Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan, Bahadır Feyzioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of IndIrect Immunofluorescence Assay And ElIsa For The DIagnosIs Of Ebv
EBV enfeksiyonunun serolojik tanısı birden fazla antikor yanıtının değerlendirilip yorumlanmasıyla yapılmaktadır. Bu çalışmada VCA IgM, VCA IgG ve EBNA IgG antikorlarının IFA ve ELISA tanı metodlarıyla çalışılması ve bu metodların tanı değerlerinin karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmaya Mononükleoz şüpheli 100 serum örneği dahil edildi. IFA referans metod olarak kabul edildi ve bu doğrultuda örnekler, EBV enfeksiyonu tanı standartları göz önüne alınarak; Seronegatif, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon gruplarına ayrıştırıldı. ELISA ile aynı standart kriterler doğrultusunda oluşturulan grupların bu IFA grupları ile uyumu araştırıldı. Herbir antikor her iki test bazında ayrı ayrı değerlendirilerek ELISA için duyarlılık ve özgüllük oranları belirlendi. Her iki metodun uyumu Seronegatiflik, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon için sırasıyla %41, 100, 14,7 ve 74,5 olarak bulundu. Tek bir antikor bazında IFA’ya göre ELISA metodu değerlendiridiğinde, VCA IgM testinin duyarlılığı %100, özgüllüğü %90,8, VCA IgG’nin duyarlılığı ve özgüllüğü %61,5 ve %53, EBNA IgG’nin ise %78,7 ve %81,1 şeklinde bulundu.Her iki testin; Seronegatif, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon belirleme oranlarında farklılık göze çarpmaktadır. ELISA VCA IgG testi IFA referans teste göre yetersiz performans sergilemiştir. Her iki testin tercih edilebilirliği; testlerin tanı güvenilirliğinin yanı sıra, laboratuvarların teknik ve personel donanımı ve mali olanaklar göz önüne alınarak değişebilir.
\r\n
The serologic diagnosis of EBV infection is made by evaluating and interpreting by more than one antibody response. In this study, it is aimed to be studied of VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies by IFA and ELISA methods and to evaluate diagnostic values. One hundred serum samples which are suspicious of infectious mononucleosis were included in to the study. IFA was accepted as the reference method and the concordance of IFA and ELISA methods was investigated. VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies were evaluated according to both tests and their sensitivity and specificity rates were determinated for ELISA method. The concordance of ELISA and IFA method for seronegative, acute infection, new infection and past infection were 41%, 100%, 14,7%, 74,5% respectively. When the ELISA method was evaluated according to IFA reference test in respect of one antibody, the sensitivity of VCA IgM test was 100%, the specificity was 90,8%, the sensitivity and specificity of VCA IgG were 61,5% and 53%, EBNA IgG results were 78,7% and 81,1%. There was a difference in determination rates of seronegative, new infection and past infection of both tests. ELISA VCA IgG test had an insufficient performance according to IFA reference test. The performance of both tests can change by some factors such as technique, qualification of personnel and financial possibilities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
Hatice Türk Dağı, Mehmet Özdemir, Metin Doğan, Osman Tüfekçi, Seher Küçüksaraç, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParvovIrus B19 AntIbodIes In PatIents WIth RheumatoId ArthrItIs
Viruslarla infekte hastalarda artritik semptomlar sık görülür. Parvovirus B19 herhangi bir eklemi etkileyebilir ve artrite yol açabilir. Parvovirus B19 infeksiyonu ile ilişkili artropatinin jüvenil artrit veya romatoid artritin (RA) tanı kriterlerini taklit ettiği bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı romatoit artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığını belirlemektir. Amerikan Romatoloji Derneği’nin tanı kriterlerine göre RA tanısı alan 114 hasta ve 46 kişi kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Bu hastalarda Parvovirus B19 antikorları, Enzim Immunoassay yöntemiyle Ridascreen parvovirus IgM ve IgG kiti ile saptandı. Parvovirus B19 IgM akut artropati tanısı alan 114 hastanın 15’inde (%13.2), 46 sağlıklı kontrol grubunun 6’sında (%13) tespit edildi. Parvovirus B19 IgG, RA’lı 114 hastanın 85 (%74.5)’inde ve kontrol grubunun 29(%63)’unda pozitif olarak belirlendi. Romatoid artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığı, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Bu bulgular ışığında Parvovirus B19, RA’nın etiyolojisinde sadece yardımcı veya ilişkili faktör olabilir.
Arthritic symptoms are frequent in patients infected with viruses. Parvovirus B19 may affect any joint and cause arthritis. It was reported that arthropathy associated with B19 infections resembles the diagnostic criteria of rheumatoid arthritis (RA) or juvenile arthritis. This study was aimed to determine the frequency of human parvovirus B19 infection in patients with rheumatoid arthritis. 114 patients diagnosed RA according to criteria of American College of Rheumatology and 46 healthy people were included in control group in this study. Parvovirus B19 antibodies were detected by Enzyme Immunoassay method by Ridascreen parvovirus IgM and IgG kits. Parvovirus B19 IgM was detected in 15 of 114 (13.2%) patients with acute arthropathy and 6 of 46 (13%) healthy control group. Parvovirus B19 IgG was determined in 85 of 114 (74.5%) patients with RA and 29 of 46 (63%) control group. The frequency of parvovirus B19 infection in patients with RA as compared with control groups was not statistically significant. So parvovirus B19 might be only a contributing and/or associated factor with RA etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
Yüksel Tatkan, Ersin Çiftçi, Mustafa Şahin, Serdar Yol, İlhami Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
The Effect Of VItamIne E And UrsodeoxycholIc AcId On Immune System In ObstructIve JaundIce
Amaç: Bu çalışmada tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlarda; UDKA ve vitamin E'nin lökosit sayısı, T, B ve null lenfosit oranları ve floresans boya ile işaretli E.coli translokasyonu üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Araştırmada 70 VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlar 15'erli dört gruba ayrıldı. Birinci grup sadece tıkanma sarılığı oluşturulan gruptu. İkinci gruba 8-14. günler arası 25mg/kg ora! UDKA verildi. Üçüncü grup, aynı günler arasında bir haftalık süre içinde günaşırı 500 mg/kg int- ramüsküler (toplam 3 kez) vitamin E verilen deney grubuydu. Dördüncü gruba UDKA ve vitamin E, yukarıda be lirtilen süre ve dozda birlikte verildi. Geriye kalan 10 denekte (5. grup) sham işlemi uygulandı. 14. günde tüm sıçanlara, ml'sinde 109 bakteri içeren floresans boya İle işaretli E.coli 2 mİ olarak nazo-gastrik tüp ile verildi. Bir gün sonra steril şartlarda sakrifiye edilen sıçanlardan, histopatolojik inceleme için MLN, karaciğer, dalak, ince bar sak ve kan örnekleri alındı. Kan yaymalarında May-Grünwald-Giemsa yöntemi ile lökosit formülü, ANAE enzimi ile T, B ve null lenfosit oranları saptandı. Bilirübin, SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz çalışıldı. Barsak duvarı, MLN, ka raciğer, kan ve dalakta floresans mikroskopta işaretli E.coli'ler belirlendi. Bulgular: Lökosit formülünde 1 ve 2. grupta lenfosit oranlarında azalma vardı (p<0.05). E vitamini verilen gruplarda ise lenfosit oranları sham grubu ile benzerdi. T ve B lenfosit oranları ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda azalmıştı. Bu azalma 3 ve 4. gruplarda daha belirgindi (p<0.05). Null lenfositlerin oranı ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda artmış, E vitamini verilen gruplarda ise daha belirgin olarak artmıştı (p<0.05). İşaretli E.coli'lerin birinci grupta anlamlı yükseklik gösterdiği, diğer grup lar arasında fark olmadığı belirlendi. Sonuç: Tıkanma sarılıklarında E vitamininin lenfoproliferatif etkiyle Null len fositlerde anlamlı bir artış sağladığı, UDKA ’in immün sistem üzerine direkt bir etkisinin olmadığı, ancak işaretli E. colllerin dokulara geçişini E vitaminine eşdeğer oranda azalttığı tesbit edilmiştir.
Purpose: The aim of this study is to investigate the effect of Vitamine E and Ursodeoxycholic acid (UDCA) on the leucocyte count, the ratio of T, B and Null leymphocyte and translocation of E. coli labelled vvith flourescein in an experimental obstructive jaundice model in rats. Material and Methods: Seventy male VVistar-albino rats vvere used in this study. The animals vvere divided into four groups ineluding 15 rats and obstructive jaundice vvere per- formed in ali rats. İn the first group; obstructive jaundice was performed only, İn the second group; 25 mg/kg UDCA was given orally between 8-14 days. İn the third group; 500 mg/kg/im Vitamine E was given in every two days betvveen 8-14 days (three times). İn the fourth group Vitamine E and UDCA vvere given together as men- tıoned above. İn the left ten rats; sham procedure was performed (flfth group). Two mİ solution ineluding 109 E. coli labelled vvith flourescein was given via a naso-gastric tube at 14th day. Ali rats vvere sacrificed at 15th day and mesenteric lymphatic nodules (MLN), liver, spleen, small bovvel tissue samples and one mİ blood samples vvere taken. Leucocyte types vvere deteeted by May-Grüwald-Giemsa method and T, B and Null lemphocyte ratio vvere found by ANAE enzyme. Serum Bilirubine, SGOT, SGPT and Alkaline phosphatase levels vvere measured. Translocated E. coli number deteeted in bovvell wall, MLN, liver, spleen and blood samples by flourescein mic- roseopy. Findings: There was a significant decrease of lemphocyte ratio in group I and II (p<0.05). The lemp hocyte ratio of groups II and III was similar vvith control group. T and B lemphocyte ratio decreased in ali ja- undiced groups. The decrease vvas significant in third and fourth groups (p<0.05). Null lemphocyte ratio inereased in ali groups, but the differences vvas significant in groups III and IV (p< 0.05). E.coli translocation vvas significant in group I, and there vvas no differences in other groups. Conclusion: Vitamine E caused Null lemphocyte pro- liferation. UDCA has no direct effect on immune system, but it prevented the lebelled E.coli translocation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Osman Serhat Tokgöz, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Assessment The OptImum EffIcacy And NeurologIc SIde Effect(s) Of AntIhyperlIpIdemIc Drug RegImens In DyslIpIdemIc Adult PatIents
Amaç: Dispidemik erişkinlerde, antihiperlipidemik ilaç tedavilerinin optimal etki ve nörolojik yan etki yönünden araştırılması. Gereç ve Yöntem: Nöroloji ve kardiyoloji polikliniklerine başvuran 37-77 yaşları arasında 42 kadın, 87 erkek, toplam 129 dislipidemik hasta çalışmamız için seçildi. Tüm hastalara, ideal kilolarına ulaşmaları ve standart lipidden fakir beslenme diyetini uygulamaları önerildi. Hastalar 5 gruba ayrıldı. Gruplara sık kullanılan antihiperlipidemik ilaçlardan; düşük doz atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrat (200 mg) ve fenofibrat + atorvastatin kombinasyonu başlandı. 0, 3, 6 ve 12. aylarda nörolojik muayene yapıldı ve kan lipit profili, kan enzimleri izlendi. İlaç kullanımı sonrası nörolojik şikayeti olanlara, nörolojik muayenesinde patolojik bulgu tespit edilenlere ve kas enzimleri yüksek olanlara ENMG yapıldı. Bulgular: ATP III Kriterlerine göre yüksek ve sınırlı yüksek hiperlipidemi vakalarında düşük doz antihiperlipidemik ilaç kullanımı sonucu; ikinci 6 ayda fenofibrat provastatine oranla anlamlı bir şekilde Trigliserit’de (TG) düşme sağladı. İlk 3 ayda atorvastatin fenofibrata oranla LDL-K değerlerine anlamlı bir düşmeye neden oldu. İlk 6 ayda pravastatin, atorvastatine oranla kreatin kinaz seviyelerinde anlamlı artışa neden oldu. Kullanılan ilaçlar arasında diğer lipit profilleri üzerine etkiler ve yan etkileri açısından bir fark yoktu. ENMG yapılan hastalarda patolojik bulgu gözlenmedi. Sonuç: Bir yıl süreyle düşük doz kullanılan antihiperlipidemik ilaçlar çoğunlukla etki bakımından benzer konumdadır. Kas enzimleri üzerine yan etkileri miyalji ve % 4-68 oranında enzim artışı şeklindedir. Tüm ilaçlar için CK artışı literatürde belirtilen 3-10 kat yüksekliğe ulaşmamıştır. ENMG’de miyopati olmamasına rağmen miyalji, önemli bir yakınma nedenidir. Sonuçta uzun süreli statin tedavisinin yüksek risk taşıyan ve düzenli kontrol edilebilen hastalarda önerilmesinin uygun olduğu kanısındayız.
Aim: To assess the optimum efficacy and neurological side effect(s) of antihyperlipidemic drug regimens in dyslipidemic adult patients. Material and Method: Fotry-two male, eighty-seven female; totally 129 dyslipidemic patients, 37 to 77 years of age who admitted to neurology and cardiology out-patient clinics were eligible for our study. All of the patients were recommended to reach an ideal body weight and to maintain a standard low-lipid diet. Patients were divided into 5 subgroups and were assigned to receive commonly used antihyperlipidemic agents; low-dose atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrate (200 mg) and a combination of fenofibrate and atorvastatin regimen. Neurological examination was evaluated besides fasting plasma lipid profile and muscle enzyme levels at 0, 3, 6 and 12-month intervals. Electroneuromyography (ENMG) was performed in patients having neurological complaint(s), finding(s) and/or elevated muscle enzyme levels after drug administration. Results: According to ATP III criteria, in the second 6-month period, fenofibrate effectively improved the triglyceride profile in patients with high and borderline plasma lipid levels versus pravastatin therapy. In the first 3-month period, atorvastatin significanty improved LDL-C levels versus fenofibrate. In the first 6-month period, pravastatin caused a marked elevation of creatinine kinase levels versus atorvastatin. Among all the drugs, no other differences were observed either on lipid or on side effect profiles. No pathological findings were observed in patients who underwent ENMG. Conclusion: For the first year, low-dose antihyperlidemic agents have mostly similar efficacy profiles. Encountered side effects are; myalgia and elevated serum creatinine phosphokinase (CPK) levels at a range of 4-68 %. CPK elevations did not exceed to 3 to 10 times as reported in the literature with any of the drugs. In spite of myopathic changes in ENMG, myalgia was commonly reported. In conclusion we suggest that, patients at hig-risk, represent a suitable group for prolonged statin treatment with regular clinical follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
Alper Yosunkaya, Ahmet Keçecioğlu, Tuba Berra Erdem, Hale Borazan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
The Common ObstetrIc Problem In Our IntensIve Care UnIt: Hellp Syndrome (analysIs Of 15 Cases)
HELLP sendromu (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)hemoliz, yükselmiş karaciğer enzimleri ve trombosit sayısında azalma ile karakterize, yüksek maternal ve perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili bir tablodur. Biz çalışmamızda 2005-2009 arasında, yoğun bakımımızda takip ettiğimiz, Hellp Sendromlu 15 preeklamptik ve eklamptik hastayı retrospektif olarak inceledik. Hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri , demografik, klinik ve obstetrik özellikleri kaydedilmiş,hemoglobin, serum albümin seviyesi, protrombin ve parsiyel tromboplastin zamanı,fibrinojen düzeyi, trombosit sayısı, total bilirubin ve kreatinin değerleri, AST, ALT, laktat dehidrogenaz düzeyleri incelenmiştir. Hellp sendromlu hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri ciddi konvülsiyon, şuur kaybı , hava yolu kontrolü, invazif hemodinamik monitorizasyon, ARDS, intraserebral hemoraji ve solunum yetersizliği idi. Hastalarımızın yoğun bakımdaki 4 günlük takibi esnasında trombosit sayısı 3. günden itibaren yükselmeye başladı. Ancak bu yükselme yoğun bakıma kabul günü ile karşılaştırıldığında 4. günde istatistiksel olarak anlamlı idi. Yine benzer olarak AST, ALT, LDH, üre ve kreatinin değerleri 3. günden itibaren düşmeye başlarken 4. günden itibaren düşüş anlamlıydı (P
Hellp Syndrome (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)is characterized by hemolysis, elevated liver enzymes and low platelet count, and related with an increased with an increased foetal and maternal mortality. We aimed in this study to evaluate the morbidity and mortality of 15 Hellp syndrome patients who have been admitted to our intensive care unit, between 2005 and 2009 years retrospectively. Patients ICU admission indications, demographic, clinical and obstetric data was noted down; hemoglobin, serum albumin level, prothrombine time ve active partial thromboplastin time, fibrinogen level, thrombocyte number, total bilirubine ve creatinine levels, AST, ALT, lactate dehidroginase (LDH) levels were analysed. Intensive care unit(ICU)admission of Hellp sydrome patients were convulsion, loss of consciousness, airway control, invasive hemodinamic monitorisation, ARDS, intracerebral hemorrhage and respiration insufficiency During 4 day intensive care unit following of our patients, thrombocyte numbers began to increase from third day of admission. But this increament was statistically significant between admission day to ICU and fourth day. Again similarly AST, ALT, LDH, ürea ve creatinine levels began to decreased at third day and decreament was statistically significant as from fourth day(P
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
Ahmet Serel, Hakan Gemalmaz, Alim Koşar, Namık Delibaş, Gülsen Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
The Role Of Free RadIcals In The PathophysIology Of Acute TestIcular CadmIum IntoxIcatIon.
Yirmidört erkek Wistar rota 21 gün süre ile 1 mgiml kadmiyum klorid intraperitoneal olarak en-jekte edildi. Kontrol grubuna ise 20 erkek Wistar rat alındı. Kadmiyum verildikwn 21 gün sonra tüm ı-at-lar sakrifiye edildiler. Testikider antioksidan enzim aktiviteleri fsüperoksid dismutaz. glutatyon pe-roksidaz ve katalaz), kadmiyum düzeyleri ve ma-londialdehid düzeylerinin belirlenmesi amacı ile tüm ratların testisleri çıkarıldı (MDA). Ayrıca testisler histopatolojik olarak değerlendirildi. Kadmiyum ve-rilen radarda testiküler antioksidan enzim ak-tiviteleri ve malondialdehid düzeyleri kontrol gru-buna göre anlamlı derecede yüksek olarak bulundu (p<0.05). Ayrıca kadmiyum verilen raflarda tes-tiküler hasan giısteren patolojik bulgular elde edil-di. Sonuçta kadmiyuma bağlı olarak ortaya çıkan testiküler hasarın fizyopatolojisinde peroksidatıf hasar ve lipoperoksidasyonun rol oynayabileceği kanaatine varıldı.
Twentv-four male Wistar stı-ain rats esere in-je•ted i mglml nf cadmiunı t.hloride lrrt-iaperitnırealiy for 21 clays and 20 male rats were considered as controls. At the end of 21 clays all nıts were sacrified tn determine antioxidant enzyme (su-peroxide dismutase, catalase and glutathion pe-roxidase) activities and malondialdehide levels of. testis (MDA). Testis cadmium levels wc're de-termined hy atomic absoıption spectrophotomeley, The histopathological changes in the testis WC1*(' also noted. In the cadmium-treated group. the an-tioxidant enzyme activities and the MDA levels were found to be increased when uompared with control group. There was a .vtatistically significant dıf-ference between two groups (p<0.05). All the cad-mium-treated rats showed pathological testicular al: terations. Our results suggested that peroxidative damage and lipoperoxidation might be ı-esponsible for the physiopathology of cadmium-induced tes-ticular damage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hasan Mollahüseyinoğlu, Cemil er, Mustafa Şahin, Yaşar Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Abdominal Kompartman Sendromunun Solunum Ve Üriner Sistemler Üzerine Etkileri
The Effects Of AbdomInal Compartement Syndrome, On RespIratory And UrInary Systems
Amaç: Karın içi basınç (KİB) artışı ile Abdominal Kompartman Sendromu (AKS) arasındaki ilişkiyi mesane içi basıncını ölçerek incelemek. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne akut batın nedeniyle müracaat eden 61 olgu kullanıldı. Olgulardan 25’i ileus, 13’ü akut pankreatit, 11’i mezenter iskemi ve 12’si gastrointestinal perforasyon tanısı aldı. Olguların tamamında mesaneye yerleştirilen bir sonda aracılığıyla karın içi basıncının bir göstergesi olan mesane içi basıncı ölçüldü. Bu ölçümle eş zamanlı olarak arteriyel ve venöz kanda pH, PaCO2, PaO2, SGOT, SGPT, üre ve kreatinin değerlerine bakıldı. İlk başvuru anında yapılan bu işlemler, 24, 48 ve 72. saatlerde tekrar edildi. KİB artışı ile kan değerleri arasındaki ilişki incelendi Bulgular: Çalışmamızda KİB artışının böbrekler, solunum sistemi ve karaciğer üzerinde birtakım değişikliklere yol açtığı izlendi. KİB 10 cm H2O’yu geçince böbrek fonksiyonlarının bozulmaya başladığı, 20 cm H2O basınçtan sonra ise belirgin olarak bozulduğu görüldü. Solunum sisteminde KİB artışı ile başlangıçta solunumsal alkaloz gelişirken, AKS’nun ortaya çıktığı geç dönemlerde ise hipoksi, hiperkarbi ve metabolik asidozla karakterize solunum yetmezliği görülmekte idi KİB’nın arttığı bütün olgularda karaciğer enzimleri yüksek değerlerde bulundu. Sonuç: Mesane içi basıncı KİB’nın indirekt göstergelerinden birisidir. KİB artışı ile arteriyel ve venöz kandaki üre, kreatinin, SGOT, SGPT ve PaCO2 düzeyleri arasında pozitif, PaO2 ve pH arasında ise negatif ilişki mevcuttur.
Aim: Our aim is to investigate the relation between the increase of abdominal pressure and abdominal compartmant syndrome Material and Method: 61 patients admitted to Selçuk Univercity Meram Medical Faculty Emergency Service with diagnosis of acute abdomen were included in this study. The diagnosis were; 25 cases ileus, 13 cases acute pancreatitis, 11 cases mesentery ischemia seviand 12 cases with intestinal perforations. In all cases urine bladder pressures were recorded as the reflection of abdominal pressure. Meanwhile pH, PaCO2, PaO2, SGPT , SGOT, urea and creatinin levels were measured in venous and arterial blood samples. The procedure was repeated consequently 24, 48 and 72 hours. The correlation between abdominal pressure increase and these parameters were evaluated. Results: Increase in abdominal pressure has negative effects on renal, pulmonary and liver organ systems. Renal function effected by 10 cm H2O pressure and was obviously affected after 20 cm H2O pressure. The increase of abdominal pressure causes respiratory alcholosis; at initial time and hypoxia, hypercarbia, metabolic acidosis and respiratory insuffiency at the late period. Liver enzyms were recorded at high level in abdominal pressure increase. Conclusion: Urine bladder pressure is reflecting abdominal pressure. The incerase of abdominal pressure has positive correlation with urea, creatinin, SGOT, SGPT, and PaCO2 levels and negative correlation with PaO2 and pH levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliğin Akut Yağlı Karaciğer Hastalığı
Osman Balcı, Halime Göktepe, Alaa S. Mahmoud
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliğin Akut Yağlı Karaciğer Hastalığı
Acute Fatty LIver Of Pregnancy
Gebeliğin akut yağlı karaciğer hastalığı nadir görülen, gebeliğin en sık üçüncü trimesterinde ve nadiren postpartum dönemde kendini gösteren, ağır maternal ve fetal komplikasyonlara yol açan bir hastalıktır. Etyopatogenezi halen bilinmemektedir. Multifaktoriyel ve genetik nedenlerden söz edilmektedir. Tanısı preeklampsi, kolestatik sarılık ve viral hepatitlerden ayrıcı tanı alması ile mümkündür. Tedavisi ise doğumu takiben destek tedavisidir. Biz makalemizde 21 yaşında, 34 haftalık ilk gebeliği olan, kliniğimize geldiğinde karaciğer enzim yüksekliği dışında anormal laboratuar bulgusu olmayıp takiplerinde kısa sürede laboratuar testleri ileri derece bozulan ve gebeliğin akut yağlı karaciğer hastalığı tanısı alan bir olguyu sunduk.
Acute fatty liver of pregnancy is a rare disease that may lead to serious maternal and fetal complications. It is mostly seen in the third trimester and rarely seen in the postpartum period. The etiopathogenesis is not known. Multifactorial and genetic factors are thought to be responsible. The differential diagnosis include: preeclampsia, cholestatic jaundice and viral hepatitis. Treatment is supportive care following delivery. We presented a case of 21 years old, primigravida patient in her 34th week of pregnancy who had elevated liver enzymes, all other laboratory tests were normal on admission. Laboratory tests of the patient deteriorated within short period and acute fatty liver of pregnancy developed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarkoidozlu Hastalarda Clusterin Ve ?-Klotho Düzeylerinin Tanısal Değerleri
Turan Akdağ, Celalettin Korkmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sarkoidozlu Hastalarda Clusterin Ve ?-Klotho Düzeylerinin Tanısal Değerleri
DIagnostIc Values Of ClusterIn And ?-Klotho Levels In PatIents WIth SarcoIdosIs
Amaç: Sarkoidoz, etiyolojisi bilinmeyen ve non-kazeifiye granülomatöz inflamasyon ile karakterize multifaktöriyel bir hastalıktır. Sarkoidoz patogenezi ise inflamasyon ve otoimmün aktivasyon olarak tanımlanır. Bu nedenle sarkoidoz hastalığında plazma clusterin ve α-klotho düzeylerini değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve yöntemler: Sarkoidozlu 40 hasta (ortalama yaş: 52,10±12.60 yıl; 12 erkek, 28 kadın) ve 40 sağlıklı gönüllü (ortalama yaş: 37,40±18.20 yıl; 12 erkek, 28 kadın) çalışmaya alındı. Her iki gruptan alınan kan örnekleri ile plazma clusterin ve α-klotho düzeyleri enzime bağlı immünosorban testi (ELISA) ile araştırıldı.
Bulgular: Sarkoidozlu hastalarda plazma clusterin düzeyleri (309.73±40.68 ng/ml) sağlıklı gruba (117.86±102.03 ng/ml) kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.005). α-klotho plazma düzeyleri ise sarkoidoz grubunda 5.34±7.30 ng/ml ve sağlıklı grupta 7.21±9.84 ng/ml olarak belirlendi, minimal bir azalma gözlendi ancak istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0.338). Sarkoidozlu hastaların hemoglobin düzeylerinin sağlıklı gruba göre azaldığı belirlendi (12.93±1.02 g/dL'ye karşılık 14.06±1.50 g/dL) (p=0.012).
Sonuç: Sarkoidozun bağımsız olarak yüksek seviyelerde clusterin ile ilişkili olduğu sonucuna varıldı. Plazma clusterin düzeyleri sarkoidoz için potansiyel bir biyobelirteç olabilir. Literatüre göre bu çalışma, sarkoidozda clusterin ve α-klotho' nun plazma seviyeleri için bilgi verilen ilk çalışmadır. Bu konuda daha fazla ve kapsamlı araştırmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Sarcoidosis is a multifactorial disease with unknown aetiology and characterized by non-caseous granulomatous inflammation. The pathogenesis of sarcoidosis is defined as inflammation and autoimmune activation. Here, we aimed to evaluate plasma clusterin (CLU) and α-klotho levels in those with sarcoidosis.
Patients and methods: Forty patients with sarcoidosis (mean age: 52.10±12.60 years; 12 males, 28 females) and 40 healthy volunteers (mean age: 37.40±18.20 years; 12 males, 28 females) were enrolled into the study. Blood samples were drawn from both groups, and plasma CLU and α-klotho levels were investigated by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) technique.
Results: Patients with sarcoidosis had significantly higher plasma CLU levels (309.73±40.68 ng/mL), compared with healthy controls (117.86±102.03 ng/mL) (p=0.005). The plasma levels of α-klotho were measured as 5.34±7.30 in the sarcoidosis patients and 7.21±9.84 ng/mL in the controls. A minimal decrease was observed, but there was no statistically significant difference (p=0.338). The hemoglobin levels of sarcoidosis patients were decreased, when compared with the control group (12.93±1.02 g/dL vs 14.06±1.50 g/dL) (p=0.012).
Conclusion: We concluded that sarcoidosis is associated with high levels of CLU. Plasma CLU may be a potential biomarker of sarcoidosis. Based on literature and to the best of our knowledge, this is the first study to provide insight in the determination of plasma levels of CLU and α-klotho in sarcoidosis. Further and comprehensive investigations are needed to clarify the entity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tüberküloz Menenjit Ve Bakteriyel Menenııt Olgularında Beyın Omurılik Sıvısı Aspartat Aminotransferaz Ve Laktik Dehidrocenaz Enzim Düzeylerinin Takıbı
Sadık Büyükbaş, Mehmet Bitirgen, Ümran Çalışkan, Mehmet Akdoğan, Mustafa Ünaldı, İsmail Öztok
Araştırma makalesi
Özeti
Tüberküloz Menenjit Ve Bakteriyel Menenııt Olgularında Beyın Omurılik Sıvısı Aspartat Aminotransferaz Ve Laktik Dehidrocenaz Enzim Düzeylerinin Takıbı
SerIal EstImatIon Of CerebrospInal FluId AspartaIe AmInogransferase And LartaIe Dehydrogenase Levels Irr Tuberculous And BacterIal MenIngItIs
Tüberküloz menenjit (TBM) ve bakteriyel menenjit (BM) tanısında ve uygulanan tedavinin prognostik takibinde beyin-omurilik sıvısı (POS) aspartat ağninotransferaz (AST) ve taktik dehidrogenaz (LI311) enzim düzeyleri seri olarak çalışıldı. BOS AST düzeyleri; kontrol grubunda 5.95 ± 2.59 lUIL, TBM grubunda 10.41 ± 3.62 lUIL ve BM grubunda 28.12-± 5.85 WİL olarak saptandı. BOS LDII düzeyler; kontrol grubunda 25.02 ± 9.21 11.11L, 7711,1 grubunda 51.25 ± 20.74 IUIL ve BM grubunda 327.24 _t 214,47 MIL olarak saptandı. !'BM ve BM gruplarının BOS AST ve LDII enziğn düzeyleri kontrol grubuna kiyasta belirgin olarak yüksektir (p<0.00I). BM grubu POS seri enzim analizlerinde POS AS7' ve LDII enzimlerinin belirgin olarak azaldtgı (p>0.001), fakat TBM grubunda Lçe bu azal-manın hafif olduğu (p>0.05) saptandı. Bu bulguların ışığında 773114 ve BM'in tanısında ve uygulanan tedaviye hastalaarın verdiği yanıtın takibinde POS AST ve LDH enzim seri analizlerinin yardımcı bir laboratuvar tetkiki olabileceğini söyleyebiliriz.
The cerebrospinal fluid (CSF) aspartate aminotransferase (AST) and lactate dehydrogenase (LDII) enzyme levels were investigated tn this research for the diagnosis of tuberculous and bacterial meningitis (TBM, BM) for the prognosi.ss of cases. AST and LDII enzvmatic levels were estimated in CSF in 12 cases of TBM, 25 cases of BM and 30 control cases. In the control group the levels of CSF AST and CSF-LDII were estimaied as 5.95±2.59 IULL, 25.02±9.21 11.11L, respectively. in cases with 713M, the levels of CSF-AST and CSF-LDII were ohtained as 10,41±3.62 51.25±20.74 respectively. In the BM cases, the levels of CSF-AST and CSF-L1311 were estimated as 28.12±5.85 !Un-, 327.24±214.47 WİL, respectively. The CSF enzyğnatic levels of AST and LDII were increased significantly both in MM and BM cases a.ı compared with control group (p<0.001). Iri serial enzymcilic analysis (initial, 72 hours and 10 d,iş.v tater) it has been found that the BM cases showed significanily decreasing levels of the two enzşiğes (p<0.001) but the TBM CaSe.S showed nonsignificanily decreasıng levels of both enzymes (p>0_05). On the light of these findings, it is concluded that the serial enz-ymatic determinations ğiST and LDII iri CSI7 are helpfull in the diagnosis of TBM and BM in the prognosi.s of cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omirilik Sıvısı Laktik Dehidrogenaz Enzim Düzeylerı
Sadık Büyükbaş, Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul, Elif Gürel, Mehmet Akdoğan, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omirilik Sıvısı Laktik Dehidrogenaz Enzim Düzeylerı
CerebrospInal FluId Lactate Dehydrogenase Enzyme Levels In PalIents BacterIal And AseptIc MenIngItIs
Bakteriyel menenjit ve aseptik menenjit ayrıcı tanısı için beyin omurilik sıvısı (B.O.S.) taktik dehidrogenaz (LDH) enzim düzeyi araştırıldı. B.O.S. LDH enzim düzeyleri; 30 normal, 14 bakteriyel menenjit ve 14 aseptik menenjit olmak üzere toplam 58 pediatrik vakada saptandı. B.O.S. LDH düzeyleri; kontrol grubunda 25,02±9,47 IUIL, bakteriyel menenjit grubunda 119,26±41,34 IUIL ve aseptik menenjit grubunda 403112,61 11.111, olarak bulundu. Karşılaştırma yapıldığında normal ve aseptik menenjit gruplarına kıyasla bakteriyel menenjit grubunun B.O.S. LDI1 enzim düzeyleri belirgin olarak daha yüksektir (p<001). Bu verilere dayanarak B.O.S. LDH enzim düzeylerinin saptanmasının bakteriyel menenjitin aseptik menenjitten ayırıcı tanısında yardımcı olabileceği kanaatindeyiz.
Cerebrospinal fluid lactate dehydrogenase (LDH) enzyme levet was investigated in this research for the differential diagnosis of bacterial and aseptic meningitis. LDH enzyme levels in CSF were determined in a group of 58 pediatric cases which were constituted of 30 normal imdividuals, 14 patients with bacterial meningitis and 14 patients with aseptic meningitis. The values of CSF LDII levels in normal group, bacterial meningitis group and aseptic meningitis group were obtained as 25,02 ±9 ,47 IUIL, 119,26 ±41,34 IUIL, ± 0 ÷ ,61 IUIL, respectively. In the levels of LDH enzyme ,in CSF of bacterial meningitis cases, a significant difference was found in comparison to the other groups which were normal individuals and aseptic meningitis cases (p<0,001).Based on these findings, it is concluded that the determinations of LD11 levels of CSF are helpful in differentiating bacterial from aseptic meningitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnfertil Çıftlerde Antisperm Antikorların E_nzime Bağlı Immunosorbent Tekniği (elısa) İle Saptanması
Bülent Baysal, Halil Özerol, Mahmut Baykan, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
İnfertil Çıftlerde Antisperm Antikorların E_nzime Bağlı Immunosorbent Tekniği (elısa) İle Saptanması
The DetectIon Of AntIsperm AntIbodIes IrI 'IzlerIne Couples, WIth The Enzyme-LInked Immunosorbent Assay (elIsa)
Serum ve üreme yollarında spermatozoa üzerinde bulunan antijenlerle reaksiyona giren sperm ânti-korlartnın bulunması, sperm aglütinasyonuna velveya komplernana bağımlı immobilizasyona sebep olur. Antisperm antikorlar iki irnmünolojik sınıfa aittir: IgA ve IgG antikorlar. Mevcut bazı veriler IgA'nın klinik olarak IgG den daha değerli olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, IgA antikorları hemen daima IgG antikorları ile birlikte meydana çıkar. Bu nedenle IgG antikorlarını araştıran testler, rutin bir tarama metodu olarak yararlıdır. Biz infertil erkekler ve kadınların serumlarında bulunan anti-sperm antikorların tespiti için ELISA metodunu inceledik.
The presence of sperm antibodies reacting with antigens on the spermatozoa in sera and reproductive tracts can cause agglutination ör cornplement-dependent irnrnobilization of sperm ör both, resulting in a reduction of !heir fertilizing capasiiy. Antisperrn antibodies are belong to two irnrnunolojical classes: IgA and IgG antibodies. There are some data indicating that IgA is clinically more importarzt than IgG antibodies. However, IgA antibodies never occur without IgG antibodies. Therefore, testing for IgG antibodies is sufficient as a routine screening method. We examined the ELISA method for the detection of antisperm antibodies in the sera of infertile women and men.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Staphylococcus Aureussuş D Ların A Penisilinaz Enzimınin Araştırılması
Naci Kemal Kırca, Bülent Baysal, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Staphylococcus Aureussuş D Ların A Penisilinaz Enzimınin Araştırılması
The InvesIIgatIon Of The PenIcIllInase Enzyme. Tr Staphylococcus Aureus StraIns
Çeşitli materyalden izole edilen 120 Staphylococcus aureus suşunun penisilinaz aktiviteleri araştırıldı. İncelenen 120 Staphaureus suşunun 94(%78.3)'ü penisilinaz pozitif bulundu.
The penicillinase activities of 120 strains of Staph.aureıts isolated frotn outpatients were detected fay rapid iadometric methods. 94 out of 120 Staphaureus strains was found ta have the enzyrne.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
Ahmet Yılmaz, Önder Akkaş, Meral Bayar, Hakan Uslu, Kemalettin Özden
Araştırma makalesi
Özeti
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
The InvestIgatIon Of CryptosporIdIum Spp. In PatIents WIth DIarrhea
by MIcroscopIc And ElIsa Methods
Cryptosporodium spp. gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde
ishale neden olan parazitler arasında hala önemli bir yere sahiptir.
İmmün sistemi baskılamış bireylerde ölümcül ishallere neden
olabilen, zorunlu olarak hücre içi yerleşim gösteren bir protozoondur.
Bu çalışmada hastanemizde kronik ve akut ishal ön tanısı almış
hastalarda etken olarak Cryptosporidium spp.’nin araştırılması,
etkenin tanısında Modifiye Asit Fast boyama ve ELISA (Enzim Linked
Immunassay Absorbant) yöntemini birlikte uygulayarak iki yöntemin
sonuçlarını karşılaştırmak amaçlanmıştır. Kasım 2013-Mayıs 2014
tarihleri arasında Erzurum Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi kliniklerinden Mikrobiyoloji laboratuarına gönderilen
86 ishalli dışkı örneği araştırma kapsamına alınmıştır. Çalışma
grubundaki dışkı örneklerine aynı gün Modifiye Asit Fast boyama
yöntemi uygulanarak mikroskopta 100X objektifde incelendi.
Toplanan dışkı örneklerinin bir kısmı ise hiçbir koruyucu madde ilave
edilmeden ependorflara alınarak -20 °C’de saklandı. Saklanmış bu
örnekler daha sonra Cryptosporidium antijenlerini aramaya yönelik
hazırlanmış ELISA yöntemiyle çalışıldı. Kit üretici firmanın önerdiği
şekilde uygulandı. Değerlendirme 450 nm dalga boyunda ELISA
okuyucusunda yapıldı. Yaşları 0-83 arasında değişen 43 kız, 43
erkek bireylerden oluşan 86 kişiye ait gaita örneklerinde toplam 6
örnekte Modifiye Asit-Fast boyama ile pozitif sonuç saptanırken,
ELISA yöntemiyle 8 örnekte pozitiflik saptanmıştır. ELISA yöntemiyle
pozitiflik saptanan olguların 4’ü (%50) erkek, 4’ü (%50) kız idi.
Modifiye Asit Fast boyama yönteminde ise pozitiflik saptanan olgular
2’si erkek (%33.3), 4’ü kız idi (%66.7). Sonuç olarak, dışkıda özgül
antijen arayan ELISA’nın maliyeti, boyama yöntemine göre yüksek
olmasına rağmen, uygulamada sağladığı avantaj, çok sayıda örneğe
birlikte uygulama kolaylığı sağlaması ve hızlı sonuç vermesi gibi
nedenlerle ELISA yönteminin Cryptosporidium tanısında tercih
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Cryptosporidium spp. has still an important place among
parasites which are the main reason of diarrhea both developing and
developed countries. It is an obligate intracellular protozoan that may
lead fatal diarrhea in immune-suppressed persons. In this study, our
aim was to investigate the presence of Cryptosporidium oocysts as
an agent in pre-diagnosed patients with chronic and acute diarrhea
by using both Modified Acid Fast Staining and ELISA methods. For
our study, 86 diarrheal stool samples were collected which were sent
from Ataturk University Medical Faculty Research and Application
Hospital Clinics to Microbiology Laboratory between December 2013
and May 2014. At the same day, Modified Acid Fast Staining method
was performed to stool samples and examined under the microscope
(with 100X magnification). A small pieces of feces were placed in
eppendorf tubes without adding any preservatives and stored at
-200
C. After a while, ELISA method was performed to these stored
samples for detecting Cryptosporidium antigens. Kit was performed
as recommended by the manufacturer and the results was evaluated
with ELISA reader at 450 nm. A total 6 of samples by Modified Acid
Fast Staining and 8 samples by ELISA were detected as positive in
stool samples of 86 patient (43 female and 43 male) having age range
of 0-83 years. Four (50%) positive samples, which were detected by
ELISA, were belong to either female or male patients. For Modified
Acid Fast Staining, 2 (33.3%) of positive samples were belong to
male patients, 4 (66.7%) of positive samples were belong to female
patients. As a consequent; although ELISA method is costly than
staining method, we suggest that ELISA method should be preferred
for Cryptosporidium diagnosis because of the advantages including
quick results and ease of application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glikojen Depo Hastalığı Tip Iv (olgu Sunumu)
Hasan Ali Yüksekkaya, Mehmet Emre Atabek, Bülent Oran, Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul
Olgu sunumu
Özeti
Glikojen Depo Hastalığı Tip Iv (olgu Sunumu)
Glycogen S'torage DIsease Type Iv: A Case Report.
Glikojen depo hastalığı tip IV "branching enzim" aktivitesinin yetersizliği ile ortaya çıkan nadir görülen otozamal resesif kalıtımlı bir hastalıktır. Hastalık karaciğer ve diğer organlarda anormal glikojenin birikimi ile sonuçlanır. Çalışmada, karaciğer iğne biyopsisi ile tanı alan 5 aylık bir kız çocuğu sunuldu ve bu tip glikojen depo hastalığının süt çocukluğu döneminde siroz etkenleri arasındaki önemi vurgulandı.
Glycogen storage disease type IV (GSD-IV) is a rare autosomal recessive disease caused by a deficiency of glycogen branching enzyme (GBE) activity. This results in the accumulation of abnormal glycogen in the liver and ot her organs. İn this study, the case of a 5-month-old female patient proven GSD-IV with percutaneous needle biopsy is reported and the importance of this disease among the causes of cirhosis in infancy is stressed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
Berrak Güven, Şerefden Açıkgöz, Ülkü Özmen Bayar, İlker Sarıtekin
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
ProlIdase Enzyme ActIvItIes In PreeclampsIa
Bu çalışmada preeklampside serum ve plasental doku prolidaz
enzim aktiviteleri incelendi. Preeklampsili 24 ve sağlıklı gebe olan
25 kadından serum ve plasental doku örnekleri toplandı. Prolidaz
enzim aktivitesi fotometrik metot kullanılarak tespit edildi. Anne
yaşı, sistolik ve diyastolik kan basıncı, gebelik haftası ve fetal
doğum ağırlığı gibi veriler değerlendirildi. Preeklamptik gebelerde
kontrollere göre serum prolidaz aktiviteleri anlamlı olarak düşük
ve plasenta prolidaz aktiviteleri ise anlamlı olarak yüksek bulundu.
Plasenta prolidaz düzeyleri ve gebelik haftası, fetus doğum ağırlığı
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon arasında izlendi.
Sonuç olarak, preeklamptik plasentada kollajen turnover oranını
artmış olduğu sonucuna varıldı. Ancak preeklampside prolidazın
gebelik haftası ve fetüs gelişimini nasıl etkilediğini gösteren ileri
çalışmalara ihtiyaç vardır.
The present study investigated serum and placental tissue
prolidase enzyme activities in the preeclampsia. Serum and placental
tissue samples from 24 women with preeclampsia and 25 women
with healthy pregnancy were collected. Prolidase enzyme activity
was determined using a photometric method. Data such as maternal
age, systolic and diastolic blood pressure, gestational age and fetal
birth weight were assesed. Serum prolidase activities were found
significantly lower and placenta prolidase activities were significantly
higher in preeclamptic pregnancy than those in controls. Statistically
significant correlations were found between placenta prolidase levels
and gestational age, fetal birth weight. In conclusion, we conclude
that collagen turnover rate is increased in preeclamptic placenta.
However, further studies are needed how prolidase affect gestational
age and fetal birth weight in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksidin Dana Koroner Arter Düz Kasında Gevşetici Etki Mekanizmaları
Hasan B. Ulusoy, Ayşe Saide Şahin, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksidin Dana Koroner Arter Düz Kasında Gevşetici Etki Mekanizmaları
MechanIsms Of RelaxIng Effect Of Hydrogen PeroxIde On BovIne Coronary Artery
Bu in vitro çalışmada, reaktif oksijen türlerinden H2 O2 ’nin dana koroner arterindeki etkileri ve bu etkilerde K+ kanal ları ile siklooksijenaz, nitrik oksid sentaz ve Na+/K+ -ATPaz enzimlerinin rolleri araştırılmıştır. Arterlerden elde edilen şeritler %95 O2 -%5 CO2 karışımı ile gazlandırılan, 37 °C’de Krebs-Henseleit solüsyonu içeren, 25 mİ hac mindeki organ banyosu içine alındı. Endotelli ve endotelsiz dokularda H2 O2 ’nin bazal tonus üzerine etkisi araştırıldı. Çalışmanın diğer bir bölümünde dokular U46619 (3x10-7M) ile kasıldı ve banyolara kümülatif tarzda H2 O2 (1C7 - 10-2 M) ilave edildi. Bu prosedür H2 O2 ilavesinden önce apamin (10'6M), karibdotoksin (10-7M), TEA (10~4M), glibenklamid (10~6M), indometazin (10~5M), L-NAME (10-4M) ve uvabain (10~5M) ile inkübe edilen doku larda tekrarlandı. Her bir gruba bu ajanlardan yalnız biri uygulandı. H2 O2 endotelli ve endotelsiz dokuların bazal tonusunu değiştirmedi. U46619 ile kasılan dokularda ise doza bağımlı tarzda gevşeme cevapları oluşturdu. Endotel tabakası sağlam olan ve apamin, karibdotoksin ve TEA ile inkübe edilen dokularda H2 O2 için hesaplanan Emax v e P^50 değerleri ile endotelsiz (kontrol) dokulardan alınan değerler arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Glibenklamid, indometazin, L-NAME ve uvabain ile inkübe edilen dokulardaki değerler ise endotelsiz dokulardan alınan değerlere göre anlamlı olarak farklı idi. Bu sonuçlar H2 O2 ’nin dana koroner arter düz kasında oluşturduğu gevşeme cevaplarında KATP tipi K+ kanalları ile siklooksijenaz, nitrik oksid sentaz ve Na+/K+-ATPaz enzimlerinin aktivasyonunun rol oynadığını göstermektedir.
İn this in vitro study, the effects of H2 O2 on bovine coronary artery and roles of K+ channels and cyclooxygenase, nitric oxide synthase and Na+/K+-ATPase enzymes for these effects were investigated. Strips from arteries were mounted in 25 mİ organ baths containing Krebs-Henseleit Solution at 37 °C aerated with %95 O2 and %5 CO2 . Effects of H2 O2 on basal tone of tissues with and without endothelium were investigated. İn the second part of study, tissues were contracted with U46619 (3x10~7 M) and H2 O2 (1Cr7-1(T2M) was added to the organ baths, cumulatively. This procedure was repeated on tissues incubated with apamin (10~6M), charybdotoxin (10-7M), tetraethylammonium (TEA, 1Ch4M), glibenclamide (10-6M), indomethacin (10~5M), NG-nitro-L-arginine methyl ester (L-NAME, 10~4M) and ouabaine (10~5 M). Each group of tissue was incubated with only one of these agents. H2 O2 did not affect basal tone of tissues with and without endothelium but relaxed tissues contracted with U46619in con- centration dependent manner. İn tissues with endothelium and in tissues incubated with apamine, charybdotoxine and tetraethylammonium, Emax values and plC50 values of H2 O2 were not different significantly from values obtained from tissues vvithout endothelium (control tissues). However values obtained from tissues incubated with glibenclamide, indomethacin, L-NAME and ouabaine were different significantly from values obtained from tissues without endothelium.These results indicate that ATP-sensitive potassium channels and cyclooxygenase, nitric oxide synthase and Na+/K+-ATPase enzymes play role in the relaxant effects of H2 O2 on bovine coronary artery smooth muscle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farmakogenetik Yönden Bireyler Arası Farmakokinetik
varyasyonlar
Mevra al, Mehmet Kılıç, Ayşe Saide Şahin, Burak Cem Soner
Derleme
Özeti
Farmakogenetik Yönden Bireyler Arası Farmakokinetik
varyasyonlar
PharmacogenetIc Dependent InterIndIvIdual PharmacokInetIc
varIatIons
Farmakogenetik (PGx), genetik varyasyonlar ve bunların
bireyler arasında oluşturduğu ilaç yanıtı farklılıkları ile ilgilenir.
İlaç metabolizmasından sorumlu enzimlerin keşfi ve bu enzimleri
kodlayan DNA dizilimlerinin araştırılması bireysel tedavi
stratejilerinin oluşturulmasını sağlar. İlaç metabolizmasından
sorumlu sitokrom 2B6, sitokrom 2C9, sitokrom 2C19, sitokrom 2D6,
sitokrom 3A4, N-asetil transferaz, dihidropirimidin dehidrogenaz,
tiopurin metiltransferaz, 5’-difosfat (UDP)-glukuronoziltransferaz ve
katekol-O-metil transferaz enzim polimorfizleri ilacın farmokokinetik
özelliğini etkileyerek bireyler arası ilaç yanıtı farklılıklarına neden
olabilirler. PGx çalışmaların temelini oluşturan ilk örnekler N-asetil
transferaz ve sitokrom 2D6 polimorfizmleridir. İlaç seçiminde ciddi
farmakokinetik farklılıklara neden olan enzim polimorfizmlerinin göz
önünde bulundurulması tedavi başarısını artırmak ve advers/toksik
reaksiyon riskini önlemek açısından önemlidir. Yaklaşık 50 yıl önce
temelleri atılan farmakogenetik ile ilgili çalışmalar gen teknolojisinin
gelişmesi ile günümüzde daha önemli bir hale gelmiştir. Teknolojik
gelişmeler sayesinde hızlanan farmakogenetik çalışmalar ile bireye
özgü ilaç seçimi farmakogenetiğin ikinci 50 yılı içerisinde daha fazla
gelişme kaydederek önemli bir parametre olacaktır.
Pharmacogenetics deals with genetic variations and individual
response differences of drugs. The discovery of enzymes responsible
for drug metabolism and the research to DNA sequences encoding
these enzymes enable the creation of individual treatment strategies.
Cytochrome 2B6, cytochrome 2C9, cytochrome C19, cytochrome
2D6, cytochrome 3A4, N-acetyltransferase, dihydropyrimidine
dehydrogenase, thiopurine methyltransferase, UDP-glucuronyl
transferase and catechol-O-methyltransferase enzymes are
mainlyresponsible from drug metabolism and polymorphisms in
enzyme activities affect the pharmacokinetic properties of the drug
which leads to differences in drug response between individuals.
First examples that form of the basis of pharmacogenetic studies
are N-acetyltransferase and cytochrome 2D6 polymorphisms.
Consideration of enzyme polymorphisms that may result with
pharmacokinetic differences during drug choice is important to
increase the success of treatment and to prevent adverse/toxic
reaction risk. The studies about pharmacogenetics, which was studied
about 50 years ago, has become more important nowadays with the
development of gene technology. Individual drug choice will be an
important parameter by further development of pharmacogenetics
in the second 50 years through pharmacogenetic studies that is
accelerated due to technological developments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Özgür Pirgon, Ahmet Sert, Mehmet Emre Atabek, Hüseyin Tokgöz
Olgu sunumu
Özeti
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Akrep ZehIrlenmesI Olan BIr Olguda Kalp Tutulumunun KardIyak TroponIn I Ile TakIbI
Akrep zehirlenmesinde ölümlerin esas nedeni kardiyovasküler tutulumdur. Akrep zehirlenmesiyle başvuran hastalarda lokal ağrı ile birlikte kardiyovasküler sistemle ilgili semptom varsa kardiyak enzimlerine bakılmalıdır. Serum troponin I düzeyinin saptanması miyokard hasarına daha spesifiktir. Bu kalp tutulumunun hızlı bir şekilde tespitine ve tedaviye erken başlanmasına olanak sağlayabilir. Kalp tutulumu olan akrep zehirlenmelerinde takip kriteri olarak troponin I’nin kullanılması daha sonra oluşabilecek olayları önleyebilir. Burada akrep zehirlenmesi nedeniyle getirilen 7 yaşında erkek hasta sunulmuştur.
The cardiovascular involvement is the majör cause of mortality in the scorpion envenomation. Cardiac enzymes should be measured if patients with scorpion envenoming have symptoms related to cardiovascular system accompanied with local pain. Serum level of troponin I is a highly specific fort he myocardial injury. It may be allow early establishing of the cardiac involvement and starting to treatment. The using of troponin I as a follow-up criterion in the scorpion envenoming with cardiac involvement may be prevent from events that will ocur later. We presented a 7-year-old boy with scorpion envenoming.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Formaldehit Uygulamasıyla Akciğerlerde Oluşan Hasar Üzerine Omega-3 Yağ Asitlerinin Koruyucu Etkisi
İsmail Zararsız, M. Fatih Sönmez, H. Ramazan Yılmaz, Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Formaldehit Uygulamasıyla Akciğerlerde Oluşan Hasar Üzerine Omega-3 Yağ Asitlerinin Koruyucu Etkisi
The ProtectIve Effects Of Omega-3 Fatty AcIds AgaInst Of Formaldehyde-Induced OxIdatIve Damage To Lungs In Rats
Bu çalışmada, formaldehitin akciğer dokusu üzerine olan toksik etkileri ve bu toksik etkilere karşı omega-3 yağ asitlerinin koruyucu etkisi histolojik ve biyokimyasal olarak araştırıldı. Bu amaçla, 21 adet Wistar-Albino cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki sıçanlar kontrol olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçanlara gün aşırı olarak formaldehit enjekte edildi. Grup III’deki sıçanlara ise, formaldehit enjeksiyonu ile birlikte günlük olarak omega-3 yağ asiti verildi. 14 günlük deney süresi sonunda bütün sıçanlar dekapitasyon yöntemi ile öldürüldü. Hayvanlardan alınan akciğer doku örnekleri rutin histolojik prosedürler uygulandıktan sonra ışık mikroskobunda incelendi. Ayrıca akciğer doku örneklerinde süperoksit dismutaz (SOD), katalaz (CAT), ksantin oksidaz (XO) ve malondialdehit (MDA) enzim aktiviteleri spektrofotometrik olarak tayin edildi. Çalışmamızda, formaldehit uygulanan sıçanlarda SOD, XO ve MDA düzeylerinde kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bir artışın olduğu tespit edildi. CAT değerlerinde ise anlamlı bir azalma görüldü. Bu grubun ışık mikroskobik incelemesinde pulmoner interstisyumda kanama alanları, hemosiderin yüklü makrofajlar ve terminal bronşiollerde epiteliyal dökülmelere rastlandı. Formaldehit maruziyeti ile birlikte omega-3 yağ asiti verilen sıçanlarda ise, formaldehit maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin azaldığı tespit edildi. Ayrıca SOD, XO ve MDA düzeylerinde bir azalma olurken, CAT değerlerinde bir artışın olduğu görüldü. Sonuç olarak, sıçanlarda formaldehit maruziyeti sonucu akciğer dokusunda oksidatif hasarın oluştuğu ve bu hasarın omega-3 yağ asitleri uygulaması ile önlendiği tespit edildi.
In this study the toxic effects of formaldehyde to lungs and protective effects of omega-3 fatty acids against these toxic effects were investigated at histological and biochemical levels. For this purpose, 21 adult male Wistar rats were divided into three groups. Rats in group I were used as control. Rats in group II were injected with formaldehyde every other day. Rats in group III Daily received omega-3 fatty acids with injection of formaldehyde. At the end of 14 days experimental period all rats were killed by decapitation. The lung tissue specimens which were taken from the rats were examined under light microscope after performing the routine histological procedures. The activities of superoxide dismutase (SOD), catalase (CAT), xanthine oxidase (XO) and malondialdehyde (MDA) were determined in the lung specimens by using spectrophotometric methods. In our study in rats whom formaldehyde was given a statistically significant increase in the levels of SOD, XO and MDA was determined when compared to control group. A significant decrease in the level of CAT was also detected. In the light microscopic examination of this group, bleeding areas in interstitium, hemosiderin loaded macrophages and ephitelial spilths on terminal bronchiales was observed. It was determined that the histological variances which caused by formaldehyde exposure were decreased in ratswhom received omega-3 fatty acids along with formeldehyde. In addition a decrease in SOD, XO, MDA levels and an increase of CAT levels were determined. Asa result, it was determined that damage accured in lung tissue of rats exposured to formaldehyde and this damage was prevented by the application of omega-3 fatty acids.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Matriks Metalloproteinazlar (mmp) Ve Matriks Metalloproteinaz Doku İnhibitörleri (tımp)
Jale Öner, Hakan Öner
Derleme
Özeti
Gebelikte Matriks Metalloproteinazlar (mmp) Ve Matriks Metalloproteinaz Doku İnhibitörleri (tımp)
MatrIx MetalloproteInase And TIssue InhIbItors Of MatrIx MetalloproteInase DurIng Pregnancy
Gebelik esnasında, uterus endometriyumunda bir takım yapısal değişiklikler olur. Bu yapısal değişiklikler ekstraselüler matriks (ESM)’nin yıkımlanarak bozulması ve yeniden şekillenmesi ile karakterizedir. Uterus endometriyumunun yıkımlanarak yeniden şekillenmesi, başarılı bir implantasyon ve plasentasyon için oldukça önemlidir. Matriks metalloproteinazlar (MMPs), çeşitli ekstraselüler matriks ve bazal membran makromoleküllerinin yıkımlanmasını katalize eden bir grup Zn bağımlı enzimdir. MMP’ lerin aktiviteleri, aktive olmuş MMP’ler ve onların doku inhibitörleri olan Matriks metalloproteinazi (TIMP) arasındaki denge sonucunda gerçekleşir. Gebelikte MMP dağılımlarının belirlenmesine ilişkin yapılan çalışmalar, MMP ve TIMP’lerin gebeliğin erken dönemlerinde, özellikle blastosist implantasyonu esnasında ESM’in yıkımlanması ve yeniden yapılanması sürecinde ve trofoblast invazyonunda aktif rol oynadığını, bu nedenle de gebeliğin şekillenmesi ve devamında önemli olduğunu göstermektedir.
During pregnancy, some structural changes take place in the uterus endometrium These structural changes have been characterized by remodeling and distruption of the extracellular matrix (ECM). Remodelling and distruption of uterine endometrium have importance for a successful implantation and placentation. MMPs are a group of zinc-dependent endopeptidases that degrade a variety of components of ECM and basal membrane. The activity of MMPs occurs as a result of balance between activated MMPs and their inhibitors (TIMPs). Earlier experimental studies indicated that MMPs and TIMPs have essential role in ESM destruction and remodeling while blastocyt implantation and trophoblast invasion during early pregnancy. Therefore, MMPs and TIMPs are crucial to the beginning and continuation of pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
HepatItIs B VIrüs Research At The Nurses VvorkIng Of The Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 214 hemşirenin serumlarında HBsAg, antiHBs ve antiHBc seroprevalansı araştırıldı. Çalışılan serumların Tinde (%0.5) tek başına anti HBc pozitifliği saptandı, karaciğer enzimleri normal ve HBV DNA’sı negatif bulunan bu hemşire aşılama programına alındı, birinci dozdan sonra antiHBs pozitifleşti. İki hemşirede (%0.9) HBsAg ve antiHBc birlikte pozitifti, karaciğer enzimleri normal olduğu için bu hemşireler hepatit B taşıyıcısı olarak değerlendirildiler. Hemşirelerin 14’ünde ise anti HBs ve anti HBc birlikte pozitif bulundu. Bu durum geçirilmiş ve bağışıklık gelişmiş hepatit B infeksiyonu olarak değerlendirildi. Hepatit B belirleyicilerinin tamamı negatif olan 194 hemşire ise aşılama programına alındı.
İn this study the seoprevalance of HBsAg, antiHBs, and antiHBc were investigated in the sera of the 214 nurses vvorking at the Selçuk University Medical Faculty Hospital. İn one sample (0.5%) isolated antiHBc seropositivity was found, liver function tests and HBV-DNA was negative for this nurse and she was put into vaccination programme, one month after the vaccination anti HBs was found positive. Two of the nurses (0.9%) were found seropositive for both HBsAg and anti HBc, liver function tests were normal so these two nurses were considered as carrier. İn 14 nurses anti HBs and anti HBc were found positive together and this condition was considered as remote hepatitis B infection. 194 Nurses who were negative for hepatitis B virüs markers were put into vaccination programme.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
Onur Ural, Duygu Fındık, Mehmet Emre Atabek, . .
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hemşirelerinde Hepatit B Taraması
HepatItIs B VIrüs Research At The Nurses VvorkIng Of The Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal.
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 214 hemşirenin serumlarında HBsAg, antiHBs ve antiHBc seroprevalansı araştırıldı. Çalışılan serumların Tinde (%0.5) tek başına anti HBc pozitifliği saptandı, karaciğer enzimleri normal ve HBV DNA’sı negatif bulunan bu hemşire aşılama programına alındı, birinci dozdan sonra antiHBs pozitifleşti. İki hemşirede (%0.9) HBsAg ve antiHBc birlikte pozitifti, karaciğer enzimleri normal olduğu için bu hemşireler hepatit B taşıyıcısı olarak değerlendirildiler. Hemşirelerin 14’ünde ise anti HBs ve anti HBc birlikte pozitif bulundu. Bu durum geçirilmiş ve bağışıklık gelişmiş hepatit B infeksiyonu olarak değerlendirildi. Hepatit B belirleyicilerinin tamamı negatif olan 194 hemşire ise aşılama programına alındı.
İn this study the seoprevalance of HBsAg, antiHBs, and antiHBc were investigated in the sera of the 214 nurses vvorking at the Selçuk University Medical Faculty Hospital. İn one sample (0.5%) isolated antiHBc seropositivity was found, liver function tests and HBV-DNA was negative for this nurse and she was put into vaccination programme, one month after the vaccination anti HBs was found positive. Two of the nurses (0.9%) were found seropositive for both HBsAg and anti HBc, liver function tests were normal so these two nurses were considered as carrier. İn 14 nurses anti HBs and anti HBc were found positive together and this condition was considered as remote hepatitis B infection. 194 Nurses who were negative for hepatitis B virüs markers were put into vaccination programme.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Myokard Korunmasında Kristalloid Ve Kan Kardiyoplejisi
Kadir Durgut, Mehmet Yeşiltay, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Myokard Korunmasında Kristalloid Ve Kan Kardiyoplejisi
CrystalloId And Blood CardIoplegIa In Myo-CardIal ProtectIon
Koroner hypass operasyonu uygulanan 30 hasta iki gruba ayrılarak kristalloid ve kan kardiyoplejisi grubu oluşturuldu. Kan kardiyoplejisi ve kristalloid kar-diyoplejinin myokard korunmasındaki yeri enzim seviyesinde araştırıldı. Ayrıca KPB süresi ve AKZ ile eminz seviyesi ilişikisi ortaya konulmaya çalışıldı. Kristalloid (grup I ) ve kan (grup 2) kar-diyoplejisinde hasta başına distal anastomoz sayısı sırasıyla, 2.4±0.6 ve 2.4±0.7 idi. Her iki grup da homojen hale getirildi. Kristalloid ve kan kar-diyoplejisi aort kökünden verildi. Hastalar 30°C'ye kadar soğutuldu. Değerlendirmede aşağıdaki pa-rametreler dikkate alındı: 1. Postoperatif pozitif inotrop ve İABP desteği, 2. Postopeı-atif CK-MB, LDH, CK ve SGOT enzim se-viyeleri 3. EKG değişiklikleri, 4. Krosklemp k-alktıktan sora spontan sinüs ritmine dönüş Kan kardiyopleji grubunda hasarla ilgili daha düşük enzim değerleri elde edildi. Sonuçlar, kan kardiyoplejisi ile daha iyi bir myo-kardial koruma sağlanabileceğini düşündü,- mektediı-. Kan kardiyoplejisinin iyi klinik sonuçlar ve düşük enzim seviyeleri ile myokard korunmasmın güvenilir alternatif bir yolu olduğunu söyleyebiliriz.
Thirty patients scheduled for elective coronary aı-tery hypass grafting (CABG) were randoınly al-located tü two groups foı- myocaı-dial preservation: crystalloid cardioplegia (group 1), blood car-dioplegia (group 2). In group 1 ,2.4±0.6 distal anas-tomoses for each patient were performed. In the next group (group 2), the numher of distal anastomoses was 2.4±0.7. The demographic pı-ofiles were iden-tical. Crystalloid and hlood cardioplegia were de-livered thı-ought the aortic root intermittently. The patient temperature was kept at 30°C. The study pto-tocol compı-ised recording of the following pa-rameteı-s: 1. Postoperatively positive inotropic and IABP suppoı-t 2. Postoperatively CK-MB, LDH, SGOT and CK enzyme studies 3. ECG changes (rhythm disturbances) 4. Spontaneous sinus rhythm (after removing cross-clamp). The low enzyme values in concerning injury was taken in the blood cardioplegia gı-oub. The results in this study suggest that betteı- myo-cardial pr-otection may be thought to occur hy hlood cardiopegia. We can say that blood cardiopegia is a safi. alternative way of myocaı-dial protection 1,vith good clinical r-esults and lower enzyme levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omurilik Sıvısı Alkalen Fosfataz Enzim Düzeyleri
Sadık Büyükbaş, Ümran Çalışkan, Mustafa Ünaldı, İbrahim Erkul, Elif Gürel, Abdurrahman Üner
Araştırma makalesi
Özeti
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omurilik Sıvısı Alkalen Fosfataz Enzim Düzeyleri
CerebrospInal FluId AlkalIne Phosphatase Enzyrne Levels In PatIents WIth BacterIal And AseptIc MenIngItIs
Menenjit ayırıcı tanısı için beyin omurilik sıvısında (8.0.S.) alkalen fosfataz (ALS) enzim düzeyleri araştırıldı. B.O.S. ALF enzim düzeyleri; 30 normal, 14 bakteriyel menenjit ve 14 aseptik menenjit olmak üzere toplam 58 pediatrik vakada saptandı. B.O.S. ALP düzeyleri; kontrol grubunda 0,13 ± 0,08 KU/ dl, bakteriyel menenjit grubunda 1,.33 ± 0,78 KUMl ve aseptik menenjit grubunda 0,29 ± 0,12 K1.11d1 olarak bulundu. Normal ve aseptik menenjit gruplarına kıyasla bakteriyel menenjit grubu 8.0.S. ALP. enzim düzeyi belirgin olarak daha yüksektir (p<0.001). Bu bulguların ışığında B.O.S. ALF enzim düzeylerinin yüksek düzeyde saptanmasının özellikle negatif B.O.S. kültürüne sahip bakteriyel menenjit vakalarının aseptik menenjitten ayırıcı tanısında yardımcı olabileceğini söyleyebiliriz.
Cerebrospinal fluid alkaline phosphatase enzyme level was investigated in this research for the differential diagnosis of meningitis. Cerebrospinal fluid alkaline phosphatase enzyme levels were de-terrnined en a group of 58 pediairic cases which were constituted of 30 normal individuals, 14 pa-'lents with bacterial meningitis and 14 patients with aseplic meningitis. In the normal group, the levels of alkaline phosphatase in cerebrospinal fluid ıvere estimated as 0,13 ± 0,8 Kuld.I.The values of alkaline phosphatase levels in bacterial and aseptic meningitis were obtained as 1,33 ± 0,78 KU/ dl, 0,29 ± 0,12 KUM], respectively. In cases of bacterial meningitis, a significant difference was founcl in comparison to the other groups which normal group and aseplic meningilis group (p<0,001). Based on these findings its is concluded that the determinations of alkaline phosphatase levels in the cerebrospinal fluid are helpful in differentiating bacierial from aseptic meningitis, especially in the cases which were negative cultures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tüberküloz Plörezi Ve Adenozin Deaminaz
Mustafa Kürşat Özvaran, Hacer Okur, Mithat Özgel
Derleme
Özeti
Tüberküloz Plörezi Ve Adenozin Deaminaz
Pleural TuberculosIs And AdenosIne DeamInase
Adenozin deaminaz (ADA); pürin yıkım yolunda bulunan adenosini inosin ve amonyağa, deoxyadenosin’i deoxyinosine ve amonyağa dönüşümünü irreversibi katalizleyen sitoplazmik bir enzimdir. İnsan biyolojik sıvılarındaki ADA aktivitesi farklı başlıca iki izoenzimden kaynaklanır. Bunlar ADA1 ve ADA2 şeklinde isimlendirilir. Tüberküloz plörezilerde sıvı ADA seviyesi artışı %81-100 sensitivite ve %83-100’lük bir spesifisite gösterir. Tüberküloz effüzyonlarında ADA’nın başlıca kaynağı monosit-makrofaj hücrelerde sentezlenen ADA2’dir. Lenfositlerden zengin plevra sıvı toplanmasına neden olan parapnömonik effüzyonlar, ampiyem ve lenfoproliferatif hastalıklarda da sıvı ADA seviyesi artışı olabilir.
In pürine pathway, adenosine deaminase is a cytoplasmic enzyme which changes adenosine into inosine and ammoniumi deoxyadenosine into deoxyinosine and ammonium catalyzed irreversibly. Activation of ADA in human fluids is by two enzymes: ADA1 and ADA2. Increased ADA levels in tuberculosis pleural effusion have %81-100 sensivity and %83-100 specivity. ADA in tuberculosis effusions originated from macrophages and monosit is mainly ADA2. ADA level also can be increased in ampiyem, lenfoproliteratif disorders and parapnömonic pleural effusions which have ıymphocyte cell mostly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tam Düzeltme Ameliyatı Yapılan Siyanotik Konjenital Kalp Hastalıklarında Pre Ve Postoperatif Glikoz Metabolizması
İbrahim Erkul, M. Emin Özdoğan, Aydın Aytaç
Araştırma makalesi
Özeti
Tam Düzeltme Ameliyatı Yapılan Siyanotik Konjenital Kalp Hastalıklarında Pre Ve Postoperatif Glikoz Metabolizması
Glucose HemeostasIs In ChIldren WIth CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Açık kalp ameliyatı yöntemi ile total düzeltme uygulanan 13 siyanotik konjenital kalp hastası ve bu gruba kontrol olarak seçilen 5 asiyanotik konjenital kalp hastası üzerinde çalışıldı. Her iki grupta preoperatif ve postoperatif devrelerde oral glikoz tolerans testi, intravenöz glikoz tolerans testi ve glukagon tolerans testleri yapıldı. Siyanotik grupta preoperatif açlık kan şekeri değerleri ile postoperatif açlık kan şekeri değerleri arasında, oral glikoz tolerans testi, intravenöz glikoz tolerans testi, glukagon tolerans testleri sonuçlarına göre istatiksel olarak önemli fark bulundu. Asiyonetik konjenital kalp hastalarında böyle bir fark izlenmedi. Bu hastalarda gözlenen hipogliseminin, anormal bir glikoregülatör hormon sekresyonuna bağlı olabileceği gibi, daha büyük bir ihtimalle glikojenolitik veya glikoneojenetik enzimatik yollardaki bir bozukluktan meydana gelebileceği sonucuna varıldı.
13 cyanotic congenital heart patients who underwent total correction by open heart surgery method and 5 acyanotic congenital heart patients selected as control for this group were studied. Oral glucose tolerance test, intravenous glucose tolerance test and glucagon tolerance tests were performed in both groups in the preoperative and postoperative periods. A statistically significant difference was found between preoperative fasting blood glucose values and postoperative fasting blood glucose values in the cyanotic group according to the results of oral glucose tolerance test, intravenous glucose tolerance test and glucagon tolerance tests. No such difference was observed in patients with acionetic congenital heart disease. It was concluded that the hypoglycemia observed in these patients may be due to an abnormal glycogulatory hormone secretion or more likely to be caused by a defect in the glycogenolytic or gluconeogenetic enzymatic pathways.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
Hasan Gök, Bayram Korkut, Ahmet Altınbaş, Mehmet Tokaç, V. Gökhan Cin, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
VentrIcular ArrhythmIas And PrognostIc SIg-NIfIcance In PatIents WIth EssentIal HypertensIon
Bu Çalışmamızda esansiyel hipertansiyonlu hastalarda ventrikülar aritmi dağılımı ve yaşam süresine etkisi araştırıldı. Esansiyel hipertansiyonlu 50 olgu, eko-kardiyografik olarak interventrikiiler septum (IVS) ye sol ventrikill arka duvar (LVPW) kahnitklarina gore sol ventrikill hipertrofisi (LVH) olanlar (30 olgu) ye olmayanlar (20 olgu) ceklinde grup-landtrildt. Daha sonra 24 saatlik Holter mo-nitorizasyonu gerceklegirildi ve tesbit edilen vent-rikuler aritmiler OA) Lown stniflamasinda oldugu gibi gruplandirtldt. Anjiotensin enzim (ACE) inhibitorii tedavisi ba§lanan butan hastalar, 2 aylik aralarla 6 aylik klinik takibe LVH olan hipertansif hastalarda VA tiplerinin hepsi fazia oranda tesbit edildi, fakat Lown IVA grup VA istatistiksel olarak anlamll oranda fazla idi. Her iki hipertan.qf pasta grubunda da en sik olarak Lown IA grubu VA tesbit edildi malign VA ye ani olicm tesbit edilmedi.
In this study, we looked the distribution and prognostic significance of ventricular arrhythmias (VA) in patients with essential hypertension. Fifty patients with essential hypertension were included. After physical and laboratory exa-mination, interventricular septum (IVS) and left ventricular posterior wall (LVPW) thickness were measured in M-mode echo to detect left ventricular hypertrophy (LVH). Patients were classified into 2 main group according to presence or absence of LVH. Halter monitoring was performed and VAs seen in Halter were defined according to Lawn clas-sification_ All of the patients were followed clinically at least 6 months by 2 monthly intervals. All types of VAs were more common in LVH group, but only Lawn IVA group VA was sig-nificantly higher occurence. There were no malign VA and sudden death while Lawn IA group VAs were more common in the two group of patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik İnflamatuar Orta Kulak Patolojilerinin Komplikasyonları
Suat Keskin, Zeynep Keskin, Sinan Tan
Derleme
Özeti
Kronik İnflamatuar Orta Kulak Patolojilerinin Komplikasyonları
The ComplIcatIons Of ChronIc Inflamatuar MIddle Ear PathologIes
Kronik otitis media ve mastoidit düşük virulanslı organizmalarca oluşturulur. Bir diğer neden akut infeksiyonun ilerlemesidir. Mastoid inflamasyon yeni kemik oluşumuna sekonder bazı trabeküllerde kalınlaşmaya ve aynı zamanda diğer trabeküllerde demineralizasyona yol açar. Kolesteatom histolojik olarak stratifiye skuamöz epitelin iç tabakasından oluşan epidermoid bir kisttir. Kistin lümeni deskuamöz epitelyal debrisle doludur. Kist genişledikçe orta kulak, mastoid ve petröz piramidin komşuluğundaki kemik yapılarla temas eder. Bu kemik yapılarda enzimatik lizis ve basınç nekrozu nedeniyle erozyon meydana gelir. Kemikçik erozyonu %70 oranında görülür. Kemikçik erozyonu geç dönemde görülen bir bulgu olup en sık inkus uzun bacak erode olur. Ancak çok büyük lezyonlar tüm kemikçiklerde erozyon yapabilir. Kolesteatomlar büyüklüklerine ve sürelerine göre değişik derecelerde tegmen erozyonu, mastoid korteks düzensizliği, fasial sinir kemik kontur düzensizliği ve semisirküler kanal defekti yapabilirler. Timpanoskleroz aselüler hyalin ve kalsifiye çöküntülerin timpanik membran ve orta kulak submukozasına birikmesi sonucunda ortaya çıkar. Bunlar timpanosklerotik plaklar şeklindedir. Otitis media veya travma sonucunda ortaya çıkar.
Chronic otitis media and mastoiditis are the result of infection by an organism of low virulence or of acute infection with incomplete resolution. Mastoid inflammation produces thickening of some trabeculae secondary to reactive new bone formation and at the same time mineralization of other trabeculae. A cholesteatoma is an epidermoid cyst that consists histologicaly of an iner layer of stratified squamous epithelium. The lumen of the cyst is filled with desquamated epithelial debris. As the cyst enlarges and comes into contact with contigious bony structures of the middle ear, mastoid and petrous pyramid, erosion of these structures occurs owing to pressure necrosis and enzymatic lysis of bone. Ossicular erosion is seen %70 ratio. Ossicular erosion is seen later and the long crus of incus is eroded the most frequently. But the bigger lesions may make erosion whole ossicles. Cholesteatomas may make tegmen erosion, mastoid cortex irregularity, fasial nevre contour irregularity and semisircular canal defect according to bigness and period. Tympanosclerosis develops in the result of collecting hyalin and calsific deposits in tympanic membran and the submucosa of middle ear. These are tympanosclerotic plugs. It appears in the result of otitis media or trauma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostanoidlern Kan Basıncı Regülasyonundaki Rolü
Ayşegül Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Prostanoidlern Kan Basıncı Regülasyonundaki Rolü
The Role Of Prostanoıds In Blood Pressure Regulatıon
Prostanoidler, güçlü biyolojik etkinlik gösteren endojen maddeler olup siklooksijenaz ürünü olan prostaglandinler, prostasiklin, tromboksanlar ve lipooksijenaz ürünü olan lökotrienlcr olarak dört alt grupta toplanabilir (1). Prostoglandinlerin siklopentan hal-kasındaki substituentlerin pozisyonuna göre A, B, C, D, E ve F gibi birçok çeşitleri vardır. Biyolojik yönden en önemli türevler PGE ve PGF grubudur (2). Hemen hemen tüm dokularda sentez edilirler. Sentezlendikleri dokuda bulunan enzimlerle veya kan dolaşımı ile akciğer, karaciğer ve böbrek korteksinden geçerken bu organlardaki enzimler tarafmdan inaktive edilirler (3). Bu hızlı inaktivasyon nedeniyle prostanoidler lokal hormo-n olarak kabul edilirler. PGEI, PGE2 ve PGFlerin inaktivasyonundan sorumlu organ akciğerleri PGI2 (prostasiklin) ve 6-keto PGE1 inaktivasyonundan sorumlu organ ise karaciğerdir (4, 5, 6 )
Prostanoidler, güçlü biyolojik etkinlik gösteren endojen maddeler olup siklooksijenaz ürünü olan prostaglandinler, prostasiklin, tromboksanlar ve lipooksijenaz ürünü olan lökotrienlcr olarak dört alt grupta toplanabilir (1). Prostoglandinlerin siklopentan hal-kasındaki substituentlerin pozisyonuna göre A, B, C, D, E ve F gibi birçok çeşitleri vardır. Biyolojik yönden en önemli türevler PGE ve PGF grubudur (2). Hemen hemen tüm dokularda sentez edilirler. Sentezlendikleri dokuda bulunan enzimlerle veya kan dolaşımı ile akciğer, karaciğer ve böbrek korteksinden geçerken bu organlardaki enzimler tarafmdan inaktive edilirler (3). Bu hızlı inaktivasyon nedeniyle prostanoidler lokal hormo-n olarak kabul edilirler. PGEI, PGE2 ve PGFlerin inaktivasyonundan sorumlu organ akciğerleri PGI2 (prostasiklin) ve 6-keto PGE1 inaktivasyonundan sorumlu organ ise karaciğerdir (4, 5, 6 )
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüsünden Sonra Uygulanan Trombolitik Tedavının Klınık Ve Laboratuvar Bulgulara Etkısının Plasebo İle Karşılaştırılması
Talat Tavlı, Bayram Korkut, Hasan Gök, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüsünden Sonra Uygulanan Trombolitik Tedavının Klınık Ve Laboratuvar Bulgulara Etkısının Plasebo İle Karşılaştırılması
ClInIcal And Laboratory Effects Of ThyrombolytIc Therapy In Acute MyocardIal InfarctIon A Placebo Controlled Study
Akut Myokard Infarktüsünden sonra Trombolitik tedavi uygulanması ile infarktüs genişliğinin azaldığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir.Bu çalışmada, Ko-roner Yoğun Bakım Ünitemizde Akut Myokard Infarktüsünü takiben trombolitik tedavi uygulanan (n=46) ve uygulanamayan (n.41) hastaların klinik ve laboratuvar sonuçlara karşılaştırdmıştır.Trombolitik tedavi (Iv Streptokinaz 1.5 milyon Ü, bir saat süresinde) göğüs ağrısının başlamasından itibaren 6 saat içinde müracaat eden hastalara uygulandı. Ilasta-nede toplam yatış süresi, trombolitik tedavi (10±4 gün) uygulananlarla plasebo (1 1 ffl gün) arasında an-lamlıbir değişiklik göstermedi (p>0.05). CK-MB en-zim düzeyi trombolitik tedaviden 6 saat sonra yükselmeye başladı (86±122 mg/dl) ve pik düzeyine 12 saat sonra (191±138 mg/dl) ulaştı (p<0.01). CPK enzim düzeyi ise (354±738 mg/dl) erişti (p<0.01). SGOT,SGPT ve LDH enzimleri trombolitik tedavi-den 18 saat sonra değişmeye başladı (p<0.05). Koles-terol trigliserit, düşük dansiteli lipoprotein (LDL) düzeylerinde önemli değişiklik olmadı. Yüksek dan-siteli lipoprotein (HDL) trombolitik tedaviden 18 saat sonra artmaya başladı
Several studies have shown that infarct size is re-duced after trombolytic treatement in patients with acute myocardial infarction. The present study was pelformed to compare clinical and laboratory results in acute myocardial infarction patients following ei-ther intravenous thrombolysis or plasebo in our Co-ronary Care Unite. We peiformed intravenous strep-tokinase (n=46) within 6 hours from onset of chest hain. Total hospitalization days were not changed between patients with thrombolytic treatement and Placebo (10±4 gün vs 11 ±5 gün, p<0.304, respectively). CK-MB started significantly to change after 6 hours (176±138 mgldl, p<0.01). CPK, reached its peak level within 12 hours after thrombolytic treate-ment. SGOT, SGPT and LDII begun significantly change within 18 hours after thrombolytic treate-ment. Cholesterol, trigliserit, LDL were not changed significantly. But HDL increased significantly in pa-tients with thrombolytic treatement within 18 hours after thrombolytic treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çok Sayıda Trikobezoar
Müslim Yurtçu
Olgu sunumu
Özeti
Çok Sayıda Trikobezoar
Multıple TrIchobezoars
Bezoarlar, lifli ya da emilemeyen gıdaların sindirim sisteminde sürekli birikimi sonucu ortaya çıkarak belli bir yer işgal eden katılaşmış cisimlerdir. Çocuklardaki bezoarların çoğu; oyuncak bebek ya da fırçalardaki saçların yutulması ile oluşurlar. Trikobezoarlar, tipik olarak karın ağrısı ve bulantıya sebep olurlar; aynı zamanda asemptomatik abdominal kitleden, barsak tıkanıklığı ve barsak perforasyonuna kadar giden belirtilerle seyrederler. Trikobezoarlar, daha çok duygusal olarak rahatsız olan ya da mental retarde çocuklarda görülür. 8 yaşındaki bir kız çocuğunda seyrek görülen dev bir trikobezoarı sunulmaktadır. Söz konusu trikobezoar, oldukça büyük ve duodenuma geçtiğinden dolayı endoskopik olarak çıkarılamadı. Keza, yumuşatıcılar ve papain enzimi de etkili olmadı. Cerrahi olarak supraumblikal median kesi ile karın açılarak eksplorasyon yapıldı. Yaklaşık 15X3 cm ebadındaki trikobezoar, ileoçekal segmentin 50 cm proksimalinde tespit edildi ve çıkarıldı; 10 cm'lik jejunal segment Heineke Mikulicz prosedürü ile onarıldı.
Bezoars are concretions in the gastrointestinal tract that increase in size by continuous accumulation of non-absorbable food or fibers. Most bezoars in children are trichobezoars from swallowed hair from the dolls or brushers. Trichobezoars typically cause abdominal pain and nausia, but can also present as an asymptomatic abdominal mass, progressing to intestinal obstruction and perforation. It is predominantly found in emotionally disturbed or mentally retarded youngers. We report a case of an unusual giant trichobezoar in 8-year-old girl. It was not extracted endoscopically, because it was huge and passed into the duodenum. Attempts at dissolving the bezoar with enzymes (papain) or meat tenderizers have not been efficacious. The abdomen was explored through a supraumblical median incision, an approximately 15X3 cm trichobezoar in diameter was identified in 50 cm distance from ileocecal segment, and was removed. In addition, ischemic and rupture 10 cm jejunal segment was repaired. These two rupture segments were repaired using Heineke Mikulicz procedure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıpertıroidılı Ve Hıpotıroidili Hastalarda Hba1-C Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
Mustafa Yöntem, Mustafa Ünaldı, Mehmet Gürbilek, İsmail Öztok, Süleyman Türk, Hüseyin Uysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hıpertıroidılı Ve Hıpotıroidili Hastalarda Hba1-C Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
ComparIsIon Of Hba1-C Levels Of HyperthyroId, HypothyroId And Healthy Subjects
Fizik ve Laboratuvar bulgulanyla teşhisleri ke-sinlik kazanmış 42 hipertiroidili, 12 hipotiroidili hasta ile 35 sağlıklı kişide libA analizleri yapılmıştır. Hipertiroidide karbonhidrat metaboliz-masının artmasına karşılık non-enzimatik olarak oluşan HbAl_c konsantrasyonunun nasıl değiştiği ve 11bA1_, konsantrasyonu hakkında fikir edinmek için yapılan çalışmada bu değer ortalama olarak normal-lerde 4.82 ± 1 .34%, hipertiroidililerde 5.47 ± 0.66%, hipotiroidilikrde ise 4.74 ± 1.02% bulun-muştur. Hipertiroidililerde artışına karşılık hipotiroidililerde önemli bir fark bulunmamıştır. Bu bulgular literatürle karşılaştırılmıştır.
in 42 hyperthyroid, 12 hypothyroid and 35 healthy subjects, HbA1-c analyses were performed. HbA1-c, values were 4.82 ± 1.34%, 5.47 ± 0.66% and 4.74 ± 1.02% in normal, hyperthyroid and hypothyroid subjects, respectively. it was concluded that Mis high HbA1-c, value in hyperthyroid subjects might be due to increased rate of carbohydrate metabolism. These findings were compared with those of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Yara Tiplerinde Mekanik Yolla İzole Edilen Stromal Vasküler Fraksiyonun Kullanımı
Çağla Çiçek
Olgu sunumu
Özeti
Farklı Yara Tiplerinde Mekanik Yolla İzole Edilen Stromal Vasküler Fraksiyonun Kullanımı
Use Of MechanIcally Isolated Stromal Vascular FractIon In DIfferent Wound Types
Yara iyileşmesi hemostaz, inflamasyon, proliferasyon ve maturasyon evrelerinden oluşan fizyolojik bir
süreçtir. Bu iç içe geçmiş evrelerin herhangi bir aşamasında meydana gelen bozulma, klinisyenin karşısına
için kronik bir yara olarak çıkar. Lipoaspiratın enzimatik veya mekanik sindiriminden sonra sulu fraksiyonun
bir parçası olarak izole edilen stromal vasküler fraksiyon, aynı zamanda önemli bir mezenkimal kök hücre
rezervidir. İçerdiği preadipositler, endotelyal öncüler, immün hücreler, hematopoietik hücreler, fibroblastlar
ve perisitler nedeniyle heterojen bir doku kokteyli olarak kabul edilir. Proanjiyogenik, antiapoptotik,
antifibrotik, immünomodülatör ve antiinflamatuar aktivitelerinin yanı sıra izolasyondaki avantajları
nedeniyle, stromal vasküler fraksiyon son zamanlarda mevcut yara tedavisinde önem kazanmıştır. SVF
tek başına yara iyileşmesi için etkili olmasa da, uygun yara bakımı ve rekonstrüksiyon öncesi yara yatağı
hazırlığı için yeterli hücre sayısı ve canlılığı sağlayan ve cerrahi başarısızlığı en aza indiren yeni ve etkili
bir teknolojidir.
Wound healing is a physiological process consisting of hemostasis, inflammation, proliferation, and
maturation phases. The disruption that occurs at any stage of these intertwined phases is presented to the
clinician as a chronic wound. The stromal vascular fraction, isolated as a part of the aqueous fraction after
enzymatic or mechanical digestion of lipoaspirate, is an important mesenchymal stem cell reserve, as
well as. It is considered a heterogeneous tissue cocktail due to the preadipocytes, endothelial precursors,
immune cells, hematopoietic cells, fibroblasts and pericytes it contains. Because of its proangiogenic,
antiapoptotic, antifibrotic, immunomodulatory, and anti-inflammatory activities, as well as its advantages
in isolation, stromal vascular fraction has lately acquired prominence in current wound therapy. Although
SVF alone is not effective for wound healing, it is a new and effective technology that provides adequate
cell count and viability for proper wound care and wound bed preparation prior to reconstruction and to
minimize surgical failure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampsili Gebelerde Maternal Ve Fetal Eritrositlerde Antioksidan Enzim Düzeylerinin Araştırılması
Yusuf Türköz, Mustafa Çekmen, Remzi Gökdeniz, Fikret Özuğurlu
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampsili Gebelerde Maternal Ve Fetal Eritrositlerde Antioksidan Enzim Düzeylerinin Araştırılması
InvestIgatIon Of AntIoxIdant Enzyme Levels In Maternal And Fetal Erythrocytes In Pregnants WIth PreeclampsIa
Amaç: Serbest radikaller tarafından oluşturulan lipid peroksidasyonun, preeklampside olası patolojik faktörlerden biri olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada; preeklampsili hastalarda gebeliğin üçüncü trimesterinde, maternal ve fetal dolaşımdaki eritrositlerin antioksidan enzim aktivitelerini ölçmede amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: İlk hamileliğinin üçüncü trimetrisinde olan 30'u preeklampsili, 31'i normal tansiyona sahip gebe kadınlardan alınan maternal ve umblikal ven kanlarında plazma ve eritrosit içi glutatyon Peroksidaz (GSH-Px), Katalaz (CAT) ve Superoksit Dismutaz (SOD) aktiviteleri incelendi. Sonuçlar: Kontrol grubu ile preeklampsili hasta grubu arasında; yaşları ve gebelik haftası açısından bir fark bulunmamaktaydı (p>0.05). Preeklampsili hastaların maternal dolaşımında; eritrosit içi GSH-Px ve SOD düzeylerinin kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu (sırasıyla 1857+13.2'e karşı 1387±123.8 U/gHb ve 2593.2±330.7'ye karşı 2041±200.3 U/gHb; p<0.01), CAT düzeyinin ise daha düşük olduğu (71.2±18.1'e karşı 137.3±27.1 K/gHb; p<0.01) tespit edilmiştir. Umblikal dolaşımında, eritrosit içi SOD düzeyinin, preeklampsili hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek olduğu (18.18.5+151.5'e karşı 1535.8±169.2 U/gHbx p<0.01), buna karşılık CAT ve GSH-Px düzeyleri açısından aralarında bir fark bulunmadığı gözlenmiştir (sırasıyla 84.8±14.3'e karşın 97.1 ±31.8 K/gHb ve 1207.5+117.5'e karşın 1211.4±107.7 U/gHb; p>0.05). İstatistik! incelemelerde bağımsız t testi kullanılmış ve p<0.05 değeri anlamlı olarak kabul edilmiştir. Tartışma: Bu çalışmadan elde edilen veriler, preeklampsili gebelerde artan oksidatif stresin, hem maternal hemde fetal dolaşımda; reaktif oksijen türlerine karşı koruyucu bir savunma mekanizmasının gelişmesi ile sonuçlandığını göstermektedir. CATise preeeklampsi vakalarında gelişen bu koruyucu etkiye katkıda bulunmamaktadır.
Aim: Free radical induced lipid peroxidation has been suggested as a possible pathogenic factor of preeclampsia. İn this study, we were aimed to measure antioxidant enzyme activity in erythrocytes in maternal and fetal circulation in preeclamptic patients in the third trimester. Material and metod: Maternal and umblical venous blood were obtained from thirty preeclamptic and thirty-one normotensif women with singletton pregnancy in the third trimester. The activites of glutathione peroxidase (GSH-Px), catalase (CAT) and superoxide dismutase (SOD) were determined in plasma and erythrocytes. Results: Patients ages and gestational weeks were not different in both groups (p>0.05). İn maternal erythrocytes of patients with preeclampsia, whilst GSH-Px and SOD levels were significantly higher than control (1857±13.2 vs 1387±123.8 U/gHb and 2593.2+330.7 vs 2041+200.3 U/gHb; p<0.01, respectively), CAT levels were significantly lovver (71.2±18.1 vs 137.3+271 K/gHb; p<0.01). Although, SOD levels in umblical erythrocytes of patients with preeclampsia were significantly higher than control (1818.5±151.5 vs 1535.8±169.2 U/gHb; p<0.01), CAT and GSH-Px levels were not different (84.8+14.3 vs. 97.1±31.8 K/gHb and 1207.5±117.5 vs 1211.4±103.7 U/gHb;p>0.05, respectively). Independent t test was used for statistical analysis. p<0.05 was accepted as significantly. Conclusion: The results demonstrate that increase in oxidative stress in preeclampsia results in development of defence mechanism both in maternal and fetal circulation to protect against reactive oxygen species. CAT has no impact on this protective effect in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doz Morfin Hidroklorünün Rat Böbrekleri Üzerindeki Histolojik Etkisi * *
Ahmet Öztürk, Ahmet Salbacak, İlhami Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doz Morfin Hidroklorünün Rat Böbrekleri Üzerindeki Histolojik Etkisi * *
HIstologIcal Influences Of Low-Dose-Morphlne Hydrochlorur On Rat KIdneys
Bu çalışmada, düşük doz morfin hidroklorür'ün rat böbreği üzerindeki etkileri ışık mikroskobik seviyede belirlendi. Çalışmada 15'i erkek ve 15'i dişi olmak üzere 30 adet Sprague Davvley ırkı rat kullanıldı. Her iki cinsten 5'er adedi kontrol grubu, 10'ar adedi ise deney grubu olarak ayrıldı. Kontrol grubu hayvanlara günaşırı derialtı yoluyla serum fizyolojik (5mg/kg dozunda), deney grubu hayvanlara ise 5 mg/kg dozunda morfin hidroklorür verildi. Deney sonunda hayvanlar genel anestezi altında tamponlu formolle (pH=7.4) perfüze edildi ve böbrekler çıkarılarak morfometrik ölçümleri (en, boy, kalınlık) yapıldı. Takiben, böbrek dokusu örneklerinden rutin histolojik tekniklerle preparatlar hazırlanarak 7pm kalınlığında kesitler alındı ve boyandı. Preparatlar ışık mikroskobuyla incelendi. Yapılan incelemelerde, düşük dozda verilen morfin hidroklorürün glomerüler yıkımlanma, proksimal ve distal tubuluslarda epitel nekrozu ve deskuamasyonuna, damarlarda hiperemi ve hemorajilere neden olduğu tespit edildi. Tespit edilen bozuklukların, böbrek tubulus epitel hücrelerinde detoksifikasyon enzimlerine sahip olmayan ratlara özgü olabileceği ve metabolizması insana yakın olan bir türde benzer bir çalışmanın yapılmasının yararlı olacağı sonucuna varıldı.
İn this study the effects of low-dose morphine hydrochlorur on rat kidney vvere determined at light microscopical level. A total of 30 Sprague Davvley rats from both sexes (15 male and 15 female) vvere used. Five rats from both sexes vvere served as Controls, vvhereas 10 rats from each sex vvere used as experimental group. Control animals vvere injected subcutaneously vvith physiological şaline (5mg/kg), the animals of experimental group vvere given morphine hydrochlorur at a dose of 5 mg/kg in every other day. At the end of the experiment, the animals vvere perfused vvith buffered formaline (pH=7.4) under anaesthesia, and kidneys vvere extirpated, and morphometrical measurements (thickness, height, length) vvere taken. Follovving, kidney samples vvere processed by means of routine histological techniques and the sections vvere taken at 7pm thickness, and stained. Slides vvere then examined using light microscope. The investigations have revealed that the low-dose-morphine hydrochlorur caused to glomerular destruction, epithelial necrosis and desquamation in both proximal and distal tubuli, vascular hyperemia and hemorrhagies. Based on the findings, it was concluded that the results of this study might be specific to the rat kidney vvhich is devoid of detoxification enzymes in tubuler epithelial cells and a study should be performed on an animal having similar metabolism with human.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Ve Hemodiyaliz Hastalarında Helicobacter Pylori Antikor Pozitiflik Oranı
Lütfullah Altıntepe, Zeki Tombul, Süleyman Türk, İbrahim Güney, Abdullah Sadık Girişgin, Emine İnci Tuncer, Mehdi Yeksan
Araştırma makalesi
Özeti
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Ve Hemodiyaliz Hastalarında Helicobacter Pylori Antikor Pozitiflik Oranı
The Prevalence Of HelIcobacter PylorI-AntIbody In HemodIalysIs And Capd PatIents
Bu çalışmada hemodiyalize (HD) girmekte olan 83 hasta ile sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) uygulanan 30 hastada Hp-lgG antikor pozitiflik oranı araştırıldı ve 45 sağlıklı kontrol ile karşılaştırıldı. Helicobacter pyloriye (Hp) karşı oluşan IgG antikorlarının tayininde enzim immunoassay ELİSA metodu kullanıldı. HD ve SAPD hastalarının yaş ortalaması sırasıyla, 46.2+17.4 ve 44.6+15.7 yıl ile diyaliz süresi sırasıyla, 35.4+ 36.9 ay ve 20.2+18 ay idi. Kontrol grubunun yaş ortalaması 49.4+15.3 (18-80) yıl idi. HD hastalarının 36’sında (%43.4), SAPD hastalarının 9’unda (%30) ve sağlıklı kontrollerin 19’unda (%42.2) Hp IgG antikoru pozitif idi. Hemodiyaliz ve SAPD hasta larında Hp-lgG antikor pozitifliği sağlıklı kontrollerden farklı değildi. Her iki grupta da Hp-lgG antikor pozitifliği ile yaş, cinsiyet, diyaliz süresi ve dispeptik yakınmalar arasında ilişki saptanmadı. Sadece Hp antikor pozitifliğine bakarak karar verilmemesi, olguların endoskopik ve histopatolojik olarak da değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varıldı.
İn this study, the prevalence of H.pylori-lgG antibody was investigated in 83 hemodialysis (HD) and 30 CAPD patients and compared with those of 45 healthy control group. İn determination of IgG antibody against H.pylori enzyme immunoassay ELİSA method was used. Mean ages were 46.2+17.4 and 44.6+15.7 years and dialysis durations were 35.4+ 36.9 months and 20.2+18 months in HD and CAPD patients respectively. Age of control group was 49.4+15.3 (18-80) years. H. Pylori-antibody was positive in 36 HD patients (43.4 %), in 9 CAPD patients (30 %) and in 19 healthy Controls (42.2 %). Hp-lgG antibody positivity in HD and CAPD patients was not statistically different from control subjects. İn conclusion, there is no assosiation between Hp-lgG antibody posi tivity and age, sex, dyspeptic symptoms two groups. İn this patients Hp IgG positivity should not be evaluated with- out endoscopic and.histopathologic findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alkole Bağlı Olmayan Karaciğer Yağlanması İle Yüksek Dansiteli Dışı Lipoprotein/yüksek Dansiteli Lipoprotein Oranının İlişkisi
Recep Alanlı, Murat Bülent Küçükay, Kadir Serkan Yalçın
Araştırma makalesi
Özeti
Alkole Bağlı Olmayan Karaciğer Yağlanması İle Yüksek Dansiteli Dışı Lipoprotein/yüksek Dansiteli Lipoprotein Oranının İlişkisi
RelatIonshIp Between NonalcoholIc Fatty LIver And Non HIgh DensIty LIpoproteIn To HIgh DensIty LIpoproteIn RatIo
Amaç: Bu çalışmada, karaciğer yağlanması ile hastaların demografik özellikleri, kan değerleri ve özellikle
yüksek dansiteli dışı lipoprotein/ yüksek dansiteli lipoprotein oranı arasında bir ilişki olup olmadığını
araştırmak hedeflenmiştir.
Hastalar ve Yöntem: Şubat 2020 ile Eylül 2020 tarihleri arasında karaciğer yağlanması düşünülen 329
hastanın laboratuvar ve ultrasonografi sonuçları prospektif olarak değerlendirildi. Karaciğer yağlanması
saptanan ve saptanmayan hastaların; boy, ağırlık, karaciğer enzimleri, vitamin d düzeyleri ve lipid
değerleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların 164'ünde karaciğer yağlanması saptanırken, 165'inde ise saptanmadı. Karaciğer
yağlanması varlığı ile; yaş, ağırlık, ALT, AST, vücut kitle indeksi, trigliserid, yüksek dansiteli dışı
lipoprotein ve yüksek dansiteli dışı lipoprotein / yüksek dansiteli lipoprotein düzeyleri arasında anlamlı bir
ilişki saptandı. Yağlanma şiddeti ile ağırlık, ALT ve vücut kitle indeksi arasında anlamlı bir ilişki saptandı.
Monosit/ yüksek dansiteli lipoprotein oranı ve d vitamini düzeyi ile karaciğer yağlanması varlığı arasında
bir ilişki saptanmadı. Non-HDL/HDL oranı ile non-alkolik karaciğer yağlanması arasında ilişki saptanmıştır
(r=0.179). Non-HDL/HDL oranının, non-alkolik karaciğer yağlanması tanısındaki pozitif ve negatif prediktif
değerleri sırasıyla %56,3 ve %60,9 olarak bulunmuştur .
Sonuç: Non-HDL/HDL oranı ile karaciğer yağlanması arasında anlamlı bir ilişki saptandı. Non-HDL/HDL
oranı; karaciğer yağlanmasında kullanılabilecek yeni, kullanışl ı ve kolay ulaşılabilen bir belirteçtir .
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between non-alcoholic fatty liver and
demographic characteristics, laboratory parameters and predictory non-high density lipoprotein to high
density lipoprotein ratio.
Material and Methods: Between February and September 2020, 329 patients with fatty liver prediagnosis
were evaluated prospectively. Laboratory (whole blood counts, transaminases, lipid profiles, 25-oh vitamin
d3 levels) and ultrasonography findings, body height, body weight and body mass index of patients were
compared between fatty liver and control groups.
Results: Fatty liver was diagnosed in 164 patients out of 329 participants. There were significant
relationships between existence of fatty liver and age, body weight, body mass index, triglyceride
levels, non-high density lipoprotein, non-high density lipoprotein to high density lipoprotein ratios. Also
relationships between severity of fatty liver and body weight, alanine aminotransferase and body mass
index were found to be significant. There were no relationship between existence of fatty liver and
monocyte to high density lipoprotein ratio and vitamin D levels. Linear regression analysis for Non-HDL/
HDL ratio in diagnosis of nonalcoholic fatty liver, revealed a correlation coefficient as r=0.179. Positive
and negative predictive values for Non-HDL/HDL ratio in diagnosis of nonalcoholic fatty liver were, 56.3%
and 60.9%, respectively .
Conclusion: There is a significant relationship between fatty liver and non-high density lipoprotein to
high density lipoprotein ratio. This ratio may be a simple and readily available predictor in patients with
fatty liver.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Içme Sütünde Chloramphenicol Kalıntılarının Enzim İmmunolojik Test Çubukları Metodu İle Araştırılması
Özer Ergün, Ali Bilgiç
Araştırma makalesi
Özeti
Içme Sütünde Chloramphenicol Kalıntılarının Enzim İmmunolojik Test Çubukları Metodu İle Araştırılması
InvestIgatIon Of ChloramphenIcol RemaInder By Enzyme ImmunologIcal Test StIck In MIlk
Istanbul piyasasından toplanan 75 adet pastorize süt nurnunesi EfiZiM Inırnunolojik Test Çubukları metodu ile Chloramphenicol kalıntıları yönünden in-celenmiş ve sonuçta bir numunede Chloramphenicol tesbit edilmiştir. Çalışmada uygulanan bu metod ppb-mıl süt hassasiyetinde olup süresi yaklaşık sadece 30 dk. dır.
Seventy-five pasteurized ınilk samples collected in Istanbul market and chloramphenicol residues vere investigated by Enzyme Immunological deep stick tesis. Chloramphenicol residue was detected in one of the samples. This method has the accuracy of 1 ppb/ml milk and test time is nearly 30 minutes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Recai Gürbüz, Ali Acar, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Osman Yılmaz, Tahsin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Effects Of CIlazaprIl In Rats WIth Re-Noraseular HypertansIon: An ExperImental Study
Yeni bir kotn enzim olan ci-la:april'in spontan hipertansif rutlarda kan memu bOlgesel kan aktnuni bnb-reklerde (.7c. 25. midede % 37, iletanda % 57 ye cultic 37 artu-dtgi bildirilmektedir. Operative olarak persiyel renal arter ohs-triiksiyontt saklanarak renovaskfiler hipertanslyon geliviribm4 ratlarda giitaliik 2.5 mg doziarda uygulamalarimn bobreklerdeki etkinligi araptrilmtvir.
It was reported that cila:april, a new ACE in-hibitor, decreases arteial blood pressure, ine-reases regional flows by 25 %. in the kidney, 37 gf in the stomach, 57(. in the ileum and 37 % in the skin in spontaneously hyper tansive rats. 11-e evaluated the effects of treatment with ci-la:april (2.5 mg once a day) to kidneys in rats with renovasetilar hvertension that occurred partial renal artery SIC110SiS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Şeffaf Ve Kataraktöz İnsan Lenslerinde Süperoksit Dismutaz Aktivitesi
Mehmet Balcı, Nazmi Zengin, Ömer Akyol, İlker Durak
Araştırma makalesi
Özeti
Şeffaf Ve Kataraktöz İnsan Lenslerinde Süperoksit Dismutaz Aktivitesi
Superoxıde Dısmutase Actıvıty In Clear And Cataractous Human Lenses
Süperoksit disinutaz (SOD), oküler lensi oksidatif hasardan koruyan önemli enzimlerden biridir.Bu çalışmada, yirmi olgunlaşmamış SOD aktivitesi. ve on iki matür kataraktlı lens ve beş şeffaf lens karşılaştırıldı. Şeffaf lens grubundaki ortalama SOD aktivitesi, sırasıyla olgun ve olgunlaşmamış katarakt gruplarında 0.487: I: 0.153 U / mg protein iken 0,408 ± 0.114 Ulmg ve 0.229 ± 0.103 Ulmg protein olarak ölçüldü. Bu sonuçlar, olgun taraktozlu lenslerde SOD aktivitelerinin berrak lenslere göre önemli ölçüde azaldığını gösterdi (p <0.05). Sonuçlarımız ka-taraktın olgunlaşması ile aktivitede gra-dual azalma olduğunu ortaya koysa da, immatür ve matür kataraktlı lensler arasında gözlemlenen fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p> 0.05). Anlam: Tüm lens gruplarının çekirdeklerinde kortekse göre SOD aktivitelerinin oldukça azaldığı görüldü (p <0.05). Bu çalışmanın sonuçları, oksidatif stresin senil ca-taraktogenezde rol oynayabileceği hipotezini desteklemektedir.
Superoxide disinutase (SOD) is one of the im-portant enzymes that protects the ocular lens from oxidative damage.In this study, SOD activities in twenty immature. and twelve mature cataractous lenses and .five clear lenses were compared. The mean SOD activity in the clear lens group was me-asured to be 0.487 :I: 0.153 U/mg protein whilst it was 0,408 ±0.114 Ulmg, and 0.229 ± 0.103 Ulmg protein in the mature and imature cataractous gro-ups, respectively. These results indicated sig-nificantly lowered SOD activities in mature ca-taractous lenses as compared to those of the clear ones (p<0.05). Although our results revealed a gra-dual decrease in activity with maturation of ca-taract, the difference observed between immature and mature cataractous lenses was not statistically significant (p> 0.05). MeaningfUlly decreased SOD activities were found in the nuclei of all lens groups when compared to those of the cortex (p<0.05). Re-sults of the present study support the hypothesis that oxidative stress might play a role in senile ca-taractogenesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta