Fibromiyaljili Bayan Hastalarda Essitalopram İle Gabapentin Tedavilerinin Karşılaştırılması
Sami Küçükşen, Ali Sallı, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyaljili Bayan Hastalarda Essitalopram İle Gabapentin Tedavilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of EscItalopram And GabapentIn Treatment In Female PatIents WIth FIbromyalgIa
\r\n
ÖZET:
\r\n
\r\n
Gereç ve yöntem: Fibromiyalji tanısı konan 88 hasta randomize olarak iki gruba ayrıldı. 41 kişiden oluşan birinci gruba 1800 mg/gün gabapentin, 47 kişiden oluşan ikinci gruba ise 10 mg/gün essitalopram 12 hafta süreyle verildi. Başlangıçta ve çalışmanın sonunda hastalar ağrı, yorgunluk ve uyku bozukluğu (vizüel analog skala:VAS), depressif durum (Beck Depresyon Ölçeği:BDÖ) ve sağlıkla ilişkili yaşam kalitesi (Fibromiyalji Etkilenme Anketi:FEA) açısından değerlendirildiler.
\r\n
Bulgular: Oniki haftanın sonunda her iki grupta da ağrı, yorgunluk ve uyku bozukluğu VAS, BDÖ ve FEA skorları başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı derecede azaldı (p<0,05). İki grup birbiriyle karşılaştırıldığında, essitalopram kullanan grupta BDÖ’deki düzelme gabapentin grubuna göre daha belirgin idi (p<0,05).
\r\n
Sonuç: Hem gabapentin, hem de essitalopram fibromiyaljide ve eşlik eden semptomların tedavisinde etkilidir. Depresif semptomların ön planda olduğu hastalarda essitalopram tercih edilebilir.
\r\n
SUMMARY:
\r\n
Aim: To compare the efficacy and safety of escitalopram and gabapentin in patients with fibromyalgia.
\r\n
Methods: Eighty-eight female patients with fibromyalgia were included in the study. Patients were randomly divided into two groups. Gabapentin (1800 mg/day) was given to first group (n=41 patients), and escitalopram (10mg/day) was given to second group (n =47 patients) for 12 weeks. Patients were evaluated by the same observer for
pain, fatique,sleep disorder, depression and health quality at baseline and after the treatment. Pain, fatique and sleep disorders were measured with visual analog scale (VAS), depression was evaluated by Beck Depression Scale (BDS) and health-related quality of life was evaluated with
Fibromyalgia Impact Questionnarie (FIQ) .
\r\n
Results: Both gabapentin and escitalopram were associated with significantly improves scores on the pain, fatique,sleep disorder VAS, BDS and FIQ (p<0,05). Escitalopram treated patients displayed a significantly greater improvement in BDS than gabapentin treated patients (p<0,05).
\r\n
Conclusions
: Both gabapentin and escitalopram are efficacious for the treatment and other symptoms associated with fibromyalgia. Escitalopram is more preferable in the patients with more depressive symptoms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Stres Ve Depresyonda İmmün Cevaplar
İshak Özkan, Emine İnci Tuncer, Naci Kemal Kırca, A. Zeki Güney, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Stres Ve Depresyonda İmmün Cevaplar
Immune Responses In Acute Stress And DepressIon Cases
Bu çalışma, akut stres ve depresyonda immünglobulin ve kompleman düzeylerine kapsamaktadır. Bu amaçla 22 ölümcül hasta yakınından, DSM-III Kriterlerine göre depresyon tanısı almış 22 hastada?: ve 22 normal insandan kan örnekleri alındı. Serurnlarda radial irnmün dijfüzyon yöntemi ile IgA, IgM, IgG, C3 ve C4 değerleri araştırddı. Bu değerlerle her üç grupta çoklu korelasyon analizleri yapıldı. Stres ve depresyonla serum 1gM, IgG, C3 ve C4 değerleri arasında bir ilişki bulunamadı. Depresyonda Ise serim IgA düzeyi kontrol grubuna göre önemli derecede artış gösterdi (p<0.05).
Immunoglobulin and complernent levels were studied in patients having acute stress and depression. The relatives of the patients (22 of them) who 12re either canser or myocardial infarcts were treated as stressed patients, and patients (22 of them) determined to be depressed by DSM-III criteria and 22 normal people respectively, were selected for !his study. Blood samples (5 mi) were taken from thern intravenou-sly. IgA, 1gM, IgG, C3 and C4 level of the sera were determined by radial irnmunodiffusion technique. The values were analyzed by multiple regression analysis and it was found that neither stress nor depression has any affeci or relationship with the serum IgM, IgG, and C3 and C4 levels. However, IgA levels in the sera of depressed patients significantly remained higher than the control group (p<0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
ComplIcatIons Of Heart CatheterIzatIon In ChIldren
Tanı ve tedavi amaçlı kalp kateterizasyon girişimleri son zamanlarda giderek artmaktadır. Kalp kateterizasyonundan sonra özellikle kateter giriş yerinde tromboz, psödoanevrizma, arteriyovenöz fistül, kanama, enfeksiyon, distal embolizasyon gibi lokal komplikasyonlar ile verilen anestezik ajanlara bağlı solunum depresyonu, taşikardi ve bradikardi olmak üzere birçok komplikasyonlar gelişebilmektedir. Kliniğimizde Haziran 2010-Haziran 2012 yılları arasında kalp kateterizasyonu yapılan 120 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların, yaşları 9 gün ile 15 yaş arasında (ortalama 3.5 ± 4.2 yaş) olup, 58 (%48)’i kız, 62 (%52)’si erkek idi. Hastaların 102 (%85)’ine tanısal, 18 (%15)’ ine girişimsel işlem amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldı. Komplikasyonu gelişen 7 (%5.8) hastanın yaşları 9 gün ile 15 yaş (3.5 ± 4.2 yaş) arasında idi. İki hastada femoral hematom, bir hastada femoral kanama, iki hastada femoral tromboz, bir hastada bradikardi, bir hastada (midazolam ile yapılan) sedasyon sırasında solunum arresti gelişti. Femoral tromboz gelişen iki hastadan birine düşük molekül ağırlıklı heparin, diğerine düşük molekül ağırlıklı heparin ve pentoksifilin verildi. Femoral hematom gelişen iki hastaya ise lokal tedavi uygulandı. Dirençli bradikardi gelişen bir hastaya geçici pacemaker takıldı. Femoral kanama gelişen bir hastaya protamin sülfat tedavisi verildi. Midazolama bağlı solunum arresti gelişen bir hastaya solunum desteği yapıldı. Sonrasında hastalar şifa ile taburcu edildiler. Kliniğimizde kalp kateterizasyonu yapılan hastalardaki komplikasyonlar ve bu komplikasyonları artıran risk faktörleri retrospektif olarak incelendi. Kalp kateterizasyonu yapılan hastalar gelişebilecek lokal ve genel komplikasyonlar açısından yakından takip edilmelidir. Alınabilecek birtakım önlemler ile komplikasyon sıklığı azaltılabilir ve komplikasyonların erken tanı ve tedavisi ile morbidite ve mortaliteyi azaltılabilmektedir.
Diagnostic and therapeutic cardiac catheterization attempts have recently been increasing. Numerous complications may develop after cardiac catheterization, including local complications, such as thrombosis, pseudoaneurysm, arteriovenous fistula, bleeding, infection, and distal embolization at the catheter insertion site, as well as complications associated with the anesthetic agents, such as respiratory depression, tachycardia and bradycardia. A total of 120 patients, who underwent cardiac catheterization between June 2010 and June 2012 were retrospectively evaluated. The patients were aged from 9 days to 15 years (mean 3.5±4.2 years) and 58 (48%) were female and 62 (52%) were male. Of the 120 patients, 102 (85%) underwent a diagnostic cardiac catheterization procedure, whereas in 18 (15%) patients an interventional procedure was performed. Complications were encountered in 7 (5.8%) patients, aged from 9 days to 15 years (3.5±4.2 years). There were femoral hematoma in two patients, femoral bleeding in one patient, femoral thrombosis in two patients, bradycardia in one patient, and a patient developed respiratory arrest during sedation (with midazolam). Femoral venous thrombosis, which was seen in two patients, was treated with low molecular weight heparin in one case and with low molecular weight heparin and pentoxifylline in the other. Two patients who developed femoral hematoma underwent local treatment. One patient developed resistant bradycardia, for which a temporary pacemaker was inserted. A patient with femoral hemorrhage was treated with protamine sulfate. One patient, who developed respiratory arrest due to midazolam, was treated with respiratory support. All patients were discharged in a good condition after the treatment. The complications in patients who underwent cardiac catheterization in our clinic, and the risk factors for these complications were analyzed retrospectively. Patients undergoing cardiac catheterization should be closely monitored in terms of possible local and general complications. The incidence of the complications can be reduced by taking appropriate measures. The morbidity and the mortality can be reduced by early diagnosis and treatment of the complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
İbrahim Fatih Karababa, Erdinç Çiçek, İsmet Esra Çiçek, Fatih Kayhan, Rüstem Aşkın
Araştırma makalesi
Özeti
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
The AssocIatIon Between The ClInIal Features And The Course Of The Ilness In PatIents WIth BIpolar DIsorder
Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde izlenen Bipolar-I bozukluklu hastaların hastalığın başlangıç belirtileri, tanısal sorunlar ve aldıkları ilk tanılar araştırılmıştır. Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğinde, DSM IV- TR Tanı Ölçütlerine göre BP-I bozukluk tanısı almış olan 18 yaşından büyük, en az 5 yıldır düzenli takibi yapılan hastalardan ardışık 179’u dahil edilmiştir.Hastalara konulan ilk tanılarla klinik gidiş arasındaki ilişki araştırılmıştır. 179 Bipolar-I bozukluklu hastanın 121’ine (%67.6) başlangıçta farklı tanılar (%34.1 depresyon, %24.0 şizofreni, %9.5 diğer psikiyatrik bozukluklar) konulduğu, ortalama 6.3±7.4 yıl gecikmeyle BP-I tanısı konularak duygudurum düzenleyici ilaçların kullanılmaya başlandığı bulundu. Bipolar-I bozukluklu hastalara, farklı klinik belirtilerinden dolayı yanlış tanılar konulabilmekte ve uygun tedavilerine başlanılması gecikebilmektedir. Geç tanı konulması klinik seyri olumsuz etkileyebilmektedir.
In this study, onset of the signs, diagnostic problems and first diagnosis of the bipolar type I patients followed up in psychiatry department of Selcuk University Meram Medical School Hospital were investigated. 179 patients who applied to psychiatry outpatient clinic of Selcuk University Meram Medical School Hospital, consecutively and diagnosed as Bipolar Type I according to the DSM IV Criteria were enrolled. The relation between the first diagnosis of the patients and their clinical course were investigated. 121 (67.6%) of 179 Bipolar I patients had different diagnosis at the beginning (34.1% depression, 24% schizophrenia and 9.5% other psychiatric disorders), BP-I diagnosis was established and mood stabilizer were begun with approximately 6.3 ± 7.4 years delay. Bipolar I patients can be wrongly diagnosed due to the different clinical symptoms and beginning of the appropriate treatments can be delayed. Delayed diagnosis can negatively affect the clinical course.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
Halim Yılmaz, Gülten Erkin, Sami Küçükşen, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
CorrelatIon Between Body Mass Index And ClInIcal Parameters In FIbromyalgIa Syndrome
Fibromiyalji Sendromlu (FMS) kadın hastalarda klinik özelliklerle
vücut kitle indeksinin (VKİ) ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. 1990
Amerikan Romatoloji Cemiyeti (ACR) kriterlerine göre FMS tanısı
alan 162 kadın çalışmaya alındı. Hastalarda şikayet süresi, eğitim
düzeyleri, Vizüel Ağrı Skalası (VAS) ile ağrı şiddeti, hassas nokta
sayısı (HNS) skoru, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) skoru, Fibromiyalji
Etki Anketi (FEA) skoru belirlendi. Hastaların VKİ (kg/m²) hesaplandı.
Hastalar VKİ’ne göre normal kilolu (VKİ<25), fazla kilolu (VKİ=25-
29.9) ve obez (VKİ≥30) olarak üç gruba ayrılarak, üç grup arasında
FMS’nin klinik özellikleri karşılaştırıldı. Spearman sıra korelasyon
katsayısı kullanılarak FMS’li hastalarda VKİ ile FMS’nin klinik
özellikleri arasındaki ilişki araştırıldı. Normal kilolu grupta 52 (%
32.1) hasta, aşırı kilolu grupta 70 (% 43.2) hasta, obez grupta 40 (%
24.7) hasta yer aldı. Üç grup arasında HNS ve FEA skorları arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark mevcut iken, yaş, şikayet süresi, VAS
ve BDÖ skorları arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Korelasyon
analizinde VKİ ile HNS, FEA skoru, şikayet süresi ve yaş arasında
pozitif korelasyon, BMİ ile eğitim düzeyi arasında negatif korelasyon
saptandı. Sonuçlarımız FMS’li kadın hastalarda FEA ve HNS’nın VKİ
ile güçlü şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle yüksek
VKİ; FMS’nin şiddetini artıran bir durum gibi gözükmektedir. Biz bu
nedenle FMS’li kadın hastalarda kilo kontrolünün fiziksel fonksiyonları
ve hastalığın seyrini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz.
To investigate the correlation of body mass index (BMI) with
clinical parameters in women with fibromyalgia syndrome (FMS).
Under the criteria of 1990 American Council of Rheumatology, 162
women diagnosed with FMS were included. In each patient, duration
of complaints, level of education, pain severity via Visual Analogue
Scale (VAS), tender point counts (TPC), Beck Depression Inventory
(BDI) score, Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ) and BMI (kg/
m²) were measured. Patients were grouped as normal (BMI<25),
overweight (BMI=25-29.9) and obese (BMI≥30), and clinical
parameters of FMS were compared between groups. Via Spearman’s
ranked correlation coefficient, the association between BMI and FMS
was investigated. Fifty-two patients (34.4%) was present in group
with BMI<25, 70 (44.8%) in group with BMI=25-29.9 and 40 (%24.7)
in group with BMI≥30. While a statistically significant difference
was present as to TPC and FIQ between groups, no significant
association was found as to age, duration of complaints, VAS and
BDI scores. In the analysis, a positive correlation between BMI, and
TPC, FIQ scores, duration of complaints and age, and a negative
correlation between BMI and level of education were determined.
Our findings indicate FIQ and TPC are strongly correlated with BMI,
and higher rate of BMI seems to increase the severity of FMS. So,
it is considered that weight control may positively impact physical
functions and course of the condition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fonksiyonel Karın Ağrısı Olan Çocukların Yaşam Kaliteleri Ve Psikiyatrik Özellikleri
Mahmut Abuhandan, Hasan Kandemir, Cemil Kaya, Bülent Güzel, İbrahim Fatih Karababa, Bülent Koca, Muazzez Çevik
Araştırma makalesi
Özeti
Fonksiyonel Karın Ağrısı Olan Çocukların Yaşam Kaliteleri Ve Psikiyatrik Özellikleri
QualIty Of LIfe And PsychIatrIc PropertIes In ChIldren WIth FunctIonal
abdomInal PaIn
Bu çalışmada fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve ergenlerde,
rahatsızlığın yaşam kalitesi ve psikiyatrik belirtileri üzerine etkisinin
değerlendirilmesi amaçlandı. Roma III kriterlerine göre fonksiyonel
karın ağrısı tanısı alan 30 hasta ile birlikte yaş ve cinsiyetleri eşleşmiş
30 sağlam çocuk kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Gruplara,
Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocuklar için DurumlukSüreklilik
Kaygı Ölçeği (ÇDSKÖ) ve Çocuklar için yaşam kalitesi
ölçeklerinin Ebeveyn ve Çocuk formları (ÇİYKÖ-E ve C) uygulandı.
Fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve ergenlerin yaşam kalitesi
tüm ölçek puanları, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı
derecede düşük bulundu (p<0.001). Fonksiyonel karın ağrısı olan
çocuk ve ergenler için yaşam kalitesi ebeveyn açısından tüm ölçek
puanları, kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede
düşük bulundu (p<0.001). Fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve
ergenlerin çocuklar için depresyon ölçeği, çocuklar için süreklilik
kaygı ölçeği ve çocuklar için durumluluk kaygı ölçeği puanları, kontrol
grubun göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p
değerleri sırasıyla p<0.001, p=0.003, p=0.001). Fonksiyonel karın
ağrısı olan çocukların, kontrol gruplarına göre yaşam kalitesinde
azalma, sürekli kaygı içinde oldukları ve depresyona meyil oldukları
tespit edildi.
In this study, it was aimed to evaluate the effects of functional
abdominal pain and psychiatric signs on life quality in childrens and
adolescents. 30 patients diagnosed with functional abdominal pain
according to Roma III criterias and 30 healthy children as control
group matched of age and gender were included in the study. Child
Depression Inventory (CDI), State-Trait Anxiety Inventories for
Children (STAI-C) and Pediatric Quality of Life Inventory Parent
and Child Versions (PedQL-P and C) were applied to both patient
and control groups. All scale scores of life quality of childrens
and adolescents with functional abdominal pain were statisticaly
significance lower than control group (p<0.001). All the score of
life quality in terms of parents of childrens and adolescents with
functional abdominal pain were statisticaly significance lower than
control group (p<0.001). Depression scale, trait anxiety inventory
and state anxiety scores for children and adolescents with functional
abdominal pain were statisticaly significance higher than control
group (p<0.001, p=0.003, p=0.001, respectively). When compared
to control group, lower life quality scale scores , increased anxiety
levels tendency to depression and generally decreased life quality
status were determined in functional abdominal pain group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
A TrIchotIllomanIc Who BelIeves HaIr Loss
Trikotillomani, tekrarlayan kronik saç yolmalarla karakterize, sıklıkla beraberinde eştanılı durumlarla ilişkili bir dürtü denetim bozukluğudur. Olguların çoğunluğunda trikotillomani sonucu saçlı deride tam ya da kısmi alopesi oluşur. Erişkinlerde genellikle trikotillomani ile birlikte psikiyatrik eştanı çok yaygın görülmektedir. En sık affektif bozukluklar, anksiyete bozuklukları, bağımlılık bozuklukları birliktelik gösterir. Trikotillomaninin etkisi oldukça geniş ve ciddi olabilir. Kişiler arası ilişkiler üzerine olan olumsuz etkileri olduğu gibi toplumdan, sosyal aktivitelerden kaçınmaya neden olabilecek çok sayıda olumsuz etkileri vardır. Tedavi genellikle psikiyatrist ve dermatologların ortak katılımı ile olur. Bu yazıda alopesia totalisi olan ve yıllarca sadece dermatolojiye başvuran ve sonucunda tedavi olamadığına inanan genç bir bayan olgu sunulmuştur. Bu olgu saç yolma davranışını yıllarca gizlemesi ve sonucunda depresyon kliniği ile prezente olması ve uzun süre trikotillomaninin yaşam kalitesini nasıl bozduğuna yönelik iyi bir örnek olduğu düşünülerek hazırlanmıştır.
Trichotillomania characterized by recurrent chronic hair pulling is an impulse control disorder which is associated with comorbid conditions. In most cases trichotillomania results in a total or partial scalp alopecia. The psychiatric comorbidity is usually seen with trichotillomania in adults. The most common psychiatric comorbidities are affective disorders, anxiety disorders, addiction disorders. The effect of trichotillomania can be quite large and serious. It has many negative effects such as either on relationships between people or causing avoid social activities. The treatment of trichotillomania usually involves participation of both psychiatrists and dermatologists. In this article, a case of a young female patient, who has applied only dermatology policlinic for many years with diagnosis of alopesia totalis and not believing being treated in result, is presented. This case has been prepared as a good example of that trichotillomania causes the depresion and the decrease on the quality of life.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
Safiye Seçil Akgün Çalışkanyürek, Duygu İlke Yıldırım, İkbal İnanlı
Araştırma makalesi
Özeti
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
The Effect Of Mental Status Of Mothers Aged 18-49 Years On AttItude To BreastfeedIng
Amaç: Son yıllarda anne sütü ve emzirme kadar kıymetli olan bir diğer husus da doğum sonrası lohusa
annelerin ruhsal durumudur. Çalışmanın amacı 18-49 yaş arası lohusaların doğum sonrası depresyon ve
anksiyete düzeylerinin emzirme tutumuna olan etkisini değerlend irmektir.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma 1 Şubat 2021 ile 1 Ağustos 2021 tarihleri arasında Aile sağlığı
merkezlerine kayıtlı olan lohusa ve yeni doğan aşısı için başvuran 18 yaş üstü, gebelik öncesi veya
gebelik döneminde psikiyatrik hastalığı olmayan 243 katılımcı i le yapılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim düzeylerinin, anne sütünün gerekliliğinin, emzirme bilgi düzeyinin ve emzirme
süresinin emzirme tutum düzeylerini etkilediği görülmüştür. Doğum haftalarına göre emzirme tutumlarını
incelediğimizde, 32 hafta öncesi doğum yapan katılımcıların emzirme tutumlarının 36 hafta ve üzerinde
doğum yapanlara kıyasla daha yüksek düzeyde olduğu görüldü (p=0,001).
Sonuç: Emzirme tutum düzeylerine etki eden en önemli değişkenin durumluk kaygı olduğu görülmüştür.
Durumluk kaygısı ve doğum sonrası depresyon düzeyi konusunda destek alan kadınların emzirme tutum
düzeyleri daha iyi olacağı için bu konu ilgili anneler ile iletişimin artırılmasının anne ve bebek sağlığını
olumlu yönde etkileyeceği söylenebilir .
Aim: Another issue that is as important as breast milk and breastfeeding today is the mental health of
postpartum mothers. The aim of the study is to evaluate the effect of postpartum depression and anxiety
levels of puerperant women aged 18-49 on breastfeeding attitude s.
Patients and Methods: This study was conducted with 243 participants over the age of 18, who did
not have any psychiatric disease before or during pregnancy, who applied for puerperal and newborn
vaccination between February 1, 2021 and August 1, 2021, registered to the central family health centers.
Results: It was observed that women's education, necessity of breast milk, breastfeeding knowledge
level and breastfeeding duration affected their breastfeeding attitude levels. When we examined the
breastfeeding attitudes according to the weeks of birth, it was seen that the breastfeeding attitudes of
the participants who gave birth before 32 weeks were at a higher level than those who gave birth at 36
weeks or more (p=0.001).
Conclusion: It is evaluated in terms of the state of the optimizable how it affects the views according to
the results. In the field of education, which receives support in state anxiety and postpartum appearance,
it can be played that the body will affect the mother and baby positively, regarding the communication in
this regard, for better general appearance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Aydin Akyuz, Ramazan Uygur, Seref Alpsoy, Veli Caglar, Dursun Cayan Akkoyun, Bilal Burak Baltaci
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Anomaly Of RIght Coronary, Lad, And Cx ArterIes OrIgInatIng From
rIght SInus Valsalva
Tek koroner arter bütün koroner arter anomalileri içerisinde
yaklaşık olarak % 2-4 oranında gözlenir. Bizim vakamızda, 48
yaşında bayan hastada egzersize bağlı göğüs ağrısı ve yorgunluk
vardı. Hastanın egzersiz elektrokardiogramında 9 mets iş gücünde ST
depresyonu sonrası, biz koroner anjiografide orijinal sol ana koroner
arterin yerinde olmadığını sol ön inen arterin ve sirkumfleks arterin
sağ sinus Valsalvadan sağ koroner arterle birlikte çıktığı çok nadir bir
tek çıkışlı koroner arter anomalisi olduğunu gösterdik. Medikal tedavi
olarak beta bloker ile hastanın semptomları düzeldi. Bu tip koroner
arter anomalileri oldukça seyrektir ve ani ölüm sebebi olabilir.
Single coronary artery is observed in approximately 2-4% of all
coronary artery anomalies. In our case, 48 years old female patient
had exercise-induced angina pectoris and fatigue. After her exercise
electrocardiogram revealed ST depression during 9 mets, we
demonstrated a single coronary artery as an extremely rare anomaly
of coronary artery in which there was no original left main artery as
well as right coronary artery, left anterior descending and circumflex
arteries were originated from right sinus Valsalva. On medical
treatment with beta blocker, her symptoms had recovered. This type
of coronary anomalies is very infrequent and may be a reason of
sudden death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Recep Dursun, Özgül Bike Yücalan
Araştırma makalesi
Özeti
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Assesment Of The AnxIety And DepressIon Levels Of The UnIversIty Students Who ApplIed To The Dermatology OutpatIent Department In MedIcal Center
Amaç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyon düzeylerinin, diğer polikliniklere başvuran ve hastalık tanısı alan üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması amaçlandı. Ayrıca bu her iki grubun anksiyete ve depresyon düzeylerinin, herhangi bir fiziksel rahatsızlığı olmayan sağlıklı (kontrol grubu) üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Medikososyal Dermatoloji polikliniğine başvuran 451 üniversite öğrencisi hastaya, dermatoloji polikliniği dışında kalan diğer polikliniklere (psikiyatri polikliniği hariç) başvuran 155 üniversite öğrencisi hastaya ve fiziksel herhangi herhangi bir şikayeti olmayan 152 üniversite öğrencisine (kontrol grubu) Hastane Anksiyete ve Depresyon (HAD) testi uyguladık. Test sonrası ortaya çıkan toplam puanlara göre grupların anksiyete ve depresyon düzeyleri ortaya çıkarıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilerek gruplar arasında anksiyete ve depresyon yönünden anlamlı fark olup olmadığı araştırıldı. Bulgular: Yapılan çalışmada; dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyonları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyonları arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Sonuç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri oldukça yüksek bulunmuştur. Bu bakımdan poliklinik doktorları hastalarının psikolojik durumlarını da dikkate almalıdır.
Aim: This study aimed to compare the anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department with anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the other outpatient departments. Furthermore, anxiety and depression levels of these two groups, were compared to anxiety and depression levels of the university students (control group) who were healthy and had no physical problems. Material and method: We applied the Hospital Anxiety and Depression (HAD)scale to 451 university students who came to dermatology outpatient department and 155 university students who came to the other outpatient departments (except fort he apply to the pyschiatry outpatient department) in the Health Center of the Selcuk University and 152 university students of control group, who were selected randomly in Selcuk University. The anxiety and depression levels of these three groups were established according to the total points of the anxiety and depression subscale of the HAD scale. The results were statistically assessed and examined whether there were significant differences between the groups. Results: In this study, anxiety and depression levels of the university student outpatient who applied to the dermatology and other outpatient department were found higher than anxiety and depression levels of the control group. The difference of anxiety and depression levels between the university students who applied to the dermatology and other outpatient departments were not significant. Conclusion: The anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department were found to be high. So the outpatient department doctors must take psychologic situations of their patiets into consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Ersin Kasım Ulusoy, Emre Ayar, Deniz Bayındırlı, Mehmet İlker Yön
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Prevalence Of DIssocIatIve Symptoms In Female PatIents WIth
chronIc MIgraIne, And Its RelatIonshIp WIth DepressIon-AnxIety
Migren hastalarında dissosiyatif bozukluk, anksiyete ve
depresyon gibi çeşitli psikiyatrik belirtiler genel toplumdan daha sık
görülmektedir. Bu belirtilerin tespiti, tedavinin başarısı açısından
önemlidir. Çalışmamızın amacını kronik migrenli hastalar ile normal
bireyler arasında dissosiyatif belirtiler ile anksiyete ve depresyon
belirti düzeylerinin karşılaştırılması ve bu düzeylerin ağrının şiddeti,
atak sıklığı gibi demografik özellikler ile ilişkisinin incelenmesi olarak
belirledik. Çalışmaya nöroloji polikliniğine baş ağrısı nedeni ile
başvuran ve Uluslararası Baş Ağrısı Derneği’nin kriterleri kullanılarak
tanı konulan 77 kadın kronik migren hastası ve bu hastalarla benzer
yaş ve eğitim düzeyine sahip 44 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Her iki
gruba psikolog tarafından Kısa Dissosiyatif Yaşantlılar Ölçeği (DESTaxon),
Somotoform Dissosiyasyon Ölçeği (SDQ), Beck Anksiyete
Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) uygulandı. Migren tipleri
belirlenen hastaların demografik, klinik özellikleri ve Vizüel Analog
Skala (VAS) sonuçları kaydedildi. Migren ile kontrol grubu ve auralı
migren ile aurasız migrenliler arasında ölçek sonuçları karşılaştırıldı.
Sonuçlar bağımsız grupları için T-testi ve Pearson Korelasyon ile
kıyaslandı. Dissosiyatif belirtiler kronik migrenli grupta daha fazla
görülmekte idi (p=0,001). Bu artış depresyon ve ağrı şiddeti ile de
korele iken anksiyete ile korele değildi. Auralı ve aurasız migrenli
gruplarda dissosiyatif belirti sonuçları açısından istatiksel olarakak
anlamlı bir farklılık yoktu. Bu çalışma sonuçları kronik migrenli
hastalarda dissosiyatif belirtiler sıklığının normal populasyona göre
daha fazla olduğunu gösterdi. Bu fark depresyon ve VAS skoru ile
de korele bulundu. Bu verilere göre kronik migrenlilerde dissosiyatif
belirtilerinin sorgulanması tedavi başarısı ve maluliyet önlenmesi
açısından önemlidir
Certain psychiatric symptoms such as dissociative disorder,
anxiety, and depression are more prevalent in migraine patients
than in the rest of the society. Identification of these symptoms is
important for the treatment success. We define the purpose of our
study as the comparison of the levels of dissociative symptoms,
anxiety, and depression between patients with chronic migraine
and normal individuals, and the analysis of these levels for their
relationship with the demographic properties such as severity of pain
and frequency of attacks. The study included 77 female patients with
chronic migraine who applied to the neurology polyclinic with the
complaint of headache and were diagnosed by the criteria defined
by International Headache Society, and 44 healthy volunteers with
similar age and educational level with those patients. Both groups
were applied Short Dissociative Experiences Scale (DES-Taxon),
Somatoform Dissociation Questionnaire (SDQ), Beck Anxiety
Scale (BAS), and Beck Depression Scale (BDS) by a psychologist.
Demographic and clinical properties and Visual Analog Scale (VAS)
results of patients with identified types of migraine were recorded.
The scale results of patients with migraine and of the control group,
and between the patients of migraine aura and without aura were
compared. The results were compared by T-test and Pearson
Correlation for the independent group. Dissociative symptoms was
more common in the group with migraine (p=0,001). While this
increase was correlated with depression and severity of pain, it was
not correlated with anxiety. There was not any significant difference
between migraine patients of migraine with aura and without aura,
statistically. The results of this study reveals that the frequency of
dissociative symptoms is higher in patients with migraine than in
normal population. This difference was found to be in correlation with
depression and VAS score. According to these data, it is important for
the success of treatment and prevention of disability to question the
symptoms of dissociative symptoms in patients with chronic migraine
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Enürezis Nokturnalı Çocukların Babalarında Depresyon
indeksi: Buz Dağının İhmal Edilen Kısmı
Yiğit Akın, Osman Köse, Hakan Gülmez, Çağla Serpil Doğan, Murat Uçar, Sacit Nuri Görgel, Yüksel Yılmaz, Ercan Yeni
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Enürezis Nokturnalı Çocukların Babalarında Depresyon
indeksi: Buz Dağının İhmal Edilen Kısmı
DepressIon Index In Fathers Of ChIldren WIth PrImary
nocturnal EnuresIs: The InvIsIble Part Of Iceberg
Bu çalışmanın amacı, monosemptomatik primer nokturnal enürezis’li
(pNE) çocukların babalarında depresyon düzeylerini değerlendirmektir.
Prospektif kaydedilen verilerin retrospektif incelemesini içeren çok merkezli
bu çalışma Nisan 2014 ile Ağustos 2016 tarihleri arasında aile hekimliği,
üroloji ve pediyatrik nefroloji polikliniklerinde gerçekleştirildi. pNE’li çocukların
babalarında tedavi öncesi ve sonrası depresyon ölçekleri değerlendirildi.
pNE’li çocuklara ilk önce alarm cihazı ile davranış terapisi uygulandı. Davranış
terapisine cevap vermeyen çocuklara desmopressin içeren oral ilaç veya
burun spreyi verildi. pNE’li çocukların babalarının hayat kalite skorları (QoL)
ve depresyon indekslerini belirlemek için Dünya Sağlık Örgütü QoL formları
ve Beck Depresyon envanteri (BDE) kullanıldı. Toplam 47 pNE’li çocuğun
[21 (%45) kız, 26 (%55) erkek] ebeveynleri kayıt altına alındı; tedavi öncesi
ve tedavinin 6. ayında değerlendirildi. Çocukların yaş ortalaması 7.4±2.5
yıldı. Alarm cihazları ile davranış tedavisi 29 çocukta (%61.7) başarılı oldu.
Ayrıca, 18 çocuğa (%38.3) oral/nazal desmopressin verildi. Tüm tedavilere
refrakter olan sadece 3 erkek vardı. Babaların yaş ortalaması 29.0±2.2 yıldı.
Babaların BDI puanları çocuk tedavisinden önce ve sonra sırasıyla 17.3±9.8 ve
15.7±9.2 idi (p<0.001). Sonuç olarak, pNE’li çocukların babalarında depresyon
skorları yüksekti. Tedavi yöntemleri ile pNE’li çocuk babalarında BDE skorları
geliştirebileceği sonucuna varıldı.
Aim of this study was to evaluate depression level of fathers whose children
have monosymptomatic primary nocturnal enuresis (pNE). Present study was
a retrospective view of prospective recorded data. The multicentre study was
conducted between April 2014 and August 2016, in family medicine, urology,
and paediatric nephrology outpatient clinics and fathers of children with pNE
were evaluated. We administered behavioural therapy with alarm device,
first. Children who did not respond behavioural therapy were given oral/nasal
desmopressin. World Health Organization quality of life (QoL) forms and Beck
Depression inventory (BDI) were used for determining QoL and depression
index of parents, respectively. A total of parents of 47 children including 21
(45%) girls and 26 (55%) boys with pNE were enrolled and evaluated before
and at 6th month of the treatment. The mean age of children was 7.4±2.5 years.
The behavioural therapy with alarm devices was successful in 29 children
(61.7%). Additionally, 18 children (38.3%) received oral/nasal desmopressin.
Only 3 boys were refractor to all treatments. Mean age of fathers was 29.0±2.2
years. Fathers’ BDI scores before and after children’s treatment were 17.3±9.8
and 15.7±9.2, respectively, (p<0.001). As a conclusion, anxiety scores were
high in fathers of children with pNE. Treatment modalities could develop BDI
scores in fathers who have children with pNE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anestezi Ve İmmun Sistem
Mustafa Altındiş, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Anestezi Ve İmmun Sistem
AnesthesIa And The Immune System
Gerek anestezi gerekse cerrahi girişimin sa-vunma sistemi üzerine olan etkisi, günümüzde hasta ve anestezistler açısından önem kazanmıştır. Ame-liyat sonrası hastalarda görülen immun değişikliklerin çoğu, ya anestezik ajanların direkt et-kisi ile ya da bu ilaçların cerrahi travma ve endokrin cevaba katkıda bulunması sonucu ortaya çıkmaktadır. Cerrahinin etkisi, operasyonun boyutu ve bireyin stres cevabına göre değişirken; anes-tezinin etkisi, stres cevabın kırılma düzeyi, bireyin immun durumu, anestezik ajanla karşılaşma süresi, kullanılan preparatin kimyasal yapısı ve anestezi yöntemine göre değişebilmektedir (1,2,3). Yapılan birçok çalışmada postoperatif dönemde görülen immünodepresyondan cerrahi kaynaklı stresin so-rumlu olabileceği öne sürülmüş olmasına karşın, bazı invitro çalışmalarda anestezik ajanların da et-kisi olduğu gözlenmiştir. Yapılan in vivo çalışmalarda temel güçlük, anestezik ajana özgül olan etkilçr ile çok sayıda intraoperatif faktörün et-kilerini(cerrahinin tipi-süresi, vücut ısısı, kan ve plazma infüzyonlan, diğer hastalıklar, bazal immünolojik durum, beslenme) ayırmaktır(4,5).
The effects of both anesthesia and surgical intervention on the defense system have gained importance for patients and anesthetists today. Most of the immune changes seen in patients after surgery are caused either by the direct effect of anesthetic agents or as a result of these drugs contributing to surgical trauma and endocrine response. While the effect of surgery varies according to the size of the operation and the individual's stress response; The effect of anesthesia may vary depending on the breakdown level of the stress response, the immune status of the individual, the time of exposure to the anesthetic agent, the chemical structure of the preparation used and the anesthesia method (1,2,3). Although it has been suggested in many studies that surgical stress may be responsible for immunodepression seen in the postoperative period, some in vitro studies have also observed that anesthetic agents have an effect. The main difficulty in in vivo studies is to distinguish the effects specific to the anesthetic agent and the effects of many intraoperative factors (type-duration of surgery, body temperature, blood and plasma infusions, other diseases, basal immunological status, nutrition) (4,5).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
Tahsin Gökhan Telatar, Sarp Üner, Hilal Özcebe, Burcu Küçük Biçer, Özge Yavuz Sarı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
DefInIng Falls And AssocIated RIsk Factors In Elderly Among Age Groups And Sex
Amaç
Araştırmada Türkiye, Sinop ilinde yaşayan yaşlıların düşme sıklıklarının ve düşmelerle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler
Kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini 2013 yılında Sinop ilinde yaşayan ve aile hekimliği bilgi sistemine kayıtlı olan 32506 kişilik 65 yaş ve üzeri nüfus oluşturmaktadır. Cinsiyet ve yaş gruplarına (65-74, 75 ve üzeri) göre yapılan tabakalama sonucunda 2463 kişilik örnek büyüklüğü belirlenmiş ve %92,1’ine ulaşılmıştır. Yapılandırılmış bir anket formu aracılığıyla katılımcıların bazı sosyo-demografik özellikleri, düşme durumları, günlük yaşam aktivitelerindeki fonksiyonellikleri, depresyon durumları ve düşmeler konusundaki farkındalıklarını içeren veriler toplanmıştır. Risk faktörlerinin düşmelerle ilişkisi dört farklı lojistik regresyon modeli kullanılarak hesaplanmıştır.
Bulgular
Araştırmaya katılan yaşlıların 65 yaşından sonra düşme prevalansları %36,4 olarak bulunmuştur. Herhangi bir okuldan mezun olmamış olmak, mevcut sağlık durumunu düşük puanlamış olmak, sürekli olarak ilaç kullanıyor olmak, günlük kullandığı ilaç sayısının fazla olması, desteksiz olarak yürüyememek ve depresyonda olmak her iki yaş grubu ve cinsiyet için de düşme riskini artıran faktörler olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir kronik hastalığa sahip olmak, yalnız yaşamak, düşme korkusu yaşıyor olmak, düşmeler konusunda farkındalığın düşük olması, günlük yaşsam aktivitelerinde bağımsız olmamak ve düşmelerden korunma hakkında yetersiz bilgi sahibi olmak yaş ve cinsiyet gruplarının en az ikisinde düşme riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur. Daha önce gelir getiren bir işte çalışmış olmak ve halen çalışıyor olmak ile düşme riski arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç
Düşmeler yaşlılık dönemi için önemli bir halk sağlığı sorunudur ve düşmelerin önlenmesi ile risk faktörlerinin kontrolü konularında ileriye dönük müdahalelerin planlanmasında 65 yaş üzeri nüfus içerisinde yaş ve cinsiyet gibi belirleyicilere bağlı olarak risk faktörlerinin değişiklik gösterdiği göz önüne alınmalıdır.
Aim
This study aims to determine the prevalence of falls and associated risk factors among elderly living in Sinop, Turkey.
Materials and methods
The universe of this cross-sectional study consists of 32506 people older than 65 years old whom are registered to the family physicians’ information system and live in Sinop. After stratification for sex and age (65-74, 75 and over) a sample size of 2463 and 92.1% were reached. Data about some of the socio-demographic characteristics, falling status, daily living activity functionalities, depression status and awareness about falls of the participants were collected via a structuralized questionnaire. Relations between falls and associated risk factors were assessed by four different logistic regression models.
Results
The mean of falling prevalence after age 65 among elderly was 36.4%. Not being graduated from any school, having low scores for current health conditions, using more than one drug daily, not being able to walk without support and being positive for depression are found to be risk factors for falling among both sex and age groups. Having a chronic disease, living alone, having fear of falling, having low awareness about falls, being dependent in daily living activities and having inadequate knowledge about prevention from falls are found to be risk factors for at least two of the sex and age groups. There were no statistically significant relations between falling risk and previous or current employment status.
Conclusion
Falls are important public health concerns among elderly and the variability of risk factors depending on determinants such as age and sex should be considered while planning further implementations targeting fall prevention and control of risk factors for elderly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
Serhat Türkoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
DIagnosIs Of PatIents ReferrIng To A ChIld And Adolescent
psychIatry OutpatIent ClInIc
Bu araştırmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine başvuran
hastaların tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Ordu
Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümüne Ocak
2012-Nisan 2013 tarihleri arasında başvuran 2109 hastanın dosyaları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların daha çok erkek olduğu
(%59.6) ve 7-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerden (%78.6) oluştuğu
saptanmıştır. Başvuran olguların %74.8’sine bir ya da birden çok
tanı konmuştur, 0-6 yaş arası olgularda tanı konma oranının %44.8,
7-11 yaş arası olgularda %84.6, 12-18 yaş arası olgularda %80.3
olduğu saptanmıştır. Olguların %9.7’sinin birden fazla tanı aldığı
saptanmıştır. Eştanı saptanma oranının en sık dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (DEHB) grubunda olduğu belirlenmiştir. En
sık saptanan tanılar, sırasıyla DEHB, depresyon, yaygın anksiyete
bozukluğu, enürezis ve zeka geriliğidir. Tanıların cinsiyete göre
dağılımı değerlendirildiğinde, erkek çocuklarda en sık DEHB,
enürezis, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, zeka geriliği;
kızlarda ise DEHB, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, enürezis,
zeka geriliği tanısının olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda en sık
saptanan tanılar dışavurum bozuklukları olmakla birlikte, cinsiyetler
arası farklılıklar gözlenmektedir. Eştanı oranı da dikkate değer
düzeyde saptanmıştır. Eştanıların birlikteliğinde hastalığın şiddeti
daha ağır olmakta, psikososyal işlevsellikte daha ciddi bozulmalar
görülmektedir. Hangi tanıların daha sık olduğunun bilinmesi, yaş
grupları ve cinsiyetler arası tanı farklılıklarının belirlenmesi, çocuk
ve ergen psikiyatrisi poliklinik hizmetlerinin iyileştirilmesine katkıda
bulunacaktır
The aim of the present study is to identify the diagnoses of
patients who referred to a child and adolescent psychiatry outpatient
clinic. Medical records of 2109 patients referred to the Children and
Adolescent Psychiatry outpatient clinic at Ordu States Hospital,
between January 2012 and April 2013 were studied retrospectively. It
was found that the patients were mostly male (59.6 %) and within 7 to
18 years of age (78.6%). It was also determined that 74.8% of patients
had at least one diagnosis. The diagnosis rate of 44.8% in patients
between the ages of 0-6, 84.6% of patients aged 7-11 were determined
as 80.3% in patients aged 12-18. Of the cases, 9.7% were diagnosed
with multiple conditions. They were mainly in the attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) group. The most common diagnosis
was attention deficit hyperactivity disorder followed by depression,
anxiety disorders, enuresis and mental retardation, respectively.
When the distribution of the diagnoses to sex were assessed, the
most common diagnoses in boys are ADHD, enuresis, depression,
generalized anxiety disorder and mental retardation respectively,
they were ADHD, depression, generalized anxiety disorder,
enuresis and mental retardation in girls. In our study, although the
externalizing disorders are the most frequent diagnoses, there are
differences between genders. The rate of comorbid diagnosis was
found to be considerable. In the presence of comorbid diagnoses, the
disorder is experienced more heavily and psychosocial functionality
gets deteriorated. To know the most common diagnoses, diagnosis
differences within genders and possible diagnoses for certain age
groups will be useful for improving child and adolescent psychiatry
services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
Ruhuşen Kutlu, Selma Çivi, Melih Cem Börüban, Ayşe Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
DepressIon And The Factors AffectIng The QualIty Of LIfe In Cancer PatIents
Bu tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, kanserli hastalarda depresyon ve yaşam kalitelerini değerlendirmek amacı ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilimdalında 1-30 Mart 2008 tarihlerinde tedavi gören 102 kanserli hasta oluşturmuştur. Yaşam kalitesini ölçmek için WHOQOL-Brief kullanılmıştır. Depresyon durumu Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile değerlendirilmiştir. Hastaların %57.8’i erkek (n=59), %42.2’si kadın (n=43), yaş ortalamaları 49.7±15.2 idi. Hastaların BDÖ ortalaması 12.4±9.9 (min=0, max=48) olarak tespit edildi. BDÖ’ ne göre sırasıyla %47.1’i (n=48) normal, %21.6’sı (n=22) hafif, %18.6’sı (n=19) orta, %12.7’si (n=13) şiddetli derecede depresyonda idi. Kanserli hastaların cinsiyeti, mesleği, eğitimi ve medeni durumu depresyonu etkilememişti (p>0.05). Yaşam kalitesi skorları ile depresyon durumu karşılaştırıldığında genel sağlık ve yaşamdan memnuniyet (p=0.000), genel sağlık ve yaşam kalitesi (p=0.000), fiziksel sağlık (p=0.011), sosyal ilişkiler (p=0.000), psikolojik sağlık (p=0.000) ve çevre alanı (p=0.000) depresyon olmayanlarda depresyon olanlara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek idi. Kanser hastalarının yaşam kalitelerinin ölçülmesi hem hastalığı daha iyi tanımamıza yardım edecek, hem de tedavi yanıtlarının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon major sorunlar olup, bunların üstesinden gelmek için bu problemleri anlamak gerekir ve psikolojik yardım esastır.
This descriptive and cross sectional study was conducted to assess the depression and the quality of life (QoL) in cancer patient. The sample of the study consisted of 102 the patients with cancer, treated at Medical Oncology Department of, between 1-30 March 2008. WHOQOL –Brief was used to evaluate the patients’ quality of life. Depression status was evaluated with Beck Depression Inventory (BDI). Of the interviewees, 57.8% were male (n=59), 42.2% were female (n=43), and the mean age was 49.7± 15.2. The mean value of Beck depresyon was found as 12.4±9.9 (min=0, max=48). According to the BDI, 47.1% (n=48) were normal, 21.6% (n=22) mild, 18.6% (n=19) moderate and 12.7% (n=13) were severely depressed respectively. The gender, occupation, education and marital status of the people with cancer had not effected the depression (p>0.05). When we compared the QoL scores and depression status, there was a significant difference in perception of overall health and the satisfaction from life (p=0.000), general health and quality of life (p=0.000), physical health (p=0.011), social relationships (p=0.000), psychological health (p=0.001)) and environmental (p=0.000) between the depressive people and non-depressive ones statistically. Assessing quality of life in cancer patient will provide better understanding of the disease and will improve the evaluation of the therapy response. Anxiety and depression are the major concerns in cancer patient and it is necessary to understand these problems in order to cope with them, and psychological aid is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ameliyathanede Çalışan Sağlık Profesyonellerinde Tükenmişlik, İş Doyumu Ve Depresyon
Muhammet Emin Naldan, Ali Karayağmurlu, Murat Yayık, Muhammet Ali Arı
Araştırma makalesi
Özeti
Ameliyathanede Çalışan Sağlık Profesyonellerinde Tükenmişlik, İş Doyumu Ve Depresyon
Burnout, Job SatIsfactIon, DepressIon On The Healthcare ProfessIonals WorkIng In The OperatIon Room
\r\n ÖZET
\r\n
\r\n Amaç: Bu çalışmada ameliyathanede çalışan sağlık personellerinin tükenmişlik, mesleki doyum , depresyon belirti düzeylerini ve bunları etkileyen sosyodemografik özellikleribelirlemek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Araştırmanın örneklemini, Erzurum Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ameliyathanesinde çalışan anestezi doktoru, cerrahi hemşire, anestezi teknisyeni olmak üzere toplam 230 kişi oluşturmuştur.Çalışmada, Sosyodemografik Veri Formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği( MTÖ), Minnesota Doyum Ölçeği (MDÖ)ve Beck Depresyon Envanterini (BDE) doldurmaları katılımcılardan istendi.
\r\n
\r\n Bulgular: Haftada 60 saatin üzerinde çalışan ameliyathane personelinde Duygusal Tükenme(DT), Duyarsızlaşma (D)ve Beck Depresyon Envanteri (BDE) puanları anlamlı biçimde daha yüksek, Kişisel Başarı(KB) puanları düşüktü.(p<0.05 )Üniversite hastanesinde çalışanların DT,BDE ve D puanları anlamlı derecede yüksek bulundu.(p<0.05 )Doktorların DT ve D puanları, yüksek bulundu. ( p<0.05) Çalışanların BDE ile MDÖ ve KB ölçek puanları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişkinin olduğu; DT ve D alt boyutlarından aldıkları puan ortalamaları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulundu.(p<0.05 )
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Hastalara etkili, doğru ve hızlı müdahale gerektiren yoğun iş baskısı altındaki bir birim olan ameliyathane çalışanlarının ruh sağlıklarını ve çalışma koşullarını değerlendirip, çalışanların iş baskısı ve yükünü azaltmak, ruh sağlığını koruyarak işlevselliğini artırarak hizmet kalitesinin artması açısından faydalı olacaktır.
\r\n
\r\n ABSTRACT
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Aim : In this study, it was aimed to determine burnout, occupational satisfaction, depression symptom levels and sociodemographic characteristics affecting health personnel working in the operating room.
\r\n
\r\n Patients and Methods:The sample of the study consisted of a total of 230 people, including an anesthesiologist, a surgical nurse and an anesthesia technician working in the Erzurum Regional Training and Research Hospital and Atatürk University Medical Faculty Hospital. In the study, the Sociodemographic Data Form, Maslach Burnout Inventory , Minnesota Satisfaction Scale and Beck Depression Inventory were requested from participants
\r\n
\r\n Results:Emotional Exhaustion , Desensitization and Beck Depression Inventory scores were significantly higher and Personal Achievement scores were lower in operating room personnel working more than 60 hours a week (p <0.05). Desensitization scores were found to be significantly higher (p <0.05). Doctors' Emotional Exhaustion and Desensitization scores were high. (p <0.05). There was a significant negative correlation between the Beck Depression Inventory and the Minnesota Satisfaction Scale and Personal Achievement scale scores of the employees; There was a significant positive correlation between the mean scores of the Emotional Exhaustion and Desensitization subscales (p <0.05)
\r\n
\r\n Conclusion:The operating room, which is a unit under intensive work pressure that requires effective, accurate and rapid intervention, will be useful in evaluating the mental health and working conditions of employees, reducing the work pressure and burden of employees and increasing the quality of service by increasing mental health and functioning.
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesindeki Psikiyatrik Aciller
Mine Şahingöz, Keziban Kendirli, Emre Yılmaz, Erdem Önder Sönmez, Yılmaz Satan, Fadime Aksoy, Adnan Dağıstan, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesindeki Psikiyatrik Aciller
PsychIatrIc EmergencIes In A UnIvercIty HospItal
Çalışmamızda bir üniversite hastanesi acil servisi tarafından
psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların sosyodemografik
özelliklerinin ve konulan psikiyatrik tanıların incelenmesi
amaçlanmıştır. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi
Hastanesi Acil Servisi tarafından. 2010-2013 yılları arasında
psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların kayıtları geriye dönük
olarak incelenmiştir. Çalışmaya 449 kadın (%53.5), 391 erkek (%46.5)
olmak üzere toplam 840 hasta alınmıştır. Hastaların yaş ortalaması
34.3±14’dür. En sık psikiyatri konsültasyonu isteme nedenleri intihar
girişimi (%17), anksiyete (%15.5), psikomotor ajitasyon (%14.3),
somatik yakınmalar (%12) olarak belirlenmiştir. Olguların % 89.6’ine
en az bir psikiyatrik tanı konulurken, sıklık sırasına göre konulan
tanılar bipolar bozukluk (%17.7), psikotik bozukluklar (%12.3), major
depresyon (%11), alkol ve madde bağımlılığı (%8.5), anksiyete
bozuklukları (%8.5), konversiyon bozukluğu (%6) olarak bulunmuştur.
Çalışmamızın sonuçları, acil servis hizmetlerinin etkin kullanımı
açısından önemli olabilir.
The aim of this study was to evaluate the the demographic and
clinical characteristics of the patients whose psychiatric consultations
were referred from Emergency Department of a university hospital.
Medical records of patients reffered to the Psychiatry Clinic at
Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine between
2010 and 2013 were studied retrospectively. In this study 449
female (53.5%), 391 (46.5%) male totaly 840 patients were taken.
Average age of the all participants in this study was 34.3±14 years.
The most common cause for the consultation was attempt suicide
(17%), anxiety (15.5%), psychomotor agitation(14.3%), and somatic
complaints (12%). According to the result of psychiatric evaluation,
a psychiatric disorder is found in 89.6% of the consultations. The
most common psychiatric diagnoses were bipolar disorders (17.7%),
psychotic disorders (12.3%), major depression (11%), substance
use disorders (8.5%), and anxiety disorders (8.5%) and conversion
disorder (6%). The results of this study may be important for the
effective use of emergency psychiatric services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
Mine Şahingöz, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
AnalysIs Of PatIents Who AdmItted To The ChIld And Adolescent OutpatIent ClInIc In A UnIversIty HospItal
Çalışmamızda çocuk ve ergen psikiyatrisine başvuran hastaların belirti ve tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine 2002 -2007 tarihleri arasında başvuranların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların başvuru şikayetleri incelendiğinde, en sık görülen yakınmaların sinirlilik, aşırı hareketlilik, alt ıslatma, kekeleme, sıkıntı hissi olduğu belirlendi. DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan değerlendirmelerde 2082 hastanın (% 86.8) herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı aldığı görüldü. En sık görülen tanılar sırasıyla anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygudurum bozuklukları, dışa atım bozuklukları, iletişim sorunları, mental retardasyondur. Olguların %20,1’i birden fazla tanı almıştır. Sık görülen komorbid durumlar enürezis ve depresyon idi. Mental retardasyon-enürezis, enürezis-DEHB, depresyon-anksiyete bozukluğunun en sık birlikte görüldüğü belirlendi. Olguların yaklaşık üçte birine psikotrop ilaç reçetelenmiştir. Çalışmamızda saptanan bulgular çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında tedavi hizmetlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilir.
To evaluate symptoms and diagnosis of patients who presented to the child and adolescent psychiatric outpatient clinic. Medical records of patients admitted to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic at Selcuk University Meram Faculty of Medicine between 2002 and 2007 were studied retrospectively. When admisson complaints of cases were reevaluated the most frequent symptoms were nervousness, over-activity, ürine to miss, stuttering and feeling of distress. According to the DSM-IV diagnoses, 2082 (%86.8) cases had any psyciatric disorder. The most common diagnosis were anxiety disorders, attention deficit hyperactivity disorder, mood disorders, enuresis, relationship problems and mental retardation, respectively. Of the cases, 20.1 % were diagnosed with multiple conditions. The most frequent comorbid diagnoses were enüresis and depression. The most frequent comorbid diagnoses were mental retardation-enüresis and enüresis-attention deficit hyperactivity disorder and depression-anxiety disorders. Approximately one-third of subjects were prescribed psychotropic medications. Our findings may be helpful in improving treatmentservices in child and adolescent psychiatry
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
Esin Kasap
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
DepressIon And AnxIety Test Scores In PatIents WIth HyperemesIs GravIdarum
Amaç:Hiperemezis gravidarum (HG), gebeliğin erken döneminde, aşırı, tedavi edilmesi zor bulantı ve kusma ile kendini gösteren bir bozukluktur.. Patogenezi açık değildir. Bununla birlikte, anksiyete, depresyon ve HG arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar vardır. Ancak, hiçbiri yeterince bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmamıştır. Bu çalışmada, Türk popülasyonunda Beck depresyon ve anksiyete envanteri puanlama sistemi kullanılarak hiperemezis gravidarum olan gebelerin depresyon ve anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem:Prospektif kesitsel çalışma Ocak 2011 ile Haziran 2013 arasında Hastanemiz Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nde gerçekleştirildi.Çalışma grubunu hiperemezis gravidarumlu 50 gebe hasta oluştururken, kontrol grubunu daha önce bulantı kusması olmayan 50 sağlıklı gebe oluşturmaktaydı.Kontrol ve hasta grupları obstetrik detaylar,yaş ve vücut kitle indexi değerleri açısından eşleştirildi.Hastaların tümüne,serum TSH de dahil olmak üzere temel laboratuvar araştırmaları yapıldı.
Bulgular: Her iki grupta da demografik ve obstetrik parametreler ve başlangıçtaki laboratuvar incelemeleri açısından farklılık olmamasına rağmen, HG grubunda ortalama serum AST ve TSH düzeyleri anlamlı olarak yüksekti (p=0.015) ve (p=0.001). Ek olarak, HG grubunun BDI ve BAI skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.0001).
Sonuç: Sonuçlarımız, psikolojik stressin HG un nedenlerinden biri olabileceğini göstermiştir.Bu nedenle, gebelik sırasında HG lu hastaların tıbbi koşulları kadar duygu durumları da dikkate alınmalıdır.Ancak, bu sonuçlar prospektif ve klinik çalışmalar ile doğrulanmalıdır.
Aim: Hyperemesis gravidarum (HG) refers to a disorder of early pregnancy that manifests with extreme, difficult-to-treat nausea and vomiting. Its pathogenesis is largely obscure, and studies investigating its link with anxiety depression have remained inconclusive. Herein, we aimed to study the depression and anxiety levels of a Turkish population of pregnant women with hyperemesis gravidarum. Patients and Methods: This was a prospective sectional study conducted at our Department of Obstetrics and Gynecology between January 2011 and June 2013. There were 50 pregnant women with HG and 50 healthy pregnant women without any history of nausea and vomiting, who were matched with the study group for age, parity, and body mass index. All subjects underwent baseline laboratory investigations including serum TSH. Results: The two groups were comparable with regard to the demographic and obstetric parameters and baseline laboratory investigations although the HG group had significantly greater mean serum AST and TSH levels (p=0.015 and p=0.0001, respectively). Additionally, the HG group had significantly greater BDI and BAI scores compared to the controls (p= 0.0001). Conclusion: Our results have shown that psychological stress may be one of the causes of HG. For this reason, emotional states as well as medical conditions of HG patients during pregnancy should be considered. However, these results should be confirmed by prospective and clinical studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Depresyonun, Annelerin Bebeklerini
emzirme Süreleri Ve Bebek Büyümesi Üzerine Etkisi
Hatice Dönmez, Ayşegül Bükülmez
Araştırma makalesi
Özeti
Postpartum Depresyonun, Annelerin Bebeklerini
emzirme Süreleri Ve Bebek Büyümesi Üzerine Etkisi
Effect Of Postpartum DepressIon On Breast-FeedIng DuratIon Of
ınfants And Infant Growth
Postpartum depresyon annelerde sık görülmekte olup annebebek
ilişkisini ve bakımını etkilemektedir. Bu araştırma, postpartum
depresyon (PPD) açısından risk altında olan ve olmayan annelerin
bebeklerini emzirme süresi ve PPD’nin bebek büyümesi üzerine olan
etkisini belirlemek amacıyla, tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Örneklemi
olasılıksız yöntemle seçilen ve çalışmaya katılmayı kabul eden 131
anne ve bebeği oluşturmuştur. Annelerde PPD risk oranı %22.9
olarak (EPDS puanı ≥13 olanlar, n: 30) bulunmuştur. PPD açısından
risk altında olan annelerin bebeklerini emzirme süreleri risk altında
olmayan annelere (n: 101) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde
daha kısa süreli olduğu bulunmuştur (p< 0.05). Riskli anne bebeklerinin
riskli olmayan gruba göre kilolarının 3. ayda anlamlı düzeyde daha
düşük, tartı alım farkının ise 2. ve 3. ayda anlamlı düzeyde daha az
olduğu belirlenmiştir (p< 0.05). İki grubun bebeklerinin boy ve baş
çevresi ölçüm değerleri arasında anlamlı düzeyde fark bulunmamıştır
(p> 0.05). PPD açısından risk altında olan annelerin, bebeklerini
anne sütüyle besleme sürelerinin daha kısa olduğu ve bebeklerin kilo
alımlarının düşük düzeyde bulunmuştur.
Postpartum depression is commonly seen in mothers and affects
mother-infant relationship and care. This study was conducted as
descriptive with aim of determining the effect of PPD on breast-feeding
duration of mothers who are and are not under risk of postpartum
depression (PPD) and on infant growth. The sample consisted of 131
mothers and infants selected with nonprobability method and agreed
to attend. PPD risk ratio of mothers was found as 22,9% (those with
EPDS points ≥13, n: 30). It was found that breast-feeding duration of
the mothers under risk in terms of PPD was statistically significantly
shorter with respect to the mother who were not under risk (n:101)
(p < 0.05). It was determined that weights of risky mothers’ infants
were significantly lower in 3rd month compared to non-risky group
and weight gain differences were significantly lower in 2nd and 3rd
months (p < 0.05). No statistical difference was found between height
and head circumference measurement values of infants of both
groups (p > 0.05). It was found that the mothers under risk of PPD
has shorter breast-feeding duration for the infants and weight gains
of the infants were lower.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Burak Subaşı, Halil Özcan, Serkan Pekçetin, Büşra Göker, Suphi Tunç, Beyhan Budak
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Effects Of DelIvery EducatIon On ChIldbIrth AnxIety And Fear
Bu araştırmada amaç gebelerde doğum öncesi eğitim, fizyoterapi
ve psikoterapi temelli müdahalelerin doğum süreci ile ilgili korkular ve
kaygılar üzerine etkilerini incelemektir. Gebeliğinin son trimesterinde
olup; daha önce doğum yapmamış anne adayları çalışmaya alındı.
Katılımcılar ilk olarak uzman bir psikiyatrist tarafından muayene edildi,
ardından katılımcılara sosyodemografik veri formu ile birlikte Wijma
Doğum Beklentisi/Deneyimi Ölçeği (W-DEQ), Beck Depresyon ve Beck
Anksiyete Ölçekleri (BDI ve BAI) uygulandı. Sonrasında bu kişilere
her biri 60 dakika süren 3 ayrı seansta doğum öncesi ve sonrasında
yaşanabilecek fiziksel ve ruhsal sıkıntılar, doğum sırasında doğumu
kolaylaştırmak için yapılabilecek egzersizler hakkında bilgilendirme
yapıldı ve soruları yanıtlandı. Sonuçlarda grubun yaş ortalaması
27,2±3,6 olarak bulunmuştur. Gebelik haftası ortalama 35,7±2,3
olarak bulunmuştur. Yapılan ilişki analizinde sosyodemografik
özelliklerle (yaş, gelir düzeyi, eğitim seviyesi vs.) W-DEQ puanları
ile arasında ilişki bulunmamıştır. İlk değerlendirmedeki W-DEQ puanı
(W-DEQ 1) ile BAI puanları arasında pozitif yönde ilişki saptanmıştır.
Yapılan Wilcoxon testi analizinde katılımcıların W-DEQ’dan aldıkları
puanlara bakıldığında toplam ölçek puanları da dahil tüm puanlarda
eğitim öncesi ve sonrası puanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı
farklılık vardır. Sonuç olarak doğum öncesi eğitimin son trimesterdaki
gebelerde doğum korkularının doğumla ilgili olumsuz düşüncelerinin
azalmasına yardımı olduğu bulunmuştur.
The aim of this study is exploring the effects of childbirth
education, physiotherapy and psychotherapy-based interventions on
fears and worries about childbirth and labour. Expectant mothers in
the last trimester of gestation those did not have a delivery before
were taken to the study. At first the participants were examined
by a psychiatrist than sociodemographic data form Wijma Delivery
Expectancy/Experience Questionnaire (W-DEQ), Beck Depression
and Beck Anxiety Inventories (BDI, BAI) were applied. Then 3 sessions
each taking 60 minutes on possible physical and mental problems
before birth were done, an exercise plan and recommendations for
facilitating delivery were given to participants, information about
possible physical and psychological problems after childbirth were
given and their questions on these issue were answered. In results
mean age of the group was found as 27.2±3.6. The mean gestational
age was 35.7±2.3. Socio-demographic characteristics (age, education
level, income level, etc.) was not found significantly correlated with
the W-DEQ scores. W-DEQ 1 scores were positively correlated with
BAI scores. In Wilcoxon test analyses W-DEQ 1 and W-DEQ 2 scores
including all the subscales were significantly different p<0.001. As
a conclusion on expectant mothers having their third trimester of
pregnancy, education before childbirth was found helpful in reducing
fears and negative thoughts related to childbirth.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Guvenlık Nedenıyle Kırsal Bolgelerden Van E-Hir Merkezıne Goc Etmek Zorunda Kalan Gocmenlerde Depresyon Yaygınlıgı
Hayrettin Kara, Yücel Ağargün, Nevzat Akman, Hasan Bilgin, Fevzi Kıncır
Araştırma makalesi
Özeti
Guvenlık Nedenıyle Kırsal Bolgelerden Van E-Hir Merkezıne Goc Etmek Zorunda Kalan Gocmenlerde Depresyon Yaygınlıgı
The Prevalence Of DepressIon Among Im-MIgrants Who To Inumgrate From Country To The Center Of Van Because Of Safety Problems
Göçle ilgili yapılan çalışmaların hemen tümünde göçmenler ve mülteciler arasında ruhsal bozuklukların yaygınlığı yerleşik populasyona göre daha yüksek bulunmuştur.
In almost all the studies made about immigration it has been found out that the rates of mental prob-lems are more common among the immigrants and refugees than the living inhabitants of the region. The reasons of migration, the events that take place during the migration, the problems that arise after migration have negative influences on the mental he-alth with a complicated interaction. Especially, du-ring the last year widespread immigrations have taken place from the country villages to the center of Van because of safety problems. In this study dep-ression prevalence has been investigated among the immigrants who to leave their homeland and settle in the center of Van. To achieve this aim, 122 im-migrants who have been living in different regions and who had been chosen at random by an exemp-lary method., have interviewed using DIS. Besides, in order to get enough knowledge about the inf-luences of migration on their mental life, a qu-estionnaire has been applied on the immigrants. Consucently, the depression prevalence was found predominnantly higher in nien than in women.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İmmün Sıstem Stres Ve Depresyon
İshak Özkan, Emine İnci Tuncer, Naci Kemal Kırca, M. Demirhan Aybaş, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
İmmün Sıstem Stres Ve Depresyon
Mmune System Stres And DepressIon
İmmün sistem organizmayı infeksiyorılardan ve dış etkenlerden korumaktadır. İmmün sistemle merkezi sinir sistemi arasında bir etkileşme vardır. Bu etkileşrne nörohümeral mekanizmalar aracılığında olmaktadır. Psikososyal stresler ve depresyon immün sistemi baskılamaktadır.
The irnmune system protects the organism against enfection and external effects. There is interac-tion between the imrnune systeme and central nervous system. This interaction is mediated by the neurohumeral mechanisrn. Psychosocial stress and depresyon suppress the immune system.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
Hüseyin Atalay, İbrahim Güney, Yalçın Solak, Halil Zeki Tonbul, Mehdi Yeksan, Nedim Yılmaz Selçuk, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
GabapentIn In The Treatment Of PaIn In HemodIalysIs PatIents
Amaç: Üremik nöropatiye bağlı ağrı yüksek yaygınlığına rağmen, teşhis ve tedavi yönünden göz ardı edilmektedir. Bu hastalarda genellikle kullanılan ilaç tedavileri etkin değildir. Biz bu çalışmamızda, hemodiyaliz hastalarında gabapentinin nöropatik ağrıyla birlikte yaşam kalitesi ve depresyona etkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya son dönem böbrek yetmezlikli 22 hemodiyaliz hastası dahil edildi (10 erkek ve 12 kadın, yaş ortalaması 62±3.53). Nöropatik ağrı tespit edilen hastalara 8 hafta süre ile günde 300 mg gabapentin tedavisi verildi. Tedaviden önce ve sonra yaşam kalitesi için SF-36 değerlendirme testi (fiziksel ve mental komponent skoru), depresyon için Beck depresyon envanteri (BDI) ve ağrı içinde Mc Gill ağrı anketi kısa formu (SFMPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) uygulandı. Bulgular: Gabapentin tedavisi ile birlikte ağrı skorlarında önemli derecede azalma tespit ettik. Total SF-MPQ skoru 21.32±8.74 den 7.5±5.72, VAS 6.4±2.15 den 2.45±1.81, PPI 3.18±1.1 den 1.3±0.88 düştü. Ayrıca SF-36 ve BDI skorlarında da anlamlı iyileşmeler tespit ettik (p
Aim: Despite its high prevalence, pain induced by uremic neuropathy is usually underrecognized during diagnostic process and undertreated. In most of the patients, traditional drugs are ineffective. In this study, we investigated the effect of gabapentin on neuropathic pain along with quality of life (QOL) and depression in hemodialysis (HD) patients. Methods: Twenty two patients with chronic renal failure who were on HD were included in our study (10 males and 12 females, mean age 62±3.53). We administered 300 mg/day gabapentin for 8 weeks to patients in whom neuropathic pain was detected. We administered SF-36 Evaluation Test (Physical Component Score and Mental Component Score) for QOL, Beck s Depression Inventory (BDI) for depression and Short Form of McGill s Pain Questionnaire (SF-MPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) before and after the treatment. Results: With gabapentin treatment, we found a statistically significant decrease in pain scale scores. Total SF-MPQ decreased from 21.32±8.74 to 7.5±5.72, VAS scale decreased from 6.4±2.15 to 2.45±1.81, PPI decreased from 3.18±1.1 to 1.3±0.88. We also determined significant improvements in SF-36 and BDI scales (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yuksek Doz Alfentanıl Anestezısıne Baglı Konvulsıyon (bir Vaka Nedeniyle)
Alper Yosunkaya, Sadık Özmen, Ateş Duman, Lütfi Yavuz, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Yuksek Doz Alfentanıl Anestezısıne Baglı Konvulsıyon (bir Vaka Nedeniyle)
ConvulsIon Caused By HIgh - Dose AlfenIanIl AnesthesIa.
Günümüzde yüksek doz opioid anestezisi kardiyak cerrahide sağladığı kardiyovasküler stabilite sebebiyle popüler bir teknik haline gelmiştir. Fakat bu teknigin intraoperarif olayları hatırlama, solunum depresyonu, kas rijiditesi ve konviilsiyon gibi yan etkileri de vardır. Biz de yüksek doz alfentanil uyguladığımız vakaların birinde, indüksiyon esnasında konvulsiyon gözledik. Yüksek doz opioidleri anestezide tek ilaç olarak kullanirken bir komplikasyon olarak, konvülsiyon gelişebileceginin bilinmesi gerektiği kanısına vardık
For today: because of its cardiovascular sta-bility. high dose opioid anesthesia has become a po-pular method for cardiac surgery. This method also has some drawbacs such as perioperative awa-reness. respiratory depression. nutscular rigitidy and convulsions. We witnessed a convulsion during induction with high dose alfentanil. We concluded that the posibility of convulsions nuist be bared in mind during high close opioid anesthesia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli Psikodermatozlar
Ayhan Bilgiç, Özlem Bilgiç
Derleme
Özeti
Çocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli Psikodermatozlar
PsychophysIologIc Based PsychodermatosIs In ChIldren And Adolescents
Psikiyatrik bozuklukların ve stresin cilt hastalıklarının ortaya çıkması ve alevlenmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Öte yandan, cilt hastalıklarının sıklıkla anksiyete, depresyon ve yaşam kalitesinde bozulma ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu nedenle psikiyatrik durum ile cilt hastalıkları arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu varsayılabilir. Buna karşın, olguların önemli bir bölümünde cilt hastalıkları yetişkinlikten önce başlasa da çocuk ve ergenlerde cilt hastalıkları ile psikiyatrik morbidite arasındaki ilişki hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Bu makalede, psikofizyolojik kökenli çocukluk çağı psikodermatozları ve bu hastalıklar hakkındaki güncel bilimsel bakış açısı tartışılacaktır.
Psychiatric disorders and psychological stress has been implicated as a potential trigger in onset and exacerbation of dermatological diseases. Additionally, skin diseases have often been found to be associated with anxiety, depression and impaired quality of life. Therefore, it may be considered that there are a reciprocal influence between psychiatric status and skin diseases. Although significant majority of the cases begin before adulthood, limited data are available about relationship between skin disease and psychiatric morbidity in childhood and adolescence. In this article, psychodermatologic disorders in these age groups and our current scientific knowledge on these disorders will be discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
Halil Kara, Mahmoud Almbaidheen, Ebru Sağlam
Araştırma makalesi
Özeti
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
EvaluatIon Of SocIodemographIc CharacterIstIcs, AnxIety And DepressIon Levels Of Adolescent Mothers: Sample Of Ağrı ProvInce
Amaç: Evlilik izni için yönlendirilen adölesan annelerin sosyodemografik özelliklerinin, anksiyete ve depresyon düzeylerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2018-2020 tarihleri arasında evlilik izni için polikliniğe başvurduğu dönemde anne olan 65 ergen olgu dahil edilmiştir. Olguların psikiyatrik değerlendirmelerini içeren hastane kayıtları, sosyodemografik verileri ve düzenlenmiş adli raporları retrospektif olarak incelenmiştir. Değerlendirildiği dönemde depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemek amacıyla Anksiyete ve Depresyon Ölçeği-Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) öz bildirim ölçeğini doldurmaları istenmiştir ve bilişsel gelişimin değerlendirilmesi için psikolog tarafından uygulanan Kent E-G-Y ve Porteus Labirentleri zeka testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 16,33±0,307 yıldı. Gayriresmi evlilik yaptıkları yaşlar değerlendirildiğinde ise ortalama evlilik yaşının 15,44±0,499 yıl olduğu tespit edildi. Ortalama eğitim sürelerinin 5,08± 1,461 yıl olduğu görülmüştür. Gayriresmi evlilik yapmadan önce olguların %70,8’i köyde, %29,2 kentte yaşıyorken evlilik sonrası ise olguların %53,8’i köyde, % 46,2 ‘sinin kentte yaşıyordu. Yapılan gayriresmi evliliklerin % 27,7’sinin ise akraba evliliği olduğu tespit edilmiştir. Olguların kliniğe başvurdukları esnada sahip oldukları çocukların yaş ortalaması 4,05±3,701 ay olduğu saptanmıştır. Sonuç: Erken evlilik yapan ve 18 yaş öncesi doğum yapan kızların eğitim sürelerinin ve sosyoekonomik düzeylerinin düşük, eşleri ile aralarındaki yaş farkının fazla, eşlerinin iş imkanlarının kısıtlı olduğunu ortaya koymaktadır. Erken yaş evlilikleri önlemeye yönelik müdahale programlarının ve yasal düzenlemelerin geliştirilmesi, hem ergen evliliklerin hem de ergen anne olmanın ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların engellenmesine katkıda bulunabilir.
Objective: ıt was aimed to retrospectively evaluate the sociodemographic characteristics, anxiety and depression levels of adolescent mothers who were referred for marriage leave. Material and methods: 65 adolescent cases who became mother when they applied to the outpatient clinic for marriage permission between 2018-2020. Hospital records, sociodemographic data and edited forensic reports including psychiatric evaluations of the cases were reviewed retrospectively. In order to determine their depression and anxiety levels during the evaluation period, they were asked to fill in the anxiety and depression scale-revised self-report scale and kent e-g-y and porteus labyrinths intelligence tests applied by the psychologist were applied to evaluate the cognitive development.
Results: The mean age of the subjects included in the study was 16.33±0.307 years. It was determined that the mean age at which they were married unofficially was 15.44±0.499 years. It was observed that the average education period was 5.08±1.461 years. Before the unofficial marriage, 70.8% of the cases lived in the village and 29.2% in the city, after the marriage, 53.8% of the cases lived in the village and 46.2% in the city. It has been determined that 27.7% of unofficial marriages are consanguineous marriages. It was determined that the mean age of the children of the patients when they applied to the clinic was 4.05±3,701 months.
Conclusion: Girls who married early and gave birth before the age of 18, ıt reveals that their education period is short, their socioeconomic level is low, the age gap with their spouses is high, and their spouses' job opportunities are limited. The development of intervention programs and legal regulations aimed at preventing early marriages may contribute to the prevention of both adolescent marriages and the negative consequences of being an adolescent mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta