›l aras›nda de¤ifliyordu. Ortalama yafl 5 y›l idi. Bir hasta hariç tüm hastalar›n radyolojik incelemesi normaldi. Bir hastada sanal bronkoskopide bronfl anomalisi saptand›. Yirmi üç hastan›n FB ile de¤erlendirilmesinde 10 hastada normalin d›fl›nda bulgu saptand›. ‹ki hastada sol ana bronflta yabanc› cisim ve granülasyon dokusu, 2 hastada trakeomalazi, 3 hastada enfeksiyonla uyumlu olan hiperemi ve sekresyon, 1 hastada mantar enfeksiyonu düflündüren trakeada beyaz plaklar saptand›. ‹ki hastada ise bronfl anomalisi saptand›. Fleksible bronkoskopi de patoloji tesbit edilen hastalar›n 6’›nda da BAL kültürlerinde üreme tesbit edildi. Üç hastada Bronkoalveolar lavaj (BAL) da lipid yüklü makrofaj tesbit edildi ve daha önce gastroözofageal reflü (GÖR) sintigrafisi normal olan iki hastan›n tekrarlanan GÖR sintigrafisi pozitif olarak bulunup reflü tedavisi baflland›. Sonuç: Fleksible bronkoskopi invaziv bir giriflim olmas›na ra¤men solunum sisteminin fonksiyonel, anotomik özelliklerini iyi de¤erlendiren, kronik öksürükte nedeni ayd›nlatmakta tan›ya yard›mc› bir yöntemdir.
Aim: Coughing is a common symptom in childhood. The cough last for over 4 to 6 weeks and also which makes patients the family and the doctor feel discomfort is called chronic cough. If this cough last long and repeats, it has to be investigated. After a detailed history and physical examination, distinctive studies have to be made. The purpose of this study is to evaluate the patients, which have been made flexible bronchoscopy because of chronic cough, by their clinical, laboratory and bronchoscopic findings. Material and Method: In this study we evaluated 23 patients with chronic cough; which were examined between January 2002 and December 2006 in Pediatric Chest Unit of Hacettepe University. Patients have cough for over 4 to 6 weeks, without specific chest X Ray findings, gastroesophageal reflux and problem with their immunologic system were and because of all these reasons they have been made bronchoscopy. The patients files are analyzed retrospectively by their demographic, clinic and bronchoscopic findings. Results: The study consisted of 23 patients: (12 males/11 females). The age of the patients vary between 1 and 13,8 years (mean age: 5 years). All patient’s radiological findings were normal without one patient. This patient’s have bronchial abnormalities in sanal bronchoscopy. When it is observed with flexible bronchoscopy ten patients have abnormal findings. Two patients have foreing body aspiration in their left main bronchus, two patients have tracheomalasia, three patients have hyperemia and secretions infection and two have bronchial abnormalites.In six patients’ bronchoalveolar lavage microorganism grew. Three patients have lipid laden macrophage and two patients whose previous gastroesophageal reflux scintigraphie were negative then found in and started treatment Conclusion: Although flexible bronchoscopy is an invasive technique, it evaluates respiratory system’s functional, anatomic characteristics well and it is a valuable technique in finding the etiology of chronic cough.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
Hayrettin Temel, Mehmet Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcal And Laboratory Data Of PedIatrIc PatIents DIagnosed WIth InfectIous MononucleosIs
Amaç: Çocukluk döneminde Epstein-Barr virüsüne (EBV) nedenli enfeksiyöz mononükleoz olguları yüksek sıklıkta görülmektedir. Akut EBV enfeksiyonu belirti ve bulguları farklı klinik tablolarla kendini gösterebilmektedir. Çalışmamızda çocuklar arasında yaş ve yüksek riskli yaş gruplarına göre akut EBV enfeksiyonlarının klinik sunumunun incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2013-2020 yıllarında üçüncü basamak hastanemize başvuran ve enfeksiyöz mononükleoz tanılı toplam 337 çocuk hasta dahil edildi. EBV VCA IgM ve IgG antikorları ELISA yöntemiyle (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Almanya) firma önerileri doğrultusunda çalışıldı. Hasta bilgileri ve sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 5.1±3.4 yıl idi. Hastaların %22.8’si 0-2, %43.0’i 3-5, %29.7’si 6-12, %4.5’i ise 12 yaş ve üzeri gruptaydı. Akut EBV enfeksiyonu tanısı konulan çocuklarda en sık görülen belirti veya bulgular lenfadenopati (%59.6), lenfositoz (%45.1), ateş (%40.9), boğazda şişlik (%39.2) ve farenjit (%30.0) idi. Ateş şikayeti, 3-5 yaş arasında diğer yaş gruplarına göre anlamlı yüksekti (p=0.003). Olguların mevsimsel dağılımı benzerdi. Olguların yıllara göre artış içinde olduğu, en çok olgunun 2019 yılında görüldüğü (%23.4) belirlendi. Şikayetlerin başlamasından hastaneye başvuru yapılana kadar geçen sürenin yaş grupları ile doğru orantılı olarak arttığı görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda akut EBV enfeksiyonunda çocukluk dönemi yaş grupları arasında belirti ve bulgular açısından farklılık olmadığı, yıllara göre olgu sayılarının hafif bir artış içinde olduğu, özellikle lenfadenopati, splenomegali ve hepatomegali görülen çocuklarda EBV enfeksiyonundan şüphe etmek gerektiği sonucna varıldı.
Aim: In childhood, infectious mononucleosis cases caused by Epstein-Barr virus (EBV) are seen with high frequency. The signs and symptoms of acute EBV infection can manifest with different clinical pictures. Care should be taken in differential diagnosis for correct treatment. In our study, it was aimed to examine the clinical presentation of acute EBV infections by age and high-risk age groups among children.
Patients and Methods: A total of 337 pediatric patients with infectious mononucleosis who applied to our tertiary hospital in 2013-2020 were included in the study. EBV VCA IgM and IgG antibodies were studied by ELISA method (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Germany) in accordance with company recommendations. Patient information and results were evaluated retrospectively.
Results: The mean age of the patients was 5.1 ± 3.4 years. 22.8% of the patients were in the group of 0-2, 43.0% of them were 3-5, 29.7% of them were 6-12, and 4.5% of them were 12 years old and above. The most common signs or symptoms in children diagnosed with acute EBV infection were lymphadenopathy (59.6%), lymphocytosis (45.1%), fever (40.9%), swelling in the throat (39.2%) and pharyngitis (30.0%). Fever complaints were significantly higher between the ages of 3-5 compared to other age groups. The seasonal distribution of the cases was similar. It was determined that the cases increased over the years and the most cases were seen in 2019 (23.4%). It was observed that the time between the start of complaints and the application to the hospital increased directly proportional to age groups.
Conclusion: In our study, it was concluded that there was no difference in acute EBV infection in childhood age groups in terms of signs and symptoms, and the number of cases increased slightly over the years, especially in children with lymphadenopathy, splenomegaly and hepatomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreas Yaralanmaları
Rahmi Kaya, Adnan Özpek, İsmail Kabak, Süleyman Kalcan, Koray Koşmaz, Orhan Alimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pankreas Yaralanmaları
PancreatIc InjurIes
Bu çalışmada kliniğimizde künt travmaya bağlı gelişen pankreas
yaralanmalı olgularımızın tedavi ve takip sonuçlarını irdelemeyi
amaçladık. Pankreas yaralanmalarının büyük kısmı eksternal
drenajla tedavi edilebilen düşük dereceli yaralanmalardır. Pankreas
yaralanmalarının teşhisinde, Bilgisayarlı Tomografi %80 lik tanı
hassasiyetiyle en iyi yöntemdir. Pankreas yaralanmalarında, ana
pankreatik kanalın hasarlanmış olması mortalite ve morbiditeyi
artırmaktadır. Bu makalede, Nisan 2009 ve Aralık 2011 tarihleri
arasında kliniğimize yatırarak tedavi ettiğimiz künt travmaya bağlı
izole pankreas yaralanması bulunan ve hemodinamileri stabil 4 hasta
analiz edildi. Hastaların 3’ü erkek, 1’i kadın, yaş ortalaması 22 (17-
28) idi. Bunların 2’si opere edilirken, 2 hastaya non-operatif takip ve
tedavi uygulandı. Opere edilen hastalarda pankreas fistülü gelişirken,
non-operatif takip edilen hastalar herhangi bir komplikasyon
gelişmeden taburcu edildiler. Eksternal drenaj ve konservatif tedavi
düşük grade pankreas yaralanmalarında etkin tedavi yöntemleridir.
Most pancreatic injuries are minor and can be treated by external
drainage. CT represents the best noninvasive diagnostic method for
the detection of pancreatic injury, with sensitivity and accuracy of
at least 80%. Morbidity and mortality rates for isolated pancreatic
trauma are directly related to the presence of damage at the
pancreatic duct. This article is based on 4 patients who have applied
to our Department of General Surgery in Ümraniye Training and
Research Hospital between April 2009 and December 2011. Three of
the patients were men, and one of them was woman. The average age
of the patients was 22 (17-28). Two of them have undergone surgery
and drainage. Two patients have been treated with conservative
treatment. Pancreatic fistula was seen in two patients. External
drainage and conservative treatment are effective treatments for the
low grade pancreatic injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Klinik Bulgularla Başvuran Erişkin Still Hastalığı
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, Onur Kaya, Füsun Zeynep Akçam, Bülent Kaya, Ali Kutlucan
Olgu sunumu
Özeti
Farklı Klinik Bulgularla Başvuran Erişkin Still Hastalığı
Adult StIll’s DIsease PresentIng WIth DIfferent ClInIcal ManIfestatIons
Erişkin Still hastalığı (ESH), etiyolojisi bilinmeyen, patogenezinin henüz aydınlatılamadığı nadir bir sistemik inflamatuar hastalıktır. Tanı koydurucu spesifik bir testin olmaması nedeniyle tanı klinik olarak konulmaktadır. Bu hastalık yüksek ateş, artralji veya artrit ve geçici makülopapuler döküntü ile karakterizedir. Tedavide non-steroid antiinflamatuvar ilaçlar (NSAİİ), kortikosteroidler ve immunsupresif ajanlar kullanılmaktadır. Burada alışılmışın dışında farklı klinik tablo ile başvuran ve erişkin Stil hastalığı tanısı konulan iki olgu sunulmuştur.
Adult Still’s disease is a rare systemic inflammatory disease with unknown etiology and its pathogenesis has not been clarified yet. Since, there is no specific diagnostic test the diagnosis is made by clinical symptoms. It is characterized by high fever, arthralgia or arthiritis and transient maculopapular rash. Non-steroidal antiinflammatory drugs, corticosteroids and immunosuppressive agents are used in the treatment. Here, we present two cases with unusual clinical manifestations which are diagnosed as adult Still’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bolgesındekı Asılı Cocuklarda Kızamık Antıkorlarının Arastırılması
Faruk Öktem, Ahmet Özel, Halil Özerol, Bünyamin Kaptanoğlu, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bolgesındekı Asılı Cocuklarda Kızamık Antıkorlarının Arastırılması
Investıgatıon Of Kızamık Antıbodıes In Hangıng Chıldren In Konya Regıon
Onceden aplanmti kimselirde lazarruk has-taltginin (KH) gorillmesi apnin sa:gladigt bagiltkligt incelemeyi gerektirmivir. Bu ca1,4mada, Konya big-gesinde ayllanmq ve KH gecirmem4 617 cocukda kizantiR antikor seviveleri arandz Butiin cocuklar arasuida % 24 nispetinde se-ronegatif sonuc olde edilmi olup, bir iki kere a,i ya-pdarilararasuicla strastyla % 25 % 14.8 oraninda serogenatiflik (SN) bulnnzuour (p=0.075). Kay ye kasabalarda oturanlarda SN orattlarmin ehirlerde oturanlara nazaran daha fazla cldugu (% 25'e kar-plik % 20) tespit edilmitir. iki kere act yapilanlarda ilk apnzn yapilma zamanz SN', etkilemernivir. 9. aydan once aplananlarda SN °rant diger gruplara gore istatistiki olarak onemli derecede fazla idi. Genel olarak SN'e diger bircok. araotrmaya gore daha yiiksek oranda rastlanmuitr. 8. ayda a§2 ya-pilanlarda aplardan sonra gecen siirenin artmasiyla SN oram giderek artnu2ktadzr. 9. aydan sonra aqt-lananlarda ise 6-7 ytldan sonra SN orarunda aru olmamaktadzr. Ara. tirmamt: bolgemizde Imam& aost (KA) ya-!Van cocuklarda SN'in cok yiiksek oldugunu, KAlnin ya.ta yapildtgt cocuklarda daha ktsa bir sure sonra olmak iizere iki kere yapilruzsznin faydalt ola-cagint, soguk zincir ye ail yap.Imasz ile ilgili ha-talarm asgari seviyeye indirilnu si icin gayret edil-mesi gerektigini diigindiirmektedir
Occurance of measles cases in previously vac-cinated children necessiate to investigate. the im-munity due to measles vaccination. In this study, le-vels of measles antibodies were evaluated in 617 children who had been immunized and had not had measles disease in the region of Konya. Twenty four percent of all children were se-ronegative. The rates of seronegativity were 25 % and 14.8 % in those who had one and two vac-cinations, respectively (p=0.075). Those who lived in villages had higher rates of seronegativity than those lived in cities (25 % vs 20 %). The time of re-ceiving first vaccine did not affect the seronegativity in twice vaccinated group. The rate of seronegativity was significantly higher in children vaccinated be-fore 9 mo. Generally the rate of seronegativity was high when compared to other studies. The rate of se-ronegativity increased as the time passed in children who were immunized at 8 mo, whereas no sig-nificant increase was noted after 6-7 years in child-ren vaccinated at older ages. Our study showed that the rate of seronegativity was very high in children who had measles im-munization at an early age and they should be given a repeat dose within a short time after the first one and great care must be paid to minimize errors re-lated to vaccine storing rules and immunization practices.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Görülen Bir Özefageal Tüberküloz Olgusu
Hatice Kutbay Özçelik, Sibel Yurt, Gülşah Günlüoğlu, Turan Aslan, Murat Sezer, Filiz Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Görülen Bir Özefageal Tüberküloz Olgusu
An Unusual Case Of Esophageal TuberculosIs
Gelişmekte olan ülkelerde yaygın organ tüberkülozu önemli bir halk sağlığı problemidir. Ağızdan anüse kadar gastrointestinal sistemin herhangi bir yerinde tüberküloz görülebilir. Özefageal tüberküloz ise % 0,14 gibi çok az bir oranda görülür. Genellikle mediastinel lenf nodlarından direkt olarak yayılır. Bizim vakamız, polikliniğimize disfaji, odinofaji, kilo kaybı ve 6 aydır devam eden epigastrik ağrı şikayeti ile başvuran 55 yaşında bayan hasta idi. PA akciğer grafisinde; sol hemotoraksta hilustan perifere uzanan fibrotik bant izlenimi veren lineer opasite ve sol kostofrenik sinüste küntleşme mevcuttu. Toraks bilgisayarlı tomografisinde subkarinal ve sağ hiler milimetrik sekel kalsifik lenf nodları, torakal özefagusta karina düzeyinde ve hemen proksimalinde duvar kalınlaşması ve lümende daralma, sağ akciğer orta ve sol akciğer alt lobda subsegmenter atelektazi alanları izlendi. Üst gastrointestinal endoskopisinde; özofagusta 19. cm’de arka duvarda yaklaşık 1 cm çapında ülsere lezyon görüldü. Bu bölgeden alınan biyopside tüberküloz ile uyumlu nekrotizan granülomatöz iltihap izlendi. Antitüberküloz tedavinin 2. ayında yapılan endoskopide ülsere lezyonun iyileştiği, alınan biopsi örneğinde tüberküloza ait bir bulgunun görülmediği saptandı. Sonuç olarak; disfaji ve kilo kaybı ile başvuran ve radyolojik bulgusu olan hastalarda ayırıcı tanıda özofageal tüberküloz düşünülmelidir.
Organ tuberculosis is an important problem for the public health in devoloping countries. Tuberculosis can be seen on any part of the gastrointestinal tract from mouth to anus. Esophageal tuberculosis is very rarely seen with 0.14% prevalance. It usually originates from mediastinal tuberculous lymphadenopathy. We report a 55-year-old woman who admitted to our hospital with complaints of dysphagia, weight loss, audinophagia and epigastric pain. The chest radiography revealed a linear opacity compatible with fibrotic tape was seen on chest x-ray. Thorax CT examination revealed milimetric calcified lymph nodes at subcarinal and the right hilar region, thickening of proximal part of esophageal wall through carinal leveland subsegmenter collapse on left lower lobe. Ulcerative lesion with dimension of 1×1 cm localized in the 19th cm of the esophagus was seen on upper gastrointestinal endoscopy, suggesting esophageal carcinoma. Biopsy revealed necrotizing granulomatous ulceration which resembled tuberculosis. After antituberculous chemotherapy, the endoscopy repeated in end of the 2nd month of antituberculous therapy and the recovery of ulcer lesion was seen and the biopsy showed no signs of tuberculosis. Conclusion; esophageal tuberculosis should be kept in mind at differential diagnosis in patients who have complaints of dysphagia and loss weight and radiological signs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
Sabri Hergüner, Erdinç Çiçek, Fatih Kayhan, Arzu Hergüner
Olgu sunumu
Özeti
Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
A PedIatrIc Case WIth CyclIc VomItIng Syndrome
Döngüsel kusma sendromu (DKS), tekrarlayıcı bulantı ve kusma
atakları ile kendini gösteren bir durumdur. Belirtilerin başlangıcı
genellikle 4–6 yaş arasındadır ve kızlarda daha sık görülmektedir.
Ataklar çoğunlukla psikososyal ya da fiziksel bir tetikleyici ile ortaya
çıkar. Son yıllarda DKS ve migren arasında ortak bir patofizyoloji
olabileceği üzerinde durulmaktadır. DKS olan çocuklarda ve
annelerinde kaygı bozukluklarının sık olduğu gösterilmiştir. Bu
yazıda tekrarlayan kusma atakları nedeniyle kliniğimize başvuran 5
yaşındaki bir kız hasta sunulmuştur. Kaygı belirtileri ve kusma atakları
nedeniyle tedavi olarak bir seçici serotonin geri alım inhibitörü olan
essitalopram başlanmış ve tedaviden belirgin fayda görmüştür.
Cyclic vomiting syndrome (CVS) is characterized by recurrent
episodes of nausea and vomiting. Age at onset of symptoms ranges
between 4–6 years and there is a female predominance. CVS attacks
are generally associated with psychosocial or physical triggers. In
last years a shared pathophysiology between migraine and CVS has
suggested. Children with CVS and their mothers have elevated rates
of anxiety disorders. In this report, we presented a 5-year-old girl
who referred to our out-patient clinic because of recurrent vomiting
episodes. Because of her anxiety symptoms and vomiting attacks,
escitalopram, a selective serotonin reuptake inhibitor, was initiated
and she had significant improvement during treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazolabial Kistte Tirozin Kristalleri - Sitolojide Tanı Konulan İlginç Bir Görünüm
Vijay Shankar S, Mg Abhishek, M Sanjay, K Amita
Olgu sunumu
Özeti
Nazolabial Kistte Tirozin Kristalleri - Sitolojide Tanı Konulan İlginç Bir Görünüm
TyrosIne Crystals In NasolabIal Cyst – A MorphologIc CurIosIty DIagnosed At Cytology
Tirozin bakımından zengin kristaller (TC), histopatolojide nadiren karşılaşılan, sitolojide daha nadir görülen ilginç yapılardır. Bu kristaller, tükürük bezi, lakrimal bezin ve nadiren larinksin çeşitli neoplastik olmayan ve neoplastik lezyonlarında nadir olarak görülebilir. Nazolabial kistte bu kristallerin bulgusu bugüne kadar bildirilmemiştir.
Nazolabial kistin klinik ve radyolojik tanısı ile 35 yaşında bir kadın hastaya ince iğne aspirasyon sitolojisi (FNAC) uygulandı. Singles ve ‘petaloid’ ve ‘daisy head’ formları varsayan gruplarda tirozin kristalleri az sayıda lenfosit ve histiyositle birlikte kaydedildi. Amilaz kristalleri de not edildi.
Kesin nedene bakılmaksızın, TC'nin sitolojik olarak tanınması karışıklığı önlemek için önemlidir. Bu kristallerin FNAC'de tanımlanması için ön tanıda düşünülmesi, sitopatolojiyi tüm aspiratın titizlikle incelenmesi için uyarır. Bu yazı ayrıca, TC'nin oluşumunun nazolabial kist ile sınırlı olmadığını ve bunun çeşitli durumlarda gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır.
Background: Tyrosine rich crystals (TC) are curious structures, rarely encountered at histopathology, more so at cytology. These crystals have been documented exceptionally in various non-neoplastic and neoplastic lesions of salivary gland, lacrimal gland and rarely in larynx. The finding of these crystals in nasolabial cyst has not been reported till date.
Case: A 35-year-old female with a clinical and radiologic diagnosis of nasolabial cyst underwent fine needle aspiration cytology (FNAC). Tyrosine crystals in singles and in groups assuming ‘petaloid’ and ‘daisy head’ forms were noted along with few lymphocytes and histiocytes. Amylase crystals were also noted.
Conclusion: Regardless of the precise cause, cytologic recognition of TC is important to avoid confusion. Identification of these crystals at FNAC is a matter of avid observation and encourages cytopathologist for meticulous examination of all fluids. The case also highlights that the occurrence of TC is not restricted to SG and the circumstances in which it occurs is diversified.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Kazım Gezginç, Fatma Yazıcı, Refika Selimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Pulmonary ThromboembolIsm In A PatIent WIth Preterm Premature Rupture Of Membranes
17. gebelik haftasında preterm EMR tanısı alıp, ailenin terminasyonu kabul etmemesi üzerine 14 hafta boyunca takip edilen hastanın sunulması. 35 yaşında, son adet tarihine göre 17 haftalık gebeliği olan hasta vajinal akıntı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın anamnezinde akıntı tariflemesi, amnion mai azalmış olması ve nitrazin testi pozitifliği sebebi ile PEMR tanısı ile kliniğimize yatırılarak takibe alındı. Aileye gebeliğin sonlandırılması önerildi ancak aile gebeliğin devamını istedi. 14 hafta boyunca hastanın antibiotik tedavi altında takibi yapıldı. 31. gebelik haftasında hastanın spontan ağrılarının başlaması, vaginal tuşesinin ilerlemesi üzerine sezaryen yapıldı. Postoperatif 1. günde hastanın sol bacağında şişlik tariflemesi üzerine çekilen sol ekstremite venöz dopplerinde akut derin ven trombozu olduğu saptandı. Hastanın nefes darlığı ve eşlik eden düşmeyen ateşi nedeniyle hastaya pulmoner tromboeemboli ön tanısı ile çekilen bigisayarlı kontrast toraks tomografisinde ve pulmoner anjiografisinde, pulmoner tromboemboli tanısı aldı. Hasta postoperative 10. gün sorunsuz olarak warfarin sodyum (Coumadin®, Zentiva, İstanbul) 5 mg/gün po. kullanmak üzere taburcu edildi. Preterm erken mebran rüptürü olan kadınlarda tromboembolik olayların prevalansı, bu tedaviyi (uzun dönem yatak istirahati) almayan gebe kadınlara kıyasla önemli ölçüde artmaktadır.
To present a patient who was diagnosed as Preterm Premature Rupture of Membrane at 17th gestational week, she didn’t accept termination of her pregnancy and followed up for 14 weeks period. The patient was 35 years old and had 17 weeks pregnancy estimated using the date of the patient’s last menstrual period, referred to our clinic with vaginal discharge. The patient hospitalized for fetal and maternal monitoring with diagnosis of Preterm Premature Rupture of Membrane because of continued vaginal discharge at anamnesis, positive result at nitrazine paper and decreasing amniotic fluid on ultrasound. The family was asked for termination of pregnancy but they wanted to continue pregnancy. The patient was followed up for 14 weeks period with giving antibiotics. The patient’s labour started spontaneously on 31 gestational age, increased cervical dilatation at vaginal examination so that the patient was delivered by cesarean section. On first postoperative day the patient complained from swelling at left leg so left extremity venous doppler was performed and acute deep vein thrombosis was detected. Because of shortness of breath with continued fever at the patient, contrast computerized tomography and pulmonary angiographytaken with the preliminary diagnosis of pulmonary thromboembolism. The absolute result was pulmonary thromboembolism. The patient was discharged without any problem on 10th postoperative day for use warfarin sodium (Coumadin®, Zentiva, İstanbul )5 mg / day po. The prevalence of thromboembolic events among women for whom extended bed rest is prescribed as part of the treatment of premature labor or preterm premature rupture of membranes is significantly increased with respect to that among pregnant women who do not receive this therapy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
Yavuz Atar, İlhan Topaloğlu, Abdullah Onur Göksel
Araştırma makalesi
Özeti
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
SalIvary Gland Tumors: HIstopathology AnalysIs Of 110 Cases
Tükrük bezi tümörü nedeniyle kliniğimizde ameliyat ettiğimiz olguların histopatolojik dağılımının ve özelliklerinin araştırılarak literatürdeki çalışmalarla karşılaştırması. Çalışmada 01.01.2000- 01.01.2007 tarihleri arasındaki yedi yıllık dönemde kliniğimizde ameliyat edilen 110 olgunun histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelendi. Olguların %51’i erkek, %49’u kadın, yaş ortalaması 44 idi. Tümörlerin, %82’i parotis bezinden, %13’ü submandibuler bezden, %5’i minör tükrük bezlerden gelişmekteydi. Parotis bezi tümörlerinin %80’u benign, %20’i malign, submandibüler bez tümörlerinin %80’i benign, %20’si malign, minör tükrük bezi tümörlerinin %50’si benign, %50’si malign yapıda olduğu saptandı. Literatürde histopatolojik tanımlamada ayrılıklar ve TBT oranları arasında anlamlı farklılıklar bulunmaktadır. Çalışmada, olguların histopatoloji raporları analiz edilerek literatür gözden geçirildi.
To investigate the characteristic findings and histopathologic evaluation of the patients underwent to operation due to salivary gland tumor in our clinic. In this study on seven years period and between 01.01.2000-01.01.2007 dates, 110 cases were evaluated histopathologically addmitted to our clinic retrospectively. Men %51 of the cases, %49 were women. The average age of the cases were 44 years old. Tumors were orginated from parotis glands %84, submandibuler glands %15, %1 minor glands. Tumors of parotis gland were %80 benign, %20 malignant, tumors of submandibular glands were %80 benign, %20 malignant, tumors of minor salivary glands were %50 benign, %50 were found to be malignant in nature. In this study, cases with salivary gland tumors analyzed by histopathologically and discussed with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ozon Tedavisi Çoklu İlaca Dirençli Bakterilerle Mücadelede Yeni Bir Strateji Olabilir Mi?
Selin Uğraklı, Fatma Esenkaya Taşbent, Hatice Küçükceran
Araştırma makalesi
Özeti
Ozon Tedavisi Çoklu İlaca Dirençli Bakterilerle Mücadelede Yeni Bir Strateji Olabilir Mi?
Could Ozone Threapy Be A Novel Strategy For CombatIng WIth MultI-Drug ResIstant BacterIa?
Amaç: MDR bakteriler ile oluşan enfeksiyonları kontrol etmek, klinisyenler için büyük bir zorluk haline
geldi. Bu nedenle, ana yaklaşım alternatif tedavilerin de gözden geçirilmesidir. Bu çalışmada, gaz
formundaki medikal ozonun çoklu ilaca dirençli (MDR) patojenler üzerindeki antibakteriyel etkisini zamana
bağlı olarak değerlendirilmesi hedeflenmiştir .
Gereçler ve Yöntem: Çalışma 21 Mart-15 Nisan 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Mikrobiyoloji laboratuvarı’nda gerçekleştirildi. On MDR bakteri, yedi
farklı bakteriyel konsantrasyonunda (102-108 bakteri/petri) petri kaplarında in vitro olarak değerlendirildi.
10, 20 ve 40 dakikalık 40 ug/ml dozda ozon maruziyeti ve kontrol grubunun MDR bakterileri üzerinde
etkinliğini araştırıldı. Plakların 24 saatlik inkübasyonundan sonra, ozonun her maruz kalma süresi için
ortalama koloni sayıları belirlendi ve Log10'a dönüştürüldü.
Bulgular: Ortalama bakteriyel azalma (log10) dikkate alındığında, ozonun bakterisidal etkisi 10 dakikaklık
maruziyette sadece metisiline dirençli Staphylococcus aureus, VIM-1 üreten Klebsiella pneumoniae
ve Karbapenem dirençli Acinetobacter baumannii üzerinde saptandı. Optimum etki, test edilen
izolatlarda genellikle 20 dakika içinde gözlendi. Bununla birlikte, MDR-Pseudomonas aeruginosa, ozon
maruziyetinden nispeten daha az etkilendi. Ancak 40 dakikalık maruziyet sonunda tüm bakteriler %99'luk
seviyenin üzerinde inaktive edildi.
Sonuçlar: Ozon gazı, MDR patojenleri üzerinde etkili bakterisidal aktivite gösterdi ve etkisinin, maruz
kalma süresine ve bakteri tipine bağlı olduğu tespit edildi. Pandemi dünyasında mikrobiyal enfeksiyonların
kontrolü için yeni yaklaşımlara duyulan ihtiyaç dikkate alındığında, ozon tedavisinin optimizasyonu yüksek
öncelikli olarak gerçekleştirilmelidir ve ozonun MDR-bakterilerin inaktivasyonu üzerindeki etkisinin
derinlemesine anlaşılmasını desteklemek için daha fazla in vivo çalışmaya ihtiyaç vardır .
Aim: This study evaluated the antibacterial effect of gaseous ozone on multi-drug resistant (MDR)
pathogens with regard to time dependency. Controlling infections with MDR bacteria became a big
challenge for health care professionals. Therefore, the major corcern should be altered to alternative
therapies.
Materials and Methods: The study was performed in Necmettin Erbakan University Meram Medical
Faculty Hospital, Department of Medical Microbiology Laboratory between 21 March to 15 April 2021. Ten
MDR bacteria were evaluated in vitro using in the Petri dishes at seven bacterial concentrations (102-
108 bacteria/dish). The ozone showed its efficacy on these MDR bacteria under the following conditions
applied: 40 μg/ml at 10, 20 and 40 minutes and control (no gas was used). After 24 hours incubation of
plates, the average colony counts for each exposure time of ozone were figured out and transformed to
Log10.
Results: Taking acccount the mean bacterial reduction (log10), the bactericidal effect of ozone was
determined on only methicillin-resistant Staphylococcus aureus, VIM-1 producing Klebsiella pneumoniae
and Carbapenem resistant-Acinetobacter baumannii in 10 minutes exposure. The optimum effect was
generally observed within 20 minutes on tested isolates. However, the MDR-Pseudomonas aeruginosa
showed a relatively lower response to ozone. All bacteria was inactivated over the level at 99% at the end
of the 40 min exposure to ozone.
Conclusions: The gaseous ozone showed satisfactory bactericidal activity on MDR pathogens and its
effect depens on exposure time and type of bacteria. Taken into account, the need for new approaches
for the control of microbial infections in the pandemic world, the optimization of ozone therapy should be
undertaken high priority and more in vivo studies are needed to support in depth understanding of the
ozone ef fect on the inactivation of MDR bacteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trakea Bronşiyal Yabancı Cisim Aspirasyonlarına Güncel Yaklaşım
Mehmet Muharrem Erol, Halil Çiftçi, İsa Döngel
Derleme
Özeti
Trakea Bronşiyal Yabancı Cisim Aspirasyonlarına Güncel Yaklaşım
Current Approach For Trachea BronchIal ForeIgn Body AspIratIons
Trakeobronşiyal yabancı cisim aspirasyonu çocukluk ve erişkinlik döneminde rastlanan ve hayatı tehdit eden bir problemdir. Çocukluk çağında morbidite ve mortalitenin önemli bir sebebidir. Tekrarlayan alt solunum yolu enfeksiyonu hikâyesi olan ve tedaviye cevap vermeyen hastalarda yabancı cisim aspirasyonu altta yatan gerçek neden olabilir. Çocuklar özellikle oyuncak, madeni para, nohut, fındık, fıstık, çekirdek, kuru baklagiller ve şekerleri aspire ederler. Erişkinlerde ise daha çok gıda, kılçık, türban iğnesi, metalik cisimler ve diş protezi aspirasyonları görülür. Yabancı cisim aspirasyonu nedeniyle hava yolunda tam veya tama yakın tıkanma varsa, bu durum acilen düzetilmelidir. Çocuklarda ve erişkinlerde yabancı cismin çıkarılmasında fleksible bronkoskopinin kullanım alanı olsada, rijit bronkoskopi her zaman altın standart olarak yerini korumaktadır.
Tracheobronchial foreign body aspiration is a common and lifethreatening problem in childhood and adulthood and an important cause of childhood morbidity and mortality. Recurrent respiratory tract infections may be due to foreign body aspiration. Aspirates includes frequently; toys, coins, beans, nuts, peanut, kernel, dried legumes, and sugars in children and; food, awn, turban pins, metallic objects and dental prosthesis in the adults, respectively. If foreign body aspiration may caused to complete or nearly total occlusion, in this time the object have to be removed urgently. Although flexible bronchoscopy can be used to remove of foreign bodies in children and adults, rigid bronchoscopy remains the gold standard all the time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ürolojik Cerrahiye Alınacak Hastalarda Operasyon Öncesi Hbs-Ag, Anti-Hcv Ve Anti-Hıv Pozitiflik Oranlarının Değerlendirilmesi
Tülin Demir, Mustafa Gürkan Yenice, Kubilay Sarıkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Ürolojik Cerrahiye Alınacak Hastalarda Operasyon Öncesi Hbs-Ag, Anti-Hcv Ve Anti-Hıv Pozitiflik Oranlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RatIo Of PosItIvIty Of Hbs-Ag, AntI-Hcv And AntIhIv In PatIents AdmItted To UrologIc Surgery
Kan yolu ile bulaşan HIV, Hepatit B ve C virüs enfeksiyonları özellikle sağlık çalışanları için ciddi bir mesleki risk oluşturmaktadır. Cerrahi girişim öncesinde hastaların serolojik tarama testlerinin araştırılması bulaş riskini azaltmaktadır. Bu çalışmada üroloji kliniğinde yatan ve cerrahi girişim planlanan hastalarda HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV ½ seroprevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır. Mart 2008- Aralık 2010 tarihleri arasında elektif cerrahi için üroloji Kliniği’ne kabul edilen ve cerrahi planlanan hastaların HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV ½ pozitiflik durumları retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya 184’ü (% 70,8) erkek, 76’sı (% 29,2) kadın toplam 260 hasta dahil edildi. Hasta grubunda HBsAg ve Anti-HCV pozitifliği sırasıyla; % 3,1 (n=8) ve % 0,4 (n=1) olarak belirlendi. AntiHIV ½ pozitif hasta ise saptanmadı. HBsAg pozitifliği kadın hasta grubunda daha yüksekti ancak cinsiyet ve HBsAg pozitifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmedi. Hasta grubumuzda HBsAg ve Anti-HCV pozitiflik oranları ülkemizde daha önceden yapılan diğer çalışmalarla uyumlu şekilde düşük bulunmuştur. Mesleki bulaş riskinin en aza indirilmesi için sağlık personelinin eğitimi, Hepatit B’ye karşı aşılanması, cerrahi işlemler sırasında katı güvenlik önlemlerinin alınmasının yanısıra cerrahiye alınacak hastaların serolojik yönden değerlendirilmeleri de önerilmektedir.
The infections caused by human immun deficiency virus (HIV), Hepatitis B and C virus pose a serious occupational risk for the healthcare workers especially those in emergency service, laboratory and surgery wards. Vaccination and establishment of the strict biosafety procedures are the main principles to prevent bloodborne infections in healthcare workers. Additionally, serological screening of the preoperative patients could decrease the risk for exposure. In this study, we aimed to determine the seroprevalence of HBsAg, AntiHCV, Anti-HIV ½ in preoperative urological surgery patients. A total of 260 patients (184 (%70.8) male, 76 (% 29.2) female were included in the study. HBsAg, anti-HCV and anti-HIV ½ seropositivity of the patients admitted to Urology Clinic for elective surgical procedures between March 2008-December 2010, were evaluated retrospectively. Among all patients included in the study, a total of eight patients- six male, two female- were HBsAg positive and one male patient were positive for Anti-HCV. Anti-HIV ½ positivity was not detected. The seroprevalence of HBsAg and Anti-HCV were; 3.1% (n=8) and 0.4% (n=1), respectively in patient group. Although statistically significant relationship was not detected, HBsAg positivity rate was higher in male patients than female patient group. HBsAg and Anti-HCV seropositivity rates in our study group showed concordance with the low rates reported previously in our country. Besides educational programmes to healthcare workers about bloodborne diseases, vaccination against hepatitis B, implementation of strict biosafety precautions during surgery process considering any patients as potential carriers, preoperative serological screening of the patients should be useful to reduce the risk of occupational exposure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sperm Hazırlama Tekniklerinin Fertilizasyon Sonuçları Üzerine Etkileri
Tahsin Murad Aktan, Gökhan Cüce, Selçuk Duman, Emine Aksoy, Hüseyin Görkemli
Araştırma makalesi
Özeti
Sperm Hazırlama Tekniklerinin Fertilizasyon Sonuçları Üzerine Etkileri
Effect Of Sperm PreparatIon TechnIques On FertIlIzatIon
Mikroenjeksiyon sonuçları manipülasyon ve işlem aşamalarından etkilenmektedir. Sperm hazırlamasında santrifüjün etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Sperm hazırlamak için 2 grup oluşturuldu. Grup 1’de (G1, n:28) likefaksiyondan sonra 2 aşamalı santrifüj işlemi gerçekleştirildi. Grup 2’de (G2, n:31) likefaksiyondan sonra bire bir medyum eklendi ve yüzdürülme uygulandı. Oosit sperm mikroenjeksiyonu (ICSI) uygulandıktan 18-20 saat sonra pronukleer gelişme kaydedildi. Sonuçlar bağımsız t-Testi ile değerlendirildi. Toplanan metafaz 2 oosit sayısı; Grup 1 için 7,5 ± 2,1 ve Grup 2 için 7,2 ± 2,1 oldu, bu iki değer istatistiksel olarak farklı yorumlanmadı. Fertilizasyon yüzdesi ise Grup 1 için 52,5 ± 15,4 ve Grup 2 için 66,6 ± 19,0 olarak hesaplandı ve p değeri 0,03 bulunarak istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Androloji laboratuarlarında ICSC için sperm hazırlama santrifüj süreci genellikle 10-15 dakika sürmektedir (1200- 1800 rpm). Yüksek santrifüj işlemi yüksek sperm kondenzasyonuna ve serbest radikallerin oluşmasına sebep olmaktadır. Dekondanse sperm enjeksiyonu düşük fertilizasyon ve gebelik oranlarına sebep olmaktadır. Direk swim up ile hazırlanan sperm, in vivo ortamdaki spermlere daha yakın ve daha düşük dekondanzasyon oranına sahip olmaktadır. Laboratuar maniplasyonları için avantajı daha az zaman almasıdır.
The manipulation and process stages effect microinjection results. Evaluation of zygote forming by the effect of centrifugation on sperm preparation was aimed. Two groups were prepared for sperm processing. In Group1 (G1, n:28) after liquefaction, two steps of centrifugation were done. While in Group 2 (G2, n: 31) after liquefaction, medium was added as 1:1 volume and layering was performed. After oocyte retrieval, intracytoplasmic sperm microinjection (ICSI) was done, 18-20 hours later pronuclear development was recorded. Results were evaluated by independent sample’s t-Test. Collected metaphase 2 oocytes were 7,5 ± 2,1 and 7,2 ± 2,1 respectively for G1 and G2 which is statistically no meaningful. Fertilized oocytes number were 52,5 ± 15,4 and 66,6 ± 19,0 respectively for G1 and G2 which is statistically meaningful ( p value, 0,03 ). In andrology laboratory, ICSI sperm preparation centrifugation process usually takes 10-15 minutes ( for 1200-1800 rpm). Higher centrifugation rates cause higher sperm condensation and free radical problems. Decondensated sperm injection is a cause for lower fertilization and implantation rate. Direct swim up prepared sperm can be more close to in vivo sperm, with lower decondensation rates, and as an advantage needs less time for laboratory manipulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailesel Akdeniz Ateşi
İlhan Sezer, Hilal Kocabaş
Derleme
Özeti
Ailesel Akdeniz Ateşi
FamIlIal MedIterranean Fever
Amaç: Ailesel Akdeniz Ateşi, günümüzde bilinen herediter periyodik ateş sendromları arasında en yaygın ve en iyi tanınmış olanıdır. Biz bu derlemede, yurdumuzda sıkça görülen bu hastalığı ve yeni tedavi metotlarını özetledik. Ana bulgular: Ailesel Akdeniz ateşi literatürde ilk defa 1908 yılında bir Yahudi kızında tanımlanmıştır. Çoğunlukla Ermenilerde, Sefarad Yahudilerinde, Araplarda, Anadolu Türklerinde görülür. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır. Tipik özelliği karın ağrısı, göğüs ağrısı veya eklem ağrısının eşlik ettiği akut ateş ataklarıdır. En önemli komplikasyonu ise AA tipi amiloidozdur. Spesifik bir laboratuvar veya radyolojik bulgusu yoktur. Tedavide en çok kullanılan kolşisin, akut atak sıklığını azalttığı gibi amiloidoz gelişimini önlemede de etkindir. Sonuç: Hastaların yaklaşık 1/4’ü kolşisin tedavisine dirençlidir. Bu hastalarda tedaviye eklenen interferon a, selektif seratonin reuptake inhibitörleri veya biyolojik ajanların etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır.
Aim: Familial Mediterranean fever, is the most common and well known disease in hereditary periodic fever syndromes at the present time. In this review we summarized the disease, which was seen frequently in our country, and newly treatment methods. Main findings: Familial Mediterranean fever was described in a Jewish girl in 1908. Generally it was seen in Armenians, Sefaradian Jew, Arabians and Anatolian Turks. Pathogenesis of the disease was not clear. Characteristic feature of the disease is acute fever attacks accompanied with abdominal pain, chest pain and joint pain. The most important complication is type AA amiloidosis. There is no specific laboratory or radiological finding. Colchicum which is used in the treatment, decreases frequency of attacks and prevents from development of amiloidosis. Result: Aproximately 1/4 patients are resistive to colchicum treatment. There are some studies which shows adding interferon a, selective seratonine reuptake inhibitors and biological agents to the treatment are effective in these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Toraks Travması
Sami Ceran, Güven Sadi Sunam, Kazım Gürol Akyol, Cevat Özpınar, Aydın Şanlı, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Toraks Travması
Thorax Traumas In ChIldren
Son 14 yıllık süre içerisinde kliniğimizde toraks travınasıvla miiracaat eden 1111 hastanın 184'ü çocuk toraks travma vakasıydı. Bunların 110'zı künt toraks travması, 55'i kesici delici alet ve 19'u ateşli silah varalanmasıydı. Bunların % 96.19'u kon-servatif tedavi gördü. Cerrahi tedavi oranı ise % 3.81 idi. Hiçbir çocuk travma vakamızda ölüm olmadı.
184 of 1111 patients admitted ta hospital with chest injuries were children during 14 year period. 110 of them had blunt chest injuries, 55 stab wounds and 19 gunshot wounds. in 96.19 percentage of cases conservative treatment was giyen, surgical tre-atment was carried in 3.81 % of them.. Death was not occur in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Patolojilerinde Klinik Muayene Bulguları İle Artroskopi Bulgularının Karşılaştırılması
Mustafa Yel, M. Ulvi Üzümcü, Recep Memik, Erol Ertürk
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Patolojilerinde Klinik Muayene Bulguları İle Artroskopi Bulgularının Karşılaştırılması
The CorrelatIon Between ClInIcal DIagnosIs Of Knee Pathology And FIndIngs At Arthroscopy
Amaç: Bu çalışmanın amacı diz patolojilerinde klinik muayene bulguları ile artroskopi bulgularının karşılaştırılması ile klinik muayenenin doğruluk değerlerinin tespitidir. Materyal ve metod: Prospektif yapılan bu çalışmada 666 hastanın 666 dizi değerlendirildi. Klinik muayene bulguları, artroskopi bulguları ile karşılaştırılarak, klinik muayenenin teşhisteki doğruluğu, duyarlılığı, özgüllüğü, pozitif ve negatif tahmini değerleri hesaplandı. Bulgular: Menisküs ve ön çapraz bağ lezyonlarında klinik muayene ile yüksek doğruluk oranları (%78.9- %92.4) tespit edilirken, kıkırdak, plika ve sinovyal patolojiler ile serbest eklem cisimlerinde daha düşük doğruluk oranları (%77- %84.6) elde edildi. Menisküs ve ön çapraz bağ lezyonlarında duyarlılık oran landa yüksekti (%81.1- %78.2). Buna karşılık kıkırdak, plika ve sinovyal patolojiler ile serbest eklem cisimlerinin duyarlılık oranlarında belirgin bir düşüklük (%44.6- %51.9) tespit edildi. Sonuç: Bu bulgular; diz problemlerinde klinik muayenin menisküs ve ön çapraz bağ lezyonlarının teşhisinde çok değerli olduğunu, kıkırdak, plika ve sinovyal patolojiler ile serbest eklem cisimlerinde ise teşhise yardımcı olmakla birlikte kesin teşhis için diğer teşhis yöntemlerinin yararlı olacağı görüldü.
The purpose of this study is to compare the diagnostic value of clinical findings with arthroscopic findings in the knee pathologies. İn this prospectlve study, 666 knees of 666 patients were evaluated. By comparing the clinical findings with arthroscopic findings; the accuracy, sensitivity, specificity, positive and negative estimated values of the clinical findings in diagnosis were calculated. High accuracy rates were found in meniscal and anterior cruciate ligament lesions with clinical examination (78.9-92.4%). Hovvever, the accuracy rates in chondral, plica, synovial lesions, and loose body were found low (77-84.6%). The sensitivity rates of meniscal and anterior cruciate ligament were found high (81.1-78.2%). On the contrary, chondral, plica, and synovial lesions and loose body sensitivity rates were found low (44.6-51.9%). These findings suggested that clinical examination of meniscal lesions and anterior cruciate ligament tears were more valuable than other knee pathologies such as chondral, plica, and synovial lesions and loose body. They also can be helpful for accurate diagnosis when they are used with other diagnostic tools.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Ezgi Keser, Serpil Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Knowledge And AttItudes Of SurgIcal Nurses Towards Pressure Ulcer PreventIon
Amaç: Bu araştırmada, hareketsizlik ve beslenme sorunları gibi basınç yarası risk faktörlerine maruz kalan cerrahi hastalarına bakım veren hemşirelerin basınç yaralarını önlemeye yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemek amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, XXXX’da bir üniversite hastanesinin cerrahi klinik ve yoğun bakım ünitelerinde çalışan ve meslekte çalışma yılı en az bir yıl olan 150 hemşire ile gerçekleştirildi. Araştırma öncesi etik kuruldan ve kurumdan gerekli izinler alındı. Veriler, hasta bilgi formu, Basınç Ülserini Önlemede Bilgi Değerlendirme Ölçeği (BÜÖBDÖ) ve Basınç Ülserini Önlemeye Yönelik Tutum Ölçeği (BÜÖYTÖ) ile 1 Ekim 2018-1 Şubat 2019 tarihleri arasında toplandı. Verilerin analizinde, bağımsız gruplarda t testi, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis test, korelasyon analizi ve çoklu regresyon analizi kullanıldı.
Bulgular: Hemşirelerin yaş ortalaması 29.91±6.48 yıl olup, %65.3’ü kadın ve yarısı lisans mezunudur. BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasına (<%60) göre hemşirelerin basınç yarasını önlemeye yönelik bilgilerinin yetersiz olduğu, sadece %24’ünün bilgi puanının ≥%60 olduğu saptandı. Regresyon analiz sonuçları, hemşirelerin mesleki deneyim süresi, çalışma şekli, günlük bakım verdikleri hasta sayısı ve basınç yaralı hastaya bakım verme deneyimlerinin BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilediğini ortaya koydu (p< 0.05). BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasına (≥%75) göre hemşirelerin basınç ülserini önlemeye yönelik tutumlarının olumlu olduğu saptandı. Hemşirelerin tanıtıcı özelliklerinin BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilemediği belirlendi (p>0.05). BÜÖBDÖ ile BÜÖYTÖ toplam puan ortalamaları arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Bu araştırma, cerrahi hemşirelerinin basınç yaralarını önlemeye yönelik tutumlarının olumlu, bilgilerinin ise yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular, hemşirelerin basınç yaralarını önleme girişimleri ile ilgili kanıt temelli bilgiye erişimlerini sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine dikkati çekmektedir.
Aim: The aim of this study was to determine pressure ulcer prevention knowledge and attitudes among nurses who cared for surgical patients that were exposed to pressure ulcer risk factors such as immobilization and nutritional problems.
Materials and Method: This descriptive study was carried out with 150 nurses who were working in the surgical clinics and surgical intensive care units of a medical faculty hospital in XXXX and who had at least one year’s professional experience. Necessary permissions were obtained from the ethics committee and the institution prior to the research. Data were collected with a patient information form, the Pressure Ulcer Prevention Knowledge Assessment Instrument (PUPKAI) and the Attitude towards Pressure ulcer Prevention instrument (APuP) between October 1, 2018 and February 1, 2019. Data were analyzed with the independent-samples t-test, the Mann-Whitney U test, the Kruskal-Wallis test, the correlation analysis and the multiple regression analysis.
Results: The mean age of the nurses was 29.91±6.48 years, 65.3% were female and half of them had undergraduate degrees. According to the PUPKAI total mean score (<60%), the pressure ulcer prevention knowledge of the nurses was inadequate and only 24% had a knowledge score ≥60%. Regression analysis results showed that, nurses' professional experience duration, working style, number of patients per shift and the experiences of giving care to patients with pressure ulcers were found to have a significant effect on the PUPKAI total mean score (p<0.05). According to the APuP total mean score (≥75%), the nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention. It was also determined that the descriptive characteristics of the nurses did not significantly affect the APuP total mean score (p>0.05). There was no significant relationship between the total mean scores of the PUPKAI and APuP (p>0.05).
Conclusion: This study revealed that the surgical nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention but they had inadequate knowledge about it. These findings highlight the need for institutional arrangements to ensure that nurses have access to evidence-based knowledge about pressure ulcer prevention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Candida Albicans Türü Maya Mantarlarında Antifungal İlaç Direnci
Duygu Fındık, Emine İnci Tuncer, Onur Ural, Uğur Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Candida Albicans Türü Maya Mantarlarında Antifungal İlaç Direnci
AntIfungal Drug ResIstance In CandIda AlbIcans
Bu çalışmada hastanede yatmakta olan hastalara ait çeşitli klinik örneklerden izole edilen, 63 Candida albicans türü maya mantarının amfoterisin B, ketokonazol, flukonazol ve itrakonazole karşı antifungal duyarlılıkları Epsilometer test (E test: AB Biodisk, Solna, Svveden) yöntemi ile araştırıldı. Çalışılan suşların büyük bir çoğunluğu idrar örneklerinden izole edildi (%76.1). Yirmidört saatlik inkübasyondan sonra okunan MİK aralıkları (mg/l) amfoterisin B, ketokonazol, flukonazol ve itrakonazol için sırası ile <0.002-0.38, 0.004->32, 0.25->256, 0.008->32 olarak saptandı. MİK50 ve MİKgo değerleri (mg/l) ise amfoterisin B için 0.032, 0.125, ketokonazol için 0.38, 4, flukonazol için 2, 64 ve itrakonazol için 0.094, 3 olarak bulundu. Amfoterisin B’ye karşı tüm suşlarda duyarlılık görülürken, flukonazole %19.2, itrakonazole %17.8 oranında direnç gözlendi. Ketokonazol testlerinde ise 5 suşun (% 11.1) MİK değeri >32mg/l olarak saptandı. Sonuç olarak antifungallere karşı direnç geliştiği gözlenmektedir, bu durum antifungal duyarlılık testlerinin önemini arttırmaktadır.
İn this study the antifungal susceptibility patterns of 63 clinical isolates of Candida albicans isolated from from hospitalized patiens vvere studied against amphotericin B, ketoconazole fluconazole and itraconazole using the Epsilometer test (E-test). Most of the isolates vvere isolated from urine samples (76.1%). The MIC ranges determined at 24 h incubation for amphotericin B, ketoconazole fluconazole and itraconazole vvere: <0.002-0.38. 0.004->32, 0.25->256, 0.008->32 respectively. The MIC50 and MIC90 (mg/l) for each antifungal vvere; amphotericin B 0.032, 0.125, ketoconazole 0.38, 4, fluconazole 2, 64 and itraconazole 0.094, 3. Ali strains vvere susceptible to amphotericin B, the resistance rates vvere 19.2% for fluconazole and 17.8% for itraconazole. Five İsolates shovved >32mg/l MIC values for ketoconazole. The results indicate that there is resistance against antifungal agents and this increases the importance of antifungal susceptibility tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tekrarlayan Dozlarda Aktif Kömür Tedavisi Sırasında Gelişen Gastrik Obstrüksiyon
Jale Bengi Çelik, Alper Yosunkaya, Ruhiye Reisli, İnci Kara, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Tekrarlayan Dozlarda Aktif Kömür Tedavisi Sırasında Gelişen Gastrik Obstrüksiyon
A GastrIc ObstructIon DurIng The MultI-Dose ActIvated Charcoal Treatment
Bu çalışmada, organofosfat zehirlenmesi olgusu nedeni ile tekrarlayan dozlarda aktif kömür uygulanmasının nadir bir komplikasyonu olan gastrik obstrüksiyona dikkat çekilmesi amaçlandı. 65 yaşında organofosfat zehirlenmesi nedeni ile tekrarlayan aktif kömür tedavisi uygulanan erkek hastada, tedavinin ikinci günü intestinal obstrüksiyon düşündüren klinik bulgular gözlendi. Bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilen hastanın midesinde solid oluşumlar tespit edildi. Bunların aktif kömüre ait olabileceği düşünüldü. Gastrik lavaj ile aktif kömür birikintisi boşaltılamayınca endoskopik girişim ile bu oluşumlar temizlendi. tekrarlayan dozlarda aktif kömür tedavisi sırasında gastrointestinal obstruksiyon gelişebilir. Bu durumda dikkatli olmak ve zamanında müdahale etmek önemlidir.
In this study, it was aimed to rise a notice of gastric obstruction, a rare complication of multidose activated charcoal treatment of organophosphate poisoning, because of a case. Clinical signs that thought to be an intestinal obstruction was recognized in a 65 aged male patient who was treated with multi-dose activated charcoal because of organophosphate poisoning. Some solid images could be related to activated charcoal determined by the computerized tomography. These congromelates were emptied by endoscopy since the gastric lavage was insufficient. A gastrointestinal obstruction may develope during the multi-dose activated charcoal treatment. In this case it is important to being aware of this complication and managing it in the appropirate time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
Egemen Altan, Müjdat Adaş, Murat Tonbul, Osman Orman
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
FunctIonal Results Of ArthroscopIc Bankart RepaIr Of TraumatIc Recurrent Shoulder InstabIlIty PatIents
Travma sonrası tekrarlayan anterior-inferior glenohumeral instabilite tanısıyla artroskopik Bankart tamiri yapılan hastaların fonksiyonel sonuçları değerlendirildi. Hastaların ortalama takip süreleri 45 aydı (dağılım 32- 80 ay). Olguların 4’ü (%10) kadın, 37’si (%90) erkekti ve yaş aralıkları 24-44 (ortalama 32)’dü. Olgularımızın 27’inde (%65) sağ omuzda, 14’ünde (%35) sol omuzda patoloji gözlendi ve bunların 25’inde dominant taraf tutulumu vardı. Olgularımızın hepsinde travmatik omuz çıkığı meydana gelmiş ve travma şekli olarak düşme, futbol oynarken darbe alma, yüzme gibi aktiviteler etyolojide sıklıkla rol oynamışdır. 10 hasta düşme sonucu, 4’ü voleybol oynarken, 2’si kaledeyken, 1’i güreş yaparken, 2’si kavga sırasında, 2 hasta yüzerken, diğerleri de çeşitli travmalar sonucunda çıkık episodları geçirmiştir. Ameliyat öncesi manyetik rezonans incelemelerinde tüm hastalarda Bankart lezyonu saptandı. Hastalar Rowe ve Constant skorlama sistemlerine göre değerlendirildi. Ameliyattan sonra ortalama Rowe skoru 87 (ortalama 15-100) olarak ve Constant skoru ise 95 (dağılım 88-100) olarak bulundu. Buna göre 33 (%80.5) hastada mükemmel sonuca ulaşıldığı tespit edildi. Tekrar instabilite gelişen 8 (%19.5) hastadan 2’sine artroskopik revizyon cerrahisi 2’sine Laterjet prosedürü uygulandı. Artroskopik omuz cerrahisi uzun bir öğrenme eğrisi olan, eğitim süreci gerektiren ama aynı zamanda kanama, rehabilitasyon ve yara iyileşmesi gibi pek çok konuda avantajları olan bir yöntemdir. Sonuç olarak bu etkili yöntemle daha az komplikasyon oranları ile omuz instabilitesi olan hastalar başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir.
The purpose of this study was to present, through a retrospective case series, results of the patients who were treated arthroscopically for anterior glenohumeral instability. We evaluated 41 patients. Mean follow-up of the patients were 45 months (range 32-80). There were 4 (10%) female and 37 (90%) male with a mean age of 32 (range 24- 44). There were 27 (65%) right and 14 (35%) left shoulders. Dominant side was injured in 25 patients. All of the patients were suffered from a traumatic shoulder dislocation. Many etiological factors are responsible for these traumatic dislocations like swimming, falling on the side while playing soccer or volleyball or a direct trauma to the shoulder. MRI was performed before the surgery and it was found to be a Bankart lesion for all the patients. Also, all patients were evaluated according to Rowe and Constant scores. Postoperatively, mean Rowe score was 87 (range 15-100) and mean Constant score was 95 (range 88-100). Excellent resuls were obtained in 33 (80.5) patients. There were 8 (19.5) patients of recurrences and 2 of them had arthroscopic revision surgery and Laterjet procedure was performed for the latter 2 patients. Arthroscopic shoulder surgery is a long learning curve, requiring the training process but also has the advantages of less bleeding, easy rehabilitation and wound healing. As a result, this effective method can be performed for recurrent shoulder instability patients with less complication rates.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üriner Sistem İnfeksiyonu Kuşkulu Kişilerin İdrar Örneklerinde Etken Mikroorganizmaların Görülme Sıklığı
Emine İnci Tuncer, Ömür Ertuğrul, Meral Kaya, Uğur Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Üriner Sistem İnfeksiyonu Kuşkulu Kişilerin İdrar Örneklerinde Etken Mikroorganizmaların Görülme Sıklığı
The EffectIve Pathogens From The PatIents WIth UrInary Tractus InfectIons And TheIr IsolatIon Rates
Bu çalışmada, Ocak 1991- Ocak 2000 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinin değişik klinik ve polikliniklerinden gönderilen hastaların idrar örnekleri; üriner sistem infeksiyonlarında etken patojenlerin izolasyon sıklıklarının saptanması amacıyla değerlendirildi. Toplam 47794 idrar örneğinin 8901'inden (%18.6) etken patojen izole edildi. E. coli (%45.4), S. aureus (%11.4) ve Proteus spp.(%10.2) en sık izole edilen bakteriler olduğu saptandı.
İn this study, we evaluated urine samples of the patients who admitted to the microbiology laboratory of Selçuk University betvveen the years 1991 and January 2000. We determined the effective pathogens of urinary tract infections and their isolation rates. Totally 8901 (18.6%) effective pathogens were isolated from 47794 urine samples. Most freçuently isolated pathogens were E. coli (45.4%), S. aureus (11.4%) and Proteus spp. (10.2%).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Ahmet Çizmecioğlu, Burcu Yormaz, Hilal Akay Çizmecioğlu, Mevlüt Hakan Göktepe, Nijat Ahmadli, Dilek Ergun, Baykal Tülek, Fikret Kanat
Araştırma makalesi
Özeti
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Is CapIllary RefIll TIme An Early PrognostIc Factor In Covıd-19 PatIents?
Amaç: Hipoksemi, koronavirüs hastalığında (COVID-19) prognozu belirlemek için kullanılan hayati bir
kriterdir. Bu çalışmada, COVID-19 hastalarında hipoksiye bağlı hastalık şiddetini tanımlamada kapiller
dolum zamanının (KDZ) etkinliği değerlendirilmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma, COVID-19 hastaları ve yaşça eşleştirilmiş bir sağlıklı grubu
ile gerçekleştirilmiştir. Ölçüm için optimum test ortamı sağlandı ve yöntemimizi standartlaştırmak ve
ölçümleri (milisaniye cinsinden) kaydetmek için sabit bir akıllı telefon platformu kullanıldı. Kaydedilen
videolar daha sonra bir video işleme programı kullanılarak değe rlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 39 COVID-19 hastası ve 40 kontrol grubu katıldı. Hastalar hastalık
şiddetlerine göre orta (n= 25) veya ağır (n= 14) gruplara ayrıldı. Her iki orta / şiddetli grubun ortalama
oksijen satürasyonu %94'ün üzerindeydi. Hastalık şiddetine göre KDZ ölçümleri şiddetli grupta orta gruba
göre daha yüksekti (p= 0.009). Lenfopeni olmayan hastalarda (n= 18), KDZ değerlerinin şiddetli grupta
arttığı saptandı (p= 0.008). Covid-19’lu hastaların takibinde KDZ kullanımı uygulanabilirdi (AUC: 0.91;
%95 SH 0.848-0.978; P= 0.001)
Sonuç: Sonuçlarımız, COVID-19’lu hastalarda KDZ süresinin uzayabileceğini göstermektedir. Lenfopenisi
olmayan ve O2 seviyesi normal olan hastalarda, KDZ uzamasının saptanması yoğun bakıma erken kabul
için bir kriter olabilir .
Aim: Hypoxemia is a vital criterion used to determine prognosis in coronavirus disease (COVID-19)
cases. This study thus examined the effectiveness of capillary refill time (CRT) in defining hypoxiadependent
disease severity in COVID-19 patients.
Patients and Methods: This prospective study was conducted with COVID-19 patients and an agematched
healthy group. The optimum test ambiance was provided, and a stable smartphone platform
was used to record the measurements (in ms) to standardize our method. The captured videos were then
evaluated using a video processing program.
Results: In total, 39 patients with COVID-19 and 40 control groups participated in this study. The patients
were further divided into the moderate (n = 25) or severe group (n = 14) according to disease severity.
The mean oxygen saturation of both moderate/severe groups was above 94%. Per disease severity, the
CRT measurements were higher in the severe group than in the moderate group (p = 0.009). In patients
without lymphopenia (n = 18), CRT values were found to be increased in the severe group (p = 0.008).
The use of CRT in patients with Covid-19 was practicable (AUC: 0.91; 95% CI 0.848-0.978; P = 0.001).
Conclusions: Our results show that CRT prolongation can occur in patients with COVID-19. In patients
without lymphopenia and with normal O2 levels, detecting CRT prolongation may be a criterion for early
admission to ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1999-2000 Yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde İzole Edilen Salmonella Ve Shigella Türlerinin Çeşitli Antimikrobiklere Duyarlılıkları
Duygu Fındık, Emine İnci Tuncer, Birsel Erdem
Araştırma makalesi
Özeti
1999-2000 Yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde İzole Edilen Salmonella Ve Shigella Türlerinin Çeşitli Antimikrobiklere Duyarlılıkları
SensItIvIty Of Salmonella And ShIgella SpecIes To VarIous AntImIcrobIals Isolated In Selcuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal Between 1999-2000
Bu çalışmada 1999-2000 yıllarında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Merkez Mikrobiyoloji Laboratuvan’nda izole edilen 50 Salmonella, 25 Shigella suçunun 12 antimikrobiğe gösterdikleri direnç E test yöntemi ile araştırıldı. İzole edilen 50 Salmonella suçunun serotiplendirmesinde 30ünun (%60) S.thyphimurium, 20'sinin (%40) S.enteritidis olduğu saptandı. İzole edilen 25 Shigella suçunun tamamının S.sonnei olduğu belirlendi. Salmonella suçlarında en yüksek direnç ampişilin’e (%90) karşı gözlendi, bunu tetrasiklin (%64), kloramfenikol (%48), trimetoprim/sulfametoksazol (%16), sefuroksim (%16), sefodizim, seftriakson, seftazidı'm, sefepim (%6) direnci izledi. Tüm Salmonella suçları meropenem, imipemen ve siprofloksasine duyarlı bulundu. 25 Shigella suçu ampisiline %88, tetrasikline %76, trimetoprim-sulfametoksazole %64, kloramfenikole %28, sefuroksime %12, siprofloksasine %4 dirençli bulundu. Tüm Shigella izolatlarının meropenem, imipenem, sefodizim, seftriakson, seftazidı'm ve sefepime duyarlı olduğu saptandı.
İn this study the in vitro activities of twelve antimicrobial agents against 50 Salmonella and 25 Shigella strains isolated in the years 1999 and 2000 at the Microbiology Laboratory of the University of Selçuk Faculty of Medicine were investigated by E test method. Of the 50 Salmonella strains 30 were identified as S. thyphimurium and 20 as S.enteritidis. İn this study for Salmonella isolates resistance to ampicillin was most common (90%), follovved by tetracycline (64%), chloramphenicol (48%), trimethoprim/sulfamethoxazole (16%), cefuroxime (16%), cefodizime, ceftriaxone, ceftazidime and cefepime (6%). Ali isolates were susceptible to meropenem, imipenem and ciprofloxacin. For 25 shigella isolates of our study the resistance were 88% for ampicillin, 76% for tetracycline, 64% for trimethoprim/sulphamethoxazole, 28% for chloramphenicol, 12% for cefuroxime and 4% for ciprofloxacin. Ali Shigella isolates were sensitive against meropenem, imipenem, cefodizime, ceftriaxone, ceftazidime and cefepime.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Yeni Doğanlarda Lateral Ve 3. Ventrikül Büyüklüğü: Sonografik Çalışma
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Hasan Koç, Kemal Ödev, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Yeni Doğanlarda Lateral Ve 3. Ventrikül Büyüklüğü: Sonografik Çalışma
Lateral And ThIrth VentrIcles SIze In Ilealthy Full-Term Neonates: S'onggraphIc Study
Yeni doğanda lateral ve 3. ventrikülün normal büyüklüğünü belirlemek amacı ile, 64 normal yeni doğana, anterior fontanelden ultrasonografi yapıldı. Çocukların yaşı 3 gün ile 3 ay arasındadır. Lateral ve 3. ventrikül büyüklüğü, lateral ventrikülün açılanması ve asiınetrisi ölçülmüştür. intervenriküler açı 69 ±8 derece bulunmuştur.
o determine the normal appearance of the lateral and thirth ventricles, 64 healthy full-term infants were exaıtıined by real time sonography through the anterior fontanelle. The age of infants were ranging from three days to three months. Lateral and thirth ventricles size, ventricular angle, and lateral ventricle a.symmetry were measured. Interventricular angle was 69 ± 8 degree.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
Burhan Apilioğulları, Sami Ceran, Gürcan Koşal, Ahmet Dumanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
TracheabronchIal ForeIgn Body AspIratIons In ChIldren
Yabancı cisim aspirasyonu (YCA) pediatrik yaş grubunda sık görülen ciddi bir sorundur. Tanı ve müdahale de gecikme hayatı tehdit eden bir duruma neden olabilir. Özellikle 3 yaş altı çocuklarda çevreye ve objelere karşı artan ilgi vardır ve nöromuskuler mekanizmaları yeterince gelişmemiştir. Molar dişlerinin olmaması, çiğneme işleminin efektif yapılamaması gibi etkenler de özellikle YCA bu yaş grubunda yüksek olmasının başlıca nedenleridir. YCA’ya maruz kalmış hastanın tanıdan hemen sonra, rijit bronkoskopi imkânının bulunduğu bir hastaneye zaman kaybetmeden sevk edilmesi hayati önem taşımaktadır. Biz bu çalışmamızda, kliniğimizde müdahale edilen 47 hastayı retrospektif olarak, başvuru anındaki klinik semptomu, yaş, cinsiyet, yabancı cismin (YC) natürü, yerleşim yeri, pozitif radyolojik bulgu, olay anı ile hastaneye başvurduğu zamanı olarak inceledik.
47 hastanın; 29 erkek (%63), 18 bayandı (%37), yaşları 3 ay ile 8 yaş arasında değişmekteydi. 37 hastanın yaşı (%80) 3 yaşın altındaydı. Hastaların başvuru anında asıl şikayet olarak, 37’nde öksürük (%80), 23 hastada hırıltılı solunum (%50), 15 hastada nefes darlığı (%32,6), 5 hastada geçmeyen enfeksiyon (%10,8), 2 hastada yüksek ateş (%4,3) vardı. 37 hastada (%78) çıkartılan yabancı cisim organik kökenli (çekirdek içi veya kabuğu, fıstık, fındık parçaları ve benzeri) iken 10 hastada (%22) inorganik yabancı cisime rastlandı (kalem ucu, oyuncak parçası, sibop, plastik parçalar gibi.).YC 18 hastada (%39) sağ ana bronşta, 25 hastada (%51) sol ana bronşta, 4 hastada (8,7) ise trakeada yerleşmişti. 18 hastanın (%39) radyolojik olarak herhangi bir bulgusu yoktu, 11 hastada (%23,9) anamnez mevcut ancak göğüs muayenesinde dinleme bulgusu normaldi, 23 hasta olay olduktan sonraki ilk 24 saat içinde kliniğimize başvurmuşken, 24 hasta olay olduktan sonraki 24 saati geçen zaman diliminde kliniğimize başvurmuştu.
Çalışmamızın sonuçları genel olarak literatüre uyumlu olmakla beraber, YC yerleşim yeri açısından %51 ile sol ana bronşun öne çıkmasıyla literatürden farklılık gösterdi.
Foreign body aspiration (FBA) is a serious problem especially in pediatric age group. Delay in diagnosis and intervention can lead to a life-threatening condition. Young children are more concerned with the environment and neuromuscular mechanisms do not develop sufficiently. Factors such as lack of molar teeth and failure to perform chewing are the main causes of high FBA in children under 3 years of age. It is of vital importance that the patient is referred to a hospital where a rigid bronchoscopy can be performed quickly after the diagnosis. We retrospectively evaluated 47 patients who were treated in our clinic such as clinical symptoms, age, gender, foreign body (FB), location, positive radiological findings, and duration of stay.
47 patients; 29 male (63%), 18 female (37%), age ranging from 3 months to 8 years. The age of the 37 patients (80%) was below the age of 3 years. The main complaint at the time of admission was cough (80%) in 37 patients, wheezing in 23 patients (50%), shortness of breath in 15 patients (32.6%), infection in 5 patients (10.8%), high in 2 patients. there was fever (4.3%). In 37 patients (78%), the foreign body was of organic origin (such as inside or outside the shell, peanuts, hazelnut pieces) while in 10 patients (22%), an inorganic foreign object was found (such as a pen tip, a toy part, plastic parts, etc.). FB was located in the right main bronchus in 18 patients (39%), in the left main bronchus in 25 patients (51%) and in the trachea in 4 patients (8.7). There were no radiological findings in 18 patients (39%). Although 11 patients (23.9%) were anamnesis, their findings were normal. Twenty-three patients applied to our clinic within the first 24 hours after the event, and 24 patients were admitted to our clinic 24 hours after the event.
Although the results were generally consistent with the literature, the left main bronchus was 51% in terms of the localization of FB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Bebeklerde Fetal Malnütrisyonun Değerlendırılmesı
Hasan Koç, Ahmet Özel, M. Mansur Tatlı, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Bebeklerde Fetal Malnütrisyonun Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of Fetal MalnutrItIon In Premature Infants
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağ-ligi ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Yenidoğan Üni-tesine, Ocak 1990-Aralık 1992 tarihleri arasında yatırılan ve gebelik yaşları kesin olarak tesbit edilen 373 prematüre bebekte, 10. persentil ve altındaki fe-tal malnüstrisyon oranı %25.4 olarak bulundu.Fetal malnütrisyonun 32. gebelik haftasından itibaren arttığı gözlendi. 95 fetal malnütrisyonlu bebeğin %66.3fünde anneye %4.2'sinde çocuğa ait sebepler gözlendi. %29.5 vakada sebep bulunamadı. Feta! malnütrisyonlu bebeklerin klinik seyirleri incelenip fetal malnütrisyonunun prematüre mortalitesi üzerine etkileri tartışıldı.
In 373 prematüre babies whose gestational ages were determined exactly, the incidence of fetal mal-nutrition chat is described as birth weight at or be-low 10th centile was found 25.4%. The rate of fetad malnutrition was increasing after 32nd week of ges-tational age. Maternal causes were determined in 66.3% of 95 patients with fetal malnutrition Feta! causes were found in 4.2% and no cause in 29.5% of cases. An obvious effect of fetal malnutrition on pre-mature mortality rates was observed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketoprofenin Tonsillektomi Sonrası Kanama Üzerine Etkisi
Duran Karataş
Araştırma makalesi
Özeti
Ketoprofenin Tonsillektomi Sonrası Kanama Üzerine Etkisi
The Effect Of Ketoprofen On PostoperatIve Hemorrhage FollowIng TonsIllectomy
Bu çalışmanın amacı hastalara tonsillektomi sonrası ketoprofenin etkisinin değerlendirilmesidir. Bütün hastalar tonsillektomiveya adenotonsillektomi yapılanlardan seçildi. Yaşları 3-27 arasında(ort:10.0+3.2). Hastalar postoperatif ilaç alımına göre iki gruba ayrıldı. Grup 1 cerrahi sonrası parasetamol alanlar, Grup 2 cerrahi sonrası ketoprofen alanlar. 50 parasetamol alan 40 hasta ketoprofen alan gruptan oluştu.Postoperatif primer hemoraji bir hastada(%2.5) sekonder hemoraji hiçbir hastada gelişmedi. Ketoprofen grubunda 1 hastada parasetamol grubunda da 1 hastada primer hemoraji gelişti. İki grup arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark yoktu(p
The objective of the study was to evaluate the effect of ketoprofen on after tonsillectomy in patıents. All charts of patıents, who underwent tonsillectomy with or without adenoidectomy, were reviewed. The age at the time of surgery ranged between 3 and 27 years (mean age = 10.0±3.02 years). Patıents were divided into two groups based on the drugs used for postoperative pain relief.Group I received paracetamol after surgery. Group II received Ketoprofen after surgery. A total of 40 patients received ketoprofen and 50 patients were given paracetamol. Posttonsillectomy hemorrhage occurred in one (2.5%) patıent,primary hemorrhage was noted in one patient and secondary hemorrhage occurred in zero patients. While 1 of 40 patıents (2.5%) who were given ketoprofen had postoperative hemorrhage,1 of 50 patients (2.0%) who were given paracetamol had hemorrhage There was no significant difference in hemorrhage rates between these two groups (p[0.05). Hemorrhage following tonsillectomy is rare and frequently occurs in the early postoperative period. There is no significant increased risk of hemorrhage after ketoprofen administration and it can be used safely for posttonsillectomy pain relief.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaştan Daha Küçük Çocukların Femur Boyun Kırıklarının Tedavisinde Kirshner Teli Uygulaması
Mustafa Yel, Recep Memik, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dokuz Yaştan Daha Küçük Çocukların Femur Boyun Kırıklarının Tedavisinde Kirshner Teli Uygulaması
Smooth PInnIng In Femoral Neck Fractures Of Chlldren Aged NIne Years Old And Younger
Amaç: Bu çalışmada çocuk femur boyun kırıklarında uyguladığımız kapalı redüksiyon, perkütan Kirshner teli ile tespit ve ameliyat sonrası pelvipedal alçı sonuçlarımızı ve karşılaştığımız problemleri bildirdik. Gereç ve Yöntem: Femur boyun kırığı nedeniyle 1986-1998 yılları arasında tedavi edilen 48 hastanın 49 kalçası bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar ortalama 6.2 yaşındaydı (2-9 yaş arası). Colonna sınıflamasına göre dört kalça tip I, 27 kalça tip II, 16 kalça tip III, iki kalça tip IV olarak ayrıldı. Tüm hastalara fraksiyon masasında C-kollu skopi cihazı ile kapalı redüksiyon, perkütan yada açık ameliyat ile 2 veya 3 mm’lik Kirshner telleri ile tespit ve ameliyat sonrası pelvipedal alçı uygulandı. Bulgular: Hastalar ortalama 43 ay (27-163 ay arası) takip edilip, Ratliff değerlendirme kriterlerine göre değerlendirildiler. Buna göre 39 (%79.6) kalça iyi, 9 (%18.4) kalça orta, 1 (%2) kalça kötü olarak değerlendirildi. Komplikasyon olarak 10 (%20.4) kalçada avasküler nekroz, erken epifiz plağı kapanması 3(%6.1) kalçada, kaynamama 3(%6.1) kalçada, varus deformitesi 5(%10) kalçada, Kirshner teli gevşemesi ve geriye çıkması 3(%6.1) kalçada tespit edildi. Sonuç: Çocuk femur boyun kırıklarının cerrahi tedavisinde düz çivilerin uygulanması epifiz plağına daha az zarar verir, perkütan uygulama ile daha kısa süreli ameliyat yanında çivilerin çıkarılmasıda kolaydır. Yetişkinlerden farklı olarak çocuklarda femur boyun kırıklarında kompresyon yapan sistemlere ihtiyaç duyulmadan kırık kaynaması elde edilebilmektedir. Düz çivilerin kullanıldığı bu çalışmada görülen komplikasyonlar çoğunlukla yivli internal tespit araçlarının kullanıldığı diğer çalışmalarla karşılaştırıldığında daha yüksek bulunmamıştır.
Introduction: İn this study, we presented the results of smooth pinning which is a less aggressive surgical procedure with pelvipedal cast application in fractures of the neck of the femur in children. Materials and Methods: This study covers the results of surgically treated 48 hips of 49 children with fractured neck of femur who were admitted to our clinic betvveen 1986-1998. The mean age was 6.2 years (range 2-9 years). According to Colonna classification, four hips were type I, 27 hips were type II, 16 hips were type III, and two hips were type IV. İn ali patients, closed reduction with three or four percutaneus or öpen surgical smooth pins of two or three millimeters in diameter was applied using image intensifier and traction table. Pelvipedal cast was applied postoperatively. Results: Patients were follovved for 43 months (range 27-163 months) and the results were assessed using Ratliff’s criteria. Thirty-nine (79.6%) hips had good, nine (18.4%) hips had fair, one (2%) hip had poor results. Complications included avascular necrosis in 10 hips, prematüre closure of the epiphyseal plate in 3 hips, non-union in 3 hips, varus deformity in five hips, pin loosening in three hips. Conclusion: We realized that smooth pins were advantageous as their damages on epiphyseal plate were less, their percutaneus applications were easier and removing them by minör surgical procedures was possible. Unlike in adults, the femoral fractures in children are healed easily vvithout using compressive systems. İn relation to this, we observed that smooth pins had no negative effects in fracture union. The complication rates in this study were not higher than other studies reported in the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multıple Kavıter Pulmoner Nodullu Yassı Hucrelı Karsınom
Kemal Balcı, Mecit Suerdem, Mehmet Gök, Lema Tavlı, Aynur Karasüleymanoğlu, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Multıple Kavıter Pulmoner Nodullu Yassı Hucrelı Karsınom
Squa Mous Cell CarcInoma WIth MultIple CavItary Pulmonary Nodules
Radyolojik olarak multiple kaviteli pulmoner nodülleri olan bir hastada balgam sitolojisi ile yasst hiicreli karsinom tantst koyduk. Akciger thy: bir or-ganda yasst hiicreli karsinom olduguna dair bir bulgu tesbit edilernedi. Balganun bakteriyolojik muayenesinde ARB. plantar ve patojen bakteri ne-gatifti. Sonucta akcigerdeki leryonlartn primer bronf karsinomuna ait oldugu kanaatine vartldt. Bil-gilerintke gore multiple pulmoner nodiil goriiniimii yasst hiicreli bran karsitwmunun cok nadir bir rad-yolojki bulgusudur.
We report a patient with nudtiple cavitary pulmonary nodules. Cytologic examination of the sputum revealed squanwus cell carcinoma. It could not befotaid any exrrapulmonary focus that originates this type of carcinoma and spetum cultures gave negative results for acid-fast bacilli, pathogenic bacteria as well as fungi. For this reason multiple cavitary lesions were considered for pulmonary lesions of bronchial squamous cell carcinoma. To our knowledge, this is a very rare radiologic manifestation of squamous cell carcinoma of the bronchus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailevi Akdeniz Ateşine Bağlı Çok Nadir Bir Göğüs Ağrısı Sebebi; Kostokondrit
Turgut Teke, Kemal Erol, Emin Maden, Ali Sallı, Kürşat Uzun
Olgu sunumu
Özeti
Ailevi Akdeniz Ateşine Bağlı Çok Nadir Bir Göğüs Ağrısı Sebebi; Kostokondrit
A Very Rare Chest PaIn Reason Due To FamIlIal MedIterranean Fever; CostochondrItIs
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA), ateş ve serozit atakları ile karakterize otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Eklem tutulumu, karın ağrısından sonra ikinci en sık görülen bulgusudur. Eklem tutulumu sıklıkla alt ekstremitelerin büyük eklemlerinde olur, ancak ayak bileği, omuz, temporomandibular eklem veya sternoclavicular eklemlerde de tutulum gözlenebilir. Burada kostokondritin eşlik ettiği 25 yaşındaki AAA’li erkek bir hastayı sunduk. Sonuç olarak AAA artriti klinik olarak kostakondrit gibi çeşitli formlarda ortaya çıkabilir
Familial mediterranean fever (FMF) is an autosomal recessivelytransmitted disease characterised by attacks of fever and serositis. Articular involvement is the second most common manifestation following abdominal pain. Articular involvement is commonly in the large joints of the lower extremities but may occur in other joints such as the ankle, shoulder, temporomandibular joint, or sternoclavicular joint. Here, we report a 25-year-old man of FMF with accompanying costochondritis. In conclusion, arthritis of FMF is clinically presented in various forms such as costochondritis
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Supratentorial Anevrizmalar
Ahmet Önder Güney, Ertuğ Özkal, Osman Acar, Onur Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Supratentorial Anevrizmalar
SupratentorIal Aneurysms
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dah’nda Mart 1987-Eylül 2002 tarihleri arasında 183 supratentorial anevrizma olgusu öpere edilmiştir. Bu çalışmamızda 183 supratentorial anevrizma olgusunun, lokalizasyon, klinik özellikleri, tedavi yöntemleri, mortalite ve morbidite oranlarının tartışılması amaçlanmıştır. Seri, literatür gözden geçirilerek sunulmuştur.
183 cases with supratentorial aneurysm were operated on in Neurosurgery Department, Selçuk University Meram Medical School betvveen March 1987 and September 2002. İn the present study we aimed to discuss 183 intracra- nial supratentorial aneurysm cases, according to their location, clinical features, treatment modalities, mortality and morbidity rates. The series were evaluated through the review of literatüre and presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusellanın Alışılmamış Bir Sunumu: Pansitopeni
Turgay Ulaş, Cemal Bes, Emine Gültürk, Fatma Paksoy, Sadi Kerem Okutur, Mehmet Ali Eren, Fatih Borlu
Olgu sunumu
Özeti
Brusellanın Alışılmamış Bir Sunumu: Pansitopeni
Unusual ManIfestatIon Of BrucellosIs: PancytopenIa
Akut brusellozun nadir görünümünden ve ender hemotolojik komplikasyonundan biri olan pansitopeniye sahip bir hasta sunuyoruz. 29 yaşında bayan hasta ateş yüksekliği ve pansitopeni nedeniyle hastaneye yatırıldı. Brusella standart tüp aglutinasyon testi positif bulundu ve kan kültüründe Brusella melinentis üredi. 6 haftalık kombine doksisiklin ve streptomisin antibiyotik tedavisini takiben hastanın tamamı ile iyileştiği gözlendi. Brusella pansitopeninin nadir bir nedeni olarak akılda tutulmalı ve bir an önce tedavi edilmelidir.
We report a patient with pancytopenia which is an unusual manifestation and a rare hematologic complication of acute brucellosis. A 29-year-old female patient was hospitalized with fever and pancytopenia. Brucella standard tube agglutination test was found to be positive and cultures from blood yielded growth of Brucella melitensis. The patient completely recovered by the sixth week following combined antibacterial treatment of doxycycline and streptomycine. Brucella should be considered as an uncommon cause of pancytopenia and should be treated immediately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değışık A Ylardaki İnsan Fötusunda Timusun Histolojik Yapısının Işık Mikroskobu Seviyesinde Incelenmesı
Safiye Sayar, Refik Soylu, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Değışık A Ylardaki İnsan Fötusunda Timusun Histolojik Yapısının Işık Mikroskobu Seviyesinde Incelenmesı
A LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of Harran Fetal Thyın As At Dıfferent Months
4, 5 ve 6'ıncı aylara ait Yer adet toplam 15 insan fötusu kullanılarak Işık Mikroskobik Seviye de timus incelendi. Timus memeli dokular içinde en erken. hücre olgunlaşmasını sağlayan, immun sistemin ilk organıdır. T lenfositlerin olgunlaşnuı veridir ve muhtemelen bu olgımlaşma timus korteksinde baş-lamaktadır. 6. ava ait fötuslarda Hassa! korpüskül-lerinin hacimlerinin artmış olması bu çalışmanın en önemli farkıdır. Ayrıca B lenfositlerin (plasma hüc-relerinin) varlığı, T lenfositlerin B lenfositleri uyarmasmın yanı sıra timusun, humoral immun cevapta da önemli rolü olduğunun bir deliği olabilir.
Thymus of 4 montlıs-, 5 months and 6 months old fötus vere investigated microscopically. For each months 5 fetal thymus used for Iliis study. Thvmus gland helps maınmalian cells to undergo maturation and plays a primary role as the immune system. T Ivmphocytes matures here, possibly, in the cortex of the thymus. Irt. tlıis study progressive expansion of Hassal's Corpuscles was maximal at 6 th month compare to 4 th and 5 th month's thymuses. Additi-onally, the prence of B lymphocytes (plasma cells) even in 4 tfj ınonth of rota! thymus indicates that stimulation of T lymphocytes and B lymphocytes in Thvmus and hınnural immune response in thymuses show the imporrance of thymus gland even in fetal development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusella Epididimoorşitli 7 Vakanın Değerlendirmesi
Halime Lülleci, Gönül Çiçek Şentürk, Merve Sefa Sayar, Fatma Aybala Altay, Aslı Haykır Solay
Olgu sunumu
Özeti
Brusella Epididimoorşitli 7 Vakanın Değerlendirmesi
EvaluatIon Of Seven Cases WIth Brucella EpIdIdymo-OrchItIs
Bruselloz ülkemizde sık görülen zoonotik bir hastalıktır. Sistemik bir enfeksiyon olan burselloz; çeşitli klinik tutulumlarla karşımıza çıkabilmektedir. Genitorüriner tutulum ise % 4-20 arasında değişen oranlarda görülmektedir. Değerlendirmiş olduğumuz yedi epididimoorşit vakasına anamnez, fizik muayene ve ultrason ile tanı konulmuştur. Hastalarımızın hepsi taşra hastası olup; anamnezlerinde enfekte süt ve süt ürünleri yeme ile hayvanlarda düşük yapma öyküsü bulunmaktadır. Yedi vakanın sadece ikisine coombslu tüp aglütinasyon testi ile tanı konulmuştur; beş vakada standart tüp aglütinasyon testi tanıda yeterli olmuştur. Üç hastada kan kültürü pozitifliği saptanmıştır. Hastalar brusella tedavisini altı hafta alarak iyileşmiştir. Hastaların tamamına kombine tedavi uygulanmıştır. Hastalarımızın hiçbirinde tedavi yetersizliği saptanmamıştır. Yazımızda amaçlanan; epididimoorşit tanısı alan hastaların öykülerinde brusellozunda göz önünde tutulmasını sağlamaktır.
Brucellosis is one of the most frequent zoonotic diseases in our country. Brucellosis, a systemic infection, can arise with various clinical involvements. Genitourinary involvement is seen at varying rates between 4-20%.Seven examinedepididymo-orchitis cases were diagnosed through anamnesis, physical examination and ultrasonography.All of our patients are provincials, in their anamnesis, there are histories regarding eating infected milk and dairy products and miscarriages in animals. Only in two of seven cases, diagnosis was made through coombs tube agglutination; in the other five of seven cases, standard tube agglutination test was sufficient for diagnosis. Blood culture positiveness was determined in three patients. Patients were healed by taking brucella treatment for six weeks. Combined modality therapy was administered to all patients. Treatment deficiency was not determined in any patients. In this article, we aim to provide taking into consideration also brucellosis in histories of patients having epididymo-orchitis treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Fatma Şimşek, Nuray Bilge, Gökhan Aydoğan
Olgu sunumu
Özeti
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Late-Onset Advanced Age Systemıc Lupus Erythematous After Central Nerveus System Involvement: Case Report
Sistemik lupus eritematozus, otoimmün karakterli, bir çok sistemi tutan inflamatuar bir hastalıktır. Hastalık bazen sinsi bir şekilde seyrederek yıllarca ateş, halsizlik, yorgunluk semptomları ile seyredebilir. Merkezi sinir sistemi tutulumu yaygındır. Klinik değişken olup çok hafif olabileceği gibi çok ağırda olabilir. Hastaların çoğunda başlangıç yaşı 16-55 yaş arasında olup, ileri yaşta tanı alan vakalarda bulunmaktadır. Burada 80 yaşında iken baş dönmesi ve sağ taraf kuvvetsizliği gelişen, 85 yaşında lupus tanısı alan ileri yaş hasta sunulmuştur. Hastanın hem çok ileri yaş olması hemde lezyonların demiyelinizan plaklara benzer özellikte olması nedeniyle sunmaya değer bulduk. İleri yaş olgularda santral sinir sistemi tutulumunda ayırıcı tanıda lupus unutulmamalıdır.
Systemic Lupus Erythematous, autoimmune character, is a inflammative disease holding many systems. The disease can sometimes follow insidiously with symptoms of fever, asthenia and prostration for years. Central nervous system is common. It is the clinical variable and may be very mild or very severe. In most patients, the age of onset is between 16-55 years old and is found in cases diagnosed in advanced age. Here, it is presented an elderly patient developed dizziness and right side prostration when she was 80 and diagnosed lupus when she was 85. We thought as worth for presenting because of that both the patient is elder and that the lesions have similar features with demyelinating plaques. The lupus should not be forgotten in the central nervous system involvement in advanced age cases and separator diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Astım Patogenezi
İsmail Reisli, Yavuz Köksal
Derleme
Özeti
Astım Patogenezi
PathogenesIs Of Asthma
Astım dünyanın pek çok ülkesinde gerek çocukların gerekse erişkinlerin en sık görülen hastalıklarından birisidir. Astımın; genetik yatkınlık, vira! enfeksiyonlar, inhaler allerjenler, hava kirliliği ve sigara dumanı gibi birçok faktörün neden olduğu hava yolu inflamasyonu ile karakterize bir hastalık olduğu anlaşılmıştır. Bu inflamasyonun temelinde Th2 tip lenfositlerin ve eozinofillerin önemli rol oynadığı gösterilmiştir. Ancak astımın patogenezi konusundaki bil gilerimizin artması, astım prevelansındaki artışı engelleyememiştir. Bu nedenle 21. yüzyılın başlarında bulun duğumuz şu yıllarda astım, önemli bir sağlık sorunu olma özelliğini hala korumaktadır.
Asthma is one ofthe commonest diseases in children and adults İn many countries. The prevalence of asthma has dramatically increased in recent years. The development of asthma depend on an interaction between genetic factors, environmental exposure to allergens, and nonspesific adjuvant factors such as tobacco smoke, air pollu- tion, and vira! infections. These factors initiates a series of immunological changes, resulting in airvvay inflamma- tion. The airvvay inflammatory process is characterized by chronic eosinophilic and Th2 type lymphocytic infiltra- tion. Although the knovvledge about asthma pathogenesis has increased, the prevalence of asthma has not decreased. Therefore, the asthma stili is a threat for the society’s health at the beginning of the 21 st century.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Talipes Ekinovarusun Tedavi Sonuçları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Ahmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Talipes Ekinovarusun Tedavi Sonuçları
The Results Of Treatment In Talıpes Equınovarus
Bu makalede, 98 çocuktaki 128 ıalipes ekinova-rus deformitesinin tedavi sonuçlarını retrospektif o-larak inceledik. Bu ayakların konsemıtif ve cerrahi tedavileri, 1983 ve 1991 yılları arasında Selçuk Ü-niversitesi Tıp Fakültesi Onopedi ve Travmatoloji kliniğinde yapılmıştır. Tedavisi yapılan çoçuklann yaş ortalaması 9.4 aydır. Konservauf tedavi _yapılan çocukların yaş ortalaması 46 gün olup. bu yaş or-talaması , cerrahi tedavi gören çocuklarda 34 ay olmuştur. K<ınse rvat İf tedavi 69 çocuğun 93 ayağına uygulandı. Konservatif ve cerrahi tedavinin beraber yapıldığı grup ile sadece cerrahi tedavi yapılan grupta 47 çocuğun 58 ayağı tedavi edildi. Tedavi sonrası ortalama takip süresi 37 aydır. Sonuçlar Main ı•e ark. (11 uyguladığı kriterlere göre değer-lendirildi. Bu kriterlere göre konseri:Of tedavi ile %59, konservatif ve cerrahi tedavi ile %82 ve Yalnız cerrahi tedavi ile %91'lik başarı sağlanmıştır.
We retrospectively investigated the cases of 98 children having 128 talipes equinovarus. Their conservative and surgical treatment were performed at the Department of OnItopaedics and Traumatology, Faculty of Medicine, Selçuk University between 1983 to 1991. Overall average age was 9.4 rnontlıs. The man age of consen;atively and surgically treated groups were 46 days and 34 ınonths, respectively. Conservative treatment was used .for 93 feet of 69 children... Surgical treatment with and without conservative treatment was done on 47 children with 58 feet. The avarege follow-up period was 37 months. The results were evaluted by the criteria of Main et al (1). The sucsess rates of the conservative, conservative plus surgical and surgi-cal treatment were 59 %, 82 % and 91 %, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fototerapinin Kromozonlarda İn Vivo Kardeş Kromatid Değışım Oranına Etkısı
Ümran Çalışkan, Aynur Acar, Ahmet Faik Öner, Hasan Acar, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Fototerapinin Kromozonlarda İn Vivo Kardeş Kromatid Değışım Oranına Etkısı
The Effecl Of Phololherapy On The SIsler ChromalId Eıchange Rale Of Chromosomes
Bu araştırmada, yeni doğan indirek hiperbilirübinemisinin tedavisinde kullanılan beyaz ve mavi flouresan ışınlarının, in vivo lenfosit kültürlerinde, KKD sıklığı üzerine olan etkisi incelenmiştir. Araştırma grubu, kullanılan flouresan ışığın özelliğine göre 15"er kişilik bireylerden oluşan iki gruba ayrıldı. Araştırma grupları fototerapi önce ve sonrası ile 15 sağlıklı yeni doğandan oluşan kontrol grubu KKD sıklıkları karşılaştırıldı. Bulgularımız, mavi ve beyaz flouresan lambalarla yapılan fototerapinin KKD sıklığını etkilemediğini göstermektedir. Ayrıca kromozom gruplarına göre yapılan değerlendirmelerde farklı şekilde etkilenen kromozom grubu tespit edilmemiştir.
The blue and white fluorescent larnbs are usually use d in the treatment of neonatal hyperblirubinernia. Invivo lymphocyte culture of blood samples from the exposed neonates were studied for sister chromatid exchange (SCE) frequencies. The patients were divided into two groups according to the light sources that were used. Each group coniained 15 palients. Also, 15 normal healthy neonates were included without treatinent as a control group in this study. The effect of light sources on the SCE rate was detertnined before and after the light treatments and compared with those of control group. This study shows that blue and white flourescent light sources did not signıficantly alter the SCE rate in in-vivo lymphocyie culture of the blood samples obtained from hyperblirubinemic patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Prenatal Risk Faktörleri
Semih Erden, Kevser Nalbant
Derleme
Özeti
Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Prenatal Risk Faktörleri
AutIsm Spectrum DIsorder And Prenatal RIsk Factors
\r\n Otizm spektrum bozukluğu, sosyal etkileşim ve iletişim bozukluğu ile kısıtlı ve tekrarlayıcı davranışlarla karakterize nörogelişimsel bozukluklardan biridir. Otizm yaklaşık 68 çocukta 1 görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda görülme sıklığının arttığı bildirilmekte olup bu artışın bilgi ve farkındalığın artması ve tanı ölçütlerinin değişmesinden kaynaklandığı iddia edilmekle birlikte yapılan çalışmalarda çevresel faktörler ve bunların henüz bilinmeyen genetik bir takım etkenlerle ilişkisinin de bu artışa katkı sağladığı düşünülmektedir. Nörogelişimsel olarak önemli ve kırılgan bir dönem olan prenatal dönemde çocuğun maruz kaldığı çevresel faktörlerin otizm spektrum bozukluğu gelişmesi açısından risk etkeni olup olmadığının değerlendirilmesi önemlidir. Gebelik döneminde özellikle valproik asit, terbutalin, selektif serotonin geri alım inhibitörleri gibi ilaçlarla otizm spektrum bozukluğu arasında bir ilişki olduğu, bu dönemde ağır metal ve pestisite maruz kalmanın otizm spektrum bozukluğu riskini arttırdığı, yoğun sigara, alkol ve madde kullanımının nörogelişimsel süreci sekteye uğrattığı, gebelik döneminde geçirilen gestasyonel diyabet, otoimmun hastalıklar, enfeksiyonlar ve uzamış ateşin inflamatuar süreçler aracılığıyla otizm spektrum bozukluğu riskini artırabileceği bildirilmektedir. Göç, mevsimler ve gebelik döneminde maruz kalınan hava kirliliğininde risk artışına etkisi olduğu bildirilmiş ve daha fazla epidemiyolojik çalışmaya ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. otizm spektrum bozukluğu ile ilişkili çevresel etkenlerin tanınması, anne adaylarının bu risk etkenleri ile ilgili bilgilendirilmesinin sağlanarak bu etkenlerden uzak durmaları veya bu etkenlerin elimine edilmesi ile otizm spektrum bozukluğu riskinin azaltılmasına yardımcı olabileceğinden bu alanda yapılan çalışmaların derlenmesi ve risklerin ortaya konulması özellikle önemlidir. Bu gözden geçirmede son dönemde sayısı artan prenatal etkenler ile ilgili yapılan çalışmaların derlenerek bütüncül olarak ele almasının kolaylaştırılması hedeflemektedir.
\r\n
\r\n Autism spectrum disorder is a neuro-developmental disorder characterized by social interaction and communication, and restricted and repetitive behaviors. Autism is seen in nearly one of 68 children. The incidence is reported to increase, and the increase is suggested to arise from increased information, awareness and alterations in diagnostic criteria. However, environmental factors and their relationships to several unknown genetic factors are also considered to contribute to the increase. The assessment of whether environmental factors lead to risks for autism spectrum disorder in perinatal period, especially when children are exposed to these factors in a neurodevelopmentally important and fragile stage, is so important. It is reported that in pregnancy, there is an association between autism spectrum disorder, and exposure to such drugs as valporic acid, terbutaline and Selective Seratonin Reuptake Inhibitors.Exposure to heavy metals and pesticides increases the risk of autism spectrum disorder.Intense smoking, and alcohol consumption and drugsdisrupt neurodevelopmental process, Also, gestational diabetes may elavate the risk of autism spectrum disorder due to autoimmunal disorders, infections and inflammatory pocesse of prolonged fever. Migration, seasons and air pollution exposed in pregnancy are also reported to affect autism spectrum disorder risk. The awareness level between environmental factors and autism spectrum disorder should be increased among prospective mothers, and these mothers should be trained as to the risk factors. Because prospective mothers avoid these factors, or the elimination of these factors should be beneficial for reducing autism spectrum disorder risk, analyzing related studies and enlightening risk factors are especially important. Here, we aimed at revising recent studies related to prenatal factors from a holistic perspective.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Prostat Hiperplazisine Transüretral İnsizyon (tuıp) Uygulamasının Sonuçları
Recai Gürbüz, Giray Karalezli, Kadir Karabacak, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Prostat Hiperplazisine Transüretral İnsizyon (tuıp) Uygulamasının Sonuçları
Results Of Transurethral IncIsIon (tuıp) ApplIcatIon To The BenIgn ProstatIc HyperplasIa
Benign prostat hipertrofisinde (BPH) herkesin isteği daha az invaziv bir cerrahi yöntemle tedavi olmaktır. Biz çalışmamızda kliniğimizde BPH tanısı konan ve TUIP uygulanan 14 hastayı objektif (Uroflowmetri) , sübjektif (Semptom skoru) ve seksüel fonksiyon açısından değerlendirdik. TUIP uygulanan 14 hastanın ortalama yaşı 54.8 ve ortalama izlem süremiz 35.5 ay idi. Semptom skoru (IPSS) ve uroflowmetri preoperatif ve postoperatif tüm hastalarda değerlendirilerek karşılaştırıldı. TUIP’ ten sonra semptom skorunda azalma izlendi. Maksimum idrar akış hızı ortalama 9.8 ml/sn den postoperatif altıncı ayda 14.3 ml/sn'ye çıktı. 1 hastada operasyon sonrası retrograd ejekulasyon gözlendi. TUIP ten sonraki iyileşme oranları TURP ile kıyaslandığında daha düşük olmakla birlikte iyi seçilmiş hastalarda obstruksiyondan kurtarmada etkili bir yöntem olduğu kanaatine varıldı.
Everybody wish a less invasive surgical procedure applied at Benign Prostatic Hyperplasia (BPH). We evaluated the results of TUIP application at our clinic to 14 cases with BPH Identification in point of objective measures (Uroflovvmetry), subjective measures (Symptom score) and sexual function. Average age of 14 cases subjected to TUIP was 54.8 and average observation period was 35.5 months. İn ali cases pre and postoperative symptom score (IPSS) and uroflovvmetry data have been evaluated and compared. A reduction in the symptom score has been observed after the TUIP. Maximum urine flovv rate increased from 9.8 ml/sec to 14.3 ml/sec at sixth month. Post-operative retrograde ejaculation has been observed in only one patient. Although recovery rates vvere lovv as compared to TURP, TUIP was evaluated to be an effective method in obstruction therapy at carefully selected patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pseudomonas Menenjiti
Ahmet Saniç, Bülent Baysal, Emine İnci Tuncer, Mehmet Bitirgen, Andaç Argon
Araştırma makalesi
Özeti
Pseudomonas Menenjiti
Pseudomonas MenenjItIdIs
Trafik kazası ve mandibular operasyondan sonra başağrısı, ateş, bulantı, kusma gibi bazı şikayetler ile enfeksiyon Hastalıkları Kliniği'ne müracaat eden yaka, Pseudoınonas tnenenjitidis olarak değerlendirildi. Nadir ve önemli olması nedeniyle yayınladık.
The case, is applied to infectious Dseases Clinic with some complainıs as a headache, fever, nausea, vorniiing after traffic accident and mandibular operation, was evaliated r,s a Pseudomonas meningitidis. We published because it is rare and important.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dıphenylamıne Derıveler1yle Beslenen Gebe Rat Yavrularında Renal Kıstık Hastal1k Gelişimi
Ali Acar, Şükrü Çelik, Recai Gürbüz, Özden Vural, Esat M. Arslan, Mehmet Özeroğlu, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Dıphenylamıne Derıveler1yle Beslenen Gebe Rat Yavrularında Renal Kıstık Hastal1k Gelişimi
The Renal CystIc Development In OffsprIngs Of Pregnant Rals That Fed WIth DIphenylamIne DerIvates.
Plidnec re bil/11111 Major viktni Omik diphenylamine`e ben:emesinden esin-knerek :;Flat radar gebeligin son Was' esllci.cill.cid diphenylamine cieriyeleriyle fAmilorld dihidrat + hidroelorothiazich beslencli. Dogumdan sonra fecia edilen vavi-u ratlarm 10b-reklerincie histopatolojik olarak ,,?lomerulokistik barek yainsim andtran deg4iklikler belirlendi. OySa Within deg4iklikler normal beslenmenin so-nunda (Logan yairularda Fetal bi;bregin phanesetin deriyatirlerinin in-terstisivel inf7amatuvar etkilerine hassasiveti bunun sonttu gelion tabiller obstriiksiyonun kistik neden oldugu vartidi.
The pre vtant rats were fed with diphenylamine derivatives (. tmilorid dihidrat + hid-roelorothiafid) clurin,,? the last week of gestation ins-pired by phanesetin and its major metabolic bre-akdown products are similar chemically diphenvlamine. The di (frrence., that reminded glomerulocystic kidney were -determined with histopathologie exa-mination in kidneys of offvpriti;,- However this dif-frrenees were not noted in olIcpi-inf;s or rats that led normally. We conclude that fetal kidney is susceptible to the interstitial intiantatory elkcts of phanacetin lie-rivairives and the resultmz tubular obstruction pro-duced the cystic changes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
Özgür Külahcı, Gülay Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
PrImary And MetastatIc MalIgnant Melanomas Of The DIgestIve System
Amaç:
Primer ve metastatik sindirim sistemi malign melanomları oldukça nadirdir. Çalışmamızda safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölge malign melanomlarında lenf nodu metastazı ile klinik ve patolojik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler:
Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010- Ocak 2020 yılları arası XXXXXXXXXXXX gastrointestinal sistem organlarından safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölgede malign melanom tanısı konan 20 olgu dahil edildi. Çalışmamızda gastrointestinal sistemde görülen primer ve metastatik malign melanom olgularında bölgesel lenf nodu metastazı ile yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, ekstraintestinal melanom öyküsü, melanin pigmenti, nötrofil-lenfosit oranı ve tanı sonrası yaşam süreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek istedik. Ayrıca melanomun sindirim sisteminde kaynaklandığı hücrelerin kökenini ve literatürü gözden geçirdik.
Bulgular:
Tümör çapı ile bölgesel lenf nodu metastazı arasında istatistiksel bir ilişki vardı(p=0.000). Tümör çapı arttıkça lenf nodu metastaz oranı artmaktaydı. Hayatta kalma ile cinsiyet, tümör lokalizasyonu, uzak metastaz, primer ve metastatik sindirim sistemi melanomları arasında ilişki vardı(tümü p<0.05). Erkeklerin ve sindirim sisteminden uzak metastaz yapmayan olguların çoğu hayattaydı. Sindirim sistemine melanom metastazı olan hastaların tamamı ile safra kesesi ve ince bağırsak lokalizasyonlu hastaların tamamı hayattaydı. Safra kesesi primer malign melanom tanılı 70 yaşındaki olgumuz literatürde belirleyebildiğimiz en yaşlı hastaydı.
Sonuç:
Kutanöz veya kökeni ne olursa olsun, tüm melanomlar, embriyolojik sinir krestinden türetilen hücreler olan melanositlerden kaynaklanır. Malign melanom gastrointestinal sistemde anorektal bölgede daha sık olmak üzere her bölgede primer görülebilir. En sık metastaz ise ince bağırsağa olmaktadır. Sindirim sistemi gibi az görüldüğü yerlerde doğru tanı hayati önem taşımaktadır. Son zamanlarda metastatik melanomda, hastalığın metastatik yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için immüno-onkolojik ajanların adjuvan tedavide kullanımı söz konusudur. Bu tedaviler sayesinde cerrahi rezeksiyon sonrası metastaz riski taşıyan melanomlu hastaların yarıdan fazlasında rekürrensiz sağ kalım sağlandığı bildirilmektedir. Çok nadir görülmesine rağmen sindirim sistemi biyopsilerinin değerlendirilmesinde primer veya metastatik malign melanom olabileceği akılda tutulmalıdır.
Purpose:
Primary and metastatic digestive system malignant melanomas are extremely rare. In our study, we aimed to compare lymph node metastasis with clinical and pathological parameters in gallbladder, stomach, small intestine and anorectal region malignant melanomas.
Materials and methods:
This retrospective study included 20 cases diagnosed with malignant melanoma in the gastrointestinal tract organs between January 2010 and January 2020 at XXXXXXXXXXXX. In our study, we wanted to evaluate the relationship between regional lymph node metastasis and age, gender, tumor localization, tumor size, extraintestinal melanoma history, melanin pigment, neutrophil-lymphocyte ratio and post-diagnosis life span in primary and metastatic malignant melanoma cases. We also reviewed the origin and literature of the cells from which melanoma originates in the digestive system.
Results:
There was a statistical relationship between tumor diameter and regional lymph node metastasis (p =0.000). As the tumor diameter increased, the lymph node metastasis rate increased. There was a relationship between survival and gender, tumor localization, distant metastasis, primary and metastatic digestive system melanoma (all p <0.05). Most of the men and those who did not metastasize away from the digestive system were alive. All patients with melanoma metastases to the digestive system and all patients with gallbladder and small intestine localization were alive. Our 70 year old patient with gallbladder primary malignant melanoma was the oldest patient we could identify in the literature.
Conclusions:
Regardless of cutaneous or origin, all melanomas originate from melanocytes, cells derived from embryological nerve crest. Malignant melanoma can be primary in every region, more frequently in the anorectal region in the gastrointestinal tract. The most common metastasis is to the small intestine. Accurate diagnosis is vital in places where it is rarely seen, such as the digestive system. Recently, in metastatic melanoma, immuno-oncological agents are used in adjuvant therapy to help prevent metastatic spread of the disease. Thanks to these treatments, it is reported that more than half of patients with melanoma who have the risk of metastasis after surgical resection provide recurrence-free survival. Although it is very rare, it should be kept in mind that there may be primary or metastatic malignant melanoma in the evaluation of digestive system biopsies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Serkan Yıldırım, Mehmet Işık, Ömer Tanyeli, Yüksel Dereli, Niyazi Görmüş
Araştırma makalesi
Özeti
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
SurgIcal RepaIr Of Post MyocardIal InfarctIon VentrIcular Septal Defects: SIngle Center ExperIence Of FIfteen Years
Amaç: Miyokard infarktüsü sonrası ventriküler septal defektler (PMIVSD) nadirdir ancak son derece
yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Mortalite oranları ve risk faktörleri birçok çalışmada farklılık
göstermektedir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006 ile Nisan 2020 tarihleri arasında PMIVSD nedeniyle ameliyat edilen
hastaları geriye dönük olarak 18 yaş ve üzeri kliniğimize dahil ettik.
Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ile başvuran 9451 hastanın 28'i 2006-2020 yılları arasında PMIVSD
nedeniyle merkezimizde ameliyat edildi. PMIVSD oranımız % 0,296 idi. Hayatta kalanlar ile hayatta
kalmayanları karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı olan tek şey hastanede kalış süresiydi. Sağ
kalanlarda 2 gün iken, sağ kalmayan grupta 13 gündü (p <0.001). Sağ kalan gruptaki bir hasta 107 gün
hastanede kaldı.
Sonuç: PMIVSD hastaları için ameliyatın zamanlaması hala zordur. Sol ventrikül assist device (LVAD)
veya perkütan cihazların implante edilmesi ve ameliyattan önce bir süre beklenmesi gibi diğer stratejiler,
PMIVSD hastaları için daha iyi bir yaklaşım olacaktır .
Aim: Post-myocardial infarction ventricular septal defects (PMIVSD) are rare but have extremely high
mortality and morbidity. Mortality rates and risk factors vary in many studies. We aimed to evaluate
the mortality rates and risk factors of ventricular septal defects (PMIVSD) after myocardial infarction
performed in our center .
Patients and Methods: We retrospectively enrolled the patients who underwent surgery for PMIVSD in
our clinic from January 2006 to April 2020 with the age ≥ 18.
Results: A total of 9451 patients admitted to our center with acute myocardial infarction between 2006
and 2020 were examined. Twenty-eight patients operated for PMIVSD were included in the study. Our
PMIVSD rate was 0.296%. When we compare those survivors and non-survivors the only thing which
statistically significant was length of stay in hospital. In survivors it was 13 days when it 2 days in nonsurvivors
group (p<0.001). One patient in survivor group was st ayed in hospital for 107 days.
Conclusion: Timing of the surgery for PMIVSD patients is still challenging. Further strategies like
implanting LVAD or percutaneous devices and waiting for a while before the surgery will be the better
approach for PMIVSD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Ve Nüks Pterjiyumlu Hastalarda Otogreftli Pterjiyum Cerrahisinde Fibrin Doku Yapıştırıcısı Ve Vikril Sütür Tekniğinin Karşılaştırılması
Meydan Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Ve Nüks Pterjiyumlu Hastalarda Otogreftli Pterjiyum Cerrahisinde Fibrin Doku Yapıştırıcısı Ve Vikril Sütür Tekniğinin Karşılaştırılması
ComparIson Of FIbrIn TIssue AdhesIve TechnIque WIth VIcryl Suture TechnIque In Autograft PterygIum Surgery In PatIents WIth PrImary And Recurrent PterygIum
Amaç: Kliniğimizde otogreftli pterjiyum cerrahisinde uyguladığımız fibrin doku yapıştırıcı ve vikril sütür tekniğininin karşılaştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya vikril sütür ile otogreftli pterjiyum cerrahisi yapılan 72 hasta (Grup 1), (primer pterjiyumlar Grup 1a, Nüks pterjiyumlar Grup 1b), fibrin doku yapıştırıcısı kullanılarak otogreftli pterjiyum cerrahisi yapılan 58 hasta (Grup 2), (primer pterjiyumlar Grup 2a, Nüks pterjiyumlar Grup 2b) dahil edildi. Hasta dosyaları retrospektif olarak gözden geçirildi. Her iki grupta cerrahi işlem süreleri ve komplikasyonlar not edildi. SPSS, 20.0 versiyon istatistik analiz programı kullanıldı. Veriler bağımsız örneklem t testi kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Gruplara dahil edilen hastaların yaşları Grup 1’de 37 ile 65 yıl arasında olup, ortalama yaş 47.04±5.70 yıl iken, Grup 2’de 38 ile 57 yıl arasında olup ortalama yaş 47.10±4.88 yıl idi. Gruplar arasında hastaların yaşı değerlendirildiğinde anlamlı fark görülmedi (p= 0.95). Ameliyatın ortalama süresi grup la, 1b, 2a ve 2b'de sırasıyla 24.91 ± 3.08 dk, 25.60 ± 2.20 dk, 17.62 ± 2.57 dk ve 18.84 ± 2.83 dk idi. Grup 1a ve 1b (p = 0.021), grup 2a ve 2b (p = 0.001), grup 1 ve 2 (p <0.001) arasında ameliyat süresi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. Nüks pterjiyumda her iki teknikte daha fazla cerrahi süresi gerektirdiği tespit edildi. Her iki grupta hastalarda nüks görülmedi.
Sonuç: Otogreftli pterjiyum cerrahisi, pterjiyumda güvenilir, nüks oranı düşük bir cerrahi yöntemdir. Fibrin doku yapıştırıcı ile yapılan otogreftli pterjiyum cerrahisi daha kısa cerrahi süresine olanak sunması nedeniyle tercih edilebilecek bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objectives: The aim of this study was to compare the fibrin tissue adhesive technique with vicryl suture technique in autograft pterygium surgery.
Material and Methods: Seventy two patients (Group 1) who underwent autograft pterygium surgery with vicryl suture technique (Primary pterygium Group 1a, recurrent pterygium Group 1b) and 58 patients who underwent autograft pterygium surgery with fibrin tissue adhesive technique (Primary pterygium Group 2a, recurrent pterygium Group 2b) were included in this retrospective study. Duration of the surgery and complications were analyzed from the file records. Statistical analyses of the data were performed using the SPSS 20.0 software. Independent samples – t test was used for the comparisons between groups.
Results: The mean age of the patients was 47.04±5.70 years (ranging between 37-65) in Group 1 and 47.10±4.88 years (ranging between 38-57) in Group 2. There was not a statistically significant difference in terms of age between two groups (p=0.95). The mean duration of the surgery was 24.91±3.08 min, 25.60±2.20 min, 17.62±2.57 min, and 18.84±2.83 min in groups 1a, 1b, 2a and 2b, respectively. There were statistically significant differences in terms of the duration of the surgery between groups 1a and 1b (p=0.021), groups 2a and 2b (p=0.001), groups 1 and 2 (p<0.001). Recurrence pterygium was found to require more surgery time in both techniques. Postoperative recurrence was not observed in any of the patients.
Conclusion: Pterygium surgery with conjunctival autograft is a reliable surgical method with low recurrence rates. The duration of surgery in recurrent pterygium was found to be longer in both surgical techniques. It is concluded that autograft pterygium surgery with fibrin tissue adhesive is the preferred surgical method that shortens the duration of the surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğanlarda Kardeş Kromatid Değişiminin Dağılımı
Sennur Demirel, Aynur Acar, Zeki Sayman, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğanlarda Kardeş Kromatid Değişiminin Dağılımı
IncIdence Of SIster ChromatId Exchange In Newborns.
Sağlıklı gebelik geçiren annelerin yenidoğan 20 bebeğinde gözlenen spontan Kardeş Kromatid Değişimi (KKD) oranının 7.11 olduğu, bu oranın 10 kız bebekten oluşan grupta 7.03,10 erkek bebekten oluşan grupta 7.20 olduğu saptandı. Kız ve erkek bebeklerde gözlenen ortalama KKD oranları arasında istatistiksel olarak önemli bir fark olmadığı görüldü (P> 0.05). Bulgular erişkin bireyler için bildirilen spontan KKD oranları ile karşılaştırılarak yaş ve sensin spontan KKD"leri üzerine olan etkileri tartışıldı
Twenty newborn bables from healthy mothers were examined for Sister Chromatid Exchane (SCE) rates. Among the twenty newborns ten were male and the remaining were females. Sister chromatid exchange rate was 7.03 for female infants where this rate was 7.20 for male infants.However these differ'ences were statistically insignificant (p > 0.05). These findings were compared and discussed with these ratios that were found previc,usly for different age and sex groups of older ages.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Greft Enfeksıyonları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Neşe Ünal, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Greft Enfeksıyonları
Graft InfectIons
Ocak 1988 - Mart 1996 tarihleri arasinda kli-ni§imizde toplam 167 vakaya otojen yen velveya prostetik materyal (Dacron veya PTFE) kullanilarak vaskiiler rekonstriktif ameliyat yaptimiftir. Aynt ytllar arasinda takip siiresince 6 (%3.56) hustada greft enfeksiyonu gel4migir. Greft en-feksiyonlarinda temel tedavi prensihi ktiltiir an-tibiyogram sonuclanna gore uygun antibiyotik te-davisi ye greftin total olarak clkarilmast olmuour. Morbidite 1 amputasyon olup, mortalitemiz yoktur. Greft enfeksiyonlan vaskiiler cerrahinin en korkulan komplikasyonlanndan biridir ye yiiksek morbidite ye mortalite sebehidir. Degi4ik serilerde %1.3 ile %6 arasinda de,g4en greft enfeksiyonu in-sidanst gorulmu tar.
167 vascular reconstructive operations have been performed in our clinic using a prosthetic vas-cular graft (Dacron or PTFE) and/or autogenous vein graft between the dates of January 1988 -March 1996. During their follow up in this period 6 graft infection (%3.56) have been developed. Our major treatment protocol in graft infections was to remove the infected graft totally and to use app-ropriate antibiotics according to culture results. Our morbidity was I amputation . In different series incidence of graft infections is reported to he between 1.3 - 6%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatık Arterıovenoz Fıstullerın Cerrahı Tedavı Takıp Sonkları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatık Arterıovenoz Fıstullerın Cerrahı Tedavı Takıp Sonkları
TraumatIc ArterIovenous FIstulas
Travmatik arterio-venoz (A-V) fistiiller co-gunlukla penetran yaralanmalar sonucu, bazen de iatrojenik nedenlerle olucur. Eyliil 1989 - ubat 1996 yillarz arastnda 8 tray-matik A-V fistiil olgusuna cerrahi tedavi uy-gulanmtwr. Hastalaruntzzn yaVart 1,5 - 44 ara-stnda olup, 2 tanesi kadin, 6 tanesi erkekti. Etyoloji, 5'inde atecli silah yaralanmast, l'nde iatrojenik (kan alma strasinda), 2'sinde kesici