Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Asım Duman, Nuri Ildız, Cemil Ceviz, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Causes Of Cholecstectomy And Colledoc Exploratıon
Bu makalede kliniğimizde kolesistektomi veya kolesistektomi ile birlikte koledok eksplorasyonu yapılan 750 vakanın sonuçları sunulmuştur. Vakalarımızın 549 unda (% 73,2) kronik kolesistit, 150 sinde ( O 20) akut kolesistit, 34 tinde (% 4,5) safra kesesi yaralanması 9 unda (%1,2) safra kesesi kanseri nedeniyle ve 8 inde (% 1,1) ise diğer nedenlerle kolesistektomi yapılmıştır. 150 vakada (% 20) çeşitli nedenlerle koledok eksplorasyonu uygulanmıştır. Yaşayan 720 hastanın 80 inde (% 11.1) tıbbi veya cerrahi tedavi ile iyileşen çeşitli postoperatif komplikasyonlar tespit edilmiştir, Postoperatif devrede 750 hastanın 30 u kaybedilmiş olup mortalite oranı % 4 dür. Taşlı ve taşsız kronik kolesistit nedeniyle kolesistektomi yapılan 556 hastanın 7 si (% 1,2) kaybedilmiştir.
In this article, results of 750 cases who underwent choledochus exploration with cholecystectomy or cholecystectomy in our clinic are presented. In 549 (73.2%) of our cases, chronic cholecystitis, 150 (O 20) acute cholecystitis, 34 (4.5%) had gallbladder injury, 9 (1.2%) were due to gallbladder cancer and 8 (1%) , 1) cholecystectomy was performed for other reasons. Common bile duct exploration was performed in 150 cases (20%) for various reasons. Various postoperative complications were detected in 80 (11.1%) of 720 surviving patients who recovered with medical or surgical treatment. 30 of 750 patients died in the postoperative period, with a mortality rate of 4%. 7 (1.2%) of 556 patients who underwent cholecystectomy for chronic cholecystitis with and without stones died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
Aysun Gökçe, Mustafa Taner Bostancı, Serap Yörübulut, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Gülfidan Öztürk, Neslihan Düzkale
Araştırma makalesi
Özeti
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
FIve-Year SurvIval Outcomes Of Breast Cancer And PrognostIc
factors. A SIngle InstItutIon ExperIence
Kliniğimizde tedavi edilen olgu serisini retrospektif olarak
inceleyerek 5 yıllık sağkalım sonuçlarını ve sağkalımı etkileyen
prognostik parametreleri saptamaktır. Meme kanseri tanısıyla
başvuran ve kliniğimizin rutin meme prosedürüne göre küratif olarak
tedavi olmuş olgu verileri incelenmiştir. Tüm olgular üç boyutlu
konformal RT tekniği ile göğüs duvarı veya meme dokusuna karşılıklı
paralel tanjansiyel alanlar kullanılarak günlük 2 Gy fraksiyon dozuyla
haftada 5 gün olacak şekilde tedavi edilmiştir. Rejyonel lenf nodu
bölgesinin tedavi edilmesi gereken durumlarda ise supraklavikuler
fossa ışınlaması da tedaviye eklenmiştir. Olgulara sıklıkla antrasiklin
bazlı kemoterapi rejimleri uygulanmış olup, östrojen reseptörü
pozitif olan olgular hormon tedavisi, Her-2 reseptör pozitif olgular
da trastuzumab tedavisi almıştır. Çalışmanın birincil sonlanım
noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım (HS) idi. İkincil
sonlanım noktası ise sağkalım süreleri üzerine etkili olan prognostik
faktörleri saptamak idi. Tüm istatistiksel analizler SPSS (Statistical
Package for Social Sciences) 13 versiyonu kullanılarak yapılmıştır.
11.02.2010- 01.05.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran
toplam 559 meme kanseri olgusu değerlendirilmiştir. 2 ve 5 yıllık GS
oranları sırasıyla %97 ve %84; 2 ve 5 yıllık HS oranları sırasıyla
%97 ve %71 olarak bulunmuştur. Çok değişkenli analizlerde, ≥70
yaş, triple (-) olmak, T3-4 evre hastalığa sahip olmak, N2-3 nodal
evre hastalığa sahip olmak ve metastaz yada lokal- bölgesel nüks
olması GS’ yi olumsuz etkileyen bağımsız prognostik faktörler
olarak bulunurken; N2-3 nodal hastalığa sahip olmak ve triple (-)
olmak HS’ yi olumsuz etkileyen faktörler olarak saptanmıştır. Meme
kanseri dünya genelinde kadınlar arasında görülen en sık kanser türü
olup insidansı artmasına rağmen hastalığa bağlı mortalite oranları
zamanla düşmeye başlamıştır. Güncel tedavi modaliteleri ışığında
prognostik faktörlerin bilinmesi hem en doğru tedavi modalitesinin
seçilmesi hem de uygulanan tedavi modalitesine alınacak yanıtın
öngörülebilmesi açısından önemlidir.
To evaluate the five year survival outcomes of breast cancer
patients treated at our department and to assess the prognostic
factors that affect survival parameters. All patients underwent our
department’s routine procedure for breast cancer. All patients received
RT to the breast or chest wall using 3D conformal technique with 2 Gy
fraction doses, five days a week with two opposite tangential fields.
If necessary, ipsilateral supraclavicular fossa field was added to the
treatment field. Anthracycline-based chemotherapy was primarily
used, patients with estrogen receptor- positive disease received
hormonal therapy and patients with Her-2 receptor-positive disease
received trastuzumab. The primary end points of this study were
to evaluate the overall survival (OS) and the disease-free survival
(DFS) of the patients. The secondary end points of this study were
to assess the prognostic factors that affect the survival outcomes.
Statistical analysis were carried out using SPSS Statistic program
version 13. Between 11.02.2010 and 01.05.2016, 559 patients with
breast cancer who had been irradiated postoperatively were included
in this retrospective study. 2 and 5 year OS rates were 97% and 84%;
2 and 5 year DFS rates were 97% and 71%, respectively. According to
multivariate analysis, ≥70 year, to have triple (-) hormonal status, to
have T3-4 disease, to have N2-3 nodal stage and to have locoregional
recurrence or distant metastasis were the independent prognostic
factors that affect OS. Also, to have N2-3 nodal stage and to have
triple (-) hormonal status were independent prognostic factors that
affect DFS. Breast cancer is the most common cancer among women.
Its incidence has been increasing but mortality has been decreasing
in the last 10-15 years. In the light of current treatment modalities,
to know the prognostic factors that affect survival outcomes is very
important for both choosing the most appropriate treatment modality
and the prediciton of treatment response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
ComplIcatIons Of Heart CatheterIzatIon In ChIldren
Tanı ve tedavi amaçlı kalp kateterizasyon girişimleri son zamanlarda giderek artmaktadır. Kalp kateterizasyonundan sonra özellikle kateter giriş yerinde tromboz, psödoanevrizma, arteriyovenöz fistül, kanama, enfeksiyon, distal embolizasyon gibi lokal komplikasyonlar ile verilen anestezik ajanlara bağlı solunum depresyonu, taşikardi ve bradikardi olmak üzere birçok komplikasyonlar gelişebilmektedir. Kliniğimizde Haziran 2010-Haziran 2012 yılları arasında kalp kateterizasyonu yapılan 120 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların, yaşları 9 gün ile 15 yaş arasında (ortalama 3.5 ± 4.2 yaş) olup, 58 (%48)’i kız, 62 (%52)’si erkek idi. Hastaların 102 (%85)’ine tanısal, 18 (%15)’ ine girişimsel işlem amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldı. Komplikasyonu gelişen 7 (%5.8) hastanın yaşları 9 gün ile 15 yaş (3.5 ± 4.2 yaş) arasında idi. İki hastada femoral hematom, bir hastada femoral kanama, iki hastada femoral tromboz, bir hastada bradikardi, bir hastada (midazolam ile yapılan) sedasyon sırasında solunum arresti gelişti. Femoral tromboz gelişen iki hastadan birine düşük molekül ağırlıklı heparin, diğerine düşük molekül ağırlıklı heparin ve pentoksifilin verildi. Femoral hematom gelişen iki hastaya ise lokal tedavi uygulandı. Dirençli bradikardi gelişen bir hastaya geçici pacemaker takıldı. Femoral kanama gelişen bir hastaya protamin sülfat tedavisi verildi. Midazolama bağlı solunum arresti gelişen bir hastaya solunum desteği yapıldı. Sonrasında hastalar şifa ile taburcu edildiler. Kliniğimizde kalp kateterizasyonu yapılan hastalardaki komplikasyonlar ve bu komplikasyonları artıran risk faktörleri retrospektif olarak incelendi. Kalp kateterizasyonu yapılan hastalar gelişebilecek lokal ve genel komplikasyonlar açısından yakından takip edilmelidir. Alınabilecek birtakım önlemler ile komplikasyon sıklığı azaltılabilir ve komplikasyonların erken tanı ve tedavisi ile morbidite ve mortaliteyi azaltılabilmektedir.
Diagnostic and therapeutic cardiac catheterization attempts have recently been increasing. Numerous complications may develop after cardiac catheterization, including local complications, such as thrombosis, pseudoaneurysm, arteriovenous fistula, bleeding, infection, and distal embolization at the catheter insertion site, as well as complications associated with the anesthetic agents, such as respiratory depression, tachycardia and bradycardia. A total of 120 patients, who underwent cardiac catheterization between June 2010 and June 2012 were retrospectively evaluated. The patients were aged from 9 days to 15 years (mean 3.5±4.2 years) and 58 (48%) were female and 62 (52%) were male. Of the 120 patients, 102 (85%) underwent a diagnostic cardiac catheterization procedure, whereas in 18 (15%) patients an interventional procedure was performed. Complications were encountered in 7 (5.8%) patients, aged from 9 days to 15 years (3.5±4.2 years). There were femoral hematoma in two patients, femoral bleeding in one patient, femoral thrombosis in two patients, bradycardia in one patient, and a patient developed respiratory arrest during sedation (with midazolam). Femoral venous thrombosis, which was seen in two patients, was treated with low molecular weight heparin in one case and with low molecular weight heparin and pentoxifylline in the other. Two patients who developed femoral hematoma underwent local treatment. One patient developed resistant bradycardia, for which a temporary pacemaker was inserted. A patient with femoral hemorrhage was treated with protamine sulfate. One patient, who developed respiratory arrest due to midazolam, was treated with respiratory support. All patients were discharged in a good condition after the treatment. The complications in patients who underwent cardiac catheterization in our clinic, and the risk factors for these complications were analyzed retrospectively. Patients undergoing cardiac catheterization should be closely monitored in terms of possible local and general complications. The incidence of the complications can be reduced by taking appropriate measures. The morbidity and the mortality can be reduced by early diagnosis and treatment of the complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Travmalı 255 Olgunun Analizi
Murat Öncel, Kazım Gürol Akyol
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Travmalı 255 Olgunun Analizi
AnnalysIs Of 255 Cases WIth Chest Trauma
Ocak 2005 - Temmuz 2009 yılları arasında tedavi edilen toraks travmalı hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Çalışmamıza 220 erkek, 35 kadın alındı. Bunların ortalama yaşı 38.2 idi. Toraks travmalarının nedenleri, eşlik eden toraks dışı yaralanmalar, oluşan patolojiler ve tedavi yaklaşımları incelendi. Olgulardan 167’sinde künt, 88’inde ise penetran göğüs travması mevcuttu. Künt travmalarda %78 ile trafik kazaları, penetran travmalarda ise %92 ile kesici delici alt yaralanması en sık etiyolojik nedenlerdendi. En sık rastlanan patolojiler sırayla, yumuşak doku yaralanması (%35), pnömotoraks (%29), hemopnömotoraks (%22), multipl kot fraktürü (%21) ve hemotorakstı (%17). Hastaların 60 tanesinde (%23.5) toraks dışı ek patolojilere saptandı. En sık görülenler; kafa travması (%26.1), ekstremite yaralanmaları (%24.3), abdominal yaralanmalar (%21.1) idi. Tedavi yöntemi olarak 167 vakaya (%67.49) tüp torakostomi, 35 hastaya torakotomi- diyafragma onarımı (%13.7), 53 hasta konservatif olarak takip edildi (%20.78), 3 hasta hayatını kaybetti (%1.17). Toraks travmaları önemli bir morbitide ve mortalite nedenidir. Tedavileri hızlı ve sistematik bir yaklaşımla uygulanmalıdır.
Retrospectively evaluated patient with thoracic trauma who were hospitalized and treated at chest surgery clinic from january 2005-july 2009 A total of 255 patient(220 male-35 female mean age 38.2) with thoracic trauma were evaluated with respect to etiology¬ thoracic pathologies assosiated injuries and treatment methods. Blunt and penetrating thoracic injuries were found in 167 and 88 patients .Respectively the most common cause were traffic accidents (%78) and stab wounds, (%92) for blunt and penetrating thoracic injurıes.The most frequent thoracic pathologies were soft injurıes(%35) followed by pneumothorax(%24), multpl rib fractures ,(%21) hemopneumothorax(%20) and hemothorax(%17).Extrathoracic injurıes were seen in 60(%23.5) patients .The most common being cranial(%45) ,extremity injuries(%38) and abdominal (%18.3). Treatment was conservative 53 patient (%20.78) tube thoracostomy (n- 167 %67.49)diapragmatic repair or bleeding control with thoracotomy (n-35 %13.7). Mortality occured in 3 patients (%1.17) It is important that thoracic trauma patients with increased risk of mortality and morbidity should recieve immidiate and systematic treatment
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Kalp Cerrahisi Sonrası Pulmoner Hipertansif
kriz Tedavisi İçin Sildenafil Kullanımı
defekt Hastaları
Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Mehmet Işık, Yüksel Dereli, Ali Sarıgül, Mehmet Yeniterzi, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Konjenital Kalp Cerrahisi Sonrası Pulmoner Hipertansif
kriz Tedavisi İçin Sildenafil Kullanımı
defekt Hastaları
SIldenafIl Use For Treatment Of Pulmonary HypertensIve CrIsIs After
congenItal Heart Surgery
Bir fosfodiesteraz inhibitörü olan sildenafil, pulmoner yatakta
vazodilatasyona yol açarak pulmoner kan basıncını düşürmektedir.
Bu çalışmada, konjenital kardiyak defektli hastalarda sildenafil
kullanımının postoperatif dönemde pulmoner hipertansif kriz
ataklarını önlemedeki etkinliği araştırıldı. Kliniğimizde, Kasım 2005
ile Mayıs 2006 tarihleri arasında pulmoner hipertansiyonu bulunan
9 konjenital kardiyak defektli hasta opere edildi. Hastaların yaş
ortalaması 9.6±8.1 (3-12) ay ve ortalama vücut ağırlığı 5.5±0.9
(4-7) kg idi. Tüm hastalar median sternotomiyi takiben aortik ve
bikaval kanülasyon ile ekstrakorporeal dolaşım kullanılarak opere
edildi. Orta derecede hippotermi uygulandı ve kan kardiyoplejisi
kullanıldı. Ameliyat sonrası erken dönemde 0.5 mg/kg/gün dozunda
oral (nazogastrik tüp aracılığıyla) sildenafil tedavisi başlandı. Doz
kademeli olarak arttırılarak 2mg/kg/gün’e kadar çıkıldı ve tedaviye
bir hafta devam edildi. Hastalara ait sonuçlar retrospektif olarak
değerlendirildi. Preoperatif dönemde ortalama pulmoner arter
basıncı 52.7±7.9 mmHg idi. Hastaların ortalama entübasyon süreleri
58.4±34.0 (20-100) saat, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri
ise sırasıyla 2-7 (ortalama 4.8±2.0) ve 6-12 (ortalama 10.11±2.8)
gün idi. Çalışmada mortalite veya sildenafile bağlı ciddi hipotansiyon
görülmedi. Sadece 1 hastada ve 1 kez pulmoner hipertansif kriz atağı
görüldü. Postoperatif dönemde 1 hastada kalıcı kalp bloğu gelişti
ve bu hastaya kalıcı pacemaker yerleştirildi. Sildenafil, pulmoner
hipertansiyonu bulunan konjenital kardiyak defektli hastalarda
postoperatif pulmoner hipertansif krizlerin önlenmesinde etkin bir
tedavi seçeneğidir.
Sildenafil, a phosphodiesterase inhibitor, decreases pulmonary
arterial pressure by providing vasodilation in the pulmonary vascular
bed. In this study, the effect of sildenafil use was investigated
for prevention of pulmonary hypertensive crisis attacks in the
postoperative period in patients with congenital heart defects. In
our clinic, 9 patients with pulmonary hypertension and congenital
heart defects were operated in between November 2005 and May
2006. Mean age of the patients were 9.6±8.1 (3-12) months and the
mean body weights were 5.5±0.9 (4-7) kg. All patients were operated
following median sternotomy by using extracorporeal circulation
after aortic and bicaval cannulation. Medium hypothermia with cold
blood cardioplegia was used. Sildenafil treatment was started in the
early postoperative period by 0.5 mg/kg/day through the nasogastric
tube. The dose was gradually increased up to 2 mg/kg/day and the
treatment was maintained for one week. The results of the patients
were evaluated retrospectively. Mean pulmonary arterial pressure in
the preoperative period was 52.7±7.9 mmHg. Mean intubation times
of the patients were 58.4±34.0 (20-100) hours, whereas intensive
care unit stay and hospitalization periods were 2-7 (mean 4.8±2.0)
and 6-12 (mean 10.11±2.8) days, respectively. During the study,
neither mortality, nor important hypotension caused by sildenafil, was
detected. Only a pulmonary hypertensive crisis attack was detected
in 1 patient. One patient had consistent heart block and permanent
pacemaker was implanted. Sildenafil is an effective choice of
treatment for prevention of postoperative pulmonary hypertensive
crisis in patients with congenital heart defects accompanied by
pulmonary hypertension.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
Fatmagül Başarslan, Cahide Yılmaz, Murat Tutanç, Vefik Arıca, Melek İnci, Vicdan Köksaldı Motor, Hanifi Bayaroğulları
Olgu sunumu
Özeti
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
The EncephalItIs Secondary To ChIckenpox In A FIve Months Infant
Suçiçeği, Varicella-zoster virüsünün (VZV) neden olduğu
ekzentematöz döküntü ile karakterize bulaşıcı bir hastalıktır.
Suçiçeği geçiren hastalarda ensefalit sıklığı %0.1-0.2 olarak
belirlenmiştir ve baskılanmış hücresel immün yanıtı olan hastalarda
insidansı daha yüksektir. Mortalite oranları %5-20 arasında
değişmektedir. Ensefalit sonrası yaşayan olgularda kalıcı nörolojik
komplikasyon gelişme olasılığı yüksektir. Bu yazıda suçiçeği sonrası
nöbetle başvuran ve ensefalit tanısı alan beş aylık infant bir olgu
sunuldu. Kraniyal görüntülemede meningoensefalit tesbit edildi.
Antikonvülzan ve antiviral tedavi başlandı. Takiplerinde mental ve
motor gelişme geriliği, quadriparazi gelişmesi nedeniyle fizik tedavi
programına alındı. Bu olgu ile nadirde olsa suçiçeğine bağlı ensefalit
görülebileceği, bu nedenle yaşamın ilk yılında suçiçeği geçiren
olguların komplikasyonlar açısından yakın takip edilmesi gerektiği
vurgulanmak istendi.
Chickenpox is an infectious disease caused by varicella-zoster
virus (VZV), characterized by egzentematous rash. The frequency of
encephalitis in patients with chickenpox was determined as 0.1-0.2%
and the incidence is higher in patients with depressed cell-mediated
immune response. Mortality rates vary between 5% and 20%. Patients
who survive have a high likely to develop of permanent neurological
complications after encephalitis. In this study, we report a fivemonth
old infant who was admitted with a seizure and diagnosed
as encephalitis. Meningoencephalitis was detected by the cranial
magnetic rezonans. Anticonvulsants and antiviral therapy were
supplemented. Patient was taken to physical therapy program due
to the development of the mental motor retardation and quadriparazi
in the follow-up periods.Therefore, we aimed to emphasize with this
case that the patients suffering from chickenpox in the first year
of the life should closely be followed up for complications, and the
encephalitis due to varicella can also be seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Niyazi Görmüş, Kadir Durgut, Atilla Orhan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Early And MId-Term Results Of Urgent Open Heart Surgery In PatIents WIth Left Maln Coronary Artery DIsease
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
Alper Yosunkaya, Ahmet Keçecioğlu, Tuba Berra Erdem, Hale Borazan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
The Common ObstetrIc Problem In Our IntensIve Care UnIt: Hellp Syndrome (analysIs Of 15 Cases)
HELLP sendromu (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)hemoliz, yükselmiş karaciğer enzimleri ve trombosit sayısında azalma ile karakterize, yüksek maternal ve perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili bir tablodur. Biz çalışmamızda 2005-2009 arasında, yoğun bakımımızda takip ettiğimiz, Hellp Sendromlu 15 preeklamptik ve eklamptik hastayı retrospektif olarak inceledik. Hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri , demografik, klinik ve obstetrik özellikleri kaydedilmiş,hemoglobin, serum albümin seviyesi, protrombin ve parsiyel tromboplastin zamanı,fibrinojen düzeyi, trombosit sayısı, total bilirubin ve kreatinin değerleri, AST, ALT, laktat dehidrogenaz düzeyleri incelenmiştir. Hellp sendromlu hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri ciddi konvülsiyon, şuur kaybı , hava yolu kontrolü, invazif hemodinamik monitorizasyon, ARDS, intraserebral hemoraji ve solunum yetersizliği idi. Hastalarımızın yoğun bakımdaki 4 günlük takibi esnasında trombosit sayısı 3. günden itibaren yükselmeye başladı. Ancak bu yükselme yoğun bakıma kabul günü ile karşılaştırıldığında 4. günde istatistiksel olarak anlamlı idi. Yine benzer olarak AST, ALT, LDH, üre ve kreatinin değerleri 3. günden itibaren düşmeye başlarken 4. günden itibaren düşüş anlamlıydı (P
Hellp Syndrome (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)is characterized by hemolysis, elevated liver enzymes and low platelet count, and related with an increased with an increased foetal and maternal mortality. We aimed in this study to evaluate the morbidity and mortality of 15 Hellp syndrome patients who have been admitted to our intensive care unit, between 2005 and 2009 years retrospectively. Patients ICU admission indications, demographic, clinical and obstetric data was noted down; hemoglobin, serum albumin level, prothrombine time ve active partial thromboplastin time, fibrinogen level, thrombocyte number, total bilirubine ve creatinine levels, AST, ALT, lactate dehidroginase (LDH) levels were analysed. Intensive care unit(ICU)admission of Hellp sydrome patients were convulsion, loss of consciousness, airway control, invasive hemodinamic monitorisation, ARDS, intracerebral hemorrhage and respiration insufficiency During 4 day intensive care unit following of our patients, thrombocyte numbers began to increase from third day of admission. But this increament was statistically significant between admission day to ICU and fourth day. Again similarly AST, ALT, LDH, ürea ve creatinine levels began to decreased at third day and decreament was statistically significant as from fourth day(P
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anestezi Altında Mini Laparotomi İle Cerrahi Gastrostomi: 62 Olgunun Analizi
Cebrail Akyüz
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal Anestezi Altında Mini Laparotomi İle Cerrahi Gastrostomi: 62 Olgunun Analizi
SurgIcal Gastrostomy WIth MInI Laparatomy Under Local AnesthesIa: AnalysIs Of 62 Cases
Amaç: Obstrüktif tümörler, nöromuskuler hastalıklar, felç, serebral kanama gibi durumlarda genelllikle beslenme amaçlı gastrostomi gerekir. Bu çalışmanın amacı, endoskop kullanımının kısıtlı olduğu durumlarda lokal anestezi altında uygulanabilen mini laparotomi ile cerrahi gastrostominin başarılı şekilde kullanımınını tartışmaktır.
Gereç ve Yöntemler: 62 hastaya Stamm gastrostomi prosedürü uygulandı.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 63.7 idi ve % 83.9’ u ASA IV’ tü. Gastrostomiendikasyonunu% 51.6’ sını tümör obstrüksiyonu, % 17.7’ sini nöromüskuler hastalıklar, % 16.6’ sını ise inme ve serebral kanamalar, % 1.6’ sınıözafagus yaralanması, % 12.9’ unu metastatik tümörler ve hipoksikensefalopati oluşturmaktaydı.Ortalama ameliyat süresi 36 ± 12.8 dakika idi. İşleme bağlı hastane içi morbidite ve mortalite oranları düşüktü (sırasıyla; % 16.2- % 14.5).
Sonuç: Lokal anestezi altında mini laparotomi ile Stammgastrostomi, perkütan ve endoskopik yaklaşımların uygulanamadığı durumlarda etkili bir alternatiftir. Yüksek riskli hastalarda kısa ameliyat süresi, düşük morbidite ve mortalite oranları ile güvenli bir şekilde uygulanabilir.
Objective: Feeding gastrostomy is generally needed in the cases of oropharnyngeal dysphagia. The objective of this study is to analyze the use of surgical gastrostomy with mini laparatomy under local anaesthesia in situations where endoscopic procedure is not possible.
Methods: Stamm gastrostomy was performed in 62 patients in whom oral and nasogastric tube feeding could not be given and percutaneous endoscopic gastrostomy could not be performed.
Results: A mean age of 63.7 years and 83.9% of them were ASA IV. The indications for gastrostomy were tumour obstruction, neuromuscular diseases, paralysis and cerebrovascular bleeding, oesophageal injury, metastatic tumours and hypoxic encephalopathy in 51.6, 17.7, and 16.6, 1.6 and 12.9% respectively. The mean operation duration was 34 ± 12.8 minutes. Procedure-dependent hospital morbidity and mortality were low (% 16.2- % 14.5, respectively).
Conclusion: Stamm gastrostomy with mini laparatomy under local anaesthesia is an effective alternative in situations where percutaneous or endoscopic procedures cannot be done. It can be performed in high-risk patients safely due to its short operation time, low morbidity and mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Morbid Obezite Cerrahisi Ve Komplikasyonlar
Bayram Çolak, Serdar Yormaz, İlhan Ece, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Mehmet Ertuğrul Kafalı, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Morbid Obezite Cerrahisi Ve Komplikasyonlar
MorbId ObesIty Surgery And ComplIcatIons
Obezite ameliyatları, morbid obez hastalarda kilo kaybının
devamlılığının sağlanmasında oldukça etkili yöntemdir. Obezite
ameliyatlarından sonra ameliyatın tipine özel komplikasyonlar
olmasına karşın bunların dışında erken ve geç dönem komplikasyonlar
da görülmektedir. Çalışmamızda, morbid obezite nedeniyle bariartrik
cerrahi uyguladığımız hastaların ameliyat esnasında veya ameliyat
sonrasında tespit edilen komplikasyonlarını sunmayı amaçladık.
Toplam 361 hastaya bariatrik cerrahi uygulandı. Hastaların 207’sine
(%57.3) laparoskopik sleeve gastrektomi (LSG), 38’ine (%10.5)
laparoskopik Roux-n-Y gastrik bypass (LRYGB), 32’sine (%8.8)
Roux-n-Y gastrik bypass (RYGB), 32’sine (%8.8) mini gastrik bypass
(MGB), 28’ine (%7.7) laparoskopik mini gastrik bypass (LMGB),
21’ine (%5.8) sleeve gastrektomi (SG), 2’sine (%0.5) vertikal bantlı
gastroplasti (VBG) ve 1’ine (%0.2) intragastrik balon yerleştirilmesi
işlemleri yapıldı. Roux-n-Y gastrik bypass yapılan 2 hastada (%0.5)
anastomoz kaçağı tespit edildi. SG yapılan bir hastada stapler
hattından kaçak meydana geldi. 1 hastada evisserasyon, 1 hastada
ameliyat esnasında dalak yaralanması, 44 hastada (%12.1) cerrahi
alan enfeksiyonu tespit edildi. Cerrahi alan enfeksiyonu tespit edilen
hastaların %91’inde diabetes mellitus mevcuttu. Laparoskopik
bariatrik cerrahi yapılan hastalarda cerrahi alan enfeksiyonu oranı
%6.8 iken açık cerrahide bu oran %29.4’e kadar çıktığı görüldü. 9
hastada (%2.4) ileus, 3 hastada (%0.8) pulmoner emboli, 8 hastada
(%2.2) DVT gelişti. Süper obez 2 hastada postoperatif akciğer
yetmezliğine bağlı mortalite meydana geldi. Bariatrik cerrahide hangi
ameliyat tekniği tercih edilirse edilsin morbidite ile karşılaşılması
muhtemeldir. Bu nedenle morbid obez hasta seçiminde ve tedavi
sürecinde komplikasyon açısından dikkatli olunması gerekmektedir.
Obesity surgery is a highly effective method on ensuring a
maintained weight loss. Following the obesity surgeries, while
there are complications specific to type of the surgery, early or late
complications also can be seen. In our study, we aim to present the
determined complications during or post surgery on patients who
were conducted bariatric surgery due to morbid obesity.Bariatric
surgery was conducted on a total of 361 patients. Of these patients,
207 (57.3%) laparoscopic sleeve gastrectomy (LSG), 38 (10.5%)
laparoscopic Roux-n-Y gastric bypass (LRYGB), 32 (8.8%) Rouxn-Y
gastric bypass (RYGB), 32 (8.8%) mini gastric bypass (MGB), 28
(7.7%) laparoscopic mini gastric bypass (LMGB), 21 (5.8%) sleeve
gastrectomy (SG), 2 (0.5%) vertical banded gastroplasty (VBG) and
1 (0.2%) intragastric balloon placement procedures were applied.
Anastomotic leak was determined on 2 patients (0.5%) with Roux-n-Y
gastric bypass. On 1 patient with SG conducted, a leak through stapler
route has occurred. On 1 patient evisceration, on 1 patient a spleen
injury during the surgery, on 44 patient (12.1%) surgical site infection
were detected. 91% of these patients with surgical site infection
had diabetes mellitus. While on patients with laparoscopic bariatric
surgery the ratio of surgical site infection was 6.8%, in open surgery
this ratio was increased up to 29.4%. Ileus, pulmonary embolism
and DVT were developed in 9 (2.4%), 3, (0.8%) pulmonary and 8
(2.2%) patients, respectively. On super obese 2 patients mortality
was occurred due to postoperative lung insufficiency. With bariatric
surgery, regardless of the surgery technic used there is a possibility
of morbidity. Consequently, it must be careful for selecting a morbid
obese patient and during the treatment in terms of complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağrı Devlet Hastanesinde Tedavi Edilen Özofagus Yabancı Cisimleri.
Bayram Metin, Murat Sarıçam, İzzet Özgür Özlük, Serkan Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Ağrı Devlet Hastanesinde Tedavi Edilen Özofagus Yabancı Cisimleri.
Treatment Of Esophageal ForeIgn BodIes In AgrI State HospItal
Çalışmamız mortalite ve morbiditeye sebep olabilen özofagus yabancı cisimlerinin tanı ve tedavisi ile ilgili elde edilen sonuçları değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Kliniğimizde Mayıs 2011 ile Eylül 2012 tarihleri arasında özofagus yabancı cisimleri tanısıyla rijit özofagoskopi uygulanmış olan 27 olgu yaş, cinsiyet, başvuru anındaki şikayet, yabancı cisim tipi, yabancı cismin saptandığı lokalizasyon, uygulanan ek tedaviler ve hastanede kalış süreleri açısından retrospektif olarak incelendi. Çalışmamıza kabul edilen 27 hastanın 12’si (%44,4) erkek ve 15’i (%55,6) kadındı. Yaş ortalaması 16,1 olarak hesaplandı. Başvuru anındaki şikayetler 10 (%37,1) hastada boyun ağrısı, 9 (%33,3) hastada disfaji, 5 (%18,5) hastada hipersalivasyon ve 1 (%3,7) hastada dispne iken 2 (%7,4) hastada herhangi bir şikayet mevcut değildi. Özofagoskopi yapılan 4 (%14,8) hastada yabancı cisim saptanmazken en sık saptanan yabancı cisimler kemik parçası (n=11) ve metal para (n=7) idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1,55 gün olarak saptandı ve hiçbir hastada mortalite gelişmedi. Özofagus yabancı cisimlerinin erken tanı ve tedavisi oluşabilecek ciddi ve hayati komplikasyonları önlemek açısından önem taşımaktadır. Bu amaçla erken dönemde uygulanan özofagoskopi güvenilir ve etkili bir tanı ve tedavi yöntemidir.
The aim of this study is to analyse the results of diagnosis and treatment of esophageal foreign bodies which may cause mortality and morbidity. 27 patients who had rigid esophagoscopy with the diagnosis of esophageal foreign bodies in our clinic between May 2011 and September 2012 were evaluated according to age, gender, the complaint at the arrival, the type and the localization of the foreign bodies, additional treatments and time of hospital stay retrospectively. Of 27 patients included in this study; 12 (44,4%) were male and 15 (55,6%) were female. Mean age was 16,1. The complaints at arrival were sore throat in 10 (37,1%), dysphagia in 9 (33,3%), hypersalivation in 5 (18,5%) and dyspnea in 1 (7,4%) whereas 2 (7,4%) patients had no complaints. Esophagoscopy didn’t show any foreign bodies in 4 (14,8) cases and most of the foreign bodies detected in esophagus were bones (n=11) and metal coins (n=7). Mean time of hospital stay was calculated as 1,55 days and there was no mortality. Early diagnosis and treatment of esophageal foreign bodies is essential to avoid from serious and fatal complications which may ocur. An early performed esophagoscopy is the reliable and effective treatment method for this purpose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Faruk Aksoy
Olgu sunumu
Özeti
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Non-OperatIve Treatment In Post-TraumatIc LIver LaceratIon: HepatIc Artery EmbolIzatIon
Karaciğer karın travmalarında en sık yaralanan organdır ve
mortalite oranı halen çok yüksektir. Gelişen tanı metodları ile
nonoperatif takip gündeme gelmiştir. Geç dönemde intraparankimal
hematom artışı ile sarılığa sebep olmuş nonoperatif yöntemlerle tedavi
edilen bir vakayı sunmayı amaçladık. Künt karın travması sonrası
karaciğer yaralanması olan 17 yaşında erkek hastaya geç dönemde
büyüyen, genel durumunu bozan ve sarılığa sebep olan hemotom
nedeniyle embolektomi uygulanarak tedavi edildi. Geç dönemde
karaciğer parankim içi hemotomların artabileceği, artan hemotoma
bağlı intraparankimal safra yollarına bası nedeniyle hastanın sarılığı
ortaya çıkacağı ve bu durumun cerrahi dışı yöntemlerle etkin bir
şekilde tedavi edilebileceği bilinmelidir.
The liver is the most frequently wounded organ in the abdominal traumas and the rate of mortality is still very high. We aimed to present a case that was treated with non-operative methods which led to hepatitis because of increase in intraparenchymal hematoma in the late period. Seventeen-year-old male patient who had liver laceration after blunt abdominal traumas was treated with embolectomy due to liver hematoma. In late period, liver parenchymal hematoma can be increased and patients can develop hepatitis because of increased hematoma pressure on intraparenchymal biliary tract and this situation can be effectively treated with non-surgical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplet Atriyoventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Sevim Karaaslan, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Komplet Atriyoventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Outcomes In Complete AtrIoventrIcular Septal Defects
Komplet atriyoventriküler septal defektlerin (KAVSD) tamirinden sonra, cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde, 2001 - 2009 yılları arasında, 29 hasta KAVSD tanısıyla operasyona alındı. Kardiyak tamirde çift yama tekniği kullanıldı. Sol atrioventriküler (AV) kapaktaki klefti kapatmak için tüm girişimler mümkün olduğu kadar tam yürütüldü. Tamirden sonra erken mortalite 3 hastada (%10.3) gelişti. Yirmi hasta ortalama 3.5 yıl süreyle takip edildi. Sol AV kapak yetmezliği, rezidü atriyal septal defekt (ASD) ve ventriküler septal defekt (VSD) için tekrar cerrahi gereksinim olmadı. KAVSD için tamir, erken bebeklik döneminde yapılabilir. İki yama tekniği düşük mortalite oranına ve iyi-orta dönem sonuçlara sahip, güvenilir bir cerrahi yöntemdir.
Our surgical results have been reported after repair of complete atrioventricular septal defects (CAVSD). Between 2001 and 2009, 29 patients with CAVSD underwent operation at our institution. Double patch repair of CAVSD were performed in all patients. All attempts to close the cleft of the left atrioventricular valve (LAVV) were conducted as completely as possible. Early mortality occurred in three cases (% 10.3) after repair. Twenty patients could be followed-up for a mean of 3.5 years. Reoperation wasn’t needed for LAVV insufficiency, residual atrial septal defect or ventricular septal defect. Repair for CAVSD can be performed in early infancy. The double - patch repair in a safe surgical method that can achieve low mortality and good midterm outcomes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
97 Yaşında St Segment Yükselmeli Akut Miyokard İnfarktüsünde Primer Perkütan Girişim
Derya Tok, Nurcan Başar, İrfan Fırat Özcan, Kumral Çağlı, Sinan Aydoğdu
Olgu sunumu
Özeti
97 Yaşında St Segment Yükselmeli Akut Miyokard İnfarktüsünde Primer Perkütan Girişim
PrImary Percutaneous InterventIon In 97 Year Old PatIent
Günümüzde 80 yaş üstü insanların sayısı giderek artmaktadır.
Bu hastalar kardiyovasküler hastaların önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. Akut koroner sendromunun sıklığı, mortalitesi ve
morbiditesi yaşla birlikte artmaktadır. Buna rağmen ST yükselmeli
miyokard infarktüsü geçiren ileri yaş bu hastalarda primer perkütan
girişim sonuçları ile ilgili kısıtlı veriler bulunmaktadır. Bu yazıda 2
saatlik göğüs ağrısı ile başvuran akut inferior miyokard infarktüsü
saptanan ve başarılı şekilde primer perkütan girişim yapılan 97
yaşında bir hasta olgu olarak sunulmuştur. Bu olgu ışığında, ileri yaş
hasta grubunda primer perkütan girişiminin yapılabilirliğini literatürü
gözden geçirmek suretiyle tartışmak amaçlanmıştır
The part of population over 80 years old has increased in the
last decades. Older population constitiutes major part of patients
with cardiovascular diseases. The mortality, the morbidity and the
frequency of acute coronary syndromes rise as the age of patients
increases. The data related with the benefit of primary coronary
intervention for old aged population is limited.Here we present 97
year old patient who applied with inferior myocardial infarction at the
second hour of his chest pain and underwent to primary percutaneous
intervention successfully. We wanted to discuss the current literature
pertinent with our case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Tuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Olgu sunumu
Özeti
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Secondary BacteremIa After RotavIrus InfectIon
İshal çocuklarda önemli mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Rotavirüs
enfeksiyonları bebeklerde ve küçük çocuklarda görülen şiddetli gastroenteritlerin en başta
gelen nedenlerindendir. Rotavirüse bağlı nadiren sekonder bakteriyemi olguları bildirilmiştir.
Sekiz aylık erkek hasta rotavirüs gastroenteriti ve orta derecede dehidratasyon tanılarıyla
serviste izleme alınmıştır. İntravenöz hidrasyon ve oral probiyotik saşe ile şikayetleri gerileyen
hastanın yatışının 3. gününde ateşleri tekrar yükselmiş, genel durumu kötüleşmiş ve sepsis
tanısı konulmuştur. Yoğun Bakım Ünitesinde izleme alınan ve ampirik olarak seftriakson,
amikasin ve vankomisin başlanan hastanın kan kültüründe seftriakson ve amikasine duyarlı
Klebsiella oxytoca üremesi olmuştur. Vankomisin kesilmiş, diğer tedavileri toplam 14 gün
verilmiştir. Kliniği tamamen düzelen hasta taburcu edilmiştir. Rotavirüse sekonder bakteriyel
sepsis önemli bir klinik durumdur. Kırksekiz saatten uzun süren veya düşüp tekrar yükselen
ateş uyarıcı olmalıdır. Rotavirüs aşılamasının önemi, hastalığın komplikasyonlarında azalma
sağlayabileceğinden dolayı vurgulanmalıdır.
Diarrhea goes on to be an important reason of morbidity and mortality in childhood. Rotavirus
infections are among the most common casues of severe gastroenteritis in infants and small
children. Secondary bacteremia cases after rotavirus have been rarely reported. An eight
month of boy was hospitalized due to rotavirus gastroenteritis and moderate dehydration.
After his symptoms resolved with intrevenous hydration and probiotic sachet, fever and
deteriotation in general condition were realized on the third day and sepsis was diagnosed. He
was monitorized in Intensive Care Unit and started ceftriaxone, amikacine, and vancomycine
empirically. His blood culture grew Klebsiella oxytoca which was sensitive to ceftriaxone and
amikacine. Vancomycine was stopped and other antibiotics were given for totally 14 days.
He was discharged when recovered completely. Bacterial sepsis secondary to rotavirus is an
important clinical situation. Fever lasting more than 48 hours or fever rising after remission
should be alarming. The importance of rotavirus vaccination should be emphasized because
of its probable protective effects on disease complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Hastalarında Nörolojik Komplikasyonlar
Ebru Apaydın Dogan, Osman Serhat Tokgöz, Orhan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Hemodiyaliz Hastalarında Nörolojik Komplikasyonlar
NeurologIcal ComplIcatIons In HemodIalysIs PatIents
Amaç: Hemodiyalize bağlı nörovasküler komplikasyonların ve tedavi yaklaşımlarının literatürler yardı- mıyla irdelenmesi. Olgu Sunumu: Hemodiyaliz tedavisi alan ve kliniğimize intraserebral hematom nedeniyle yatırılan 19 yaşında erkek hasta tartışıldı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında nörovasküler komplikasyonlar mortalite ve morbiditenin önde gelen nedenlerindendir. Kontrolsüz hipertansiyon ve üremiye bağlı nörovasküler komplikasyonların önlenmesi için, bu hastaların nöroloji ve nefroloji uzmanlarının ortak takibinde olması gereklidir.
Aim: To highlight the neurovascular complications of hemodialysis and discuss the therapeutic approaches with the relevant literature. Case Report: A 19- year old man on maintenance hemodialysis who admitted to our clinic with intracerebral hematoma is discussed. Conclusion: Neurovascular complications are being recognised as the major causes of mortality and morbidity in hemodialysis patients. Prevention of neurovascular complications of uremia and accelerated hypertension requires the cooperation of both the neurologists and nephrologists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acil Servise Başvuran Travma Olgularının Epidemiyolojik Analizi
Mehmet Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Acil Servise Başvuran Travma Olgularının Epidemiyolojik Analizi
EpIdemIologIcal AnalysIs Of Trauma Cases ApplyIng To Emergency Department
Travma halen tüm dünyada genç erişkinlerin en önemli mortalite ve morbidite nedenidir. Bu yüzden travmanın tıbbi ve sosyal yönden ciddi olarak ele alınması kaçınılmazdır. Bu çalışmada travma tiplerini nedenleriyle araştırmak ve ülkemizin travma ile ilgili epidemiyolojik verilerine katkıda bulunmak amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi İlk ve Acil Yardım Kliniği’ne 1 Ocak 1999- 31 Aralık 1999 tarihleri arasında başvuran toplam 2850 trav ma olgusu [(2051 Erkek (%72), 799 Kadın (%28)] retrospektif olarak analiz edildi. Olgular cinsiyet, yaş, travma tipi ve zamanı, travma ile acil servise başvuru arasında geçen süre ve acil servise getirilme şekli açısından değerlendirildi. Olguların %82’si (2332 vaka) 0-40 yaş arası idi. Olguların %55.9’unun (1593 vaka) oto ile ve %31. Tinin (885 vaka) ilk 1 saat içinde acil servise başvurduğu saptandı. Travmaların en sık pazar günü (%16.4, 467 vaka) ve haziran ayında (%12, 342 vaka) meydana geldiği görüldü. Düşmenin %50.5’le (1440 vaka) en fazla travma nedeni olduğu bulundu. Travma organizasyonu içerisinde, yaralının, yaralanma derecesine uygun olan en yakın travma merkezine, en hızlı yolla ulaştırılmasının sağlanması temel ilke olması gerektiği sonucuna varıldı.
Trauma is stili an important mortality and morbidity cause among the young population in the world. Therefore, trauma should be seriously considered in view of medical and social factors. İn this study, it was aimed to inves- tigate the types of trauma in respect to reasons, and to provide data to epidemiologic Information of our country. Between January 1999 and December 1999, totally 2850 cases with trauma [(2051 male (72%) and 799 female (28%)] applied to Emergency Department of Selçuk University, Meram Medical Faculty, were analyzed retro- spectively. AH cases were evaluated according to their sex, age, type of trauma, time of trauma, the duration betvveen the onset of trauma and application time to the Emergency Service, and type of transportation. 2332 (82%) of cases were aged betvveen 0 and 40 years. 1593 (55.9%>) of the cases had trauma due to car-crush. Only 885 cases (31.1 %) were transferred to Emergency Service vvithin 1 hour. Most of the trauma occurred on Sundays (n=467, 16.4%), and in June (n=342, 12%>). The most frequent reason of the trauma was found to be fail (50.5%). İt was concluded that, in the organisation of trauma, the vvounded subject should be transferred to the nearest trau ma çenter, according to the degree of his/her trauma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Yaş Kavernöz Sinüs Trombozlu Bir Olgu
Dilcan Kotan, Aslı Aksoy Gündogdu, Gürkan Kayabaşoğlu
Olgu sunumu
Özeti
İleri Yaş Kavernöz Sinüs Trombozlu Bir Olgu
Cavernous SInus ThrombosIs In An Older PatIent
İskemik inmenin nadir nedenlerinden olan kavernöz sinüs trombozu, yaşamı tehdit eden bir durumdur.
Mortalitesi yüksektir ve klinik olarak kranyal sinir tutulumu ve görme kaybı dahil morbiditeye yol açabilir.
Kavernöz sinüs trombozu enfeksiyöz veya nonenfeksiyöz kaynaklı oluşabilir. Bu çalışmada, iyi gidişli,
nonenfeksiyöz, ileri yaş kavernöz sinüs trombozlu nadir bir kadın olgu sunulmuştur.
The cavernous sinus thrombosis is a very rare and life-threatening condition. The mortality
rate remains high, and significant morbidity includes residual cranial nerve palsies and
blindness. The causes of cavernous sinus thrombosis are infectious or aseptic. We report
well-progressed a rare case of aseptic thrombosis of the cavernous sinus in an older patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ercp Sonrası Akut Solunum Yetmezliğine Neden Olan Bilateral Pnömotoraks
Muhammed Emin Akkoyunlu, Levent Kart, Orhan Kocaman, Hatice Özçelik, Pınar Soysal, Murat Sezer, Fatmanur Karaköse, Ahmet Danalıoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Ercp Sonrası Akut Solunum Yetmezliğine Neden Olan Bilateral Pnömotoraks
Acute RespIratory FaIlure Caused By BIlateral Pneumothorax After Ercp
Endoskopik retrograt kolanjiopankreatografi (ERKP), pankreatik ve bilier hastalıkların tanı ve tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Sık kullanımı ve güvenli kabul edilmesine rağmen nadiren bazı komplikasyonlar gelişebilmektedir. Komplikasyonlar genelde hafif şiddete olmakla birlikte düşük bir oranda ciddi mortalite ve morbidite riski mevcuttur. Makalemizde ERKP’nin ender komplikasyonlarından olan bilateral pnömotoraks, abdominal ekstraluminal serbest hava, retroperitoneal ve yaygın subkutanöz amfizem gelişen ve yoğun bakımda takip edilen bir olguyu sunmayı amaçladık. Sonuç olarak ERKP’de izlenen bu tür komplikasyonlar nadir görülmekle birlikte mortalite riski yüksektir. ERKP işleminin yoğun bakım desteğinin verilebileceği merkezlerde yapılması önerilir.
Endoscopic retrograde cholangiopancreotography (ERCP) is commonly used for diagnosis and treatment in pancreatic and biliary diseases. Although it is a commonly used and safe procedure, it can also be related with several complications. These complications are generally mild, but few of of them may cause severe morbidity and mortality. We present a rare complication of ERCP with bilateral pneumothorax, extraluminal abdominal air, retroperitoneal and wide subcutaneous emphysema. The patient was transferred to intensive care unit (ICU). As a result; because of these rare but mortal complications, ERCP must be performed in departments which can be supported by intensive care units.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
Selvi Gülaşı, Ümit Çelik
Derleme
Özeti
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
The Use Of AntIfungal Drugs Used In Newborn
İnvaziv candidiyazis, çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde nozokomiyal sepsislerin yaklaşık
%10’undan sorumlu olup ciddi morbidite ve mortalite nedenidir. Son yıllarda Candida türleri
için kullanılan antifungal ilaçlarla ilgili bilgiler artış olmakla birlikte etkinlik ve güvenilirlik
ile ilgili çalışmalar ve sonuçlar hala yetersizdir. Çalışmaların çoğu farmakokinetik ve
farmakodinamik değerlendirmelere odaklanmıştır. Neonatal candidiyazisin yenidoğandaki
farklı patofizyolojisi nedeniyle etkinlik erişkin çalışmalarından yapılacak çıkarımlarla
değerlendirilemez. Şu ana kadar amfoterisin B deoksikolat, flukonazol ve mikafungin
yenidoğan invaziv candidiyazis tedavisi için önerilen ilaçlar olarak görünmektedir. Burada
tıbbi literatür taranarak yenidoğanda antifungal ilaçların kullanımı ile ilgili son bilgiler
derlenmiştir.
Invasive candidiasis is responsible for about 10% of nosocomial sepsis and it continues to be
significant cause of serious morbidity and mortality in very low birth weight infants. Alhough
the informations about the antifungal drugs which used for Candida species are increasing,
studies and conclusions about the efficacy and safety are still insufficient. Most of the studies
have focused on the pharmacokinetic and pharmacodynamic evaluations and obtained from
adult patients. However, efectiveness of the therapy can not be same in newborns due to
the different pathophysiology of neonatal candidiasis in newborn, the inferences can not
be considered from adult studies. Until now, amphotericin B deoxycholate, fluconazole and
micafungin seems to be effectivev therapy for the treatment of neonatal invasive candidiasis.
Herein, the medical literature has been scanned and compiled with the latest information
about the use of antifungal agents in newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Stenoz Ve Cerrahı Tedavısı
Ali Ersöz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Tayfun Göktoğan, Ahmet Kaya, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Stenoz Ve Cerrahı Tedavısı
SurgIcal Treatment Of MItral StenosIs And RegurgItatIon
1982-1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalında saf mitral darlıkla rnüracaat eden 71 hastaya kapalı mitral valvotomi uygulandı. Mortalitenin olmadığı seride hastaların tümünde erken ve geç dönem sonunda ameliyatın hastalara iyi bir palyasyon sağladığı görüldü. Açık kalp ameliyatı imkanlarının da bulunduğu klinikte seçilmiş vakalarda hala kapalı mitral valvotominin yeri olduğu vurgulandı.
Between 1982-1987 seventy-one patients with pure mitral stenosis was operated at the Department of Thoracic and Cardio-Vascular surg. Selçuk Üniversitesi School of Medicine. There was no mortality. Early post operative and long term term results revealed that a good palliation was achieved in of the patients. Although open heart surg facilities were available at the department emphasis was made in the thought that closed mitral valvotomy stili has a place for the surgical treatment of pure mitral stenosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Kazım Gezginç, Refika Selimoğlu, Fatma Yazıcı
Derleme
Özeti
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Current Management Of Premature Rupture Of Membranes
Erken membran rüptürü (EMR) obstetri pratiğinde sık karşılaştığımız bir problem olup, perinatal sonuçları önemli ölçüde etkilemektedir. Tüm preterm doğumların %20-30’u erken membran rüptürü ile ilişkilendirilmiştir. İlk başvuru sırasındaki ve doğumdaki gebelik haftası prognozun primer belirleyicisidir. Hastalar özellikle enfeksiyon varlığı ve gebelik haftası açısından dikkatlice değerlendirildikten sonra uygun tedavi planlanmalıdır. Preterm erken membran rüptürü (PEMR) perinatal morbidite ve mortalitenin en önemli sebebi ve obstetrisyenler için büyük bir problemdir. Bu sebeple PEMR tanı, tedavi ve yönetimi daha da önem kazanmaktadır. PEMR tanı, tedavi ve yönetimi çok sık tartışılmasına rağmen hala belirlenmiş bir konsensus bulunmamaktadır. Biz bu derlememizde EMR yönetiminde karşımıza çıkan problemlere literatür ışığında güncel nasıl yaklaşacağımızı tartışmayı amaçladık.
Premature rupture of membranes (PROM) is frequently encountered problems in obstetric practice and PROM is effecting perinatal outcomes. Premature rupture of membranes is associated with 20% to 30% of all preterm births. The prognosis is related primarily to gestational age at presentation and delivery. Appropriate treatment must be applied after patients were evaluated carefully, especially about gestational age and presence of infection. Preterm premature rupture of membranes (PPROM) is a major cause of perinatal morbidity and mortality and the most difficult problem for obstetricians. This reason, diagnosis, treatment and management of PPROM is very important. Diagnosis, treatment and management of PPROM is often discussed, but stil no consensus. In this review, we aimed to discuss how to approach with the support of current literature to problems we faced on PROM management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Hipoventilasyon Sendromlu Kadın Hastaların Değerlendirilmesi
Kürşat Uzun, Şebnem Yosunkaya, Turgut Teke, Emin Maden, Zuhal Yavuz, Levent Kart
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Hipoventilasyon Sendromlu Kadın Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Female PatIents WIth ObesIty HypoventIlatIon Syndrome
Obezite hipoventilasyon sendromu (OHS) hiperkapnik solunum yetmezliğinin (HSY) ve erken ölümün nedenidir. Bu çalışmada obstrüktif akciğer hastalığı olmayan HSY ile Göğüs hastalıkları yoğun bakım ünitesine yatırılan 29 kadın hastanın klinik ve laboratuar özellikleri tartışılmıştır. Hastaların yaş ort. 63.6±17.3 olup tümüne polisomnografi yapıldı. Hastaların ortalama vücut kitle indeksi (BMI) 41.7±9.4 idi. Tüm gece polisomnografisine göre ortalama apnehipopne indeksi 38.8±29.1, arousal indeksi 34.6±26.1 ve gece boyu saturasyon ortalaması 66.5±8.8 idi. 29 olgunun 23’üne evde kullanılmak üzere BiPAP cihazı verildi. Bu hastalara uygulanan BiPAP titrasyonunda ortalama IPAP 15.1±1.3 cmH2 O, EPAP basıncı 8.25±1.6 cmH2 O idi. Sonuç olarak noninvaziv mekanik ventilasyon OHS’da mortalite ve morbiditeyi azaltan önemli bir tedavi olduğu gözlenmiştir.
Obesity hypoventilation syndrome (OHS) is a reason of hypercapnic respiratory failure (HRF) and early death. In this study, the laboratory and clinical characteristics of 29 female patients who did not have obstructive pulmonary disease and admitted to pulmonary medicine intensive care unit due to HRF were evaluated. The mean age of the patients was 63.6±17.3 and polysomnography was applied to all of them. The mean body mass index (BMI) of the cases was 41.7±9.4. According o all night polysomnography the mean apnea-hypopnea index was 38.8±29.1, arousal index was 34.6±26.1 and the mean night saturation was 66.5±8.8. BIPAP/CPAP was given to 23 of 29 cases to use at home. The BIPAP titration of the patients demonstrated a mean IPAP of 15.1±1.3 cmH2 O and a mean EPAP pressure of 8.25±1.6 cmH2 O. In conclusion, it was observed that NIV is a therapy that decreases the morbidity and mortality in cases with OSH.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparaskopik Kolesıstektomı
Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Şükrü Bülent Özer, Mehmet ak
Araştırma makalesi
Özeti
Laparaskopik Kolesıstektomı
LaparoseopIe Choleeystectomy
Ocak 1994 ye temmuz 1995 tarihleri arastnda Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi Genel Cerrahi ABDInda laparoskopik koksistektomi (LK) yaptlan 268 olgu degerlendirildi. 236 hasta biliyer kolik Lie seyreden safra kesesi tap, 32 hasta akut koksistit ta-nisi almo. ilk gruptaki 4 hastada ta§likolesistit ya-runda, yandac hastaltk olarak dalak absesi, dalak kist hidatigi. karaciger sol lobda ye sag overde hasit kist vardi. Tedavileri yapildt. 15 hasta daha ijnceden batin ctmeliyatt gecirmigi. LK 252 hastada began ile yapilirken 16 hastada aciga gecilme zorunlulugu duyuldu. 6 hastada ciddi komplikasyonlar gorilla. Mortalite olmadt, or-talanza ameliyat siiresi 50 dk, hastanede kalma sii-resi 2 giin, normal aktiviteye donme siiresi 1 hafta olarak bulundu. Bu calgmadaki komplikasyon orantnin yiiksek ()imam klinigimizde Llenin yeni uygulanmaya beglanniq olmasina bagh oldugu düşünüldü.
268 cases on which laparoscopic cho-lecystectomy was treated in General Surgical De-partment at the University of Selcuk, Faculty of Me-dical Science between 1994 th January-1995 th June were taken into consideration. 236 patients have de-veloped gallbladder stone which moves along with bilecholic, 32 patients have developed acute cho-lecystitis and 4 patients, because of having de-veloped splenic abcess, splenic eccinococcous cyst, simple cyst at left lobes of the liver, simple cyst at right over were taken into operation. Despite the successful application of la-paroscopic cholecystectomy at 252 patients, 16 pa-tient had necessarly been take into laparotomy. Mortality rate is nil. The operation approximately takes 50 minutes and patients are kept at our hos-pital for nearl 2 days and the patient's recoveries takes a week. Serious complications was observed at 6 patients. We come to the conclusion that the reason for the complications peeing high is that this kind of surgical attempts are very recently applied in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yanıklı Hastada Hemşirelik Bakımının Yönetimi
Nilgün Aksoy
Derleme
Özeti
Yanıklı Hastada Hemşirelik Bakımının Yönetimi
Management Of NursIng Care In Burn PatIent
Yanıklar, yol açtıkları mortalite ve morbidite nedeni ile
toplumlar için büyük bir problem teşkil etmektedir. Yanık hastasının
hemşirelik yönetimi; hasta ve ailelerinin psikolojik destek ve tıbbi
bakımını içerir. Hastalarının optimal bakımı multi disipliner bir ekip
yaklaşımı gerektirir ve hemşireler tüm hasta bakım faaliyetlerinin
koordinatörüdür. Bu derleme, yanıklı hastada hemşirelik sürecinin
önemine ilişkin yayınlanmış makaleler ve hemşirelik tanı örneklerini
içermektedir.
Burns pose a major problem for the community because of
mortality and morbidity they cause. Nursing management of burn
patients includes medical care and psychological support of burn
patients and their families. Optimal care of burn patients requires a
multidisciplinary team approach. Nurses are the coordinator of all the
patient care activities. This compilation includes published articles
about the importance of nursing process in burn patients and nursing
diagnosis samples.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
Tevfik Küçükkartallar, Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Serhat Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
PrImary Small IntestInal Tumor Cases In Emergency Surgery
İlerlemiş tanı yöntemlerine rağmen ince barsak tümörlerinin teşhisi zordur ve genellikle tanı esnasında ilerlemiş olarak bulunurlar. Bu kanserler sinsi olarak seyreden karın ağrısı ve kilo kaybına veya kanama, obstrüksiyon ve perforasyon gibi cerrahi gerektiren acil durumları oluşturabilirler. Acil şartlarda cerrahi işlem uyguladığımız primer ince barsak tümörlü 29 hastanın kısa dönem sonuçlarını ve klinik deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında acil şartlarda ameliyat edilen 29 ince barsak tümörlü hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri araştırılan parametrelerdi. Hastaların 16’sı erkek, 13’ü kadın olup, yaş ortalamaları 62 (35- 80) idi. Tüm vakalar acil şartlarda ameliyat edildi. Vakaların 19’u da instestinal obstrüksiyon, 6’sında invajinasyon, 6’sında perforasyon ve 1’inde ise mezenterik iskemi saptandı. Tümör yerleşimi 14 hastada ileumda, 10 hastada jejunumda ve 5 hastada ise duodenum olarak saptandı. Patolojik tanı olarak en sık 7 olgu GİST ve 7 olgu adenokarsinomdu. İnce barsak rezeksiyonu ve anastomoz en sık uygulanan cerrahi işlemdi. Ameliyat sonrası dört hastada cerrahi alan infeksiyonu, üç hastada anastomoz kaçağı görüldü. Erken postoperatif dönemde beş hastada mortalite izlendi. İnce barsak tümörleri çok nadir olarak görülür. Bulgular spesifik değildir ve tanı sürecinde daha ileri yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Genellikle acil cerrahi tedavi gerektirecek klinik tablo oluşturmaktadır. Tedavinin başlama zamanı sağkalımı belirleyen önemli bir etkendir.
Despite advanced diagnostic methods, diagnosis of small
intestinal tumors is hard and they are generally detected at an
advanced stage. These cancers may form emergency cases that
need to be addressed surgically like bleeding, obstruction, and
perforation or insidious abdominal pain and weight loss. We present
our clinical experiences and the short term results of 29 patients
with primary small intestinal tumors who had undergone emergency
surgical procedures. The data of these 29 patients treated at our
clinic between 2005 and 2011 were retrospectively evaluated. Study
parameters included the patients’ demographic, clinical, radiological,
and pathological characteristics. All the cases underwent emergency
surgery. 16 of the patients were male, while 13 were female, and their
mean age was 62 (35-80). Intestinal obstruction was detected in 19
of the cases, while perforation in 6, and mesenteric ischemia in 4.
Tumors were located in the ileum in 14 patients, in the jejunum in 10,
and in the duodenum in 5. The most frequent pathological diagnoses
were GIST with 8 cases and adenocarcinoma with 8 cases. The
most frequently performed surgical procedures were small intestinal
resection and anastomosis. Four patients developed surgical site
infection and three had anastomotic leaks in the post-op period.
Mortality was seen in five patients in the early post-op period. Tumors
of the small intestine are very rare. The findings are non-specific
and advanced diagnostic methods are needed during the diagnostic
process. They generally cause clinical conditions that necessitate
emergency surgery. The timing of the treatment is a significant factor
determining survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Emine Vural Yalçın, Aybars Tavlan, Sema Tuncer
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Anesthesıa Management For Cesarean In Patıent Wıth Myocardıal Infarctıon In Pregnancy
Gebelikte kalp hastalığı varlığı anne ölümlerinin halen en önemli sebeplerinden biridir. Gebelik sürecinde akut koroner sendrom gelişme riski artar. Sezaryen ile doğum kalp hastalığı olan gebelerde uygun hemodinamik izlem ve yönetim sağlar. Kalp hastalığı olan gebede uygulanacak ideal anestezi yöntemi ise tartışmalıdır. Rejyonel anestezi genellikle tercih edilen yöntem olmasına rağmen bazı özel durumlarda genel anestezi uygulanabilir. İnvaziv monitörizasyon genel anestezi uygulanan kalp hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltır. Opioid kullanımı cerrahi ve entübasyona stres cevabı azaltır. Opioidin doğumdan önce uygulanması gerekiyorsa remifentanil hızlı etki başlangıcı ve metabolizması ile tercih edilecek ajandır. Bu olguda, antikoagülan kullanımı nedeni ile rejyonel anestezinin kontrendike olduğu yüksek kardiyak riskli gebede genel anestezi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
The presence of cardiac disease in pregnancy is still one of the most important reason of maternal mortality. The possibility of acute coronary syndrome increases in pregnancy. Birth with caesarean section provides proper hemodynamic monitoring and management in parturients with cardiac disease. However the ideal anesthetic to be applied to parturient with cardiac disease is controversial. Although regional anesthesia is usually preferred method, general anesthesia may be applied in some special cases. Invasive monitoring reduces mortality and morbidity in cardiac patients undergoing general anesthesia. Opioid use reduces the stress response to surgery and intubation. If the use of opioid is required before birth, remifentanil is the ideal agent because of its rapid onset of action and metabolism. In this case, we aimed to present our general anesthesia experience on a parturient with high cardiac risk where regional anesthesia is contraindicated because of the use of anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Hastalarında Ateroskleroz Riski Daha Mı Düşük?
Lütfullah Altıntepe, Murat Demir, Halil Zeki Tonbul, Mehmet Akif Düzenli, İbrahim Güney, Süleyman Türk, Mehdi Yeksan
Araştırma makalesi
Özeti
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Hastalarında Ateroskleroz Riski Daha Mı Düşük?
Is AtherosclerosIs RIsk Lower In Capd PatIents?
Amaç: Aterosklerotik kalp hastalığı kronik böbrek yetmezliği (KBY) hastalarda morbidite ve mortalitenin başlıca nedenidir. Bu çalışmada erken dönem aterosklerozun bir bulgusu olarak yorumlanan artmış karotid arter intima media kalınlığı (İMK) ile çeşitli kardiyovasküler hastalık risk faktörlerinin sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyaliz (HD) hastalarında karşılaştırılması amaçlandı. Metod: Kliniğimizde takip edilen hastalardan rastgele örnekleme yöntemiyle seçilen 25 hemodiyaliz (12E, 13K; ortalama yaş 42.3±11.4 yıl, diyaliz süresi 32.6 f 19.5 ay) ve 28 periton diyaliz hastası (10E, 18K; ortalama yaş 41.8±9.5 yıl, diyaliz süresi 25.5±22.1 ay) çalışmaya dahil edildi. Diabetesmellitusu olan ve 10 yıldan uzun süreli diyalize giren hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Tüm hastaların ekokardiografileri ve karotis arter incelemeleri, hastaların klinik ve laboratuar bilgileri belirtilmeden aynı kardiyolog tarafından yapıldı. Bulgular: SAPD hastalarıyla karşılaştırıldığında, HD hastalarında hem homosistein düzeyi hem de karotid arter İMK anlamlı olarak arttığını saptadık (sırasıyla p=0.012 ve p=0.011). Buna karşın SAPD hastalarında total kolesterol ve trigliserid düzeyleri daha yüksek saptandı (sırasıyla p=0.0001 ve p=0.008). HD hastalarında; İMK ile homosistein düzeyi arasında pozitif ilişki saptanırken (r=0.677, p=0.001), SAPD hastalarında ise böyle bir ilişki tespit edilmedi. Sonuç: SAPD hastalarında hem erken dönem aterosklerozun bulgusu olan İMK hem de homosistein düzeyleri daha düşük olarak saptandı. SAPD tedavisi ateroskleroz gelişimi açısından daha avantajlı bir tedavi seçeneği olabilir.
Aim: Atherosclerotic heart disease is the most causes of morbidity and mortality in chronic renal failure patients. We compared CAPD and HD patients for cardiovasculer disease (CVD) risk factors and increased mean carotid artery intima media tickness (MCIMT) that results early atherosclerosis. Method: 25 HD patients (12 M, 13 F, mean age 42.3 11.4 year, dialysis time 32.6 19.5 month) and 28 CAPD patients (10 M, 18 F, mean age 41.8 9.5 year, dialysis time 25.5 22.1 month) in our clinic were included to the study. All patients bilateral carotid arteries examined by B mode ultrasonography and measured MCIMT. Patients with diabetes mellitus and more than 10 years undergo dialysis excluded. Results: In HD patients homocystein level and MCIMT are higher when compaired with CAPD patients. (in order p=0.012 and p=0.011). But in CAPD patients plasma total cholesterol and triglycerid levels are higher than HD patients. (in order p=0.001 and p=0.008) There is a positive correlation between MCIMT and homocystein level in HD patients (p=0.001, r=0.677) but not yet in CAPD patients. Conclusion: In CAPD patients MCIMT; early sign of atherosclerosis and homocystein level are lower. CAPD may be more advantageous and defender for atherosclerosis with renal replacement therapy patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
Adil Kartal, Türker Özkan, Hasan Başarır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
The Value Of ModIfIed RadIcal Mastectorny For The SurgIcal Treatment Of Breast Cancer (a SerIes Of 100 Cases)
Tümü kadın olan 100 meme kanserli olguya Madden'in Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) tekniği uygulandı. Olgular yaş, semptom, tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, aksiller metastaz ve TNM'ye göre sınıflandırılması ile komplikasyonlar, mortalite ve sürvi bakımından incelendi. Sonuçların en az Radikal Mastektomi (RM) kadar iyi olduğu saptandı.
One hundred female patients alt of who had breast cancer were applied Madden's modified radical mastectomy technque. The cases were examined considering the age of the patient, the localisation and size of the tumor, axillary metastasis and classification. Complications and the rate of mortality and survival were studied. The results were as hopeful as radical mastectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Asım Duman, Cemil Ceviz, Seyfettin Sönmez, Muharrem Kalbisade, Ferit Eğriparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Research ConcernIng ColonIc And Rectal CarcInoma
Ağustos 1969 ile Ocak 1982 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Kliniğinde yatan kolon ve rektum kanserli 186 hastanın dosya notları incelenmiştir. Bunların 156'sında cerrahi girişimde bulunulmuş, 30 unda ise cerrahi tedavi uygulanmamıştır. Vakalarımızda lezyonun % 55,9 u rektum veya rektosigmoidte, %26,8'i sağ kolonda ve %17,3'ü ise sol kolonda yerleştiği tespit edilmiştir. Karsinomanın 156 hastanın 98'inde nonkürabl, 58'inde kürabl olduğu anlaşılmıştır. 58 hastada radikal, 98 vakada ise palyatif ameliyat tatbik edilmiştir. 156 hastada genel mortalite oranı % 26,2'dir. 89 kalın barsak kanserli hasta kliniğimize acil olmayarak başvurmuş, bunların 60'ında kanser nonkürabl olup postoperatif mortalite % 23,3 ve 29 unda kanser kürabl olup % 10,3 idi.
Between August 1969 and January 1982, D.Ü.T.F. The file notes of 186 patients with colon and rectal cancer hospitalized in the General Surgery Clinic were examined. Surgical intervention was performed in 156 of these, and surgical treatment was not performed in 30 of them. In our cases, 55.9% of the lesion was found in the rectum or rectosigmoid, 26.8% in the right colon and 17.3% in the left colon. Carcinoma was found to be non-curable in 98 and curable in 58 of 156 patients. Radical surgery was performed in 58 patients and palliative surgery in 98 patients. Overall mortality rate in 156 patients was 26.2%. Eighty-nine colon cancer patients applied to our clinic without an emergency, 60 of them cancer is non-curable and postoperative mortality was 23.3% and cancer was curable in 29 and 10.3%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Ahmet Nihat Baysal, Tamer Baysal, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results Of Tetralogy Of Fallot
Bu çalışmanın amacı, Fallot tetralojisinde (FT) tam düzeltme sonrası, cerrahi sonuçlarımızın değerlendirilmesidir. Kliniğimizde 2001–2009 yılları arasında 35 hasta, FT tanısıyla operasyona alındı. 5(%14.2) hastada Down sendromu, 3(%8.5) hastada patent duktus arteriozus, 2(%5.7) hastada pulmoner atrezi, 1 (% 2.8)hastada hipotroidi ve 1(%2.8) hastada koroner arter anomalisi mevcuttu. Ayrıca 5 hastaya daha önceden kliniğimizde modifiye Blalock-Tausing şant işlemi yapılmıştı. Komplet tamir yapılan hastaların geç dönemlerinde pulmoner kapakta yetmezlik oluşturmamak için transanuler girişim sınırlı yapılmakla beraber, 12(%34.2) hastada transanüler yama ile tamir uygulamak zorunda kalındı. Tamirden sonra erken mortalite 3(%8.5) hastada gelişti. 23 hasta ortalama 6.7 yıl süreyle takip edildi. Bir hasta, pulmoner gradient nedeniyle 15. ayda reoperasyona alındı, ancak multiorgan yetmezliğinden kaybedildi. Komplet atrioventriküler blok ve geç devre disritmi görülmedi. Transanüler yama yerleştirilen 12 hastada gelişen 2˚ pulmoner yetmezlikler izlemde kaldı. VSD ve infundibuler stenozun transatriyal yolla, gerekirse transpulmoner yolla düzeltilebileceği ve uzun dönemde de pulmoner yetmezlik ve sağ ventrikül disfonksiyonunun engellenebileceği düşüncesindeyiz.
The aim of this study is to evulate our surgical results of Tetralogy of Fallot. Between 2001–2009, 35 patients with Tetralogy of Fallot underwent to total correction at our department. Five of them had Down syndrome (%14.2), 3 had patent ductus arteriousus (%8.5), 2 had pulmonary atresia (%5.7), 1 had hypothyroidism (%2.8) and 1 had coronary artery anomaly (%2.8). Five patients had Blalock-Tausing shunt in their medical history. Transannular approach was avoided because of causing pulmonary valve insufficiency in late period, but it was obliged to apply in 12 patients. Early mortality occured in 3 cases (%8.5) after repair. Twenty three patients were followed for mean 6.7 years. One patient with pulmonary gradient underwent reoperation at postoperative 15th month and died due to multiple organ failure. There were no complet atrioventricular block and disrhythm in long term. Second degree pulmonary insufficiency that was developed in 12 patients who underwent transannular patch closure was followed up to day. We think that ventricular septal defect and infundibular stenosis could be corrected via transatrial approach, if necessary via transpulmonar approach and in long term, pulmonary insufficiency and right ventricular disfunction could be prevented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Enfeksiyon Hastalıklarında Görülen
hematolojik Bulgular
Hüseyin Tokgöz, Ümran Çalışkan
Derleme
Özeti
Çocuklarda Enfeksiyon Hastalıklarında Görülen
hematolojik Bulgular
HematologIc ManIfestatIons Of InfectIous DIseases In ChIldren
Çocuklarda enfeksiyon hastalıklarının seyri esnasında, pek
çok patofizyolojik mekanizma ile hematopoez ve/veya koagülasyon
sistemi etkilenebilmektedir. Buna bağlı olarak hastalık esnasında
veya komplikasyon olarak bir takım hematolojik problemler ortaya
çıkabilmektedir. Çocuklarda mevcut enfeksiyonun tedavisi ile birlikte
hematolojik problemlere uygun yaklaşım gösterilmesi, mortalite
ve morbiditeyi azaltmada faydalıdır. Bu derlemede çocuklarda
enfeksiyon hastalıklarında görülen hematolojik bulgular ayrıntılı
olarak değerlendirilmiştir.
In the course of infectious diseases in children, hematopoiesis
and coagulation systems may be effected as a result of several
pathological mechanisms. Some hematological problems may occur
especially in infection term or in post infection term as a complication.
Selection of an appropriate approach to hematological problems as
well as infection treatment may be useful to reduce mortality and
morbidity related to infectious diseases in children. In this review,
hematologic manifestations of infectious diseases in children were
evaluated in detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Sinüziti Olan Bir Hastada Periorbital Selülit,
menenjit Ve Sinüs Ven Trombozu
Süleyman Ömer Anlıaçık, Figen Güney
Olgu sunumu
Özeti
Akut Sinüziti Olan Bir Hastada Periorbital Selülit,
menenjit Ve Sinüs Ven Trombozu
Acute SInusItIs In A PatIent WIth PerIorbItal CellulItIs, MenIngItIs And
sInus VeIn ThrombosIs
Sinüzitin medikal tedavisindeki bunca gelişmelere karşın
halen en önemli intrakraniyal sepsis sebeplerinden biridir. Sinüzit
komplikasyonları çok sık görülmez ancak; infeksiyonun orbita ve
intrakraniyal dokulara hızla yayılması; subdural ampiyem, menenjit,
beyin absesi ve kavernöz sinüs trombozu gibi çok ciddi ve mortalitesi
yüksek komplikasyonlar ortaya çıkarabilmektedir. Bu nedenle sinüs
infeksiyonlarının nerelere yayılabileceğinin bilinmesi önemlidir. Bu
vaka sunumunda sinüzit komplikasyonu olarak periorbital selülit,
venöz tromboz ve menenjit gelişen 26 yaşında bir bayan hasta
sunuldu.
Despite all these advances in medical treatment, sinusitis
is still one of the most important reasons for intracranial sepsis.
Complications of sinusitis is not very common but; the rapid spread
of the infection to orbital and the intracranial tissue can be raised
very serious and high mortality complications such as subdural
empyema, meningitis, brain abscess and cavernous sinus thrombosis.
Therefore, it is important to know where sinus infections can spread.
In this case report, a 26 year old female patient was presented with
periorbital cellulitis, venous thrombosis and meningitis developed as
a complication of sinusitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkutan Endoskopik Gastrostomi Deneyimlerimiz
Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Fahrettin Acar, Akın Çalışır, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Perkutan Endoskopik Gastrostomi Deneyimlerimiz
ExperIence Of Percutaneous EndoscopIc Gastrostomy
Perkutan Endoskopik Gastrostomi (PEG), beslenme sorunlu
hastalara uzun süreli enteral beslenme desteği için uygulanan
minimal invaziv bir girişimdir. Bu çalışmamızda endoskopi ünitemizde
PEG uygulanan hastaları ve sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel cerrahi kliniğinde
Ocak 2010 - Aralık 2012 tarihleri arasında PEG yapılan 112 hastanın
kayıtları retrospektif olarak incelendi. Endoskopi ünitesinde lidokain
(Xylocaine®) ve midazolam (Dormicum®) ile sedatize edilen hastalara
“Çekme tekniği” kullanılarak, 20 F ‘lik Abboth Flexiflo endoskopik
gastrostomi tüpü uygulandı. PEG uygulanan hastalar; yaş, cinsiyet,
endikasyon, girişimsel komplikasyonlar, port kenarında oluşan kaçak,
periportal enfeksiyon ve mortalite yönünden incelendi. Hastaların
37’si (%33) bayan, 75’i (%67) erkekti. Yaş ortalaması 53±16,57
(min 28-mak 77) idi. Hastalarda değişik patolojiler sonucu beslenme
problemi mevcuttu. Ortalama PEG beslenme süresi 180±74,84
(min 10- mak 295) gündü. PEG sonrası 4 (%3,5) hastada cilt altı
enfeksiyonu, 5 (%4,4) hastada gastrointesinal intolerans, 6 (%5,3)
hastada gastrostomi kenarından geçici kaçak gelişti. PEG, beslenme
yetersizliği olan hastalarda enteral yolun basit, emniyetli ve etkili bir
şekilde kullanılabilmesini sağlayan etkin bir yöntemdir.
Percutaneous endoscopic gastrostomy (PEG) is a minimal invasive method of enteral nutrition for the patients that the oral intake is not possible. The aim of this study is to determine the results of our PEG insertion procedure performed. We analysed the medical records of 112 patients who had an initial PEG insertion retrospectively in January 2011 and December 2012 at Selçuk University Faculty of Medicine. We inserted 20 F Abboth Flexiflo endoscopic gastrostomy tubes by the “Pull Tecnique” in all cases. No general anesthesia was needed. The records were reviewed with regard to age, gender, indications, interventional complications, the port-site leakage, periportal infection and mortality were examined. PEG was performed to 112 patients comprising 37 females (33%) and 75 (67%) males, ages ranged from 28 to 77 years with a mean age of 53±16,57 years. All patients had neurological defects that impair feeding. Average time of feeding through PEG 180±74,84 (min 10- max 295) days. After PEG, subcutaneous infection was occured at 4 (3.5%) patients, gastrointesinal intolerance was occured at 5 (4.4%) patients, leakage from gastrostomy site was occured at 6 (5.3%) patients. PEG is a simple,safe and effective feeding method for enteral nutritional deficiency in patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Ali Acar, Osman Balcı, Fedi Ercan, Cemre Alan, Berkan Sayal, Fatma Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Fundal Serosal Placental FIeld SuturIng In UterIne Atony;
analysIs Of 5 Cases
Postpartum kanama (PK) dünya çapında da her yıl maternal
ölümlerin %25-30’undan sorumludur. Gelişmekte olan ülkelerde
maternal mortalite ve morbiditenin en önemli nedenidir. Primer PK’nin
de en sık nedeni uterin atonidir (UA). UA’ye yaklaşım öncelikle geniş
damar yolu açılması ve mesane kateteri takılması ile başlar. Medikal
tedaviye yanıt alınamayan hastalarda uterin tamponat, kompresyon
sütürleri, gerekli vakalara uterin arter ligasyonu/embolizasyonu veya
hipogastrik arter ligasyonu uygulanır. En son ve istenmeyen müdahale
ise histerektomidir. Acil peripartum histerektomi oranı yaklaşık
%0.020-%0.509 arasındadır. Christopher B-Lynch’in uterin atoniye
histerektomi uygulamamak için 1997’de uterusa sütürler attığını
görmekteyiz ve bu teknik literatüre B-Lynch tekniği olarak geçmiştir.
Bu tekniğin ardından uterusa farklı sütürler atarak histerektomiyi
önlemeye yönelik çeşitli sütür teknikleri tanımlanmaya çalışılmıştır.
Bu olgu serisinde fundal serozal plasental alan sütürasyonu
kullanılarak tedavi edilen, klasik yöntemlere cevap vermeyen 5 uterin
atoni vakasının sonuçları paylaşılmaktadır.
Postpartum hemorrhage (PH) is responsible for 25-30 percent
of maternal deaths worldwide. PH is the most important reason
of maternal mortality and morbidity in developing countries. The
most frequently reason of primary PH is uterine atony (UA).
Approach for uterine atony starts with large intravenous and
urinary catheterization. For the patients who don’t respond medical
treatment, uterine tamponade, compression sutures, if necessary
uterine artery ligation-embolization or hypogastric artery ligation is
applied. The last and the most unwanted procedure is hysterectomy.
Urgent peripartum hysterectomy rate is about %0.020-%0.509. We
observed that Christopher B Lynch used sutures for uterus for not
to perform hysterectomy and this technique is sited as B-Lynch
technique in literature. After this procedure, by using different
sutures for uterus to avoid hysterectomy, various suture techniques
are tried to be defined. In this case series, we shared data of uterine
atony hemorrhage control which was provided by use of fundal
serosal plasental field suturation for 5 uterine atony cases ,who don’t
respond classical modalities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
Ali Acar, Refika Selimoğlu, Halime Göktepe, M. Furkan Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
New SurgIcal TechnIque For UterIne Atony: AnalysIs Of 7 Cases
Bu çalışmada 7 uterin atoni kanamalı hastada kavite uyumlu
sütür (KUS) (∞) uygulanmasını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde 7
uterin atonili vakada vicril 1 no sütür kullanılarak kavite uyumlu
∞ sütür atıldı. Doğum sonu uterin kanamalı normal doğum yapan
3 hasta ve sezaryan (CS) olan 4 hastada uterin atoni gelişti.
Yedi hastanın üçünde palsenta fundal yerleşimli iken dördünde
plesenta previa hali mevcuttu. Yedi hastada da kanama kontrolü
sağlandı. Hastaların hiçbirinde komplikasyon izlenmedi. Hastalar
ortalama 3.9 günde taburcu edildiler. Olgular yaklaşık 18-24 ay
sonrasında normal menstrual sikluslarına ulaştılar. Uterin atoni
ciddi morbidite ve mortalite riski taşmaktadır. Bu patolojide mortalite
morbidite ve histerektomi oranı yüksektir. Yeni teknik ile 7 uterin
atonili hastada etkin şekilde kanamanın durduğu gözlemlenmiştir.
Ciddi bir komplikasyon görülmemiştir. Hiçbir hastaya histerektomi
gerekmemiştir.
We aim to evaluate the new cavity appropriate suture application in 7 patienst with uterin atony (UA) in our clinic. We applied the new cavity appropriate suture in 7 patienst with uterin atony via 1 no vicryl suture in Meram Medical School Hospital Department of Obs&Gyn. In 3 patients with normal vaginal delivery with postpartum hemorrhage and in 4 patients delivered by cesarian section atony occured. In 3 patients of 7 the plasenta was fundus -lying ,in 4 of them it was plasenta previa. Bleeding control was done in all of them. There was no complications in any of them. Patients discharged on an average 3.95 days. Menstruation syclus restored on an average 18 -24 months in theese patients. Uterin atony has a serious morbidity and mortality. In this pathology the risk of mortality, morbidity and hysterectomy is high. İn 7 patients with uterin atony we observed the bleeding stopped with our new tecnique. We observed no serious complication. No patient underwent hysterectomy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karacığer Hidatik Kistinin Cerrahi Tedavisi
Asım Duman, M. Tireli, Ömer Karahan, A. Çetin, Cemil Ceviz
Araştırma makalesi
Özeti
Karacığer Hidatik Kistinin Cerrahi Tedavisi
SurgIcal Treatment Of HydatId Cyst Of The LIver
Bu makalede kliniğimizde ameliyat edilen 141 karaciğer hidatik kisti vakasının sonuçları sunulmustur. 141 hastada tespit edilen 192 karaciğer hidatik kistine 180 kez cerrahi tedavi yöntemi uygulanmıştır. Marsupializasyon 83, parsiyel kistektomi ve kalan kısmın direnajsız kapatılması 70, perikistektomi 11, parsiyel kistektomi ve tünelizasyon 10, sol lateral seg-mentektomi 5, kistin ve karın boşluğunun drenajı 1 defa kullanılmıştır. 141 karaciğer hidatik kisti vakasının 9 u kaybedilmiş olup, postoperatif mortalite % 6,4 dür.
In this article, the results of 141 hepatic hydatid cyst cases operated in our clinic are presented. Surgical treatment was applied 180 times to 192 liver hydatid cysts detected in 141 patients. Marsupialization 83, partial cystectomy and closure of the remaining part without drainage 70, pericystectomy 11, partial cystectomy and tunneling 10, left lateral seg-mentectomy 5, drainage of the cyst and abdominal cavity was used once. Nine of 141 hepatic hydatid cyst cases were lost, postoperative mortality was 6.4%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Transplantasyon Sonrası Pyonefroz Nedeniyle Yapılan Bilateral Nativ Nefrektomi
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Şakir Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Renal Transplantasyon Sonrası Pyonefroz Nedeniyle Yapılan Bilateral Nativ Nefrektomi
BIlateral NatIve Nephrectomy Due To PyonephrosIs FollowIng Renal TransplantatIon
Transplantasyon sonrası Nt. N (nativ nefrektomi) sık uygulanan bir işlem değildir. Çünkü böbreklerin organizmada önemli endokrin fonksiyonları vardır. Bu nedenle transplantasyon sonrasında nativ böbrekler yerinde bırakılmaktadır. Kırk sekiz yaşında bayan hasta; karın ağrısı, bulantı, kusma ve ateş yakınmalarıyla acil servise başvurmuş. Hastanın özgeçmişinden yaklaşık 30 ay önce kadeverik böbrek nakli geçirdiği öğrenildi. Fizik muayenede tüm karında yaygın hassasiyet ve rebaund tespit edildi. İdrar sedimentinde bol lökosit ve eritrosit vardı. Sıvı replasmanı ve uygun antibiyoterapiye rağmen sepsis bulguları gerilemeyen hasta opere edildi. Hastaya orta hat insizyondan iki taraflı Nt. N yapıldı. İki taraflı Nt. N nadir uygulanan bir operasyondur. Bu olguda tekrarlayan nativ böbrek enfeksiyonu nedeniyle gelişen sepsis ve akut batın tablosu iki taraflı Nt. N başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir. Ancak bu olgunun sık tekrarlayan böbrek enfeksiyonları olması nedeniyle sepsis ve akut batın tablosu gelişmeden önce daha iyi şartlarda Nt. N yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu şekilde morbidite ve mortalitenin azalacağı ve transplante böbreğin daha uzun ömürlü olacağını düşünüyoruz.
Nt. N (native nephrectomy) is not a frequently performed procedure following transplantation because the kidneys have important endocrinal functions in the organism. Therefore, native kidneys should not be displaced following transplantation. A 48-year-old female patient presented to the ER (emergency room) with complaints of abdominal pain, nausea, vomiting and fever. The patient’s history revealed that she had undergone cadaveric renal transplant about 30 months ago. Examination showed that there was comprehensive sensitivity and rebound all about the abdomen. Her urinary sediment contained an ample amount of leucocytes and erythrocytes. The patient who did not show any improvement regarding the sepsis indications in spite of liquid replacement and appropriate antibiotheraphy was taken into surgery. The patient received bilateral Nt. N from the midline incision. Bilateral Nt. N is a rare procedure. Sepsis and acute abdomen problems brought about by recurrent native renal infections of the patient were successfully treated by bilateral Nt. N . We think that for this case native nephrectomy should have been performed under better conditions before development of sepsis and acute abdomen conditions due to recurrent renal infections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
CavItary Lung DIseases: A RetrospectIve AnalysIs Of 204 PatIents
Kaviteli Akciğer lezyonları bulunan hastalar sıklıkla uzamış hospitalizasyona sebep olmakta, morbidite ve mortalite açısından yüksek risk taşımaktadır. Bu çalışmada 1995-2003 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dallarında kaviter hastalık sebebiyle yatarak izlenen 204 hasta dosyası retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların 142’si (%70) erkek, 62’si (%30) kadındı ve yaşları 6 ila 77 arasında değişiyordu. Kesin tanı göğüs radyogramı veya BT’de kaviter akciğer lezyonu varlığı ile kondu. Yaş, cinsiyet, etiyoloji ve tedavi türüne göre farklılıklar analiz edildi. En sık kaviter hastalık sebebi 73 (%36) olgu ile tüberküloz idi. Kaviter lezyon 114 (%56) olguda sağda, 74 (%36) olguda solda, 16 (%8) olguda bileteral idi. Olguların 145’ine (%71) medikal tedavi verilirken, 59’una (%29) cerrahi tedavi uygulandı. Sekiz olgu solunum yetmezliği nedeniyle eks oldu.
Patients with cavitary lung lesions have a high ris of morbidity and mortality with prolonged hospitalization. In this study 204 patients who were treated in Selcuk University, Chest Diseases and Thoracic Surgery departments between 1995-2003, are examined retrospectively. There were 142 (70%) men and 62 (30%) women aged from 6 to 77. Definite diagnosis was established by the presence of cavitary lung lesion in chest x ray or CT. Variable of age, sex, etiology and type of treatment, were analyzed. The most common cause of cavitary lesion was tuberculosis (36%). There were 114 (56%) right caviation, 74 (%36) left and 16 (8%) bilateral cavitation 59 (29%) cases were treated by a surgery, while 145 (%71) were treated by medical treatment and observation. Six cases were died due to respiratory failure
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Osman Serhat Tokgöz, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Pressure Ulcers IncIdence And RIsk Factors In IntensIve Care UnIt Of Norology
Bası yaraları morbidite ve mortaliteye yol açan önemli bir problemdir. Bu prospektif çalışmada nöroloji yoğun bakım ünitesinde bası yarası gelişme insidansı ve risk faktörleri araştırıldı. Bir yıl boyunca yoğun bakımda takip edilen 46 hastada bası yarası tespit edildi ve bulunan bası yaraları “National Pressure Ulcer Advisory Panel” e göre evrelendirildi. Yaş, yoğun bakımda kalış süresi, ortalama arteriyel basınç, basınç ülser derecelendirilmesi, hemoglobin ve albumin seviyeleri ve komorbid durumlar ile bası yarası ilişkisi araştırıldı. Bulgular: Nöroloji yoğun bakım ünitesinde yara gelişme insidansı %15 bulundu. Hipoalbümineminin, kas gücü kaybı şiddetinin, uzamış yoğun bakımda yatış süresinin bası yarası oluşma riskini anlamlı derecede artırdığı tespit edildi. Başta protein malnütrisyonunu önlemek olmak üzere primer koruma yaklaşımları yoğun bakım ünitelerinde üzerinde durulması gereken en önemli konulardandır.
Pressure ulcers, a major problem worldwide, cause morbidity and lead to mortality. We aimed to conduct a prospective study which includes incidence of pressure ulcer and risk factors for pressure ulcers in intensive care unit of neurology. Forty-six patients were evaluated according to National Pressure Ulcer Advisory Panel during the ICU period strictly. Age, hospitalization period, mean arterial pressure, pressure ulcer degree, hemoglobin and albumin levels, and comorbidities were evaluated. The incidence of pressure ulcer in neurologic intensive care unit was 15%, and hypoalbuminemia, low muscular strength, and prolonged stay in intensive care unit are significantly high in pressure ulcer group than the control group. Primer prevention of pressure ulcers is one of the major issues in intensive care unit, especially to prevent protein malnutrition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rahim İçi Araçların Komplikasyonları Perforasyon
Selma Çivi, İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Rahim İçi Araçların Komplikasyonları Perforasyon
Complıcatıons Of Intermedıate Vehıcles Perforatıon
Geri dönüşlü ve etkinliği yüksek bir yöntem ulan rahim içi araçları (RİA) da mortalite ve morbidite, istenmiyen gebeliklerin tıbbi ve sosyal riskleri ile kıyaslandığında önemli ölçüde azdır. Etkinliği yüksek yöntemlerden doğum kontrol hapları ile kıyaslandığında mortalite RİA'larda daha azdır. Buna karşın kanama, pelvisin iltihabi hastalıkları ve uterus perforasyonu nedeni ile morbiditeleri daha fazladır. RİA'ların uterusa uygun biçimde yerleştirilmemeleri gebelik, aracın atılımı, kanama, ağa, perforasyon ve infeksiyon gibi tüm büyük komplikasyonların temel nedenidir. Uterus perforasyonu RİA uygulammında ciddi bir komplikasyondur. Perforasyon tehlikesi uygulanan rahim içi aracın şekline, büyüklüğüne ve yapısına, uygulanma yöntemine, uterusun durum ve biçimine, uygulayıcının deneyim ve bilgisine bağlıdır. Tüm bu etmenlerden uygulayıcısının deneyim ve ustalığı en önemli olandır. RİA'ı uygulayan hekim ve hekim dışı sağlık personelinin (ebe, hemşire) pelvisin anatomisi, fizyolojisi, hastalıkları ve rahim içi araç konusunda özel eğitim alması gereklidir. Bu yazıda hekimlerin uyguladığı 3, ebelerin uyguladığı 3 rahim içi araca bağlı, 5 fundal, 1 servikal perforasyon olgusu sunulmuş, perforasyonu oluşturan nedenler tartışılmıştır.
Intrauterine devices (IUDs), which use a reversible and highly efficient method, significantly lower mortality and morbidity compared to the medical and social risks of unwanted pregnancies. Mortality is less in IUDs compared to birth control pills, which is one of the most effective methods. On the other hand, morbidity is higher due to bleeding, inflammatory diseases of the pelvis and uterine perforation. Failure to properly place the IUDs in the uterus is the main cause of all major complications such as pregnancy, evacuation of the vehicle, bleeding, mesh, perforation and infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
Ömer Tanyeli
Araştırma makalesi
Özeti
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
Deniz Hızlı, Saynur Sarıcı Yılmaz, Serdar Yalvaç, Ömer Kandemir
Araştırma makalesi
Özeti
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
What Is The Value Of UltrasonographIc CervIcal Length Measurement For PredIctIng Preterm BIrth In AsymptomatIc Women?
Neonatal morbidite ve mortaliteyi azaltmak için prematür doğum riski olan hastaların belirlenmesi oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı, asemptomatik düşük risk grubundaki hastalarda servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolünün belirlenmesi idi. Onaltı-yirmiiki gebelik haftasında olan ve preterm doğum öyküsü olmayan toplam 200 hasta bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Servikal uzunluk transvajinal ultrasonografi ile ölçüldü ve servikal uzunluk ölçümünün düşük riskli populasyonda preterm doğumu tahmin etmedeki rolü istatistiksel olarak değerlendirildi. Preterm doğum insidansı %4.5 (9/200) idi. Term ve preterm grupların ortalama yaşları (±S.D.) sırasıyla 27.7±6.98 ve 24.9±4.47 idi (p=0.222). Term grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (35.0±4.57 mm) ile preterm grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (36.5±6.93 mm) arasında istatistiksel fark tespit edilmedi (p=0.887). Sezaryen doğum oranı preterm grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.04). Düşük risk grubundaki asemptomatik populasyonda tek başına ultrasonografik servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolü sınırlıdır. Bu hastalarda servikal uzunluk taraması yapılmasının önerilebilmesi için kanıtlar yetersizdir. Bu nedenle taramadan fayda görecek hastaların belirlenebilmesi için prospektif geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Identification of patients who will deliver prematurely is extremely important to decrease neonatal and maternal morbidity and mortality. The aim of this study was to evaluate the value of cervical length (CL) measurement in predicting preterm birth (PTB) in asymptomatic low risk women. A total of 200 consecutive asymptomatic patients between 16-22 gestational age who had no history of PTB previously were included in this prospective study. CL was measured by transvaginal ultrasonography and the predictive value of CL for PTB was evaluated in this low risk population. The incidence of PTB was 4.5% (9/200). The mean age (±S.D.) of the preterm and term groups was 27.7±6.98 and 24.9±4.47 years, respectively (p=0.222). The CLs at 16-22 weeks were not statistically different between the term group (35.0±4.57 mm) and the preterm group (36.5±6.93 mm) (p=0.887). Cesarean delivery rate was significantly higher in preterm group (p=0.04). Ultrasonographic CL measurement alone has limited value in prediction of preterm delivery in a low risk asymptomatic population. Also there is insufficient evidence to recommend routine CL screening in this subpopulation. Further larger prospective studies are needed to identify patients that may benefit most from such screening.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Olgu Nedeniyle Negatif Basınçlı Akciğer Ödemi
İnci Kara, Jale Bengi Çelik, Seza Apilioğulları, Derya Kandemir
Olgu sunumu
Özeti
Bir Olgu Nedeniyle Negatif Basınçlı Akciğer Ödemi
NegatIve Pressure Pulmonary Edema
Üst hava yolu tıkanıklığı sonrası gelişen akciğer ödemi önceden tahmin edilemeyen nadir bir klinik durumdur. Bu çalışmada bir olgu nedeniyle negatif basınçlı akciğer ödeminde (NBAÖ) etyoloji, patofizyoloji, teşhis ve tedavi yöntemlerinin tartışılması amaçlandı. Genel anestezi altında jinekolojik cerrahi geçiren bir hastada, ekstübasyon sonrası oluşan laringospazmın çözülmesinin ardından NBAÖ gelişmiştir. NBAÖ’ de erken teşhis ve tedavi, mortalite ve morbiditeyi etkileyebilmektedir.
Pulmonary edema following the obstruction of an upper airway is an uncomman and unpredictable clinical situation. In this case report, it was aimed to discuss the ethiology, pathophsiology, diagnosis and treatment methods of negative pressure pulmonary edema (NPPE) that developed just after the resolution of laringopasm in the patient who underwent to gynecologic operation. Early diagnosis and treatment can affect the mortality and morbidity in NPPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Onaltı Haftalık Nonkomunike Rudimenter Horn Gebelik
Ersen Eraydın, Ahmet Karataş, Seyhan Sönmez, Şevki Göksun Gökulu, Ömer Başoğul
Olgu sunumu
Özeti
Onaltı Haftalık Nonkomunike Rudimenter Horn Gebelik
16 Weeks Pregnancy WIth NoncommunIcatIng RudImentary Horn
Rudimenter hornlu unikornuat uterus tanı konulup uygun tedavi edilmez ise jinekolojik ve obstetrik açıdan morbidite ve mortalite riski taşıyan, müllerian kanalın yetersiz gelişimi sonucu oluşan kadın genital sisteminin en nadir görülen anomalilerindendir. Bu vaka sunumunda 31 yaşında, 4 aylık amenore sonrası karın ağrısı şikayeti ile başvuran ve yapılan abdominal ultrasonografi (USG) sonrası rudimenter horn içerisinde 16 haftalık kardiak aktivitesi olmayan fetus tespit edilen, laparotomi ve eksizyon yapılan rudimenter horn gebelik olgusu sunulmuştur. Erken ve doğru tanı için hastalıktan şüphelenmek ve ultrasonografi kullanımı kilit rol oynamaktadır.
Unicornuate uterus with rudimentary horn is the rarest congenital anatomic anomaly of women genital system and usually develops following insufficient development of Mullerian ducts causing many life threatening obstetrical and gynecologic complications unless diagnosed and managed properly. We present a 31 years old patient applied to our clinic with a his-tory of 4 months amenorrhea and progressively incerasing low abdominal pelvic pain. Abdominal sonographic examination revealed a nonviable fetus at 16 weeks of gestation, lying in a rudimentary horn. Elective laparotomy was performed and the unrupture rudimentary horn with a nonviable fetus was totally excised by laparatomy. Post-operative recovery was uneventful. The need for a high index of suspicion and the role of ultrasonography in the accurate diagnosis is highlighted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endoskopik Retrograt Kolanjiopankreatikografi
deneyimlerimiz
Fahrettin Acar, Mustafa Şahin, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Mehmet Ertuğrul Kafalı, İlhan Ece
Araştırma makalesi
Özeti
Endoskopik Retrograt Kolanjiopankreatikografi
deneyimlerimiz
Our ExperIences Of EndoscopIc Retrograde
cholangIopancreatography
Endoskopik retrograt kolanjiyopankreatografi (ERKP),
hepatobiliyer ve pankreas hastalıklarının tanı ve tedavisinde önemli
bir yere sahiptir. Bu çalışmada bir genel cerrahi endoskopi ünitesinin
3 yıllık deneyimi paylaşılmaktadır. Şubat 2010-Mart 2013 arasında
200 hastada yapılan 242 ERKP’nin kayıtları retrospektif olarak
değerlendirildi. Yaş dağılımı 19-84 arasında idi (ortalama 47,3 yıl) ve
116 hasta (%58) kadındı. En sık endikasyon tıkanma sarılığı ve/veya
yüksek serum bilirübin düzeyi idi (159 hasta, %79,5). Ortalama ERKP
süresi 16,5 dakika idi (5-55 dk.). 38 hastada ERKP tekrarı (%19)
gerekti ve kanülasyon 185 hastada (%92,5) başarılıydı. Endoskopik
sfinkterotomi 177 hastada (%88,5), biliyer balon uygulaması 156’inde
(%78,3) ve taş çıkarılması 144’ünde (%72) uygulandı. Komplikasyon
8 hastada (%4) ortaya çıktı ve en sık komplikasyon akut pankreatit
idi (4 hasta, %2). Bu seride işleme bağlı mortalite görülmedi. ERKP
mortalite riski ve morbidite ilişkisine rağmen, hepatobiliyer ve
pankreas hastalıklarının tanı ve tedavisinde güvenilir bir yöntemdir.
Endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) has
an important role in the diagnosis and treatment of hepatobiliary
and pancreatic diseases. This study was discussed the three years’
experience of general surgery of endoscopy unit. The records of 242
ERCPs of 200 patients, performed between February 2010 and March
2013, were retrospectively evaluated. The age range 19-84 years
(mean; 47.3 years) and 116 patients (58%) were female. The most
common indication was the presence of obstructive jaundice and/or a
high serum bilirubin level (159 patients, 79.5%). The average ERCP
duration was 16.5 min (5-55 min.). A repeat ERCP was needed in 38
patients (19%) and cannulation was successful 185 patients (92.5%).
Endoscopic sphincterotomy was performed in 177 patients (88.5%),
biliary balloon application in 156 (78.3%), and stone extraction in
144 (72%). Complication occurred in 8 patients (4%) and the most
common complication was acute pancreatitis (4 patients, 2%).
There was no mortality in any patient in this series. Although the
relationship between the risk of mortality and morbidity of ERCP,
a reliable method of diagnosis and treatment of hepatobiliary and
pancreatic diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyaliz Öncesi Nefrolojik Takibin Hemodiyalize Başlayan Hastalarda Morbidite Açısından Yeri Ve Önemi
Erhan Ağca, Siren Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Diyaliz Öncesi Nefrolojik Takibin Hemodiyalize Başlayan Hastalarda Morbidite Açısından Yeri Ve Önemi
Importance Of NephrologIc Care On MorbIdIty In ChronIc Renal FaIlure PatIents Before HemodIalysIs
Nefrolojideki gelişmelere rağmen hemodiyalize başlayan SDBY hastalarında morbidite ve mortalite halen yüksektir. Diyaliz öncesi nefrolojik takibin (PDNT) erken ve düzenli olarak yapılmasının, KBY hastalarında ilk yıl içerisindeki morbiditeyi azaltabileceği ve iyi bir klinik seyir sağlayacağı düşünülmektedir. Çalışmamıza nefroloji kliniğinde takip edilen KBY hastaları (PDNT grup, n=28) ile, takip edilmeden acil olarak HD’e alınan hastalar (Acil-HD grup, n=27) alındı. Hastalar, ilk yıldaki klinik ve biyokimyasal parametrelerin seyri açısından retrospektif olarak karşılaştırıldı. Çalışma başlangıcında: düşük Htc değerleri (p
Despite advances in nephrology, morbidity and mortality of ESRD patients remain high on hemodialysis (HD). Pre-dialysis nephrologic care (PDNC) might be expected to result in decreased morbidity and better clinical outcome for the first year on HD. In study, CRF patients referred to nephrology clinic (PDNC group, n=28) and those urgently underwent HD (UHD group, n=27) were evaluated for the progress of clinical and biochemical parameters in the first year. At the enrollment, observed differences between groups were: lower Htc ratios (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Semi Ozturk, Sefa Tatar, Mehmet Akif Düzenli, Cevat Kırma
Araştırma makalesi
Özeti
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
MyocardIal Injury Non-Related AtherosclerotIc Plaque DIsruptIon In PatIents Younger Than 40 Years Old
Amaç: Koroner arter hastalığı nedenli miyokard infarktüsü (MICAD), miyokardiyal hasarın önde gelen nedenidir. Aterosklerotik plak bozulmasına bağlı olmayan miyokardiyal hasar (MICAD olmayan) nadir ve heterojen bir tanıdır. Genç hasta popülasyonunda MICAD iyi bilinmesine rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasar tam olarak tanımlanmamıştır. Çalışmamızda 40 yaşından genç hastalarda MICAD olmayan miyokardiyal hasarın prevalansı, etiyolojisi ve beş yıllık mortalitesini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Ocak 2010 ile Aralık 2014 arasında 40 yaşından genç akut miyokardiyal hasarı olan 292 hastayı retrospektif olarak çalışmamıza dahil ettik. Klinik, demografik, laboratuvar, anjiyografik özellikler ve beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD olmayan miyokardiyal hasar (n = 78) ve MICAD (n = 214) hastaları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta yaşlarının medyan değeri 36 idi. MICAD olmayan grup, MICAD grubundan daha gençti [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. MICAD olmayan grupta kadın hastaların oranı, MICAD grubuna göre daha yüksekti (% 24.4'e karşılık % 10.3). MICAD olan hastaların çoğu ST elevasyonlu MI (% 77.1) ile başvururken, MICAD olmayan hastaların çoğu ST elevasyonu olmayan MI ile (% 89.7) başvurdu. MICAD olmayan miyokardiyal hasarın en sık görülen etiyolojileri miyokardit (% 32) ve vazospazm (% 9) idi. Yaş, kadın cinsiyet, sigara içmemek ve dislipidemi yokluğu, MİCAD olmayan miyokardiyal hasar için bağımsız öngördürücülerdi. MICAD olmayan grupta beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD grubundan anlamlı derecede daha düşüktü (% 2.6'ya karşılık% 10.3) (log-rank testi p = 0.04).
Sonuç: MICAD olmayan miyokardiyal hasar, farklı yaşlarda farklı etiyolojilere sahip heterojen bir grup hastayı temsil etmektedir. MICAD olmayan grubun düşük mortalite oranına rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasarın yönetiminde farklı tanı ve tedavi stratejileri gerekmektedir.
Backround: Myocardial infarction with coronary artery disease (MICAD) is the leading cause of myocardial injury. Myocardial injury non-related to atherosclerotic plaque disruption (non-MICAD) is a rare and heterogeneous diagnosis. Although MICAD is well studied, non-MICAD was not thoroughly identified in young patient population. We aimed to investigate the frequency, main etiologies, and five-year mortality of patients with non-MICAD younger than 40 years.
Methods: We retrospectively enrolled 292 patients with acute myocardial injury younger than 40 years between January 2010 and December 2014. Clinical, demographic, laboratory, angiographic features, and five-year all-cause mortality were compared between patients with non-MICAD (n=78) and MICAD (n=214).
Results: Median age of patients was 36. Non-MICAD group was younger than MICAD group [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. The frequency of female patients with non-MICAD was higher than those with MICAD (24.4% vs 10.3%). Most of the patients with MICAD presented with STEMI (77.1%), while most of the patients with non-MICAD presented with non-STEMI (89.7%). Most common etiologies of non-MICAD in were myocarditis (32%) and vasospasm (9%). Age, female sex, no smoking and, absence of dyslipidemia were independent predictors for non-MICAD. Five-year all-cause mortality in non-MICAD group was significantly lower than MICAD group (2.6% vs 10.3%) (log-rank test p=0.04).
Conclusion: Non-MICAD represents a heterogeneous group of patients who had varying etiologies at different ages. Despite the lower mortality rate of non-MICAD group, different diagnostic and treatment strategies are required for management of patients with non-MICAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
SurgIcal Treatment In Portal HypertensIon
1989-1992 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde portal hipertansiyon tanısı alan 12 olguya; 3 selektıf, 8 nonselektıf şant, 1 özofagogastrik transseksiyon ve 2 Sugiura-Futagawa işlemi olmak üzere 14 cerrahi girişim uygu-lanmıştır. Özofagogastrik transseksiyon uygulanan 1 ve Su-giura -Futagawa işlemi uygulanan 2 olgu dışında tüm girişimler efektif şartlarda yapılmıştır. Sugiura işlemi uygulanan 2 olgu dışında operatif mortalite olmamış, 3 ay-2 yıllık takiplerde hiçbir ol-guda tekrarlayan kanama gözlenmemiştir.
Between 1989 and 1992 in University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 12 patients were diagnosed with portal hypertension. 14 surgical intervention (3 selective and 8 nonselective shunt, 1 eosophageal transsection and 2 Sugiura-Fwagawa procedure) were peıforıned ta these patients. Except 1 oesophageal transsection and 2 Sugiura-Futagawa operation, all operations were peıformed in elective conditions. Expect 2 cases underwent Sugiura-Futagawa operation, there were no operative mortality. Ir wasn't developed the recurrent hemorrhage in following 3 mounts to 2 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesi Agenezisi; Nadir Bir Konjenital Hastalık
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Adil Kartal
Olgu sunumu
Özeti
Safra Kesesi Agenezisi; Nadir Bir Konjenital Hastalık
Gallbladder AgenesIs, A Rare CongenItal DIsorder
Safra kesesi agenezisi toplumda 10000’de 1-2 arasında görülen
nadir konjenital anomalidir. Olgular üst karın ağrısı gibi biliyer tip
bulgularla karşımıza çıkabilirler. Ultrason biliyer semptomlar için
ilk tercih edilecek görüntüleme yöntemidir. Ancak ultrasonografi ile
safra kesesi agenezisini sıklıkla yanlış yorumlanır. Laparoskopik
cerrahi esnasında teşhis edilen safra kesesi agenezisi ve safra
yolları amomalisini olan olguyu sunduk. Sonuç olarak birçok hastanın
tanısı laparoskopi sonrası açık cerrahi kolesistektomi esnasında
safra kesesinin olmaması ile teşhis edilir. Laparoskopi esnasında
safra kesesi agenezisinden şüphelenildiğinde açık cerrahi prosedüre
geçmek gereksizdir. Aksi halde biliyer kanal yaralanması ile birlikte
artmış mortalite ve morbititeye neden olunabilir.
Agenesis of the gallbladder is a rare congenital anomaly occurring
in 1 to 4 people of a population of 10000. It may present with biliary
type symptoms such as upper abdominal pain requiring further
investigation. Ultrasound is the first choice of imaging for biliary
symptoms but is frequently misleading in the context of Gallbladder
Agenesis. We report a case of congenital Gallbladder Agenesis and a
biliary tract abnormality diagnosed by laparoscopy. As a result most
patients are diagnosed following conversion of laparoscopic to open
cholecystectomy and subsequent failure to identify the gallbladder.
Failure to suspect Gallbladder Agenesis at laparoscopy can result in
unnecessary open surgery and a high risk of bile duct damage with
corresponding postoperative morbidity and mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of Early And Late Pos-ToperatIve Results Of Björk-ShIley-Convexo- Con-Cave And SorIn All-Carbon ProtetI Heart Valves On MItral PosItIon
Selçuk Üniversitesi Hastanesinde 1 Ağustos 1990 - 30 Haziran 1996 tarihleri arasında Björk-Shiley-Konveks-konkav (BSCC) ve Sorin Allcarbon (SA) prostatik kalp kapağı ile 122 hastaya mitral valv repiasmanı (MVR) uygulandı. Hastaların 102'sine SA, diğerlerine BSCC ile MVR yapıldı. Hastalar 5 yıl boyunca, 3'er aylık periyotlarda düzenli olarak takip edildi. Ortalama takip zamanı 32 aydı. Hastane mortalitesi, SA uygulanan hastalar için % 5.8, BSCC uygulanan hastalar için % 15 idi. Geç dönemde takipde 6 vakada tromboembolik olaylara bağlı ölüm, 3 vakada evde ani ölüm ve 1 va-kada kalp dışı nedenle ölüm gözlendi. Khi kare testi ile kapak trombüsü ve tromboembolik olaylarda BSCC kapak lehine değerler bulundu (P=0.425, P<0.05). Khi kare testi ile geç dönemde ölüm oran-ları karşılaştırıldığında BSCC kapak lehine sonuçlar elde edildi (P=0.218, P<0.05). SA ve BSCC prostatik kapak protezlerinin uy-gulamasından sonra geçen ilk ayda kapaklar arası is-tatistiksel bir fark yok iken uzun süreli takipde is-tatistiksel oranlar BSCC protezinin daha iyi olduğunu göstermektedir
A total of 122 consecutive patients underwent valve replacement with a Sjörk-Shiley-Convexo-Concave (BSCC) and Sorin Allearhon (SA) prostheses from Au-gust 1, 1990 through. June 30, 19%. ,4 total of 102 pa-tients had a mitral valve replacement with SA, others had mitral valve replacement with BSCC at Selçuk Universty Hospital. AlI survivors were prospeetively lallowed hy regular clinical examinations every 3 months lbr 5 years. The mean follow-up time was 32 months_ Overall hospital mortality ?vere 5.8 % for pa-tients with SA and 15 % for patients with BSCC. Res-pectivel- lale mortality was due to thromhoemholic events (n=6), sudden death (n=3), noneardiae death (n=1 ). Khi square test eAplained that thromhotic events was a different hetween SA and BSCC (P=0.425, P<0.05). Khi square test explained that there was a significant difierent ahout late mortality rate hetween SA and BSCC (P=0.218, P<0.05). The er-hocardiographic study was carried out on 92 cases (17 BSCC. 75 SA). During the first months of ohservation no sık-nificant an actuarial differences hetween there rnec-hanical pı-ostheses could he ohserved however, afteı- 5 years of long - term follow-up the actuarial rates vere ınore favorahle for the BSCC pı-osthesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşioliti Taklit Eden Yabancı Cisim (termiye) Aspirasyonu
Ruhuşen Kutlu, Gülseren Pamuk
Olgu sunumu
Özeti
Bronşioliti Taklit Eden Yabancı Cisim (termiye) Aspirasyonu
MImIckIng BronchIolItIs ForeIgn Body (termIye) AspIratIon
Yabancı cisim aspirasyonları (YCA) çocukluk çağında sık görülen ve ciddi morbidite ve mortaliteye neden olabilen durumlardır. YCA’ları 3 yaş altı çocuklarda daha sık görülmektedir. Eğer aniden başlayan nefes durması ve öksürük anamnezi yoksa atlanabilir, akciğer enfeksiyonlarını taklit edebilir, tekrarlayan enfeksiyonlara ve buna bağlı komplikasyonlara neden olabilir. Bu olgu sunumunda, değişik bir bakla türü olan termiye yedikten sonra aniden başlayan öksürük, kusma ve hışıltılı solunum şikayetleri ile getirilen 10 aylık bir erkek çocuk takdim edilmiştir. Hastanın teşhisi hikaye, fizik muayene, göğüs grafisi ve bronkoskopi ile konmuştur. Sağ alt bronşta yabancı cisim (termiye) vardı ve çıkarıldı. Bu olgu yabancı cisim aspirasyonunun çocukluk yaş grubunda akılda tutulması gereken bir durum olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü yabancı cisim aspirasyonu komplikasyonlara, hatta ölüme yol açabilen önemli bir problemdir.
Foreign body aspirations (FBA), which have high mortality and morbidity rate, are common pediatric emergency issues occured in childhood. FBA is seen more frequently among children under 3 years old. If there is no history of sudden-onset choking and cough, it can be ignored and the patient may come with recurrent pulmonary infections and its related complications. In this report, 10-monthold boy patient who was brought with complaints of sudden-onset of cough, vomiting and wheezing after eating a kind of broad bean ( termiye) was presented. Diagnosis was established on the history, physical examination, the chest X-ray and bronchoscopy. The foreign body (termiye) was located in the right inferior bronchus and removed. This case emphasizes that the presence of a foreign body aspiration must be kept in mind in childhood. Because foreign body aspiration is a serious problem that may lead to complications or even to death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maternal Serum Progesteron Düzeyinin Preterm Doğumu Öngörmede Rolü
Yeliz Şenal, Orhan Gelişen, Metin Altay, Burak Karadağ
Araştırma makalesi
Özeti
Maternal Serum Progesteron Düzeyinin Preterm Doğumu Öngörmede Rolü
The Role Of Maternal Serum Progesterone Levels In PredIctIng
preterm Labor
Preterm doğum neonatal morbidite ve mortalitenin önde gelen
nedenlerindendir, bu nedenle preterm doğum riski yüksek gebelerin
erken dönemde tespit edilmesi önem kazanmaktadır. Çalışmamızda
preterm doğumu öngörmede erken dönemde bakılan maternal serum
progesteron düzeyinin önemi araştırıldı. Çalışmaya erken gebe
polikliniğine başvuran yaşları 18-42 arasında değişen 10-12 hafta
tek, canlı gebeliği olan 280 gebe dahil edildi ve prospektif olarak
izlendi. Serum progesteron düzeyleri çalışıldı. Bu hastalarda 16-
20. haftalar arasında tekrar maternal serum progesteron düzeyi
bakıldı ve vaginal kanama öyküsü (abortus imminens) sorgulandı ve
kaydedildi. Takibe alınan gebelerin doğumdaki gestasyonel haftaları
SAT’a göre hesaplandı ve 24-366/7 haftalar arasındaki doğumlar
preterm doğum, 37. haftadan sonraki doğumlar term doğum olarak
kabul edildi. Toplam 280 gebeliğin %10.4’ü (n=29) preterm doğum,
%89.6‘sı (n=251) term doğum olarak sonuçlandı. Maternal yaş,
daha önceki gebeliklerinde abortus öyküsü, sigara kullanım öyküsü
ve VKİ değerinin preterm doğumla ilişkisi bulunmadı. 10-12 haftada
bakılan maternal serum progesteron düzeyi ortalaması term doğum
yapan grupta 26.58 ng/ml, preterm doğum yapan grupta 23.9 ng/
ml olarak bulundu. 23ng/ml cut-off değer olarak alındığında bu
değerin altında progesteron düzeyinde gebeliklerin %15‘i preterm
doğumla sonuçlanırken, bu değerin üstündeki progesteron düzeyinde
gebeliklerin %8’i preterm doğumla sonuçlanmıştır. 23ng/ml
üstündeki progesteron düzeyinde gebeliklerin %92’si term doğumla
sonuçlanırken bu değerin altında gebeliklerin %85’i term doğumla
sonuçlanmıştır. Term doğumu öngörmede progesteron cut-off
değeri 23ng/ml olarak alındığında sensitivite %55, spesifisite %62,
negatif prediktif değer %92 olarak bulunmuştur. Progesteron düzeyi
23ng/ml üzerindeki gebeliklerde preterm doğum görülme sıklığının
%10,4’ten, %7’ye düştüğü bulunmuştur. Sonuç olarak 10-12. haftada
bakılan progesteron düzeyi 23ng/ml üstü ise gebeliklerin %92’si term
doğumla sonuçlandığı tespit edildi. Erken dönem gebelikte bakılan
progesteronun preterm doğumdaki önemini belirlemede daha geniş
kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
As preterm labor is one of the leading causes of neonatal
mortality and morbidity, it is important to determine the pregnant
women who are at high risk of preterm labor. In our study, we
investigated the importance of maternal serum progesterone levels
to predict preterm pregnancy. Two hundred eighty patients with
singleton, alive pregnancy between 10-12 weeks were included in
our study. We also evaluated serum maternal progesterone levels at
16-20 weeks and presence of vajinal bleeding was investigated. The
gestational age was calutated according to the first day of the last
menstrual period. Deliveries between 24-366/7 weeks were accepted
as preterm delivery, deliveries after 37 weeks were recorded as term
delivery. Of all pregnancies %10,4 (n=29) were preterm and % 89,6
(n=251) were term delivery. We did not find any correlation between
preterm labor and maternal age, abortion history, smoking history
and VKİ. We found correlation between history of vaginal bleeding
and preterm labor. The mean of maternal serum progesterone
levels between 10-12 weeks was 26.58 ng/ml in patients who had
term delivery and 23.9ng/ml in patients who had preterm delivery.
Twenty three ng/ml was accepted as the cut-off level, %15 of
pregnancies with progesterone below this level were resulted with
preterm delivery and above this level only %8 of pregnancies were
resulted with preterm delivery. Progesterone level above 23 ng/ml
%92 of pregnancies resulted with term delivery ,below this level %85
pregnancies resulted with term delivery. When we use cut off level
23 ng/ml to predict term birth it had 55% sensitivity, 62% specificity,
negative predictive value was 92%. Pregnants whose progesterone
levels were above 23 ng/ml preterm birth fail from 10,4% to 7%. As a
result; if progesterone values between 12 and 14 weeks was above
23 ng/ml we found that pregnancies were resulted as term in 92%
of patients. We need wide studies for maternal serum progesterone
levels in early pregnancy to predict preterm labor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
Özlem Güner, Gül Ertem
Derleme
Özeti
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
EvIdence-Based Approachs In The Management Of Postpartum Haemorrhage
Ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi olan postpartum hemoraji; dünyada anne ölümlerinin yaklaşık ¼’ünden sorumlu olup, bebeğin doğumundan sonraki ilk 24 saat içinde genital yoldan 500 ml yada daha fazla kan kaybedilmesi olarak tanımlanırken, şiddetli postpartum hemoraji ise 1000 ml. den fazla kan kaybını ifade etmektedir. En sık rastlanan nedenleri; uterus atonisi, genital traktus yaralanmaları ve plasenta retansiyonudur. Tedavisinde uterin fundusa etkin masaj uygulanması, myometriumu kontakte eden ajanların kullanımı, hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yada embolizasyonu gibi birçok yöntem kullanılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi postpartum hemorajidir. Postpartum hemoraji bağlı yaşanan maternal mortalite oranlarını azaltmakta tedavi ve bakım da kanıt temelli yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde doğumun üçüncü evresine yönelik çeşitli uygulamalar, farmakolojik ve cerrahi yaklaşımlar kullanılmakla birlikte tüm tedavilerde yeterli düzeyde kanıta dayalı çalışmaların olmadığı görülmektedir. Postpartum hemorajinin tedavi edici yaklaşımlarının büyük bir kısmında klinik verilerin sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu derlemede postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde yer alan güncel yaklaşımları belirlemek ve uygulanan girişimlerin yeterlilik düzeyi konusunda sağlık profesyonellerinin bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır.
\r\n
Postpartum haemorrhage (PPH) which is the first cause of maternal mortality in our country is responsible for about 25% of maternal deaths in the world . While PPH is defined as loss of 500 ml or more of blood from the genital tract within 24 hours of thebirth of a baby, severe PPH is blood loss exceeding 1,000 mL. The most common causes are uterine atony, genital tract injuries and placental retention. Many methods are used such as effective implementation of the uterine fundus massage, the use of agents which myometrium contact, hypogastric and/or uterine artery ligation or embolization in its treatment. Despite this, PPH is the primer cause of maternal death in our country. To reduce maternal mortality rates caused by dependence of PPH, evidence-based approaches are important in treatment and care. Pharmacological, surgical approaches and various applications for the third stage of labour in the prevention and treatment of PPH are used. But there are no evidence-based studies at adequate levels for all treatment. The clinical data in a large part of the PPH/therapeutic approach are limited. Therefore, it is intended in this article to determine the current approaches related to the prevention of postpartum haemorrhage and to inform health professionals about the adequacy of the initiatives implemented.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Tromboembolızm
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Kazım Gürol Akyol, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Tromboembolızm
Pulmonary Thromboembolısm
Pulmoner arterin ve dallannin kan yolu ile gelen trombus hava, yag, tumor parcast gibi bir cisimle ani olarak tikanmasidir (1). ABD'lerinde her yil yakla§ik 630 bin ki§i pulmoner emboliye maruz kalmakta yakla§ik 200 bin ki§i ise olmektedir. Te§his edi-lebilen ve tedavi altina alinanlarda mortalite % 8 ci-vartnda iken, to his edilemeyenlerde % 30'a yak-la§maktadir (2). Vakalann % 331inde derin den trombozu tespit edilmi§tir (3,4). Pulmoner tromboembolizm 19. assn ba§lanndan bed bilinen bir komplikasyondur. Onceleri trom-bils'Un arterin icinde oldugu du unulmu ancak daha sonralan embolik oldugu tammlanmi§tir. 1858`de Wirchow ilk defa pulmoner trombils diye isim-lendirilen hadisenin emboli oldugunu deneylerle ispat etmi§ ve bir triad tanimlarni§nr. Buna gore damar duvannda lokal travrna, kanin pihtila§maya egilimi ye stazdrr (5). Bu faktorler etyolojide hala gegerliligini korumaktadir. ETYOLOJI Pulmoner tromboemboliye yol acan nedenler, ba§ta trombusler olmak lizere:yag, hava, amnion tumor dokusu, parazit yumurtalan, kateter gibi yabanci cisimlerdir. Mitral stenozunda ye de-kornpanze vakalarda olmak iizere ortalama 3 kardiak otopsinin l'inde pulmoner arterde emboli bu-lunmu§tur. Ka1p yetmezligi olan atrial fibrilasyonlu veya myokard infarktusii gecirmi§ vakalarda sag kalp trombiis kaynagi olabilir. Aynca ventiz trom-bozu kolayla§tiran faktorlerde pulmoner enribolinin risk faktorleri arasindadir. Pulmoner emboli riskinin arttigi durumlar.
It is the sudden occlusion of the pulmonary artery and its branches by an object such as thrombus air, fat, tumor parcast coming through the bloodstream (1). In the USA, about 630 thousand people are exposed to pulmonary embolism every year and about 200 thousand people are exposed to it. While the mortality rate is 8% in those who can be diagnosed and are treated, it approaches 30% in those who cannot be felt (2). Deep thrombosis was found in 33% of the cases (3,4). Pulmonary thromboembolism is a known complication from the beginning of the 19th pain. Previously, the thrombus was thought to be inside the artery, but later it was defined as embolic. In 1858, Wirchow first demonstrated that the so-called pulmonary thrombosis was an embolism, and he described a triad. Accordingly, local travnia at the wall of the vessel stays with the tendency of the blood to clot (5). These factors still maintain their validity in etiology. ETIOLOGY The reasons leading to pulmonary thromboembolism are mainly thrombi and lysis: fat, air, amnion tumor tissue, parasite eggs, foreign bodies such as catheters. Pulmonary artery embolism was found in 1 out of 3 cardiac autopsies on average, with mitral stenosis being in de-cornized cases. The right heart may be the source of thrombi in cases with atrial fibrillation or past myocardial infarction. In addition, factors that facilitate ventricular thrombosis are among the risk factors for pulmonary enriboli. Situations where the risk of pulmonary embolism is increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Nöromüsküler Hastalıklarda Solunum
Baykal Tülek
Derleme
Özeti
Kronik Nöromüsküler Hastalıklarda Solunum
RespIratIon In ChronIc Neuromuscular DIseases
Amaç: Solunum kas güçsüzlüğü birçok nöromüsküler hastalığın kaçınılmaz sonucudur. Solunum fonksiyonlarındaki kötüleşme bu hastalıklardaki morbiditede ciddi artışlara neden olurken, aynı zamanda yüksek mortalite oranlarının da sorumlusudur. Bu derlemenin amacı nöromüsküler hastalıklarda solunumsal problemlerin tanı ve tedavi yaklaşımlarını özetlemektedir. Ana Bulgular: Solunum kaslarındaki yetersizlik genellikle birkaç yıl içinde yavaş bir gelişim gösterir. Başlangıçta sadece uyku sırasında kendini gösteren solunum bozukluğunu, daha sonra ciddi hipoventilasyon, kor pulmonale ve hastalığın son döneminde ciddi solunum yetmezliği izler. Solunum yetmezliğinin erken saptanması ve önleyici bakım birçok hastada sonucu ve yaşam kalitesini olumlu yönde etkiler. Bu durum; solunum fonksiyonları, solunum kas güçleri, uyku çalışmaları, evde mekanik ventilasyon, göğüs fizyoterapisi, erken antibiyotik tedavisi ve beslenme girişimlerini içeren takip ve tedavi programlarının gelişmesine yol açmıştır. Noninvazif pozitif basınçlı ventilasyon solunum yetersizliğinin iyileştirilmesinde etkilidir ve bu hastaların tedavi planını dramatik bir şekilde değiştirmiştir. Sonuç: Nöromüsküler hastalıklarda solunum fonksiyonları ve uykuyla ilgili solunum problemleri düzenli olarak takip edilmelidir. Noninvazif mekanik ventilasyon bu hasta grubundaki solunum yetmezliği tedavisi için en önemli tedavi seçeneğidir.
Aim: Respiratory muscle weakness is the inevitable consequence of many neuromuscular disorders. Deterioration in respiratory function contributes to significant morbidity and is responsible for high mortality rates with these diseases. The aim of this review to summarize diagnostic and therapeutic approaches for respiratory problems in patients with neuromuscular disorders. Main Findings: Usually, chronic respiratory failure develops slowly over a period of several years. Initially, it presents with disordered breathing that is apparent only during sleep, followed by continuous progression to severe hypoventilation, cor pulmonale and eventually frank respiratory failure in end-stage disease. Early detection of respiratory compromise and preventive care are likely to improve outcome and quality of life for many patients. This has led to the development of proactive monitoring and treatment programmes that include regular assessment of pulmonary functions, respiratory strength and sleep studies, home mechanical ventilation, chest physiotherapy, early antibiotic treatment and nutritional intervention. In particular, noninvasive positive pressure ventilation is effective in resolving respiratory failure and has dramatically changed the management of these patients. Conclusion: Pulmonary functions and sleep related respiratory problems should be followed up regularly in patients with neuromuscular disorders. Noninvasive mechanical ventilation is the most important therapeutic option for the management of respiratory failure in these patients group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gogus Cerrahısınde Preoperatıf Pulmoner Ye Kardıak De6erlendırmenın Onemı
Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Mehmet Gök, Ufuk Özergin, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Gogus Cerrahısınde Preoperatıf Pulmoner Ye Kardıak De6erlendırmenın Onemı
The Importance Of Preoperatıve Pulmoner And Cardıac Assessment In Gogus Surgery
Cerrahi girişim uygulanacak hastalann operasyon oncesi degerlendirilmesi once zarar vermerne ilkesine dayanir (1). Gips cerrahisinde morbidite ye mortaliteyi etkileyen en onemli faktiirler put-. moner ve kardiak sistemin fizyolojik ve fonksiyonel durumudur (2). Operasyon Oncesi incelemeler, mor-talite yOniinden inoperabilitenin belirlenmesine mor-bidite actstndan ise hastalan yiiksek ya da di.i§iik risk gruplanna ayirmaya yoneliktir
Preoperative evaluation of patients who will undergo surgical intervention is based on the principle of doing harm first (1). The most important factors affecting morbidity and mortality in gypsum surgery are put-. It is the physiological and functional status of the moner and cardiac systems (2). Preoperative examinations are directed towards separating the patients into high or low risk groups, since they cause purple-bidite to determine inoperability from the direction of mortar and thalite.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalça Kırıkları Sonrası Cerrahi Zamanlamanın Ve Covid-19 Pandemisinin Mortaliteye Etkisi
Ahmet Fevzi Kekeç, Alper Kırılmaz, Haluk Yaka, Tahsin Sami Çolak, Halil Sezgin Semiz
Araştırma makalesi
Özeti
Kalça Kırıkları Sonrası Cerrahi Zamanlamanın Ve Covid-19 Pandemisinin Mortaliteye Etkisi
The Effect Of WaItIng TIme For Surgery After HIp Fractures And The CovId-19 PandemIc On MortalIty
Amaç: Bu çalışmanın amacı, kalça kırığı tanısı almış yaşlı hastalarımızda pandemi öncesi ve sonrasında
ameliyata alınma süresinin değişip değişmediğini ve bu durumun mortalitede artışa neden olup olmadığını
incelemektir.
Hastalar ve Yöntem: Mart 2019-Mart 2020 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen hastalar
pandemi öncesi dönem, Nisan 2020-Nisan 2021 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen
hastalar ise pandemi dönemi olarak kabul edildi. Her iki grup; yaş, cinsiyet, cerrahiye kadar geçen süre,
hastanede kalış süresi ve bir yıllık mortalite açısından karşıl aştırıldı.
Bulgular: Mortaliteyi etkileyen tüm faktörler incelendiğinde, ameliyata kadar geçen sürenin mortaliteyi
anlamlı olarak artırdığını gösterdi. Ameliyat için ortalama bekleme süresi tüm hastalarda 27,6±19,4
saat iken Grup 1'de 25,7±19,1 saat ve Grup 2'de 29,6±19,6 saat olup iki grup arasında anlamlı fark
vardı. (p=0.043). Mortaliteye neden olan cerrahi bekleme süresinin cut-off değeri “23.35” saat olarak
hesaplandı. Grup 1'de mortalitede anlamlı artış saptanmazken (p=0.340), Grup 2'de cerrahi gecikmenin
artması mortaliteyi anlamlı olarak etkiledi (p=0.027).
Sonuç: Bu çalışmada, yaşlı popülasyonda kalça kırığı sonrası 23.35 saatin üzerinde cerrahi başvuru
gecikmesindeki artışın bir yıllık mortalite ile doğrudan ilişkili olduğu gösterilmiştir, ayrıca pandemi
koşullarında ameliyat için bekleme süresindeki artışın direkt olarak mortaliteyi olumsuz etkileyen
faktörlerden biri olduğu düşünülmektedir .
Aim: The aim of this study is to examine whether the timing of surgery in our elderly patients with a
diagnosis of hip fracture changed before and after the pandemic, and whether this situation caused an
increase in mortality .
Patients and Methods: The patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between March
2019 and March 2020 in our hospital database were accepted as in the pre-pandemic period, and the
patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between April 2020 and April 2021 were
considered as in pandemic period. Both groups were statistically compared in terms of age, gender,
waiting time for surgery , length of hospital stay and one year mortality .
Results: When the factors af fecting mortality were examined, the time elapsed until surgery significantly
increased mortality. While the mean waiting time for surgery was 27.6±19.4 hours in all patients, it was
25.7±19.1 hours in Group 1 and 29.6±19.6 hours in Group 2 and there was a significant difference between
the two groups (p=0.043). The cut-off value of the waiting time for surgery, which caused mortality, was
determined as “23.35” hours. While no significant increase in mortality was found in Group 1 (p=0.340),
the increased delay for surgery in Group 2 affected mortality significantly (p=0.027).
Conclusion: In this study, it was found that the increase in the delay of admission for surgery over 23.35
hours in the elderly population after hip fractures was directly associated with one year of mortality
and also we think that the waiting time for surgery in the pandemic conditions is one of the factors that
negatively af fect mortality in these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Aydın Şanlı, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
DIagnostIc Value Of AnterIor MedIastInotomy Irı IntrathoraeIe LesIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cer-rahisi Kliniğinde 1994 Ocak 1996 Eylül tarihleri arasında /6 yakaya mediastinal eksplorasyon uy-gulanmıştır. Vakaları,' 11 'i erkek, 57 kadındır. En küçük hastanuz 35, en yaşlı hastannı ise 68 yaşında olup yaş ortalaması 53_8'dir. Bunların 13 (% 81 .25)rüne sağ anterior mediastinotomi, 3 (% 18.75)7ine sol anterior Mediastinotomi uy-gulanmıştır. Sağ anterior mediastinounni uygulanan vakaların 1 'iııde hiopsi alınamanuş, hiopsi için to-rakotomi gerekmiştir_ 16 vakatun 14 (% 87.50)'ünde tnediastinal eksplorasyonla patolojik kmıya ıdaşılabilmiştir. Vakaların 3`iinde epidermoid kar-sinom. 37inde sarkoidoz, 2`sinde küçük hiicreli Ca, 2'sinde leufinna. 2'sinde tüberküloz, 1 'inde ade-nokarsinom ve 1 'inde kronik nonspesifik iltihap tanısı konmuştur. Torakoıonıi uygulanan bir hastada sonuç sarkoidoz olarak alınmıştır. Hiçbir vakada operatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Between Januar). 1994 to Septemher 1996. 16 patients with mediastinal mass were surgically eAp-Iored. Among them 11 of them were males and 5 were .female. Their ages ranged 35 ta 68 vears (mean 53.8). For 13 patients right anterior me-diastinotomy were pe)formed (81.25%) and left an-terior mediastinotomy were perforıned for 3 pa-tients, respectiyely. 117 one case the right anterioı-mediastinotomy procedure failed and thoracotomy required. In 14 cases of 16 (87.50 %) pathologi• di-agnosis was made hy ınediastinal exploration. Par-hologic extıminations revealed that epidermoid can-cinonıa in 3 patients, sarcoidosis in 3 patients, oat cell carcinoma in 2 patients, lenfoğna in 2 patients. tuberculosis in 2 patients. adenocarcinoma in 1 pa-tient, and chronic nonspesıfic inflamation in 1 pa-tient refflectively. The patient who required tho-racotomy was diagnosed as sarcoidosis. Opeıyuive complication and moı-tality occured,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aorto-Koroner Bypass Cerrahısındekı Sonularımız
Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Hasan Hüseyin Telli, Hasan Gök, Sami Ceran, Sadık Özmen, Ufuk Tütün, Cevat Özpınar, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Aorto-Koroner Bypass Cerrahısındekı Sonularımız
Our Results In Aorto-Coronary Bypassa Sur-Gery
Selcuk Oniversitesi Tip Fakiiltesi Gogus ye Ka1p Dantar Cerrahisi Anabilim Dalinda Ocak 1993- AraIrk 1994 yilian araynda koroner bypass cer-rahisi 95 hastay a uygulanmi§-tir. Kardiopulmoner by oc.sc esti:Lynda orta derecede hipotermi ye soguk po-- tcsi,unt kardivoplejisi uygulandt. Erken mortalite 7 (c.;:, 7.3), gec mortalite ise (ortalama 9.2 ay) 2 (% hastadir.
95 patients underwent coronary artery bypass grafting at the Selcuk University Medical School bet-ween January 1993- December 1994. During car-diopulmonary bypass, moderate hypothermia and cold potassium cardioplejia were used. Hospital mor-tality was found as 7.3 %, late mortality was 2.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dual Mesh İle Açık Ve Laparoskopik V Entral İnsizyonel
fıtık Onarımı Karşılaştırılması
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Umut Rıza Gündüz, Burhan Mayir, Uğur Doğan, Mehmet Tahir Oruç
Araştırma makalesi
Özeti
Dual Mesh İle Açık Ve Laparoskopik V Entral İnsizyonel
fıtık Onarımı Karşılaştırılması
ComparIson Of Open Versus LaparoscopIc Ventral IncIsIonal HernIa RepaIr WIth Dual Mesh
İnsizyonel fıtıklar karın cerrahisi sonrası sıkça karşılaşılan ve
tekrar cerrahi tamir gerektiren bir komplikasyondur. Biz, Dual Mesh ile
açık ve laparoskopik ventral insizyonel herni onarımı (LVHR) yapılan
hastaları geriye dönük değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmamızda
Aralık 2008 ile Şubat 2015 tarihleri arasında kliniğimize başvuran ve
ventral insizyonel fıtık tanısı konulup açık veya laparaskopik olarak
Dual Mesh ile tamir edilen hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi,
fıtığın lokalizasyonu ve boyutu, uygulanan cerrahi işlem (açık/
laparaskopik), eşlik eden diğer cerrahi patolojiler, hastanede kalış
süresi, mortalite ve morbidite oranları elde edildi ve değerlendirildi.
Toplam 28 hastanın 15’i kadın ve 13’ü erkekti. Yaş ortalaması 57.78±
12.39 yıl (38-78) idi. Ventral insizyonel herni tamiri için operasyona
alınan hastaların 12’si laparaskopik olarak geriye kalan 16’sı açık
olarak ameliyat edildi. Fıtık boyutu ortalama 12.0±2.6 (5-32) cm
idi. Hastanede kalış süresi ortalama 5.75±5.25 (1-21) gündü. Her
iki grupta ikişer hastada cerrahi alan enfeksiyonu ve birer hastada
insizyon altında seroma haricinde başka bir komplikasyon görülmedi.
Dual Mesh ile LVHR ventral insizyonel herni tanılı vakalarda açık
cerrahiye kıyasla hastanede daha az kalış ve morbiditenin daha az
olması nedeniyle etkin ve güvenilir bir tedavi seçeneğidir.
Incisional hernia is a frequently encountered complication
after abdominal surgery and require repeat surgical repair. We
were retrospectively evaluated the patients underwent open and
laparoscopic ventral incisional hernia repair (LVHR) with Dual Mesh.
Between December 2008 and February 2015, age, gender, body mass
index, the location and size of the hernia, surgical procedure (open/
laparoscopic), accompanied which other surgical pathology, length
of hospital stay, mortality and morbidity rates were obtained and
evaluated of the patients who were admitted to our clinic and repaired
open and or laparoscopic surgery with Dual Mesh. A total of 28
patients, 15 were female and 13 were male. The mean age was 57.78±
12:39 (38-78) years. 12 patients were operated laparoscopically,
remaining 16 with open psurgery. Hernia size was 12.0±2.6 (5-32)
cm. The average length of hospital stay was 5.75±5.25 (1-21) days.
Except the two surgical site infection and one seroma in both groups,
no other complications or recurrences were seen. Ventral incisional
hernia repair with Dual mesh at LVHR compared to open surgery was
effective and safe treatment option with its short hospital stay and
less morbidity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
Turgut Teke, Emin Maden, Aysel Kıyıcı, Durdu Mehmet Yavşan, Hüseyin Çiçek, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
The Effect Of NonInvasIve VentIlatIon On Plasma BraIn NatrIuretIc PeptIde (bnp) And TroponIn In Copd PatIents WIth HypercapneIc RespIratory FaIlure
Kronik obstrüktif akciğer hastalığında (KOAH) yüksek BNP değerleri ile mortalite arasında ilişki olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada non-invaziv ventilasyonun (NIV) pro-BNP ve troponine etkisi araştırılmıştır. Bu çalışmaya KOAH’lı 58 hasta alınmıştır. Hastalar NIV uygulananlar (n:41) ve uygulanmayanlar (n:17) olarak iki gruba ayrıldı. Kontrol grubunda ve NIV uygulananlarda tedavi öncesi ve sonrası pro-BNP ve troponin değerleri ölçüldü. Başlangıçta NIV grubunda hem pro-BNP (2013.95 pg/ml) hem de troponin (0.17 ng/ml) seviyeleri kontrol grubundan (sırasıyla 328.9 pg/ml, 0.02 ng/ml) anlamlı olarak belirgin yüksekti (p0.05). Solunum yetmezliği gelişen şiddetli KOAH akut alevlenmelerinde pro-BNP ve troponin seviyeleri belirgin artmaktadır. Bu artış KOAH alevlenmelerinde alevlenmenin şiddetine bağlı olarak sağ ventrikül yüklenmesinin ve pulmoner hipertansiyonun daha fazla olabileceğini ve buna miyokard hasarının da eklenebileceğini düşündürmektedir. NIV tedavisi hiperkapnik solunum yetmezliğinin geliştiği KOAH akut alevlenmelerinde artmış pro-BNP seviyelerini miyokard hasarını arttırmadan güvenli bir şekilde düşürmektedir.
It was reported that there is relationship between high brain natriuretic peptide (BNP) levels and mortality in chronic obstructive pulmonary disease (COPD). In this study, we investigated effect of NIV to the BNP and troponin. Fifty eight cases with COPD were enrolled to this study. The patients were divided into two groups as cases receiving NIV (n:41) and cases not receiving NIV (n:17). In both groups pretreatment and posttreatment pro BNP and troponin levels were measured. Initially, in NIV group both pro-BNP (2013.95 pg/ml) and troponin (0.17 ng/ml) levels were significantly higher than those of control group (328.9 pg/ml and 0.02 ng/ml, respectively) (p0.05). In conclusion, in severe COPD acute exacerbations that develop respiratory failure, both pro-BNP and troponin levels increase significantly. This increase suggests that in COPD exacerbations, depending on severity of exacerbation right ventricle load and pulmonary hypertension may be more prominent and myocardial injury may accompany this. In COPD exacerbations, NIV treatment could safely decrease the increased pro-BNP levels without increasing the myocardial injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Candida Türlerinin Dağılımı Ve Amfoterisin B Ve Flukonazole İn Vitro Duyarlılıkları
Mustafa Altay Atalay, Hafize Sav, Gonca Demir, Ayşe Nedret Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Candida Türlerinin Dağılımı Ve Amfoterisin B Ve Flukonazole İn Vitro Duyarlılıkları
DIstrIbutIon Of CandIda SpecIes Isolated From Blood Cultures And InvItro SusceptIbIlItIes To AmphoterIcIn B And Fluconazole
Fungal kan dolaşımı enfeksiyonları, immün yetmezlikli hastalarda mortalite ve morbiditenin önde gelen nedenlerinden birisidir. İnvazif kandidiyazise neden olan türler arasında Candida albicans halen en sık görülen patojen olmakla beraber diğer Candida türlerinin de oranı artmaktadır. Bu çalışmada kan kültürlerinden izole edilen Candida türlerinin tanımlanması ve bunların amfoterisin B ve flukonazole duyarlılıklarının araştırılması amaçlandı. Temmuz 2009–2011 tarihleri arasında 97 hastanın kan kültüründen izole edilen Candida türleri çalışmaya alındı. İzolatların tanımlanmasında, germ tüp testi, mısır unu-Tween 80 agar besiyerindeki morfolojik görünümleri ve API 20C AUX (Biomerieux, Fransa) sistemi kullanıldı. C. albicans en çok (% 68) izole edilen tür olup bunu C. parapsilosis (% 14.5) ve C. glabrata (% 9.3) izledi. Amfoterisin B, flukonazol duyarlılıkları ve Minimum İnhibitör Konsantrasyon (MİK) değerleri E-test ( AB Biodisk, İsveç) yöntemiyle yapıldı. İzole edilen tüm Candida suşları amfoterisin B’ye duyarlı bulundu. Flukonazole dirençli bir ve doza bağlı duyarlı altı C. glabrata suşu dışındaki hiçbir Candida suşunda flukonazole direnç saptanmadı.
Fungal bloodstream infections are a leading cause of morbidity and mortalite in the immunosuppressed patients. While Candida albicans remains the predominant pathogen, the proportion of invasive candidiasis caused by other species of Candida continues to increase. In this study the identification of the Candida species isolated from blood cultures and investigation of their susceptibilities against amphotericin B and fluconazole was aimed. Candida strains isolated from 97 patients blood cultures within the time period of July 2009-2011 were included in the study. Identification of the strains, germ tube test, morphological appearance of corn meal-Tween 80 agar medium and API 20C AUX (Biomeriux, France) were used. The most common Candida form was C. albicans (68 %) followed by C. parapsilosis (14.5 %) and C. glabrata (9.3 %). Amphotericin B, fluconazole susceptibilities and Minimum Inhibitory Concentrations (MIC) values were measured with E-test method. All Candida strains were susceptible to amphotericin B. Except the flukonazole resistant one and dose-dependent susceptible six C.glabrata isolates, non of Candida isolates were resistant to fluconazole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
Gülperi Çelik, Murat Tumuklu, Ali Başcı, Ercan ok
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
EvaluatIon ArterIal StIffness In ChronIc HemodIalysIs PatIents And The Related RIsk Factors
Amaç: Arteryel sertliğin göstergelerinden olan nabız dalga hızı (NDH) ve artırma göstergesi (AG), vasküler hasarın şiddetini belirlemede kullanılan invaziv olmayan yöntemlerdir. Geniş hasta sayısı içeren bu çalışmada, kronik HD hastalarında NDH ve AG değerlendirilerek, ilişkili olduğu risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem: Kronik HD programında olan toplam 881 hasta (%44’ü kadın) çalışmaya dahil edildi. Hastaların NDH ve AG ölçümleri nabız dalga analizi cihazı (Sphygmocor) kullanılarak, tek operatör tarafından yapıldı. NDH analizi karotid-radyal mesafeden ölçüldü. Aortik AG radyal arterden derive edilen aortik nabız dalga formlarından elde edildi. Tüm hastaların ekokardiyografi ile sol ventrikül geometrisi ve bioimpedens cihazıyla volüm durumu değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun ortalama NDH değeri 10.0 ±2.5 m/s, ortalama AG % 27±11 idi. AG’nin kalp hızı ile düzeltilmiş şekli olan AG -KH75 ise %29±11 olarak saptandı. NDH hastaların %29’da, AG ise %67’de sınır değerin üstünde bulundu. AG ve NDH arasında pozitif ilişki saptandı. AG yüksek ve normal olan hastalar karşılaştırıldığında; AG yüksek olan grupta, albumin değerleri daha düşük, ortalama kan basıncı değerleri, kardiyotorasik oranları (KTO) daha yüksek ve ejeksiyon süreleri daha uzun saptandı. AG boy ve kilo negatif ilişkili idi. AG 75 kilo ve boy ile negatif ilişkiliydi. AG 75 yüksek olanlarda, sol ventrikül hipertrofili (LVH ) hasta oranı daha çoktu. NDH değeri yüksek olan grupta erkek hasta oranı ve ortalama kan basıncı değerleri yüksek bulundu. Alt grup analizinde (n:408 hasta) NDH değeri ≥ 11. 5 m/sn olan grupta, < 8. 5 m/sn olana göre belirgin artmış interdiyalitik ağırlık artışı vardı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında, NDH ve AG gibi damar sertliğinin göstergesi olabilecek ölçümler, ortalama arter kan basıncı, kardiyotorasik oran, hipoalbuminemi, interdiyalitik ağırlık artışı ile ilişkiliydi. Bu parametrelerin kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile ilişkisi hemodiyaliz hasta topluluğumuzun takipleri sırasında açıklık kazacağını düşünüyoruz.
Aim: Pulse wave velocity (PWV) and augmentation index (AI) are indicators of arterial stiffness and non invasive methods of detecting the severity of vascular injury. This study included large sample size and evaluated PWV and AI in chronic hemodialysis (HD) patients to detect the related risk factors. Method: 881 patients on chronic HD program (44% females) were included in this study. PWV and AI of the patients measured by single operator using pulse wave analysis device (Sphygmocor). Pulse wave was measured from carotid-radial distance. Aortic AI was obtained from aortic pulse wave forms derived from radial artery .for all patients, left ventricular geometry was evaluated by echocardiography and volume status was evaluated by bioimpedence device. Results: The average PWV in patient group was 10.0± 2.5 m/s, average AI was 27±11%. AI -HR75, the heart rate corrected form at 75 beat/minute of AI was found to be 29±11%. PWV and AI were found above limit value in 29% and 67% of the patients respectively. A positive relation was found between PWV and AI. when patients with high and normal AI were compared, albumin values were lower while average blood pressure values, cardiothoracic ratio(CTR) were higher and ejection time longer in patients with high AI. AI had a negative relation with height and weight. AI 75 was also negatively related to height and weight. In patients with high AI75 Araştırma Yazısı 151 more patients had left ventricular hypertrofy (LVH). Male patients percentage and average blood pressure was higher in patients with high PWV. In the analysis of PWV of the subgroup (n:408 patients), evident interdialytic weight increase was present in the group with PWV of ≥ 11.5 m/ sc compared to the group of < 8.5 m/sc. Conclusion: measures that can be used to evaluate vascular stiffness like PWV and AI are related to average arterial blood pressure, cardiothoracic ratio, hypoalbuminemia, interdialytic weight increase. We think that the relation between these parameters and cardiovascular morbidity and mortality will become clear in the follow up of our hemodialysis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 Enfeksiyonu İle İlişkili Yetişkinlerde Multisistemik İnflamatuar Sendrom (mıs-A); Literatür İncelemesi
Duygu İlke Yıldırım
Derleme
Özeti
Sars-Cov-2 Enfeksiyonu İle İlişkili Yetişkinlerde Multisistemik İnflamatuar Sendrom (mıs-A); Literatür İncelemesi
Adult MultIsystem Inflammatory Syndrome (mıs-A) AssocIated WIth Sars-Cov-2 InfectIon; LIterature RevIew
SARS-CoV-2’nin tanımlanmasından bu yana COVID-19 hastalığı sonrası çocuklarda ortaya çıkan ve
Kawasaki hastalığını taklit eden multisistem inflamatuar bir sendrom (MIS-C) İngiltere’de Nisan 2020’de
bildirilir iken, yetişkinlerde ortaya çıkan COVID-19 ile ilişkili multisistem inflamatuar sendrom (MIS-A)
Haziran 2020’de bildirilmiştir. MIS-A hastalarının literatürde 50 yaşına kadar olduğu bildirilmiş olup MIS-C
ile karşılaştırıldığında altta yatan bazı sağlık koşullarına sahip olma ve yakın dönemde tanımlanabilir bir
solunum yolu hastalığı geçirmiş olma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan MIS-A hastaları ile MIS-C
hastaları örtüşen birçok klinik özelliğe sahiptir fakat MIS-A’da kardiyak disfonksiyonun ciddiyeti, tromboz
insidansı ve MIS-A mortalitesi daha yüksek olabilir. MIS-C/A’da nötrofili, lenfopeni ve trombositopeninin
yaygın olarak bulunduğu açık olmakla beraber bu özellikler troponin ve BNP/NT-proBNP’deki yükselmelerle
birlikte hastalık aktivitesinin ölçüleri olarak kabul edilmişti r.
Since the identification of SARS-CoV-2, a multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) that appears in
children after COVID-19 disease and mimics Kawasaki disease was reported in the UK in April 2020,
while it is associated with Covid-19 in adults. Multisystem inflammatory syndrome (MIS-A) was reported
in June 2020. MIS-A patients have been reported to be up to 50 years of age in the literature and are more
likely to have some underlying health condition and have recently had an identifiable respiratory disease
compared to MIS-C. On the other hand, MIS-A patients and MIS-C patients have many overlapping clinical
features, but the severity of cardiac dysfunction, incidence of thrombosis, and MIS-A mortality may be
higher in MIS-A. While it is clear that neutrophilia, lymphopenia, and thrombocytopenia are common in
MIS-C/A, these features, together with elevations in troponin and BNP/NT-proBNP, have been considered
measures of disease activity .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Recurrent ThrombotIc ThrombocytopenIc Purpura In Pregnancy
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), hemolitik anemi ve trombositopeni ile karakterize olup klinik tabloya sıklıkla ateş, nörolojik bulgular ve böbrek yetmezliğinin eşlik ettiği gebelikte görüldüğünde ise ciddi ve mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Gebeliğin bazı hastalıkları ile karışabilmektedir. Erken tanı konulması maternal ve fetal sağlık açısından son derece önemlidir. Biz bu makalemizde kliniğimize kontrol amaçlı başvuran, 23 yaşında ve 23 haftalık intrauterin ex gebeliği saptanan, 2 yıl önce ilk gebeliğinin de 19 haftalık iken intrauterin ex olup sonlandırıldığı öğrenilen ve her iki gebeliğinde de TTP tanısı alan bir olguyu sunduk.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a clinical condition characterized by hemolytic anemia and thrombocytopenia. The condition is usually associated with fever, neurological findings and renal failure. When it occurs in pregnancy, it is a serious disease with high mortality rate. It may become confused with some diseases of pregnancy. Early diagnosis is very important for maternal and fetal health. In our article we present 23 years old patient with 23 weeks intrauterine dead fetus presented to our clinic for control. She had her first pregnancy before 2 years and it was terminated on the 19th week because of intrauterine death. She had the diagnosis of TTP in her both pregnancies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dermatologic Emergencies
Selami Aykut Temiz, İlkay Özer, Arzu Ataseven
Derleme
Özeti
Dermatologic Emergencies
DermatologIc EmergencIes
Acil tıbbi durumlar, hızlı karar vermeyi ve bu kararları mortalite ve morbiditeyi önlemek için hızla uygulamayı gerektirir. Dermatolojik acil durumlar, öncelikle primer deri kaynaklı hastalıklar veya altta yatan sistemik hastalıklar ve enfeksiyonlar ile ilişkili hastalıklar olarak ortaya çıkabilir. Dermatolojik acil durumlar, diğer tıp dallarından daha nadir olmakla birlikte, yaşamı tehdit eden, yüksek mortalite oranına sahip, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen ve büyük oranda hastaneye yatış ya da yoğun bakım ünitesine yatışa ihtiyaç duyan, olası bir tıbbi tedaviyi hemen vermeyi gerektiren vakaları içermektedir.
Ürtiker-anjiyoödem, stevens-johnson sendromu, toksik epidermal nekroliz, toksik şok sendromu, eritrodermi, gebeliğin pruritik ürtikeryal papül ve plakları, otoimmün büllöz hastalıklar, akut graft versus host hastalığı, haşlanmış deri sendromu ve nekrotizan sellülit gibi mortalite ve morbiditeye neden olan hastalıklar dermatolojik acil durumlar olarak bilinir. Dermatolojik acil durumları saptamak; acil tıbbi müdahale sağlamak, mortalite ve morbidite insidansını azaltmak ve dermatolojik acil olmayan durumlarda da gereksiz konsültasyon, tedavi, para ve zaman kaybını önlemek için önemlidir.
Dermatolojik acil durumları, etiyopatogenez, klinik, ayırıcı tanı ve tedavi başlıkları altında inceledik, dermatoloji ve dermatoloji dışı hekimlere pratik yaklaşımları derledik.
Emergency medical conditions involve rapid decision making and applying these decisions to prevent mortality and morbidity. Dermatologic emergencies may primarily occur in association with skin-involved diseases, and underlying systemic diseases or infections, as well. Dermatologic emergencies are uncommon than other branches of medicine; however, it involves the cases of potentially life-threatening, having high mortality rate, negatively effecting the quality of life on highest degrees, and requiring hospitalization or intensive care units, if possible, to give a convenient medical treatment immediately.
The diseases causing mortality and morbidity, such as Urticaria-angioedema, Stevens-Johnson syndrome, toxic epidermal necrolysis, toxic shock syndrome, erythroderma, pruritic urticarial papules and plaques of pregnancy (PUPPP), autoimmune bullous diseases, acute graft versus host disease, scalded skin syndrome and necrotizing cellulitis, are known as dermatologic emergencies. Determining the dermatologic emergencies and providing an immediate medical response decreases the incidence of mortality and morbidity, and they are important to prevent unnecessary examinations, treatment, money and time loss for the consultation of conditions even they are not real dermatologic emergencies.
We examined the dermatologic emergencies under the titles of etiopathogenesis, clinics, differential diagnosis and treatment, and we edited practical approaches for dermatology and non-dermatology physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Sami Ceran, Mustafa Çalık, Şebnem Yosunkaya
Olgu sunumu
Özeti
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MedIastInoscopy Cases Tor Three Years ExperIence
Giderek yaygınlaşan mediastinoskopi akciğer kanserinin evrelenderilmesinde, mediastenin primer ve sekonder patolojilerin tanısında invaziv girişimlerden biri Haline gelmiştir. Preoperatif evrelemede duyarlılığının % 75 ‘ten fazla , tanıya ulaşma oranının % 90’ın üzerinde olduğu bildirilmektedir.Bu araştırmada Ocak 1999 ve Aralık 2002 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi kliniğinde yatan toplam 24 olgunun hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Vakalarımızın 17’si ( % 70) erkek, 7’si (% 30) kadındı. Yaşlan 24 ile 77 arasında olup ortalama yaş 57, operasyon süreleri 30- 60 dakika idi. Evrelendirme amacıyla medi astinoskopi yapılan 8 akciğer Ca dan üçünde N2 ve N3 hastalık tespit edilmesi üzerine inoperabıl kabul edil di. Tanı amacıyla mediastinoskopi yapılan 16 vakadan 5’inde ( % 32) sarkoidoz , 4’ünde ( % 25) küçük hücre dışı akciğer Ca , 4 ‘ünde ( % 25) tüberküloz, 1 'inde ( %6) lenfoma ve 2 vakada ( %12) akciğer fibrozisi ve reaktif lenf nodu tespit edildi. Hiçbir vakamızda morbidite ve mortalite ile karşılaşılmadı. Mediastinoskopinin mediastinal hastalıkların tanısında ve akciğer kanserlerinin evrelemesinde etkili ve güvenli bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.
Mediastinoscopy is a widely used technique in the diagnosis of staging of lung cancer and primary and secondary mediastinal disease. İt was reported that mediastinoscopy was greater than sensitivity of %75 and specificity of % 90. We retrospectively revievved 24 mediastinoscopy performed in our clinic betvveen January 1999 and December 2002. There were 17 men and 7 women aged from 24 to 77 (mean age 57 years ) and the duration of operation was 30- 60 minutes. Eight patients had mediastinoscopy for the staging of lung cancer and sixteen patients for diagnosis of mediastinal mass. İn 3 of 8 patients N2 and N3 disease was identified. İt was suggested that these patients were inoperable. İn six- teen patients with mediastinal disease, sarcoidosis was diagnosed in 5 patients, non small celi lung cancer in 4 patients, tuberculosis in 4 patients, lymphoma in one patient, lung fibrosis and reactive lymph nodes in two patients. There were no complications and mortality in our cases. We conclude that mediastinoscopy is highly effective and safe procedure in the diagnosis of mediastinal diseases and staging of the lung cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventilatör İlişkili Pnömoniden Korunma
Alper Yosunkaya
Derleme
Özeti
Ventilatör İlişkili Pnömoniden Korunma
PreventIon Of VentIlator-AssocIated PneumonIa
Ventilatör ilişkili pnömoni (VİP) yoğun bakım ünitelerinde en sık görülen hastane kaynaklı enfeksiyondur ve VİP gelişen hastaların mortalite oranını, hastanede kalış süresini ve hastane maliyetlerini artırarak hastalığın seyrini komplike hale getirir. Bu nedenle VİP’in önlenmesi klinik olarak hastanın sonuçlarını ve hastane maliyetini iyileştirebildiği için yoğun bakım klinik pratiğinde en önemli konulardan biridir. Ventilatör ilişkili pnömoninin önlenmesi ile ilgili literatürde tartışılmış çok sayıda strateji vardır. Bu önleyici stratejiler konusunu hedefleyen çalışmaların sayısı bu yüzyılın başından beri önemli ölçüde artmıştır. Ancak ventilatör ilişkili pnömoniyi önlemek için geliştirilen bu stratejiler hakkında oldukça fazla tartışma vardır. Ventilatör ilişkili pnömoniyi önlemek için alınması gereken önlemler, esas olarak orofaringeal veya gastrik kolonizasyonu azaltmak ve kontamine olmuş hava yolu ve sindirim kanalı sekresyonlarının aspirasyonundan kaçınmayı amaçlar. Bu derleme günümüzde VİP’in önlenmesi için kullanılan non-farmakolojik ve farmakolojik önlemleri özetlemeyi amaçlamıştır. Biz önlem almanın tedaviden daha iyi olduğuna inanıyoruz.
Ventilator-associated pneumonia (VAP) is the most frequent nosocomial infection in the ICU, and it complicates illness course by increasing mortality rate, hospital length of stay, and costs for patients who acquire it. Therefore, the prevention of VAP is a major issue in ICU clinical practice since it may help improve clinical outcome and reduce costs.. There are numerous strategies discussed in literature in relation to the prevention of VAP The numbers of studies targeting many areas of preventative strategies have significantly increased since the turn of this century. On the other hand, these strategies for ventilator-assisted pneumonia remain highly controversial. Preventive measures of VAP are mainly aimed to reduce oropharyngeal or gastric colonization, and to avoid aspiration of contaminated aerodigestive tract secretions. This review aims to summarize the nonpharmacologic and pharmacologic measures for prevention of VAP. We belive that prevention is better than cure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Ameliyatlarında Nervus Laryngeus Rekurrens Ve Dığer Tiroidektomi Komplikasyonları
Şükrü Bülent Özer, Şakir Tavlı, Mikdat Bozer, Adnan Kaynak
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Ameliyatlarında Nervus Laryngeus Rekurrens Ve Dığer Tiroidektomi Komplikasyonları
The Recurrent Laryngeal Nerve In ThyroId O PeratIons And Other ComplIcatIons Of ThyroIdectomy
Bu makalede tiroid ameliyat: yapılan ve 621'i kadın, 71'i erkek olan 692 vakabildirilmiştir. Hasta-ların 19 unda nodül çıkarılması, 532'sinde subtotal çıkarma (157 bir taraflı 375 iki taraflı), 141'inde to-tal çıkarma (30 bir taraflı, 96 bir taraf tela! + karşıtaraf subtotal, 15 iki taraflı) uygulanmıştır. Postoperatif mortalite oranı %0.0 dır. 692 hastanın 292'sinde 508 sinir disseksiyonu yapılmış ve 276 kez nervus laringeus recurrens ve ar-teria tiroidea inferior ilişkisi ortaya konmuştur. Sinir-arter disseksiyonu yapılan 292 hastanın sa-dece birinde geçici hipoparatiroldizm görülmüştür. Zorunlu olmadıkça inferior tiroid arterin trunkusu iki taraflı baglanmamalı, arterin dalları paratiroidlerin ilerisinde baglanırsa karşı tarafta baglanmamasına dikkat edilmelidir.
In this article, 692 patients in whom thyroid op-erations were made have been reported. Of these cas-es, 621 were female and 71 mal e. Enucleation was petformed in 19 patients, subtotal excision in 532 cases (157 unilateral, 375 bilateral) and total exci-sion in 141 patients (30 unilateral, 96 total on one side+subtotal on the other side, 15 bilateral). The postoperative mortality rate was %0.0. 508 nerve dissections were carried out in 292 of 692 pa-tients and the relations of the recurrent laryngeal nerves to the inferior thyroid arteries were found in 276 dissection. Only one transient hypoparatiroidism was found in one of 292 patients in whom nerve and artery dis-section were peıformed. Bilateral ligation of the trunk of the inferior thy-roid artery must not be carried out ıf it is not neces-sary, the branches of this vessel should be ligated be-yond the parathyroid glands. If the trunk of the artery is ligated on one side for hemorrhage atention is paid not to ligate it on the other side.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polisiteminin Nadir Bir Nedeni: İdiyopatik Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon
Asiye Kanbay, Hakan Büyükoğlan, Nezihe Özdoğan, Fatma Sema Oymak, Mehmet Güngör Kaya, İnci Gülmez, Ramazan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Polisiteminin Nadir Bir Nedeni: İdiyopatik Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon
A Rare Cause Of PolycythemIa: IdIopathIc Pulmonary ArterIal HypertensIon
İdiyopatik pulmoner arteriyel hipertansiyon (İPAH), yıllık insidansı 1-2/milyon olan oldukça nadir görülen, tedavi edilmediğinde hızlı bir seyirle sağ kalp yetmezliği ve ölüme kadar giden morbidite ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Klinik bulgular tüm pulmoner hipertansiyon tiplerinde olabileceği gibi siyanoz, polisitemi ve sağ kalp yetmezliği belirtileri ile seyredebilir. Mortalitenin yüksek olması, hastalığın seyrinden ve tanının sıklıkla geç evrede konmasından kaynaklanmaktadır. Bu vakayı, özellikle genç yaşta olan olgularda polisitemi etyolojisi araştırılırken nadir görülen İPAH hastalığına dikkat çekmek için sunduk.
Idiopathic pulmonary arterial hypertension (IPAH) with an incidence of 1-2/million per-year. IPAH is a term used to define a variety of progressive conditions that have in common, increased pulmonary vascular resistance leading to right heart failure and death. Pulmonary arterial hypertension is presented with cyanosis, polyctemia and right heart failure. Increased prevelance of mortality is due to progression and late diagnosis of the disease. We present this case to alert physicians to keep in mind rare but serious disease IPAH in the differential diagnosis of polyctemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde Evlilik Çağındaki Kadınlarda Rubella
ıgg Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
Şerife Yüksekkaya, Hatice Türk Dağı, Fatma Kalem
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde Evlilik Çağındaki Kadınlarda Rubella
ıgg Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Rubella Igg PosItIvIty Of MarrIage-Age Women
Kızamıkçık (rubella) çocuk ve erişkinlerde döküntü, ateş ve
lenfadenopati ile seyreden viral bir hastalıktır. Çocukluk döneminde
hafif semptomlarla geçirilen bu hastalık, virüsün gebelik sırasında
fetusa geçmesi ile konjenital kızamıkçık sendromuna yol açmakta ve
birçok anomaliye neden olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, evlilik
çağındaki kadınlarda rubella seroprevalansının belirlenmesidir.
Bu çalışmada, evlilik öncesi testlerini yaptırmak üzere birinci
basamak sağlık kuruluşlarına başvuran evlilik çağındaki kadınların
serumlarında rubella IgG antikorları prospektif olarak araştırılmıştır.
Electrochemiluminescence immunoassay yöntemi ile üretici firmanın
(Cobas, Roche, Almanya) önerileri doğrultusunda çalışılmıştır. Evlilik
çağındaki 18- 25 yaş arasında 963 kadın çalışmaya alınmıştır. Rubella
IgG antikorları 963 kadının 929’unda (%96.5) pozitif, 34’ünde (%3.5)
negatif olarak saptanmıştır. Konya’da kızamıkçık seroprevalansının
yüksek olduğu tespit edilmiştir. Enfeksiyonu geçiren kişilerde oluşan
bağışıklık ömür boyu sürmektedir. Enfeksiyonu geçirmemiş ve
aşılanmamış doğurganlık çağındaki kadınlar risk altındadır. Evlilik
öncesi testleri yaptırmak üzere başvuran kadınların aşılanması
ile konjenital kızamıkçık sendromuna bağlı mortalite ve morbidite
azaltılabilir.
German measles (rubella) is a viral disease characterized by
rash, fever and lymphadenopathy in children and adults. This disease
is passed with mild symptoms in childhood, if the virus passes to
the fetus during pregnancy, it leads to congenital rubella syndrome
and can lead to many anomalies. The purpose of this study was to
determine the seroprevalence of rubella IgG antibodies in women of
marriage-age. In this study, Rubella IgG antibodies were investigated
in the serum of marriage-age women who had attended to step one
health care provider for premarital tests, prospectively. Tests were
performed by Electrochemiluminescence immunoassay (Cobas,
Roche, Almanya) according to the manufacturer’s recommendations.
963 women who were between18-25 years old in marriage age were
included in this study. Rubella IgG antibodies were positive in 929
(96.5%) and were negative in 34(3.5%) of them.The seroprevalence
of rubella have been found to be high in Konya. Immunity continues
during lifetime in individuals who suffered from infection but women
in marriage age who had not been infected and unvaccinated are at
risk. Vaccination of women attended for premarital tests may reduce
morbidity and mortality associated with congenital rubella syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Karbonmonoksit Zehirlenmelerinde Trombosit İndekslerinin Prognostik Önemi
Fatih Akın, Alaaddin Yorulmaz, Abdullah Yazar, Esra Türe, Tarık Acar, Birsen Ertekin, Esma Erdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Karbonmonoksit Zehirlenmelerinde Trombosit İndekslerinin Prognostik Önemi
PrognostIc Importance Of Thrombocyte IndIces In ChIldren WIth Carbon MonoxIde PoIsonIng
\r\n Amaç: Karbonmonoksit zehirlenmesi, tüm dünyada hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Trombosit fonksiyonlarının karbonmonoksit zehirlenmesindeki rolü net olmamakla birlikte, trombosit aktivasyon ve agregasyonunun arttığı bildirilmiştir. Karbonmonoksit zehirlenmesinde, endotel hasarına bağlı artan trombotik eğilim, artmış trombosit yapışması ve fibrinolitik yoldadeğişiklikler ortaya çıkar. Çalışmamızın amacı trombosit indekslerinin karbonmonoksit zehirlenmesi olan çocuklarda klinik yarar sağlayıp sağlamadığını belirlemektir.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi ve Konya Beyhekim Devlet Hastanesi Çocuk Acil Servislerine başvuran karbonmonoksit zehirlenmesi tanılı çocukların kayıtlarını retrospektif olarak gözden geçirdik. Çalışmaya karbonmonoksit zehirlenmesi olan 92 çocuk ve 62 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı kontrol dahil edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: CO zehirlenmesi olan hastalarda ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri anlamlı olarak yüksek iken (9,34 ± 0,55 vs 9,78 ± 0,97fL, p = 0,001; 11,46 ± 2,64 vs 10,57) ± 1,41, sırasıyla, p = 0.007), trombosit sayısı ve plateletrit (324,05 ± 82,07 vs 357,27 ± 89,70 x109 p = 0,015; 0,31 ± 0,06 vs 0, 33 ± 0,07, sırasıyla, p = 0.039) anlamlı olarak daha düşüktü. Ortalama trombosit hacmi seviyeleri ise karboksi hemoglobin düzeyi 20'den yüksek olan hastalarda, karboksi hemoglobin seviyeleri 20-20 arasında olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Sonuç: Sonuçlarımız karbonmonoksit zehirlenmesi olan hastalarda trombosit indekslerinden ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliğinin belirgin şekilde yükseldiğini trombosit sayısı ve plateletritin azaldığını gösterdi. Trombosit aktivasyonu ve fonksiyonundaki değişiklikleri yansıtan ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri, karbonmonoksit zehirlenmesi sırasında özellikle tromboembolik komplikasyonların gelişimini öngörebilir. Ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri karbonmonoksit zehirlenmesinin prognostik tahmininde yararlı olabilir
\r\n
\r\n Prognostic importance of thrombocyte indices in children with carbon monoxide poisoning
\r\n
\r\n Abstract
\r\n
\r\n Objective: Carbon monoxide (CO) poisoning is still being a major cause of morbidity and mortality all over the world. Although the role of platelet functions in CO poisoning is not clear, increased platelet activation and aggregation had been reported previously. Increased thrombotic tendency due to endothelial damage, increased platelet stickiness, and alterations in the fibrinolytic pathway occurs in CO poisoning. The aim of our study was to determine whether platelet indices provide clinical benefit or not in children with CO poisoning.
\r\n
\r\n Materials and Methods: We retrospectively reviwed the records of children with the diagnosis of CO poisoning who admitted to the pediatric emergency departments of Konya Beyhekim State Hospital and Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty. A total of 92 children with CO poisoning and 62 age- and gender-matched healthy controls were included in the study.
\r\n
\r\n Results: While mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) levels were significantly higher (9,34±0,55 vs 9,78±0,97fL, p=0.001 ; 11,46±2,64 vs 10,57±1,41, retrospectively, p=0.007), platelet count and plateletcrit (PCT) (324,05±82,07 vs 357,27±89,70 x109 p=0.015 ; 0,31±0,06 vs 0,33±0,07, retrospectively, p=0.039) were significantly lower in patients with CO poisoning. MPV levels were also significantly higher in patients with a carboxy hemoglobin (COHb) level higher than 20, when compared with COHb levels between 10-20 (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Conclusion: Our results showed that platelet indices MPV and PDW are markedly elevated in patients with CO poisoning while platelet count and PCT were decreased. MPV and PDW levels, which reflect the changes in platelet activation and function, may predict the development of especially thromboembolic complications in the course of CO poisoning. MPV and PDW levels may be useful in prognostic estimation of CO poisoning.
\r\n
\r\n Keywords: carbon monoxide; children; platelet indices; poisoning
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
Erdal Yılmaz, Saadet Akarsu, Yaşar Doğan, M. Kaya Gürgöze, A. Denizmen Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
BabIes WIth Low BIrth VveIght (sga) And TheIr Problems
Düşük doğum tartılı (SGA) bebekler için risk faktörleri ve takipte karşılaşılan sorunlar gözden geçirildi. Kliniğimizde izlenen 108 SGA’lı bebek değerlendirildi. Olguların 52’si (%48.2) erkek, 56’sı (%51.8) kızdı. Bebeklerin %40.7’si prematüre olup, diğerleri term bebekti. Hastaların %53.7’si şehir merkezinden müracaat edenlerdi. Düşük sosyoekonomik seviye, anne yaşının 18’in altında olması ve preeklampsi en sık gözlenen risk faktörleriydi. Bu bebeklerin takibi sırasında en çok karşılaşılan sorunlar enfeksiyon (%32.4), asfiksi (%25.9), hipoglisemi (%21.3) ve polistemiydi (%19.4). Mortalitenin önde gelen nedenleri olarak enfeksiyon, konjenital anomali ve asfiksi saptandı.
Risk factors and encountered problems during follow-up in babies with low birth weight (SGA) were investigated. 108 babies with SGA and who were follovved by our pediatrics department vvere evaluated. 52cases vvere male (48.2%) and 56 cases vvere female (51.8%) .40.7% of ali cases vvere prematüre and others (59.3%) vvere term babies. 53.7% of ali cases vvere applied from the city çenter. Low socioeconomic level, mother’s age lovver than 18 years, and preeclampsia vvere the most freguent risk factors. Infections (32.4%) , asphyxia (25.9%), hypoglysemia (21.3%) and polycythemia (19.4%) vvere the freguent problems. Important causes for mortality vvere infections, congenital abnormalities, and asphxy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreas Yaralanmaları
Rahmi Kaya, Adnan Özpek, İsmail Kabak, Süleyman Kalcan, Koray Koşmaz, Orhan Alimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pankreas Yaralanmaları
PancreatIc InjurIes
Bu çalışmada kliniğimizde künt travmaya bağlı gelişen pankreas
yaralanmalı olgularımızın tedavi ve takip sonuçlarını irdelemeyi
amaçladık. Pankreas yaralanmalarının büyük kısmı eksternal
drenajla tedavi edilebilen düşük dereceli yaralanmalardır. Pankreas
yaralanmalarının teşhisinde, Bilgisayarlı Tomografi %80 lik tanı
hassasiyetiyle en iyi yöntemdir. Pankreas yaralanmalarında, ana
pankreatik kanalın hasarlanmış olması mortalite ve morbiditeyi
artırmaktadır. Bu makalede, Nisan 2009 ve Aralık 2011 tarihleri
arasında kliniğimize yatırarak tedavi ettiğimiz künt travmaya bağlı
izole pankreas yaralanması bulunan ve hemodinamileri stabil 4 hasta
analiz edildi. Hastaların 3’ü erkek, 1’i kadın, yaş ortalaması 22 (17-
28) idi. Bunların 2’si opere edilirken, 2 hastaya non-operatif takip ve
tedavi uygulandı. Opere edilen hastalarda pankreas fistülü gelişirken,
non-operatif takip edilen hastalar herhangi bir komplikasyon
gelişmeden taburcu edildiler. Eksternal drenaj ve konservatif tedavi
düşük grade pankreas yaralanmalarında etkin tedavi yöntemleridir.
Most pancreatic injuries are minor and can be treated by external
drainage. CT represents the best noninvasive diagnostic method for
the detection of pancreatic injury, with sensitivity and accuracy of
at least 80%. Morbidity and mortality rates for isolated pancreatic
trauma are directly related to the presence of damage at the
pancreatic duct. This article is based on 4 patients who have applied
to our Department of General Surgery in Ümraniye Training and
Research Hospital between April 2009 and December 2011. Three of
the patients were men, and one of them was woman. The average age
of the patients was 22 (17-28). Two of them have undergone surgery
and drainage. Two patients have been treated with conservative
treatment. Pancreatic fistula was seen in two patients. External
drainage and conservative treatment are effective treatments for the
low grade pancreatic injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Mücahit Demirtaş, Bülent Oran, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results In VentrIcular Septal Defects
Ventriküler septal defektlerin (VSD) tamirinden sonra cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde 2001 – 2009 yılları arasında 92 hasta VSD tanısıyla operasyona alındı. 27 (% 29.3) hastada pulmoner hipertansiyon, 10 (% 10.8) hastada patent ductus arteriozus, 7 (% 7.6) hastada Down sendromu , 5 (% 5.4) hastada ise aort yetmezliği mevcuttu. Kardiyak tamirlerde defekt tek tek sütürler kullanılarak Dacron yama ile kapatıldı. Cerrahiden sonra erken mortalite 5 (% 5.4) hastada gelişti. 65 hastada ortalama 6.1 yıl süreyle asemptomatik olarak takip edildiler. Rezidü VSD 3 hastada görüldü ve 1 hastaya tekrar cerrahi gereksinim oluştu. Komplet atrioventriküler blok görülmedi. Triküspit ve aort kapaktaki 1˚- 2˚ yetmezlikler takibe alındı. Orta Anadolu’da yeni bir merkez olarak, VSD operasyonlarını daha düşük mortalite ve morbidite ile gerçekleştirmeyi ümit ediyoruz.
The aim of this study is to report our surgical results in ventricular septal defects. Between 2001 and 2009, 92 patients with ventricular septal defect underwent surgical correction in our center were included in this study. Additional cardiac defects were pulmonary hypertension in 27 (29.3 %) patients, patent ductus arteriozus in 10 (10.8 %) patients, Down Syndrom in 7 (7.6 %) patients, and aortic regurtation 5 (5.4 %) patients. Defects were closed with Dacron patch using separately sutures. Early mortality was developed in 5 (5.4 %) patients. 65 patients were followed for 6.1 years. Residual VSD was detected in 3 patients and one of them underwent secondary operation. There was no complet atrioventriculary block. 1˚- 2˚ degree aortic and tricuspit regurtation were not operated and included in our follow up programme. We hope to perform surgery for ventricular septal defect with low mortality and morbidity as a new Middle Anatolian center.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perikardiyal Efüzyon Tedavisinde Subksifoidal Tüp Drenajı
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Musa Ağrış, Nihan Kayalar, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Perikardiyal Efüzyon Tedavisinde Subksifoidal Tüp Drenajı
SubxIphoId Tube DraInage In PerIcardIal EffusIon Treatment
Bu çalışmada perikardiyal efüzyon hastalarında subksifoidal perikardiyal tüp drenajı tekniğinin sonuçları değerlendirildi. Ocak 2007 ile Aralık 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 39 perikardiyal efüzyonlu hasta, subksifoidal perikardiyal tüp drenajı tekniği ile tedavi edildi. Hastaların 16’sı kadın, 23’ü erkek ve yaşları 17-83 yaş arasında idi. Prosedür tüm hastalarda lokal anestezi ve sedasyon altında gerçekleştirildi. Hiçbir hastada mortalite gözlenmedi. Ortalama drenaj miktarı 1050 ml idi. Rekürrenefüzyon nedeniyle, 2 hastada tekrar cerrahi girişim gerekti. Perikardiya lefüzyon tedavisinde,subksifoidal perikardiyal tüp drenajı efektif ve güvenli bir yöntemdir.
Inthisstudy,theoutcomes of subxiphoid pericardial tube drainage technique were eveluated in patients with pericardial effusion. 39 patients with pericardial effusion admitted toour clinic between January 2007 - December 2010 were treated with subxiphoid pericardial tube drainag etechnique. 16 of patients were femaleand 23 were male and their ages were between 17 to 83 years. The procedure was carried out with local anesthesia and sedation in all patients. There was no mortality in any patients. Average drainag evolume was 1050 ml. Recurrent pericardial effusion requiring repeated surgical in tervention was observed in 2 patients. Subxiphoid pericardial tube drainage is a effective and safetechnique for treatment of pericardial effusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik Döneminde Gebelikle İlişkili Olmayan Akut Karın Nedenleri Ve Tedavileri
Kazım Gezginç, Tuba Korkmaz
Derleme
Özeti
Gebelik Döneminde Gebelikle İlişkili Olmayan Akut Karın Nedenleri Ve Tedavileri
The Causes And Treatment Of NonobstetrIc Acute Abdomen
ın Pregnancy
Günümüzde gebelikte akut batın hala tanısı kolay olmayan bir
durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Gebe bir kadında gebelikte
oluşan fizyolojik ve anatomik değişikliklere bağlı olarak tanı koymak
ve tedaviye karar vermek zorlaşabilir. Ayrıca tanı amaçlı yapılacak
işlemlerin fetus için riskli olması nedeniyle bazı tetiklerden kaçınılır.
Gecikmiş teşhis maternal morbitide, mortalite, fetal kayıp ve erken
doğum riskine sebep olabilir. Cerrahi müdahale gerektirebilir veya
bazı durumlarda cerrahi müdahale zararlı olabilir. Gebelikte akut
batın insidansı 500-635 olguda 1 olarak bildirilmiştir. Gebelikte
nonobstetrik akut batın nedenleri arasında akut apandisit, intestinal
obstrüksiyonlar, akut kolesistit, kolelitiazis, inflamatuar barsak
hastalıkları, peptik ülser, akut pankreatit, hepatik rüptür, intestinal
obstrüksiyon, gebeliğin akut yağlı karaciğeri ve ağır preeklampsi
sayılabilir. Tanı ve tedavide hem fetus hemde anne hayatı önem
taşır. Erken tanı ve tedavinin uygulanması hem anne hemde fetus
açısından oldukça önemlidir.
Diagnosis of acute abdomen in pregnancy is still a difficult
situation. Due to physiological and anatomical changes of a pregnant
woman during pregnancy, the diagnosis and treatment can be difficult
to decide. In addition, some of the procedures used for the diagnosis
are avoided because of risk to the fetus. Delay in the diagnosis may
cause maternal morbidity, mortality, risk of fetal loss and can cause
premature birth. Surgical intervention may be required or surgical
intervention may be harmful in some cases. The incidence of acute
abdomen in pregnancy has been reported as 1 in 500-635. Among
the causes of nonobstetric acute abdomen in pregnancy are: acute
appendicitis, intestinal obstruction, acute cholecystitis, cholelithiasis,
inflammatory bowel disease, peptic ulcer, acute pancreatitis, hepatic
rupture, intestinal obstruction, acute fatty liver of pregnancy and
severe preeclampsia. The life of the mother and fetus are important
in the diagnosis and treatment. Early diagnosis and treatment are
very important for the fetus and the mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trakea Bronşiyal Yabancı Cisim Aspirasyonlarına Güncel Yaklaşım
Mehmet Muharrem Erol, Halil Çiftçi, İsa Döngel
Derleme
Özeti
Trakea Bronşiyal Yabancı Cisim Aspirasyonlarına Güncel Yaklaşım
Current Approach For Trachea BronchIal ForeIgn Body AspIratIons
Trakeobronşiyal yabancı cisim aspirasyonu çocukluk ve erişkinlik döneminde rastlanan ve hayatı tehdit eden bir problemdir. Çocukluk çağında morbidite ve mortalitenin önemli bir sebebidir. Tekrarlayan alt solunum yolu enfeksiyonu hikâyesi olan ve tedaviye cevap vermeyen hastalarda yabancı cisim aspirasyonu altta yatan gerçek neden olabilir. Çocuklar özellikle oyuncak, madeni para, nohut, fındık, fıstık, çekirdek, kuru baklagiller ve şekerleri aspire ederler. Erişkinlerde ise daha çok gıda, kılçık, türban iğnesi, metalik cisimler ve diş protezi aspirasyonları görülür. Yabancı cisim aspirasyonu nedeniyle hava yolunda tam veya tama yakın tıkanma varsa, bu durum acilen düzetilmelidir. Çocuklarda ve erişkinlerde yabancı cismin çıkarılmasında fleksible bronkoskopinin kullanım alanı olsada, rijit bronkoskopi her zaman altın standart olarak yerini korumaktadır.
Tracheobronchial foreign body aspiration is a common and lifethreatening problem in childhood and adulthood and an important cause of childhood morbidity and mortality. Recurrent respiratory tract infections may be due to foreign body aspiration. Aspirates includes frequently; toys, coins, beans, nuts, peanut, kernel, dried legumes, and sugars in children and; food, awn, turban pins, metallic objects and dental prosthesis in the adults, respectively. If foreign body aspiration may caused to complete or nearly total occlusion, in this time the object have to be removed urgently. Although flexible bronchoscopy can be used to remove of foreign bodies in children and adults, rigid bronchoscopy remains the gold standard all the time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Hastalarında Konvelesan Plazma Tedavisinin Etkinliği
Hülya Vatansev, Mehmet Ali Karaselek, Serkan Küçüktürk, Soner Demirbaş, Özcan Çeneli, Bülent Işık, Kazım Çamlı, Celalettin Korkmaz, Şebnem Yosunkaya, Adil Zamani, Turgut Teke
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Hastalarında Konvelesan Plazma Tedavisinin Etkinliği
EffIcacy Of Convalescent Plasma Therapy In Covıd-19 PatIents
Amaç: Corona Virüs 2019 Hastalığı (COVID-19)’nda şu ana kadar spesifik antiviral ajan olmamasına
rağmen tedavi için konvelesan plazma (CP) tedavisi tedavi için kullanılmıştır. Ancak CP tedavisinin
prognoz ve mortalite üzerindeki etkinliği halen tartışma konusudur. Bu çalışmada COVID-19 hastalığında
CP tedavisinin etkinliğine ilişkin deneyimlerimizin paylaşması am açlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışma Mayıs 2020-Şubat 2021 tarihleri arasında standart tedaviye ek olarak
CP tedavisi alan 126 COVID-19 tanılı hastada gerçekleştirildi. 126 hasta ilk beş gün içinde (Grup A) ve
beş günden sonra (Grup B) CP uygulananlar olarak iki gruba ayrıldı. Bu iki gruptaki hastalar laboratuvar
parametreleri, klinik bulgular ve mortalite açısından değerlend irildi.
Bulgular: Toplam 126 hasta Grup A'da 86 hasta ve Grup B'de 40 hasta) tespit edildi. 119 (%94.4) hasta şifa
ile taburcu olurken 7 (%5,5) hasta kaybedildi. Ortalama hastane yatış süresi Grup A'da 11.4±0.7, Grup B'de
18.4±1.7 gün olarak bulundu (p<0,001). Lenfosit, PLT, fibrinojen ve CRP’nin tedaviye bağlı ana değişim
etkisi istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Ancak, iki grup D-dimer açısından karşılaştırıldığında
sonuçlar marjinal olarak anlamlıydı. Basit etki değerlendirildiğinde; Grup A’daki değişim anlamlı değilken,
Grup B’deki değişim anlamlıydı. CP tedavisine 5 gün önce veya 5 gün sonra başlanması laboratuvar
parametrelerini değiştirmedi. Ancak, D-dimer’daki değişim marjinal olarak anlamlıydı (p=0.058).
Sonuç: Çalışmamızda CP tedavisine erken başlamanın hastanede kalış süresini azalttığı ancak mortalite
ve laboratuvar parametreleri üzerine etkisinin olmadığı gösteri ldi.
Aim: Convalescent plasma (CP) therapy has been used for treatment, although it has not been Corona
Virus 2019 Disease (COVID-19) specific antiviral agent so far. However, the effectiveness of CP treatment
on prognosis and mortality is still a matter of debate. In this study, we aimed to share our experiences
about the ef fectiveness of CP treatment in COVID-19.
Materials and Methods: The study was conducted in 126 patients diagnosed with COVID-19 who received
CP treatment in addition to standard treatment between May 2020 and February 2021. 126 patients were
divided into two groups as those who underwent SP within the first five days (Group A) and after five days
(Group B). The patients in these two groups were evaluated in terms of laboratory parameters, clinical
and mortality.
Results: A total of 126 patients were identified (86 patients in Group A and 40 patients in Group B). 119
(94.4%) patients were discharged with recovery, 7 (5.5%) patients died. The mean days of hospitalization
were found to be 11.4±0.7 in Group A and 18.4±1.7 in Group B (p<0.001). Treatment-related lymphocyte,
PLT, fibrinogen and CRP main effect of change was significant (p<0.001). However, the results were
marginally significant when the two groups were compared in terms of D-dimer. When the simple effect is
evaluated; Group A as not significant, while group B was significant. Starting CP treatment 5 days before
or 5 days later did not change the laboratory parameters. However, D-dimer was marginally significant
(p=0.058).
Conclusion: In our study, it was shown that early initiation of CP treatment reduced the hospitalization,
but had no ef fect on mortality and laboratory parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
Ömer Şatıroğlu, Mehmet Bostan, Yüksel Çiçek, Mustafa Çetin, Engin Bozkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
The RelatIonshIp Between PerIpheral Artery DIsease Prevalence And AtherosclerotIc RIsk Factors
Bu çalışmada ülkemizde periferik arter hastalığı tanısı almış hastalarda, aterosklerotik risk faktörleri ile ilişkilerini belirlemek amaçlanmıştır. Risk faktörlerinin iyi bilinmesi modifiye edilebilir olanlara karşı gerekli önlemlerin alınmasını, erken tanı ve tedaviyi mümkün kılacaktır. Klinik olarak veya ultrasonografi ile periferik arter hastalığı (PAH) tanısı almış olan hastalara alt ekstremite arterleri için periferik anjiyografi yapıldı. Hastaların yaş, cinsiyet ve ateroskleroz risk faktörleri sorgulandı. Çalışmaya alınan 408 hastanın %78.4’i erkek olup, hastaların yaş ortalaması 61.5±9.5 idi. Hastaların %58.3’ünde hipertansiyon (HT), %26.7’sinde diyabetes mellitus (DM), %15.9’unda ailede koroner arter hastalığı (KAH) öyküsü mevcuttu. Hastaların %48.2’i sigara kullanıyordu, %49.7’sinde hiperkolesterolemi vardı. Periferik alt ekstremite anjiyografisinde saptanan periferik arter hastalığı yaygınlığının derecesi ile aterosklerotik risk faktörleri arasında ilişki vardır. Risk grubundaki hastalarda morbidite ve mortaliteyi azaltmak için periferik arter hastalığı açısından dikkatli olunmalı ve erken tanı için noninvaziv testler ve gerekirse invaziv testler yapılmalıdır.
The current study aimed to determine the in our country patients diagnosed peripheral arterial disease (PAD), the relationship with the atherosclerotic risk factors. A better understanding of the risk factors will make it possible to take precautions against the modifiable risk factors, and will facilitate the early diagnosis and implementation of effective therapy. The patients who had been diagnosed with PAD either clinically or by using ultrasonography underwent peripheral angiography for the arteries of the lower extremities. The patients were evaluated in terms of age, gender, and atherosclerotic risk factors. Of the 408 patients, 78.4% were males, and the mean age was 61.5±9.5 years. The patients had the following risk factors: hypertension (HT), 58.3%; diabetes mellitus (DM), 26.7%; a family history of CAD (Coronary artery disease), 15.9%; smokers, 48.2%; hypercholesterolemia, 49.7%. The extent of PAD observed during peripheral lower extremity angiography was associated with atherosclerotic risk factors. Particular attention should be focused on the co-morbidities of PAD. Non-invasive, as well as invasive tests, should be performed when indicated to decrease morbidity and mortality in patients at risk for PAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kraniai Arteriovenöz Malformasyonlar 9 Olgunun İncelenmesi
Ertuğ Özkal, Yalçın Kocaoğullar, Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kraniai Arteriovenöz Malformasyonlar 9 Olgunun İncelenmesi
CranIal ArterIovenous MalformatIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı'nda Ekim 1991-Ekim 1999 tarihleri arasında 9 serebral arteriovenöz malformasyon (AVM) olgusu öpere edilmiştir. Serebral AVM olgularının 5'i intrakranial kanama, 2'si baş ağrısı, 2'si ilerleyici nörolojik deflsit yakınmasıyla müracaat etmişlerdi. Seride cerrahi mortalite 1/9 olarak be lirlendi. Bu olgular takdim edilerek literatür ışığında serebral AVM'lerin klinik bulguları, tanı ve tedavileri gözden geçirilmiştir.
İn this study a revievv of 9 arteriovenous malformation eases surgically treated between October 1991 and Oc- tober 1999 is presented. Of these cerebral AVM cases, 5 were presented with intracranial hemorrhages, 2 had Progressive neurologic deficit, 2 had headaches initially. Surgical mortality was 1/9 in the series. The clinical di- agnostic and therapeutic aspects of cerebral AVM' s ar e emphasized and the literatüre on this subject has been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mezenter İskeminin Prognozunun Belirlenmesinde Preoperatif Nötrofil Lenfosit Oranının Etkinliği
Kemal Deniz Ercan, Mehmet Aykut Yıldırım, Mustafa Şentürk, Mehmet Metin Belviranlı
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mezenter İskeminin Prognozunun Belirlenmesinde Preoperatif Nötrofil Lenfosit Oranının Etkinliği
PrognostIc Value Of The EffIcIency Of PreoperatIve NeutrophIl-To-Lymphocyte RatIo In Acute MesenterIc IschemIa PrognosIs
Özet
AMAÇ:
Akut mezenter iskemi (AMİ) yaşa bağlı olarak artış gösteren ve kötü prognozu olabilen, erken tanı ve tedavide morbidite ve mortalite oranları %10 iken, tanıve tedavide gecikmelerde %100’ e kadar mortal seyreden bir akut karın hastalığıdır. Bu çalışmada amacımız AMİ’nin prognozunu göstermede son zamanlarda kullanılmaya başlanan ve birçok hastalıkta prognostik faktör olarak kullanılan Nötrofil-Lenfosit Oranının (NLO) etkinliğini ortaya koymaktır.
GEREÇ–YÖNTEM
Bu çalışmada 2005 - 2013 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde opere edilen ve intraoperatif olarak mezenter iskemi tanısı konulan, sonrasında patolojik olarak tanısı doğrulanan 111 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif değerlendirilmesinde periferik kandan çalışılan hemogram sonuçları tarandı. Hastalara uygulanan cerrahi işlem, patoloji raporuna göre çıkarılan barsağın bölümü ve uzunluğu, hastanede yatış süreleri, sağ kalım oranları, ek hastalığın varlığı, beyaz küre sayısı, kreatinin ve NLO değerleri belirlendi.
BULGULAR
Hayatını kaybeden hastalarda NLO ortalaması 24.77 ±10.38, yaşayanlarda 17,6±10.65 olarak bulundu.
SONUÇ
Sonuç olarak AMİ gelişen görüntüleme yöntemlerine ve laboratuvar tetkiklerine rağmen halen yüksek mortaliteye sahiptir. Erken tanı için spesifik bir laboratuvar testi yoktur. AMİ şüphelenilen hastalarda preoperatif NLO’nın yüksek olması prognozun kötü olacağını gösterebilir.
Anahtar Kelimeler: Akut Mezenter İskemi, Nötrofil,Lenfosit,Oran
Abstract
INTRODUCTION
Acute mesenteric ischemia (AMI) is an acute abdominal disease which is age-related with possible bad prognosis; and while its morbidity and mortality rate is 10% in early diagnosis and treatment it may progress with 100% mortality when diagnosis and treatment are delayed.The aim of this study was to unearth the efficiency of neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) which has recently been started to be utilized in the prediction of AMI prognosis and used as a prognostic factor in many diseases.
MATERIALS and METHODS:
The data of a total of 111 patients, who had undergone surgical procedures and diagnosed with mesenteric ischemia intraoperatively at Necmettin Erbakan University Meram Medical School’s General Surgery Clinic between 2005 and 2013 and whose diagnoses had later on been confirmed pathologically, were retrospectively evaluated within the scope of the study.
The demographic data of all patients (age, sex) were recorded. The hemogram results of the patients, analyzed with peripheral blood, were reviewed for preoperative evaluation. The surgical procedure performed, the part and length of the resected bowel based on pathology results, the duration of hospitalization, survey, presence of comorbidity, white blood cell count, creatinine values, and NLR of the patients were determined. The data were statistically analyzed.
RESULTS:
The patients who did not survive had a mean NLR of 24.77 ±10.38, while the same ratio was found to be 17.6±10.65 for survivors. The NLO value was found to be high in cases with mortality.
CONCLUSION:
AMI still proves to have high mortality in spite of the developments in imaging techniques and laboratory analyses. There is no specific laboratory analysis for early diagnosis. High preoperative NLR in patients suspected to have AMI may indicate bad prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Kist Hidatikler
Ertuğ Özkal, Faruk Temel, Mehmet Şenyüz, Kemal Ödev, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Kist Hidatikler
SpInal HydatId Cysts
Bu makalede üç spinal kist hidatik vakası takdim edilmiştir. Hastaların tümü medulla spinalis basısı şikayetleri ile müracaat etmişlerdir. Yalnız bir vakada nüks görülmüş olup, mortalite yoktur.
Thrce cases of spinal hydatid cysts are reported. Ali the patients were admitted with symptoms of compression of the spinal cord. The patients were treated surgicall, recurrens was in only one patiant and no mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Bebeklerde Fetal Malnütrisyonun Değerlendırılmesı
Hasan Koç, Ahmet Özel, M. Mansur Tatlı, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Bebeklerde Fetal Malnütrisyonun Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of Fetal MalnutrItIon In Premature Infants
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağ-ligi ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Yenidoğan Üni-tesine, Ocak 1990-Aralık 1992 tarihleri arasında yatırılan ve gebelik yaşları kesin olarak tesbit edilen 373 prematüre bebekte, 10. persentil ve altındaki fe-tal malnüstrisyon oranı %25.4 olarak bulundu.Fetal malnütrisyonun 32. gebelik haftasından itibaren arttığı gözlendi. 95 fetal malnütrisyonlu bebeğin %66.3fünde anneye %4.2'sinde çocuğa ait sebepler gözlendi. %29.5 vakada sebep bulunamadı. Feta! malnütrisyonlu bebeklerin klinik seyirleri incelenip fetal malnütrisyonunun prematüre mortalitesi üzerine etkileri tartışıldı.
In 373 prematüre babies whose gestational ages were determined exactly, the incidence of fetal mal-nutrition chat is described as birth weight at or be-low 10th centile was found 25.4%. The rate of fetad malnutrition was increasing after 32nd week of ges-tational age. Maternal causes were determined in 66.3% of 95 patients with fetal malnutrition Feta! causes were found in 4.2% and no cause in 29.5% of cases. An obvious effect of fetal malnutrition on pre-mature mortality rates was observed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bariyatrik Cerrahi Yapılan Hastalarda Standart Doz Profilaksi Uygulaması Ve V Enöz Tromboemboli Sonuçları
Mehmet Aykut Yıldırım, Mehmet Işık
Araştırma makalesi
Özeti
Bariyatrik Cerrahi Yapılan Hastalarda Standart Doz Profilaksi Uygulaması Ve V Enöz Tromboemboli Sonuçları
Standard Dose ProphylaxIs ApplIcatIon And Venous ThromboembolIsm FIndIngs In PatIents Who Had BarIatrIc Surgery
Amaç: Obezite cerrahisindeki en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biri, derin ven trombozu (DVT)
ve pulmoner emboliyi (PE) kapsayan venöz tromboembolizm (VTE) olaylarıdır. Bu çalışmada, bariyatrik
cerrahi yapılan ve standart doz profilaksisi uygulanan hastalarda VTE sonuçlarının değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 2015-2019 yılları arasında morbid obezite nedeni ile ameliyat edilen hastalar
retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya, laparoskopik sleeve gastrektomi yapılan ve standart doz
Enoksaparin profilaksisi uygulanan olgular dahil edildi. Hastaların demografik verileri, preoperatif hazırlık
ve postoperatif antiembolik tedavi koşulları kaydedildi.
Bulgular: Laparoskopik sleeve gastrektomi yapılan 87 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 66'sı (%75,8)
kadın 21'i (%24,1) erkekti. Ortalama yaş 38,7 (18-55) idi. Ortalama hastanede kalış süresi 6,6 (3-69)
gündü. Dört hastada (%4,5) postoperatif komplikasyon gelişti. İki hastada PE, birer olguda sızıntıya bağlı
mediastinit ve kesi fıtığı meydana geldi.
Sonuç: Mevcut profilaksi yöntemlerine rağmen, VTE, obezite cerrahisi geçiren hastalarda önemli bir
morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Yüksek doz düşük molekül ağırlıklı heparin
(DMAH) kullanımı kanamaya neden olabilirken, düşük doz DMAH kullanımı ise VTE olasılığını artırmaktadır.
Bu durum, DMAH'ların bir sınırlaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Erken dönemde artırılmış doz ve
taburculuk sonrası standart doz uygulaması için yeni çalışmalar a ihtiyaç bulunmaktadır .
Aim: Venous thromboembolism (VTE) events covering deep vein thrombosis (DVT) and pulmonary
embolism (PE) constitute the most important morbidity-mortality cause in obesity surgery. The objective
of this study was to assessment of thromboembolism results in patients who underwent bariatric surgery
with standard dose prophylaxis.
Patients and Methods: The patients who were operated for morbid obesity in our clinic between 2015 and
2019 were retrospectively examined. Cases that had laparoscopic sleeve gastrectomy and were applied
standard dose Enoxaparin prophylaxis were included in the study. Demographic data, preoperative
preparation and postoperative antiembolic treatment conditions of the patients were registered.
Results: Eighty-seven patients who had laparoscopic sleeve gastrectomy were included in the study. 66
(%75,8) of the patients were female and 21 (%24,1) were male. The mean age was 38.7 (18-55). Mean
hospitalization duration was 6.6 (3-69) days. Four patients (% 4,5) had postoperative complication. PE
developed in two patients while leak-related mediastinitis and incisional hernia (%1,1) developed in one
case each.
Conclusion: Despite available prophylaxis methods, VTE constitutes an important morbidity and mortality
cause in patients who had bariatric surgery. While high-dose low-molecular weight heparin (LMWH) use
may cause bleeding, the possibility of VTE increases with using low-dose LMWH. This situation appears
as a limitation of LMWHs. New studies are needed for increased dose at early period and standard dose
application after discharge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Supratentorial Anevrizmalar
Ahmet Önder Güney, Ertuğ Özkal, Osman Acar, Onur Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Supratentorial Anevrizmalar
SupratentorIal Aneurysms
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dah’nda Mart 1987-Eylül 2002 tarihleri arasında 183 supratentorial anevrizma olgusu öpere edilmiştir. Bu çalışmamızda 183 supratentorial anevrizma olgusunun, lokalizasyon, klinik özellikleri, tedavi yöntemleri, mortalite ve morbidite oranlarının tartışılması amaçlanmıştır. Seri, literatür gözden geçirilerek sunulmuştur.
183 cases with supratentorial aneurysm were operated on in Neurosurgery Department, Selçuk University Meram Medical School betvveen March 1987 and September 2002. İn the present study we aimed to discuss 183 intracra- nial supratentorial aneurysm cases, according to their location, clinical features, treatment modalities, mortality and morbidity rates. The series were evaluated through the review of literatüre and presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Kışılerde, Glikoz Tolerans Bozukluğu Olanlarda Ve Diabetes Mellituslularda Koroner Kalp Hastaliği Rıskı
Ali Bayram, Hüseyin Kazancı, Alaaddin Avşar, Talat Tavlı, Süleyman Türk, İrfan Güner
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Kışılerde, Glikoz Tolerans Bozukluğu Olanlarda Ve Diabetes Mellituslularda Koroner Kalp Hastaliği Rıskı
The RIsk Of Coronary Heart DIsease In Normal Subjects, PatIents WIth Glucose Intolerance And DIabetes MellItus
Tip-2 diabetes mellituslu hastalardu kardiyo-vasküler morbidite ve mortalitenin yüksek olduğu bilinmektedir. Glukoz tolerans bozukluğu olanlarda hiperinsülinemi, hiperkolesterolemi, hiperırigliseri-demi, çok düşük dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyinde artış, obezite ve hipertansiyonun daha sık olduğu ve bunlara bağlı olarak koroner kalp hastalığı riskinin arttığı bildirilmiştir. Bu çalışmada; 60'ı normal, 60'1 glukoz tolerans bozukluğu olan ve 60', tip-II diabetes mellituslu top-lam 180 olgu koroner kalp hastalığı ve risk faktörleri yönünden karşılaştırıldı. Body mass indekx glukoz tolerans bozukluğu olanlarda ve diabetes mellituslularda daha yüksek bu-lundu. Sistolik ve diastolik kan basıncı değerleri glu-koz tolerans bozukluğu olanlarda ve diabetikleı-de daha yüksek idi. Açlık kan şekeri, total kolesterol ve trigliserid düzeyleri glukoz tolerans bozukluğu olan-larda ve diabetes mellituslularda daha yüksek; HDL-kolesterol düzeyi ise her iki grupta daha düşüktü. Glukoz tolerans bozukluğu olanların ve diabetes mellitusluların fizik olarak daha inaktif bir yaşam sürdükleri Sonuçta; glukoz tolerans bozukluğu olanlarda da diabetes mellituslulardaki gibi koroner kalp hastalığı risk faktörlerinin artmış olduğu kanaatine varıldı.
It is a know that morbidity of cardiovascular disorders is high in diabetic patients. Besides obesity and hypertension, increased levels of triglycerides and very low density lipoprotein cholesterol were identıfied among high risk factors in the development of coronary arter disease in patients with abnormal oral glucose tolerance test. In this study, i1 is compared with risk factors and coronary heart disease among the patients with 60 abnormal glucose tolerance test and 60 type-II diabetes mellitus and 60 normal cases. Body muss index is found high in patients with' aıabetes melliıbıç and abnormal glucose tolerance les( It was higı- levels of systolic and diastolic blood pressuı e in patients with diabetes mellitus and abnormal glucose rolerance test. The level of triglycerids and totaı s holesterol and fasting blood sugaı were high in patıenıs with diabetes mellitus and abnormal glucose tolerance test, but it was low level of high density liport.teın cholesterol in both groups. It is identıfied mort ınactivelife standart regarding life style in both Finally these results suggested that the risk tactors of coronary artery disease increased in patients with abnormal glucose tolerance test lıke diabetes mellitus
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Travmaya Yaklaşım
Kazım Gezginç, Halime Göktepe
Derleme
Özeti
Gebelikte Travmaya Yaklaşım
Approach To Trauma In Pregnancy
Gebelerde travma nonobstetrik maternal-fetal mortalite ve morbiditeden sorumludur. Gebelikte travmaya yaklaşım gebe olmayanlara benzemekle birlikte gebelikte olan fizyolojik değişiklikleri bilerek hastaya yaklaşılmalı ve gelişebilecek obstetrik komplikasyonlara zamanında önlem alınmalı ve bu komplikasyonların maternal mortalite ve morbiditeyi de etkileyebileceği unutulmamalıdır.
In pregnant women, trauma is responsible for nonobstetrik maternal-fetal mortality and morbidity. Approach to trauma in pregnancy is similar to non-pregnant women. Approach to patient with considering physiological changes during pregnancy and timely prevention of possible obstetrical complications is significant keeping in mind that these complications may affect maternal mortality and morbidity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Mehmet Kılınç, Kadir Yılmaz, Salim Güngör, Mehmet Arslan, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Yapılan 150 Hastada Endikasyonlar Ve Komplikasyonlar
Nephrectomy Related IndIcatIons And ComplIcatIons In 150 PatIents
Son sekiz yıl zarfında nefrektomi uygulanan 150 hastada, endikas•onlar, yaş ve ınortalite oranı Yeniden incelendi. Kronik pyelonefrit en sık nefrektomi sebebidir (% 38). Böbrek tümörü ise üçüncü sık se-beptiı- (% 14). 150 vakanın 98'i erkek, 52'si kadındır. Genel mortalite oram % 1.33'tür. Fakat tümör ol-mayan vakalarda mortalite oranı hemen hemen sıfırdır.
The indications, age and mortality rate in a re-cent 8-vear eıperience with 150 nephrectomies reveiwed. Chronic pyelonephritis is the most .frequent condition (38 per cent) requiring nephec-tom•. Renal tıonor is the thinl frequent cause (14 per cent). Of 150 cases 98 were mıde, 52 }vere fe-male. The over-all mortalite rate was 1.33 per cent but was almost nil in the absence of malignancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Massıf İntestinal Rezeksiyon Ve Kısa Barsak Sendromu
Adil Kartal, Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, Mehmet Metin Belviranlı, A. Öğüldü
Araştırma makalesi
Özeti
Massıf İntestinal Rezeksiyon Ve Kısa Barsak Sendromu
MassIve Intestınal Resectıon And Short Bowel Syndrom
1983-1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp FakUltesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı'nda üçü akut mezenterik vasküler oklüzyon, biri massif adezyona bağlı gangren, biri Mediterranean lenfomaya bağlı mültipl jejunoileal perforasyon, biri de askaris tıkaçlarına bağlı gangren nedeniyle yapılan 6 massif intestinal rezeksiyon vakası incelendi. Hepsinde kısa barsak sendromu (KBS) gelişti. Hastaların barsaklarının yeni duruma adaptasyonu gelişinciye kadar beslenmeyi sağlamak, ayrıca komplikasyonların önlenmesi ve tedavisi amacıyla total pareteral beslenme (TPB) uygulandı.5 hasta Şifa ile taburcu edildi, bir hasta kaybedildi. KBS gelişen hastalarda yüksek oranda görülen erken mortalite ve morbiditenin TBP ile düşürülebildiği sunucuna varıldı.
It was been presented 6 massive intestinal resection cases due to acute mesenteric vasculary occlusion in 3 cases strangulated small bowel obstruction in one case, perforated Mediterranean lymphoma in one case and ascariasis in one case between 1983-1987 in Selçuk University Medicine Faculty Alt of them developed short bowel syndrome. Total parenteral nutrition (TPN) was applied up to adaptation for new condi-tion and prevention of and treat the early complications. Five cases were successful, one case died after two months postoperation. The highy early mortality and morbidity rate can be decreased by TPN in short bowel syndrome cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mekanik İleus Sonrası İnce Barsak Anastomozlarında Fibrin Glue'nun Etkinliği
Mustafa U. Kalaycı, Hakan Bulak, Erol Eroğlu, Süleyman Oral, Ceyhan Uğurluoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mekanik İleus Sonrası İnce Barsak Anastomozlarında Fibrin Glue'nun Etkinliği
The EffectIveness Of FIbrIn Glue In Small Bowel Anastomoses After MechanIcal Ileus.
Giriş ve Amaç: Bu çalışmada raflarda oluşturulan deneysel mekanik obstürüksiyon sonrası yapılan ince barsak anastomozlarında, geleneksel dikiş malzemeleri ile fibrin glue kullanılarak yapılan anastomozların mekanik dirençleri ve reaksiyonel hücresel infiltrasyonları karşılaştırıldı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada onbeşerli iki gruba ayrılmış otuz rat kullanıldı. İlk önce mekanik obstürüksiyon yapıldı. Yirmidört saat sonra birinci grup da geleneksel sütür metaryali ile diğer grup da ise fibrin glue ile anastomoz yapıldı. Anastomozlardaki patlama basıncı ve anastomoz çevresindeki hücresel infitrasyon değerleri araştırıldı. Bulgular : Fibrin gluenun mortaliteyi etkilemediği ayrıca anastomoz kaçağı yönünden fibrin gluenun daha güvenilir olduğu bulundu. Çalışmamızda fibrin kullanılan grupta makroskopik anastomoz kaçağı görülmedi. Sütür materyali ile yapılan anastomozlardan 5’inde makroskopik anastomoz kaçağı izlendi. Buna rağmen sütür materyali ile yapılan anastomozlarda patlama basınçları ortalama olarak 25,7 mmHg olarak bulunurken fibrin glue ile yapılan anastomozlarda patlama basınçlarının ortalaması 23,7 mmHg olarak bulundu. Her iki değer arasındaki farkın istatistiksel olarak anlam ifade etmediği görüldü. Hücresel infiltrasyonun fibrin glue ile daha fazla olduğu fakat yine de fibrin gluenun istenmeyen bu etkisinin istatistiksel olarak anlam ifade etmediği bulundu. Sonuç : Sonuç olarak fibrin glue uygun konsantrasyon ve miktarda kullanıldığında ince barsak mekanik tıkanmaları sonrasında yapılan anastomozlardan olan sızıntıların giderilmesinde etkili bir yöntem olabilir.
Aim: İn this study, the mechanichal resistance of the different kind of anastomoses made traditional suture materials and fibrin glue, and related celi infiltration in small intestine anastomoses performed after mechanical obstuction investigated. Material and Method: This study was performed on 30 rats which were divided into two groups (15 Each) After 24 hours of the mechanical obstructions was made and after 24 hours a traditional suture material anastomoses was performed in one group while fibrin glue anastomose was performed to other group. The bursting pressure of the anastomoses and perianastomose celi infiltration were invastigated in both groups three days later. Results: We observed that, the usage of fibrin glue did not affected the mortality while was found to be more reliable considering leake from the anastomoses . The bursting pressure of the anastomoses made by suture material was 25.7 mmHg which was found to be 23.7 mmHg when fibrin glue was used. Hovvever, there was no statistically significant difference betvveen those two results. Also the celi infiltration was observed to be more when fibrin glue was used compared to other group, but the differce was not statistically significant. İn conclusion, the present study shows that the usage of fibrin glue in accurate concentration and amount might be an effective method in preventing leakage after anastomoses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Hasan Sarı, Yakup Alsancak, Selman Soylu, Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Rare ComplIcatIon In The Coronary AngIography Laboratory: Stent StrIppIng
Yabancı cisim embolizasyonu, perkütan koroner girişimin nadir bir komplikasyonu olmasına rağmen, işlem sayısının artması, bu sorunun girişimsel kardiyologlar tarafından daha sık karşılaşılmasına neden olmaktadır. Son yapılan vaka çalışmaları, stent sıyırma oranının % 1'in altında olduğunu bildirmiştir. Girişimsel kardiyologlar, günlük pratikte önemli sayıda vakayla ilgilenir ve çok çeşitli komplikasyonlarla karşı karşıya kalır. Stentin sıyrılması, acil koroner baypas cerrahisi, koroner tromboz, miyokardiyal enfarktüs, serebrovasküler olay ve ölüm gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle, stent sıyırlmasının doğru yönetimi, mortalite ve morbidite riskini azaltmak için önemlidir. Bu vaka da sol ana koroner arterde stentinin sıyrılma olgusunu sunuyoruz; sıyrılan stentin kaldırma prosedürünü ve ortaya çıkan komplikasyonları tartışıyoruz.
Although foreign body embolization is a rare complication of percutaneous coronary intervention, the increase in the number of procedures results in this problem being more frequently encountered by interventional cardiologists. Contemporary case studies have reported the rate of stent stripping to be below 1%. Interventional cardiologists attend to a considerable number of cases in everyday practice and witness a diverse spectrum of complications. Stent stripping can result in severe complications such as emergency coronary bypass surgery, coronary thrombosis, myocardial infarction, cerebrovascular event and death. Thus, the proper management of stent stripping is important for reducing the risk of mortality and morbidity. In this article, we present a case of left main coronary artery stent stripping; we discuss the removal procedure and the complications that arose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kritik Bakım Hastalarında Kan Üre Azotu/albumin Oranının Hastane İçi Mortaliteyi T Ahmin Gücünün Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Kadir Küçükceran, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Kritik Bakım Hastalarında Kan Üre Azotu/albumin Oranının Hastane İçi Mortaliteyi T Ahmin Gücünün Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The PredIctIve Power Of Blood Urea NItrogen/albumIn RatIo For In-HospItal MortalIty In CrItIcally Ill PatIents
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Serkan Yıldırım, Mehmet Işık, Ömer Tanyeli, Yüksel Dereli, Niyazi Görmüş
Araştırma makalesi
Özeti
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
SurgIcal RepaIr Of Post MyocardIal InfarctIon VentrIcular Septal Defects: SIngle Center ExperIence Of FIfteen Years
Amaç: Miyokard infarktüsü sonrası ventriküler septal defektler (PMIVSD) nadirdir ancak son derece
yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Mortalite oranları ve risk faktörleri birçok çalışmada farklılık
göstermektedir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006 ile Nisan 2020 tarihleri arasında PMIVSD nedeniyle ameliyat edilen
hastaları geriye dönük olarak 18 yaş ve üzeri kliniğimize dahil ettik.
Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ile başvuran 9451 hastanın 28'i 2006-2020 yılları arasında PMIVSD
nedeniyle merkezimizde ameliyat edildi. PMIVSD oranımız % 0,296 idi. Hayatta kalanlar ile hayatta
kalmayanları karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı olan tek şey hastanede kalış süresiydi. Sağ
kalanlarda 2 gün iken, sağ kalmayan grupta 13 gündü (p <0.001). Sağ kalan gruptaki bir hasta 107 gün
hastanede kaldı.
Sonuç: PMIVSD hastaları için ameliyatın zamanlaması hala zordur. Sol ventrikül assist device (LVAD)
veya perkütan cihazların implante edilmesi ve ameliyattan önce bir süre beklenmesi gibi diğer stratejiler,
PMIVSD hastaları için daha iyi bir yaklaşım olacaktır .
Aim: Post-myocardial infarction ventricular septal defects (PMIVSD) are rare but have extremely high
mortality and morbidity. Mortality rates and risk factors vary in many studies. We aimed to evaluate
the mortality rates and risk factors of ventricular septal defects (PMIVSD) after myocardial infarction
performed in our center .
Patients and Methods: We retrospectively enrolled the patients who underwent surgery for PMIVSD in
our clinic from January 2006 to April 2020 with the age ≥ 18.
Results: A total of 9451 patients admitted to our center with acute myocardial infarction between 2006
and 2020 were examined. Twenty-eight patients operated for PMIVSD were included in the study. Our
PMIVSD rate was 0.296%. When we compare those survivors and non-survivors the only thing which
statistically significant was length of stay in hospital. In survivors it was 13 days when it 2 days in nonsurvivors
group (p<0.001). One patient in survivor group was st ayed in hospital for 107 days.
Conclusion: Timing of the surgery for PMIVSD patients is still challenging. Further strategies like
implanting LVAD or percutaneous devices and waiting for a while before the surgery will be the better
approach for PMIVSD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigaranın Fetal Kardiyovasküler Sıstem Üzerindeki Etkileri
Sevim Karaaslan
Araştırma makalesi
Özeti
Sigaranın Fetal Kardiyovasküler Sıstem Üzerindeki Etkileri
Effects Of Smokıng On The Fetal Cardıovascular System
Sigara içmenin anne karnındaki bebeğe, en iyi bilinen olumsuz etkisi, doğum ağırlığında meydana getirdiği azalmadır (1,2). Bu konuda araştırma yapan Ahlsten ve arkadaşları (3) anneleri sigara içen bebeklerin doğum ağırlığı ortalamasını. anneleri sigara içrneyen yerıidoğan bebeklerin doğum ağırlığı ortalamasından 400 Gni daha düşük olarak tesbit ettiler. Ayrıca hamilelikleri sırasında sigara içen annelerin bebekleri arasında ablatio plasenta, plasenta previa, prematüre doğum, perinatal morbidite ve mortalite insiderısinde de bir artış olduğu bildirilmektedir (1).
The best known adverse effect of smoking on the unborn baby is the decrease in birth weight (1,2). Ahlsten et al. (3) who conducted research on this subject, mean birth weight of babies whose mothers smoked. found that the average birth weight of newborn babies whose mothers did not smoke was 400 Gni lower than the average. In addition, it has been reported that there is an increase in ablatio placenta, placenta previa, premature birth, perinatal morbidity and mortality incidence among babies of mothers who smoke during pregnancy (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Greft Enfeksıyonları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Neşe Ünal, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Greft Enfeksıyonları
Graft InfectIons
Ocak 1988 - Mart 1996 tarihleri arasinda kli-ni§imizde toplam 167 vakaya otojen yen velveya prostetik materyal (Dacron veya PTFE) kullanilarak vaskiiler rekonstriktif ameliyat yaptimiftir. Aynt ytllar arasinda takip siiresince 6 (%3.56) hustada greft enfeksiyonu gel4migir. Greft en-feksiyonlarinda temel tedavi prensihi ktiltiir an-tibiyogram sonuclanna gore uygun antibiyotik te-davisi ye greftin total olarak clkarilmast olmuour. Morbidite 1 amputasyon olup, mortalitemiz yoktur. Greft enfeksiyonlan vaskiiler cerrahinin en korkulan komplikasyonlanndan biridir ye yiiksek morbidite ye mortalite sebehidir. Degi4ik serilerde %1.3 ile %6 arasinda de,g4en greft enfeksiyonu in-sidanst gorulmu tar.
167 vascular reconstructive operations have been performed in our clinic using a prosthetic vas-cular graft (Dacron or PTFE) and/or autogenous vein graft between the dates of January 1988 -March 1996. During their follow up in this period 6 graft infection (%3.56) have been developed. Our major treatment protocol in graft infections was to remove the infected graft totally and to use app-ropriate antibiotics according to culture results. Our morbidity was I amputation . In different series incidence of graft infections is reported to he between 1.3 - 6%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
Hasan Koç, İbrahim Erkul, Abdurrahman Üner, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
PrematurIty MortatIty StatIstIcs In 1990 Neonatal UnIt Of PedIatrIcs Department
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yenidoğan Ünitesine Ocak 1990-Aralık 1990 tarihleri arasında 92 Prematüre bebek kabul edildi. Mortalite oranı %30.4 olarak bulundu. Mortalite yüzdererinin, gebelik süreleri, bebeklerin doğum ağırlıkları yükseldikçe azaldığı tesbit edildi. Selçuk Üniversitesi Doğum Kliniğinde doğan prematürelerdeki mortalite oranı evden gelen, Konya içi veya dışı başka bir hastaneden getirilen prematürelere göre daha düşüktü (P<0.01). Klinik tanılarna göre en yüksek ölüm ne-denleriin Solunum Güçlüğü Sendromu, Anoksik doğum ve Sepsis olduğu görüldü. Yazıda iiniternizdeki prematüre bebek ölüm yüzdeleri lite-ratürle karşıla,qtrıldı ve yüksek olmasının nedenleri tartışıldı.
Mortality rate of 92 premature babies accepted to pediatrics department of Medical Faculty of Selçuk Oniversity between January and Decernber 1990 was investigated. Mortality rate was cletermined as 30.4 percent. The mortality rate was decreased with the duration of gestation and the weight of babies at term. Also, the mortality rate of babies born at ob-stetrics clinics of the faculty was less than those born at home or brought from other hospitals in or out of Konya. According to the clinical evaluation, the primary causes of death vere found to be respira-tory distress syndronw, anoxic birth and sepsis. Our finclings are discussed with those of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pelvis Kırıklarında İlave Yaralanmalar
Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Bahri Kasal, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Pelvis Kırıklarında İlave Yaralanmalar
The AssocIated InjurIes In PelvIc Fractures
İlave organ yaralanmalan ile birlikte olan pelvis kit-1.0w] riiksek oranda mortalite ve morbiditeye neden olurlar. Bu calt§mada, Mart 1985 ile Eyliil 1994 tarilderi arasinda tedavi edilen 271 pelvis hasta ilave yaralamnalart yeiniinden de-gerlendirildi. Havelfarm ortalama yap, 26.7 (en az 3- en fazia Hastalarm onemli bir kunuthla (%41 .3 ) bin veva daha fazla ilaye organ •va-ralattmast rank Ktrkiic hastada ;dint bawl tray-masr, 27 hastada iirogenital sister travntast,, 23 has-tada toraks travmast, 22 hastada ketfa travmast, 4 hastada norolojik yaralanma ye 3 hastada arter ya-ralatunast tespit edildi. Be§" hastada aok pelvis kr.- rtgt yard!. Genelde ntortalite Dram %5.5 iken ans-tabu pelvis kinklartnda mortalite orant %9.6 olarak bulundu. Ilastalardaki en stk tespit edilen Mint ne-deni kafa travmast., pelvis jci ye bairn iii kanamaych. have organ yaralamnalan ile birlikte olan pelvis kt-nklart, ciddi yaralanmalar olup, htzli ye etkili tedavi vaklapnlarina ihrivac gosterirler.
Pelvic fractures associated with blunt trauma contributed significantly to morbidity and mortality.We reviewed 271 patients with pelvic fractures which were treated between March 1985 and Sep-tember 1994 in this study. Tint average age of pa-tients was 26.7 (between 3-70) years. The majority of the patients (%41.3) had one or more associated injuries: 43 with blunt abdominal trauma, 27 with - genitourinary tract injuries, 23 with thoracic in-juries, 22 with head trauma, 4 with neurologic in-juries and 3 with vascular injuries. There were Jive open pelvic fractures. Altough the overall mortality was %5.5 the mortality rate in. unstable pelvic "'Fac-tures was %9.6. The major causes of death in our patients were closed head injury, intra-abdontinal and intro-pelvic hemorrhage. The pelvic .fractures with associated injuries are serious trauma and re-quire more prompt and effective treatment methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
90 Vakada İzole Aort Kapak Replasmanı Sonuçları
Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Sami Ceran, Cevat Özpınar, Hasan Gök, Ali Bayram, Güven Sadi Sunam, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
90 Vakada İzole Aort Kapak Replasmanı Sonuçları
Results Of Isolated Aortıc Valve Replacement In 90 Cases
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında Nisan 1987, Haziran 1993 tarihleri arasında 90 mitral valv replasmanı yapılmıştır. Erken mortalite 8 (%8.8), geç mortaliteli 5 (%5.5) dir
Between April 1987 and June 1993, 90 mitral valve replacements were performed in Selcuk University Faculty of Medicine, Thoracic and Cardiovascular Surgery Department. Early mortality is 8 (8.8%), late mortality is 5 (5.5%)
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Sükratıf Kolanjıt Ve Tedavısı
A. Erkan Ünal, Şakir Tavlı, Mehmet Metin Belviranlı, Nahit Ökesli, Adil Kartal, Şükrü Bülent Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Sükratıf Kolanjıt Ve Tedavısı
Acute SuppuratIve CholangItIs And Its Treatment
Akut saparatif kolanjit, safra sisteminde bakte-riyel bulaprza ile oluşan ciddi bir kolanjit şekli olup, yüksek bir mortaliteye sahiptir. Bu makalede akut süpratıf kolanjit tanısı konarak tedavi edilen 6 hasta sunuldu ve erken cerrahi dekompresyonun önemi tartışıldı.
Acute suppurative clzolangitis is a severe form of cholangitis due to hacterial contamination in the bil-iary system and responsible from a high rate of mortality. in 'his article. 6 patients diagnosed and treated with acute suppurative cholangitis were presented and the importance of early surgical decompression was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aort Kapak Vejetasyonlarının Teşhisinde Ekokardioğrafinin Yerı
Hasan Hüseyin Telli, Şamil Ecirli, Ahmet Kaya, Mustafa Sait Gönen, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Aort Kapak Vejetasyonlarının Teşhisinde Ekokardioğrafinin Yerı
The SIgnIfıcIance Of EchocardIogrphy In The DIagnose Of Aoıta Valve VegetIon
Endokarchyumunenkksiyonu olan ity`ektif endokardit (İ.E)., etkili antimikrobial tedaviye rağmen; hald mortalite ve morbiditesini korumaktadır. Genel bir enfeksiyon tablosu ile seyrettiğinden tanının gecikmesi tedavide önemli rol oynamak-tadır. Kalb yetmediği, takikardi. kapaklarda oluşan vejetasyon ve embolik fenomenler prognoza Ekokardiografide aort k.apcılaavejetasyona rastlanması tanı yönünden önemliydi ve vakalarınuzın hepsinde vejetasyon vardı. Hemokültürde mikroorganizma ilretilemedi. Bir vakada vejetasyondan brucella bakterisi üretildi. İ.E. tanısı konan ve aort kapakda vejetasyonu bulunan üç yaka klinik yönden incelendi ve literatürle karşdaştırıldt.
Although an effective anti-microbial therapy is applied, the infective endocardit, an infection o endocardium, stili keep its mortality and morbidity. Since it progresses with a general infecsion table. the detay of its diagnos plays an inıportant role in the terapy of it. C ardiac failıa-e tachicardia, valves vegetation and embolic phenemens were effective in the prognosis. Observing vegetation at aorta valve on echocardiography was significiant for diagnose and alt the cases had ı'egatation. lklicroorganism wasn't able ro be cultivated in hemoculture. Only in one case, Brucella bakteria was cultivated from vegetation. There cases who were diagnosed injective endocardit and had aorta valve vegetation were examined and compared ith the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
K.t.ü. Tıp Fakültesı Farabi Hastanesi'nde Gerçekleştirilen Açık Kalp Ameliyatlarının Değerlendirilmesi
İslam Kaklıkkaya, Zerrin Uzun, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Yaşar Güven, Altay Tandoğan, Gökalp Altun, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
K.t.ü. Tıp Fakültesı Farabi Hastanesi'nde Gerçekleştirilen Açık Kalp Ameliyatlarının Değerlendirilmesi
AnalysIs Of The Open Heart OperatIons At The MedIcal School Of K.t.u. 31 PatIents Were Treated Hv UsIng Car-DIopulmonary Hypass At The K.t.u.
K.T. Ü. Tıp Fakültesi, Farahi Hastanesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Kliniği'nde Haziran 1995 ile Nisan 1996 tarihleri arasında 31 hastaya açık kalp cerrahisi uygulanmıştır. 28 hasta (%90.32) akkiz, 3 hasta (%9.67) konjenital nedenlerle ameliyata alın-Kardiopulmoner hypass boyunca orta de-recede hipoter-mi ve soğuk potasyum kardioplejisi kullanıldı. Hastalardan koroner arter hastalığı mev-cut olan 7'sine CABG kapak hastalığı olan 18'ine valy replasmanı veya anuloplasti; sol (ithal mik-somalı bir hastaya tümör eksizyonu, bir aort di-seksiyonu yakasına Bentall presedürü ye septum de-fektli hastalarada defekt onarımı yapıldı. Erken mortalite 4 olgu ile %12.9 olarak belirlendi.
Medical School between lune 1995 and Apı-il 199C. 28 of the ope-rations were for acquired heart disease and 3 were for congenital heart disease. During caı-- diopulrnonary bypass, moderate hypotermia and cold potassium cardioplegia were used. 7 patients who had coronarv artery disease were peıformed CABG. 18 ones with valve disease were peıformed valve replacemed or valvılloplasiy. One patient with myxonıa underwent tunıor excision, aortic dis-section underwend Bentall proceduı-e Septal defekt were repaired. Early moı-tality rate was found 12.9 % with a 4 patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyojenik Şok Tedavisinde İntraaortik Balon Pompasının (iabp) Yerı
Hasan Gök, Bayram Korkut, V. Gökhan Cin
Araştırma makalesi
Özeti
Kardiyojenik Şok Tedavisinde İntraaortik Balon Pompasının (iabp) Yerı
IntraaortIc Balloon CounterpulsatIon (ıabc) In The Management Of CardIogenIc Shock
Kardiyojenik şok, çoğunlukla miyokart iıajiırktüsai sonucu gelişen ve vital organların hipoperflizyon bulgulan ile karakterize acil klinik bir durumdur. Zamanında ve yeterli tedavi yapılmazsa hemen hepsi kaybedilen bu olguların tedavisinde, İABP uygulanması, ventrikiil fonsiyonları ile koroner debiyi kısmen duzelterek hastanın kalp kateterizasvonu ve re-vasküarizasyonu için zaman kazandırmalaadır. Çoğu merkezlerde nwrtalitesi en az Ç'< 60-70 olan kar-diyojenik şokta, optinıal İABP desteği acil koroner anjioplasti veya koroner arter by-pass operasyonu ile bu mortalite oranı değişmiştir. Ayrıca akur miyokart infarktüsünün radikal tedavisinde acil koroner an-jioplastisinin, çok olumlu sonuçlarla uygulamaya girmesi, infarktüsün hastane içi mortalitesini ve kardiyojetzik şok gelişiınini de azalınuştır. Kardiyojenik şoka sebep olabilen hastalıklarda. İABP nin yeni girişimsel ve cerrahi tedavilerle mortaliteve etkisini ve İABP'mn kullanım spektrumunu incelemek maksadıyla bu yazı hazırlanmıştır
Cardiogenic shock is an emergency clinical state which is usually due to delile myocardial infarction and clzaracterized by hipoperfusion of vital organs. If the management isn'i on time- and isn't enough, patients with cardiogenic shock commonly die. Fortunately: IABC, by alleviating coroner circulation and left ventricular functions, can give the the chance ,fo• interventional cardiac procedures such as cardiac catheterization and revasvcularization.While generally accepted mortality rate is at least 60-70% in car-diogenic shock, it can be decreased with optimal IABC and revascularizarion. On the other hand, emergency PTCA in patients with acute myocardial infarction decreased the incidence of hospital mortality and cardiogenic shock. The design of this review is to investigate the clinical landnuırks• IABC and the efficacy of IABC, alone ör together with newer intervetztional cardiac procedures, on disease states that could cause cardiogenic shock.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta