Prediyabet
Evrim Çakır
Derleme
Özeti
Prediyabet
PredIabetes
Prediyabet sıklığı tüm dünyada giderek artış göstermektedir.
2030’lu yıllarda 470 milyondan fazla kişide prediyabet izleneceği
tahmin edilmektedir. Prediyabet, glisemik değerlerin normal ile
diabetes mellitus (DM) arasında değiştiği DM gelişimi için yüksek risk
grubunu tanımlamak için kullanılır. Prediyabette insülin direnci ve beta
hücre disfonksiyonu glukoz seviyesinde aşikar değişiklik izlenmeden
başlamaktadır. Gözlemsel çalışmalarda prediyabetin kronik böbrek
hastalığı, küçük fiber nöropati, retinopati ve artmış serebrovasküler
ve kardiovaküler hastalık riski ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu
derlemede prediyabetin tanımı ve prediyabetin mikrovasküler ve
makrovasküler hastalıklarla birlikteliği değerlendirilmiştir.
The prevelans of prediabetes is increasing over the world. It is estimated that more than 470 million people will have prediabetes by 2030. Prediabetes is defined as intermediate state between normal and diabetic glycaemic values and high risk categories for DM development. Insulin resistance and beta cell dysfuction start with prediabet before marked glucose changes. In observational studies it has been reported that the relationship was found between prediabetes and chronic renal disease, small fiber neuropathy, retinopathy, serebrovascular and cardiovascular disesase. In this review, it was evaluated that the definition of prediabetes and its microvascular and macrovascular complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Üriner Sistem Taş Vakalarında Retrospektif Bir Çalışma
Esat M. Arslan, Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Necip Uluz
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Üriner Sistem Taş Vakalarında Retrospektif Bir Çalışma
PedIatrIc UrolIthIasIs: RetrospectIve Study
Bu araştırma, Dicle Üniverstesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında 1984-1988 yılları arasında yatmış 95 ve Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında 1983-1992 yılları arasında yatmış 136, toplam 231 üriner sistem taş yakasını içermektedir. Vakalaı-ın %73 ü erkektir. Ya;ş gruplarına göre dagılımda ise 0-5 yaş grubu, toplam vakaları!! %44.5 idir. Üriner sisem taşları lokalizasyonunda ilk sırayı böbrekler (%53.9), ikinci sırayı mesane (%21) almıştır. Üriner sistem taşlı vakalarda %73.5 oranında üriner enfeksiyon tesbit edilmiştir.Enfeksiyon etkeni mikroorganizmalar sırasıyla E.coli (%59), pseudo-monas (%17), streptococus facecalis (%13.3) olarak bulunmuştur. Taş ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermek amacıyla vakalar enfeksiyonlu ve enfeksiyonsuz ola-rak iki gruba ayrılıp, yaş, cins, taşların lokalizasyo-nu, preoperatif ve postoperatıf idrar kültürü yönünden k.arşılaştırıldı. I aşlı vakalarda enfeksiyon oluşmasında yuka-rıdaki parametrelerin payı olduğu görüşüne varıldı. Ayrıca bu vakaların üriner enfeksiyon düzeyinde, taşın lokalizasyonunun etkili olmadığı düşünüldü
in this study, we rewieved 95 patients with uri-nary tract stone that had been treated in Dicle Univer-sity Medical Faculty Urology Clinic between the years of 1984-1988 and 136 patients with urinary tract stone that had been treated in Selçuk University Medical Faculty Urology Clinic between the years of 1983-1992. %73 of the patients were males and %44.5 of them were 0 to 5 years old. The stones were found mostly in kidneys (%53 .9) and bladder (%21 ). Urinary tract infection was found in %78 of the patients with stone. Causative microorganism were E.coli (%59), pseudomonas (%17) and streptococcus faecalis (%13.3). in order to show the relation between stone and infection, the patients were divided into two groups according to the existance of infection. The two groups were studied with respect to the age, sex, lo-calization, hiochemical analysis, pre and post opera-tion urine cultures. It is concluded that the above parameters were ef-fective in the development of infection in patients with urinary tract stone. It is also concluded that the infection site was not effective in the localization of the stne.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ultrasonografi Taraması İle Tespit Edilebilen Hastalıkların
sıklıkları
Mehmet Ali Eryılmaz, Süleyman Baktık, Serden ay, Ömer Karahan, İsmet Tolu, Ahmet Okuş, Hakan Yılmaz, Selman Cevheroglu
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ultrasonografi Taraması İle Tespit Edilebilen Hastalıkların
sıklıkları
IncIdence Of PathologIes Detected By AbdomInal
ultrasonography ScreenIng
Konya il sınırları içinde ultrasonografi ile tespit edilebilen
karın hastalıklarının sıklığını belirlemek. Çalışmaya katılacak
kişi sayısını ve hedef kitleyi çalışmada yer alan istatistik uzmanı
belirledi. Katılımcıların kimlik bilgileri, özgeçmiş ve soygeçmişini
içeren kısa bir form dolduruldu. Karın ultrasonografisi hastalar
sırt üstü yatar pozisyonda yapıldı. Ultrasonografi ile hepatobiliyer
sistem, genitoüriner sistem, dalak, orta hat ana vasküler yapılar
karın ön duvarı değerlendirildi. Ultrasonografi ile tarama yapılan
2010 kişinin yaş ortalaması 46 (18-94), 1071 (%53,3)’ ü kadın, 939
(%46,7)’ si erkekti. Yapılan karın USG’ sinde, 371 (%18,5) kişide
hepatosteatoz, 14 (%0,7) kişide karaciğerde hemanjiom, 11 (%0,5)
kişide karaciğerde kisthidatik, 60 (%3,0) kişide safra taşı, 13 (%0,6)
kişide splenomegali, 3 (%0,1) kişide dalakta basit kist, 4 (%0,2)
kişide aort anevrizmasına rastlandı. Üriner sistemin incelenmesinde,
34 (%1,7) kişide taş, 145 (%7,2) kişide basit kist tespit edildi.
Genital organların incelenmesinde 8 (%0,7) kadında myoma uteri,
4 (%0,4) erkekte prostat hipertrofisi tespit edildi. Konya toplumunda
karın ultrasonografisinde sık rastlanan patolojik bulgular sırasıyla
hepatosteatoz, böbrek kisti, safra kesesi taşı, böbrek taşı idi.
The aim of the study is determine the incidence of pathologies
detected by abdominal ultrasonography in Konya. Screening has
begun in 2011 after the necessary permissions from local ethical
committee. Participators’ identity, age, gender, history and family
history has been recorded. Abdominal ultrasonography has been
performed in supine position. Hepatobiliary, genitourinary systems,
spleen, midline structures and anterior abdominal wall has been
evaluated. The mean age of 2010 participants was 46 (18-94). There
were 1071 (53.3%) female and 939 (46.7%) male. In abdominal
ultrasonography; hepatosteatosis in 371 (18.5%), liver hemangioma
in 14 (0.7%), hidatic cyst of liver in 11 (0.5%), cholelithiasis in 60 (3%),
splenomegaly in 13 (0.6%), simple cyst of spleen in 3 (0.1%), aortic
aneurism in 4 (0.2%) participants were detected. In renal evaluation;
nephrolithiasis in 34 (1.7%) and simple cyst in 145 (7.2%) participants
were detected. In pelvic evaluation; prostatic hypertrophy in 4 (0.4%)
males and myoma uteri in 8 (0.7%) females were detected. In Konya
population most common pathologies at abdominal ultrasonography
were hepatosteatosis, renal cyst, cholelithiasis and nephrolithiasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normotansıf Tıp Iı Dıabetık Hastalarda Silazaprilın Mıkroalbumınurı Uzerıne Etkısı
Mustafa Akgüzel, Ahmet Kaya, Vedat Akpınar, Elif Menekşe
Araştırma makalesi
Özeti
Normotansıf Tıp Iı Dıabetık Hastalarda Silazaprilın Mıkroalbumınurı Uzerıne Etkısı
CIlazaprIl Reduced MIcroalbumInurIa In NorInotensIve Type Iı DIabetIc PatIents
Mikroalbuminiiri erken dtmerndiabetik nefropatinin belirleyicisidir. Diabetik nefropatide hipetionkslyon ve hipertirofi diinemi olarak bilinen . bu devrede bobreklerdekidegi siklikler reversibi oldugu icin hastalzg4n bu danerninde tarn ve tedavi Bu konuda yapilan cakmalarda degi§ik antihipertansif ajanlarin rnikroathuminiiri iizerine etkileri arN•- nrilmutir. Kl inik calgrnalar daha cok tip 1 diabetikler iizerinde calm mainizda norn'wtansif tip II diabetik hastalara 8 hafta siireyle 2:5 ingl giin silazcipril verilin4 ve mikroalbuminarinin. anlctircli cekilde azaldigi saptanmior (p<0:05).
Microalbuininuria is a strong preductor of early stage of diabetic nephropathy. Early diagnosis me-ticulous metabolic control at this time stage can reverse the renal hypeifunction and hypertrophy into normal renalfunction. and associated varieties of abnormalities can also be controlled more conveniently. Additionally, Various antihypertansive drugs were. studied and experimentally ..to control . hypertansion and micrOalbuminuria._ However, these studies presented variable results and usually done on type I .diabetes mellitus. In this study, angiotensin converting enzyme inhibitor, cilaiapril, is used on normotensive type II diabetic. patients. Oral administ•ation of ciylaziapril 2.5 mg-1day for 8 weeks in these patients has reduced mkroalburninuria significantly
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kist Aspirasyonu Ve Iophendylate Uygulaması
Recai Gürbüz, Ali Acar, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Kist Aspirasyonu Ve Iophendylate Uygulaması
Cyst AspIratIon And Iophendylate ApplIcatIon
Ocak 1990`dan Ağustos 1992'ye kadar kli-niğimizde insidental bir bulgu olarak belirlenmiş basit kistli 19 yakaya perkütan kist aspirasyonu ve iophendylate uygulaması yapıldı. Uygulamalar ultrasonografik kontrol altında ve lokal anestezi ile gerçekleştirildi. Kist mayisinin şitnik, sitolojik ve bakteriyolojik t etkiki yapıldı. Sonuçlar, peroperatıf basit kist teşhisini doğ-ruladı.Postoperatif belirli aralıklarla yapılan kontrol-larda iophendylate'ın kist cidarına sklerozan etki yaptigı Uygulamanın kistin natürünü belirlemede, kist volümünün azalmasında ve böylece büyük kistik kit-lenin parankim ve kollektör sisteme yapacağı olum-suz etkilerin önlenmesinde önemli katkıları olduğu kanısına varılmıştır.
Percutaneous cyst aspiration and iophendylate application were performed tü 19 patients who were evaluated as having a simple cyst when they applied to our clinic between the dates of January 1990 and August 1992. The applications were carried out under ultrasonographic control and local anesthesia. The cytologic and bacteriologic examination of the cyst liquid were performed. The results proved the preoperative simple cyst diagnose. lt was understood that iophendylate had a sclerosant effect on the cyst in the periodic post operation examinations. Also it was understood that this application had an important support on preventing the negative effects of great cystic mass on the paranchima and collector system and also it had an importance on deciding the nature of the cyst and in the reductions of cyst volume.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hasan Mollahüseyinoğlu, Cemil er, Mustafa Şahin, Yaşar Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
The Effects Of AbdomInal Compartement Syndrome, On RespIratory And UrInary Systems
Amaç: Karın içi basınç (KİB) artışı ile Abdominal Kompartman Sendromu (AKS) arasındaki ilişkiyi mesane içi basıncını ölçerek incelemek. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne akut batın nedeniyle müracaat eden 61 olgu kullanıldı. Olgulardan 25’i ileus, 13’ü akut pankreatit, 11’i mezenter iskemi ve 12’si gastrointestinal perforasyon tanısı aldı. Olguların tamamında mesaneye yerleştirilen bir sonda aracılığıyla karın içi basıncının bir göstergesi olan mesane içi basıncı ölçüldü. Bu ölçümle eş zamanlı olarak arteriyel ve venöz kanda pH, PaCO2, PaO2, SGOT, SGPT, üre ve kreatinin değerlerine bakıldı. İlk başvuru anında yapılan bu işlemler, 24, 48 ve 72. saatlerde tekrar edildi. KİB artışı ile kan değerleri arasındaki ilişki incelendi Bulgular: Çalışmamızda KİB artışının böbrekler, solunum sistemi ve karaciğer üzerinde birtakım değişikliklere yol açtığı izlendi. KİB 10 cm H2O’yu geçince böbrek fonksiyonlarının bozulmaya başladığı, 20 cm H2O basınçtan sonra ise belirgin olarak bozulduğu görüldü. Solunum sisteminde KİB artışı ile başlangıçta solunumsal alkaloz gelişirken, AKS’nun ortaya çıktığı geç dönemlerde ise hipoksi, hiperkarbi ve metabolik asidozla karakterize solunum yetmezliği görülmekte idi KİB’nın arttığı bütün olgularda karaciğer enzimleri yüksek değerlerde bulundu. Sonuç: Mesane içi basıncı KİB’nın indirekt göstergelerinden birisidir. KİB artışı ile arteriyel ve venöz kandaki üre, kreatinin, SGOT, SGPT ve PaCO2 düzeyleri arasında pozitif, PaO2 ve pH arasında ise negatif ilişki mevcuttur.
Aim: Our aim is to investigate the relation between the increase of abdominal pressure and abdominal compartmant syndrome Material and Method: 61 patients admitted to Selçuk Univercity Meram Medical Faculty Emergency Service with diagnosis of acute abdomen were included in this study. The diagnosis were; 25 cases ileus, 13 cases acute pancreatitis, 11 cases mesentery ischemia seviand 12 cases with intestinal perforations. In all cases urine bladder pressures were recorded as the reflection of abdominal pressure. Meanwhile pH, PaCO2, PaO2, SGPT , SGOT, urea and creatinin levels were measured in venous and arterial blood samples. The procedure was repeated consequently 24, 48 and 72 hours. The correlation between abdominal pressure increase and these parameters were evaluated. Results: Increase in abdominal pressure has negative effects on renal, pulmonary and liver organ systems. Renal function effected by 10 cm H2O pressure and was obviously affected after 20 cm H2O pressure. The increase of abdominal pressure causes respiratory alcholosis; at initial time and hypoxia, hypercarbia, metabolic acidosis and respiratory insuffiency at the late period. Liver enzyms were recorded at high level in abdominal pressure increase. Conclusion: Urine bladder pressure is reflecting abdominal pressure. The incerase of abdominal pressure has positive correlation with urea, creatinin, SGOT, SGPT, and PaCO2 levels and negative correlation with PaO2 and pH levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Ahmet ak, Muart Uğur, Adil Gökalp, Ertuğrul Kafalı, Ayşegül Bayır
Araştırma makalesi
Özeti
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Effects Of TImIng And Rate Of FluId Replacement Therapy On Renal And LIver FunctIons In Uncontrolled HaemorrhagIc Shock Model
Amaç: Kontrolsüz hemorajik şokta, kanamanın cerrahi kontrolünden önce yapılan farklı sıvı resusitasyon rejimlerinin organ fonksiyonları üzerine etkilerinin araştırılması. Gereç ve Yöntem: Toplam 37 adet Yeni-Zellanda tipi tavşan S (sham, n=7), K (kontrol, n=10), EK (erken kontrollü resusitasyon, n=10) ve EH (erken hızlı resusitasyon, n=10) olarak dört gruba ayırıldı. Denekler femoral arterden ortalama arteriyel basınç (OAB) 30 mmHg oluncaya kadar kanatıldı ve intraket çekilerek serbest kanamaya bırakıldı. S grubu sham operasyon grubu idi. K grubuna şoktan sonraki bir saatlik sürede sıvı replasmanı yapılmadı. EK grubunda serum fizyolojikle 2 cc/kg/dk hızında, OAB 60 mmHg ve EH grubuna 4 cc/kg/dk hızında, OAB 80 mmHg olması hedeflenerek resusitasyona başlandı. Çalışma gruplarında birinci saatte kanama kontrolü sağlandı ve bir saat daha resusitasyona devam edildi. Bazal, birinci ve 24. Saatlerde karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, hematokrit çalışıldı. Bulgular: Birinci saatte üre ve kreatinin değerleri K grubunda artma gösterdi. K, EK, EH gruplarının SGOT değerleri 24. saatte yüksek olarak bulundu. K, EK, EH gruplarında 24. saatte ölçülen hematokrit değerlerinde düşme oldu. Hematokrit değerlerinde en fazla düşme EH grubunda gözlendi. Sonuç: Geç veya agressif resusitasyon yapılan gruplarla karşılaştırıldığında, erken kontrollü sıvı resusitasyonunun hemorajik şokta gelişebilecek organ hasarını önlemede daha etkili olduğu sonucuna varıldı.
Objective: To investigate the effects of difFerent volüme resuscitation regimens on organ functions in uncontrol led haemorrhagic shock before surgical control of bleeding. Material and methods: Total 37 New-Zeland type rabbits divided into fourgroups designated as S(sham, n=7), C(control, n=10), ECR(early controlled resuscitation, n=10) and EFRfeariy fast resuscitation, n=10). Rabbits were let bleeding until mean arterial pressure decreased to 30 mmHg then intracut was taken out to permet free bleeding. S group is sham-operated group. Group C did not receive any volüme replacement for an hour after the onset of shock. Volüme resuscitation with şalin begin- ned at rate 2 cc/kg/min to achive MAP 60 mmHg in group ECR while volüme resuscitation with şalin beginned at rate 4 cc/kg/min to achive MAP 80 mmHg in group EFR. Bleeding was controlled at first hour in study groups and resuscitation went on foran hour. Liverand renal function tests and haematocrit values were studied basally, first hour and 24th hour respectively. Results: Urea and creatinin levels increased at the first hour in group C. SGOT levels were found to be elevated at 24 hours in group O, ECR, and EFR. Haematocrit values were decreased at 24th hour in group C, ECR, and EFR. Most severe decrease in haematocrit values were observed in group EFR. Conclusion: it is concluded that early controlled resuscitation in haemorrhagic shock is effective in preventing the organ damage that can develop during haemorrhagic shock when compared to late oragressive resuscitation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Yağlı Diyet Ve Akrilamidin Sıçanlarda Doku
oksidan Ve Antioksidan Seviyelerine Etkisi
Ümmügülsüm Can, Fatma Hümeyra Yerlikaya, Yeşim Yener, Serkan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Yağlı Diyet Ve Akrilamidin Sıçanlarda Doku
oksidan Ve Antioksidan Seviyelerine Etkisi
Effects Of HIgh-Fat DIet And AcrylamIde On TIssue OxIdant And
antIoxIdant Levels In Rats
Akrilamid (ACR) dünya çapında yaygın olarak tüketilen gıdalarda
meydana gelen organik bir kimyasaldır. ACR reaktif oksijen
moleküllerinin oluşumuna ve antioksidanların azalmasına yol açar.
Bu çalışmanın amacı; karaciğer (KC), beyin ve böbrek dokusu total
oksidan durum (TOS), antioksidan durum (TAS) ve KC ve beyin
dokusu okside LDL (ox-LDL) düzeylerini uzun süre ACR + standart
diyet ve ACR + yüksek yağlı diyet verilen sıçanlarda kontroller ile
karşılaştırarak incelenmesidir. Toplam 48 adet 5-6 haftalık Wistar ırkı
erkek sıçanlar iki diyet grubuna ayrılmış ve bir grup %20 yüksek yağ
içerikli diyet ile diğer grup ise %2.7 standart yağ içerikli diyet ile
beslenmiştir. Her iki diyet grubundaki hayvanlar 0, 2, 10 ve 20 mg/
kg/gün dozlarındaki ACR ile içme suları vasıtasıyla 28 gün boyunca
muamele edilmiştir. Çalışma sonunda doku örneklerinde TAS, TOS
veox-LDL analiz edilmiştir. ACR dozu yükseldikçe KC ve beyin oxLDL/protein
ve TOS/protein düzeyleri arttı. Ancak, 8 grup arasında
KC dokusunda ox-LDL/protein (p=0.087) ve TOS/protein(p=0.751)
düzeylerinde anlamlı fark yoktu. Beyin dokusunda ox-LDL/protein
(p=0.808) seviyesinde anlamlı fark yok iken TOS/protein (p<0.001)
seviyesinde anlamlı fark vardı. Böbrek dokusunda 8 grup arasında
TOS/protein (p=0.052) seviyesinde anlamlı fark bulunamadı. Her üç
dokuda ACR dozu yükseldikçe TAS/protein (p< 0.001) anlamlı olarak
azaldığı tespit edildi. Sonuç olarak, 2, 10 ve 20 mg/kg dozlarında ACR
+ standart diyet ve ACR + yüksek yağlı diyet verilen sıçanlarda doku
TOS ve ox-LDL seviyelerinde artış ve doku TAS seviyelerinde anlamlı
azalma olduğunu göstermiştir. ACR oksidatif strese yol açmaktadır.
Acrylamide (ACR) is an organic chemical which occurs in
foods extensively consumed in diets worldwide. ACR promotes
the generation of reactive oxygen species and the depletion of
antioxidants. The aim of this study was to investigate liver, brain and
kidney of tissue total antioxidant status (TAS), total oxidant status
(TOS) and liver and brain of tissue oxidized LDL (ox-LDL) levels in
long term ACR + standard diet and ACR + high-fat diet given rats,
compared to control rats. Forty-eight male Wistar rats (5-6 weeks of
aged) were segregated into two diet groups and fed with a high-fat
diet (crude fat 20%) or standard diet (crude fat 2.7%) respectively;
and animals in each diet groups were exposed to acrylamide at the
dose of 0, 2, 10 and 20 mg/kg bw/day via drinking water for 28 days.
At the end of the experiment tissue samples were analyzed for TAS,
TOS and ox-LDL. ox-LDL and TOS levels were increased as doses
of acrylamide were elevated in liver and brain tissue, no significant
difference was present at levels of ox-LDL/protein (p=0.087) and
TOS/protein (p=0.751) in liver tissue among eight groups. While
no significant difference was observed at levels of ox-LDL/protein
in brain tissue (p=0.808) among eight groups, TOS/protein levels in
brain tissue (p<0.001) became significantly increased. No significant
difference was present at levels of TOS/protein (p=0.052) in renal
tissue among eight groups. As doses of acrylamide were increased,
TAS/protein levels in brain, liver and renal tissue became decreased,
and a significant difference was present at TAS/protein levels among
the groups (p<0.001). Our findings showed that long term treatment
with 2, 10 and 20 mg/kg doses of ACR + standard diet and ACR
+ high-fat diet treatment led to a significant depletion of tissue
TAS levels and over production of tissue TOS and ox-LDL levels,
consequently, to an increase in oxidative stress.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
50 Hz Frekanslı Manyetik Alanın Ratlarda Oluşturduğu Histopatolojik Değişiklikler
Mehmet Yeniterzi, Mustafa Cihat Avunduk, Abdulkerim Kasım Baltacı, Olgun Kadir Arıbaş, Niyazi Görmüş, Emine Tosun
Araştırma makalesi
Özeti
50 Hz Frekanslı Manyetik Alanın Ratlarda Oluşturduğu Histopatolojik Değişiklikler
The HIstopathologIcal Changes In The Rats Caused By MagnetIc FIeld Of 50 Hz. Freguency.
Amaç: Günümüz toplum unda sağlığımızı tehdit eden elektromanyetik alanlar (EMA), en önemli çevre problemleridir. Manyetik alana maruz kalanlarda koroner kalp hastalığı, lösemi, lenfoma ve Alzheimer hastalığının görülme sıklığındaki artışlar bu kaynakların sınırsız kullanılamayacağını hatırlatmaktadır. Günlük konforumuzu artıran ev aletlerinden saç kurutma makinasının raflardaki etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve metod: Çalışmada 200-250 gr ağırlığında 29 erkek rat kullanıldı. Bunların 15’ i kontrol grubunu oluştururken, 14’ ü EMA’ a maruz bırakıldı. Manyetik alan kaynağı olarak BKK 1161 SK saç kurutma makinası kullanıldı. Cihaz 600 Watt (W) lık güce, 220 V - 50 Hz’ lik gerilime ve ortalama 100-150 mG’ luk manyetik alana sahipti. Deneklerle makine arasında ortalama 20-25 cm' lik mesafeden haftada 3 gün, her seferinde 5 dakika olmak üzere toplam 3 ay boyunca 205 dakika uygulandı. Bu sürenin sonunda; serum malondialdehit (MDA) düzeyleri ile beraber beyin, timus, akciğer, kalp ve büyük damarlar, karaciğer, dalak ve böbrek eksize edilip ışık mikroskobunda histopatolojik olarak değerlendirmeye alındı. Sonuçlar: 50 Hz frekanslı manyetik alanın organlarda iltihabi hücre infiltrasyonunu belirgin şekilde artırdığı; özellikle akciğerlerde aiveoler harabiyeti. böbreklerde tübüler dejenerasyonu, beyinde glial proliferasyonu, karaciğerde fibrozisi, büyük damarlarda adventisyal iltihabi infiltrasyonu üç ay gibi bir sürede oluşturduğu tesbit edildi. Büyük vasküler yatakta subendotelyal ayrılmayı, istatistik! bir değere sahip olmamakla beraber önemli bir bulgu olarak düşünmekteyiz. Serum MDA değerleri manyetik alanda kısmi artış gösterirken istatistiki olarak anlamlı değildi. Karar: EMA ’ nın serbest oksijen radikallerinin üretimini artırarak uzun dönemde kanserden aterosklerotik hastalıklara kadar farklı patolojilere yol açabileceğini düşünmekteyiz.
Background: Electromagnetlc fields (EME) are the most important environment problems that effect the public health in our century. Increasing incidence of coronary heart disease, leukemia, lymphoma, and Alzheimer in the patients who are effected from magnetic fields, are revealing that these sources can not be used unlimitedly. İn this study, we would like to investigate the effect of hairdryer on the rats. Materials and methods: İn this study, 200-250 gr weighted 29 male rats vvere used. 15 of them were control group, and 14 vvere faced with EMF. A BKK 1161 SK hairdryer was used as the magnetic field source. This machine had 600 VVatt (W) power, 220 V - 50 Hz resistance, and a mean magnetic field counted 100-150 mG. The distance betvveen the subjects and the machine was 20-25 cm. EMF was performed on them for 3 days of each week, and 5 minutes of each day, and it was lasted after 3 months with a total period of 205 minutes. At the end the malondialdehid (MDA) levels in the subjects sera vvere calculated, and they vvere sacrificed and their cerebrum, thymus, lungs, heart and great vessels, liver, kidneys, and spleen vvere taken to histopathologic examination under light microscope. Results: İt was obviously observed that the EMF in 50 Hz freguency increases the mononuclear celi infiltration in the viscera; especially, it was estimated that EMF causes alveolar destruction in the lungs, tubuler degeneration in the kidneys, glial proliferation in the cerebrum, fibrosis in the liver, and adventitial mononuclear celi infiltration in the great vessels in 3 months, vvhich is thought to be a very short period. Statistically, the subendothelial dissection in the great vessels was not found significant, hovvever, this was thought to be an important finding. The serum MDA levels of EMF group vvas increased, but statistically, this was not significant. Conclusion: We concluded that EMF causes an increase in the production of free oxygene radicals, and in the late-term this results with various diseases including cancers and atherosclerotic dişe ases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Hasan Kaya, A. Rıza Odabaş, Ramazan Çetinkaya, Yılmaz Selçuk
Araştırma makalesi
Özeti
Kemoterapi Sonrası Tümör Lizis Sendromuna Bağlı Akut Renal Yetmezlik Gelişen Non-Hodgkin Lenfoma
Biz kemoterapi sonrası, tümör lizis sendromuna bağlı olarak akut böbrek yetmezliği gelişen, 38 yaşında bir non-Hodgkin lenfoma hastasını rapor ettik. Konservatif tedavi olarak diüretik, bikarbonat infüzyonu, %10'luk kalsiyum glukonat ve insülinle tamponlanmış % 30 dekstroz verdik. Ancak, tedaviye cevap alamadık. Kemoterapi sonrası 4. günde hemodiyalize başladık. Hastada hemodiyaliz sonrası klinik ve laboratuvar olarak iyileşme sağladık.
We report a 38 year-old male patient vvith non-Hodgkin’s lymphoma who developed oliguric acute renal failure depending on tumor lysis syndrome, following chemotherapy. We treated, patient vvith diuretic, bicarbonate infusion, calcium gluconate, and 30% dextrose vvith insulin. We couldn’t give a response to these treatments. After chemotherapy, on 4th day we started to use hemodialysis. After hemodialysis, we supplied a recovering in this patient as clinic and laboratory.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
Abdülkadir Kandemir, Mahmud Zahid Ünlü, Mehmet Balasar, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
GIant SImple Renal Cyst AssocIated WIth Dyspnea
Basit böbrek kistleri; genellikle tedavi gerektirmeyen, yaygın,
benign, asemptomatik kitlelerdir. Ancak zamanla bu basit kistler
büyüyebilir, semptomatik hale gelebilir ve komplikasyonlar geliştirip
tedavi gerektirebilir. Çalışmamızda, nefes darlığı, karın ağrısı ve
asimetrik karın şişliği kliniği ile başvuran 63 yaşındaki erkek hastayı
sunmayı amaçladık. Abdominal ultrasonografi (USG) görüntülemede
195x180 mm boyutuna ulaşmış ekzofitik böbrek kisti saptandı.
Hastaya devamlı perkütan drenaj eşliğinde sklerozan madde
uygulandı ve takibinde nefes darlığı geriledi. Altı ay sonraki USG
takibinde kistin kaybolduğu gözlendi.
Simple kidney cysts are common, benign and asymptomatic
masses and usually unrequire any treatment. However, this simple
cyst can grow over time, may become symptomatic and develop
complications they may require treatment. In our study, we aim to
present, the 63 -years-old male patient admitted to our clinic with
dyspnea, abdominal pain and asymmetric abdominal distension.
Abdominal ultrasonography (USG) showed that exophytic renal
cyst reached 195x180 mm. We underwent sclerosing agents in the
presence of continuous percutaneous catheter drainage and dyspnea
decreased at the follow-up. Subsequent USG after six months
revealed disparition of the cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
Ersin Turan, Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Arif Atay, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
CystIc ParathyroId Adenoma WIth Acute ParathyroId CrIsIs
Paratiroid kistleri sık görülmeyen lezyonlar olup, nadir olarak
orta düzeyde hiperkalsemiye veya çok nadir olarak da primer
hiperparatiroidizmin hayatı tehdit edebilen bir komplikasyonu olan
paratiroid krizine yol açabilirler. Bu çalışmada, akut paratiroid
krizi semptomları ile acil servise başvuran ve yapılan incelemeler
sonucunda kistik paratiroid adenomu tespit edilerek, tedavi edilen
bir olgunun sunulması amaçlandı. Bilinç bulanıklığı ile acil servise
başvuran 46 yaşında erkek hastanın yapılan tetkiklerinde kalsiyum
16.6 mg/dl ve akut böbrek yetmezliği bulguları saptandı. Radyolojik
görüntülemesinde kistik paratiroid adenomu ile uyumlu görünümü
olan hasta, minimal invaziv paratiroid adenomu eksizyonu yapılarak
tedavi edildi. Hastanın takiplerinde parathormon ve kalsiyum
seviyeleri normale döndü. Paratiroid kistleri nadir görülürler,
hiperkalsemi bulgularına göre fonksiyonel ve non-fonksiyonel olarak
sınıflandırılırlar. Fonkisyonel kistik paratiroid adenomu olguları
çok nadiren görülürler. Bu tip hastalar hiperparatiroidi veya akut
paratiroid krizi semptomları ile başvurabilirler. Fonksiyonel paratiroid
kistleri ve kistik paratiroid adenomları primer hiperparatiroidizm ve
akut paratiroid krizi etyolojisinde göz önünde bulundurulması gereken
lezyonlardır.
Cystic lesions of the parathyroid gland are uncommon. Although
majority of patients with cystic parathyroid adenoma present with
mild hypercalcemia, some may present with parathyroid crisis
which can be a life-threatening clinical condition. In this article,
we present a patient who applied to emergency service with
symptoms of acute parathyroid crisis, was diagnosed parathyroid
adenoma with cystic degeneration and treated. A 46 years old male
patient was applied to emergency service with confusion. In blood
analyses, calcium level was 16,6 mg/dl and akut kidney failure was
determined. In radiological imagination, parathyroid adenoma with
cystic degeneration was determined and patient was treated minimal
invasive parathyroidectomy.After the operation, parathormon and
calcium levels were returned the normal levels. Parathyroid cysts
are uncommon, and they are classified as functional or nonfunctional
so far as hypercalcemia. Functional cystic parathyroid adenomas
are very rare. These patients can approach with symptoms of
hyperparathyroidism or parathyroid crisis. Parathyroid adenomas
with cystic degeneration and functional parathyroid cysts should be
considered about causes of primary hyperparathyroidism and acute
parathyroid crisis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Hastalarında Ateroskleroz Riski Daha Mı Düşük?
Lütfullah Altıntepe, Murat Demir, Halil Zeki Tonbul, Mehmet Akif Düzenli, İbrahim Güney, Süleyman Türk, Mehdi Yeksan
Araştırma makalesi
Özeti
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Hastalarında Ateroskleroz Riski Daha Mı Düşük?
Is AtherosclerosIs RIsk Lower In Capd PatIents?
Amaç: Aterosklerotik kalp hastalığı kronik böbrek yetmezliği (KBY) hastalarda morbidite ve mortalitenin başlıca nedenidir. Bu çalışmada erken dönem aterosklerozun bir bulgusu olarak yorumlanan artmış karotid arter intima media kalınlığı (İMK) ile çeşitli kardiyovasküler hastalık risk faktörlerinin sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyaliz (HD) hastalarında karşılaştırılması amaçlandı. Metod: Kliniğimizde takip edilen hastalardan rastgele örnekleme yöntemiyle seçilen 25 hemodiyaliz (12E, 13K; ortalama yaş 42.3±11.4 yıl, diyaliz süresi 32.6 f 19.5 ay) ve 28 periton diyaliz hastası (10E, 18K; ortalama yaş 41.8±9.5 yıl, diyaliz süresi 25.5±22.1 ay) çalışmaya dahil edildi. Diabetesmellitusu olan ve 10 yıldan uzun süreli diyalize giren hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Tüm hastaların ekokardiografileri ve karotis arter incelemeleri, hastaların klinik ve laboratuar bilgileri belirtilmeden aynı kardiyolog tarafından yapıldı. Bulgular: SAPD hastalarıyla karşılaştırıldığında, HD hastalarında hem homosistein düzeyi hem de karotid arter İMK anlamlı olarak arttığını saptadık (sırasıyla p=0.012 ve p=0.011). Buna karşın SAPD hastalarında total kolesterol ve trigliserid düzeyleri daha yüksek saptandı (sırasıyla p=0.0001 ve p=0.008). HD hastalarında; İMK ile homosistein düzeyi arasında pozitif ilişki saptanırken (r=0.677, p=0.001), SAPD hastalarında ise böyle bir ilişki tespit edilmedi. Sonuç: SAPD hastalarında hem erken dönem aterosklerozun bulgusu olan İMK hem de homosistein düzeyleri daha düşük olarak saptandı. SAPD tedavisi ateroskleroz gelişimi açısından daha avantajlı bir tedavi seçeneği olabilir.
Aim: Atherosclerotic heart disease is the most causes of morbidity and mortality in chronic renal failure patients. We compared CAPD and HD patients for cardiovasculer disease (CVD) risk factors and increased mean carotid artery intima media tickness (MCIMT) that results early atherosclerosis. Method: 25 HD patients (12 M, 13 F, mean age 42.3 11.4 year, dialysis time 32.6 19.5 month) and 28 CAPD patients (10 M, 18 F, mean age 41.8 9.5 year, dialysis time 25.5 22.1 month) in our clinic were included to the study. All patients bilateral carotid arteries examined by B mode ultrasonography and measured MCIMT. Patients with diabetes mellitus and more than 10 years undergo dialysis excluded. Results: In HD patients homocystein level and MCIMT are higher when compaired with CAPD patients. (in order p=0.012 and p=0.011). But in CAPD patients plasma total cholesterol and triglycerid levels are higher than HD patients. (in order p=0.001 and p=0.008) There is a positive correlation between MCIMT and homocystein level in HD patients (p=0.001, r=0.677) but not yet in CAPD patients. Conclusion: In CAPD patients MCIMT; early sign of atherosclerosis and homocystein level are lower. CAPD may be more advantageous and defender for atherosclerosis with renal replacement therapy patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusellozda Akciğer Tutulumu
Erdal Peker, Murat Doğan, Sinan Akbayram, Selçuk Bektaş, A. Faik Öner
Olgu sunumu
Özeti
Brusellozda Akciğer Tutulumu
Pulmonary Involvement In BrucellosIs
Bruselloz, gram-negatif bakteri ailesinden Brusella türü bakterilerle oluşan zoonotik bir hastalıktır. Bruselloz, dünya genelinde özellikle gelişmekte olan ülkelerde bir halk sağlığı sorunu olarak görülmeye devam etmektedir. Bakteri başta retiküloendotelyal sistem olmak üzere eklem, kalp, böbrek gibi pek çok sistemi tutabilir. Solunum sistemini tuttuğu bilinmesine rağmen akciğer tutulumu nadirdir. Akciğer tutulumu olan hastalarda klinik bulguların ve komplikasyonların nonspesifik olması tanı koymayı zorlaştırmaktadır. Bu olgu sunumunda, ateş yüksekliği, öksürük, balgam çıkarma, hemoptizi, halsizlik, istahsızlık, dizlerde ağrı şikâyetiyle başvuran 6 yaşındaki erkek hasta pnömoni ve plevral efüzyon tanılarıyla yatırıldı. Yapılan tetkiklerinde hepatosplenomegali ve bisitopeni saptanan olgunun alınan kan ve plevral efüzyon mayisinden RoseBengal testi (+++) ve Wright agglütinasyon testi 1/1280 (+) saptandı. Olgu brusellaya bağlı pnömoni ve plevral effüzyon olarak kabul edildi. Olgu nadir görülmesi ve ülkemiz gibi brusellanın endemik olduğu ülkelerde brusellaya bağlı komplikasyonların geniş bir yelpazede olduğunu vurgulamak üzere sunuldu.
Brucellosis is a zoonotic disease caused by bacteria of the Brucella subspecies from the gram-negative bacteria family. Brucellosis continues to be a public health problem worldwide, especially in developing countries. The bacteria can involve the reticuloendothelial system foremost, and many systems such as joints, the heart and the kidneys. Despite the respiratory system involvement being known, lung involvement is rare. Non-specific findings and complications in the patients with lung involvement makes the diagnosis difficult. In this case report, a 6-year-old male patient, presenting with the complaints of fever, cough, expectoration, hemoptysis, exhaustion, anorexia and knee ache, was hospitalized with the diagnosis of pneumonia and pleural effusion. On the performed examinations, hepatosplenomegaly and bicytopenia were detected. The Rose-Bengal test was (+++) and the Wright agglutination test was 1/1280 (+) in the blood and pleural effusion fluids of the case. The case was considered to be a pneumonia and pleural effusion due to brucella. The case has been presented since it is rarely seen, and in order to emphasize that in countries such as ours, in which brucella is endemic, complications due to brucella show a wide spectrum.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Doku Element Seviyeleri Ve Postmortem İnterval
Kamil Hakan Doğan, İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Doku Element Seviyeleri Ve Postmortem İnterval
TIssue Element Levels In Rats And Postmortem Interval
Amaç: Bu deneysel çalışmanın amacı, farklı dokulardaki element seviyelerinin postmortem süreç ile ilişkisini ve postmortem interval saptanmasındaki kullanılabilirliğini araştırmaktır. Gereç ve yöntem: Bu amaçla, 52 adet üç aylık Sprague-Dawley cinsi erkek sıçana servikal dislokasyon uygulandıktan sonra 4’ü hemen diseke edildi. Diğer 48 sıçan ise, cesedin kaldığı ortam ısısının doku element seviyelerine etkisinin araştırılması amacıyla iki gruba ayrıldı. Gruplardan biri 4 ºC’de, diğeri 18±2 ºC’de bekletildi. Daha sonra her iki ısıda bekletilen sıçanlardan; 6., 12., 24., 48., 72. ve 96. saatlerde 4’er sıçan diseke edildi. Her sıçandan beyin, miyokard, karaciğer, böbrek ve iskelet kası örnekleri alındı. Örnekler, mikrodalga yakma yöntemiyle analize hazır hale getirilerek, ICP-AES cihazında element düzeyleri ölçüldü. Ca, Cu, Fe, K, Mg, Na, P, S ve Zn elementlerine ait değerler, istatistiksel olarak Kruskal-Wallis ve Mann-Whitney testleri ile değerlendirildi. Bulgular: Tüm dokularda, her iki ısıdaki bulgular ortak olarak değerlendirildiğinde; Fe, K, Na, Ca ve Cu’ın birden çok dokuda 4 ºC ve 18±2ºC’lerde anlamlı değişim gösterdiği saptandı. Sonuç: Postmortem interval saptanmasında doku element seviyelerinin güvenilir bir yöntem olarak kullanılabilirliğinin, daha geniş serilerde yapılacak deneysel çalışmalar ve otopsi materyalinde yapılacak analizler ile ortaya çıkartılması gerektiği sonucuna varıldı.
Aim: The aim of this experimental study is to determine the relationship of the element levels in different tissues and the postmortem process and the reliability of this relationship in the determination of postmortem interval. Material and method: For this purpose, 52 three-month-old male Sprague-Dawley rats were sacrified by cervical dislocation and four of them were seperated for dissection. On the other hand, remaining 48 rats were divided into two groups for the purpose of investigating surrounding temperature the corps existed to the tissue element levels. One of the groups was kept at 4 ºC and the other at 18±2 ºC. Just after sacrifice, seperated four rats were dissected. Then the dissection was made at 6., 12., 24., 48., 72. and 96. hours four rats each among the groups kept in both temperatures. Brain, myocardium, liver, kidney and skeletal muscle samples were taken from each rat. Element levels were determined by ICP-AES in the samples which were prepared for analysing with microwave digestion method. The values acquired for Ca, Cu, Fe, K, Mg, Na, P, S and Zn were statistically evaluated by Kruskal-Wallis and Mann-Whitney tests. Results: When the findings of both temperatures were evaluated together in all tissues, it was determined that Fe, K, Na, Ca and Cu showed significant changes in more than one tissue at 4 ºC and 18±2 ºC. Conclusion: It was concluded that, the availability of tissue element levels as a reliable method in the determination of postmortem interval needs to be revealed by experimental studies that will be done on wider series and the analyses on the autopsy material.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Üremide Akut Bilateral Bazal Ganglion Lezyonları : Mrı Bulguları
Ülkü Koçak, Demet Kıreşi, Ersen Ertekin, Mehmet Emin Sakarya
Olgu sunumu
Özeti
Diabetik Üremide Akut Bilateral Bazal Ganglion Lezyonları : Mrı Bulguları
Acute BIlateral Basal GanglIa LesIons In DIabetIc UraemIa: MrI FIndIngs
Üremi, böbrek foksiyon bozukluğuna bağlı olarak gelişen klinik ve metabolik bozukluklarla seyreden bir tablodur. Üremiye bağlı nörolojik bozukluk pek çok diğer metabolik ve toksik hastalıktaki bulgulara benzer. Literatürde diabetik üremik hastalarda, bilateral bazal ganglionların akut tutulumu gösteren az sayıda olgu örneği mevcuttur. Biz bu sunuda akut ensefalopati bulguları gelişen diabetik kronik böbrek hastası olan olgunun kranial konvansiyonel MRG ve difüzyon MRG bulgularını sunduk. Diabetik üremik sendromik hastalarda bilateral bazal ganglion tutulumu akut olarak gelişebilmekte ancak bulgular dializ sonrasında gerilemektedir. Akut evrede ve dializ sonrası takiplerde MRG güvenli bir inceleme yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Uraemia is a syndrome of clinical and metabolic abnormalities that develop in parallel with deteriorating renal function. The neurological consequences of uraemia are similar in many ways to the central nervous system effects of other metabolic and toxic disorders. There are several recent case reports of acute movement disorders with bilateral basal ganglia involvement in diabetic uraemic patients. We studied MRI and DWI findings of a patient with diabetus mellitus and chronic renal failure who developed acute ensepholopathy. Patients with diabetes mellitus and chronic renal failure may be progress to acute ensepholopathy. After hemodialysis semptoms are regressed; MRI can be used succesfully at acute phase and after hemodialysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Uremılı Hastalarda Sınır Iletımı, R-R Interval' Ve Sempatık Derı Cevabı
Orhan Demir, Ahmet Yılmaz, Nurhan İlhan, Bülent Oğuz Genç, Cengiz Eser
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Uremılı Hastalarda Sınır Iletımı, R-R Interval' Ve Sempatık Derı Cevabı
Nerve ConductIon, R-R Intervals And Sympat-HetIc SkIn Responses
Oreminin polinoropati nedenlerinden birisi ol-dugu iyi bilinir. Bu caltimada iirerninin otonomik disfonksiyona ne olc ude sehep olup olmadtgl ara§- nnldr. caltfmaya 38 kronik bobrek yetmezligi olan basic, alrndt. Bu hastalarda sagda. median sinir motor ve duysal iletimi, ulnar sinir duysal iletimi, peroneal motor iletimi ve meal sinir iletimleri 61- ciildii. Istirahatte ve derin inspiryum halinde iken R-R intervali alr rldr. Ayrrca solunum ve guriiltii sti-mulusu ile uyanlan sempatik den cevabt her iki elden simultan olarak kaydedildi. Hastalann %56.75'inde polintiropatiye icaret eden sinir iletim degerleri elde edildi. R-R intervali ile ilgilr (lstirahatte %1=5.58±3.27, Derin ins-piryum halinde %D = 11.3 ± 5.9, %D - 'Vol = 5.47 ± 5.05. %D I %R = 2.19 ± 1.43) degerler kontrol gru-bundan elde ediknlerle karplaittrildt. 1-Kontrol gruhundan elde edilen R-R interval degerleri ve vac arastndaki korelasyonun, iiremili hastalann R-R in-terval degerleri ve ya§lan arasznda kayboldugu go-riildii. 2-%D.%1 re %D-%I degerleri kontrol gnu-bundakinden istatistiki anlamda fat-kb bulundu. Dokuz hastada (%23.68 ) sempatik deri cevabs elde edilemedi. Lawns degerkrthin kontrol gruhuna gore uzamt§ oldugu goriildii. Sontic olarak elde edilen bulgular kronik barek yetmezligi olan hastalarda onemli pa-linoroparinin yantso-a (Muhtemekn otonomik no-ropatiye baglt) otonomik disfonksiyon olduguna i§a-ref ettnektedir.
In Patients With Chronic Uraemia it is well known that uraemia is one of the re-asons for polyneuropathy. The subject of this study was to investigate if and how much the uraemia cases autonomic dysfunction. 38 patients with chronic renal failure have been included in the study. Right median nerve motor and sensory conduction. ulnar nerve sensory conduction, peroneal motor conduction and rural nerve sensory conduction have all been recorded from these pa-tients, R-R intervals have also been studied in both during resting and deep inspirium. In addition to that, the sympathetic skin responses evoked by res-piratioit and noise have also been simultaneously from both hands recorded. 56.75% of the patients showed nerve conduction values which indicate polineuropathy. The data re-levant to the R-R inten►ks (during resting %l = 5.58 ± 3.27, during deep inspirium %D = 11.3 ± 5.9, %D-%1= 5.47 ± 5.05. %Dl%1 = 2.19 ± 1.43) have been compared to the values obtained from the control group.1 .The established correlation between R-R intervals and the age of the control group does not exist in the patients with iiremia.2.11 has been found that the %D,%1 and %D-%1 values are sta-tistically different from the values of the control group.The sympathetic skin response could not have been obtained from nine patients(%23_68)_Longer latency values have been observed as compared to the control group. In conclusion it may he surmised that the pa-tients with chronic renal failure show to an im-portant degree an autonomic disfithction (probably due to the autonomic neuropathy) together with polvneuropathy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alport Sendromu
Ahmet Özel
Derleme
Özeti
Alport Sendromu
Alport Syndrome
Alport sendromunun moleküler temelleri, tanı ve tedavisindeki yenilikleri gözden geçirildi, kollajen IV protein dizisi ve ilgili genlerin yerlerinin bulunması, Alport sendromundaki çok farklı klinik bulgu ve belirtilen açıklanmasını sağlamış, tanı ve tedavide yeni yaklaşımların geliştirilmesine yardımcı olmuşutru. İmmünohistokimyasal incelemeler Alport sendromunun X'e bağlı ve otozomal şekillerinin ayırdedilmesinde yardımcı olur. Şüpheli durumlarda genom ik incelemeler yapılabilir, halen etkili bir tedavisi olmayan hastalıkla gen tedavisi ile ilgili çalışmalar gelecek için ümit vadetmektedir.
The recent developments involving the molecular basis, diagnosis and treatment of Alport's syndrome was reviewed. The determination of the nature of type IV collağen and localisation of its genes have provided new insights in the understanding of the different sign and symptoms of Alport's syndorme and helped to reach new approaches in diagnosis and treatment. Immunohistochemical examinations may help to distinguish the X linked and autosomal forms of Alport's syndrome. The genomic investigations may be reçuired in suspected cases. İn this disease with no effective treatment the gene therapy is promising.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
Kemal Ödev, Mustafa Güleç, Ahmet Bilge, Adil Kartal
Araştırma makalesi
Özeti
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
The Value Of Ultrasonography In The LIver DIseases
25.5.1985 - 30.12.1985 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fa-kültesi Radyoloji Anabilim Dalında 391 hasta US (Ultrasonografi) ile incelenmiştir. Yirmi üç hastada karaciğerde, 1 hastada karaciğer ve karında, 1 hastada karaciğer ve sol böbrekte lokalize olmuş kist hidatik, 20 hastada karaciğerde bağ dokusu artışı, asit ve spnomegali ile karakterize karaciğer sirozu ve 8 hastada karaciğerde solid (tümöral) lezyon tespit edildi. Bu çalışmada US bulguları ile ameliyat bulguları karşılaştırıldı. Kist hidatik tanısı konularak ameliyat yapı/an hastalarda US'nin teşhis doğruluğu %100 dür. Diğer hastalarda US, klinik teşhis çalışmalarına ve ameliyat endikasyonu koymada rehberlik etmiştir.
391 cases were examined by US (Ultrasonography) at the department of Radiology of Medical Faculty of Selçuk University, between May 25, 1985 and December 30, 1985. Hydatid csyt to have localized in the liver in twenty three cases, in the liver and abdomen in one case, in the liver and left kidney in one case, liver ci.rrhose characteriezd by splenomegaly, acsites and the increase of connective tissue in twenty cases and solid (tumour) lesion in eight cases were determined in the liver. US findings were compared wi.th operation findigns. The diagnosed csyt. US has become a guide for clinical diagnostic studies and to determine operation indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
Mehmet Bitirgen, Mehdi Yeksan, Doğan Çiftçi, Bülent Baysal, Ilgar Taşdemir, Şamil Ecirli, Yaşar Karaaslan, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegalovIrus (cmv) AntIbodIes In Renal Transplant RecIpIents And IlentodIalysIs PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Hemodializ ünitesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Nefroloji Ünitesinde tedavi gören böbrek transplantasyonu yapılan 57 hasta ve hemodializ uygulanan 57 kronik böbrek has-tası üzerinde yapılmıştır. Hastalara ait kan örneklerinde Cytomegc.ılovirus (CMV) Immunglobulin M (1g M) ve Irnmünglobulin G (Ig G) antikorların Enzyme-Linked linmunosorbent Assay (EL1SA) metodu ile Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında tayin edildi. Bulunan sonuçlar sağlıklı 50 kişiden oluşan kontrol grubunun sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Böbrek transplantasyonlu hastaların %56.14'ünde CA1V-IgM, %100'ünde CA-1V-IgG seropozitifliği bulundu. Hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında CMV-lgM %24.56, CMV-1gG %91.23 oranında seropozitif bulundular. Kontrol grubunda ise CMV-1gM CMV-IgG cş650 oranında seropozitif olarak bulunmuştur. Böbrek transplantasyon hastaları ve hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında bulunan CMV-IgM ve IgG seropozitifliği kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.01).
This study is performed in 57 renal transplant recipients and 57 hemodialysis patients with chronic renal failure in the Nephrology Division of the Department of Internal Mek-lif-...ine, University of Hacettepe School of Medicine and llemodialysis Unit (4- the Department of Internal Medicine, University of Selçuk School of Medicine_ Cytornegalovirus (CMV) IgM and 1gG antibodies were deterrnined in blood sarnples by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) rnethod in the Microbiology Laboratory of Selçuk University. 1,Ve compared the results with control including 50 healty individuals. We fourıd CMV-IgM seropositivity 56.14%, CMV- IgG seropositivity 100% in the renal transplant recipients and CMV-IgM seropositivity 24.56%, CM11-IgG se.ropotisivity 91.23% in the hernoclialysis patients. In control group, CMV-IgM seropositivity was 2% and CMV-IgG seropositivity 50%. The rates of CMV-1gM and Ig G seropositivity in the renal transplant recipients and hemodialysis patients with chronic renal failure were high and significant according ta the control group (p<0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Streptozotosın Ile Dıabet Olusturulmus Ratlarda Sılazaprılın Bobrekler Uzerıne Etkısı
Mustafa Akgüzel, Ahmet Kaya, Vedat Akpınar, Lema Tavlı, Ali Koşar
Araştırma makalesi
Özeti
Streptozotosın Ile Dıabet Olusturulmus Ratlarda Sılazaprılın Bobrekler Uzerıne Etkısı
CIlazaprIl Arrested Glomerular Injury In Strep-TozotosIn Induced DIabetIc Rats
Diabetik hastalarda nefropati en sik oliim nedenleri arasmdadir. Nefr-opatiyi onlemek icin iyi bir metabolik kontrollin yaninda degiVk antihipertansif ajanlar da deneme a-4 amas mda kullantlmaktadlr. Streptozotosin ile diabet oligturulnaq ratlarda yaptiginaz btu ca-lqmada diabet yapildiktan 4 ve 8 hafta sonra bob-reklerde olKan deg4iklikler incelen►i4 ve sonuclar 8 hafta siireyle silazapril verilen diabetik ratlardaki bObrek degiVklikleri ile karplavirilnuoir. Silazapril verilen diabetik ratlarda bobreklerin bilyiikluk olarak erken hiperfonksiyon ve hipertrofi donemine yaklayagi, glomeriller bazal membran kalmlei.§mast, tubular nekroz, tubuler yaglz dejeneresans, piyelonefrit ye interstisiyel fibrozisin azaldigi histopatolojik olarak saptanmair
Diabetic nephropithy is one of the major cause of early mortality among the diabetic patients. In order to reduce the mortality, the prevention of nephropathy and the meticulous control of diabetesz are necessary. Various trials are beige carried out with antihypertensive drugs to control diabetic nephropathy. Although, physiologic or protective role of these drugs is not to be verified in this study. For this, renal changes in streptozotocin induced diabetic rats were intesvigated morphologically at 4 weeks and 8 weeks intervals and the results were compared histologically with those of cilazapril treated strep-tozotocin induced diabetic rats. Cilazapril arrested the nephropathy at early hypey'unction and hyperthropy stage in streptozotocin induced diabetic rats. The ratio, of the left kidney weight to body weight of cilazapril treatment received diabetic rats was either similar to 4 weeks old diabetic rats or higher than that of 8 weeks old diabetic rats which was the farther support of nephropathic arrest by the cilazapril treatment. Histologic studies also revealed that glomerular basement membrane thickness, fatty degenerative of epithel cells of tubuli, tubular necrosis. pyelonephritis, and intenstitial fibrozis were conspicuously regressed by cilazapril treatment
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Hemodiyaliz Amaçlı Santral Venöz Kataterizasyon Öncesinde Pa (posteroanterior) Akciğer Grafisi Gerekli Midir?
Niyazi Görmüş, Yüksel Dereli, Halil Zeki Tonbul, Hasan Solak
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Hemodiyaliz Amaçlı Santral Venöz Kataterizasyon Öncesinde Pa (posteroanterior) Akciğer Grafisi Gerekli Midir?
Is It Necessary To Take A PosteroanterIor Chest X-Ray Before Central VeIn CatheterIzatIon For HemodIalysIs In PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure?
Amaç: Acil hemodiyaliz uygulanması gereken hastalarda yaygın olarak internal juguler venden konulan geçici hemodiyaliz kateterleri kullanılmaktadır. Bu girişim yapılırken nadir de olsa hastanın anatomik durumu farklılık arz edebilmektedir. Bu nedenle girişim öncesi hastada bir kalp damar anomalisi olup olmadığı araştırılmalıdır. Olgu sunumu: 55 yaşında, kronik böbrek yetmezliği nedeni ile rutin hemodiyaliz programında olan ve daha önce 10 kez arteriovenöz fistül girişimi ve çok sayıda geçici ve kalıcı hemodiyaliz kateteri girişimi uygulanan hastanın kontrol posteroanterior (PA) akciğer grafisinde dekstrokardi saptandı. Sonuç: Biz bu amaçla en basit tanı yöntemi olan PA akciğer grafisinin rutin olarak kullanılmasını önermekteyiz.
Aim: Temporary hemodialysis catheters inserted into the internal juguler vein are commonly used in patients who need emergent hemodialysis. During this procedure, although it is very rare, the patient may have anatomicaldifferences. Therefore, before the procedure, it should be studied whether the patient has any cardiovascular abnormality or not. Case report: Dextrocardia was detected in control chest X-ray of a 55 year old patient, who was in routine hemodialysis programme and had a history of 10 arteriovenous fistula operations and multiple transient and permanent catheter insertions because of chronic renal failure. Conclusion: For this reason, we suggest posteroanterior chest x-ray as the routine technique since it is the simplest diagnostic method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
Asri Satılmış, Aydoğan Öbek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
The PathogenesIs Of HypertryglIserIdemy Encountered In CronIc RenaI FaIlure
Bu çalışmada, kronik böbrek yetmezliği olan hastaların kan serumlarındaki trigliserid seviyesi araştırılmıştır. Bu hastalarda görülen hipertrigliseridemi, Lipoprotein lipaz aktivitesinde yetmezlik ve karbonhidrat metobolizmasında bozukluk ile ilişkilidir.
In This report, level of trigliserides has been studied in patients with renal failure. Hypertrigilseridemy encountered in this patients has been found to be releated with insufficiency of lipoprotein lipase activity and the the disfunction of carbonhydrate metabolism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Mesut Ünal, Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Sema Tuncer, Mustafa Cihat Avunduk, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran AnestezIsInIn YetIşkIn Rat KaracIğer Ve BöbreğI ÜzerIne EtkIlerI
Deneysel çalışm alar sevofluranın tekrarlanan uygulamalarının toksik olabileceğini belirtmektedir. Bu anestezik ajanın direk etkisinden olabileceği gibi, sevofluranın sodalaym tarafından parçalanm ası sonucu oluşan toksik ürün lere bağlı da gelişebilir. Bu çalışmanın amacı, erişkin raflarda sodalaymlı ve sodalaym sız devrelerde tekrarlanan sevofluran anestezisinin, karaciğer ve böbrek üzerine etkilerini araştırmaktır. Lokal hayvan etik kurul kararı alındıktan sonra 30 adet erişkin VVistar rat 3 gruba ayrıldı. Batlar özel olarak yaptırılm ış transparan plastik kutuya a lın d ıla r. Kontrol grubu olan Grup K ’ya %100 O2 verildi. Sodalaymsız anestezi devresinde sevofluran uygulanan gruba Grup S %100 O2 içinde % 2.5- 2.7 konsantrasyonda sevofluran uygulanırken, aynı gaz karışımı sodalaymlı anestezi devresinde Grup S S ’e uygulandı. Batlara, gün aşırı toplam 5 kez olm ak üzere 60 dakika sevofluran anestezisi uygulandı. Kan örneklerinden Üre, kreatinin, SGOT, SG PT ve alkalen fosfataz değerleri elde edildi. 10. günde raflar sakrifiye edildikten sonra, karaciğer ve böbrek doku örnekleri ışık m ikroskobisi ile histopatolojlk olarak değerlendirildi ve preparatların ortalama hasar skorları (OHS) hesaplandı. Grup S ve Grup SS’de SG PT değerleri grup C ’ye göre yüksek bulundu (p<0.05). Karaciğer histopatolojisinde ise istatistiksel olarak anlamlı olmayan m i nimal değişiklikler mevcuttu. BU N ve kreatinin düzeylerindeki değişiklikler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu. Grup S ve grup S S ’in böbrek OHS’ları, grup C den yüksekken (p<0.05), grup S ve grup SS arasında fark yoktu. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin O HS’na göre karaciğer üzerine m inim al etkisi olduğu, %100 O2 ile sodalaymlı devrede uygulanan sevofluranın histopatolojik olarak karaciğer hasarını artırmadığı gözlendi. Sodalaym ın ek karaciğer hasarına sebep olmadığı kanaatine varıldı. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin, erişkin rat böbrek dokularına toksik etkisi olduğu ve bu toksisiteyi sodalaymın artırdığı saptandı.
Experimental studies showed that recurrent exposure to sevoflurane can be toxic. İt may be either related with direct effects of this anaesthetic agent or with the degradation of sevoflurane by soda lime which is also known to produce toxic products. The aim of this study was to investigate the effect of repeated sevoflurane anaesthesia on kidney and liver in rats vvith or vvithout soda lime. After local ethical comitte aproval thirty adult VVistar rats vvere divided into three groups. The rats were placed in a specially prepared transparant plastic box. Group C was the control group. Theyreceived 100% O2 . İn the anaesthesia circle vvithout soda-lime sevoflurane in 2.5 -2 .7 % concentration vvith O2 (100 %) were administered directly in group S, vvhile the same gas mixture was applied through the soda lime in group SS. Bepeated anesthesia (five times) was applied to the rats for sixty nainutes vvith two days intervals. Blodd ürea nitrogene, creatinin, SGOT, SGPT and ALP levels were assessed from the blood sample. Follovving sacrifice, kidneys and livers vvere obtained from the rats for examination using light microscopy for histopathological evaluation and mean damage scores (MDS) of the specimens vvere calculated. SGPT values were higherin group S and SS vvhen compared vvith group C (p<0.05). There vvere only minimal changes in histopathological evaluation of liver vvhich was not statistically significant. The changes in BUN and creatinin levels vvere not significant among the groups. The MDS’s in renal tissues vvere significantly higher in group S and SS vvhen compared vvith group C, vvhile there vvere no dif- ferences betvveen group S and SS. İt vvas concluded that repeated exposure to sevoflurane has minimal effects in liver accord- ing to mean damage score and in the presence of soda lime, sevoflurane anaesthesia vvith 100 % oxygene did not signifi cantly increased histopathological damage to liver. The toxic effects of sevoflurane on renal tissue vvere greater in rats espe- cially vvhen sevoflurane vvas administered through the sodalime
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Behçet Hastalığı Ve Amiloidoz Birlikteliği
İlknur Albayrak, Adem Küçük, Sinan Bağçacı, Sami Küçükşen, Recep Tunç
Olgu sunumu
Özeti
Behçet Hastalığı Ve Amiloidoz Birlikteliği
Behçet’s DIsease And AmyloIdosIs
Behçet hastalığı (BH) tekrarlayan oral, genital ülser ve göz
tutulumuyla seyreden, ayrıca eklem, kardiyovasküler, nörolojik,
gastrointestinal sistem ve böbrek tutulumunun da görüldüğü sistemik
bir vaskülittir. Böbrek tutulumu genelde amiloidoz olarak kendini
gösterir. Bu vaka sunumunda BH tanısıyla takip edilirken proteinüri
saptanması üzerine yapılan biyopsi sonrasında amiloidoza bağlı
böbrek tutulumu tespit edilen bir hastadan bahsedilmiştir.
Behçet’s disease (BD), is characterised with recurrent oral and
genital ulcers and eye involvement, as well as joint, cardiovascular,
neurological, gastrointestinal and renal involvement may be seen in
systemic vasculitis. Renal involvement usually manifests itself as
amyloidosis. In this paper we report a case of BH presenting with
proteinuria due to amyloidosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Overektomi Ve Unilateral Nefrektominin Diğer Böbrek Dokusu Üzerine Olan Etkileri
Leyla Canbolat Koyutürk, Neriman Çolakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Bilateral Overektomi Ve Unilateral Nefrektominin Diğer Böbrek Dokusu Üzerine Olan Etkileri
Effects Of BIlateral Overektomy And UnIlateral Nephrectomy On Other Renal TIssue
Renin antiotensin sisteminin gonadal steroidlerle düzenlendiği düşünülmektedir. Bu çalışmada unilateral nefrekto mi ve unilatreal nefrektomi + bilateral ovarektomi sonrasında diğer böbrek dokusunda meydana gelen histopa- tolojik değişiklikler araştırıldı. Dişi sıçanlara sağ nefrektomi ve bilateral overektomi uygulandı. Sol böbrekler ise bir ay sonra histolojik incelemelerde bulunmak üzere alındı. Sadece nefrektomi uygulaması, böbrek dokusunda, şiddetli inflamatuvar reaksiyon geliştirdi. Overektomi + unilateral nefrektomi, akut renal iskemiye neden oldu. Iskemi sonucu böbrek dokusunda hasar gelişti. Sonuçlarımız gonadal steroidlerin, akut renal iskemiyi düzenleyen bir role sahip olduğunu gösterdi.
The renin angiotensin system is thought to be modulated by gonadal steroids. After unilateral nephrectomy and unilateral nephrectomy + bilateral ovariectomy, occured changes were investigated in this study. Right nephrec- tomized and rigth nephrectomized + bilateral ovariectomized female rats left kidneys were examined histopatho- logically after four week. Severe inflammatory reaction was observed in only nephrectomized rats after four week. Moreover acut renal ischaemia was observed in the unilateral nephrectomized + total ovariectomized rats left kid- ney. Our results showed that gonadal steroids may have a role in modulating acut renal ischaemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Transplantasyon Sonrası Görülen Bir Akciğer Tüberkülozu
Mehmet Erikoğlu, İbrahim Güney, Şakir Tavlı, Süleyman Türk
Derleme
Özeti
Renal Transplantasyon Sonrası Görülen Bir Akciğer Tüberkülozu
A Lung TuberculosIs After Renal TransplantatIon
Tüberküloz (TBC) immunosupresyonun maksimum etkisinin ortaya çıktığı ilk bir yılda görülen nadir bir enfeksiyondur. Nadir görülmesi nedeni ile yeni kurulan merkezimizde transplantasyon sonrasında TBC görülen bir olguyu sunmayı amaçladık. Dört yıldır kronik böbrek yetmezliği olan ve iki yıldır hemodiyaliz uygulanan 45 yaşındaki erkek hastaya canlı donörden böbrek nakli uygulandı. Öyküsünde geçirilmiş tüberkülozu yoktu ve operasyon öncesi değerlendirmede TBC ile uyumlu fizik muayene ve laboratuar bulguları tespit edilmedi. İmmunosupressif protokol olarak Prednizolon, MMF, FK-506 kombinasyonu ve bir ve dördüncü gün Basiliximab protokolü uygulandı. Operasyon sonrası birinci ayda çekilen akciğer grafisinde sol üst zonda kavernöz lezyon tespit edildi. Alınan balgam örneklerinde TBC basilinin görülmesi ve kültürde basilin üretilmesi sonucunda hastaya anti tüberküloz tedavi başlandı. On iki aylık anti tüberküloz tedavisini tamamlayan hastada klinik ve laboratuar olarak düzelme görülmesi nedeni ile tedavi sonlandırıldı. TBC geçmişte ülkemizde sık görülen bir enfeksiyon olması, erken tanı konulup tedavi edilmediği taktirde greft kaybı ile sonuçlanabilmesi nedeniyle risk faktörü taşıyan böbrek nakli hastalarında akılda tutulması gereken ciddi bir hastalıktır.
Tuberculosis (TBC) is an infection that rarely seen in the first year of maximum immunosuppression. Beacuase of its rarity we aimed to present a case of TBC that developed after renal transplantation in our newly established transplantation unit. A live donor renal transplantation was performed on a 45 years old man who was complaining of chronic renal failure for four years and on hemodialysis for two years. There was no signs of TBC in the physical examination, preoperative laboratory investigation and past medical history of the patient. Prednisolone, MMF, FK-506 combination and in the 1st and 4th day Basiliximab were performed as immunosuppressive protocol. In 1 st postoperative month, there was a cavernous lesion in the left upper zone on chest x-ray. Antituberculosis treatment was started according to a positive sputum culture for TBC bacili. After twelve months of antituberculosis treatment there was a clinical and laboratory improvement and the treatment was ceased accordingly. Because of its frequent past history in our country, TBC is aserious disease that should be kept in mind and dealt with carefully in patients undergoing renal transplantation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Transplantasyon Sonrası Pyonefroz Nedeniyle Yapılan Bilateral Nativ Nefrektomi
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Şakir Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Renal Transplantasyon Sonrası Pyonefroz Nedeniyle Yapılan Bilateral Nativ Nefrektomi
BIlateral NatIve Nephrectomy Due To PyonephrosIs FollowIng Renal TransplantatIon
Transplantasyon sonrası Nt. N (nativ nefrektomi) sık uygulanan bir işlem değildir. Çünkü böbreklerin organizmada önemli endokrin fonksiyonları vardır. Bu nedenle transplantasyon sonrasında nativ böbrekler yerinde bırakılmaktadır. Kırk sekiz yaşında bayan hasta; karın ağrısı, bulantı, kusma ve ateş yakınmalarıyla acil servise başvurmuş. Hastanın özgeçmişinden yaklaşık 30 ay önce kadeverik böbrek nakli geçirdiği öğrenildi. Fizik muayenede tüm karında yaygın hassasiyet ve rebaund tespit edildi. İdrar sedimentinde bol lökosit ve eritrosit vardı. Sıvı replasmanı ve uygun antibiyoterapiye rağmen sepsis bulguları gerilemeyen hasta opere edildi. Hastaya orta hat insizyondan iki taraflı Nt. N yapıldı. İki taraflı Nt. N nadir uygulanan bir operasyondur. Bu olguda tekrarlayan nativ böbrek enfeksiyonu nedeniyle gelişen sepsis ve akut batın tablosu iki taraflı Nt. N başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir. Ancak bu olgunun sık tekrarlayan böbrek enfeksiyonları olması nedeniyle sepsis ve akut batın tablosu gelişmeden önce daha iyi şartlarda Nt. N yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu şekilde morbidite ve mortalitenin azalacağı ve transplante böbreğin daha uzun ömürlü olacağını düşünüyoruz.
Nt. N (native nephrectomy) is not a frequently performed procedure following transplantation because the kidneys have important endocrinal functions in the organism. Therefore, native kidneys should not be displaced following transplantation. A 48-year-old female patient presented to the ER (emergency room) with complaints of abdominal pain, nausea, vomiting and fever. The patient’s history revealed that she had undergone cadaveric renal transplant about 30 months ago. Examination showed that there was comprehensive sensitivity and rebound all about the abdomen. Her urinary sediment contained an ample amount of leucocytes and erythrocytes. The patient who did not show any improvement regarding the sepsis indications in spite of liquid replacement and appropriate antibiotheraphy was taken into surgery. The patient received bilateral Nt. N from the midline incision. Bilateral Nt. N is a rare procedure. Sepsis and acute abdomen problems brought about by recurrent native renal infections of the patient were successfully treated by bilateral Nt. N . We think that for this case native nephrectomy should have been performed under better conditions before development of sepsis and acute abdomen conditions due to recurrent renal infections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezliği Olgularında Hdl E Vitamini Düzeyı
Sadık Büyükbaş, İsmail Öztok, Mehdi Yeksan, Mustafa Ünaldı, Süleyman Türk, Mehmet Gürbilek, Mustafa Yöntem
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezliği Olgularında Hdl E Vitamini Düzeyı
Hdl Bound VItamIn E Levels In PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure
Kronik böbrek yetmezliği {KBY) olan 20 olguda ve 24 sağlıklı kontrol grubunda serum E vitami-ni, IIDL kolesterol ve 11DL E vitamini düzeyleri ölçüldü. Bu parametreler strastyla kontrol grubu için 1.1063 ± 0.0079 mgldl, 48 ± 4.81 mgidl ve 0.1095 ± 0.0094 mg/dl olarak ve KBY grubu için 1.0881 ±. 0.0437 mg1d1, 26.55 ± 6.21 mgldl ve 0.2657 ± 0.1209 mg/dl olarak saptandı. Bulgu-lartmtza göre KBY olgularında IIDL E vitamini düzeyi belirgin olarak yüksek ve IIDL kolesterol düzeyi belirgin olarak düşiiktür (p<0.001).
Serum vitamin E, IIDL cholesterol and IIDL bound vitamin E levels were inverstigated in 20 patients with chronic renal failure and 24 healty subjects. Vitamin E, 11DL cholesterol and IIDL bound vitamin E levels of controls were fou.nd as 1.1063 ± 0.0079 mg/dl, 48 ± 4.81 mg/dl and 0.1095 ± 0.0094 mg/dl while those of patients were 1.0881 ± 0.0437 mg/dl, 26.55 ± 6.21 mg1d1 and 0.2657 .± 0.1209 mg/dl, respectively. IIDL-bound vitamin E levels of patients were higher (p<0.001) and 1113L cholesterol levels were lower (p<0.001) than those of controls.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
İnci Kara, Gülperi Çelik
Derleme
Özeti
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
AnesthesIa Management In PatIent WIth Renal Transplant
Böbrek nakli gerçekleştirilen hastalar yaşam sürelerinin uzaması ve normal yaşantılarına devam edebilmeleri nedeniyle herhangi bir cerrahi müdahaleyle karşı karşıya gelebilirler. Bu derlemede herhangi bir sebeple cerrahi geçirecek böbrek nakilli hastaların anestezi açısından yönetiminin özetlenmesi amaçlanmıştır.
Renal transplanted patient may encountered any surgical procedures because of improving the survival rates and keeping their normal life. This review aims to summarize the management of renal transplanted patients who undergo any surgery under anesthetic aspect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkutan Nefrostomide Guıde Wıre In Rolü (kendı Yaptığımız Guıde Wıre İle J Guıde Wıre In Karşılaştırılması)
Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Perkutan Nefrostomide Guıde Wıre In Rolü (kendı Yaptığımız Guıde Wıre İle J Guıde Wıre In Karşılaştırılması)
The Role Of Guıde Wıre In Perkutan Nephrostomy (comparıson Of Own Guıde Wıre And J Guıde Wıre)
Ocak 1985-Temmuz 1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Uroloji Anabilim Dalında çeşitli böbrek patolojileri olan hastalara perkütan nefrostomi yapıldı. Bu işlem 50 hastaya uygulandı. Bunların 28'inde tarafımızdan imal edilen guide wire kullanıldı. Diğerlerinde ithal J guide wirelar kullanıldı. Her iki guide wire kanama,perforasyon manupilasyonda kullanışlılık ve maliyet yönünden karşılaştırıldı. Kendi yaptığımız guide wire kullanıma elverişli bulundu.
Percutaneous nephrostomy was performed in patients with various kidney pathology in our clinic between january 1985 and july 1987. This procedure was performed in 50 patients. Our hand made guide wire was used in 28 of thern. Imported J guide wire was used in the others. Both kinds of guide wires and results are compared. Our hand made guide wire is found feasible for this purpose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
Ayşe Gülhan Kanat Ünlüer, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
The FIndIngs Of 539 AnemIc PatIents Who HospItalIzed
between 1996-2003
Bu çalışmada 1996-2003 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Servisinde
yatan ve anemisi olan 539 hastanın klinik ve laboratuar bulguları
değerlendirilmiştir. Çalışmamızda demir eksikliği anemisi 280 hasta
ile en sık görülen anemi sebebi olup kadınlarda 3 kat fazlaydı.
Menapoz öncesi dönemdeki kadınlarda en sık anemi oluşturan sebep
menometrorajiydi (%48). Menapoz sonrası dönemdeki kadınlarda
ve erkeklerde ise en önemli sebep gastrointestinal sistemden
kanamalardı. Hastalarımızda özofagogastroduodenoskopi ile kanama
oluşturabilecek lezyon görülme sıklığı kolonoskopinin 2,7 katı idi. B12
vitamini eksikliğine bağlı görülen megaloblastik anemiler 115 hasta ile
ikinci sıklıkta anemi sebebiydi. Otuziki hastada demir ve B12 eksikliği
birlikteydi. Hastalarımızın 21‘inde folik asit eksikliğine bağlı anemi
görülmüştü Çalışmamızda 28 hastada hemolitik,26 hastada aplastik
anemi mevcuttu. Kronik hastalık anemisi 27 hastada görülmüştü. Dört
hastamızda refrakter anemili miyelodisplastik sendrom, 6 hastamızda
da kronik böbrek yetersizliğine bağlı anemiydi. Araştırmamız yatan
hastalarla ilgilidir. Anemi bütün sistemleri etkileyen, pek çok
hastalığın kötüye gitmesine yol açan bir bulgudur. Bu sebepten
önemli bir sağlık sorunudur.
In this study, the clinical and laboratory findings of 539 anemic
patients who were hospitalized between 1996 and 2003 in Hematology
inpatient clinics of Internal Medicine Department in Selçuk University
Meram Medical Faculty, were evaluated. In our study the most
common anemia was Fe deficiency anemia, there were 280 patients,
it was seen three-fold more in women. In premenapausal period,
menomethrorhagea was the most common cause (48%) in women.
Among postmenapausal women and men, the most gastrointestinal
hemorrhageas. In our patients, the rate of lesions which might bleed
observed in colonoscopy. The second common cause of anemias
was vit B12 deficiency causing megaloblastic anemias. In our study,
cobalamine deficiency was detected in 115 patients.Thirty two
patients had both Fe and vit B12 deficiencies. Twenty one patients
had folic acid deficiency anemia. In our study, 28 patients had
hemolytic. Twentysix patients had aplastic anemia. Twenty seven
patients had chronic disease anemias. Four female patients had
myelodysplastic syndrome with refractory anemia and 6 patients had
anemia due to chronic kidney failure. Our study was carried out in
inpatient clinics. Anemia, affecting all systems, makes many diseases
worse. That’s why, it’s an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefronofitizis - Üremik Medüller Kistik Hastalık (umpc) Kompleksi
Lema Tavlı, Hatice Toy, Alaaddin Dilsiz, Mehmet Erikoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Nefronofitizis - Üremik Medüller Kistik Hastalık (umpc) Kompleksi
NephronophthIsIs - UremIc Medullary CystIc DIsease (umcd) Complex
Böbrek hastalıkları ile karakterlidir ve sıklıkla çocukluk çağında ortaya çıkarlar. Başlıca bulguları medullada değişen sayılarda kistler ile birlikte belirgin kortikal tubuler atrofi ve interstisyel fibrozistir. Medüller kistler önemli olmakla birlikte, kortikal tubulointerstisyel hasar böbrek yetmezliğine neden olur. Dört tipi vardır: 1 - Sporadik, non- familial (% 20); 2- Familial juvenil nefrenofitizis (% 50), resesif geçişlidir; 3- Renal retinal displazi (% 15), resesif geçişlidir ve retintis pigmentoza ile birliktedir; ve 4- Erişkinde ortaya çıkan medüller kistik hastalık, dominant geçişlidir (% 15) (1). Olgu sporadik, nonfamilyal tip ile uyumlu olup literatürde az görülmesi nedeniyle sunuldu.
This is a group of Progressive renaldisorders that usualy have their onset in childhood. The common characteris- tic is the peresence of a variable number of cysts in the medulla associated with significant cortical tubular atro- phy and interstitial fibrosis. Although the presence of medullary cysts is important, the corticaltubulointerstitial dam- age is the causeof the eventual renal incufficiency. İt has four variants: 1- Sporodic, nonfamilial (% 20); 2- Familial juvenile nephronophytisis (% 50), inherited asa recessive disease; 3- Renal - retinal dysplasia (% 15), recessively inherited and associated with retinitis pigmentosa; and 4-Adult onset medullary cystic disease, dominantly inherited (%15). The case had shown the view of sporadic nonfamilial variant of UMCD and was presented because of the rarity in literatüre it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
Selma Güler, Mustafa Haki Sucaklı, Orçun Altunören, Ömer Faruk Kökoglu, Hasan Uçmak, Seyyit Kus, Ekrem Doğan, Gözde Yıldırım Çetin, Hayriye Sayarlıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of UrInary Tract InfectIons In PatIents WIth Renal InsuffIcIeny
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda gelişen idrar yolu
enfeksiyonlarında (İYE) predializ ile diyaliz hastaları ve 65 yaş altı
ile üstü hasta grupları arasında üriner enfeksiyon belirteçleri ve
muhtemel risk faktörlerini araştırmayı amaçladık. Ocak 2012 ve Aralık
2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Araştırma Hastanesi Nefroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tanısı olan ve İYE gelişen 82 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. prediyaliz KBY hastalar grup 1,
sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyializ hastaları grup
2, olarak sınıflandırıldı. Hastaların 58’i (%70,7) diyaliz hastası iken,
24’ ü (%29,3) ise predializ KBY hastasıydı. Hastaların yaş ortalaması
diyaliz grubunda 50±21 iken prediyaliz grubunda ise 63,6±15,4, idi.
Hastaların 36 sı (%43,9) diyabetikdi. Vakaların 37’si (%45,1 ) ≥65
yaş olup, bu grupta kolesterol, trigliserid ve albümin değerleri 65 yaş
altı gruba göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Her iki grupta
da idrar kültürlerinde en sık üreyen mikroorganizma Escherichia coli
(E. Coli) idi. Diyaliz ve prediyaliz gruplarının karşılaştırılmasında
lökosit sayımı, eritrosit sedimentasyon hızı, tam idrar tahlili ve
CRP düzeyleri açısından gruplar arasında istatistikî olarak anlamlı
fark yoktu. Ateş, piyürü ve nitrit pozitifliğinin prediyaliz ve diyaliz
gruplarında sık olmasına rağmen her iki grup arasında istatistiksel
olarak fark bulunmadı. 65 yaş üstü grupta ise eşlik eden komorbid
durumlar idrar enfeksiyonuna eğilimi arttırabilir.
We aimed to investigate the markers and possible risk factors
of urinary infection in predialysıs patients with CRF and patients
undergoing dialysis by comparing groups younger or older than 65
years of age. We evaluated 82 patients with chronic renal failure
who have been followed by nephrology and infectous disease
policlinic due to urinary infection during January 2012 and December
2012 in medical faculty of Kahramanmaras Sutcu Imam University.
The patient in the predialysis period was accepted as group I, the
patients ongoing dialysis and continuous ambulatory peritoneal
dialysis (CAPD was accepted as group II. 58 (70,7%) of these
patients were in dialysis program. 34 (29,3%) were in predialysis
patients. The average age of the patients in predialysis group was 63,
62±15,482 and the average age of the patients in dialysis group were
50, 08±21,086. (45,1%) of these patients were ≥65 years old and
compared with serum levels of the kolesterol, trigliserid ve albumin,
levels in ≥65 years old cases were statistically significant than ≤65
years old cases. Escherichia coli was microorganism that the most
commonly isolated in urinary cultures in both groups. (43.9%) of
patients were diabetic. There was no statistical difference between
the levels of serum CRP, ESR and leucocytosis between the groups
(p>0.05). Fever, pyuria and nitrite positivity between the predialysis
and dialysis groups was statistically no significant. Comorbidity in the
group above 65 years of age may increase the tendency of infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pelvık Kıtle Ayırıcı Tanısında Dusunulmesı Gereken Bır Pelvık Renal Ektopı Olgusu
Talat Yurdakul, Kadir Karabacak, Mehmet Özeroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Pelvık Kıtle Ayırıcı Tanısında Dusunulmesı Gereken Bır Pelvık Renal Ektopı Olgusu
A PelvIc EctopIc KIdney Case WhIch Must Be Throught At DIfferansIonal DIagnosIs Of PelvIc Mass.
Bel. kasik agrisi ve pelvik kitle lie incelenen vapidaki hir kiz hastada ektopik bobrekte tacit hid-•opyonefroz saptandi. Bu hastalar seyrek olmayarak balka klinikiere hamirmaktathrlar.
In a fifteen years old girl compleining from lom-her and inguinal pain hydropyonephrosis with sto-nes in pelvic kidney has been determined after an in-vestigation with pelvic mass. Not very seldom this sort of patients apply to other clinics.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Turner Sendromlu Bir Olguda Atnalı Böbrek Ve İzole Üreteropelvik Darlık
Talat Yurdakul, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Turner Sendromlu Bir Olguda Atnalı Böbrek Ve İzole Üreteropelvik Darlık
Case Report: A Turner Syndrome Case WIth Horseshoe KIdney And Isolyted UreteropelvIc JunctIon ObstructIon
Atnalı böbrek renal füzyon anomalileri içinde en sık görülenidir. Toplumda % 0.25 oranında görülür. Kromozom anomalileri ile birlikte görülebilir. Turner sendromunda en sık görülen renal anomali atnalı böbrektir. Atnalı böbreklerde üreter obstrüksiyonuna bağlı hidronefroz, sık üriner sistem infeksiyonu, lomberağrı, tekrarlayan taş oluşumu gibi komplikasyonlar görülebilir. Bu yüzden obstrüksiyon endoskopik veya açık cerrahi yöntemlerle düzeltilmelidir. Turner sendromlu bir olguda atnalı böbrek ve izole üreteropelvik darlık nedeniyle gelişmiş hidrone froz olgusu sunulmuştur.
Horseshoe kidney is the most common type of renal fusion malformation. The incidence rate is % 0.25 İn public. This malformation may accompany to the chromosomal abnormalities. The most freguent renal abnormality in Turner syndrome is horseshoe kidney. There might be seen complications such as hydronephrosis, freguent uri- nary tract infections, lumber pain and recurrent stone formation due to ureteral obstruction. So that obstruction should be corrected by endoscopic and surgical methods. W e present a horseshoe kidney case with hydronephro sis due to isolated ureteropelvic junction obstruction in a patient who has turner syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Murat Koşan, Tufan Çiçek, Bülent Öztürk, Hakan Özkardeş
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
UsIng Laparoscop DecortIcatIon Of Renal Cyst WIth UltrasonIc DevIce: A Safe And EffectIve Method
Toplumda sık olarak gözlenen basit böbrek kistleri genellikle asemptomatikdirler ancak bazen yan ağrısı, hipetansiyon, idrar yolu enfeksiyonu ve toplayıcı sisteme bası gibi semptomlar verirler. Laparoskopi bu kistlerin tedavisinde iyi tanımlanmış bir yöntemdir. Bu çalışmada laparoskopik kist dekortikasyonu sırasında ultrasonik enerjinin güvenilirliği ve etkinliği gösterilmek istenmiştir. Kliniğimizde ocak 2006 ve şubat 2010 yılları arsında toplam 14 hastaya böbrek kisti nedeniyle transperitoneal laparoskopik kist dekortikasyonu uygulanmıştır. Periton içine girildikten sonra told hattı açılmış gerota fasyası açılarak kist ortaya konulmuştur, daha sonra kist duvarının kesme ve mühürleme işleminde ultrasonic enerji ile çalışan harmonic™ cihaz kullanılmıştır. Hastaların ortalama yaşı 58.1 idi ve hastaların 8’si kadın 6’sı erkek idi. Operasyon süresi 59.2 hastanede kalış süresi ort 1.57 olarak bulundu. Hiç bir hastada 4. trokara ihtiyaç kalmadan operasyon tamamlandı ve hiç bir hastada komplikasyon gelişmedi. Uzun dönem takiplerinde 1 hastada semptomatik nüks görülürken yine 1 hastada radyolojik nüks gözlendi. Ultrasonik enerji kullanarak laparoskopik kist dekortikasyonun etkin ve güvenilir bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz ancak diğer enerji kaynaklarınıda değerlendirecek karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Simple renal cysts are asymptomatic incidental findings; however, for a small subset of benign renal cysts, patients may present with pain, hematuria, urinary infection, pyelocaliceal obstruction or hypertension. Laparoscopic cyst ablation is an effective minimally invasive modality for the treatment of benign renal cyst. Our aim was to show the ultrasonic energy safe and effective method during laparoscopic renal cyst excision. In our clinic 14 patients underwent operated laparoscopic renal cyst excision with transperitoneal approach between January 2006 and February 2010. Trocar port for camera was inserted to the peritoneum in order to open the told line, gerato fascia and fat over the cyst. Harmonic™ scissor with the cautery was used to incise the cyst wall. Mean age of the patients was 58,1 years. Mean operation and hospitalization times were 59,2 minutes and 1,57 days, respectively. We did not need the fourth trocar during operation and the operation was finished. There was no complication in this procedure. Mean follow-up time was years. In long-term follow-up period symptomatic recurrence was observed in one patient and someone else be observed radiologic recurrence. We believe that using ultrasonic device is safe and effective method in laparoscopic cyst decortication. However, prospective controlled trials are needed to evaluate the other energy sources.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
Oğuzhan Güven Gümüştaş, İbrahim Akdağ, Yurtkuran Sadıkoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
RadIologIcal And ClInIcal Fallow Up Results Of Renal Artery StentIng Or Ballon AngIoplasty In PatIents WIth Renal Artery StenosIs
Amaç: Renal arter darlıklı hastalarda renal yetmezlik ve renovasküler hipertansiyonun kontrolünde balon anjioplasti veya renal artere stent uygulaması sonuçlarının takibi ve primer başarı oranını saptamak.Yöntem: Olguların renal anjioplasti ve stent uygulaması öncesi renal anjio bulguları, Doppler ultrasonografi bulguları ve varsa MR anjio bulguları değerlendirildi. Olguların klinik değerlendirilmesi renal fonksiyonları, tansiyon değerleri ve kullanılan ilaç sayısındaki değişikliklere göre yapıldı. Bulgular: Otuz yedi (22 erkek, 15 kadın; ortalama yaş 50.24) hastanın 32 renal arterine balon ile genişleyen stent yerleştirildi. 37 hastanın 7 renal arterine balon anjioplasti uygulandı. Tüm hastalarda hipertansiyon, 12 hastada böbrek disfonksiyonu bulunmaktaydı. Hastalar tedavinin etkinliğini belirlemek için, işlem öncesi ve sonrası kan basıncı ve serum kreatinin düzeyleri ile takip edildiler. Darlık oranı %30-%100 idi (ort %74.15). On beş hastada lezyonlar ostialdi. Yirmi dört hastada trunkaldi. Takip süresi ortalama 21.2 (3-84 ay) aydı. Hipertansiyon 9 (%24.33) hastada iyileşti. 19 hastada düzeldi. 9 hastada ise yanıt alınamadı. Böbrek fonksiyonu bozuk olan 12 hastanın da 8’inde (%22.22) düzelme görülürken, 4’ünde kötüleşme görüldü. 4 (%11.10)’ünde ise değişiklik izlenmedi. Sonuç: Renal arter darlıklarının stent ve perkütan transluminal anjioplasti ile revaskülarizasyonu, basit etkin ve güvenilir bir tedavi yöntemidir. İlerleyici böbrek yetmezliği ve kontrol edilemeyen hipertansiyonlu hastalarda perkutan transluminal anjioplasti ve stent ile renal arter darlıklarının revaskülarizasyonu önemli klinik yarar sağlamaktadır.
Aim: To determine the primary success rate and follow up results of renal artery stenting or balloon angioplasty in controlling renovascular hypertension and renal failure in patients with renal artery stenosis. Method: Before balloon angioplasty and stenting; renal angiography and Doppler ultrasonography findings were evaluated and also findings of MRA were estimated if present.The clinical estimation of the cases were made upon to renal functions, hypertension values and the changes of the number of medicines used. Results: Balloon expandable stents were placed in 32 renal arteries of 37 patients. Balloon angioplasty were used in 7 renal arteries of 37 patients (22 men, 15 women; mean age 50.24). There were hypertension in all of the patients. In 12 patients; there were disturbed renal functions. In order to determine the activity of the cure of the disease, the patients are followed by measuring blood pressures and serum creatinin levels before and after the stenting and balloon angioplasty. Stenosis rate was 30-100% (mean 74.15%).The lesions were ostial in 15 patients, truncal in 24 patients. Mean follow up time was 21.2 months (3-84 months). Hypertension was cured in 9 (24.33%) patients, improved in 19 (51.35%).patients In 9 (24.33%) patients there was no respond. In 12 patients with disturbed renal function, 8 (22.22%) patients showed improvement, 4 (11.10%) patients showed deterioration and 4 (11.10%) patients were stable. Conclusion: Revascularization of renal artery stenosis with stenting and balloon angioplasty is a simple, efficient and safe procedure. In patients with uncontrolled hypertension and progressive renal failure; revascularization of renal ar tery stenosis with stenting and baloon angioplasty pointed out impor tant clinical benefit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hüsnü Alptekin, Hüsamettin Vatansev, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
The Effect Of ChItIn On KIdney And LIver FunctIon In PatIents WIth Stomach And Colorectal Cancer
Karın içi yapışıklıkların önlenmesinde kullanılan chitin molekülünün organ fonksiyonlarına olan etkisinin araştırılması. Bu çalışmaya mide kanseri ve kolorektal kanser nedeniyle ameliyat edilen ve rezektabl girişimler yapılan 40 hasta dahil edildi. Operasyon sonrası hastaların kesi hattı altına 15x10 cm. boyutta 2 adet Chitin Suprofilm® konuldu. Hastalarda preoperatif, postoperatif 1.gün ve 5.günlerde AST, Creatinin, BUN değerlerine bakıldı. Her 3 ayrı AST, Creatinin ve BUN değerleri arasında gruplar içi ve gruplar arası değerlendirmede istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi (p>0.05). Hastalarda 2 tabaka Chitin kullanımından sonra yeterli hidrasyon sağlanmasıyla karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu gelişmemiştir. Chitinin antiadeziv olarak güvenle kullanılabileceği kanaatindeyiz.
The effects of Chitin molecules, used prevention of abdominal adhesions, on organ functions were investigated. 40 patients, underwent surgery for gastric cancer and colorectal cancer and resectable initiatives were included in this study. After surgery, two Chitin Suprofilm ® in size of 15X10 cm were placed under the incision line. AST, Creatinin, BUN levels were measured in patients at preoperative, postoperative 1st and 5th days. There was no statistically significant difference in means of Creatinin, AST, and BUN levels between groups in three measurement. Having used Suprofilm® (Chitin) with adequate hydration, liver and kidney dysfunction was not developed. We think that Suprofilm® (Chitin) can be used safely as antiadhesive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezliği Hızla Düzelen Bir İmmünglobülin-A Nefritli Vaka
Bülent Ataş, Hasan Esen, Hüseyin Altunhan
Olgu sunumu
Özeti
Böbrek Yetmezliği Hızla Düzelen Bir İmmünglobülin-A Nefritli Vaka
A Case WIth ImmunoglobulIn-A NephrItIs RapIdly ResolvIng Renal FaIlure
Primer immünglobülin A (IgA) nefriti glomerül mezengiumunda baskın olarak IgA depolanması ile seyretmektedir. Makroskopik veya mikroskopik hematüri görülür ve proteinüri hematüriye eşlik edebilir. IgA nefriti seyrinde nadiren akut böbrek yetmezliği (ABY) ortaya çıkmaktadır. Burada 15 yaşında ABY ile gelen ve böbrek yetmezliği hızla düzelen IgA nefritli bir erkek vaka sunulmuştur.
Primary immunoglobulin A (IgA) nephritis associated with dominantly IgA deposition in glomerular mezengium. Macroscopic or microscopic hematuria are seen and proteinuria may be associated with hematuria. Acute renal failure (ARF) rarely occurs in the course of IgA nephritis. In here, a male case 15 years old with IgA nephritis had been presented with ARF and rapidly resolving renal failure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Canlı Vericilerde Renal Arterlerin Digital Subtraksiyon
anjiyografi İle Değerlendirilmesi
Kamil Çıra, Kağan Çeken, Mehmet Sedat Durmaz, Hakan Demirtaş, Cemil Göya, Cihad Hamidi
Araştırma makalesi
Özeti
Canlı Vericilerde Renal Arterlerin Digital Subtraksiyon
anjiyografi İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Renal ArterIes In LIvIng Donors WIth DIgItal SubtractIon
angIography
Canlı böbrek verici adaylarında renal arterlerin Digital
Subtraksiyon Anjiyografi (DSA) ile değerlendirilmesi ve bulguların
cerrahi sonuçlar ile karşılaştırılması amaçlandı. DSA yapılan 180
böbrek verici adayı retrospektif olarak değerlendirildi ve bulgular
cerrahi operasyon bulguları ile karşılaştırıldı. Arşiv sisteminden
çağrılarak elde edilen böbrek verici adaylarının DSA görüntüleri,
çalışma istasyonlarında bu konuda deneyimli iki radyolog tarafından
retrospektif olarak, hasta bilgilerinden kör olarak ve randomize olarak
incelendi. DSA yapılan 180 böbrek verici adayının DSA bulgularına
göre 158’inde (% 87,8) tek renal arter, 22’inde (% 12,2) multipl renal
arter, operasyon notlarına göre ise 156’sında (% 86,6) tek renal arter,
24’ünde (% 13,3) multipl renal arter saptandı. DSA ile operasyon
notları karşılaştırıldığında 154 verici adayında bulguların aynı
olduğu görüldü. Altı böbrek verici adayında ise bulgularda farklılıklar
mevcuttu. Bu bulgular doğrultusunda doğruluk oranımız % 96 olup,
operasyon notlarına göre multiple renal arter saptanmasındaki
duyarlılık ve özgüllük oranlarımız sırasıyla % 83 ve % 98 olarak
hesaplandı. Canlı böbrek vericilerinde, özellikle sol taraf renal
arterlerin doğru şekilde ortaya konması, varyasyonlarının belirtilmesi
çok önemlidir. DSA böbrek damar yapısının görüntülenmesi için altın
standart kabul edilmektedir, renal arterlerin seyrini, normal anatomisi
ve varyantlarını bütün ayrıntılarıyla, yüksek doğruluk oranıyla ortaya
koymaktadır.
The objective of this study was to evaluate renal arteries in
living kidney candidate donors through DSA as well as compare
and contrast the findings with surgical findings. 180 kidney donor
candidates were evaluated through retrospective analysis and
findings were compared and contrasted with surgical operation notes.
DSA images of kidney donor candidates collected from the back-up
service were randomly and independently from patient credentials
examined in laboratory stations through retrospective analysis by two
experienced radiologists. According to DSA findings of 180 kidney
donor candidates, 158 donors (87,8%) were diagnosed with single
renal artery and 22 donors (12,2%) were diagnosed with multiple
renal artery while 156 donors (86,6%) were diagnosed with single
renal artery and 24 donors (13,3%) were diagnosed with multiple
renal artery according to surgical operation notes. Comparing and
contrasting DSA findings with those of surgical operation notes,
it was marked that 154 donors owned the same findings while 6
donors were diagnosed with different findings. In accordance with
these findings, our accuracy rate was 96% and our sensitivity and
specificity ratios in multiple renal artery diagnosis were measured as
83% and 98% respectively based on operation notes. It is of great
significance to evaluate left side renal arteries accurately as well as
to identify their variations in living kidney donors. DSA is regarded as
golden standard in imaging vascular structure of kidney and it proves
the pace, normal anatomy as well as variations of renal arteries
accurately and in great detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Eksperimental Renal Kistik Hastalık Gelışımı
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Salim Güngör, Ercüment Y. Acarer, Şükrü Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Eksperimental Renal Kistik Hastalık Gelışımı
ExperImental Renal CystIc DIsease Development In Rats
Değişik diüretiklerle oral yoldan 20 gün süreyle beslenen ratların böbreklerinde 2,4-7-Triamino-fenil-plerident+Hidroklorotiyazid ile beslenenlerde az, Amilorid HCL dihidrate+Hidrklorotiyazid ile beslenenlerde belirgin düzeyde, reversibl akiz renal kistik hastalığı anımsatacak makroskopik ve mikros-kopik değişiklikler belirlendi.
There were a little microscopic differences in the kidneys of the rats which were fed up oraly with 2,4-7-Triamino-fenil-plerident+Hydrocholorothylazi-de for 20 days and there were remarkable dillerences in those which were fed up with Amilorid HCI dihydrate+Hidrocholorothiazide and it reminded a reversible acquired renal cystic disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Recurrent ThrombotIc ThrombocytopenIc Purpura In Pregnancy
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), hemolitik anemi ve trombositopeni ile karakterize olup klinik tabloya sıklıkla ateş, nörolojik bulgular ve böbrek yetmezliğinin eşlik ettiği gebelikte görüldüğünde ise ciddi ve mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Gebeliğin bazı hastalıkları ile karışabilmektedir. Erken tanı konulması maternal ve fetal sağlık açısından son derece önemlidir. Biz bu makalemizde kliniğimize kontrol amaçlı başvuran, 23 yaşında ve 23 haftalık intrauterin ex gebeliği saptanan, 2 yıl önce ilk gebeliğinin de 19 haftalık iken intrauterin ex olup sonlandırıldığı öğrenilen ve her iki gebeliğinde de TTP tanısı alan bir olguyu sunduk.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a clinical condition characterized by hemolytic anemia and thrombocytopenia. The condition is usually associated with fever, neurological findings and renal failure. When it occurs in pregnancy, it is a serious disease with high mortality rate. It may become confused with some diseases of pregnancy. Early diagnosis is very important for maternal and fetal health. In our article we present 23 years old patient with 23 weeks intrauterine dead fetus presented to our clinic for control. She had her first pregnancy before 2 years and it was terminated on the 19th week because of intrauterine death. She had the diagnosis of TTP in her both pregnancies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Proksimal Tübülusuna Deneysel Hipotiroidizimin Etkileri
Aysel Kükner, Jale Öner
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Proksimal Tübülusuna Deneysel Hipotiroidizimin Etkileri
Effect Of ExperImentally HypothyroIdIsm An Renal ProxImal Tubule.
Bu çalışmada 6-propil-2-tiourasil (PTU) ile sıçanlarda deneysel hipotiroidlzm oluşturularak böbrekteki etkileri, glomerül ve tübül yapıları mikroskopik düzeyde incelenmesi amaçlandı. Ağırlıkları ortalama 200-250 gr olan 60 günlük toplam 12 ergin dişi sıçanlar kullanıldı. Denekler 2 gruba ayrılarak bir gruba 15 gün süre ile 10 mg/kg gün propil tiourasil periton içine verildi. Kontrol olarak kullanılan diğer gruptaki deneklere serum fizyolojik enjekte edildi. Işık ve elektron mikroskopik olarak incelenen böbrek yapısında iç ve dış medullanın kontrol grubuna benzediği, kodekste bazı glomerül kapillerlerinde genişleme, dolgunluk, kapsül boşluğunda genişleme olduğu görüldü. Özellikle proksimal tübüllerde bazal katlantıların oldukça belirginleştiği, epitel hücreleri arasında açılmalar olduğu, vakuolize bir görünüm oluştuğu saptandı. İnce yapı düzeyinde glomerül filtrasyon bariyerinde herhangi bir bozulma veya bazal laminada değişiklik olmadığı, kontrol grubu ile benzerlik gösterdiği tespit edildi.
İn this study, experimental hypothyroidism in rats was induced using 6-propyl-2-tiouracyl (PTU) and its effects on kidney, glomerule and tubules structure were investigated at microscopic level. İn the experiments, 60 days old 12 female rats which weighted 200-250 gr were used. The rats were separeted into two groups. To one group, 10 mg/kg day PTU was introduced intraperitoneally for 15 days. To other group which was used as a control group %0.9 physiological solution (PS) was injected intraperitoneally for 15 days.. İn the renal structure investigated by light and electron microscope, it was observed that internal and external medulla were similar to those of the control group. Moreover, some expansion in glomerül capillaries of cortex, plumpness and expansion in capsule cavity were observed. Particularly, basal folding in proximal tubule was found to be evident. Likevvise, increase in intercelluler spaces and formation of a vacuolize view were found. İt was found that there was no any damage in glomerule filtration barrier at thin structure level. İt was also found that there not no any difference in basal lamina which was similar to the control group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetersizliğinde Serum Gastrin Seviyeleri
Laika Karabulut, Mehdi Yeksan, Ahmet Kaya, A. Nuri Sezer, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Hüseyin Kazancı, Mehmet Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Böbrek Yetersizliğinde Serum Gastrin Seviyeleri
Serum GastrIn Levels In ChronIc Renal FaIlure
Kronik böbrek yetersizlikleri hastalarda, serum gastrin seviyelerinde artış kaydedilmektedir. Çalışmamızda 10 konservatif tedavi,14 hemodiyaliz tedavi altındaki 24 kronik böbrek yetersizlikli hastanın serum gastrin düzeyleri belirlendi. Her iki grup hastanın serum gastrin düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı yükseklik göstermekteydi (p < 0.05).Total gastrin seviyeleri ile serum kreatinin seviyeleri arasında korrelasyon bulunamadı. Ayrıca hemodiyaliz sonrasında serum gastrin düzeylerinin hemodiyaliz öncesine göre anlamlı bir düşüş göstermediğini tespit ettik.
An increase in serum gastrin levels is noted in patients with chronic renal failure. In our study, serum gastrin levels of 24 patients with chronic renal failure who were under 10 conservative treatment and 14 hemodialysis treatment were determined. Serum gastrin levels of both groups were significantly higher than the control group (p <0.05). There was no correlation between total gastrin levels and serum creatinine levels. In addition, we found that serum gastrin levels after hemodialysis did not show a significant decrease compared to pre-hemodialysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkütan Böbrek Biyopsisi Uygulanan 78 Olgunun Klinikopatolojik Açıdan Değerlendirilmesi
Harun Peru, Ahmet Midhat Elmacı, Cüneyt Karagöl, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Perkütan Böbrek Biyopsisi Uygulanan 78 Olgunun Klinikopatolojik Açıdan Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcopathologIcal FIndIngs Of 78 Percutal Renal BIopsy
Amaç: Böbrek biyopsisi, böbreğin parankimal hastalıklarının tanısında ve tedavisinin belirlenmesinde kullanılan bir yöntemdir. Bu çalışmada böbrek biyopsisi uygulanan olguların klinik ve histopatolojik açıdan değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Ocak 2000 ile Aralık 2006 tarihleri arasında Çocuk Nefroloji ünitemizde ultrasonografi eşliğinde gerçekleştirilen 78 perkütan böbrek biyopsisi değerlendirilmeye alınmıştır. Bulgular: Klinik açıdan en sık biyopsi endikasyonumuz nefrotik sendrom (n:39, %50) idi. Bunu nefritik ve nefrotik sendrom birlikteliği (n:14, %18) ve nefritik sendromu olan (n:7, %9) olgular izlemekteydi. Histopatolojik tanı olarak en sık mezenjiyal proliferatif glomerulonefrit (n:15, %19) gözlenirken bunu sırası ile Henoch Schonlein purpurası nefriti (n:14, %18), fokal segmental glomeruloskleroz (n:8, %10) ve lupus nefriti (n:8, %10) izlemekteydi. Primer glomeruler hastalıklar (n:48, %62), sekonder glomeruler hastalıklardan (n:30, %38) daha fazla saptandı. Sonuç: Biyopsi serimizde en sık biyopsi endikasyonunun nefrotik sendrom kliniğinin olduğu, mezenjiyal proliferatif glomerulonefritin de en sık histopatolojik tanı olduğu dikkati çekmiştir. Bu sonuçlar çocuklardaki böbrek biyopsi sonuçlarının, bölgesel farklılıklar gösterdiği ve erişkinlerinkinden oldukça farklı dağılım gösterdiğini düşündürmektedir.
Aim: Renal biopsy is performed for the diagnosis and the decision of treatment of renal parenchymal diseases. The aim of this study was to evauate the clinicopathological findings of kidney biopsies. Material and Method: 78 percutan renal biopsies were performed by ultrasonography in our institution during the period between January 2000 and December 2006. Results: The most common renal biopsy indication was nephrotic syndrome (n:39, 50%). Other indications were association of nephrotic and nephritic syndrome (n:14, 18%) and nephritic syndrome (n:7, 9%). The most mikroskocommon nephropathy was mesangial proliferative glomerulonephritis (n:15, 19%) which was followed by Henoch Schonlein purpura nephritis (n:14, 18%), focal segmental glomerulosclerosis (n:8, 10%) and lupus nephritis (n:8, 10%). Primary glomerular diseases (n:48, 62%) is more frequent than secondary glomeruler diseases (n:30, 38%). Conclusion: The present study which evaluated 78 renal biopsies showed that nephrotic syndrome was the most common indication for renal biopsy. Histopathologically, the most frequent nephropathy was mesangial proliferative glomerulonephritis. These results suggest that renal biyopsy results in children can show regional variances and have a fairly different distrubition from those of the adults.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanlarda Tc-99m İle İşaretlenmiş Siklofosfamid'ın Intravenöz Anal Submukozal Enjeksiyonunun Karşılaştırılması
Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Halim Bozoklu, A. Nuri Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanlarda Tc-99m İle İşaretlenmiş Siklofosfamid'ın Intravenöz Anal Submukozal Enjeksiyonunun Karşılaştırılması
A ComparIson Of Intravenous And Anal Submucosal InfectIon Of Tc-99m Labelled CyclophosphamIde In RabbIts
Mesane tümörlerinin tedavisinde kullanılan bazı kemoterapötik ajanların anal submukozal enjeksiyo-nu (AS!) ile vezikoprostatik pleksüste ve mesane dokusunda daha yüksek konsantrasyonda bulunabi-leceği belirtilmektedir. Bu yeni tekniğin değerlendirilmesi amacıyla Tc-99m ile etiketlenmiş siklofosfamid 10 tavşana ili, 10 tavşana da AS! yolu ile uygulandı. Tavşanlar enjeksiyondan 6 saat sonra kesilerek karaciğerleri, böbrekleri ve mesanelerinde welle counter ile sayımlar yapıldı. Sonuçlar Student's T testi ile değerlendirildi. Sonuçların değerlendirilmesinde AS1 li siklofosfamid uygula-masının anlamlı olarak yüksek mesane konsantras-yonu, düşük karaciğer ve böbrek konsantrasyonlart sağladığı görüldü.
Tc-99m labelled cyclophosphlamide was adminis-tred to 10 rabbits intravenous, 10 rabbits by anal submucosal injection. The rabbits were sacrified after 5 hours following injection and radioisotopic counts ıvere made from liver, kidney and bladder tissue by gamma camera scanning. The result were evaluated with student's t test. The drog accurnulation in vesi-coprostatic plexus and bladder tissue following anal submucosal injection was found high were as liver, kidney concentration were low, on the contrary intravenous injection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Üriner Sistem Tüberkülozu
Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Akın, Melike Emiroğlu
Olgu sunumu
Özeti
Çocukluk Çağı Üriner Sistem Tüberkülozu
ChIldhood UrInary System TuberculosIs
Üriner tüberküloz, ikinci sıklıkta görülen ekstrapulmoner
tüberküloz şekli olup çocukluk çağında nadirdir, bulgular genellikle
erişkin yaşlarda ortaya çıkar. Hastalığın başlangıcında çoğu
vaka asemptomatik olabilir ve klinik bulgular aşikar hale gelince
böbreklerde ciddi hasara bazen de total fonksiyon kaybına sebep
olabilmektedir. Bu makalede, hematüri ile prezente olan ve üriner
tüberküloz tanısı alan bir adolesan vaka sunulmuştur.
Urinary tuberculosis is the second most common presentation of
extrapulmonary tuberculosis which is rarely seen during childhood.
Symptoms usually occurs during adulthood. Onset of the disease may
be asymptomatic and when clinical signs become apparent a serious
damage of kidneys might have been already occurred. We report here
an urinary tuberculosis diagnosed adolescent girl who presented with
hematuria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Yöresınde Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması
Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Doğan Çiftçi, Mustafa Cirit, Süleyman Türk, Mustafa Sait Gönen, Mehmet Numan Tamer, Mehmet Polat, Andaç Argon
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Yöresınde Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması
The EvaluatIon Of HypertensIon Frequency In Konya Area
Bu çalışmada Konya ve yöresinde Dünya Sağlık Örgütü'nün kriterlerine göre saha ve poliklinik grup-larında hipertansiyon sıklığı araştırılmıştır. Saha populasyonunda 1000, poliklinik populasyonunda 2036 hasta taranmıştır. Poliklinik grubunda hipertansiyon isidensi 45 yaş altında %22.5, 46-60 yaş grubunda 9'644.5, 61 yaş ve üzeri grupta %60.3, ortalama %32.5 bulunmuştur. Saha grubunda hipertansiyon insidensi 45 yaş ve altında %14.2, 46-60 yaş grubunda %42.2, 61 yaş ve üzeri grupta %44, ortalama %23.1 bulunmuştur. Yaş arttıkça hipertan-siyon insidensinin arttığı, hipertansıflerin çoğunun hafif grupta olduğu, hipertansiyonlarda şişmanlık ve diabet önemli risk faktörleri iken serebrova,sküler aksidan, kalp ve böbrek hastalığı önemli komplikasyonlar olduğu gösterilmiştir.
We investigated hypertension incidence among °at patients and the patients from the province in Konya. The first group included 1000 randomized out patients and the. second group included 2036 patients examined during health sereening studies in certain areas. We used World Health Organisation criterias for hypertension diagnosis. In first group hypertension incidence among patients under 45 years old was 22.5%, 46-60 years 44.5%, 61 years and over 60.3% and the mean 32.5%. In second group hypertension incidence among patients under 45 years oid was 14,2%, 46-60 years 42.2%, 61 years and over 44% and the mean 23,1%. The hypertension incidence increases gradually in older patients and most of them are mild cases, obesite and diabetes mellitus are important risk factors, cerebrovascular accident, cardiac and renal pathologies are the most common complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostanoidlern Kan Basıncı Regülasyonundaki Rolü
Ayşegül Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Prostanoidlern Kan Basıncı Regülasyonundaki Rolü
The Role Of Prostanoıds In Blood Pressure Regulatıon
Prostanoidler, güçlü biyolojik etkinlik gösteren endojen maddeler olup siklooksijenaz ürünü olan prostaglandinler, prostasiklin, tromboksanlar ve lipooksijenaz ürünü olan lökotrienlcr olarak dört alt grupta toplanabilir (1). Prostoglandinlerin siklopentan hal-kasındaki substituentlerin pozisyonuna göre A, B, C, D, E ve F gibi birçok çeşitleri vardır. Biyolojik yönden en önemli türevler PGE ve PGF grubudur (2). Hemen hemen tüm dokularda sentez edilirler. Sentezlendikleri dokuda bulunan enzimlerle veya kan dolaşımı ile akciğer, karaciğer ve böbrek korteksinden geçerken bu organlardaki enzimler tarafmdan inaktive edilirler (3). Bu hızlı inaktivasyon nedeniyle prostanoidler lokal hormo-n olarak kabul edilirler. PGEI, PGE2 ve PGFlerin inaktivasyonundan sorumlu organ akciğerleri PGI2 (prostasiklin) ve 6-keto PGE1 inaktivasyonundan sorumlu organ ise karaciğerdir (4, 5, 6 )
Prostanoidler, güçlü biyolojik etkinlik gösteren endojen maddeler olup siklooksijenaz ürünü olan prostaglandinler, prostasiklin, tromboksanlar ve lipooksijenaz ürünü olan lökotrienlcr olarak dört alt grupta toplanabilir (1). Prostoglandinlerin siklopentan hal-kasındaki substituentlerin pozisyonuna göre A, B, C, D, E ve F gibi birçok çeşitleri vardır. Biyolojik yönden en önemli türevler PGE ve PGF grubudur (2). Hemen hemen tüm dokularda sentez edilirler. Sentezlendikleri dokuda bulunan enzimlerle veya kan dolaşımı ile akciğer, karaciğer ve böbrek korteksinden geçerken bu organlardaki enzimler tarafmdan inaktive edilirler (3). Bu hızlı inaktivasyon nedeniyle prostanoidler lokal hormo-n olarak kabul edilirler. PGEI, PGE2 ve PGFlerin inaktivasyonundan sorumlu organ akciğerleri PGI2 (prostasiklin) ve 6-keto PGE1 inaktivasyonundan sorumlu organ ise karaciğerdir (4, 5, 6 )
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Alt Kaliks Taşlarının Tedavisinde Ve Tekrar Taş Oluşumunda Kısmi Nefrektominin Rolü
Mehmet Kılınç, Mehmet Balasar, Selçuk Güven, Mehmet Arslan, Kadir Yılmaz, Alpay Sümer
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Alt Kaliks Taşlarının Tedavisinde Ve Tekrar Taş Oluşumunda Kısmi Nefrektominin Rolü
Management Of Lower Pole NephrolIthIasIs And Stone Recurrence: PartIal Nephrectomy
Amaç: Böbrek taş hastalığı, tedavi edildikten sonra sık nükseden bir hastalıktır. Böbrek taşlarının % 25-35’ini alt kaliks taşları oluşturmaktadır. Alt kaliks taşlarının tedavisinde pek çok seçenek olmasına rağmen kısmi nefrektominin nüks oranlarını azalttığı belirtilmiştir (1–4). Gereç ve yöntem: Kliniğimizde böbrek alt kaliks taşı teşhisi konan ve cerrahi tedavisi yapılan 57 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Böbrek anatomisi Sampaio ve ark. tarif ettikleri şekilde standart IVU' lerle değerlendirilerek, infundibula pelvik açı, infundibulum uzunluğu ve çapı ölçüldü. Alt pol nefrektomisi yapılan 29 hasta ile pyelolitotomi, nefrolitotomi ve pyelonefrolitotomi yapılan 28 hasta ortalama 79 ay takip edildi. Bulgular: Kısmi nefrektomi yapılan hastaların ameliyat öncesi ölçülen infundibulapelvik açı ortalamaları 57 dereceden ameliyat sonrası 108 dereceye yükselirken; pyelolitotomi, nefrolitotomi ve pyelonefrolitotomi yapılan hastalarda ortalama açı değerlerinde farklılık gözlenmedi. Alt pol nefrektomisi yapılan hastalarda 78 aylık takip sonucu taş nüksü oranı % 10, pyelolitotomi, nefrolitotomi ve pyelonefrolitotomi yapılan hastalarda ise 80 aylık takip sonucu % 21 idi. Sonuç: Kısmi nefrektomi ile alt kaliks taşı oluşumuna neden olan anatomik faktörün ortadan kaldırılması ile takiplerdeki taş nüks oranlarının azalması sağlanmaktadır.
Aim: Renal stone disease is a frequently recurrent disease. Among the renal stone diseases 25–35% is localized to lower pole. Despite different treatments of the lower caliceal stones, partial nephrectomy is assumed to decrease the rate of recurrence. Material and Method: In this study fifty-seven patients, (29 with lower pole nephrectomy and 28 with pyelolithotomy, nephrolithotomy and pyelonephrolithotomy) who were surgically treated for their lower caliceal stones, were re-evaluatnefed in our clinic retrospectively. Infundibulopelvic angle, infundibulum length and diameter were measured by standard IVP according to the renal anatomy definition made by Sampaio et al. The mean follow-up period for all the above mentioned patients was 79 months. Results: Whereas the mean infundibulopelvic angle of the patients, treated with partial nephrectomy, increased from 57 degrees preoperatively to 108 degrees postoperatively, the angle of the patients treated with pyelolithotomy, nephrolithotomy and pyelonephrolithotomy did not change. During the follow-up period, the recurrence rate in the patients, treated with partial nephrectomy, was in 78 months 10 percent, but in the patients; treated with pyelolithotomy, nephrolithotomy and pyelonephrolithotomy, in 80 months 21 percent. Conclusion: Partial nephrectomy decreases the recurrence rate of lower pole renal stones through eliminating the anatomical factors that cause stone formation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
Hüseyin Atalay, İbrahim Güney, Yalçın Solak, Halil Zeki Tonbul, Mehdi Yeksan, Nedim Yılmaz Selçuk, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
GabapentIn In The Treatment Of PaIn In HemodIalysIs PatIents
Amaç: Üremik nöropatiye bağlı ağrı yüksek yaygınlığına rağmen, teşhis ve tedavi yönünden göz ardı edilmektedir. Bu hastalarda genellikle kullanılan ilaç tedavileri etkin değildir. Biz bu çalışmamızda, hemodiyaliz hastalarında gabapentinin nöropatik ağrıyla birlikte yaşam kalitesi ve depresyona etkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya son dönem böbrek yetmezlikli 22 hemodiyaliz hastası dahil edildi (10 erkek ve 12 kadın, yaş ortalaması 62±3.53). Nöropatik ağrı tespit edilen hastalara 8 hafta süre ile günde 300 mg gabapentin tedavisi verildi. Tedaviden önce ve sonra yaşam kalitesi için SF-36 değerlendirme testi (fiziksel ve mental komponent skoru), depresyon için Beck depresyon envanteri (BDI) ve ağrı içinde Mc Gill ağrı anketi kısa formu (SFMPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) uygulandı. Bulgular: Gabapentin tedavisi ile birlikte ağrı skorlarında önemli derecede azalma tespit ettik. Total SF-MPQ skoru 21.32±8.74 den 7.5±5.72, VAS 6.4±2.15 den 2.45±1.81, PPI 3.18±1.1 den 1.3±0.88 düştü. Ayrıca SF-36 ve BDI skorlarında da anlamlı iyileşmeler tespit ettik (p
Aim: Despite its high prevalence, pain induced by uremic neuropathy is usually underrecognized during diagnostic process and undertreated. In most of the patients, traditional drugs are ineffective. In this study, we investigated the effect of gabapentin on neuropathic pain along with quality of life (QOL) and depression in hemodialysis (HD) patients. Methods: Twenty two patients with chronic renal failure who were on HD were included in our study (10 males and 12 females, mean age 62±3.53). We administered 300 mg/day gabapentin for 8 weeks to patients in whom neuropathic pain was detected. We administered SF-36 Evaluation Test (Physical Component Score and Mental Component Score) for QOL, Beck s Depression Inventory (BDI) for depression and Short Form of McGill s Pain Questionnaire (SF-MPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) before and after the treatment. Results: With gabapentin treatment, we found a statistically significant decrease in pain scale scores. Total SF-MPQ decreased from 21.32±8.74 to 7.5±5.72, VAS scale decreased from 6.4±2.15 to 2.45±1.81, PPI decreased from 3.18±1.1 to 1.3±0.88. We also determined significant improvements in SF-36 and BDI scales (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multiple Travma Orijinli Böbrek Yaralanmaları
Ali Acar, Kadir Karabacak, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Multiple Travma Orijinli Böbrek Yaralanmaları
KIdney Damages ResultIng From MultIple Trauma.
Multipl travma sonucunda böbrek yaralanması nedeniyle üroloji kliniğinde takip ve tedavi edilen 26 hastanın kayıtları incelendi. Hastalar saptanan patolojik bulgulara göre minör, majör ve vasküler yaralanma olarak sınıflandırıldı. Hastaların % 65.4 'ünde majör, % 34.6 ’sında minör böbrek yaralanması mevcuttu. Böbrek yaralanmalarının % 76.8 ’i künt travma orjinli idi. Majör böbrek yaralanmalarının % 88.8'inde multipl organ yaralanması birlikteliği vardı. Majör böbrek yaralanmalarında cerrahi tedavi, minör yaralanmalarda ise konservatif izlem uygulanmıştır. Multipl travma orjinli böbrek yaralanmaları erken dönemde hemoraji ve ürinoma, geç dönemde ise hidronefroz, hipertansiyon ve arteriovenöz fistül gibi komplikasyonlar nedeniyle acil yaklaşım ve tedavi gerektirmektedirler.
IVe evaluated the medical records of 26 patients vvith kidney injuries resulting from multiple trauma at urological department. The patients vvere classified as minör and majör depending on the pathological sign. 65.4% of the patients had majör renal damage vvere as 34.6% of the patients had minör renal damage. From kidney injuries 76.8% was blunt injuries. 88.8% of majör kidney injuries vvere associated with multiple organ damage. Surgical treatment's vvere used for majör renal traumas wereas only conservative treatment vvere used in management of minör renal injuries. VVhile emergency interferances vvere reçuired only due to early complications of multiple trauma like hemorrage and urinoma, and late complications like htfdronephrosis, hypertension and arteriovenoous fistulas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Alfa Tokoferol, Askorbik Asid, Triglıserid, Total Kolesterol, Hdl-Kolesterol, Ldl-Kolesterol, Ure Ve Kreatinin Düzeyleri
İsmail Öztok, Sadık Büyükbaş, Mehdi Yeksan, Süleyman Türk, Mustafa Yöntem, Bünyamin Kaptanoğlu, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Alfa Tokoferol, Askorbik Asid, Triglıserid, Total Kolesterol, Hdl-Kolesterol, Ldl-Kolesterol, Ure Ve Kreatinin Düzeyleri
Serum Alpha Toeopherol, AscorbIc AcId, TrIglycerId, Tutal Cholesterol, Hdl-Cholesterol, Ldl-Cholesterol, Urea And CreatInIne Levels In ChronIe Renal FalIure PatIens
Kronik Böbrek Yetmezliği (KBY) olan 30 oll;uda ve 35 sağlıklı kontrol grubunda serıun affa iokoferol, askorbik asid, trigliscrid, totral kolesterol. IIDL-kolesterol, LDL-kolesterol, üre ve kreatinin düzeyleri çalışıldı. Bu parametreler kontrol grubunda sırası ile 1,10 ± 0.01 mgldl, 1.02 ± 0.07 mgldl, 92.2 ± 32.57 mgldl, 168 ± 27.09 ingIdl, 47.4 ± 5.23 mgI dl, 104.2 ± 27,94 !ngldl, 34.6 ± 5.18 nıgldl ve 0.48 ± 0.09 mg1d1 olarak ve KBY grubunda ise 1.104 ± 0.009 mgldl, 0.47 ± 0.17 mgldl, 204.2 ± 39.62 mgi dl, 199.3 ± 45.73 mgldl, 25.93 ± 7.01 mgldl, 125.6 ± 34.8 mgldl, 2235 ± 79.18 mgldl ve 10.24 ± 4.79 ingldl olarak saptandı. Bu sonuçlai-a göre KEY grubuna ait trigliserid, total ve LDL-kolesterol düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiki açıdan önemli derecede yüksek (Trigliserid için p<0,001 to-tal kolesterol için p<0.005, LDL-kolesterol için p<0.01, üre için p<0.001 ve kreatinin için p<0.001) Askorbik asid ve IIDL-kolesterol düşzeyleri ise düşüktü, (her ikisi içinde p<0.001). KBY olgularında alta tokoferol düzeyleri ise kontrol grubu değerlerine yakındır. Tozal kolesterol ile LDL-kolesterol arasında pozitif bir korelasyon saptanıruştır (r = 0.719, t = 5.48).
Serum Alpha Toeopherol, Ascorbic Acid, Triglycerid, Tutal Cholesterol, IIDL-Cholesterol, LDL-Cholesterol, Urea and Creatinine Levels in Chronie Reno! Faliure Patiens Chronic renal fidlure patients sera were analyzed for alpha tocopherol, rucorbic acid, totrıl cholesterol, triglycerid, IDL-cholesterol, LDL-cholesterol, urea and creatinine. These values were compared with those of healthy subjects. The serum samples were obtained from 35 normal healthy and 30 patients with chronic renal failure. Nortnal healthy peopk serum kvels were: alpha tocopherol 1.10 ± 0.01 mgidl, ascorbic acid 1.02 ± 0.07 mgldl, total cholestcrol 168 ± 27.09 mgidl, triglycerid 92.2 ± 32.57 ingldl, HDL-cholesterol 47.4 ± 5.23 mgldl, LDL-cholesterol 104.2 ± 27,94 urea 34.6 ± 5.18 nıglıll,. .creatinine 0.48 ± 0.09 ?right/. The serum levels of patients with chronic renal failure were: alpha tocopherol 1,104 ± 0..009 mgldl, ascorbic acid 0.47 ± 0.17 mgidl, triglycerid 204,2 ± 39.62 in►Idl, cholesterol 199.3 ± 45.73 ingidl, 11DL-cholesterol 25.93 ± 7.01 mgldl, LDL-cholesterol 125.6 ± 34.8 nıgidl, urea 223.5 ± 79.18 creatinine 10.24 ± 4.79 ingldl. The follo•ing values of patients were higher than those nf healthy subjects: iriglycerid (p<0.00I ), choksterol (p<0.005), LDL-chole►terol (p<0.01), urea (p<0.001), ceratinine (p<0.001). On the other hand, ascorbic acid and 11D1.-rholesterol values were lower (p<0.001). Alpha levels of the patients were normal. A po►itıı-t' correlation was found betwcen cholesterol and LDL-choksterol = 0.719, t =5.,48).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Doz Florun Sıçan Dokularına Etkisi
Alparslan Gökçimen, Özden Çandır, Mehmet Ali Malas
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Doz Florun Sıçan Dokularına Etkisi
The Effect Of HIgh Dose FlorId On Rat TIssue
Çalışmamızda, yüksek dozda uzun süreli flor zehirlenmesi oluşturulan sıçanların karaciğer, böbrek, dalak, ovaryum, testis ve pankreas doku örneklerinde görülen etkileri araştırmayı amaçladık. VVistar Albino cinsi 20 adet sıçan eşit olarak deney ve kontrol grubu olarak iki gruba [10 (5 erkek + 5 dişi) + 10 (5 erkek + 5 dişi)] ayrıldı. Kontrol grubunun içme suyunda flor oranı 1 ppm olacak şekilde, deney grubuna ise 150 ppm flor içirecek şekilde 17 hafta süreyle verildi. Karaciğer, böbrek, dalak, ovaryum, testis ve pankreas doku örneklerinden alınan parçalar ışık mikroskobunda değerlendirildi. Deney grubunda; karaciğerde lobul periferinde fokal sinuzoidal dilatasyonlar, por- tal alanda yer yer lenfosit infiltrasyonu, hepatositlerde az miktarda hidropik ve vakuoler dejenerasyon gözlendi. Böbrekte ise, gerek proksimal gerekse distal tubuluslarda hafif hidropik dejenerasyon tespit edildi. Deney grubun daki dalak, ovaryum, testis ve pankreas kesitlerinde ise herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Yüksek doz verilen florun başta karaciğer olmak üzere daha sonra böbrek dokusu üzerinde minimal düzeyde yapısal değişikliklere yol açarken; testis, ovaryum, dalak ve pankreas dokusu üzerine ise önemli bir etkisinin olmadığı sonucuna varıldı.
İn our study, kVe have aimed to search the findings seen on the tissue specimens taken from the liver, kidney, ovary, testis and pancreas of many rats that have been poisoned by long- term high doses of florid. Twenty rats which belong to VVistar Albino species were being eçually separated into two groups, one is as the experimental group, the other as the control group [10 (5 male + 5 female) + 10 (5 male + 5 female)]. For a 17 weeks time, drinking water consisting of 1 ppm florid to control group and consisting of 150 ppm florid to experimental group has been given. Pieces taken from the tissue specimens of the liver, kidney, spleen, ovary, testis and pancreas were being examined under the light microscope. İn the experimental group, the following findings were being obtained: İn peripheral lobule of the liver, focal sinusoidal dilatations, in the portal area, lymphocyte infiltration; in hepatocytes a liftle hydropic and vacuolar degeneration; in the kidney either in proximal or distal tubule, a liftle hydropic degeneration were being determined. There hasn’t been seen any pathology in the spleen, ovary, testis and pancreas sections taken from the experimental group. As a result, it was determined that high doses of florid causes minimal structural changes primarily in the liver tissue and then in the kidneys, besides it has no considerable effect on the testis, ovary, spleen and pancreas tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Çocuklarda Böbrek Büyüklüğü: Ultrasonografik Çalışma
Saim Açıkgözoğlu, Haluk Yavuz, Mustafa Erken, Hasan Koç, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Çocuklarda Böbrek Büyüklüğü: Ultrasonografik Çalışma
Measurement Of Renal SIze In Normal ChIldren: UltrasonographIc Study
66 çocuğun böbreklerini ultrasonografi ile muayene ettik. Çocukların yaşları 2-12 arasında değişmektedir. Böbreklerin büyüklükleri ultrasonografi (US) ile belirlenmiştir. Böbreklerin uzunluğu ve eni, çocuğun yaşı, boyu ve kilosu ile değişmektedir.
We examined 66 children's kidney with ultraso-nography. They were between 2 and 12 years. Renal size has determined by ultrasonography. Renal length and width vary with age, height, and weight.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doz Morfin Hidroklorünün Rat Böbrekleri Üzerindeki Histolojik Etkisi * *
Ahmet Öztürk, Ahmet Salbacak, İlhami Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doz Morfin Hidroklorünün Rat Böbrekleri Üzerindeki Histolojik Etkisi * *
HIstologIcal Influences Of Low-Dose-Morphlne Hydrochlorur On Rat KIdneys
Bu çalışmada, düşük doz morfin hidroklorür'ün rat böbreği üzerindeki etkileri ışık mikroskobik seviyede belirlendi. Çalışmada 15'i erkek ve 15'i dişi olmak üzere 30 adet Sprague Davvley ırkı rat kullanıldı. Her iki cinsten 5'er adedi kontrol grubu, 10'ar adedi ise deney grubu olarak ayrıldı. Kontrol grubu hayvanlara günaşırı derialtı yoluyla serum fizyolojik (5mg/kg dozunda), deney grubu hayvanlara ise 5 mg/kg dozunda morfin hidroklorür verildi. Deney sonunda hayvanlar genel anestezi altında tamponlu formolle (pH=7.4) perfüze edildi ve böbrekler çıkarılarak morfometrik ölçümleri (en, boy, kalınlık) yapıldı. Takiben, böbrek dokusu örneklerinden rutin histolojik tekniklerle preparatlar hazırlanarak 7pm kalınlığında kesitler alındı ve boyandı. Preparatlar ışık mikroskobuyla incelendi. Yapılan incelemelerde, düşük dozda verilen morfin hidroklorürün glomerüler yıkımlanma, proksimal ve distal tubuluslarda epitel nekrozu ve deskuamasyonuna, damarlarda hiperemi ve hemorajilere neden olduğu tespit edildi. Tespit edilen bozuklukların, böbrek tubulus epitel hücrelerinde detoksifikasyon enzimlerine sahip olmayan ratlara özgü olabileceği ve metabolizması insana yakın olan bir türde benzer bir çalışmanın yapılmasının yararlı olacağı sonucuna varıldı.
İn this study the effects of low-dose morphine hydrochlorur on rat kidney vvere determined at light microscopical level. A total of 30 Sprague Davvley rats from both sexes (15 male and 15 female) vvere used. Five rats from both sexes vvere served as Controls, vvhereas 10 rats from each sex vvere used as experimental group. Control animals vvere injected subcutaneously vvith physiological şaline (5mg/kg), the animals of experimental group vvere given morphine hydrochlorur at a dose of 5 mg/kg in every other day. At the end of the experiment, the animals vvere perfused vvith buffered formaline (pH=7.4) under anaesthesia, and kidneys vvere extirpated, and morphometrical measurements (thickness, height, length) vvere taken. Follovving, kidney samples vvere processed by means of routine histological techniques and the sections vvere taken at 7pm thickness, and stained. Slides vvere then examined using light microscope. The investigations have revealed that the low-dose-morphine hydrochlorur caused to glomerular destruction, epithelial necrosis and desquamation in both proximal and distal tubuli, vascular hyperemia and hemorrhagies. Based on the findings, it was concluded that the results of this study might be specific to the rat kidney vvhich is devoid of detoxification enzymes in tubuler epithelial cells and a study should be performed on an animal having similar metabolism with human.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anestezi İle İnkarsere Skrotal Dev İnguinal Herni Onarımı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Ali Bal
Olgu sunumu
Özeti
Lokal Anestezi İle İnkarsere Skrotal Dev İnguinal Herni Onarımı
Local AnesthesIa WIth GIant Incarcerated Scrotal InguInal HernIa RepaIr
İnguinal herni operasyonları, genel cerrahi kliniklerinde sıkça uygulanan operasyonlardandır. Bu operasyonlar genel anestezi dışında spinal anestezi, epidural anestezi ve lokal anestezi gibi yöntemlerle de uygulanabilmektedir. Özellikle yaşlı, komorbiditesi ve ciddi anestezi riski olan hastalarda lokal anestezi ile fıtık onarımı başarıyla uygulanabilir. Literatürde lokal anestezi ile yapılan fıtık onarımlarının sonuçlarının genel anestezi ile yapılan onarımlardan farklı olmadığı bir çok çalışmada vurgulanmıştır. Bu sunumda redükte edilemeyen inguinal herni beraberinde hipertansiyon, diyabetes mellitus, konjestif kalp yetmezliği, kronik böbrek yetmezliği gibi komorbid hastalıkları olan 87 yaşında erkek hastaya acil şartlarda lokal anestezi altında yapılan fıtık onarımı tartışılmıştır. Lokal anestezi ile inguinal herni onarımı literatürde tüm yönleriyle değerlendirilmiş olmasına karşın inkarsere inguinal hernilerin lokal anestezi ile onarımı hakkında bilgi oldukça kısıtlıdır. Sonuç olarak strangülasyon riski düşük olan sıkışmış fıtıkların cerrahi tedavisinin lokal anestezi ile özellikle yaşlı ve komorbid hastalarda başarıyla uygulanabileceğini düşünüyoruz. Ancak lokal anestezi ve genel anestezi altında yapılan acil fıtık operasyonları arasında karşılaştırmalı bir çalışma yapılmasının bu konuda öneri yapabilmek adına faydalı olacağı kanısındayız.
Inguinal hernia operations are frequently performed at general surgery clinics. These procedures can be performed not only under general anesthesia but also with methods like spinal anesthesia, epidural anesthesia, and local anesthesia. Inguinal reparations can be successfully performed with local anesthesia especially on older patients, those with comorbidity and significant risk of anesthesia. An ample amount of studies in literature underline the fact that the results of hernia reparations performed under local anesthesia are no different than the results of hernia reparations done under general anesthesia. This report discusses the case of an 87-yearold male patient with comordid diseases like hypertension, diabetes mellitus, congestive heart failure, and chronic kidney failure as well as irreducible inguinal hernia who had to undergo emergency hernia reparation under local anesthesia. Although inguinal hernia reparation under local anesthesia has been comprehensively evaluated in literature, there is very limited information on the reparation of incarcerated inguinal hernias under local anesthesia. Consequently, we think that it is possible to use local anesthesia successfully to surgically treat incarcerated hernias with low risk of strangulation especially on senior and comorbid patients. However, we also believe that it would be of utmost significance to conduct a comparative study between emergency hernia operations performed under local anesthesia and general anesthesia in order to be able to recommend a safer solution on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Mehmet Kılınç, Kadir Yılmaz, Salim Güngör, Mehmet Arslan, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Nephrectomy Related IndIcatIons And ComplIcatIons In 150 PatIents
Son sekiz yıl zarfında nefrektomi uygulanan 150 hastada, endikas•onlar, yaş ve ınortalite oranı Yeniden incelendi. Kronik pyelonefrit en sık nefrektomi sebebidir (% 38). Böbrek tümörü ise üçüncü sık se-beptiı- (% 14). 150 vakanın 98'i erkek, 52'si kadındır. Genel mortalite oram % 1.33'tür. Fakat tümör ol-mayan vakalarda mortalite oranı hemen hemen sıfırdır.
The indications, age and mortality rate in a re-cent 8-vear eıperience with 150 nephrectomies reveiwed. Chronic pyelonephritis is the most .frequent condition (38 per cent) requiring nephec-tom•. Renal tıonor is the thinl frequent cause (14 per cent). Of 150 cases 98 were mıde, 52 }vere fe-male. The over-all mortalite rate was 1.33 per cent but was almost nil in the absence of malignancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cyclosporın A'nın Nefrotoksik Etkısı
Nahit Ökesli, Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, Mustafa Şahin, Yüksel Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Cyclosporın A'nın Nefrotoksik Etkısı
The NephrotoxIe Effect Of CyclosporIn
Bu çalışmada Cyclosporin Anın böbrek perfüzyonunda kullanılmastyla oluşan nefrotoksisitenin biokimyasal ve histo-patolojik olarak gösterilmesi amaçlanınıştır. Bu amaçla, 10 sokak köpeginde böbrek arter ve venası kateterize edildi. içinde 50 mg Cyclospor-in A bulunan + 4•C daki 200 ml ringer laktat solımyonu ortalama 8 dakika içinde ve bir metre yükseklikten perfüze edildi. Posı operatif kontrollerde BUN ve serum kreatininde anma gözlendi. Nef-rotoksisitenin hisio-patolojik özellikleri belirlendi. Bu yöntemle oluşan nefrotoksisite düşük doz kullanılarak azaltılabilir. Ancak bu uygulama sonucu oluşacak immünsüpressif etkinliğin de araştırılması gerekir.
A This study was carried out to shof the nephrotoxicıty due to renal perfwion with Cyclosporin A biochemically and histopathologically. Il'e have performed renal arterial and venous catheterisation in 10 dogs and persufsed 50 mg Cy-elosporin A in 200 ınl of lactated Ringer's solution at + 4'C ander 100 em water pressure through re-nal arter. Serum creatinin and BUN were increased in postoperative controls. The hıstopathologic fea-tures of the nephrotoxicity was determined. Nephrotoxicity developed by this procedure can be reduced down by using smaller dosage. Ilowewer, the immünosuppresive ejfect of reduced dosage should be studied.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anaflaktoid Purpuralı 106 Çocuğun Incelenmesı
Haluk Yavuz, Orhan Çelik, Hasan Koç, Ahmet Özel, Ümran Çalışkan, Dursun Odabaş, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Anaflaktoid Purpuralı 106 Çocuğun Incelenmesı
A Report Of 106 ChIldren WIth AnaphylactoId Purpura
1983-1990 yılları arasında anaflaktoid purpura teşhisi konulan 106 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalığın en çok 5-14 yaşları arasında görüldüğü, cinsiyet ayrımı= olmadığı gözlendi. Başta solunum yolları enfeksiyonu olmak üzere, hastaların %38 inde predispozan faktörler tesbit edildi. Hastaneye başlıca getiriliş sebepleri döküntü ile karın ve ekstremite ağristydı. Hasta-ların %100 önde derinin, %65 inde gastrointestinal sistemin, %42 sinde bobrekler ve ekstremitelerin etkilendiği tesbit edildi. Deri belirtileri kendisini daha çok alt ekstremile ve kalçalarda olmak üzere purpura ve peteşi şeklinde gösterdi. Gastrointestinal tutulumu olanların %38 inde kanama bulunurken, bir hastada pankreatit olduğu anlaşıldı. Hastalık vakaların %15 inde nüks gösterdi. Sedimantasyon ve protrombin zamanında uzama, CRP in pozitifleşmesi, ASO nun yükselmesi önemli laboratuvar anor-mallikleriydi. Bir hastada steroid tedavisi sırasında ileum perforasyonu geliştiği dikkati çekti.
In this retrospective investigation, 106 children diagnosed as anaphylactoid purpura between 1983-1990 were evaluated. The disease was mostly encountered 5-14 years old. There was no sex predilection. 38% of the patients had predisposan factors and most of them were respiratory tract in-fections. The important symptorns were cutaneous manifestations, abdornirzal pain, limp pain consec-utively. Skin (100%), gastrointestinal system (65%), kidneys and musculoskeletal system (42%) were mainly allected. The leading cutaneous manifestations were purpuras and petechias. 38% of the pa-tients with gastrointestinal manifestations had hemorrhage. One patient was diagnosed as pancreaii-tis. The percent of the recurrences was 15%. The noticable laboratory abnormalities were the increas-ing of erythrocyte sedimentation rate, the elongation of prothrombin time, CRP and ASO positivity. [Jetirn perforation was developed during corticosteroid therapy in a case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Ali Acar, Kadir Karabacak, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Neoadjuvant M-Vac (methotrexate, VInblastIne, DoxorubIcIn, CIsplatIn) Treatment Results In HIgh Grade Bladder Tumors.
Kliniğimizde 1996-1999 tarihleri arasında radyolojik ve patolojik olarak değerlendirilerek ileri evre mesane tümörü tanısı konmuş 27 hastaya neoadjuvan MVAC kemoterapisi uygulandı. % 15.4 klinik tam yanıt, % 34.6 klinik kısmi yanıt, % 34.8 klinik yanıtsızlık ve % 19.7 progresyon gözlendi. Hastalardan bir tanesi tedavi sırasında yaygın tümör metastazı ve nötropenik sepsise bağlı olarak yaşamını yitirdi. En sık görülen yan etkiler bulantı-kusma, geçici böbrek yetmezliği, lökopeni ve trombositopeni idi. M-VAC tedavisi kinik yanıt oranının çok yüksek olmamasına karşın düşük yan etki profiliyle ileri evre mesane tümörü olan uygun hastalarda stage düşürmek suretiyle TUR ve diğer alternatif cerrahi seçeneklerine imkan sağlamaktadır.
During 1996 and 1999, we applied MVAC in 27 patients whose final stage bladder tumor depends on pathological and radiological bases at urological department. 15.4 % had complete response, 34.6 % had partial clinical response, 34.8 % hadn’t any clinical response and 19.7% had progression. One of the patient died due to a wide spreed tumor metastasis and neutropenic sepsis during the treatment. The most common side-effects were nausea- vomiting, transient renal failure, leucopenia, and trombocytopenia. M-VAC therapy showed it’s beneficial effect by decreasing the stage so providing TUR possibility and other alternative surgical procedurs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bobızek Leiomyosarkomu
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Bobızek Leiomyosarkomu
LeIontyosarconıa Of The KIdney (a Case Report)
Primer renal sarkomlar, böbrek tümörlerinin sa-dece %37inü teşkil ederler. Klinigimize högiir agrısı ve hematiiri nedeniyle başvuran 52 yaşında bir hasta-da, renal leiomyosarkom teşhis edilmiştir. Tanı, pa-tolojik olarak da kesinleştirilmişitir. Bu makalede, renal leionıyosarkomu olan bu hasta, literatür bilgileri eşliğinde tartışılarak sunuldu.
Primaıy renal sarcoma represent 3% of alt kidney tumors. We diagnosed in our clinics 52 year old pa-tient complainingflank pain and her taturia was seen in our clinics. A diagnosis of leiornyosarcoma was made on pathologic examination. In this artiele, this patient with renal leiomyosarcoma are reported and relevant liıerature was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Pelvisınin Yassı Hocreli Karsinomu
Salim Güngör, Özden Vural, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Pelvisınin Yassı Hocreli Karsinomu
Squamous Cell CarcInoına Of The Renal PelvIs
Yassı epitel hücreli karsinom, primer malign böbrek tümörlerinin yalnızca % 2 sini teşkil eder. Bu makalede, böbrek pelvisinde yassı eperil karsinomu olan, 53, 54 ve 56 yaşlarında üç erkek hasta, literatür bilgileri eşliğinde tartışılarak sunuldu.
Squamous cell carcinomas represent only 2% of all primary malignant kidney tumors. İn this article, three men, 53,54 and 56 vears old, with squamous cell carcinoma of the renal pelvis are reported and relevant literature was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
Atilla Semerciöz, Kadir Yılmaz, Halim Bozoklu, Ahmet Öztürk, Mehmet Kılınç, Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of KIdney Masses WIth Renal AngIography, Ultrasonography And ComputerIzed Tomography
986-1989 yılları arasında S.U. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında Intravenöz Urografide (IVU) böbrekte kitle teşkil eden lezyonu bulunan 10 yakaya diagnostik ultrasonografi, selektif renal anjiografi ve bunlar içinden 6 yakaya komputerize tornografi uygulandı. Bu metodlarda teşhisteki doğruluk oranı ultrasonografi (US) ve renal anjiografide %90, komputerize tomografide (CT) ise %83 olarak tespit edildi.
Possible mass forrning lesions revealed by intraveneous urography (IVU) At The Department of Urology, Faculty of Medicine, Selçuk University from 1986 ta 1989, studied further. The suspected lesions were then eveluated by diagnostic ultrosonography, selective renal angiography and addilion-al computerized tomography for 6 of 10 patients. The true of massive lesions by uhrasonography and renal angiography were verıfication 90% and this was 83% for computerized tomography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
Atilla Semerciöz, Kadir Yılmaz, Halim Bozoklu, Ahmet Öztürk, Mehmet Kılınç, Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrekte Kitle Teşkıl Eden Lezyonların Renal Anjiografı, Ultrasonografi Ve Komputerize Tomografi İle Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of KIdney Masses WIth Renal AngIography, Ultrasonography And ComputerIzed Tomography
1986-1989 yılları arasında S.U. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında Intravenöz Urografide (IVU) böbrekte kitle teşkil eden lezyonu bulunan 10 yakaya diagnostik ultrasonografi, selektif renal anjiografi ve bunlar içinden 6 yakaya komputerize tornografi uygulandı. Bu metodlarda teşhisteki doğruluk oranı ultrasonografi (US) ve renal anjiografide %90, komputerize tomografide (CT) ise %83 olarak tespit edildi.
Possible mass forrning lesions revealed by intraveneous urography (IVU) At The Department of Urology, Faculty of Medicine, Selçuk University from 1986 ta 1989, studied further. The suspected lesions were then eveluated by diagnostic ultrosonography, selective renal angiography and addilion-al computerized tomography for 6 of 10 patients. The true of massive lesions by uhrasonography and renal angiography were verıfication 90% and this was 83% for computerized tomography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavsanlardaki Eswl Uygulamalarında Verapamıl, Allopurınol Ve İndometazilsein Bobrek Parankimine Koruyucu Etkıleri
Ercüment Y. Acarer, Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Hüseyin Vural, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Mehmet Özeroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Tavsanlardaki Eswl Uygulamalarında Verapamıl, Allopurınol Ve İndometazilsein Bobrek Parankimine Koruyucu Etkıleri
The ProtectIve Effects Of VerapamIl, Lopu•Inol And IndomethasIne On Renal Pa-Ranchyme Is Eswl ApplIcated RabbIts
SWL list zrrrirrer sistem ta; hastaligl tedavisinde guvenli ve etkili bit- tedavi yontemi olmasma rag-men,bobrek fonksiyonlart ve histolojik ,sty fiktiir ley lyre ban °kunst!: etkikride mevcuttur. Verapamil, allopurinol ve it.idometazinin Mbrek liarankim koruycu etkileri Tay.yanletpda bobrek fonksiyonlartm de-kerlendirmek amactyla iiriner beta NAG, GGT, beta-2 mikroglobulin dazeyleri esas almarak ve-rapantil, allopurinol ve irxdorrreiazirrirr. ESWL ye bagli bObrek parankim hasarzni azaltio etkileri arayttrildi. Ilygulamalarda ESIi/Linin bobrek lizerine ge-gicide olsa fokal hasar meydana getirdigi„ uy-gulanan druglarm ESWL ye baVt bObrek ha sartm amino etkisinin olmadzet gözlendi.
Although it is a safe and effective treatment met-hod in upper urinary tract nehprolithiasis, ESWL has some untoward effects on renal structure and function. It has been reported that verapamil, allopurinol and indomethasine have protective effects on. renal paranchyme, In order to evaluate renal functions in rabbits we studied ESWL related renal paranchymal damage reducing effects of verapamil, allopurinol and in-domethasine. We Used urinary beta NAG. GGT and beta-2 microglobutin levels as relferance. As a result we observed that ESWL. has a focal effects leading to damage on paranchyme which may be temporary ul above mentioned drugs doesn't reduce these effects orswell.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ürogenital Sistem Travmaları
Kadir Yılmaz, Halim Bozoklu, Ahmet Öztürk, Tamer Yazıcıoğlu, Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Ürogenital Sistem Travmaları
Injurıes To The GenItourInary Tract
1986-1990 yılları arasında S.O. Tip Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına müracaat eden Ürogenital Sistem Travmalı25 hasta gözden geçirildi. 2'si kadın 23'ü erkekti. Hastaların 12'si trafik kazası, 9'u yüksekten düşme, 2'si kesici delici alet yaralanması sonucu müracaat etti. Bu hastaların 11 tanesinde üretra, 8 tanesinde böbrek, 2'sinde üreter, 4'ünde de mesane yaralanması mevcuttu.
The 25 Consequitive cases of urogenital trauma treated al Selçuk Medical Hospital between 1986-1990 are reviewed. Of the 25 cases of urogenital traurna 23 was male and 2 female. Of 21 patient with blunt trauma 12 was due to motor vehicle accident, 9 falling down_ Of 25 patient with penetrating 2 was due to stab wounds and 2 gunshot wounds. Of 25 patient with urogenital trauma 11 had posterior urethra rupture, 8 renal trauma, 2 ureter and 4 bladder trauma
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Recai Gürbüz, Ali Acar, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Osman Yılmaz, Tahsin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Effects Of CIlazaprIl In Rats WIth Re-Noraseular HypertansIon: An ExperImental Study
Yeni bir kotn enzim olan ci-la:april'in spontan hipertansif rutlarda kan memu bOlgesel kan aktnuni bnb-reklerde (.7c. 25. midede % 37, iletanda % 57 ye cultic 37 artu-dtgi bildirilmektedir. Operative olarak persiyel renal arter ohs-triiksiyontt saklanarak renovaskfiler hipertanslyon geliviribm4 ratlarda giitaliik 2.5 mg doziarda uygulamalarimn bobreklerdeki etkinligi araptrilmtvir.
It was reported that cila:april, a new ACE in-hibitor, decreases arteial blood pressure, ine-reases regional flows by 25 %. in the kidney, 37 gf in the stomach, 57(. in the ileum and 37 % in the skin in spontaneously hyper tansive rats. 11-e evaluated the effects of treatment with ci-la:april (2.5 mg once a day) to kidneys in rats with renovasetilar hvertension that occurred partial renal artery SIC110SiS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavsanlarda Eswl Uygulamalarının Meydana Getırd1 I Histopatoloak Hasarlarda Verapamıl, Allopurinol Ve Indometazının Koruyucu Etkılerı
Ercüment Y. Acarer, Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Özden Vural, Mehmet Özeroğlu, Murat Büyükdoğan, Şükrü Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Tavsanlarda Eswl Uygulamalarının Meydana Getırd1 I Histopatoloak Hasarlarda Verapamıl, Allopurinol Ve Indometazının Koruyucu Etkılerı
ProtectIve Effects Of VerapamIl, AllopurInol And EndomethasIn In The HIstopathologIcal De-TrIages Occured DurIng Eswl Procedures In Rab-BIts.
ESWL üst üriner sistem ta,s- hastaligunn te-davisinide yaygm olarak kullamlan giitirerali bir te-davi vantemidir. Bununla birlikte klinik calqmalar ESWL ile tedaviden sonra bobreklerde bazi striik-tiirel clegisiklikler ineydana geldigirai ortaya koy-maktadir. Verapamil, allopurinol ye indoinetazin gibi bazi bisbrek parankinti koruyucu etkileri oldugu bilinmektedir. Taiwnlarda ESWL ye baglz bObrek parankim hasarz ve verapamil, allopurinol ye indometazin'in bu hasarlarz onlemede etkinlikleri araviradi. ESWL uvgulatnalarina baglz etkilenmiy yandaki bobreklerde makroskopik ve mikroskopik de-g4iklikler ortaya kommq, ancak korztyucu azellikli ilaclarm bu hasarlari azaltmadigt, hatta olumsuz yande etki yaptzgl gozlenmi§tir.
ESit'L is a safe and commonly used therapeutic modallyty in the treatment of upper urinary system stones. However, clinical studies have revealed some structural deformities in kidneys following ESWL treatment. The renal paranchymal protective effects of some drugs, such as verapamil, allopurinol and in-domerhasin are well known. In this study, the renal parandvmal demages due to ESWL and the protective effects of verapamil, al-lopurinol and indomethasin on this dernage were ey-perimentaly investigated in rabbits. Macro and microscopic changes in the effected kidney, after ESWL applications, were demostrated but no protective results of those drugs were ob-served even though the drugs had increased harp jill effects in the kidneys.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta