Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Iı. Ve Iıı. Düzey Hastalarda Seçici Olmayan Ekokardiyografi Uygulam
Sebahattin Ertuğrul, Tamer Baysal, Hüseyin Altunhan, Ali Annagür, Rahmi Örs, Hasan Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Iı. Ve Iıı. Düzey Hastalarda Seçici Olmayan Ekokardiyografi Uygulam
Results Of EchocardIography That Performed PatIent WIthout Pre-Assessment In Our Neonatal IntensIve
\r\n
Amaç: Konjenital kalp hastalıklarının tanı ve izleminde ekokardiyografi önemli ve pratik bir tanı aracıdır. Genel uygulamada hastaların belli risk gruplarında yer alması ve fizik muayenede kuşkulandıracak bulgu olması durumunda ekokardiyografi yapılır. Bu çalışmada altı aylık dönem için Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesine kabul edilen (II. ve III. düzeyde) her hastaya ön değerlendirme yapılmaksızın uygulanan ekokardiyografi sonuçlarının analizi yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatırılarak izlenen 393 hastanın 132’sine (II. ve III. düzey tüm hastalara) ekokardiyografi uygulandı. Bulgular: Hastalarımızın %31,6’sında ekokardiyografide patoloji saptandı. Bu hastaların 29’unda (%22) herhangi bir bulgu yoktu. Sonuç: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde düşük risk grubundaki bebeklerde herhangi bir fizik muayene bulgusu olmaksızın kardiak patoloji görülmesi sıktır. Bu nedenle ekokardiografik değerlendirme yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda önemli bir tanı aracı olarak gözükmektedir.
\r\n
Objective: In congenital heart disease diagnosis and follow-up, echocardiography is the most important and practical diagnostic tool. In general practice, if the baby is one of the high risk groups or the baby has one of suspicious pathological findings during routine examination, echocardiography is performed. We aimed to present results of echocardiography that performed to each patient without pre-assessment in our neonatal intensive care unit II and III level during six-month period. Methods: Admitted to the Neonatal Intensive Care Unit (NICU) in 132 of the 393 patients, II and III levels in all patients, echocardiography was performed. Results: Echocardiography revealed pathology in 31.6% cases. Twenty-nine patients (22%) did not have any symptoms. Conclusion: Cardiac pathologies without any sypmtom are common in NICU population even without any symptom and in low-risk group babies. Echocardiographic examination appears to be very important diagnostic tool in Neonatal Intensive Care Units in the diagnosis of congenital heart disease
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan, Bahadır Feyzioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of IndIrect Immunofluorescence Assay And ElIsa For The DIagnosIs Of Ebv
EBV enfeksiyonunun serolojik tanısı birden fazla antikor yanıtının değerlendirilip yorumlanmasıyla yapılmaktadır. Bu çalışmada VCA IgM, VCA IgG ve EBNA IgG antikorlarının IFA ve ELISA tanı metodlarıyla çalışılması ve bu metodların tanı değerlerinin karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmaya Mononükleoz şüpheli 100 serum örneği dahil edildi. IFA referans metod olarak kabul edildi ve bu doğrultuda örnekler, EBV enfeksiyonu tanı standartları göz önüne alınarak; Seronegatif, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon gruplarına ayrıştırıldı. ELISA ile aynı standart kriterler doğrultusunda oluşturulan grupların bu IFA grupları ile uyumu araştırıldı. Herbir antikor her iki test bazında ayrı ayrı değerlendirilerek ELISA için duyarlılık ve özgüllük oranları belirlendi. Her iki metodun uyumu Seronegatiflik, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon için sırasıyla %41, 100, 14,7 ve 74,5 olarak bulundu. Tek bir antikor bazında IFA’ya göre ELISA metodu değerlendiridiğinde, VCA IgM testinin duyarlılığı %100, özgüllüğü %90,8, VCA IgG’nin duyarlılığı ve özgüllüğü %61,5 ve %53, EBNA IgG’nin ise %78,7 ve %81,1 şeklinde bulundu.Her iki testin; Seronegatif, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon belirleme oranlarında farklılık göze çarpmaktadır. ELISA VCA IgG testi IFA referans teste göre yetersiz performans sergilemiştir. Her iki testin tercih edilebilirliği; testlerin tanı güvenilirliğinin yanı sıra, laboratuvarların teknik ve personel donanımı ve mali olanaklar göz önüne alınarak değişebilir.
\r\n
The serologic diagnosis of EBV infection is made by evaluating and interpreting by more than one antibody response. In this study, it is aimed to be studied of VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies by IFA and ELISA methods and to evaluate diagnostic values. One hundred serum samples which are suspicious of infectious mononucleosis were included in to the study. IFA was accepted as the reference method and the concordance of IFA and ELISA methods was investigated. VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies were evaluated according to both tests and their sensitivity and specificity rates were determinated for ELISA method. The concordance of ELISA and IFA method for seronegative, acute infection, new infection and past infection were 41%, 100%, 14,7%, 74,5% respectively. When the ELISA method was evaluated according to IFA reference test in respect of one antibody, the sensitivity of VCA IgM test was 100%, the specificity was 90,8%, the sensitivity and specificity of VCA IgG were 61,5% and 53%, EBNA IgG results were 78,7% and 81,1%. There was a difference in determination rates of seronegative, new infection and past infection of both tests. ELISA VCA IgG test had an insufficient performance according to IFA reference test. The performance of both tests can change by some factors such as technique, qualification of personnel and financial possibilities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Yaş Hipertansif Bireylerde Kan Basıncı Kontrolü Ve Uyku Kalitesi Arasındaki İlişkinin Analizi
Zeynettin Kaya, Kenan Demir, Mehmet Kayrak, Ahmet Bacaksız, Çetin Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Yaş Hipertansif Bireylerde Kan Basıncı Kontrolü Ve Uyku Kalitesi Arasındaki İlişkinin Analizi
An AnalysIs Of The RelatIon Between Blood Pressure RegulatIon And Sleep QualIty In MIddle Aged Hyper
AMAÇ: Bu çalışmada orta yaş hipertansif hastalarda kan basıncı regülasyonun uyku kalitesi üzerine etkisini ve kötü uyku kalitesi ile ilişkili kan basıncı parametrelerin neler olduğunu belirlemeyi amaçladık
\r\n
METOD: Çalışmamız yaşları 35 ile 65 arasında değişen 90 hipertansif hastanın alındığı kesitsel bir çelışmadır. Hastalara 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı holteri takılarak kan basıncı ortalamalarına göre hastalar regüle KB olanlar ve kötü KB kontrolü olanlar olarak iki gruba ayrılmıştır. Uyku kalitesi ambulatuvar kan basıncı holteri takılmadan önce Pittsburgh uyku kalitesi testi ile değerlendirildi. İstatistiksel analiz için SPSS 13.0 paket programı kullanıldı.
\r\n
BULGULAR: Global Pittsburgh uyku kalite indeksi(PSQI) skoru her iki grupta benzerdi ve uyku kalitesinin bileşenleri incelendiğinde yalnız gündüz işlev bozukluğu kötü kan basıncı kontrolü grubunda anlamlı olarak artmıştı (1,0±0,9 ve 1,4±1,0 p=0.05 ). Global PSQI skoru ile ortalama arteriyal kan basıncı, nabız basıncı, sistolik kan basıncı arasında korelasyon tespit edilmedi, gece diyastolik KB ile zayıf korelasyon mevcuttu(r=0.16 p=0.04). Kötü uyku kalitesinin öngördürücülerini tespit etmek için yapılan lojistik regresyon analizinde yalnızca diyastolik non-dipper durumunun bozulmuş uyku kalitesi açısından bağımsız öngördürücü olduğu tespit edildi(odds 3,21(CI: 1,51-7,72) p=0.03)
\r\n
SONUÇ: Çalışmamızda hipertansif hastalarda uyku kalitesinin belirgin şekilde bozulduğu, diyastolik non-dipper’in bozulmuş uyku kalitesi açısından bağımsız öngördürücü olduğu tespit edilmiştir. Ambulatuvar KB ölçümlerinde diyastolik non-dipper tespit edilen hastalarda uyku kalitesinin sorgulanması, bu hastalarda uyku bozukluğunu tespiti açısından önemli görünmektedir.
\r\n
AIM: In the present study, we aimed to evaluate the effect of blood pressure regulation on sleep quality in the hypertensive subjects and determine blood pressure parameters related with poor sleep quality.
\r\n
METHOD AND MATERIALS: Our study is a cross-sectional study including 90 hypertensive subjects at age between 35 and 65 years. The patients were performed 24-hour ambulatory blood pressure monitoring and divided into those with regulated blood pressure group and poor blood pressure control group. Sleep quality was checked before the ambulatory blood pressure monitoring by using Pittsburgh sleep quality test. Statistical analyses were performed with SPSS 13.0 packet program.
\r\n
MAIN FINDINGS: Global Pittsburgh sleep quality index (PSQI) scoring were similar in both groups and when components of the sleep quality were evaluated, daytime dysfunction was significantly higher in patients with poor blood pressure control compared to patienst with regulated blood pressure (1.0±0.9 versus 1.4±1.0, p=0.05; respectively ). Global PSQI score did not show significant correlation with arterial blood pressure leveles, pulse pressure, and systolic blood pressure levels. However, night diastolic pressure levels were weakly correlated with global PSQI scoring (r=0.16, p=0.04). Only diastolic non-dipper status was found as independent predictor of poor sleep quality as a result of logistic regression analysis (Odds: 3.21 (CI: 1.51-7.72), p=0.03).
\r\n
CONCLUSION: In the present study, sleep quality was markedly impaired in hypertensive patients and diastolic non-dipper was determined as an independent predictor of poor sleep quality. It seems important to assess sleep quality in patient with diastolic non-dipper at ambulatuary blood pressure evaluation, especially for detection of poor sleep status.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Fibröz Banda Bağlı Meckel Divertikül Torsiyonu
Muzaffer Haldun Çolak, Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Ramazan Atalay
Özeti
Konjenital Fibröz Banda Bağlı Meckel Divertikül Torsiyonu
TorsIon Of Meckel's DIvertIculum Caused By CongenItal FIbrous Band
Meckel divertikülü, gastrointestinal traktın en sık görülen konjenital anomalisidir. Vakaların çoğu asemptomatiktir. Genel olarak cerrahi ve otopsiler esnasında rastlantısal olarak bulunur. Ani gelişen karın ağrısı ve akabinde hayatı tehdit edici komplikasyonlarla karşımıza çıkabilir. Komplikasyon gelişmiş bir Meckel divertikülünde tanı, genel olarak tanısal laparotomiler sonrasında konulmaktadır. Biz bu makalemizde, akut apandisit (a.apandisit) ön tanısı ile operasyona alınan ve cerrahisi laparoskopik olarak tamamlanan, literatürde ender bir komplikasyon olarak belirtilen fibrotik banta bağlı torsiyona uğrayarak gangrene olmuş meckel divertikülü olgumuzu sunmak istedik.
Meckel’s diverticulum is the most frequently seen congenital anomaly of the gastrointestinal tract. Most of the cases are asymptomatic. Generally they are found randomly during surgical procedures and autopsies. They can be seen following fulminant abdominal pain and subsequently life-threatening complications. A Meckel’s diverticulum with complications is generally diagnosed following diagnostic laparotomy procedures. In our study, we present the case of a gangrened Meckel’s diverticulum case twisted and attached to the fibrotic band, which is reported to be a rare complication in literature. The patient was taken into surgery with the pre-diagnosis of acute appendicitis and the procedure was completed laparoscopically.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Epiploik Apandisit: Olgu Sunumu
Arif Aslaner, Tuğrul Çakır, Umut Rıza Gündüz, Burhan Mayir, Nurullah Bülbüller
Olgu sunumu
Özeti
Primer Epiploik Apandisit: Olgu Sunumu
PrImary EpIploIc AppendagItIs: Case Report
Primer Epiploik Apandisit cerrahiye gereksinim duymadan kendi kendini sınırlayabilen bir durumdur. Bilgisayarlı Tomografi ile tanısı doğrulandıktan sonra konservatif olarak tedavi edilebilir. Acil servisimize ani başlayan karın ağrısı ile başvuran 36 yaşında erkek hastayı tartıştık.
\r\n
Primary Epiploic Appendagitis is a self-limited condition without need any surgery. It can be conservatively treated after diagnosis with Computerized Tomography. We discuss a healthy 36-year-old man who admitted to our emergency clinic with sudden onset abdominal pain.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
Volkan Özkaya, Şebnem Özgen Özkaya
Derleme
Özeti
Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
DIetetIc Approach To CelIac DIsease
Çölyak hastalığı hayat boyu devam eden tek besin intoleransıdır. Glutene karşı meydana gelen bu intolerans, ince bağırsağın yapısını bozmakta ve besin öğelerinin emilimini engellemektedir. Çölyak hastalığı, genellikle diğer otoimmün hastalıklarla ilişkilidir. Ülkemizde de sıklığı giderek artmaktadır. Farklı yaşlarda ve farklı klinik bulgularda karşımıza çıkabilmektedir. Günümüzde en etkili tedavi yöntemi, glutenin günlük diyetten çıkarılmasıdır. Tedavi aşamasında devreye giren glutensiz diyet, büyüme ve gelişmenin en hızlı olduğu dönemde bireyin tüm yaşantısını etkilemektedir. Glutensiz diyetin sıkı bir şekilde uygulanmasıyla hastalıkla ilişkili düşük kemik mineral yoğunluğu ve bağırsak malignite dahil bir çok komplikasyonun riski azalabilir. Ancak glutensiz diyetin çocuk veya aile tarafından uygulanması ve takip edilmesi her zaman kolay değildir. Ayrıca glutensiz diyet bazı besin ögesi fazlalığına (doymuş yağlar), yüksek kalori alımına ve belirli besin ögelerinin (lif, Folik asit, B 12 vitamini, demir, çinko, magnezyum) yetersizliğine de neden olmaktadır. Özellikle glutensiz ürünler gluten içeren muadilleriyle karşılaştırıldıklarında hem magnezyum, lif ve folik asit içeriği daha düşük hem de daha pahalıdır. Diyet tedavisine “dirençli” olduğu düşünülen birçok hastanın da gluten içeren besinleri tükettikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle glutensiz diyet iyi planlanmalı, aile ve çocuk eğitilmeli ve hasta uzun süreli takibe alınmalıdır. Bu derleme makalede çölyak hastalığı, çölyak hastalığında uygulanan diyet tedavisi, diyet tedavisinin ilkeleri, diyete uyum ve bu uyumu etkileyen faktörlere yer verilmiştir.
\r\n
Celiac disease is the only life-long continuing food intolerance. This intolerance, caused by gluten, endamages the structure of small intestine and prevents the absorption of nutritional elements. Celiac disease is usually related with other auto-immune diseases. Rate of this disease in our country is increasing in time. It can be seen in people of different ages and different clinical findings. In our day, the most efficient way of treatment is removal of gluten from daily diet. Gluten-free diet that step in treatment phase, affects the living of individual in a period in which growth and development is most rapid. By applying the gluten-free diet strictly, the risk of complications like low bone mineral density and intestine malignite related with the disease, can be decreased. However, it is not always easy to apply and keep track of gluten-free diet by family or child. Moreover, gluten-free diet can cause excess of some nutritional elements (saturated fat), gaining high calorie, and poorness of some nutritional elements (fiber, folic acid, vitamin B 12, iron, zinc, magnesium). Particularly, gluten-free products, when compared with their gluten-including equivalents, have less magnesium, fiber, and folic acid, as well as they are far more expensive. It is determined that a lot of patient considered "resistant" to diet treatment are also eating gluten-including food. Therefore, gluten-free diet should be planned and followed well, and family and child should be educated. This editted article is about, celiac disease, diet treatment for celiac disease, principles of the diet treatment, concordance to the diet, and the factors that effects this concordance.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gis Malignitesi Bulunan Hastaların Karaciğer Metastazlarının Mrg İle Görüntülenmesinde Gadoksetik as
Cengiz Kadıyoran, Hilal Akay Çizmecioğlu, Ahmet Çizmecioğlu, Pınar Didem Yılmaz, Necdet Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Gis Malignitesi Bulunan Hastaların Karaciğer Metastazlarının Mrg İle Görüntülenmesinde Gadoksetik as
ComparIson Of The GadoxetIc AcId And Gadopentate DImeglumIne EffIcIency For DetermInIng LIver Metastases By An Enhanced Mrı Of PatIents WIth GastroIntestInal MalIgnancIes
Amaç: Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistem malignitesi bulunan hastaların karaciğer metastazlarının MRG ile görüntülenmesinde gadoksetik asit ve gadopentate dimegluminin etkinliğinin karşılaştırılarak değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya histopatolojik olarak gastrointestinal sistem malignitesi bulunan 50 hasta dahil edilerek bu hastalardaki karaciğer metastazları değerlendirilmiştir. Her iki kontrast madde ile elde olunan seriler karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Her iki kontrast madde için elde edilen serilerde arteryel, portal ve geç fazda karaciğer parankiminin ve metastatik lezyonun intensitesi açısından istatistiksel anlamlı fark tespit edilemezken, gadoksetik asit uygulanan hastalarda 20. dakikada elde edilen seriler gadopentate dimeglumine uygulanmasını takiben geç fazda elde edilen seriler ile karaciğer parankiminin ve metastatik lezyonun intensitesi açısından karşılaştırıldığında gadoksetik asit lehine istatistiksel anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,05). Gadoksetik asit uygulamasını takiben arteryel, portal, geç fazda ve 20. dakika serilerde karaciğer parankim intensitesinde fazlar süresince istatistiksel anlamlı kontrastlanma artışına yol açmaktadır.(p<0.05) Bu süre zarfında metastatik lezyonlarda ise anlamlı intensite artışı mevcut değildir.(p>0.05) Karaciğer kontrastlanması artarken metastatik lezyonlardaki kontrastlanmanın artmıyor olması karaciğerdeki metastatik lezyon ve normal karaciğer parankimi arasında belirgin kontrast farkına yol açmaktadır. Böylece zamanla gittikçe artan karaciğer kontrastlanmasını takiben fazlar süresince anlamlı artış göstermeyen metastatik lezyon intensitene de bağlı olarak lezyonların tespiti kolaylaşmaktadır.
Sonuç :
Gadoksetik asit hepatoselüler bir kontrast madde olup gastrointestinal sistem maligniteli hastaların karaciğer metastazlarının manyetik rezonans ile değerlendirilmesinde önemli tanısal katkılar sağlar.
Aim: The aim of this study was to evaluate the efficacy of gadoxetic acid and gadopentate dimeglumine in the evaluation of liver metastases of patients with gastrointestinal malignancy by magnetic resonance.
Patients and Methods: A total of 50 patients were diagnosed gastrointestinal malignancies histopathologically were included in the study and their hepatic metastases were examined by magnetic resonance for two contrast agent.
Results: There was no statistically significant difference for these contrast agent at arterial, portal and late phase series. (p>0.05) But we found a statistically significant difference between the series obtained at the 20th minutes after administration of gadoxetic acid and late phase for gadopentate dimeglumine for hepatic parenchymal and metastatic lesion intensity. (p<0.05) After the administration of gadoxetic acid, arterial, portal, late phase and the 20th minute series intensity of hepatic enhancement significantly reduced. At this time there was not a significant enhancement of the metastatic lesions. (p>0.05) When the hepatic parenchymal enhancement increased and the enhancement of metastatic lesions reduced, thus the enhancement difference between normally hepatic parenchyma and metastatic lesions might help the detection of the lesions.
Conclusion:
Gadoxetic acid, a hepatoceluler contrast agent, have important diagnostic contribution to the assessment of the patients with liver metastases of gastrointestinal malignancies by magnetic resonance imaging.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Patolojik Spesmenlerde Plasenta Ve Umbılıcal Kord Histopatolojileri Ve Gebelik Sonuçları Arasındaki
Şirin Küçük, İrem Şenyuva
Araştırma makalesi
Özeti
Patolojik Spesmenlerde Plasenta Ve Umbılıcal Kord Histopatolojileri Ve Gebelik Sonuçları Arasındaki
Placenta And UmbIlIcal Cord HIstopathologIes In PathologIc Spesmen And RelatIonshIp Between Pregnanc
\r\n Amaç: Bu çalışmanın amacı plasenta ve göbek kord spesmenlerinin histopatolojisi incelemesi ile gebelik sonuçları arasındaki ilişkiyi saptamaktır.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Uşak Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Ana Bilim Dalı arşivinden 112 plasenta materyali retrospektif olarak tarandı. Term plasenta ölçümü, Kaufmann’ın Patolojisine göre; 37-40 hafta, boyut 18 cm, ağırlık 350-750 gr, kalınlık 2-2,5 cm olarak yapıldı. Göbek kordonunun damar sayısı, membran yapısı, koranjiyom, infarkt, hematom, hemoraji kaydedildi. Histopatolojik olarak infarkt, koryoamniyonit, subkoryonik fibrin birikimi, koryonik damarlarda konjesyon, subkoryonik kanama, corangiosis, korioanjiyom, kalsifikasyon, perivillöz fibrin birikimi, mekonyum, fibrinoid nekrozis, villit, koryonik damarın ektazisi saptandı. Cinsiyet, doğum şekli, maternal hastalık, doğum ağırlığı, anne yaşı, parite, doğum uzunluğu, baş çevresi ve 0-9 arasında APGAR skoru kaydedildi.
\r\n
\r\n Bulgular:112 plasentanın; 29 plasental infarkt vakasının 4'ünde (% 13,7), 19 korangiosis vakasının 2’sinde (% 10,5), 17 subkoryonik hemoraji vakasının 1’inde (% 5,8), 29 koryoamniyonit vakasının 2’sinde (% 6,8), 12 umbrikal kord konjesyonlu vakanın 1’inde (% 8, 3) anormal gebelik sonuçları tespit edildi. İstatistiksel olarak anlamlı sonuçlarımız subkoryonik hemoraji ile plasenta boyutu (P = 0, 004), maternal yaş ve umbilikal kord boyutu (P = 0, 0001) ve doğum ağırlığı ile plasenta ve umbilikal kord boyutları arasında saptandı (p = 0.000). Ancak bu parametreler ile gebelik sonuçları arasında bir ilişkiye rastlanmadı. Diyabet, erken doğum, ablatio plasenta ve ölü doğumla sonuçlanan ve seyreden gebeliklerde, bebek ağırlığı ile plasenta ve umbilikal kord boyutu arasında ilişki saptandı. Histopatolojik bulgular ve gebelik sonuçları arasında ise anlamlı bir ilişkiye rastlanmadı.
\r\n
\r\n Sonuç: Plasenta ve umbilikal kord örnekleri değerlendirilirken düzenli klinik takip ve yeterli anamnezin yanında gebelik sonucu üzerindeki etkiyi açıklamak için lezyonun varlığı ile birlikte lezyonun yeri ve büyüklüğü de belirtilmelidir.
\r\n
\r\n Aim: The aim of this study is to determine the relationship between pregnancy outcomes and histopathology examination of the intended placenta and umbilical cord specimens.
\r\n
\r\n Patients and Methods: 112 placenta materials were scanned as retrospective in an archive of Usak University Education and Research Hospital of Pathology Department. Term placentas measurement were based on Kaufmann’s Pathology thus; 37-40 week, size 18 cm, weight 350-750 gr, thickness 2-2,5 cm. Umbilical cord's vessel number, membrane structure, chorioangioma, infarct, hematoma, hemorrhage were recorded. Infarct, chorioamnionitis, subchorionic fibrin deposit, congestion of chorionic vessel, subchorionic hemorrhage, corangiosis, chorioangioma, calcification, perivillous fibrin deposit, an effect of meconium, fibrinoid necrosis, villitis, ectasia of a chorionic vessel were detected as histopathologic findings. Gender, mode of delivery, maternal disease, birth weight, maternal age, parity, birth length, head circumference, APGAR between 0-9 were recorded.
\r\n
\r\n Results: 112 placentas; 4 of 29 (13,7%) placental infarct, 2 of 19 (10,5 %) placental corangiosis, one of 17 (5,8%) subchorionic haemorrhage, 2 of 29 (6,8%) chorioamnionitis, one of 12 (8,3%) umbilical cord congesione cases were detected with abnormal pregnancy outcomes. Statistically significant results were found between subchorionic haemorrhage and placenta size (P = 0, 004), maternal age and umbilical cord dimension (P = 0, 0001), birth weight and placenta and umbilical cord dimensions (p = 0.000). However, no association was found between these parameters and pregnancy outcomes. Relationship between baby weight and placenta and umbilical cord size was determined in diabetic, preterm, ablatio placenta, and stillbirths and pregnancies. No significant association was found between histopathologic findings and pregnancy outcomes.
\r\n
\r\n Conclusion: When placenta and umbilical cord specimens are evaluated, the location and size of the lesion should be indicated along with the presence of the lesion in order to explain regular clinical follow-up and adequate anamnesis as well as the effect on the pregnancy outcome.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
Arzu Yıldırım ar, Tamer Bayram, Güldem Turan
Araştırma makalesi
Özeti
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
TImIng For IntensIve Care, NeurologIcal DIseases And PallIatIve Care
Giriş: Nörolojik hastalığı olanlar; çeşitli nedenlerle gelişen solunum yetmezliği sonucu yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyabtilirler. Bazıları yoğun bakım destek tedavilerinden fayda görürken bazıları da bakım hastası olarak yaşamlarına devam etmekte ya da rehabilitasyon programlarına ihtiyaç duymaktadır. Yoğun bakımda tedavi süreleri uzayan her hastanın gerektiğinde palyatif bakım yada rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilme ve eve çıkış süreçlerinin iyi yönetilmesi yoğun bakım yataklarının akılcı kullanımı açısından önemlidir.
Gereç Yöntem: XXXXXXXXXXXXX bilimsel çalışmalar kurulunun 17073117-050.06 karar numaralı izni alınarak Ocak 2017-Mayıs 2018 tarihleri arasında yoğun bakım kliniğine primer nörolojik hastalıklar ön tanısıyla yatırılıp eksitus ile sonlanan veya eve/palyatif bakıma yönlendirilen hastalarımızın verilerini retrospektif olarak değerlendirdik. Diğer kliniklere devir edilen hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların APACHE II, SAPS II skorları, yatış günü, mekanik ventilasyon süreleri, trakeostomi ve Perkütan Endoskopik Gastrostomi gereksinimi, ev tipi ventilatör temini ve yoğun bakımdan çıkış şekilleri kaydedildi.
Bulgular: Toplam 942 hasta dosyası tarandı hastaların 74’ü nörolojik hastalıklar nedeniyle yatarken eks olan veya direkt ev/palyatif bakıma transfer olan hastalardı. Nörolojik hastalıklardan dolayı yatan 74 hastanın 30 (%40.5) unda ağır demans 21(%28.3) inde iskemik inme 23(%68,8) ünde ise diğer nörolojik problemler bulunmaktaydı. Bu 74 hastanın 60(%81.1)’ i yatarken eks oldu, palyatif bakıma yönlendirilen hasta sayısı ise 5(%6,8) idi.
Sonuç: Yoğun bakımdan palyatif bakıma zamanında geçiş oranlarının artırılması yoğun bakım yataklarının etkin kullanımı açısından önemlidir. Bu nedenle yoğun bakım hastalarının, gerektiğinde palyatif bakıma yönlendirilmesi açısından belirli aralıklarla değerlendirilmesi önerilir.
Introduction: Patients with neurological diseases may require intensive care support as a result of respiratory failure due to various reasons. Some of them benefit from intensive care supportive treatment while others continue to live as caregivers or need rehabilitation programs. It is important for the rational use of intensive care beds that the routing process to the palliative care, rehabilitation centers or discharge of patients with prolonged treatment in the intensive care unit should be managed well
Materials and Methods: We retrospectively evaluated the data of our patients who were hospitalized with the diagnosis of primary neurological diseases in the intensive care unit and terminated with exitus or referred to home / palliative care between January 2017 and May 2018 with the permission (17073117-050.06 decision no) of XXXXXXXXXXXXXXX scientific studies committee. Patients who transferred to other clinics were excluded from the study. APACHE II/SAPS II scores, hospitalization day, mechanical ventilation time, tracheostomy and percutaneous endoscopic gastrostomy requirement, home ventilator supply and the situation of discharge from intensive care unit of patients were recorded
Results: A total of 942 patient files were reviewed retrospectively and 74 (7.8%) of our patients were neurological patients who were died or discharged to directly home\palliative care. Most of the patients in the study had severe dementia (30 patients, 40.5%) and fewer number of patients had ischemic stroke (21 patients, 28.3%). Sixty of the 74 patients (81.1%) died in the intensive care unit. Only 5 patients were transferred to palliative care (6.8%).
Conclusion: Increasing transfer from intensive care to palliative care is important for the effective use of intensive care beds. Therefore, it is suggested that intensive care patients should be evaluated periodically to be directed to palliative care
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolonoskopi İle İnvajinasyonun Pnömotik Redüksiyonu
Ercüment Taşpınar, Müslim Yurtçu, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Kolonoskopi İle İnvajinasyonun Pnömotik Redüksiyonu
Colonoscopy-AssIsted PneumatIc ReductIon Of IntussusceptIon
Bu çalışmada deneysel kolokolik invajinasyonun kolonoskopi ile pnömotik redüksiyon (PR) unun değerlendirilmesi amaçlandı. Tavşanlar 14’erli 2 gruba ayrıldı. Deneklerin deneyden 1 gün önce gıda alımları durduruldu, parenteral olarak beslendi. Orta hat cilt kesisi sonrası karın duvarı açılarak kolokolik invajinasyon oluşturuldu. Tüm tavşanlara postoperatif 100 ml/kg/gün elektrolit solüsyonu verildi. Grup A 2, grup B 3 gün gözlendi. Kolonoskopi eşliğinde PR gerçekleştirildi. Grup A’da 14 tavşanın 3’ünde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 3.970±2.137 kg, redüksiyon süresi 3.97±2.47 dakika, hava basıncı 44.0±2.6 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı %100’dü. Bu grupta perforasyon gözlenmedi. Grup B’de 14 tavşanın 5’inde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 4.1±2.75 kg, redüksiyon süresi 4.01±1.71 dakika, hava basıncı 55.9±13.3 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı % 93’tü. Bu grupta 1 tavşanda perforasyon gözlendi. Grup B’de verilen hava basıncının grup A’ya göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi (p
The aim of this study was to evaluate colonoscopyassisted pneumatic reduction(CAPR) of experimental colocolic intussusception(CCI). Twenty eight rabbits were divided into 2 groups each containing 14 rabbits: Group A and B. The animals were not fed orally 1 day before the experimental study and fed parenterally. After median line skin incision, abdominal wall was opened. Colocolic intussusception was performed. 100 ml/kg liquid electrolyte solution was given to all rabbits in postoperative period. Group A was observed for 2 days and Group B for 3 days. In Group A, the “currant jelly” stools were observed. Mean weights were 3.970±2.137 kg, reduction duration 3.97±2.47 minutes, air pressure 44.0±2.6 mmHg, and the success rate of reduction 100%. Perforation was not observed in this group. In Group B, the “currant jelly” stools were observed in 5 of 14 rabbits. Mean weights were 4.111±2.754 kg, reduction duration 4.01±1.71 minutes, air pressure 55.9±13.3 mmHg, and the success rate of reduction 93%. Perforation was observed in 1 rabbit in this group. The air pressure in group B was significantly higher than group A (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kafa Travma Modelinde Mannitol Veya Hipertonik Salin Solüsyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
Feride Aygın, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Kafa Travma Modelinde Mannitol Veya Hipertonik Salin Solüsyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of MannItol Or HypertonIc SalIne SolutIons In Head Trauma Model
Deneysel kafa travmasında, % 20 mannitol, % 3 veya % 7 hipertonik salin solüsyonlarının, hemodinamik parametrelere, intrakraniyal basınca ve elektroensefalografi üzerine olan etkilerini karşılaştırılması amaçlandı. Bütün tavşanlara pariyetal bölgeden bilateral kraniotomi yapılarak standart kafa travması uygulandı. Rastgele 4 gruba ayrılan deneklerden; I. gruba tedavi uygulanmazken, II. gruba % 20’lik mannitol, III. gruba % 3’lük hipertonik salin ve IV. gruba % 7’lik hipertonik salin eşdeğer osmolar yükte intravenöz uygulandı. Travmadan önce, travmadan 5 ve 60 dakika sonra; elektroensefalografi, ortalama arter basıncı, kalp atım hızı ve intrakraniyal basınç kayıtları alındı. Mannitol, % 3 ve % 7’lik hipertonik salin solüsyonları intrakraniyal basınçdaki yükselmeyi çalışmanın sonunda düşürdü (p0.05). Ortalama arter basınç ve kalp atım hızı, bütün gruplarda travmadan sonra yükseldi (p
We aimed to compare the effects of 20 % mannitol, 3 % or 7 % hypertonic saline on hemodynamic parameters, intracranial pressure and electroencephalography in experimental head trauma. Bilateral craniotomy were carried out in the parietal region and standart head trauma was applied for all rabbits. The rabbits were randomly divided into four groups. In group I rabbits were only observed. In group II: 20 % mannitol, in group III: 3 % hypertonic saline and in group IV: 7 % hypertonic saline was administered intravenously to achieve similar osmolar load. Electroencephalography, mean arterial pressure, heart rate, intracranial pressure were recorded before trauma and 5 and 60 minutes after trauma. Increased intracranial pressure was significantly decreased by mannitol, 3 % and 7 % hypertonic saline solutions at the end of study (p0.05). The mean arterial pressure and heart rates increased after trauma in all groups (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
Meral Kaya, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Asuman Güzelant, Hülya İren Güvenç, Habibe Övet, Oya Akkaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Ayşe Ruveyda Uğur, Ayşegül Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
The ComparIson Of Brucella Gel AgglutInatIon Test WIth
other SerologIcal Tests For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Zoonotik bir hastalık olan Bruselloz, birçok sistemi etkileyerek çok farklı klinik belirti ve bulgulara
neden olabilen bir hastalıktır. İnsanlarda gelişenbruselloz hastalığının tanısı başlıca kültür ve serolojik
yöntemlerle konmaktadır. Serolojik testler arasındarose Bengal (RBT) ve standart tüp aglütinasyon
testleri (STA) en sık kullanılan yöntemlerdir. Tarama amaçlı kullanılan RBT ile pozitif saptanan örnekler
standart tüp aglütinasyon testi ile dilüsyonlu olarak çalışılmaktadır. Ancak blokan antikorların varlığı
nedeniyle STA testinde yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle bu testler zaman zaman
tanıda yeterli olmamaktadır. Çalışmamızda yeni bir test olan BrucellaCoombs Jel testi (BCGT), RBT, STA,
Brucellaimmuncapture aglütinasyon testi (BCAP) ve Brucella ELISA IgG, M testleri ile karşılaştırılmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına çeşitli kliniklerden
gönderilen bruselloz şüpheli 100 hastanın serum örneği üzerinde çalışıldı. Her bir hasta serumundan
RBT (Seromed Laboratory Product, Turkey), STA (Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell S.D.
Spain), BCGT (ODAK, İSLAB. Türkiye), ELISA Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Almanya) testleri çalışıldı.
Çalışmalar üretici firma önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: Testlerdeki Pozitiflik oranları; BCGT 88 (%88.0), RBT 74 (%74.0), STA 56 (%56.0) , BCAP 84
(%84.0), Brucella IgG, IgM 92 (%92.0) olarak saptandı.
Sonuç: BCGT’nin; ELISA, BCAP, RBT ve STA testleriyle yapılan karşılaştırmasında gold standart olarak
kabul edilen bir yöntem çalışılmadığından istatistik karşılaştırmaları yapılamamıştır. BCGT, 24 saat
inkübasyona gerek olmadan çalışılması nedeniyle STA ve BCAP yöntemlerine göre daha hızlı sonuç
vermeyi sağlamıştır. Bu yeni test (BCGT), brusellozun tanı ve takibinde blokan antikorları da tespit etmesi
ve hızlı sonuç vermesi nedeniyle avantaj sağlamaktadır. Sonuçların doğrulanması için daha kapsamlı
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: Brucellosis, a zoonotic disease, may affect several body systems and cause various clinical
manifestations considering the infection sites. Diagnosis of brucellosis is mainly based on culture and
serological methods, specifically Rose Bengal agglutination (RBT) and standard tube agglutination tests
(STA). When RBT, which is usually used as a screening method, is positive for Brucella antigens, STA
is prefered to detect an agglutination titre by using serial dilutons of serum sample. On the otherhand,
false negative results can be obtained by STA due to the presence of blocking antibodies. The refore,
these two methods may be in adequate for diagnosis of Brucellosis. The aim of this study is to compare a
novel method, Brucella Coombs gel test (BCGT) with other four serological methods, RBT, STA, Brucella
immune-capture agglutination test (BCAP), and Brucella ELISA IgG, IgM tests.
Patients and Methods: Serum samples taken from 100 patients, admitted from various clinics at Konya
Training and Research Hospital were sent to the Medical Microbiology Laboratory with a clinical diagnosis
of Brucellosis. Each serum sample was studied with RBT (Seromed Laboratory Products, Turkey), STA
(Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell SD Spain), BCGT (ODAK, ISLAB, Turkey), and ELISA
Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Germany) methods. All procedures were carried out in accordance with
the manufacturer’s recommendations.
Results: The rates of positive results for each method were as follows: BCGT 88 (88.0%), RBT 74
(74.0%), STA 56 (56.0%), BCAP 84 (84.0%) and Brucella IgG, IgM test 92 (92.0%).
Conclusion: Statistical analysis could not be executed due to lack of a gold standard method in the study.
Yet, BCGT provided faster results than STA and BCAP methods because it does not require a 24-hourincubation.
This novel test, BCGT, also showed an advantagein the diagnosis of Brucellosis because of
detecting blocking antibodies. More comprehensive studies are needed to be performed to confirm the
results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Ersin Turan, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Spontaneous IdIopathIc PneumoperItoneums: Four Case Reports And
revIew Of The LIterature
Pnömoperitoneumların %90’dan fazlası gastrointestinal
perforasyonların sonucu olarak meydana gelmektedir. Ancak
bazen pnomoperitoneum visseral perforasyonla ilişkili değildir. Bu
çalışmamızda spontan idiopatik pnömoperitoneum tespit edilen 4
vakanın takdimi ve literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Yaşları 58-83 arasında değişen ve acil servise başvuruları esnasında
yapılan görüntüleme yöntemlerinde karın içi serbest hava tespit
edilen ancak etyolojisi belirlenemeyen 4 olgu takdim edilmektedir.
Bu olgulardan 3’üne cerrahi sonrası, birine ise medikal takip sonrası
spontan idiopatik pömoperitoneum tanısı konulmuştur. Olguların tümü
erkek olup özgeçmişlerinde KOAH tanıları dışında pnömoperitoneum
oluşturacak etyolojik faktör yoktu. Spontan pnömoperitoneumların
belirlenmesinde detaylı öykü, fizik muayene bulgularının da ayrıntılı
olarak değerlendirilmesi gereksiz laparotomileri engelleyebilir.
Pnömoperitoneum tespit edilen hastalarda neden bulunamamışsa
KOAH öyküsünün sorgulanması önerilir.
More than 90% of pnömoperitoneum occur as a result of
gastrointestinal perforation. However, sometime spneumoperitoneum
is not associated with visceral perforation. In this study, we aimed to
introduce the four cases of idiopathic spontaneous pneumoperitoneum
and to review the literature. Ages were between 58 and 83 years old
and intra-abdominal free air was determined during the emergency
room imaging applications with undetermined etiology. One patient
was diagnosed with idiopathic spontaneous pömoperitoneum after
medical follow-up, and the others were diagnosed after surgery.
All patients were male and did not have any etiologic factors other
than diagnosis of COPD to create pneumoperitoneum. A detailed
history and physical examination findings may prevent unnecessary
laparotomy for diagnosis spontaneous pnömoperitoneum. In
spontaneous pnömoperitoneum patients, it is suggested that COPD
history should be questioned if no other etyological factor was found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Amaçlı Av Fistül Anevrizmalarında Etkili Bir
yaklaşım: Anevrizmorafi
Mehmet Özülkü, Fatih Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Amaçlı Av Fistül Anevrizmalarında Etkili Bir
yaklaşım: Anevrizmorafi
EffectIve Approach To Aneurysms Of Av FIstulas For HemodIalysIs:
aneurysmorrhaphy
Anevrizmanın incelmiş duvar kısmının rezeke edilerek kalan
kısmın tamir edilmesi yoluyla venöz devamlılığın sağlandığı bir yöntem
olan anevrizmorafi, öncelikli kullandığımız bir tamir metodudur.
Komplikasyon gelişmeden önce anevrizmanın anevrizmorafi yoluyla
tamir edilmesinin, AVF veninin devamlılığı ve uzun süre kullanılabilmesi
açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz. 2010-2015 tarihleri
arasında AVF’ye bağlı gelişen, anevrizmorafi yöntemiyle tamir edilen,
33 gerçek anevrizma vakası çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya katılan
bireylerin AVF’ye bağlı gerçek anevrizmalarının lokalizasyonları;
antebrakiyal bölgedeki radio-sefalik AVF’de (11 hasta), antekübital
bölgedeki brakio-sefalik AVF’de (20 hasta) ve antekübital bölgedeki
brakio-bazilik AVF’de (2 hasta) yer almaktadır. Anevrizmorafi sonrası
üç yıl takip edilen 33 hastanın 30’unda tamir yapılan venöz yapılarda
genişleme görülmesine rağmen müdahale gerektiren patoloji tespit
edilmedi. Üç hastada anevrizmorafi yapılan alanda tekrar genişleme
ve tamir yapılması gereken problemler görülmüştür. Herhangi bir
komplikasyon gelişmeden mümkün olduğunca anevrizmaya erken
müdahale etmek ve AV fistül devamlılığını bozmadan anevrizmayı
küçültmek sonuçları etkili olan cerrahi bir yöntemdir.
Aneurysmorrhaphy is the procedure through which venous
continuity is provided by resecting the thinned wall of aneurysm
and fixing the remaining part. Aneurysmorrhaphy is the repairing
method that we apply in priority. We believe that, the fixing of
aneurysm by aneurysmorrhaphy before the complications comes out
is important in terms of continuity of vein of AVF and long term
use. A total of 33 cases of true aneurysm induced by and repaired
through aneurysmorraphy method between 2010 and 2015 were
included in the study. The localization of true aneurysm depending
on AVF of the persons who were participated in this study included
antebrachial of the radio-cephalic AVF in 11 patients, the antecubital
region brachio-cephalic AVF in 20 patients and in the antecubital AVF
brachio-basilica in 2 patients. Patients were followed for three years
after aneurysmorraphy. Despite the fact that expansion occurred
in repaired venous structure, no pathology was identified requiring
intervention in in 30 cases. In three patients, recurrent expansion and
problems were observed in the localization where aneurysmorraphy
repairing was reapplied. Before any complication occurs, intervening
in aneurysm and reduction of it without breaking the continuity of AV
fistula are effective surgical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
Özkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
ClInIcal, Laboratory And EpIdemIologIcal CharacterIstIcs Of FamIlIal
medIterranean Fever In ChIldhood And The RelatIonshIp Between
these Features WIth GenetIc MutatIons
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) seröz zarların inflamasyonu
ile karakterize, ataklarla seyreden bir hastalıktır. MEVF gen
mutasyonlarının keşfinden sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili
bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip
arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmada
AAA hastalarının klinik özellikleri ve kolşisine yanıtlarının genotiple
ilişkisinin araştırılması amaçlandı. AAA tanısıyla izlenmekte olan
131 hastanın dosyaları retrospektif olarak taranarak demografik,
klinik veriler ve mutasyon analizleri kayıt edildi. Hastalarımızın
%52.7’si erkek, %47.3’ü kızdı. Hastalarımızın şikayetlerinin başlama
yaşı ile tanı yaşının dağılımı farklılık göstermekteydi (p=0.00). En
sık görülen semptom karın ağrısı (%94.7) ve onu sırasıyla ateş
(%91.6), artralji (%65.6) ve göğüs ağrısı (%27.5) takip ediyordu.
Enfeksiyon, stres, menstürasyon, spor gibi faktörler bazı hastalarda
atağı tetiklemekteydi. En sık görülen mutasyonlar sırasıyla M694V
(%50.4), M680I (%26.7), 148Q (%11.5) idi. Mutasyon saptanmayan
%14.5 hastamız vardı. M694V homozigot olan hastalarda bulantı
ve kusma daha az, E148Q heterozigot olan hastalarda artralji daha
fazlaydı (p<0.05). Aynı aileden kolşisine dirençli 3 hastamız vardı.
Çalışmamızda AAA hastalarının fenotip ve genotipi arasında önemli
bir ilişki gözlenmemiştir. İnfantil dönemde hastalığın tanınması
zor olup, komplikasyonları önlemek adına hastaneye sık başvuran
hastalarda AAA tanısı da akla gelmelidir.
Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by attacks
and inflammation of serous membranes. After discovery of MEVF
mutations, several studies have been carried out about the effect
of genotype to phenotype, a number of them showed relationship
between genotype and phenotype, but some of them not. The aim
of our study was to investigate the relationship between genotype
and clinical features in children with FMF. This study was performed
with 131 patients who have FMF diagnosis. The demographic data,
clinical findings, mutations were investigated retrospectively. 52.7%
of our patients were boys, 47.3% were girls. Distribution of the age
of diagnosed was different from age of onset of symptoms (p=0.00).
The most frequent symptom was abdominal pain (94.7%) and it is
followed by fever (91.6%), arthralgia (65.6%) and chest pain (27.5%).
Infection, stress, menstruation and physical training triggered the
attack in some patients. Respectively, the most common mutations
were M694V (50.4%), M680I (26.7%) and 148Q (11.5%). No mutation
was detected in 14.5% of our patients. Nausea and vomiting were
less in M694V homozygous patients, and arthralgia was higher in
E148Q heterozygous patients (p<0.05). We had 3 patients with
colchicine-resistant who were siblings. In our study, a significant
relationship between phenotype and genotype was not observed. It
is difficult to recognize the disease in infancy period, FMF should be
considered in patients with frequently admitted to hospital in order to
avoid complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dupuytren Cerrahisinde Pnömotik Turnikenin Yeri
Bilsev İnce, Mehmet Dadacı, Zeynep Altuntaş, Fatma Bilgen
Araştırma makalesi
Özeti
Dupuytren Cerrahisinde Pnömotik Turnikenin Yeri
The Role Of PneumatIc TournIquet In Surgery For Dupuytren’s
dIsease
Dupuytren hastalığı palmar aponöroz ve digital uzantılarının band,
nodul, kontraktür ve tendon benzeri band oluşumuyla sonuçlanan
parmak ve avuç içi fasyasında ortaya çıkan benign proliferatif bir
hastalıktır. Pnomotik turnike, kansız ortam sağlayarak cerrahi
girişimleri kolaylaştırması, transfüzyon ihtiyacını sınırlaması ve
ameliyat süresini kısaltması gibi avantajları nedeniyle üst ekstremite
cerrahisinde sıklıkla kullanılır. Turnike, cerraha kolaylık sağlasa da
uzun süreli veya uygunsuz basınçlı kullanımında reperfüzyon hasarı
ve sinir hasarı ortaya çıkabilir. Bu çalışmada dupuytren cerrahisinden
sonra ortaya çıkan komplikasyonların önlenmesinde pnömotik
manşon kullanımının etkisi araştırıldı. 2010-2013 yılları arasında
dupuytren kontraktürü nedeniyle opere edilen 28 hasta retrospektif
incelendi. Hastalar grup 1: manşon uygulanan, grup 2: manşon
uygulanmayan hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gruplardaki
hastalar predispozan faktörler, aile hikayesi, komplikasyonlar,
cerrahi süre ve yara iyileşmesi açısından karşılaştırıldı. Dupuytren
hastalığında tedavide amaç palmar fasyanın çıkarılması olup, temel
tedavi cerrahidir. Dupuytren cerrahisinde turnike kullanımının cerrahi
güvenlik sağladığı ileri sürülse de yaptığımız çalışmada istatistiksel
bir fark ortaya konulamadı. Bunun sebebi, komplikasyonların düşük
olmasında turnike kullanımı kadar cerrahın dikkat ve tecrübesinin de
rol oynaması olabilir.
Dupuytren’s disease is a benign proliferative disorder of
the palmar fascia that results in the formation of bands, nodules,
contracture, and tendon-like bands in palmar aponeurosis and
its digital extensions. A pneumatic tourniquet is frequently used
in upper extremity surgery, because it offers the advantages of
facilitating surgical procedures by offering a bloodless surgical field,
limiting transfusion requirements, and the time of surgery. The use
of a tourniquet may provide convenience to the surgeon, but it can
also cause reperfusion injury and nerve damage in prolonged and
inappropriate use. The present study investigated the effects of
using a pneumatic tourniquet in reducing complications after surgery
for Dupuytren’s contracture. A total of 28 patients, who underwent
surgery between 2010 and 2013 due to Dupuytren’s contracture, were
retrospectively reviewed. The patients were divided into two groups:
Group 1, tourniquet group, and Group 2, non-tourniquet group. The
patients in the two groups were compared in terms of predisposing
factors, family history, complications, surgery time, and wound
healing. The goal in the treatment of Dupuytren’s disease is the
removal of palmar fascia by surgical means. Although it is suggested
that the use of tourniquet in the surgery for Dupuytren’s contracture
provides surgical safety, the present study did not find statistical
differences. Along with the use of a tourniquet, the precision and
experience of the surgeon might have also contributed to the low rate
of complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prediyabet
Evrim Çakır
Derleme
Özeti
Prediyabet
PredIabetes
Prediyabet sıklığı tüm dünyada giderek artış göstermektedir.
2030’lu yıllarda 470 milyondan fazla kişide prediyabet izleneceği
tahmin edilmektedir. Prediyabet, glisemik değerlerin normal ile
diabetes mellitus (DM) arasında değiştiği DM gelişimi için yüksek risk
grubunu tanımlamak için kullanılır. Prediyabette insülin direnci ve beta
hücre disfonksiyonu glukoz seviyesinde aşikar değişiklik izlenmeden
başlamaktadır. Gözlemsel çalışmalarda prediyabetin kronik böbrek
hastalığı, küçük fiber nöropati, retinopati ve artmış serebrovasküler
ve kardiovaküler hastalık riski ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu
derlemede prediyabetin tanımı ve prediyabetin mikrovasküler ve
makrovasküler hastalıklarla birlikteliği değerlendirilmiştir.
The prevelans of prediabetes is increasing over the world. It is estimated that more than 470 million people will have prediabetes by 2030. Prediabetes is defined as intermediate state between normal and diabetic glycaemic values and high risk categories for DM development. Insulin resistance and beta cell dysfuction start with prediabet before marked glucose changes. In observational studies it has been reported that the relationship was found between prediabetes and chronic renal disease, small fiber neuropathy, retinopathy, serebrovascular and cardiovascular disesase. In this review, it was evaluated that the definition of prediabetes and its microvascular and macrovascular complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
Aynur Uğur Bilgin, Sevilay Tuncez, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
The ClInIcal SIgnIfIcance Of Cd38, Cd16, Cd56 And Zap70 Cell
surface-AntIgen ExpressIon In ChronIc LymphocytIc LeukaemIa
Kronik Lenfositer Lösemi(KLL) kan, kemik iliği, lenf nodu ve
dalakta proliferasyon özelliği olmayan olgun B lenfositlerin artışı ile
ortaya çıkan; farklı klinik seyirler gösterebilen bir hastalıktır. Rai ve
Binet tarafından oluşturulan sınıflamalar KLL’de en sık kullanılan
güncel evreleme sistemleridir. Ancak prognozu belirlemede erken
evre vakalarla sınırlı kalmaları en önemli eksiklikleridir. Bu çalışmada
amaç yeni tanı almış ve tedavi almayan KLL hastalarında ZAP70,
CD38, CD16 ve CD56 ekspresyon düzeylerinin evre ve prognoza
etkilerinin incelenmesidir. ZAP70 ekspresyonu, çalışmaya alınan 35
hastanın 5’inde pozitif olarak saptandı. Düşük ZAP70 expresyonu
gösteren hastaların erken evre vakalar olduğu ve bu hastaların
progresyonsuz sağ kalımlarının uzun olduğu tespit edildi. CD38
ekspresyonu, 3 hastada pozitif olarak saptandı. CD38 ekspresyonu
düşük hastaların da daha çok erken evre oldukları ve progresyonsuz
sağ kalım sürelerinin diğerlerinden daha uzun olduğu saptandı.
Olgularda ZAP70 ekspresyonu ile CD38 ekspresyon düzeyi
karşılaştırıldığında sadece bir olguda aynı anda her ikisinde pozitiflik
vardı. CD38 ile ZAP70 pozitifliği arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
CD56, CD16 tüm hastalarda düşük düzeyde eksprese edildi. Bu
çalışmadaki hastaların büyük çoğunluğunda ZAP70, CD38, CD16
ve CD56 antijen düzeyleri düşük bulunmuştur. Hastaların %74’nün
erken evre ve/veya tedavisiz izlemde olduğu göz önüne alındığında
sonuçlarımızın son derece anlamlı olduğu izlenmektedir. Ancak, KLL’
de hücre yüzey antijenlerinin evre ve prognoza etkilerini daha iyi
anlayabilmek için, kontrol grubu içeren daha fazla hasta sayılı ve
uzun takipli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Chronic Lymphocytic Leukemia (CLL) is a disease characterized
by increased number of mature B lymphocytes in blood stream, bone
marrow, lymph node and spleen with different clinical course. In CLL
patients, Rai and Binet classification systems are established for
determination of the necessity of treatment and prediction of survival.
However, the prognostic value of these classifications is limited in early
staged patients. The aim of this study was to investigate the effects
of surface antigens (ZAP70, CD38, CD16 and CD56) in staging and
prognosis of newly diagnosed and untreated patients with CLL. ZAP70
expression was positive in 5 of 35 investigated patients. The majority
of patients with low expression levels of ZAP70 was early stage of
disease and progression-free survival of these patients was longer
than others. CD38 expression was positive in 3 of 35 investigated
patients. The majority of patients with low expression levels of CD38
was early stage of disease and progression-free survival of these
patients was longer than others. In only one patient, both ZAP70 and
CD38 expressions were positive. There was no significant correlation
in patients between the expression of ZAP70 and CD38 CD56, CD16
was expressed at low levels in all patients. The majority of patients
in this study, expressions of surface antigens such as ZAP70, CD38,
CD16 were found as low. Our results are highly significant when
74 % of them are considered to be a early-stage and/or follow-up
without treatment. However, Long-term clinical observational studies
with control groups should be made for understanding the effects of
surface antigens in staging and prognosis of CLL.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Antropometrik Olarak Vücut Ölçümlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Tuğrul Yılmaz, Döndü Akın, Anıl Didem Aydın, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Antropometrik Olarak Vücut Ölçümlerinin Değerlendirilmesi
AntropometrIc EvaluatIon Of Body Measurements On MedIcIne Faculty Students Rats
Toplumların antropometrik değerleri, genetik yapı ve çevresel faktörlerin etkisi ile ortaya çıkmaktadır. Çalışmamızda eğitim için fakültemize değişik illerden gelen öğrencilerin güncel antropometrik değerlerinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde 2011-2012 yılları arasında Dönem 1 ve 2’de okumakta olan 203 (100 Erkek ve 103 Kız) öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya katılan gönüllü öğrenciler 18-22 yaş aralığındadır. Öğrencilerin boy uzunluğu ve ağırlığı başta olmak üzere değişik ölçümler gerçekleştirilmiştir. Elde edilen veriler SPSS 15. 0 programına aktarılmıştır. Sonuçlar istatistik analiz yöntemlerinden Pearson Correlation, Chi-Square ve Student T test kullanılarak değerlendirmiştir. Erkek öğrencilerin boy ortalaması 178 cm, ağırlıkları 74,8 kg, bel çevresi uzunluğu 85,4 cm olarak tespit edilmiştir. Kız öğrenciler de aynı ölçümlerin ortalaması sırasıyla 163 cm, 56,8 kg, 75 cm olarak tespit edilmiştir. Elde ettiğimiz verilerde yaşla birlikte boy artışının olduğu ve buna paralel olarak oturma yüksekliklerinin de arttığı saptanmıştır. Öğrencilerin sağ ve sol el bilek kalınlıkları ile dominant el kullanımı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Cinsiyetler arasında BKİ ( Beden Kitle İndeksi), ağırlık ve bel çevre uzunluğu arasında güçlü, pozitif ve anlamlı bir korelasyon saptanmıştır. Çalışmamızdan elde edilen güncel veriler ileride yapılacak antropometrik çalışmalar için veri kaynağı oluşturulacaktır.
Antropometric values of socities appears with effect of genetic structions and enviromental factors. We aimed to present antropometric values of the students that come from different cities for medical education. The study performed on 203 students ( 100 male, 103 female) that studied in Universty of Konya Faculty of Meram Medicine between 2011-2012 in the semesters of first and second.The ages of the participants were between 18-22. In the top of weight and height the diferent measurement had been performed on the whole students. Performed data transferred to the SPSS 15.0 programme. Statistical Analyze method of Pearson Correlation, KiKare and Student T used and appraisalled. The average of the male students height was 178 cm, weight: 74,8 kg and waist size 85,4 cm. On the other hand female students height was 163 cm, weight : 56,8 kg and waist size 75 cm. In the performed data, with the ages rising the height increase and seat height increases detected. Results of the study demonstrate that there is no relation sensible between the left/right hand wirsts size and dominant hand using. Between the genders there is an positive, strong and sensible correlation on BMI ( Body, Mass, Index), weight and wirsts size. The performed actual datas will be usefull for the antropometric studies in the future.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Onkojenik Retroviruslar
Murat Şevik
Derleme
Özeti
Onkojenik Retroviruslar
OncogenIc RetrovIruses
Bu makalede, onkojenik retroviruslar hakkında güncel bilgiler sunulmuştur. Kanser, dünya çapında milyonlarca insanı etkileyen bir hastalıktır. Yapılan araştırmalarda elde edilen bulgular, viral etkenlerin de kansere neden olduğunu göstermektedir. Kanser ile ilişkilendirilen viral etkenler, onkogenez mekanizmaları ile hücrelerin kontrolsüz ve anormal şekilde büyümesine neden olmaktadır. Kansere neden olan viruslar, DNA ve RNA virusları arasında yer almakta olup, bütün RNA tümör virusları, retrovirus familyasında yer almaktadır.
In this article is compiled the current knowledge about oncogenic retroviruses. Cancer is a disease that affects millions of people around the world. The findings of the researches indicate that viral factors cause cancer. Viral factors associated with cancer leads to uncontrolled and abnormal growth of cells by their oncogenesis mechanisms. Cancer viruses can be found in both the DNA and RNA viruses. All RNA tumor viruses are located in retroviruses family.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pseudomonas Aerugınosa Suşlarının Antimikrobik Direnci
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Hamza Bozkurt, Görkem Yaman, Kumru Aygül, Yasemin Bayram, Mustafa Berktaş
Araştırma makalesi
Özeti
Pseudomonas Aerugınosa Suşlarının Antimikrobik Direnci
AntImIcrobIc ResIstance Of Pseudomonas AerugInosa StraIns
Amaç: Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) sufllarının antibiyotik direncinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada materyal olarak çeşitli örneklerden izole edilen 130 P. aeruginosa suşu kullanıldı. Bulgular: İzole edilen suşlar sıklıkla Yoğun Bakım(%60), Pediatri(%16.2) ve Kulak Burun Boğaz (%10) servislerinden izole edilmişlerdir. P. aeruginosa suşlarına yapılan duyarlılık testleri sonucunda en sık gentamisin (%75.4), tobramisin (% 64.6) ve imipenem (%50)’e direnç saptanmıştır. Sonuç: Çalışma sonucunda P. aeruginosa suşlarının antimikrobiyal dirençleri önceki yıllara göre gentamisin dışında azalma gösterdiği saptanmıştır.
Aim: In the study where antibiotic resistance of Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) strains were aimed to be investigated. Material and method: In the study 130 P.aeruginosa strains isolated from various samples as materials were utilized. Result: Isolated strains were mainly provided from the intensive care unit (60%), the pediatry department (16.2%), and the otorhinolaryngology department (10%). As a result of the sensitivity tests performed for P. aeruginosa strains, the most resistance was provided with gentamicin (75.4%), tobramycin (64.6%), and imipenem(50%). Conclusion: Consequently, it was determined in our study that antimicrobial resistance of P. Aeruginosa strains be decreased, except gentamicin compared to previous years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
Oktay Sarı, İhsan Sabri Öztürk, Güngör Taştekin, Mustafa Serdengeçti, Hanife Aslı Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
The Outcome Of The Treatment Of HyperthyroIdIsm WIth RadIoIodIne
Amaç: İyot-131 (I-131) ile radyoiyot tedavisi, hipertiroidi ile seyreden Graves hastalığı, nodüler ve multinodüler guatrın tedavisinde tercih edilen yöntemlerden biridir. Bu retrospektif çalışma ile, radyoiyot verip takibimiz altında bulunan hipertiroidi hastalarının kısa dönem sonuçlarını ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2001-Mart 2005 tarihleri arasında SÜ Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Kliniğinde hipertiroidi nedeniyle radyoiyot tedavisi alıp, takibimiz altında bulunan 270 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 155’inin tanısı (% 57) Graves’ hastalığı (GH), 46’sının (% 17) toksik adenom (TA), 69’unun ise (% 26) toksik multinodüler guatrdı (TMNG). GH’da verilen doz 5-28 mCi (ortalama 10,58 ± 3,43), TA’da 6-25 mCi (ortalama 11,78 ± 3,93), TMNG’da ise 5-30 mCi (ortalama 12,13 ± 3,03) arasındaydı. Bulgular: Ortalama 8,16 ± 7,40 aylık takip sonunda hastalardan 87’si (%32,2) hipertiroid kalırken, 104’ü (% 38,5) ötiroid, 79’u (% 29,3) ise hipotiroid oldu. Tedaviye yanıt alınan grubun, yanıt alınmayan gruba göre daha uzun süre takip edildiği tespit edildi (9,10 ± 7,76 ay, 6,17 ± 6,15 ay). Tedaviye cevap veren grupta ortalama yaş 52,09 ± 12,56, cevap vermeyen grupta ortalama yaş 56,16 ± 15,38 olarak bulunmuş olup yaş ortalamaları arasındaki fark anlamlıdır. Sonuç: Takip süresi uzadıkça, I-131 ile hipertiroidi tedavisinde başarı oranlarımızın yükseleceği kanaatindeyiz.
Aim: Radioiodine treatment with iodine-131 (I-131) is a preferable treatment modality in the hyperthyroidism such as Graves’ disease, nodular and multinodular goitre. In this retrospective study, we aimed to report short-term results of the hyperthyroid patients admitted to our clinic. Material and Method: Two hundreds and seventy patients admitted to Meram Medical Faculty, Department of Nuclear Medicine from December 2001 to March 2005 was included the study. The diagnosis was Graves’ disease (GD) in 155 (57%), toxic adenoma (TA) in 46 (17%) and toxic multinodular goitre (TMNG) in 69 (26%). The dose administered to patients with GD was 5-28 mCi (mean 10,58 ± 3,43), TA was 6-25 mCi (mean 11,78 ± 3,93), and TMNG was 5-30 mCi (mean 12,13 ± 3,03). Results: After the mean 8,16 ± 7,40 months follow-up, 87 patients (32,2%) were hyperthyroid, 104 (38,5%) were euthyroid, and 79 (29,3%) were hypothyroid. The response of treatment in the long period follow-up was better than short period one. It was determined that the responded group has been followed-up the longer period than the non-responded group (9,10 ± 7,76 months vs 6,17 ± 6,15 months). Mean age of the responded group is 52,09 ± 12,56 years, the other is 56,16 ± 15,38. The difference is significant. Conclusion: In our opinion, the response rate of I-131 therapy would increase in the long term follow-up of hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çok Düşük (50 Hz) Frekanslı Manyetik Alanın Farelerin Serum Kortizol Ve Testosteron Düzeyleri İle Testis Histolojisi Üzerindeki Etkilerinin Belirlenmesi
Nilsel Okudan, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu, İlhami Çelik, Hakkı Gökbel, Ahmet Salbacak, Tuğba Telatar
Araştırma makalesi
Özeti
Çok Düşük (50 Hz) Frekanslı Manyetik Alanın Farelerin Serum Kortizol Ve Testosteron Düzeyleri İle Testis Histolojisi Üzerindeki Etkilerinin Belirlenmesi
Effects Of Extremely Low Frequency (50 Hz) MagnetIc FIeld On Serum CortIsol And Testosterone Levels And Testes HIstology Of The MIce
Amaç: Endüstriyel ülkelerde, 50 Hz’lik çok düşük frekanslı manyetik alanlara (ÇDF-MA) giderek daha fazla maruz kalındığından, bu alanların insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin belirlenmesine yönelik araştırmalar yoğunluk kazanmıştır. Bu çalışmada, farelerde farklı şiddetlerdeki ÇDF-MA’nın serum kortizol ve testosteron düzeylerine etkisinin ve testislerde oluşan histolojik değişikliklerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi’nden temin edilen 64 fındık faresi (Swiss albino fare) kullanıldı. Uygulama gruplarındaki hayvanlar 40 gün süreyle 50 Hz’lik farklı şiddetlerdeki (10, 30 ve 50 mG) manyetik alana maruz bırakıldı. Bulgular: Erkek farelerin serum kortizol düzeyleri alan etkisiyle önemli derecede düşerken, dişilerin serum kortizol düzeyleri etkilenmedi. Erkek ve dişi farelerin serum kortizol düzeyleri birlikte değerlendirildiğinde, gruplar arasında fark yoktu. Serum testosteron düzeyleri, 50 mG manyetik alana maruz bırakılan erkek hayvanlarda diğer gruplardakinden önemli derecede yüksekti. Hem kontrol grubunda hem de çalışma gruplarında testislerde önemli bir histolojik değişikliğe rastlanmadı. Sonuç: Farelerin farklı şiddetlerdeki ÇDF-MA’na maruz bırakılmasıyla serum kortizol ve testosteron düzeyleri arasında doğrusal bir ilişkinin bulunmadığı ve testislerde histolojik değişiklik oluşmadığı sonucuna varıldı.
Aim: Since public exposure to extremely low frequency (50 Hz) magnetic fields (ELF-MF) is gradually increasing in industrialized countries, research efforts have focused on the possible effects of the ELF-MF fields on the human health. In this study, it was aimed to find out the effects of ELF-MF at various intensities on serum cortisol and testosterone levels and to determine histological changes in the testes of the ELF-MF-exposed mice. Material and method: Sixty four mice (Swiss albino mice) obtained from Selçuk University Experimental Medicine Research and Application Center were used in the sudy. The experimental groups were exposed to 50 Hz MF at different intensities (10, 30 and 50 mG) for 40 days. Results: The serum cortisol levels of the male mice decreased by field effect but in female mice no significant differences were found between control and exposure groups. However, the differences between the control and exposure groups were not significant when the serum cortisol levels of male and female mice were regarded as awholes. Serum testosterone level of the 50 mG group was significantly higher than those of the other groups. No significant histological changes were determined in the testes in both control and any exposure groups. Conclusion: There is no direct correlation between the ELF-MF intensity and serum cortisol and testosterone levels, and ELF-mf does not cause histological changes in testes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Merkezimize Başvuran Gönüllü Donörlerde Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv Seroprevalansı
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Merkezimize Başvuran Gönüllü Donörlerde Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv Seroprevalansı
Serroprevalance Of HepatItIs B, HepatItIs C And Hıv At Volunteer Blood Donor Who ApplIed Our Blood Center
Hepatit B, hepatit C ve HIV kan ve cinsel yolla bulaşan viral infeksiyonlardır. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi kan Merkezine başvuran sağlıklı donörlerdeki hepatit B, hepatit C ve HIV prevalansını retrospektif olarak tespit etmeyi amaçladık. Ocak 1993-Haziran 2003 tarihleri arasında kan merkezimize başvuran 169708 donörden alınan kanlardan ayrılan serumlarda HBsAg, anti-HCV ve anti-HIV test sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Kan merkezimize başvuran sağlıklı donörlerdeki HBsAg prevalansı 1993 yılında %7.3 bulunurken, yıllar boyu azalarak 2000 yılında %1.6 2001 yılında %1.7, 2002 yılında %2.1 2003 yılının ilk altı ayında %1.8 bulunmuştur. Bu donörlerde anti-HCV prevalansı 1997 yılında %0.24, 1998-99 yıllarında %0.25, 2000 yılında %0.23, 2001 yılında %0.10, 2002 yılında %0.20 ve 2003 yılının ilk altı ayında %0.15 bulunmuştur. Anti-HIV testi 8 hastada şüpheli pozitif bulunmuş fakat doğrulama testiyle pozitif bulunan olmamıştır. Ortalama HBsAg prevalansı %3.8 bulunmuştur. Kan ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarla mücadelede; bilgilendirme ve aşılama çalışmalarıyla olumlu yönde mesafe kaydedilmiştir. Bu durum yıllar içinde donörlerdeki HBsAg prevalansındaki düşüşte etkili olmuştur. 2001 yılında 1998-99 yılına göre anti-HCV prevalansında azalma olmuştur. Bununla birlikte, Hepatit C virusunun bulaşması aşılamayla engellenemediğinden bu değerler çok fazla azalmamaktadır. Altı yıl içindehiç bir HIV pozitif donöre rastlanmamıştır. Bu da donör bilgi formlarıyla HIV şüphesi olabilecek donörlerin ekarte edildiğini ve/veya bu kişilerin kan donörü olmak istemediğini düşündürmektedir.
Seroprevalance of hepatitis C and HIV are viral diseases transmitted by blood transfusion and sexual contact. In this study we aimed to evaluate the seroprevalance of hepatitis B, hepatitis C and HIV at healthy volunteer blood donor who applied to the blood center of Meram Medical Faculty of Selcuk University. HBsAg, anti-HCV and anti-HIV test results were evaluated retrospectively between January 1993-June 2003 at 169708 blood donor who applied our blood center. HBsAg prevalance in the healthy blood donor which applied our center was 7.3% in 1993 and decreased by years to 1.6% in 2000, 1.7% in 2001, 2.1% in 2002, 1.8% in first half part of 2003. Anti-HCV prevalance in these donors were 0.24% in 1997, 0.25% in 1998 and 1999, 0.23% in 2000, 0.10% in 2001, 0.20% in 2002 and 0.15% in first half part of 2003. Anti-HIV test was reactive in 8 sera but by the confirmation test no positive test was found. The average HBsAG prevalance was 3.8%. The improvement was provided in Hepatitis B, C and HIV prevalance in blood donors by the way of vaccination and education. As a result the HBsAg prevalance was decreased gradually. Anti-HCV prevalance was decreased in 2001 according to 1998-99. However the prevalance of hepatitis C was not decreased because vaccination was not possible.No HIV positive blood donor was found during six years. This is due to HIV doubtful blood donors separated by means of blood donor information form or these kind of person don’t want to be a blood donor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Neriman Çolakoğlu, Hüseyin Özyurt, İsmail Zararsız, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
ProtectIve Effects Of CaffeIc AcId Phenetyl Ester (cape) On Exposure Of CIgarette Smoke-Induced HIstologIcal Changes In Tar Testes
Bu çalışmada, sigara dumanına maruz kalan sıçanlara ait testislerde meydana gelen histolojik değişikliklerin incelenmesi ve bu değişiklikler üzerine kafeik asit fenetil ester (CAPE)’in etkisinin araştırılması amaçlandı. Bu amaçla 21 adet Wistar cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki hayvanlar kontrol grubu olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçalar sigara dumanına maruz bırakıldı. Grup III’deki sıçanlara ise sigara dumanına maruziyet ile birlikte günlük olarak CAPE enjekte edildi. 60 günlük deney süresi sonunda tüm sıçanlar dekapitasyonla öldürüldü. Hayvanlardan alınan kanların serumlarında testosteron analizi yapıldı. Testis doku örnekleri rutin histolojik prosedürlerden geçirilerek ışık mikroskobunda incelendi. Çalışmamızda, sigara dumanına maruz kalan sıçanların serum testosteron seviyeleri ve seminifer tubul çaplarında bir düşüşün olduğu ve bu düşüşün CAPE uygulaması ile engellendiği tespit edildi. Sigara dumanına maruz bırakılan sıçanlara ait testislerin ışık mikroskobik incelenmesinde ise, interstisyel alanlardaki damarlarda konjesyonun olduğu ve bağ dokusunun arttığı gözlendi. Ayrıca, seminifer tubullerde vakuolizasyonun olduğu ve spermatogenik hücrelerin azaldığı görüldü. Sigara maruziyeti ile birlikte CAPE uygulanan sıçanlarda ise, sigara maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin oluşmadığı tespit edildi. Sonuç olarak, sigara dumanına maruz kalan sıçanların testis fonksiyonlarında azalmanın olduğu ve bu azalmanın CAPE uygulaması ile önlendiği görüldü.
The aim of this study was to investigate the histological changes in testis of rats exposed to cigarette smoke and effects of caffeic acid phenetyl ester (CAPE) on these changes. Fort his purpose, 21 male Wistar rats were divided into three groups. Animals in Group I were used as control. Rats in Group II were exposed to cigarette smoke and rats in Group III were exposed to cigarette smoke and injected daily with CAPE. At the end of the 60-days experimental period, all rats were killed by decapitation. Serum testosterone analysis were performed in the blood samples obtained from the animals. Following routine histological procedures, testicular tissue specimenswere examined under a light microscope. In our study, serum testosterone levels and diameters of seminiferous tubules were found to be decreased in rats exposed to cigarette smoke and these were prevented by the administration of CAPE. Light microscopic examination of testis specimens from rats exposed to cigarette smoke revealed that congestion of vessels and increase of connective tissue in the interstitial space. Additionally, there was vacuolization in the seminiferous tubules and a decrease in spermatogenetic cells. Whereas, exposure of cigarette smoke induced histological changes were not seen in rats exposed to cigarette smoke and injected with CAPE. In conclusion, it was observed that testicular functions of rats exposed to cigarette smoke were decreased and this decrease was prevented by administration of CAPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Jale Öner, Ahmet Songur, Oğuz Aslan Özen, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
Effects Of MelatonIn Hormone On The ThyroId FollIcular Cells In Rats: Agnor StaInIng And Electron MIcroscopIc Study
Bu çalışma, pinealektominin ve pinealektomi sonrası uygulanan melatoninin tiroid bezi üzerine etkisinin araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 18 adet VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-pinealektomi) ve pinealektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Grup IH’deki sıçanlara da pinealektomi sonrası günlük olarak ve bir ay süresince melatonin enjeksiyonu yapıldı. Deney süresi sonunda hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Daha sonra sıçanlardan alınan tiroid doku örneklerinden bir kısmı AgNOR tekniği ile boyandı ve ışık mikroskopta incelenerek tiroid hücre çekirdeklerindeki AgNOR sayıları belirlendi. Tiroid doku örneklerinin bir kısmında da elektron mikroskobik inceleme yapıldı. Çalışmamızda, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında artışla birlikte mitoz aktivasyon artışını gösteren bulgular gözlendi. Ayrıca hücre sitoplazmalarındaki lizozom ve salgı granüllerinde artış görüldü. Melatonin enjekte edilen grupta ise, hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında düşüş olduğu belirlendi. Bununla birlikte, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücrelerinde gözlenen ve hücre aktivasyon artışını gösteren ultrastruktürel değişikliklerin melatonin uygulaması ile kaybolduğu tespit edildi. Sonuç olarak, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre proliferasyonunda ve hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği, melatonin enjeksiyonu ile de bu artışın gerilediği görüldü.
This study was undertaken to examine effects of pinealectomy and pinealectomy followed by melatonin adminis- tration on thyroid gland. For this purpose 18 male VVistar rats were used. Animals were divided into three groups. Group I and II were designated as sham-pinealectomized (control) and pinealectomized, respectively. The rats in Group III were pinealectomized and daily injected with melatonin for 1 month. At the end of the experiment, ali animals were killed by vascular perfusion. The thyroid glands of rats were removed, then some of the thyroid tissue specimens were stained with AgNOR techniçue and examined by light microscopy. AgNOR numbers in nuclei of thyroid follicular cells were counted. Some of the tissue specimens were examined by electron microscopy. İn our study, some findings proving the increase of mitoz activation along with the increase in the number of AgNOR granules in celi nuclei of thyroid epithel were observed after pinealectomy. Furthermore, lizozomes and secretory granules in the cytoplasm of thyroid follicular cells were increased. İn the melatonin injected group, the number of AgNOR granules in celi nuclei were decreased. Additionally, ultrastructural changes, which indicate the increase of celi activation and is visible in thyroid epithel cells after pinealectomy were disappeared follovving injection of melatonin. İn conclusion, it was observed that there has been an increase in thyroid epithel celi proliferation and in celi activation after pinealectomy and this increase has been reversed by melatonin injection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
Sennur Demirel, Ayşegül Zamani, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Osteoartrozlu Hastalarda Egzersize Bağlı Kuadriseps Hipertrofisinin Bt İle Saptanması
Saim Açıkgözoğlu, Hasan Oğuz, İsrafil Şimşek
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Osteoartrozlu Hastalarda Egzersize Bağlı Kuadriseps Hipertrofisinin Bt İle Saptanması
The Assesment Of The Hypertrophy Produced By ExercIse In QuadrIceps Muscle In PatIents WIth Os- TeoarthrItIs Of The Knees UsIng ComputerIzed Tomography
Osteoartiritli hastalarda egzersiz sonrası quadriseps kaslarındaki hipertrofinin bilgisayarlı tomografi (BT) ile kas alan ölçümleri yapılarak saptanması amaçlanmıştır. Klinik ve radyolojik olarak dizde osteoartrozu olan 30 hastaya egzersiz uygulanarak kas hipertrofisi BT ile saptandı. Olgular 10 kişilik gruplara ayrıldı. Grupların her birine izo- metrik egzersiz, dirençli izometrik progresiv egzersiz ve progresif dirençli egzersizlerden birisi uygulandı. Egzersiz hastanın yakınma, klinik ve radyolojik bulguları olan dizine uygulandı. Kaslarda oluşan hipertrofi, egzersiz öncesi ve sonrası BT ile kas alan ölçümleri yapılarak değerlendirildi. Vastus medialis(VM), vastus lateralis(VL), vastus in- termedius(Vİ), rektus femoris(RF) kesit alanları, total kas alanları, total bacak alanı ve el ile bacak çevresi ölçüleri yapıldı. İzometrik egzersizde sadece RF kas hipertrofisinde sonuç anlamlı idi (p<0.01). İzometrik progresif dirençli egzersiz VM, Vİ kaslarında (p<0.01) ve VL kasında (p<0.001) hipertrofi oluşturmaktadır. Egzersiz yapılmayan ba cakta da hipertrofi oluşmaktadır. Progresif dirençli eksersiz VM, VL ve Vİ kasında (p<0.01) hipertrofi oluşturmaktadır. Egzersiz yapılmayan bacakta ise izometrik progresif dirençli egzersizden daha fazla hipertrofiye neden olmaktadır. Total kuadriseps ve total kas alanı hipertrofisinde dirençli egzersizlerin daha etkili olduğu görüldü. Progresif dirençli egzersizde bacak kesit alanı ve çevresi anlamlı düzeyde etkilenmektedir. Bacakta kas hipertrofisini ve hangi kasta hipertrofi olduğu saptamada BT başarılı sonuç vermektedir. Hipertrofiyi göstermede BT, el ile bacak çevresi ölçümlerine göre daha güvenilir sonuçlar vermektedir. Kesit yeri yüzeysel olarak be lirlendikten sonra tek BT kesitinde gerekli ölçümleri yapmak olanaklıdır.
The aim of the study is to determine the effectiveness of CT area measurements in order to çuantify hypertrophy produced by exercise in quadriceps muscle in patient with osteoarthritis of the knee. Thirty patients with knee os- teoarthritis who diagnosed clinically and radiologically were divided into three groups each consists of ten sub- jects. The first group took part in isometric, the second group isometric Progressive resistance, and the third group Progressive resistance for 4 weeks. At the beginning and end of the treatment, computerized tomographic sections were taken from the thigh. One of the sections was taken from 10 cm above subpatellar margin for vas tus lateralis (VL) and vastus medialis (VM), the other from midpoint of interline betvveen umbilicus and subpatellar end for vastus intermedius (VI) and rectus femoris (RF). Cross-sectional areas of the thigh, quadriceps totally, and the heads of the quadriceps were measured. İn addition, the circumference of the thigh was measured ma- nually. İsometric exercise (IE) produced hypertrophy only in RF (p<0.01), Progressive resistance exercise (PRE) in VM, VL, and VI (pcO.OI), and isometric Progressive resistance exercise (İPRE) in VM and VI (p<0.01), and VL (p<0.001). İn cotralateral thigh, PRE produced more hypertrophy than IPRE. The resistance exercises were more effective to produce hypertrophy in quadriceps muscle totally. Only in PRE group, the increase in cross-sectional areas and circumferences of the thigh were statistically significant. We conclude that the CT techniques are ne- cessary to asses the degree of muscle hypertrophy, and CT measurements provide more useful information than manual measurements of the circumference of the thigh.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya'da Et Tüketim Tercihleri Ve Beyaz Et Tüketimi
Said Bodur, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Konya'da Et Tüketim Tercihleri Ve Beyaz Et Tüketimi
The Meat ConsumptIon Preferences And WhIte Meat ConsumptIon In Konya
Amaç: Bu çalışmada toplumun et tüketimi ile ilgili tercihi ve beyaz et tüketimi ile demografik özelliklerin ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Çalışma, 1997 yılında Konya il merkezinde küme örnekleme yöntemi ile belirlenen 467 hane üzerinde yapıldı. Bilgiler yüz yüze görüşerek derlendi. Et tüketiminin değerlendirilmesinde sığır ve davar eti ‘kırmızı et', balık ve tavuk eti beyaz et’ olarak ele alındı. Ayda 4 kez veya daha fazla beyaz et tüketimi ‘yeterli’ kabul edildi. Bulgular: Et tüketiminde ilk tercihin % 35.8 kırmızı et, % 34.0 tavuk eti ve % 24.8 balık eti olduğu ifade edildi. Araştırma popülasyonunun % 43.9 ün un beyaz et tüketimi ye- terliydi. Beyaz et tüketim sıklığı ile ekonomik durum ve evin hanımının öğrenim düzeyi arasında ilişki bulundu. Sonuç: Toplumda beyaz et tüketimi istenilen düzeyde değildir. Beyaz et tüketim oranını artırıcı politikalar geliştirilmelidir.
Aim: İn this study, it was aimed to investigate the preference of meat consumption and the relation betvveen vvhite meat consumption and demographic characteristics of the community. Methods: This study was carried out on 467 house hold selected by using cluster sample method in the city çenter of Konya in 1997. Ali data vvere ob- tained by intervievving. İn determining meat consumption fish and poultry vvere accepted as "vvhite meat" and lamb and veal as "red meat". White meat consumption of four or more times per month was accepted as sufficient. Re- sults: The first choices in meat consumption nere meat, poultry and fish vvere 35.8%, 34.0% and 24.8% res- pectively. 43.9% of the population has consumed sufficient vvhite meat. The frequency of vvhite meat consumption vvas found to be related to family income and housevvife education level. Conclusion: İn the population, vvhite meat consumption is not at desired level. Therefore some programs to increase vvhite meat consumption should be developed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Başar Çolak, Tahir Kemal Şahin, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIscrImInatIon AbIlIty And Mental CapacItIes ExamIned Court Case CrImInal ChIldren In Konya ForensIc MedIcIne DIvIsIonal DIrectorateshIp
Bu çalışmada, 1992-1997 yılları arasında Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğü'ne farik-i mümeyyizlik mu-ayenesi için gönderilen 479 olgu retrospektif olarak incelendi. 479 olgudan 25`inin yaş sınırının farik-i mümeyyizlik muayenesi yaş sınırının dışında olduğu görüldü_ Geri kalan 454 olguda, suç işlediği iddiasıyla muayeneye gönderilen çocukların büyük bir çoğunluğunun erkek (% 96.5), en sık suç işlenen yaşın 15 (% 39.7) ve 14 (% 33_9), en sık işlenen suçun hırsızlık (% 54.4) olduğu, olguların % 95.6'sının işlemiş oldukları iddia edilen suçun farik ve mümeyyizi olduklarının belirlendiği görüldü. Farik ve mümeyyiz olmadıkları belirlenen 20 (% 4.4) olgudan 2'sinde (% 10.0) zeka geriliği saptandığı, 1 Olunda (% 50.0) içinde bulundukları sosyo-kültürel yapı se-bebiyle suçu işlemekten kaçınamayacakları, 6Sında 30.0) psikobiyolojik gelişimierinin kendilerini işledikleri suçtan koruyabilecek derecede ta-mamlanmamış olması nedeniyle, 2 çocuğun ise sağır ve dilsiz olmalarının da etkisiyle (% 10.0) farik-i mümeyyiz olmadıklarının belirlendiği görüldü. Sonuçlar diğer bölgelerde yapılan benzer çalışmalarla karşılaştırıldı.
In this study, 479 criminal children were sent to Forensic Medicine Divisional Directorateship for their discrimination and mental capacities to be sulted for child correction institutions. Twenty five children were out of the age range of examination of disc-rimination and mental capacity. Remaining 454 sub-jects were largely males (96.5 %). The large per-centage of criminal ages were 15 (39.7 %) and 14 (33.9 %) years of age. The most attempted erime was steeling and burglary (54.4 %). Of those 96.6 % were the age of discrimination and mental capacity and knowing attempted to the crimes. Twenty sub-jects, although they had the ages older than 11 years old, were below the discrimination and mental ca-pacity level. Among them two (10.0 %) were mentally retarded. Ten subjects (50.0 %) were inclined to at-tempt criminal temptations due ta their fawer socio-economic cultural type of living. Of those, six (30.0 %) of thern were lacking behind the psychobiological developments and unaware of the judgement of their criminal acts. The remaining two (10.0 %) subjects were deaf and dumb, and they were considered to have low level of discriminative ability and mental ca-pacity. This study when compared ta similar studles carried out else where in Turkey, it can be concluded that the type of erime attempted and the ratio of disc-riminative and mental capacity were of similar.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malıgn Plevral Efuzyonlarda Cea Ve Ca 19-9 Duzeylerı
Adil Zamani, Gülden Paşaoğlu, Ümmügülsüm Can, Faruk Özer, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Malıgn Plevral Efuzyonlarda Cea Ve Ca 19-9 Duzeylerı
Cea And Ca 19-9 In MalIgnant Pleural Ef-FusIons
Seljuk Universitesi Ttp Fakiiltesi Gogiis Has-taltklart ye Tiiherkiiloz Anabilim Dalinda 1994-1995 yillart arasinda yattrzlarak tetkik edilen 89 plevral efiizyonlu ve 25 saghkli hirey calqmaya alindi. 01-. gular etyolojik tat-taw-ma gore malign ye benign ola-rak iki gruha ayrildt. Toplam 89 olgudan 35'i ma-lign, 54'il benign gruptaydi. Malign gruhun yac ortalamast 64±10.54 olup 24'ii erkek. kadm be-nign gruhun yac ortalamast 47.94±15.56 olup 34'ii erkek, 20'si kadmdt ye kontrol gruhun yak or-talantast 45.28±11.71 olup 12'si erkek, 1 kadinds. Pleural efiizyonlu hastalarm serum ye plevral si-vtlarinda CEA ye CA 19-9 degerleri ye plevral mil serum oranlart; kontrol gruhunda ise hu tumor be-lirleyicikrinin (TB) serum degerleri okiilerek ma-lign kaynaklt eftizyonlart saptamakta serum ye plev-ral sty, degerleri arasindaki ili ki argttrildt. Malign olgularda CEA'nin serum degerleri benign grup ye kontrol gruhundan istatistiksel olarak anlamIt de-recede yiiksekti (p<0.01 ye p<0.001). Pleural sly, degerleri ye plevral stvilserum oranlari malign grupta anlamh derecede yiiksekti (p<0.01). CA 19- 9'un serum degerleri normal olmastna ragmen plev-ra sty, degerleri malign grupta benign grup ye kont-rol gruhuna gore a►lamli derecede yiiksekti (p<0.005). Sonuy olarak malign efiizyonlart sap-tamada CEA ye CA19-9'un serum degerlerine ha-ktlmadan sadece plevral stvt degerlerinin yeterli olabilecegi sonucuna varildt.
This study was performed in consecutive 89 pa-tients with pleural effusions and in 25 healthy in-dividuals chosen as a control group. The patients were separated in two groups according to their ae-tiologies: malignant pleural effisions and benign pleural effusions. In 35 cases, the cause of pleural effusions was malignancy and in other 54 cases there were benign diseases. The levels of CEA and CA 19-9 were measured in serum and pleural fluid of all patients and in sera of control group. We also investigated the relationship between serum and ple-ural fluid CEA and CA 19-9 concentrations. Mean serum and pleural fluid CEA concentrations was higher in malignant pleural effusions than in benign pleural effusions than in benign pleural effusions and healthy groups (p<0.01 and p<0.001). The lev-els of CA 19-9 in pleural fluid was higher in ma-lignant pleural effusions than in benign elisions (p<0.005). In conclusion, this study demonstrated that CEA and CA 19-9 pleural fluid levels might he useful in differential diagnosis of malignant pleural
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koagulaz - Negatıf Stafılokoklar Uzerıne Topıkal Antımıkrobıyal Ajanların Etkisi
Naci Kemal Kırca, Hüseyin Tol, Mahmut Baykan, Ali Sütçü, Fatma Keklikoğlu, Bülent Baysal, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi
Özeti
Koagulaz - Negatıf Stafılokoklar Uzerıne Topıkal Antımıkrobıyal Ajanların Etkisi
Effect Of TopIcal AntImIcrobIal Agents On Co-Agulase-NegatIve StaphylococcI
Deri yazeyinde hulunan koagalaz-negatif sta-filokoklara topikal olarak uygulanan antimikrobiyal ajanlarin etkirzligi araorrildr. 5 antiseptik solusyon ye 5 antimikrobiyal pomat degerlendirildi. Antiseptik solusyonlar (% 10 Po-. vidone-iodine, % 2 iodine, % 2 Tentardiyot, % 70 etanol, % 0.5 Klorhekzidin) gazli hezle 15 saniye uy-gulandi. Antimikrobiyal pon-zadlar (mupirocin, neomycin-bacitracin • silver sulfadiazirz, povidone-iodine pomad. sodywn fusidat) gazli hezle 6 saw sareyle tathik edildi. Tedavi uygulamalarrndan sonra arnekler Povidone-iodine. Klorhekzidin ye tentiirdiyot dim Orneklerde (10110) yilzey bakterikrini eradike etti. % 2 iodine 10 ornegin 9'unda, % 70 etanol ise lo ornegin 7'sinde eradike edici hulundu. 5 antimikrobiyal pomadm 471 deri yazeyinin ste-rilizasyonunda etkin hulundu. % Silver sal-fadiazinVe 10 ornekten 2'cinde koagiilaz negatif sta-filokok arernesi goralda.
In the Human Skin The efficacy of antimicrobial agents applied to-pically to the skin surface in eradicating coagulase-negative staphylococci (ENS) residing in the skin surface. Five antiseptic solutions (10 % povidone iodine, 2 % iodine, 2 % tincture of iodine, 70 % ethanol, and 0.5 % Chlorhexidine) were applied for 15s with a gauze sponge. The antimicrobial ointments (po-vidone-iodine. silver sulfadiazine, mupirocin, so-dium fucidate, and a double-antibiotic ointment con-taining neomycine, and bacitracin) were applied and covered for 6 th with gauze. After treatment. the surface was sampled. All agents were effective in eradicating ENS from the surface. The antiseptic solutions povidone-iodine. chlor-hexidine and tincture of iodine eradicated surface bacteria in every trial (10 of 10 each), and 2 % io-dine and 70 % ethanol eradicated bacteria from the surface in 9 and 7 of 10 trials, respectively. Four of the five antimicrobial ointments were also effective in the sterilization of the skin sur-face: 1 % silver sulfadiazine was the exception.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
Serdar Karaköse, Tülay Ölçer, Turhan Cumhur, İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
The EffectIveness Of Pta Or Intravascular Stents In The Treatment Of The PatIents WIth Aorta-IlIac Occ-LusIon Or StenosIs And Empotance
Penil ereksiyonu saglayan en Onernli mekanizma plan korpus kavernozumun kanlanmaszndaki yetmezlik, organik arter hastaltklarma bagli olarak bircok olguda gorillmektedir. Common iliak arterdeki dada( ye ttkanaliklart perlditan transluminal anjioplasti (PTA), rotaks ye lumen iii stem ile redavi edilen 38-63 ya§•ar arasIndaki 27 pasta cahpnamir kapsamma alina Klinik bulgu olarak hastalarin tiimiinde alt ekstremitede kladikasyo ye 12 hastada empotans vardt. 27 hastada da ana neden atherosklerozisti. PTA veya lumen ici stent yer-le'tirilmesinden 4-12 ay sonra empotanstn norm ale doniip donntedig'i araotrtidt. Gir4imsel yontemler sonrast 12 hastamn9'unda (%75) empotans ba§artyla kavboldu. calipnamtz sonucu arteriel kokenli impotanslartn tedavisinde radyolojik giri§imsel y5ntemlerin baari h oldugu gozknnti§-tir.
According to the fundamental nature of penile erection, insufficiency of the arteriel blood supply to the corpora cavernosa caused by an organic arteriel disease is found in a large fraction of case. Our experience in the treatmen of stenoses or obstruction of the common iliac arteries with PTA, rotacs and intra-arteriel stents in 27 patients, between 38-63 years of ages, are reported. Clinical finding were lower limb claudicatio in all patients and impotence in 12 patients. The underlying disease was atherosclerosis in all 27 patients. Restitution of potency was recorded 4-12 months after the PTA or intravasccular stent application. After the intervention of procedures in 9 (%75) of the 12 patients, potency was succesliilly restored. As a results we think that radiological interventional procedures are succesfull in treatment of impotency which has arteriel etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posterior Lumbotomi
Ali Acar, Recai Gürbüz, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Posterior Lumbotomi
PosterIor Lumbotomy
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında 1985-1991 tarihleri arasında 45 selelaif yakaya değişik amaçlı 53 posterior lumbotomi uygu-landı. Selektif vakalardaki uygulama sonuçlarına 'göre posterior lumbotominin pelvis renalisdekii orta ve yukarı üreterdeld obstrüktif patolojilerin giderilme-sinde postoperatif komplikasyonların ve ağrınin minimal düzeyde olması, erken ambulasyon imkani. vermesi, insizyonal herni gelişmemesi gibi olumlu yönleriyle klasik ulaşımlara kiyasla çok daha avan-tajlı olduğu belirlendi.
53 posterior lumbotomy was applied to 45 selective cases with different purposes between 1985 and 1991 in the Urology Department of Medical Faculty of Konya Selçuk University. As a result of the application in the selective cases, posterior lumbotomy was more adventageous in comparison Man the classical approach, because the postoperative complications an2I pain were at minimal level in the elimination of obstructive pathology in pelvis renalis, middle and upper ureter, alsa it early ambulation opportunity and incisional hernia were not develop.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Çocuk Yuvasında Gelışme Geriliği Olan Çocuklarda Endokrinolojik Araştırma
Aziz Polat, İbrahim Erkul, Ahmet Özel, Hasan Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Çocuk Yuvasında Gelışme Geriliği Olan Çocuklarda Endokrinolojik Araştırma
An EndocrInologrcal Research In ChIldren WIth Growth RetardatIon Konya ChIldren Care Center
Konya Çocuk Yuvasıruhıki 133 çocuğun ge-lişmesi incelendi. Gelişme geriliği olan 15 çocukta L-Dopa stimullasyonu ve insülin hipogliseınisi ile se-rum growth hormon (GHt değerleri tespit edildi. A-raştırma grubundaki çocukların hepsinde maksimum serum GH değeri 7 tıghnl.'nin üzerituleydi. lari ço-cukla on. yıllık büyüme hızlan•la maksimum serum GH değeri arasında ilişki olmadığı tesbit edildi (p>0.05). Kontrol grubuyla yapılan karşılaştırmada maksimum serum GH değerleri ve yıllık büyüme hız-ları arasında ilişki yaktı, (p>0.05). Araştırma grubundaki 15 çocuktan 1 l'inde kemik matiirasyonu geriydi. Anne sevgisinden mahrıonivetin büyüme üzerine etkisi tartışıldı
The growths (ıf 133 children in Konya Child-ren. Care Center were evaluated. Serum growth hor-mone (GH) kvels were measured in 15 children with growth failure bv using L-Dopa stimulation and in-sulin- induced hvoglycemia. All of the children in. research group had maximum serum GH values hig-her than 7 nghnl. Tlıere was no correlation between antıtıal growth rate (ınd maximum serum GH level (p>0.05). Eleyen of 15 children ilı research group had retanled bone maturation. The ejfects of mother deprivation on growth were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rh (+) Annelerden Doğan Rh (-) Yenidoğanlarda Ve Erışkinlerde Rh Duyarlaşmasının Araştırılması
Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul, Dursun Odabaş, Hasan Koç, Fatih Toksöz
Araştırma makalesi
Özeti
Rh (+) Annelerden Doğan Rh (-) Yenidoğanlarda Ve Erışkinlerde Rh Duyarlaşmasının Araştırılması
Rh SensItIzatIon In Rh (-) Newborns And Adults Who Were Born To Rh (+) Mothers
Bu çalışmada, Rh(+) anneden doğmuş Rh(-) yeni doğanlarda ve erişkinlerde Rh duyarlaşmasının olup olmadığı araştırılmış ve %8 bulunmuştur. Bu yeni-doğanlardan kız olanlara anti-D yapılmasının gerekli olup olmadığı tartışılmaktadır. Yapıldığı takdirde, bu anti-D nin Rh uyuşmaılığının sebeplerinden birini ortadan kaldıracağı tahmin edilmektedir.
In this study, it was investigated whether Rh sen-sitization occurred in Rh(-) newborns and aclults from Rh(+) mothers. Rh sensitization was found to be 8% of the cases. It has been discussed whether it was ne-cessary to administer anti-D to these newborn girls. It was estimated that if anti-D administered one of the causes of the Rh hemolytic disease might be abolished.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Köpek Portal Ven Üzerine Prazosin, Yohimbin Ve Hidralazin'in Gevşetici Etkileri.
Laika Karabulut, Ekrem Çiçek, Ahmet Kaya, Ergin Şingirik
Araştırma makalesi
Özeti
Köpek Portal Ven Üzerine Prazosin, Yohimbin Ve Hidralazin'in Gevşetici Etkileri.
The Relaxant Effect Of PrazosIn, YohImbIne And HydralazIne In Isolated CanIne Portal VeIn
Köpek vena portasında yapılan bu in vitro çalışmada kasıcı ajan olarak fenilefrin, klonidin ve potasyum klortir (KCL) kullanılmış, belirtilen ilâçlara bağlı kasılmaları inhibe etmek amacıyla da prazosin, yohimbin ve hidralizin denenmiştir. Kümülatif konsantrasyonlarda uygulanan fenilefrin ve klonidin doza bağımlı kasılma oluşturmuş ve bu cevaplar prazosin (10-6M) ve yohimbin (10-8M, 10-6M) tarafından nonkompetitif olarak inhibe edilmiştir. KC1(80 mM) topik ve fazik bir kasılmaya neden olmuş, bu cevab ktimtllatif konsantrasyonda verilen hidralazin ile azaltılmıştır. Bulgular, vena porta vazokonstrUksiyonunu ortadan kaldırmak amacıyla alfa1 ve alfa2 - adrenerjik reseptör antagonistleri ve direkt etkili vazodilatör ilaçların kullanılabileceğini ortaya koymaktadır.
Phenylephrine, clonidine and potassium chloride (KCL) were used as contractive agents in this in vitro study conducted in the canine vena portal, and prazosin, yohimbine and hydralizine were tested to inhibit the contractions due to the specified drugs. Phenylephrine and clonidine administered in cumulative concentrations produced dose-dependent contractions and these responses were inhibited noncompetitively by prazosin (10-6M) and yohimbine (10-8M, 10-6M). KC1 (80 mM) caused a topical and phasic contraction, this response was reduced by hydralazine given at ktimllative concentration. The findings suggest that alpha1 and alpha2 - adrenergic receptor antagonists and direct acting vasodilator drugs can be used to eliminate vena porta vasoconstriction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Investıgatıon Of Lıpofussın Pıgment In Whıte Rats At Lıght Mıcroscope Level By Hıstochemıcal Methods In Cerebellar Nucles And Neurons In Medulla Spınalıst By Age Group
1, 1.5 ve 2 yaşındaki sıçanların medulla spinalislerinin servikal, thorakal, lumbal bölümlerinde, serebellumun nukleus dentatus, nukleus globosus ve nukleus fastigi nöronlarında ve Purkinje hücrelerinde lipofussin polar, bipolar, perinükleer, ve diffuz şekillerde görüldü. Purkinje hücrelerinde ve medulla spinalisde pigment miktarı belirgin biçimde arttığı halde beyincik çekirdeklerinde bu artışın daha az olduğu tespit edildi.
The lipofuscin pigment in neurons of the cervical, thoracal and lumbal paris of the spinal cord and of the nucleus dentatus, fastigii, globosus of the cerebellum of the 12, 18, 24 months old rats was observed as polar, bipolar, diffuse and perinucleer. Although the lipofuscin accumulation was obviousiv high in neurons of the spinal cord, this increase in neurons of the cerebellar nucleus was less atan that of the spinal card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansiyel Hipertansiyonlularda Magnezyum Metabolizması
Yıldız Divanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Esansiyel Hipertansiyonlularda Magnezyum Metabolizması
MagnesIurn MetabolIsın In PatIents WIth EssentIal HypertentIon
Esansiyel Hipertansiyonlularda Etyolojik faktörler arasında magnezyum eksikliğinin de rol oynayabileceği düşünülmüş ve bu nedenle planladığırnız bu çalışmada Esansiyel Hipertansiyonlu hastaların serum, Eritrosit ve idrarında Mg düzeyleri saptanarak intra cellüler ve ekstracellüler .1',1g düzeyindeki değişimlerin esansiyel hipertansiyondaki rolü araştırılmıştır. Mg düzeyi antihipertansif ilaç kullanmayan esansiyel Hipertansiyonlu hastalarda sağlıklı kişilere nazaran her üç materyalde de düşük bulunmuş ve eksikliği istatistiksel anlamda önemli olduğu (P <0.001) gözlenmiştir. Buna karşın sağlıklı kişilerde bulunan değerlerle antihipertansif ilaç alan esansiyel tansiyonlu hastalarda bulunan değerler arasında istatistiksel anlamda bir fark bulunmadığı (P>0.05) saptanmıştır. Mevcut literatür bilgilerin ışığında, esansiyel hipertansiyonlu hastaların bir bölümünde de görüldüğü gibi, aldosteron veya aldosteron benri düzeylerindeki artış Mg eksikliğine yol açabilir. Bu eksiklik aynı zamanda damar düz kasında hipereksitabiliteyi ve ayrıca nöroeffektör kavşakta noradrenalin salıverilmesinin artmasına yol açabilir.
It is thought that magnesium deficiency may also play a role among etiological factors in patients with Essential Hypertension, and therefore, in this study we planned, the role of intracellular and extracellular changes in .1 ', 1g levels in essential hypertension was investigated by determining Mg levels in serum, erythrocyte and urine of patients with Essential Hypertension. The Mg level was found to be lower in all three materials in essential hypertensive patients who did not use antihypertensive drugs compared to healthy individuals, and the deficiency was found to be statistically significant (P <0.001). On the other hand, it was determined that there was no statistically significant difference (P> 0.05) between the values found in healthy individuals and those found in patients with essential blood pressure taking antihypertensive drugs. In the light of current literature information, as seen in some patients with essential hypertension, an increase in aldosterone or aldosterone benri levels may lead to Mg deficiency. This deficiency can also lead to hyperexcitability in vascular smooth muscle as well as increased noradrenaline release at the neuroeffector junction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Mezenter Lenf Düğümü Ve Makrofajlarının Değişik Şartlar Altında Işık Mikroskobu Seviyesinde İncelenmesi
Refik Soylu
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Mezenter Lenf Düğümü Ve Makrofajlarının Değişik Şartlar Altında Işık Mikroskobu Seviyesinde İncelenmesi
The Investıgatıon Of The Rat Mesenter Lymph Node And Macrophagees At Lıght Mıcroscope Level Under Dıfferent Condıtıons
Son yıllarda, Makrofajlar hakkında ve özellikle onların bağışıklıktaki (İmmunute) rolleri üzerinde sayısız araştırmalar yapılmış, makale ve kitaplar yazılmıştır. Özellikle hücresel (Cellular) bağışıklıktaki rolü büyük bir tartışma konusudur.
In recent years, there are extensive investigations, written books and papers on macrophages and especially their roles on immunity. Espe-cially their role on cellular immunity is a large subject to be discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çarpık Ayak Hastalarına Uygulanan İki Hızlandırılmış Ponseti Tekniğinin Klinik Sonuçlarının Karşılaştırılması
Ahmet Yiğit Kaptan, Selçuk Korkmazer, Toygun Kağan Eren
Araştırma makalesi
Özeti
Çarpık Ayak Hastalarına Uygulanan İki Hızlandırılmış Ponseti Tekniğinin Klinik Sonuçlarının Karşılaştırılması
ComparIson Of The ClInIcal Results Of Two Accelerated PonsetI TechnIques For PatIents WIth Clubfoot
Amaç: Hızlandırılmış Ponseti yöntemi, çarpık ayaklı hastalara haftalık yönteme göre daha sık aralıklarla manipülasyon ve alçı uygulamasıdır. Bu çalışmanın amacı çarpık ayak hastalarına uygulanan iki farklı hızlandırılmış ponseti yönteminin karşılaştırılmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Eylül 2018 ile Nisan 2020 tarihleri arasında çarpık ayak nedeniyle hızlandırılmış Ponseti yöntemi uygulanan 12 hasta (19 ayak) çalışmaya dahil edildi. Hastalar grup A ve grup B olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Grup A haftada iki kez manipülasyon ve alçılama uygulanan hastaları içerirken, Grup B ise ilk gün uygulanan alçılama ve manipülasyon sonrası 2., 3., 4., 5. alçı ve manipülasyon sırasıyla 4., 5., 6., 7. günlerde yapılan hastaları içeriyordu.
Bulgular: Grup A 6 hastadan (9 ayak) ve grup B 6 hastadan (10 ayak) oluştu. Hastaların ortalama yaşları gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi (P = 0,206). Pirani skoru son alçı çıkarıldıktan sonra (P = 0.856) ve son alçı çıkarıldıktan 6 hafta sonra (P = 0.930) gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi.
Sonuçlar: Hızlandırılmış Ponseti yöntemi için belirlenmiş kesin bir aralık bulunmasa da bu çalışmada uygulanan hızlandırılmış Ponseti teknikleri sonucunda başarılı sonuçlar elde edilmiştir.
Aim: Accelerated Ponseti technique is aplication of manipulation and casting the clubfoot patients more frequent than the weekly technique. The aim of this study is to compare two different accelerated ponseti techniques applied to clubfoot patients.
Patients and techniques: Twelve patients (19 feet) treated with the accelerated Ponseti technique for severe clubfoot between September 2018 and April 2020 were included in the study. The patients were divided into 2 groups as group A and group B. Group A had casting twice a week and Group B had 1st casting in first day of the treatment, with the 2nd, 3rd, 4th, 5th castings in the 4th, 5th, 6th, 7th day post-manipulation
Results: 6 patients ( 9 feet) were in group A, 6 patients ( 10 feet) were in group B. There was no significant difference regarding ages of patients’ between groups (P=0.206). There were no significant difference between groups regarding Pirani score after final cast removal (P=0.856) and after 6 weeks (P=0.930).
Conclusions: Although there is no definite interval determined for the accelerated Ponseti technique, successful results were obtained as a result of the techniques applied in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
Aysun Gökçe, Mustafa Taner Bostancı, Serap Yörübulut, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Gülfidan Öztürk, Neslihan Düzkale
Araştırma makalesi
Özeti
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akcıger Kıst Hıdatıgınde Cerrahı Yaklasım
Sami Ceran, Tahir Yüksek, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Hasan Solak, Kazım Gürol Akyol, Aydın Şanlı, Tunç Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Akcıger Kıst Hıdatıgınde Cerrahı Yaklasım
SurgIcal InterventIon In The Lung HydatId Cyst
1987-1994 yillari arasinda S.O. Tip Fakiiltesi Grips Ka1p Damar Cerrahisi Klinigirte witirilarak tedavi edilen 191 pasta sunuldu. Vakalarin % 52.87si erkek, % 47.12'si kadindi. En cok gririilme 11-20 yak gruhundaydi. Kistin 99 (% 51.83)'ii sag akcikerde, 84 (% 43.97)'6 sol akcikerde ve 8 (%4.18)`i her iki akcigerde lokalize idi. 5 Median sternotorni, 6 segmentektomi, 7 wedge rezeksiyon, 9 lohektomi, 13 transdiafragmatik karaciger kistine miidahale, 1 transdiafragmatik- yolla dalak kistine mildahale, 159 kistotomi + kapitonaj, 10 de-kortikasyon, 4 kistekrom.i yapildi. 4 vakada postoperatif ampiyem ortaya cikti ve tedavi edildi. 1 vaka S011illUM yetmezlikinden kay-hedildi. Niiks grizlenmedi.
In this article, 191 cases were presented who operated in The Thoracic and Cardiovascular Sur-gery Clinic, University of Selcuk between 1987 and 1994. 52.87% of them were male and 47.12% of were female. Most of the patients were 11-20 years of age. 99 of cystes (51.83%) were in right lung, 84 (43.97%) were in left lung and 8(04.17%) of them were in both lungs. Median sternotomy was per-formed in 5 cases, segmentectomy in 6 cases, wedge resection in 7 cases, lohectomy in 9 cases, cystotomy and capitonage in 159 cases, decortication in 10 cases and cystectomy in 4 cases. 13 liver cystes and one spleen cyste were excised via trans-diaphragmatic approach. Empyerna was seen in 4 cases and succesfully treated. Only one case died on respiratory failure. Relapse was not seen in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Kemal Arslan, Bülent Erenoğlu, Hande Köksal, Ersin Turan, Arif Atay, Osman Doğru
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Desarda Procedure In InguInal HernIa Surgery
Kasık fıtık cerrahisinde operasyonun başarısını nüksün
yanında hasta konforuda belirlemektedir. Yama kullanılarak
geliştirilen operasyonlar nüks gelişimini belirgin olarak azaltmakla
birlikte yamaya bağlı gelişen problemler hasta konforunu olumsuz
etkileyebilmektedir. Desarda’nın tarif ettiği yamasız teknik fizyolojiye
uygunluğu, düşük nüks oranları ve yüksek hasta konforuyla dikkati
çekmektedir. Burada Desarda tekniğini uyguladığımız hastalarımızın
sonuçları sunulmaktadır. Kliniğimize 2010-2012 tarihleri arasında
kasık fıtığı şikayeti ile başvuran hastalar çalışmaya dahil edildi.
Femoral ve nüks inguinal hernisi olanlar, 18 yaşının altındakiler, yara
iyileşmesini etkileyecek sistemik hastalığı olanlar çalışmaya dahil
edilmedi. Çalışmaya alınan hastalara Desarda prosedürü uygulandı.
Hastalar demografik özellikleri, fıtık tipleri, postoperatif komplikasyon
ve nüks açısından incelendi. Toplam 72 hastaya Desarda prosedürü
uygulandı. Hastaların 71’i erkek 1’i kadındı. Ortanca yaş 51 (18-85)
idi. Vakaların 62’si tek, 10 tanesi 2 taraflı idi. Tek taraflı vakaların
18 tanesi Modifiye Rutkow-Gilbert sınıflamasına göre Tip 2, 16
tanesi Tip 4, 14 tanesi Tip 3, 9 tanesi Tip 6, 5 tanesi Tip 1 herni idi.
Ortalama operasyon süresi tek taraflı vakalarda 34.7±11.5, iki taraflı
vakalarda 76.1±15.4 idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1.02 gün
(1-2 gün), ortama takip süresi 22.0±4.2 ay idi. Bir hastada 6.ayda
erken nüks (%1.3), 1 hastada skrotal ödem (%1.3), 3 hastada kord
ödemi (%4.1), 1’i antikoagulan kullanan 2 hastada hematom(%2.7)
gelişti. Hastaların hiçbirinde erken dönemde nonsteroid aneljezikler
dışında ek narkotik analjeziklere ihtiyaç duyulmadı ve geç dönemde
nöralji görülmedi. Desarda prosedürü uygun vakalarda ucuz, kolay
ögrenilebilen ve uygulanabilen, dokuların fizyolojisine uygun, düşük
nüks ve yüksek hasta konforu ile fıtık cerrahisinde önemli bir yöntem
olarak göze çarpmaktadır.
Successful management of inguinal hernia depends on not
only prevention of recurrence but also patient comfort. Although
recurrence is lower in procedures using prosthetic meshes,
complications related to these meshes negatively affect patient
comfort. The procedure described by Desarda, draws attention due
to lower recurrence, conformance to physiology and higher patient
comfort. In this study we present results of patients treated using
desarda procedure. Seventy two patients admitted to our clinic with
inguinal hernia between 2010 and 2012 and treated using Desarda
procedure were included in this study. Patients with recurrent
inguinal hernias, femoral hernias, patients below 18 years of age and
patients with systemic disease excluded. Demographic properties,
types of hernias, postoperative complications and recurrence of the
patients were recorded. Of the patients, 71 were male and 1 was
female. Median age was 51 (range 18-85). Median operating time was
34.7±11.5 for single sided cases and 76.1±15.4 minutes for bilateral
cases. Mean hospitalization was 1.02 days (range 1-2), mean
follow up was 22.0±4.2 months. Early recurrence was observed in 1
(1.3%) patient at 6th month. One (1.3%) patient had scrotal edema,
3 (4.1%) patients had edema of spermatic cord, 2 (2.7%) patients,
one of these using anticoagulant, developed hematomas. None of
the patients required analgesics beside routinely used non-steroid
analgesics and no neuralgia was observed. Desarda procedure is
a remarkable technique for treatment of inguinal hernias of suitable
patients, which is non-expensive, easy to learn and more physiologic
technique providing lower recurrence and higher patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
Ruküye Burucu, Saniye Gencer, Nesibe Günay Molu, Deniz Sağlam Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
A Cost AnalIsIs Of DIsposable And Reusable SurgIal Dropes
Bu araştırma, tek kullanımlık ve çok kullanımlık cerrahi
örtülerin tıbbi atık ve yıkama maliyetinin karşılaştırılması amacıyla
gerçekleştirildi. Tanımlayıcı tipteki araştırmanın örneklemini bir eğitim
ve araştırma hastanesindeki izlenen 304 vaka oluşturdu. Veriler
“cerrahi örtüler izlem formu” kullanılarak toplandı. Ameliyathanenin
çalışma düzenine müdahale edilmedi ve vaka seçimi rastgele yapıldı.
Her iki örtü grubu da, örneklem grubundaki tüm ameliyatlarda eşit
sayıda kullanıldı ve araştırmacılar tarafında izlendi. Araştırmanın
yapılabilmesi için Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu
ve Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Planlama ve
Koordinasyon Kurulundan yazılı izinler alındı. Veriler sayı, yüzde,
ortalama ve standart sapma ile özetlendi, analizde t ve ANOVA testleri
kullanıldı. Tek kullanımlık örtülerin maliyetini tıbbi atık ve malzemenin
alınmasındaki maliyet oluşturmaktadır. Çok kullanımlık örtülerde ise
kullanılan örtülerin yıkama, sterilizasyon maliyeti, maliyeti oluşturan
başlıklardır. Çok kullanımlık örtülerin maliyetinin daha fazla olduğu
tespit edilmiştir. Tek kullanımlık örtülerin çok kullanımlık örtülere
göre maliyeti daha düşüktür.
The purpose of that study is comparing reusuable and disposable
dropes’ medical waste and washing expenditures. Sample of
definer type study generates 304 case who fallowed at a training
and research hospital.Parameters were collected with using “the
inspection form of surgial dropes”.The work order of operating room
was not interfereted and all cases were choosen randomly.Both
drope groups were used in all surgeries which is in group of sample
and it was watched by researchers.For practicable study;written
written authority was gotten from Ethical Committee of The Selçuk
University and Educational Planning and Coordination Committee
of Konya Training and Research Hospital.Datas were summerized
with number,percent,average and standart deviation. T and ANOVA
tests were used on analysis.Findings: The cost of buying medical
waste and materials generates the cost of disposable dropes.
In case reusuable dropes,washing and sterilization costs on used
dropes generate main costs .Resusuable dropes has a cot overrun
was determined. Disposable dropes are more cost-effective than the
disposable dropes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
Osman Balcı
Olgu sunumu
Özeti
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
LaparoscopIc RadIcal Hysterectomy (type III) WIth PelvIc And ParaaortIc
lymphadenectomy And BIlateral OvarIan TransposItIon In A
young PatIent WIth Stage I ServIcal Cancer
Erken evre serviks kanserleri evre I ile evre IIA arasını
içermektedir ve tedavisinde radikal histerektomi ve pelvik lenf
nodu diseksiyonu uygulanmaktadır. Operasyonun laparatomi ile
yapılabilmesinin yanında laparoskopik teknolojinin gelişmesiyle
birlikte tedavide laparoskopik radikal histerektomi ve laparoskopik
lenf nodu disseksiyonu gündeme gelmeye başlamıştır. Laparoskopik
yaklaşımın daha az analjezik ihtiyacı, minimal post-operatif
rahatsızlık, daha kısa hastanede kalış süresi ve daha hızlı normal
günlük aktivitelere dönme gibi avantajlar bulunmaktadır. Bu makalede
30 yaşında erken evre serviks kanseri tanısı alan ve bu nedenle
laparoskopik radikal histerektomi (tip III), laparoskopik bilateral
pelvik paraaortik lenf nodu diseksiyonu ve ayrıca radyoterapi alma
ihtimaline karşılık overleri radyoterapi alanından uzaklaştırmak
için laparoskopik bilateral overial transpozisyon uygulanan bir olgu
sunulmaktadır. Bu operasyon her merkezde yapılamamakla birlikte
ileri tecrübe gerektirmektedir.
Early stage cervical cancers involve stage I and stage IIA. The
treatment is radical hysterectomy and pelvic lymph node dissection.
Besides the operation can be performed by laparotomy, with the
development of laparoscopic technology, the treatment has been
started with laparoscopic radical hysterectomy and laparoscopic
lymph node dissection. The advantages of laparoscopic approach
are less analgesic requirement, minimal postoperative discomfort,
shorter hospital stay and faster return to normal daily activities.
In this article, a patient was presented having early stage cervical
cancer at 30 years old; therefore, applied laparoscopic radical
hysterectomy (type III), laparoscopic bilateral pelvic para-aortic
lymph node dissection. Also, despite possibility receive radiotherapy,
laparoscopic bilateral ovarian transposition was applied due to
remove ovaries from radiation area. This operation can not be
performed at any center, because it requires advanced experience.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tinnitus Etyololisi
Ziya Cenik, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Tinnitus Etyololisi
Etıology Of Tınnıtus
Bu araştırmada tinnitusa sebep olan patolojileri ortaya koymayı amaçladık. Çalışmamız göstermiştir ki ilim çabalara rağmen tinnituslu hastaların önemli bir kısmında her-hangi bir patoloji saptanamamıştır. Öte yandan vakalarımızın %44'ünde akustik travma, tuba disfonksiyonu, ilaç ototoksitesi ve kafa travması tespit edilmiştir. Ayrıca 7 vakada pulsatil tinnitus bulunmuştur.
We tried to explain the patologic reason of tinnitus in 'his search. Our searchment showed that even alt efforts no pathology was observed in the rnajor wrıouni of our patients. On the other hamd we observed %44 acoustic trauma, taba dy,sfonction, ototoxicity and head traurna in our patients. Alsa pulsatil tinnitus was observed in seven cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazal Poupli Hastalarda Postoperatif Uygulanan Bilateral Anterior Burun Tamponunun Kan Gazlarına Etkisi
Fuat Yöndemli, Recai Gürbüz, Mehmet Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Nazal Poupli Hastalarda Postoperatif Uygulanan Bilateral Anterior Burun Tamponunun Kan Gazlarına Etkisi
The Effects Of BIlateral AnterIor Nasal Package On The Blood Gases On The PatIents WIth BIlateral Nasal PolyposIs
Bilateral nazal polipli 20 yakaya polipektomiden sonra anterior burun tamponu uygulanmıştır. Tam-pon burund.a iken ve çıkarıldıktan 24 saat sonra arter-yel kan alınarak pO2 ve pCO2 değerleri araşlırılmıştır. Sonuçların istatistik analizine göre hem p02, hem de pCO2 degerlerindeki değişiklikler anlamlı bulunmamıştır (p>0.05).
Bilateral anterior nasal package was applied to 20 patients whom nasal polypeetomy applied because of nasal polyposis. Arterial blood samples were ob-tained before and 24 hours following the removal of packing and p02 and pCO2 values were determined. According to statistical anaiyses of results, neither the changes of p02 nor pCO2 were statistically significant (p>k0.005).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
FIve-Year SurvIval Outcomes Of Breast Cancer And PrognostIc
factors. A SIngle InstItutIon ExperIence
Kliniğimizde tedavi edilen olgu serisini retrospektif olarak
inceleyerek 5 yıllık sağkalım sonuçlarını ve sağkalımı etkileyen
prognostik parametreleri saptamaktır. Meme kanseri tanısıyla
başvuran ve kliniğimizin rutin meme prosedürüne göre küratif olarak
tedavi olmuş olgu verileri incelenmiştir. Tüm olgular üç boyutlu
konformal RT tekniği ile göğüs duvarı veya meme dokusuna karşılıklı
paralel tanjansiyel alanlar kullanılarak günlük 2 Gy fraksiyon dozuyla
haftada 5 gün olacak şekilde tedavi edilmiştir. Rejyonel lenf nodu
bölgesinin tedavi edilmesi gereken durumlarda ise supraklavikuler
fossa ışınlaması da tedaviye eklenmiştir. Olgulara sıklıkla antrasiklin
bazlı kemoterapi rejimleri uygulanmış olup, östrojen reseptörü
pozitif olan olgular hormon tedavisi, Her-2 reseptör pozitif olgular
da trastuzumab tedavisi almıştır. Çalışmanın birincil sonlanım
noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım (HS) idi. İkincil
sonlanım noktası ise sağkalım süreleri üzerine etkili olan prognostik
faktörleri saptamak idi. Tüm istatistiksel analizler SPSS (Statistical
Package for Social Sciences) 13 versiyonu kullanılarak yapılmıştır.
11.02.2010- 01.05.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran
toplam 559 meme kanseri olgusu değerlendirilmiştir. 2 ve 5 yıllık GS
oranları sırasıyla %97 ve %84; 2 ve 5 yıllık HS oranları sırasıyla
%97 ve %71 olarak bulunmuştur. Çok değişkenli analizlerde, ≥70
yaş, triple (-) olmak, T3-4 evre hastalığa sahip olmak, N2-3 nodal
evre hastalığa sahip olmak ve metastaz yada lokal- bölgesel nüks
olması GS’ yi olumsuz etkileyen bağımsız prognostik faktörler
olarak bulunurken; N2-3 nodal hastalığa sahip olmak ve triple (-)
olmak HS’ yi olumsuz etkileyen faktörler olarak saptanmıştır. Meme
kanseri dünya genelinde kadınlar arasında görülen en sık kanser türü
olup insidansı artmasına rağmen hastalığa bağlı mortalite oranları
zamanla düşmeye başlamıştır. Güncel tedavi modaliteleri ışığında
prognostik faktörlerin bilinmesi hem en doğru tedavi modalitesinin
seçilmesi hem de uygulanan tedavi modalitesine alınacak yanıtın
öngörülebilmesi açısından önemlidir.
To evaluate the five year survival outcomes of breast cancer
patients treated at our department and to assess the prognostic
factors that affect survival parameters. All patients underwent our
department’s routine procedure for breast cancer. All patients received
RT to the breast or chest wall using 3D conformal technique with 2 Gy
fraction doses, five days a week with two opposite tangential fields.
If necessary, ipsilateral supraclavicular fossa field was added to the
treatment field. Anthracycline-based chemotherapy was primarily
used, patients with estrogen receptor- positive disease received
hormonal therapy and patients with Her-2 receptor-positive disease
received trastuzumab. The primary end points of this study were
to evaluate the overall survival (OS) and the disease-free survival
(DFS) of the patients. The secondary end points of this study were
to assess the prognostic factors that affect the survival outcomes.
Statistical analysis were carried out using SPSS Statistic program
version 13. Between 11.02.2010 and 01.05.2016, 559 patients with
breast cancer who had been irradiated postoperatively were included
in this retrospective study. 2 and 5 year OS rates were 97% and 84%;
2 and 5 year DFS rates were 97% and 71%, respectively. According to
multivariate analysis, ≥70 year, to have triple (-) hormonal status, to
have T3-4 disease, to have N2-3 nodal stage and to have locoregional
recurrence or distant metastasis were the independent prognostic
factors that affect OS. Also, to have N2-3 nodal stage and to have
triple (-) hormonal status were independent prognostic factors that
affect DFS. Breast cancer is the most common cancer among women.
Its incidence has been increasing but mortality has been decreasing
in the last 10-15 years. In the light of current treatment modalities,
to know the prognostic factors that affect survival outcomes is very
important for both choosing the most appropriate treatment modality
and the prediciton of treatment response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Deneysel Serebral İskemi Modelleri
Gökhan Kalaycı, Gönül Gürol, Fatih Ekici
Derleme
Özeti
Deneysel Serebral İskemi Modelleri
ExperImental Cerebral IschemIa Models
Serebral iskemi beyindeki serebral kan akımındaki azalma olarak
tanımlanmaktadır. İnsandaki serebral iskemiyi taklit etmek adına
çeşitli deneysel modeller geliştirilmiştir. Bu modeller iskemik beyin
hasarının patofizyolojisini anlamamıza katkıda bulunmakta ve yeni
tedavilerin ve nöroprotektif stratejilerin geliştirilmesine de olanak
sağlayabilmektedirler. Sonuç olarak, deneysel çalışmalarda seçilen
modelin insandaki serebral iskeminin klinik ve laboratuvar bulgularını
en iyi yansıtan ve en uygun model olması gerekmektedir.
Cerebral ischemia is defined as a reduction of cerebral blood
flow in brain. Various experimental models of cerebral ischemia in
humans has been developed to mimic closely the human ischemia.
These experimental models have contributed the understanding of
the pathophysiology of ischemic brain injury and may also allow the
development of new neuroprotective strategies and new treatments.
As a conclusion, the selected model in the experimental studies
must be the most appropriate model that best reflect the clinical and
laboratory findings in human cerebral ischemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Seda Özbek, Ali Sami Kıvrak, Alaaddin Nayman, Hasan Erdoğan, Mesut Sivri
Derleme
Özeti
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Ultrasound In SolId Breast Masses: BenIgn Versus MalIgn
Son yıllarda ulaşılan teknik gelişmeler sayesinde ultrasonografi (US), sadece kistik-solid lezyon ayrımında kullanılan bir inceleme yöntemi olmaktan çıkmış, hem mamografi ve manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi diğer inceleme yöntemlerine tamamlayıcı, hem tanısal açıdan etkin, hem de girişimlerde rehber bir modalite haline gelmiştir. Bu gelişmeler raporlamada uluslararası ortak bir yaklaşım ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Amerikan Radyoloji Derneği tarafında geliştirilen “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) sözlüğü, ultrasonografide kullanılan terminolojiyi standardize etmeyi, bulguları malignite risklerine göre kategorize etmeyi ve uygun klinik yaklaşımları önermeyi amaçlamaktadır. Bu sözlükte solid meme kitleleri için altı ultrasonografik morfolojik özellik tanımlanmıştır: şekil, yerleşim, kenar, sınır, eko paterni, arka akustik özellik. Benign ve malign US özelliklerinde çakışma olsa da oval şekil, üçten az yumuşak lobülasyon, homojen hiperekojenite, paralel yerleşim benignite; düzensiz şekil, antiparalel yerleşim, keskin olmayan kenar, ekojenik halo, arka akustik gölgelenme ise malignite için daha anlamlı özelliklerdir. Bu yazıda, BIRADS sözlüğünde solid kitleler için tanımlanan morfolojik US özelliklerinin, benignite ve malignite açısından etkinlikleri literatür bilgileri ışığında gözden geçirilmektedir.
With the rapid technological advances, ultrasonography (US) has become an important breast imaging procedure in the last decade. In addition to the complementary role to mammography and magnetic resonance imaging, today it has an important place in interventional situations such as guiding needle aspiration, core needle biopsy and presurgery needle localization. American College of Radiology has developed “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) lexicon to standardize the terminology in the US reports. This lexicon includes the descriptors from several feature categories, the assessment of findings and the recommendation of the action to be taken. Six morphologic features were described for solid breast masses: shape, orientation, margin, lesion boundary, internal echo pattern and posterior acoustic features. Despite the known overlap between benign and malignant features, typical signs of benignity were oval shape, gently lobulation, homogenous hyperechogenity, parallel orientation; typical signs of malignity were irregular shape, antiparallel orientation, noncircumscribed margin, echogenic halo, decreased sound transmission. The purpose of this article was to discuss reliability of these BIRADS US lexicon descriptors in the differentiation of benign from malignant solid masses of the breast.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
Ali İnal, Abdullah Karakuş, Muhammed Ali Kaplan, Mehmet Küçüköner, Zuhat Urakçı, Mehmet Serdar Yıldırım, Abdurrahman Işıkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
PrognostIc Factors In Nsclc PatIents
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık kansere bağlı ölüm nedenidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinom (KHDAK) akciğer kanser vakalarının %80 ile %85’ini oluşturmaktadır. Sistemik kemoterapinin hastaların yaşam süresi üzerine sınırlı etkisi mevcuttur. Hastalar kemoterapi için dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Bu çalışmamızda KHDAK hastaların yaşam süresi için önemli olan risk faktörlerini tespit etmeyi amaçladık. 2000- 2012 tarihleri arasında KHDAK tanısı konmuş 741 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 10 potansiyel prognostik faktör analiz edildi. Hastaların yaşam süresi ile ilişkili prognostik faktörlerin tespiti için univaryant ve multivaryant analizler yapıldı. Univaryant analiz sonucunda 10 değişken arasından prognostik öneme sahip olan 3 değişken tespit edildi; performans durumu (PD), diyabetes mellitus (DM) ve evre. Univaryant analizde bulunan 3 değişken için multivaryant analiz yapıldı. Multivaryant analiz sonucunda PD, DM ve kanser evresi hastaların yaşam süresi üzerinde bağımsız risk faktörleri olarak gösterildi. Çalışmamızda PD, DM ve kanser evresi KHDAK hastalarında önemli prognostik faktörler olarak tanımlandı. Bu bulgular tedavi öncesi hasta seçiminde ve hastaların yaşam süresini tahmin etmede kullanılabilir.
Lung cancer is the most common among cause of cancer deaths in worldwide. NSCLC represent between 80% to 85% of all the diagnosed lung cancers cases. Systemic chemotherapy for patients with NSCLC has limited impact on overall survival. Patients eligible for chemotherapy should be selected carefully. The aim of this study analyzed prognostic factors for survival in NSCLC patients. We retrospectively reviewed 741 NSCLC patients between 2000 and 2012. Ten potential prognostic variables were chosen for analysis in this study. Univariate and multivariate analyses were conducted to identify prognostic factors associated with survival. Univariate and multivariate statistical methods were used to determine prognostic factors. Among the 10 variables of univariate analysis, three variables were identified to have prognostic significance: performans status (PS), diabetes mellitus (DM) and stage. Multivariate analysis included the 3 prognostic significance factors in univariate analysis. Multivariate analysis by Cox proportional hazard model showed that PS was considered independent prognostic factors for survival, as were DM and stage. In conclusion, PS, DM and stage were identified as important prognostic factors in NSCLC patients. These findings may also facilitate pretreatment prediction of survival and can be used for selecting patients for treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Asetilsalisilik Asidin Serum Lipidleri Üzerine Olan Etkilerinin Araştırılması
Sevil Kurban, İdris Mehmetoğlu, Said Sami Erdem
Araştırma makalesi
Özeti
Asetilsalisilik Asidin Serum Lipidleri Üzerine Olan Etkilerinin Araştırılması
InvestIgatIon Of Effect Of AcetylsalIcylIc AcId On Serum LIpIds
Bu çalışmada, 100 ve 150 mg/gün Asetilsalisilik asid (ASA, aspirin) tedavisinin kan lipidleri üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya, toplam 30 sağlıklı gönüllü alındı. İki ay boyunca vakaların 17’si (7K, 10E) günde 100 mg (Grup I) ve 13’ü (5K, 8E) günde 150 mg (Group II) ASA kullandı. Vakaların ASA verilmeden önce ve verildikten 1 ve 2 ay sonra açlık kan örnekleri alındı. Bu kan örneklerinden serum total kolesterol, yüksek dansiteli lipoprotein (HDL) kolesterol, ve trigliserid seviyeleri rutin metodlarla ölçüldü. Düşük dansiteli lipoprotein (LDL) kolesterol seviyeleri Friedwald formülü kullanılarak hesaplandı. Her iki grup da 2 ay boyunca ASA tedavisi sonucu total kolesterol, LDL kolesterol ve trigliserid seviyelerinin biraz azaldığı, HDL kolesterol seviyelerinin ise biraz arttığı ancak bu değişikliklerin istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı görüldü. Sonuç olarak günde 2 ay boyunca 100 ve 150 mg ASA tedavisinin kan lipidleri üzerine önemli bir etkisinin olmadığı ve bu konuda daha uzun süreli ve yüksek doz ASA tedavisinin araştırılmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz
The aim of the study was to investigate the effect of 100 and 150 mg/day acetylsalicylic acid (ASA, aspirin) treatment on blood lipids. The study group consisted of 30 healthy volunteers. Of the volunteers, 17 (7F, 10M) received ASA as 100 mg (Group I) and 13 (5F, 8M) received ASA as 150 mg (Group II) daily for a period of two months. Fasting blood samples of the subjects were drawn before and 1 and 2 months after ASA treatment. Serum total cholesterol, high density lipoprotein (HDL) cholesterol and triglyceride levels of the subjects were measured by routine methods. Low-density lipoprotein (LDL) cholesterol levels were calculated by Friedwald formula. Althought total cholesterol, LDL cholesterol and triglyceride levels were slightly decreased and HDL cholesterol levels were slightly increased 2 months after ASA treatment in both groups, the differences between lipid levels were not statistically significant. In conclusion, ASA treatment at 100 and 150 mg daily for a period of 2 months has no significant effect on blood lipid levels and further investigations about ASA treatment for longer time and at higher doses might be useful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Turner Sendromu Olgularında Karyotipik Dağılım
Ayşegül Zamani, Sennur Demirel, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Turner Sendromu Olgularında Karyotipik Dağılım
KaryotypIc DIstrIbutIon Of Turner's Syndrome Cases
Turner sendromu bulguları, primer amenore veya gelişme geriliği şikayetiyle laboratuvarımıza başvuran 37 olguda sitogenetik analizler yapılarak, X kromozom düzensizliklerinin dağılımı incelendi. Olgularımızın yaklaşık yarısını (%48.6) monozomi X oluşturuyordu. 16 olguda saptanan (%43.2) mozaik karyotiplerin dağılımı şöyle idi. Dokuz olguda 45,X/46,X,i(Xq); üç olguda 45,X/46X,r(X); bir olguda 45,X/46,X,+mar; bir olguda 45,X/46,XX/47,XXX; bir olguda 46,X,i(Xq)/47,X,i(Xq),i(Xq); bir olguda 45,X/46,XX. Mozaikler arasında gözlenen en yaygın karyotip olan 45,X/46,X,i(Xq)(%24.3) diğer merkezler tarafından bildirilen oranlardan hayli yüksekti. Ancak diğer merkezlerde sık görülen 45,X/46,XX karyotipi bizim grubumuzda sadece bir olguda saptandı.
Cytogenetic analysis of 37 patients, who were referred to our laboratory because of primary amenorrhea ,growth retardation and Turner's syndrome stigmata were performed and X chromosome abnormalities were evaluated. Monosomi X constituted approximately half of our patients(48,6%).Mosaic karyotypes were determined in 16 cases(43,2%) and they distributed like that; nine with 45,X/46,XJ(Xq), three with 45,X/46,X,r(Xq), one with 45,X/46,X,+mar,one with 45,X/46,XX/47,XXX,one with 45,X/47,X,i(Xq), i(Xq) and one with 45,X/46,X . 45,X/46,X,i(Xq) was the most common structural abnormality observed in mosaic cases and its ratio was found most frequent than other centers values.On the other hand 45,X/46,X karyotype which was reported from other centers often was determined in only one case in our study group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğanlarda 2-4 Parmak Oranının Araştırılması
Mehmet Ali Malas, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğanlarda 2-4 Parmak Oranının Araştırılması
An InvestIgatIon Of The RatIo Between Second And Fourth FIngers In Newborns
Yenidoğanlarda 2-4 parmak oranının araştırılması. Amaç: çalışmamızda miadında, düşük doğum ağırlıklı ve prematüre yenidoğanlar da el ölçümleri ve ikinci ile dördüncü parmak ölçümleri arasındaki ilişkülerin belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Yaşları 29-37 gebelik haftası arasında değişen 60 prematüre yenidoğan (Erkek 30, Kız 30), 60 miadında yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) ve 60 düşük doğum ağırlıklı yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) olgu çalışmaya alındı. Bütün vakalarda el uzunluğu, el genişliği, 2. Parmak uzunluğu 4. Parmak uzunluğu, 4. Parmak uzunluğu, 2-4 parmak [(2. Parmak uzunluğu ÷ 4. Parmak uzunluğu) x 100] ve el indeksi [(el genişliği ÷ el uzunluğu) x 100] belirlendi. Bulgular: El ölçümlerinde miadında olan yenidoğanlar da daha büyük olmak üzere gruplar arasında istatistiksel bakımdan farklılıklar tespit edildi(p<0.05). Miadında yenidoğanlar da el genişliğinde ve 2 parmak uzunluğunda kızlarda daha uzun olmak üzere cinsler arasında farklılık belirlendi (p<0.05). Bütün gruplarda alınan parametreler arasında müspet yönde kolerasyon bulundu. Ayrıca kızların 2/4 parmak indeksi miadında yeni doğanlarda daha yüksek bulundu. Miadında yenidoğanlarda el ve parmak indeksi cinsler arasında farklıydı. Sonuç: Prematüre, miadında ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğanlarda el ve ikinci ile dördüncü parmak parametrelerinin daha fazla tanımlanması ile bireysel varyasyonlar hakkında daha fazla bilgi sunulmuş olacaktır. İkinci ile dördüncü parmak varyasyonları hakkındaki bilgiler iskelet ve endokrin sistem gelişimindeki patolojilerin veya anomalilerin teşhis edilmesinde yardımcı olabilir.
Purpose: In this study, we aimed to determine the measurements and the relation between measured parameters of hand, second and fourth finger in full term, newborn with low birth weight and premature newborns. Materials and method: We were studied 60 premature newborns (Male 30, Female 30) who were aged between 29 and 37 post menstrual week and 60 full term newborns (Male 30, Female 30) and 60 newborn with low birth weight (Male 30, Female 30). In all cases, hand length, hand width, second and fourth finger lengths, hand index [(hand width ÷ hand length) x 100] and second-fourth finger index [(2nd finger length ÷ 4th finger length) x 100] were measured. Results: The measurements of hand and finger were significantly different between groups in whom it was greater in full term newborns (p<0.05). There were differences in the hand width, second finger lengths in full term newborns between sexes (p<0.05). A significant positive correlation between the hand and finger dimensions was found in the all groups. Furthermore the second/fourth finger index of male was higher in full term newborns. Hand index and second-fourth finger index were differences between male and female in full term newborn. Conclusions: With more expressions of the parameter of hand and second-fourth finger at prematüre and full term newborns and newborn with low birth weight the possibility of more information about individual variations will be given. Knowledge about normal variations in hand and second-fourth finger dimensions can help in diagnosis of pathologies or anomaly of skeleton and endocrine development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Murat Büyükdoğan, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar, Ayşegül Zamani
Araştırma makalesi
Özeti
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of AmnIocentesIs Cases Made For GenetIc ExamInatIon In One-Year PerIod
Bu çalışmada kliniğimizde uygulanan amniosentez olgularının endikasyonlarını, sonuçlarını ve komplikasyonlarını değerlendirmeyi amaçladık. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2008 ve Ocak 2009 tarihleri arasında 617 anne adayına değişik endikasyonlarla gebeliklerinin 16–22. haftaları arasında amniosentez işlemi yapılarak sonuçlar incelenmiştir. Çalışmamızda ortalama anne yaşı 32.43±6.66 (18– 44), ortalama baba yaşı 35.79±7.42 (19–61) idi. Olguların ortalama gebelik haftası 17.68±2.82, ortalama gebelik sayısı 3.03±3.76 (1–12) idi. Çalışmamızda en büyük amniosentez endikasyonunu 272 (%44.1) olgu ile prenatal tarama testinde yüksek risk saptanan olgular oluşturmakta idi. İleri anne yaşı 203 (%32.9) olgu ile ikinci sırada yer alıyordu. Sitogenetik inceleme sonuçlarına göre 30 olguda (%4.94) kromozom anomalisi saptanmıştır, bu anomalilerin 18’i (%60) ileri yaş grubundaydı. 15 olguda Trizomi-21, 3 olguda Trizomi-18, 2 olguda Turner, 1 olguda Mozaik (46XX/XY), 4 olguda Translokasyon, 5 olguda İnversiyon tipi kromozom anomalisi saptanmıştır. 617 amniosentez sonucunda 3 (%0.48) olguda fetal kayıp gelişmiştir. İki olgu erken membran rüptürü, 1 olgu kramp ve vajinal kanama sonucu abort olmuştur. Amniosentez prenatal tanıda en çok tercih edilen, güvenilirliği yüksek ve komplikasyonların az olduğu bir invaziv prenatal tanı yöntemidir. Doğru endikasyon konulduğunda mutlaka uygulanması gereken önemli bir prenatal tanı yöntemidir.
The aim of this study is to evaluate the indications, results and complications of amniocentesis that we performed in our clinic. Between January 2008 and January 2009 at the Department of Obstetrics and Gynecology Clinic of Selcuk University Meram Medicine Faculty, 617 amniocentesis procedure were performed for many indications in their 16-22nd weeks of gestations. The outcomes were analyzed. The mean age of mother was 32.43±6.66 (18-44) and the mean age of father was 35.79±7.42 (19-61). The mean gestational week was 17.68±2.82 and mean gravidity was 3.03±3.76 (1-12). The biggest amniocentesis indication group was high risk at prenatal screening test with 272 (44.1%) cases. Followed by the advanced maternal age with 203 (32.9%). Chromosomal abnormality was found in 30 (4.94%) cases after the result of karyotype analyses, 18 (60%) of these abnormalities were found in the group of >35 years old. In 15 patients Trisomy-21, in 3 cases Trisomy-18, in 2 cases Turner, in one case mosaicism (46XX/XY), in 4 cases translocation and in 5 cases inversion type chromosomal abnormality was detected. Of the 617 amniocenteses, 3 (0.48%) had fetal losses. The cause of abortion was early membrane rupture in two cases and cramps and vaginal bleeding in one case. Amniocentesis is the most commonly preferred and reliable invasive prenatal test for prenatal diagnosis of genetic disease with minimal complications. Amniocentesis is an important prenatal diagnostic method which must be used when there is accurate indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
Hatice Türk Dağı, Mehmet Özdemir, Metin Doğan, Osman Tüfekçi, Seher Küçüksaraç, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParvovIrus B19 AntIbodIes In PatIents WIth RheumatoId ArthrItIs
Viruslarla infekte hastalarda artritik semptomlar sık görülür. Parvovirus B19 herhangi bir eklemi etkileyebilir ve artrite yol açabilir. Parvovirus B19 infeksiyonu ile ilişkili artropatinin jüvenil artrit veya romatoid artritin (RA) tanı kriterlerini taklit ettiği bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı romatoit artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığını belirlemektir. Amerikan Romatoloji Derneği’nin tanı kriterlerine göre RA tanısı alan 114 hasta ve 46 kişi kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Bu hastalarda Parvovirus B19 antikorları, Enzim Immunoassay yöntemiyle Ridascreen parvovirus IgM ve IgG kiti ile saptandı. Parvovirus B19 IgM akut artropati tanısı alan 114 hastanın 15’inde (%13.2), 46 sağlıklı kontrol grubunun 6’sında (%13) tespit edildi. Parvovirus B19 IgG, RA’lı 114 hastanın 85 (%74.5)’inde ve kontrol grubunun 29(%63)’unda pozitif olarak belirlendi. Romatoid artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığı, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Bu bulgular ışığında Parvovirus B19, RA’nın etiyolojisinde sadece yardımcı veya ilişkili faktör olabilir.
Arthritic symptoms are frequent in patients infected with viruses. Parvovirus B19 may affect any joint and cause arthritis. It was reported that arthropathy associated with B19 infections resembles the diagnostic criteria of rheumatoid arthritis (RA) or juvenile arthritis. This study was aimed to determine the frequency of human parvovirus B19 infection in patients with rheumatoid arthritis. 114 patients diagnosed RA according to criteria of American College of Rheumatology and 46 healthy people were included in control group in this study. Parvovirus B19 antibodies were detected by Enzyme Immunoassay method by Ridascreen parvovirus IgM and IgG kits. Parvovirus B19 IgM was detected in 15 of 114 (13.2%) patients with acute arthropathy and 6 of 46 (13%) healthy control group. Parvovirus B19 IgG was determined in 85 of 114 (74.5%) patients with RA and 29 of 46 (63%) control group. The frequency of parvovirus B19 infection in patients with RA as compared with control groups was not statistically significant. So parvovirus B19 might be only a contributing and/or associated factor with RA etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Selman Hakkı Altuntaş, Fuat Uslusoy, Gülşah Uslu Yunusoğlu, Dudu Dilek Yavuz, Mustafa Asım Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Investıgatıon Of The Effect Of Topıcal Ankaferd Blood Stopper® On Perıoperatıve Bleedıng In Orthognatıc Surgery
Konvansiyonel cerrahi hemostaz yöntemlerinin kullanılmasına rağmen ameliyat sahasında kanama tam olarak sonlandırılamaz. Bu çalışmada amacımız mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde topikal Ankaferd Blood Stopper®’in (ABS) etkilerini araştırmaktır. Bu amaçla Le Forte I osteotomi ve/veya bilateral sagittal split osteotomi yapılan 19 hastada, kanamalara konvansiyonel müdaheleleri müteakip ameliyat sahalarına ABS veya plasebo sprey uygulandı. Ortognatik cerrahi grubunda, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin ve hematokrit düşüş oranlarından kan kaybı miktarı hesaplandı ve bunun ABS kullanımı, tek ya da çift çene ameliyatı olması, ameliyat süresi, ameliyatta ortalama kan basıncı, yaş ve cins faktörleri ile ilişkisi araştırıldı. Postoperatif Hb ve Htc düşüş oranları ABS grubunda % 25 iken, plasebo grubunda; Hb ve Htc düşüş oranları sırasıyla % 19 ve 20 idi. Kanama miktarının bağımsız belirleyicisi olarak sadece cinsiyet bulundu. Erkek olmak daha fazla kananama ile birlikteydi (p=0,01). Sonuç olarak bu çalışmada ABS nin mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde bir etkinliği gösterilememiştir.
Bleeding can not be absolutely terminated in spite of conventional techniques of hemostasis. In order to investigate the effect of Ankaferd Blood Stopper® (ABS) on persisting bleeding after conventional hemostasis, we applied topical ABS spray or plasebo on orthognatic surgery (n=19). Substances were applied to the surgical field after conventional methods of hemostasis. In orthognatic surgery group, the association of blood loss with the operation type, age, gender, ABS usage, duration of operation and blood pressure was analyzed. The rates of Hb and Htc decline was % 25 in ABS group and % 19 (Hb), % 20 (Htc) in placebo group. The only significant association was with gender indicating a higher blood loss with being male (p=0,01). In conclusion, this study did not reveal any ABS effect on bleeding from the surgical site persisting after conventional hemostasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Unılateral Konjenıtal Testıs Yoklugu (bır Vaka Bıldırimi)
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Unılateral Konjenıtal Testıs Yoklugu (bır Vaka Bıldırimi)
UnIlateral CongenItal Absence Of The Testes: A Case Report
Unilateral konjenital testis yoklugu nadir gorillen bir antitedir. Testis yoklugu ya agenesis veya meydana geldikten sonraki bir erken perivodda testisin tahrip olmasindan kaynaklanmaktadar. 26 yapndaki bir erickinde (sag) belirlenen patoloji nadir goriilmesi nedeniyle sunulmuoir.
Unilateral congenital absence of the testes occours uncommonly. Absence of the testis may occur from either agenesis or early deterioration of the testis in time after initial formation. We diagnosed it in a patient who was 26 years old and reported because it is seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Rekonstrüksiyonunda Kosta Koruyuculu İnternal Mammaryan Damar Yaklaşımının Ameliyat Sonrası Dönemde Ağrı Yönetimine Etkisi
Burak Sercan Erçin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Rekonstrüksiyonunda Kosta Koruyuculu İnternal Mammaryan Damar Yaklaşımının Ameliyat Sonrası Dönemde Ağrı Yönetimine Etkisi
The Effect Of RIb-SparIng Internal MammarIan Vascular Approach WIth In Breast ReconstructIon On PostoperatIve PaIn Management
Amaç: Otolog meme rekonstrüksiyonunda postoperatif dönemde kosta kıkırdağı müdahalesine bağlı olarak alıcı bölgede ağrı olur. Bu çalışmada meme rekonstrüksiyonunda alıcı saha hazırlanırken kosta koruyucu cerrahi yaklaşımının postoperatif ağrı üzerine etkisini kostal koruyucu olmayan yaklaşımla karşılaştırarak ortaya koymayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2018-2022 yılları arasında opere edilen 25 hasta dahil edildi. Gruplar internal mammarian arter (IMA) izole etme tekniklerine göre ayrıldı. Grup 1: Kosta koruyucu cerrahi uygulanan hastalar(n=9), Grup 2: Kosta kıkırdak rezeksiyonu uygulanan hastalar(n=16). Postoperatif dönemde her iki grupta da Hasta Kontrollü Analjezi pompası (HKA) kullanım süresi, kullanılan morfin dozu, erken ve geç ağrı skorları kaydedildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 49,8 idi. Postoperatif erken ve geç dönemde herhangi bir komplikasyonla karşılaşılmadı. Tüm flep transferleri başarılı oldu. Ortalama HKA süresi grup 1'de 24±1,41 saat, grup 2'de 26,31±1,62 saat idi. Grup 1'de morfin dozu 9,67±1 mg, grup 2'de 23,93±3,02 mg idi. Erken ağrı skoru grup 1'de 2,89±1,16, grup 2'de ise 5,18±1,22 idi. Geç ağrı skorları grup 1'de 2,11±0,98 ve grup 2'de 2,75±0,77 idi. Grupların morfin dozu ve erken ağrı skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,01). HKA kullanım süresi(p=0,3) ile geç ağrı skorları(p=0,07) arasında anlamlı fark yoktu (p>0,05).
Sonuç: Sonuç olarak, otolog meme rekonstrüksiyonunda alıcı bölge hazırlığında erken dönemde kostal koruyucu cerrahinin ağrıyı önemli ölçüde azalttığını düşünüyoruz.
Aim: In autologous breast reconstruction, there is pain in the recipient site due to rib cartilage intervention in the postoperative period. In this study, we aimed to reveal the effect of the rib-sparing internal mammarian vessel approach on postoperative pain in breast reconstruction by comparing it with the noncostal-sparing approach.
Patients and Methods: Between 2018 and 2022 twenty five patients underwent surgery were included in the study. Groups were divided according to internal mammary artery(IMA) exposure techniques. Group 1: Patients who underwent rib-sparing surgery(n=9), Group 2: Patients who underwent rib cartilage resection(n=16). Patient Controlled Analgesia(PCA) pump usage time, morphine dose used, and early and late pain scores were noted in both groups in the postoperative period.
Results: The mean age of the patients was 49.8 years. No complications were encountered in the early and late postoperative period. All flap transfers were successful. Mean PCA duration was 24±1.41 hours in group 1 and 26.31±1.62 hours in group 2. The dose of morphine was 9.67±1 mg in group 1 and 23.93±3.02mg in group 2. The early pain score was 2.89±1.16 in group 1 and 5.18±1.22 in group 2. Late pain scores were 2.11±0.98 in group 1 and 2.75±0.77 in group 2.
There was a statistically significant difference between the morphine dose and early pain scores of the groups (p<0.01). There was no significant difference between the duration of PCA use (p=0.3) and late pain scores (p=0.07) (p>0.05).
Conclusion: In conclusion, we think that costal sparing surgery significantly reduces pain in the early period during recipient site preparation in autologous breast r econstruction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Hemodiyaliz Hastalarında Renal Osteodistrofi
Mehdi Yeksan, Kemal Ödev, Dursun Odabaş, İbrahim Erkul, A. Nuri Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Hemodiyaliz Hastalarında Renal Osteodistrofi
Renal Osteodystrophy In Chronıc Hemodıalysıs Patıents
Bu çalışmada hemodiyalize giren 20 hasta ile diyalize girme yen 10 hastada renal osteodistrofinin biyokimyasal, hormonal, radiolojik bulguları arasındaki ilişki incelendi. İnceleme sonucunda diyalize gireni yen grubta renal osteodistrofinin biyokimyasal parametreleri yükselmiş, hormonal yönden normal bulunmuş, radiolojik olarak ise %30 hastada osteodistrofik bulgu tespit edilmiştir. Hemodiyalize giren hastalarda ise biyokimyasal, hormonal, radiolojik bulgular belirgin hale gelmiştir. Renal osteodistrofinin bu grubta belirgin oluşunda diyaliz yaşının önemli olduğu, diyaliz yaşı, ile parathormon seviyesi arasında gösterilen ilişki ile ispat edilmiştir. Hemodiyalizin sekonder hiperparatiroidismi düzeltmediği gösterilmiştir.
In this report, the relationship between biochemical, hormonal and radiological findings of renal osteodystrophy was investigated in twenty undergoing hemodialysis patients and in ten non - hemodiyalysed patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
Demet Kıreşi, Olgun Kadir Arıbaş, Aydın Karabacakoğlu, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
RadIologIcal Features Of Pulmonary HydatId DIsease
Amaç: Altmışüç pulmoner hidatik kist olgusunu akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile değerlendirmek. Materyal ve method: Cerrahi olarak ispat edilmiş 63 pulmoner hidatik kistli olgu (27’si kadın, 36’sı erkek) bu çalışmaya dahil edildi. Olgular 3 ile 76 (ort:42.8) yaşları arasında idi. Olguların tümüne akciğer radyografisi ve toraks BT tetkiki yapıldı. Lezyonlar sayı, lokalizasyon, boyut ve iç yapısı yönünden radyolojik olarak değerlendirildi.Bulgular: Bilgisayarlı tomografide toplam 107 kist mevcut iken akciğer grafilerinde ancak 78 kist tespit edildi. BT’de 36 olguda tek kist, 27 olguda ise multipl kist bulundu. Onsekiz kist 10 cm’den büyük bulundu. İç yapısı yönünden değerlendirildiğinde; 3’ünde meniskus bulgusu, 9’unda nilüfer işareti, 11’inde hava-sıvı seviyesi, 8’indeboş kist kavitesi ve 76’sında homojen dansite içeren lezyonlar görüldü. Ayrıca BT’de 17’sinde atelektazi, 29’unda plevral sıvı, 38’inde perikistik infiltrasyon görüldü. Akciğer radyografisinde ise 58 kist homojen dansitede olup 20 kist rüptüre idi. Sonuç: Akciğer grafileri kist hidatik tanısında yardımcı olmakla beraber lezyon lokalizasyonunu, sayısını ve iç yapısını değerlendirmek için BT gereklidir.
Objective: To evaluate the chest roentgenogram and CT findings of 63 patients with pulmonary hydatid disease. Methods: Sixty-three (27 female and 36 male, aged between 3 and 76 years) patients with surgically proven pulmonary hydatid cysts were included to the study. Chest roentgenogram and thorax CT were obtained from all the patients. Radiological features (number, localization, diameter, internal architecture) were determined. Results: On CT examination, 107 cysts were determined but on 78 of 107 cysts were detected on chest roentgenogram. Single cysts were seen in 36 patients, while multiple cysts were seen in 27 on CT. Eighteen cysts were larger than 10 cm in diameter. CT scan showed crescent sign (3 patients), water lily sign (9 patients), air-fluid level (11 patients), dry cyst sign (8 patients), and homogenous shadow (46 patients). In addition, atelectasis (n 17), pleural effusion (n 29), and pericystic infiltration (n 38) were also seen on CT. On the other hand, 58 cysts were homogenous and 20 cysts were rüptüred on chest roentgenogram. Conclusion: Although chest roentgenogram is helpful for diagnosis of pulmonary hydatid disease, CT examination must be done to evaluation nature and localization of cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Nuri Çetin, Neyhan Ergene, Nimet Ünal Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Effect Of 2 Hz Electroacupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon On The Levels Of Beta EndorphIn, Acth And CortIsol In The ObesIty Treatment
Amaç: Obezlerde 2 Hz frekanstaki elektroakupunktur ve diet tedavisinin vücut ağırlığına, serum beta endorfin, adrenokortikotrop hormon (ACTH) ve kortizol düzeylerine etkilerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Yaş ortalamaları 40.95±5.08, vücut kitle indeksleri (VKİ) 33,18±2,23 olan 22 kadına diyet ve elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 43,09±3,52, VKİ’leri 33,77±2,61 olan 22 kadına sadece diyet programı uygulandı. Elektroakupunktur kulak noktalarından Hungry, Shenmen ve Stomach, vücut noktalarından KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 ve Da 3 kullanılarak, haftada bir gün kulak ve vücuttan, iki gün ise sadece vücuttan, günde tek seans ve 30 dakika olmak üzere 20 gün süre ile uygulandı. Diet programı ise 20 gün süre ile 1400 kcal olarak uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur ve diyet uygulamasıyla % 3.83, sadece diyet uygulaması ile % 3.05 oranında ağırlık kaybı gözlendi. Elektroakupunktur ve diyet uygulanan grup ile sadece diyet uygulanan gruptaki deneklerin vücut ağırlığına, ACTH, kortizol ve beta endorfin parametrelerinin etkisinin karşılaştırılması Mann Whitney U testi ile irdelendi. Ayrıca grupların temel değişkenlerle ilgili ortalamaları arasındaki farklılık da Mann Whitney U testi ile karşılaştırıldı. EA ve diyet grubunda sadece diyet grubuna göre ağırlık kaybında (P<0.001) artma gözlendi. Aynı şekilde gruplar arasında ACTH (P<0.001), kortizol (P<0.05) ve beta endorfin’in (P<0.001) serum düzeylerindeki farklar karşılaştırıldığında EA ve diyet grubunda, diyet grubuna göre artma gözlendi. Sonuç: Obezlerde diyete ek olarak 2 Hz frekansta elektroakupunktur uygulanmasının sadece diyet uygulamasından daha fazla ağırlık kaybına neden olduğu belirlendi. Bunu EA etkisi ile artan serum beta endorfin ve ACTH düzeylerinin büyük bir olasılıkla lipolitik etki yapmasına bağlamaktayız.
Aim: To evaluate the effect of EA application at 2 Hz and diet restriction on the levels of serum beta endorphin, ACTH and cortisol in obese women. Material and Method: EA application and diet restriction was applied on 22 women who had the mean age of 40.95±5.08 and Body Mass Index (BMI) of 33.18±2.23 and only diet restriction was performed on 22 women who had the mean age of 43.09±3.52 and BMI 33.77±2.61. EA was performed on ear points of Hungry, Shenmen and Stomach and body points of KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 and Da 3 once a week to ear and body points and twice a week only body points for 30 minutes for a 20 days period. Diet restriction was organized for 20 days to give a daily 1400 kcal diet. Results: Weight loss of 3,83% was observed with EA and diet application whereas 3.05% loss was observed with diet restriction alone. Comparison of effects of ACTH, cortisol and beta endorphin on body weigths of the patients in the groups of EA and diet application and diet restriction alone were made with Mann Whitney U test. Additionally the differences between the mean values of basic variables also compared with Mann Whitneyu test. An increase at the weight loss was observed in EA and diet group compared to the diet restriction group alone (p<0.001). Similarly when the differences were compared between the groups significant increases were observed in the levels of serum ACTH (p<0.01), cortisol (p< 0.05) and beta endorphin (p<0.001) in the EA and diet group compared to the diet group alone. Conclusion: It was observed that EA application at the frequency of 2 Hz in addition to diet restriction caused more weight loss than the diet restriction alone in obese individuals. This may be due to the lipolytic effect of increased beta endorphin and ACTH with EA application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
Gülcan Erk, Evrim Oral, Nermin Göğüş
Araştırma makalesi
Özeti
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of AnaesthesIa InductIon, MaIntenance, Recovery And CognItIve FonctIons In GerIatrIc PatIents DurIng MIdazolam-Fentanly And Sevoflurane AnaesthesIa.
Bu çalışma midazolam - fentanil kombinasyonu ile oluşturulan TİVA, ve sevofluran inhalasyonu ile sağlanan VİMA uygulamalarının geriatrik yaş grubunda anestezi indüksiyonu, idamesi, derlenme dönemi ve kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkilerini araştırmak amacı ile planlanmıştır. Bu amaçla, transuretral prostatektomi (TUR-P) uygulanacak olgular Grup S ve Grup M olarak ayrıldı. Anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup M olgularda midazolam ve fentanil iv uygulanması ile sağlandı. Her iki grupta da maske toleransı, indüksiyon zamanı, solunum refleksleri; ekstübasyon, göz açma ve adını söyleme süreleri; ve yan etkiler kaydedildi. Operasyon süresince ortalama arter basıncı ( OA B ) ve kalp atım hızı (K A H ) kaydedildi. Operasyondan önce; 2 ve 24 saat sonra olguların hemoglobin (Hg) ve oksijen saturasyonu (SpO2) değerleri not edildi; mental durum testi uygulandı Grup M olgularda. Grup S olgulara göre indüksiyon zamanı uzun, göz açma ve adını söyleme süreleri anlamlı olarak kısa bulundu ( p<0.05). KAH, Grup M olgularda, Grup S olgulara göre, operasyonun başlamasından sonra ve operasyonun 3O.dk'.sında anlamlı olarak düşük bulundu ( p<0.05 ). Kognitif fonksiyonları değerlendirme testi, gruplar arasında, her üç değerlendirme dönemi anında da farklılık göstermedi. Yirmi dördüncü saatte preoperatif değerleri ile arasında fark saptanmadı ( p>0.05). Sonuç olarak her iki anestezi yönteminin de bu yaş grubunda, stabil hemodinami sağlaması, hızlı ve rahat derlenme bulguları ile uygun birer tercih olabileceği, erken dönem kognitif fonksiyonlar üzerine birbirlerinden farklı etkileri olmadığı kanısına varıldı.
This study has been planned for investigating the effects of TİVA, vvhich is formed by the combination of midazolam-fentanyl and VİMA with inhalation of sevoflurane on the induction and maintenance of anesthesia, recovery period and cognitive functions of anesthesia in geriatric age. Patients undergoing to transurethral prostatectomy ( TUR-P ) were randomly divided two groups as Group M and S. İnduction vvas performed with midazolam and fentanyl in group M and inhalation ın Group S. Mask tolerance, induction time, reflexes of respiration, extubation, eye-opening time and time for telling his/her name, and advers effects were examined in both groups. The mean arterial blood pressure and heart rate vvere also recorded during the operation. The hemoglobin and 02 saturation values vvere recorded before the operation, 2 and 24 hours after the operation. The mental status test vvas applied. The induction time of Group M vvas found to be longer and eye-opening time and time for telling name vvere significantly shorter than Group S ( p<0.05). Heart rate vvas significantly lovver in group M 2 minutes after operation starts and at 30th minute of the operation ( p<0.05 ). The mental status test shovved no difference betvveen two groups in every mental status examining period ( p>0.05 ). There vvas no difference betvveen the preoperative values and postoperative 24 hours’ values.İn conclusion, each of the anesthesia methods can be a choice for this group of age by providing a heamodynamically stable anesthesia, fast and comfortable recovery. İn addition, the effects of these methods on early cognitive functions did not differ from each other.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşan Trakea Düz Kasında Tetrodotoksin, Flekainid Ve Pilsikainidin Pre-Ve Postsinaptik Etkileri
Ayşe Saide Şahin, Hülya Dalgıç, Mehmet Kılıç, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşan Trakea Düz Kasında Tetrodotoksin, Flekainid Ve Pilsikainidin Pre-Ve Postsinaptik Etkileri
Pre- And PostsynaptIc Effects Of TetrodotoxIn FlecaInIde And PIlsIcaInIde In The RabbIt Tracheal Smooth Muscle
vitro şartlarda yapılan bu çalışmada, elekt-riksel alan stimülasyonu (FAS, 40-50 volt, 20 Hz, I ms) veya karbakol (10-6 M) uygulanarak kasılan tavşan trakea düz kasinda sodyum kanal blokörleri tetrodotoksin (TTX, 10-8 - 10H6 M), flekainid (10- - 3x10-4 M) ve pilsikainidin (10-6 - 3x10-4 M) pre- ve postsinaptik etki güçleri karşılaştinlmı,ş ve bu ajan-ların etkilerinde, epitelden sentezlenen nitrik oksid veya siklooksijenaz ürünlerinin rolü araştırılmıştır. EAS de oluşan kasılma cevapları kullanılan sod-yum kanal blokörleri ile konsantrasyona bağımlı tarz-da inhibe edilmiş ve bu ajanların presinaptik inhibitör etki güçleri TTX > flekainid > pilsikainid olarak bu-lunmuştur Bu çalışmada, TTX kullanılan konsantrasyon aralıgında postsinaptik etki göstermemiştir. Buna karşın flekainid ve pilsikainid karbakol ile alınan kasılrna cevaplarını inhibe etmiş ve flekainidin post-sinaptik inhibitör etki gücü pilsikainide nazaran daha yüksek bulunmuştur Postsinaptik gevşetici etkileri yönünden ise flekainid ve pilsikainid arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır. Dokuların indometasin (10-6 M) veya L-NAME (10-4 M) ile inkübe edilmesi kullanılan sodyum kanal blokörlerinin pre- ve postsinaptik inhibitör veya gevşetici etkilerini değiştirmemiştir. Sonuç olarak izole tavşan trakeasında yapılan bu çalışmada kullanılan sodyum kanal blokörlerinden flekainid ve pilsikainidin hem presinaptik hem de postsinaptik etki ile trakea düz kasında ge vşeme oluşturdukları saptanmış, ayrıca bu ajanların pre- ve postsinaptik etkilerinde siklooksijenaz ürünleri ve nit-rik oksitin rolünün olmadığı ortaya konmuştur.
The aim of this in vitro study was ta investigate the inhibitory and relaxant effects of sodium channel blockers, tetrodotoxin (TTX, 10-8 - 10-6 M), flecainide (10-6 - 3x10-4 M) and pilsicainide (10-6 - 3x104 M), on both electrical field stimulation (EFS)- and car-bachol-induced contractions in the rabbit trachea. In addition, the role of nitric oxide or cyclooxygenase products synthesized from epithelium in the pre- and postsynaptic effects of these agents was in-vestigated. EFS (20 sec at 40-50 V, 20 Hz, 1 msec) pro-duced reproducible contractions in the tracheal strips. Al! of the sodium channel blockers used in-hibited EFS-induced contraction in a concentration-dependent manner. The rank order of potency for in-hibition of EFS-induced response was TTX > fle-cainide > pilsicainide. TTX did not influence the car-bachol-induced contractions. Carbachol-induced contractions of tracheal strips were dose-dependently inhibited by preincubation with the other sodium channel blockers and flecainide was more potent than pilsicainide. However, in tracheal strips precontracted with carbachol, the relaxant effects of sodium channel blockers did not differ from each other. TTX, flecainide and pilsicainide did not alter the baseline tension. Preincubation with in-domethacine or L-NAME altered nen-her the post-juctional inhibitory and relaxant effects of the sodium channel blockers nor their inhibitory effects on EFS-induced contractions. In conclusion, all sodium channel blockers used inhibited EFS-induced contractions of the rabbit trac-hea. Flecainide and pilsicainide inhibited carbachol-induced contractions while TTX did not influence them. Pre- and postsynaptic effects of the sodium channel blockers were not changed by in-domethacine or L-NAME.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farelerde Uvabain Toksisitesine Karşı Etilendiamin Tetraasetik Asid Disodyurnun Protektif Etkisi
İlhan Gültekin, Şerare Atçı, Yusuf Karataş, Ergin Şingirik, Firuz Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Farelerde Uvabain Toksisitesine Karşı Etilendiamin Tetraasetik Asid Disodyurnun Protektif Etkisi
The ProtectIve ActIon Of EthylenedIamIne Tet-RaacetIc AcId DIsodIum Salt AgaInst OuabaIn ToxIcIty In MIce.
Bu çalışmada, sağlıklı farelerde uvahainin oluşturduğu toksik etkilere karşı etilendiamin tet-raasetik asid disodyunıun (Na2 EDTA) protektif et-kisi incelendi. 5 ve 15 mglkg dozlarda uvabain doza bağımlı olarak toksik etkiler oluşturdu. 10. 20, 4 0 ve 8() mglkg dozlarda verilen Na2 EDTA tek başına herhangi bir etki yapmadı_ Ancak 5 mglkg dozda uvahainle oluşan toksik etkiler 40 ve 80 mglkg doz-larda Na2 EDTA tarufindan tamamen ortadan kaldırıldı. 15 mglkg dozda uvahainin toksik etkileri de kullanılan en yüksek Na-, EDTA dozu (80 mglkg) tarafindan anlamlı şekilde inhibe oldu. Bu sonuçlar, uvahainin oluşturduğu toksik etkilere karşı NA2EDTA'nın protektif etkisi olduğunu göstermektedir.
In this study, the protective action of the •he-lating agent ethylenediamine tetraac:etic acid di-sodium (Na2 EDTA) against ouabain intoxication in healthy mice was investigated_ Although Na, EDTA, at the concentrations tested (10. 20. 40 and 80 mgl kg) had no effects alone. it abolished the toxic elfect induced hy 5 mglkg ouabain at the doges of 40 ad 80 mgikg. The toxic elfect of 15mgikg ouabain was also significantly inhihited hy the highest dose of Nal EDTA (80 mglkg). These results suggest that Na2 EDTA has protective action against ouabain to-xicitiy due ta chelation of calcium.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Ümmüye Biçer, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Turgut Teke
Olgu sunumu
Özeti
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
ChronIc EosInophIlIc PneumonIa WIth AtypIcal BronchoscopIcal And
radIologIcal PresentatIon
Eozinofilik akciğer hastalıkları (EAH), havayolu ve/veya akciğer
dokusunda eozinofillerin artması ile karakterize bir grup hastalığı
tanımlar. Bu grup hastalıkların bir kısmı ağırlıklı olarak akciğeri
etkilerken bir kısmı sistemik tutulum gösterir. Subakut veya kronik
solunumsal ve genel semptomlar, alveoler ve/veya kan eozinofilisi
ve akciğer grafisinde periferik infiltratlar varlığında kronik eozinofilik
pnömoni (KEP) düşünülmelidir. Kliniğimize 6 aydır devam eden
öksürük, ara ara olan ateş, halsizlik şikayetleri ile başvuran 53
yaşındaki erkek olgu, akciğer grafisinde iki taraflı apikal, subapikal
ve hiluslar çevresinde infiltrasyon saptanması üzerine akciğer
tüberkülozu ön tanısıyla yatırılarak değerlendirildi. Hemogramda
eozinofili, yüksek rezolüsyonlu bigisayarlı tomografi (YRBT) de
bilateral düzensiz konturlu infiltratif özellikte lezyonlar, iki taraflı kistik
bronşektazik odaklar saptandı. Bronkoskopide pürülan sekresyonlar
ve koyu mukus tıkaçları izlendi. Etyolojik değerlendirmede herhangi
bir spesifik neden saptanmadı ve olgu KEP olarak kabul edildi.
Alışılmadık bronkoskopik, ve radyolojik bulguları nedeniyle olgu
sunularak tartışıldı.
Eosinophilic pulmonary diseases (EPD) are defined as a group of
diseases characterized by the in crease of eosinophils in the air way
and/or lung tissue. While a part of the sedis orders mainly affects the
pulmonary, others show systemic in volvement. Chronical eosinophilic
pneumonia (CEP) should be kept in mind in the existence of subacute
or chronic respiratory and general symptoms, alveoler and/or bloode
osinophilia and peripheral pulmonary in filtrates on chest radiography.
A 53-year-old male patient was admitted to our clinic with on going
complaints of cough, occasional fever and malaise for six months.
When two-sided apical, subapical and the infiltration around hiluses
were detected on chest x-ray, the case was hospitalized with the
prediagnosis of pulmonary tuberculosis. Eosinophilia in hemogram,
bilateral infiltrative lesions with irregular contours and bilateral cystic
bronc hiectasis foci were detected on high resolution computed
tomography (HRCT). Bronchoscopy revealed purulent secretions and
thick mucous in hibations. No specific etiologic cause was defined
in the etiology, and the case wase valuated as CEP. Due to unusual
bronchoscopic and radiological findings, the case was presented and
discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kontraseptif Yöntemlerin Retrospektif Olarak
incelenmesi
Gökçe Demir, Deniz Koçoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kontraseptif Yöntemlerin Retrospektif Olarak
incelenmesi
The AnalaysIs Of ContraceptIve Methods As RetrospectIve
Bu çalışmada, Ahi Evran Üniversitesi Eğitim ve Araştırma
Hastanesi’ndeki (AEÜEAH) Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne
Başvuran Hastaların tercih ettikleri Kontraseptif Yöntemler ve
bu hizmeti alan kadınların demografik özelliklerinin incelenmesi
amaçlandı. Çalışmada Mayıs 2012-Mayıs 2013 tarihleri arasında
aile planlaması hizmeti almak için başvuran 904 olgunun kayıtları
retrospektif olarak incelendi. Verilerin istatistiksel analizinde yüzde,
ortalama ve ki-kare testi kullanılmıştır. Bulgulara göre kadınların
en yüksek sıklıkta tercih ettikleri yöntem %57.7 ile rahim içi araç
olmuştur. Rahim içi aracı sırasıyla, kondom (%23.1) ve oral
kontraseptif (%12.2) izlemiştir. Kadınların %7.0’ı ise hiçbir yöntemi
tercih etmemiştir. Kadınların yaş, öğrenim durumu ve yaşadığı
yerleşim biriminden bağımsız olarak modern yöntemlerden en
çok RİA’yı kullandıkları bulunmuştur. Ancak yaş ilerledikçe oral
kontraseptif kullanım sıklıklarının azaldığı saptanmıştır (p<0.05).
Bu bulgular doğrultusunda kadınlara daha etkili aile planlaması
hizmetleri verilmesi ve kadınların modern konraseptif yöntemler
konusunda bilinçlendirilmesi önem taşımaktadır
In this study it is aimed to examine the contraceptive methods
that the patients who applied to Clinic of Obstetricsand Gynecology
in AhiEvran University Training and Research Hospital (AEUTRH)
preferredand the demographic features of the women who got this
service. The notes of 904 cases that applied for family planning
between May, 2012 and May, 2013 were examined retrospectively
in the study. Percentage, mean and chi-square test are used in the
statistical analysis of the datum. According to the findings the most
common way the women preferred is the intra uterine devicewith
57.7%. After the intra uterine device it follows respectively condom
(23.1%) and oral contraceptive (12.2%). 7.0% of the women have
not preferred any methods. It has been found out that regardless of
age, state of education and accommodationunitthe women mostly use
RIAone of the modern methods. However, it has been ascertained
that as the time passes the frequency of using oral contraceptive
decreases (p<0.05). In parallel with these findingsit is essential to
provide the women withmore effective family planning servicesand to
raise women’s awareness about the modern contraceptive methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
Cevdet Duran, Orkide Kutlu
Derleme
Özeti
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
A New AlternatIve In The Treatment Of Type 2 DIabetes: SodIumglucose
co-Transporter-2 InhIbItors
Dünya üzerinde tip 2 diyabet sıklığı giderek artmaktadır.
Hernekadar diyabetes mellitus tedavisi için günümüzde birçok
tedavi seçeneği bulunsa da glisemik kontroldeki başarı oranları
halen yetersizdir. Sodium Glucose Co-transporter (SGLT)2
inhibitörleri insülin etkisinden bağımsız etki gösteren yeni bir sınıf
antihiperglisemik ajanlardır. SGLT2 inhibitörleri idrarla glukoz
atılımını arttırarak plazma glukoz düzeylerini düşürürler. Günümüzde
değişik fazlarda klinik çalışmaları devam eden birçok molekül vardır.
Mevcut çalışmalar bu grup ilaçların iyi tolere edildiğini, hipoglisemi
yapmadan kilo kaybıyla beraber kan şekeri düzeylerini kontrol altına
aldığını göstermiştir. Bu yazıda böbreğin glukoz hemostazındaki rolü
ve renal glukoz absorbsiyonu SGLT2 inhibitörleri ile inhibisyonunun
etkileri irdelendi.
The prevalence of type 2 diabetes mellitus is increasing
worldwide. Although there are a number of treatments currently
avaible to treat diabetes mellitus, glycemic control rates remain poor.
Sodium Glucose Co-transporter (SGLT) 2 inhibitors are a novel class
antihyperglycemic agent that act independently of insulin actions.
The SGLT2 inhibitors increase urinary glucose excretion and lower
plasma glucose. There are a lot of SGLT inhibitor molecules in a
different phases of clinical trials is currently avaible. Initial clinical
trials showed that this class of agents are well tolerated and can
effectively control blood sugar levels with reduced weight gain
without hypoglycemia. This manuscript reviews the role of the kidney
in glucose hemostasis and the effects of inhibition of renal glucose
reabsorbtion by SGLT2 inhibitors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Özkan İlhan, Esra Arun Özer, Sümer Sütçüoğlu, Senem Alkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Assessment Of Adherence To The Treatment GuIdelIne In PatIents
hospItalIzed Due To Neonatal JaundIce
Yenidoğan sarılığı genellikle kendiliğinden düzelen, benign bir
klinik durumdur. Yenidoğan sarılığının tedavi sınırlarını belirleyen
uluslar arası kabul görmüş tedavi kılavuzları bulunmaktadır.
Araştırmamızda yenidoğan sarılığı nedeniyle hastaneye yatırılan
olgularda hiperbilirubinemi tedavi kılavuzlarına uyumun araştırılması
amaçlanmıştır. Hastanemiz Yenidoğan Kliniği’ne 1 Ocak 2009-31
Aralık 2010 tarihleri arasında yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan
olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Tüm olguların
yatış sırasındaki sarılık durumu hiperbilirubinemi tedavi kılavuzuna
göre değerlendirildi. Ciddi hiperbilirubinemi için herhangi bir klinik
risk faktörü ya da ek sorunu olan, yatış sırasındaki serum bilirubin
düzeyi tedavi gerektiren sınırda veya üzerinde olan hastalar “Tedavi
Gerektiren Bebekler”, yatış sırasında serum bilirubin düzeyi tedavi
kılavuzunda belirlenen düzeyin altında ve ciddi hiperbilirubinemi
gelişimi açısından klinik risk faktörü olmayan olgular ise “Tedavi
Gerektirmeyen Bebekler” olarak tanımlandı. Çalışma süresince
yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan, 267’si erkek (%51.5) toplam
518 olgunun ortalama gebelik yaşı 37.2±2.2 hafta olup, doğum ağırlığı
2988.3±617 gram idi. Yenidoğan sarılığı tedavisinde güncel tedavi
kılavuzuna uygun olarak yatışı yapılan hasta sayısı 391 (%75.4) idi.
Tedavi kılavuzuna göre tedavi gerektiren ve gerektirmeyen bebekler
karşılaştırıldığında gruplar arasında gebelik yaşı, doğum ağırlığı,
doğum şekli, çoğul gebelik ve akraba evliliği sıklığı açısından anlamlı
istatistiksel farklılık bulunmazken, tedavi gerektiren grupta erkek
bebek sıklığı istatistiksel olarak daha fazla idi (p=0.03). Sarılıklı
bebeklerin bilirubin ensefalopatisi gelişimini önlemek amacıyla uygun
şekilde takibinin yapılması, ancak gereksiz tetkik ve tedavilerden
kaçınılması gerektiği düşünüldü.
Neonatal jaundice is usually a self-limiting benign clinical
condition. International treatment guidelines to outline the borders
of treatment of neonatal jaundice exist. The aim of our study is to
evaluate the rationale of treatment guidelines for newborns admitted
to the hospital for jaundice. In this retrospective study, the records
of the cases admitted to the Newborn Intensive Care Unit between
January 1, 2009 and December 31, 2010 for neonatal jaundice
were reviewed. Status of jaundice on admission were evaluated on
the basis of hyperbilirubinemia treatment guideline. The newborns
who had any clinical risk factor or additional problem for severe
hyperbilirubinemia, and higher serum bilirubin level on admission
requiring treatment were designated as “Babies Need to Treatment”,
whereas the remaining as “Babies Need Not to Treatment”. Of overall
518 cases, 267 were boys (51.5%) and mean gestational age was
37.2±2.2 weeks, and birth weight 2988.3±617 gram. The number
of patients admitted in consistent with current treatment guideline
of neonatal jaundice was 391 (75.4%). The group of “Babies Need
to Treatment” showed significant relationship with the male gender
(p=0.03), whereas other parameters including gestational age,
birth weight, delivery type, multiple gestation and consanguineous
marriage were nonsignificant. We think that newborns with jaundice
should be on close follow-up in order to prevent development of
bilirubin encephalopathy, however unnecessary investigations and
treatment should be avoided as well.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oküler Tutulumsuz Behçet Hastalarında Erektil Disfonksiyon İle Makula Ve Radyal Peripapiller Mikrovasküler Yoğunluklar Arasındaki İlişki
Mehmet Fatih Küçük, Ayşe Ayan, Sebahat Yaprak Çetin, Muhammet Kazım Erol
Araştırma makalesi
Özeti
Oküler Tutulumsuz Behçet Hastalarında Erektil Disfonksiyon İle Makula Ve Radyal Peripapiller Mikrovasküler Yoğunluklar Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between ErectIle DysfunctIon And Macular And RadIal PerIpapIllary MIcrovascular DensItIes In Behçet's PatIents WIthout Ocular Involvement
Amaç: Oküler tutulumsuz Behçet (OTB) hastalarında Erektil disfonksiyona (ED) göre maküler mikrovasküler
(MMV) ve radyal peripapiller kapillerlerin (RPK) vasküler yoğunluklarını (VY’ları) karşılaştırmak ve hastaların
Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi (IIEF)-15'in 5 farklı cinsel fonksiyon alanında saptanan puanları ile OKTA'yla
ölçülen değerleri arasındaki korelasyonu incelemek.
Hastalar ve Yöntem: Bu kesitsel çalışma Nisan 2019 - Mart 2020 arasında yapıldı. 94 erkek Behçet hastasından
göz tutulumu olmayan ve çalışmaya alınma kriterlerine uyan 23’ü çalışmaya alındı. Kontrol grubu yaşça eşleşmiş
25 sağlıklı bireyden oluşturuldu. ED olan ve olmayan hastalarla kontroller arasında optik koherens tomografi
anjiyografi (OKT-A) ile ölçülen değerler karşılaştırıldı. Sonra, hastaların IIEF-15 anketinin 5 farklı cinsel fonksiyon
alanında tespit edilen puanları ile OKT -A’yla ölçülen değerlerinin korelasyonu incelendi.
Bulgular: Kontrollere kıyasla hem ED’lu hem de ED’suz hastalarda derin kapiller pleksusun tüm alanında VY'lar
azalmıştı. ED'lularda kontrollere ve ED'suzlara kıyasla RPK ağdaki tüm alanın tüm damarlarının VY’ları da
azalmıştı. Ayrıca ED'lularda kontrollere ve ED’suzlara göre alt kadranda Retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlıkları
da azalmış bulundu. OTB hastalarının IIEF-15’in 5 alanındaki puanlarıyla OKT-A ölçümleri arasındaki korelasyon
analizinde, RPK'nin tüm alanındaki tüm damarların VY’ları ve RSLT kalınlık değerleriyle IIEF-15’nin 4 alanındaki
puanları arasında pozitif korelasyon vardı.
Sonuçlar: ED'a neden olabilecek faktörler dışladıktan sonra, ED'lu OTB hastalarında MMV ve RPK VY'larının ve
RSLT alt kadran kalınlıklarının azaldığı bulundu. Ayrıca, OTB hastalarının cinsel fonksiyon alanlarındaki IIEF-15
puanlarıyla RPK VY’ları ve RSLT kalınlıkları arasında korelasyon bulundu.
Aim: To compare the vascular densities (VDs) of macular microvascular (MMV) and radial peripapillary
capillaries (RPC) according to Erectile dysfunction (ED) in non-ocular Behçet's (NOB) patients, and to
examine the correlation between the patients' International Index of Erectile Function (IIEF)-15 scores in 5
different sexual function domains and the values measured by OCT -A.
Patients and Method: This cross-sectional study was conducted between April 2019 - March 2020. Of the
94 male Behçet's patients, 23 without eye involvement and who met the inclusion criteria were included in
the study. The control group consisted of 25 age-matched healthy individuals. Values measured by optical
coherence tomography angiography (OCT-A) were compared between patients with and without ED and
controls. The correlation between the patients' scores in 5 different sexual function domains of the IIEF-15
questionnaire and those measured by OCT -A was examined.
Results: Compared to controls, VDs were reduced in the whole area of the deep capillary plexus in both
patients with and without ED. VDs of all vessels of the whole area in the RPC network were also decreased
in EDs compared to controls and non-EDs. In addition, retinal nerve fiber layer (RNFL) thicknesses in the
inferior quadrant were found to be decreased in patients with ED compared to controls and those without ED.
In the correlation analysis between NOB patients' scores in 5 domains of IIEF-15 and OCT-A measurements,
there was a positive correlation between the RNFL thickness values and VDs of all vessels in the whole area
of RPC, and the scores in 4 domains of IIEF-15.
Conclusions: After excluding factors that may cause ED, MMV and RPC VDs and RNFL inferior quadrant
thicknesses were found to be decreased in NOB patients with ED. In addition, a correlation was found between
IIEF-15 scores in sexual function domains and RPC VDs and RNFL thicknesses of NOB patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vagotomilerin Sekretin Salgılanmasında Etkileri
Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Vagotomilerin Sekretin Salgılanmasında Etkileri
Effects Of VagotomIes On SecretIn SecretIon
Trunkal (TV) ve proksimal gastrik vagotomi (PGV) lerin sekretin salgılanmasına olan etkileri, 15 ine TV., 13 üne de PGV. yapılan 28 köpekte araştırılmıştır. Sekretin salgılanması duodenuma 0,1 N. HCL verilerek uyarılmış, bu uyarıdan hemen önce ve uyarıyı izleyen 3., 5., 10., 15., 30 ve 45. dakikalarda portal plazmadaki sekretin düzeyleri RIA yöntemle tayin edilmiştir. Vagotomiden önce, vagotomiden hemen ve bir ay sonra elde edilen sonuçlar karşılaştırıldığında, duodenuma perfüze edilen HCI'e grupların farklı cevaplar verdiği saptanmıştır. TV'den hemen sonra, sekretin salgılanmasında duodenal asidifikasyona alınan cevap anlamlı olarak az bulunmuş, buna karşılık bir ay sonraki cevapta belirgin bir artış izlenmiş, ancak bu artış ameliyat öncesi düzeye ulaşacak kadar olmamıştır. PGV'li gruptaki cevaplar erken devrede ameliyatla etkilenmiştir, bir ay sonraki cevabın geç safhasındaysa bir azalma bulunmuştur.
Effects of truncal (TV) and proximal gastric vagotomy (PGV) on secretin secretion, 15 in TV., 13 in PGV. It has been investigated in 28 dogs. Secretin secretion was stimulated by administering 0.1 N. HCL to the duodenum, and secretin levels in the portal plasma were determined by RIA method just before this stimulation and at the 3rd, 5th, 10th, 15th, 30th and 45th minutes following the stimulation. When the results obtained before, immediately and one month after vagotomy were compared, it was found that the groups gave different responses to HCI perfused into the duodenum. Immediately after TV, response to duodenal acidification in secretin secretion was found to be significantly less, whereas a significant increase was observed in the response one month later, but this increase was not enough to reach the pre-operative level. Responses in the group with PGV were affected by surgery in the early stage, a decrease was found in the late stage of the response one month later.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Stres Ve Depresyonda İmmün Cevaplar
İshak Özkan, Emine İnci Tuncer, Naci Kemal Kırca, A. Zeki Güney, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Stres Ve Depresyonda İmmün Cevaplar
Immune Responses In Acute Stress And DepressIon Cases
Bu çalışma, akut stres ve depresyonda immünglobulin ve kompleman düzeylerine kapsamaktadır. Bu amaçla 22 ölümcül hasta yakınından, DSM-III Kriterlerine göre depresyon tanısı almış 22 hastada?: ve 22 normal insandan kan örnekleri alındı. Serurnlarda radial irnmün dijfüzyon yöntemi ile IgA, IgM, IgG, C3 ve C4 değerleri araştırddı. Bu değerlerle her üç grupta çoklu korelasyon analizleri yapıldı. Stres ve depresyonla serum 1gM, IgG, C3 ve C4 değerleri arasında bir ilişki bulunamadı. Depresyonda Ise serim IgA düzeyi kontrol grubuna göre önemli derecede artış gösterdi (p<0.05).
Immunoglobulin and complernent levels were studied in patients having acute stress and depression. The relatives of the patients (22 of them) who 12re either canser or myocardial infarcts were treated as stressed patients, and patients (22 of them) determined to be depressed by DSM-III criteria and 22 normal people respectively, were selected for !his study. Blood samples (5 mi) were taken from thern intravenou-sly. IgA, 1gM, IgG, C3 and C4 level of the sera were determined by radial irnmunodiffusion technique. The values were analyzed by multiple regression analysis and it was found that neither stress nor depression has any affeci or relationship with the serum IgM, IgG, and C3 and C4 levels. However, IgA levels in the sera of depressed patients significantly remained higher than the control group (p<0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türkçe Okurken Kelimelerin Neresıne Vizüel Fiksasyon Olmaktadır?
Süleyman İlhan, Nurhan İlhan, Orhan Demir, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Türkçe Okurken Kelimelerin Neresıne Vizüel Fiksasyon Olmaktadır?
What Is The LocatIon Of VIsual FIsatIon WIthIn TurkIsh Words DurIng ReadIng?
Bu çalışmada okurken ortaya çıkan sakkadların amplitıidleri ölçülerek, satır üzerinde fikrasyon noktaları hesaplandı. Fiksasyonların genelde kelimelerin sol yarısına olmakla birlikte fili ve fiilimsi özelliğindeki kelimelerde sağ yarıya yöneldiği görüldü. Bu bulgunun Türkçe'nin bitişken dil özelliğinden deri gelebileceği düşünüldü.
Visual fixation locations were founded on the tines by measuring saccades amplitudes which occur durıng reading. Fixations ara san to be on the right Naif of the verbs though :hey occur on the left .h.alf of the other vords. This finding was considered likely to be resulied from the agglutinative property of Turkish Language.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Sıçan Aortunda Baryum'a Bağlı Kasılma Üzerıne Verapamil'in Etkisi
Ekrem Çiçek, Ergin Şingirik, Necdet Doğan, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Sıçan Aortunda Baryum'a Bağlı Kasılma Üzerıne Verapamil'in Etkisi
Effect Of VerapamIl On ContractIon Due To BarIaın In Isalated Rat Aorta
izole sıçan aortunda kümüliatif konsantrasyonda uygulanan Ba2+ doza bağımlı bir kasılma oluşturdu. Bu kasılma verapamil tarafından inhibe edildi. Ca2+Isuz ortamda ise, Ba2+ kontrol cevaba göre küçük fakat anlamlı bir kasılmaya neden oldu. Bu cevap verapamil tarafından inhibe Bulgular bu dokuda Ba2÷'un ekstraselüler Ca2+ girişini artırarak kasılma yaptığım ve buna ilave olarak intraselider olayları da tetikleyerek bu kasılmaya katkıda bulunduğunu telkin etmektedir.
With an isolated rat aorta, Ba2+ used al a cumulative concentraiion created a dose-clependent contraction. This contraction is inhibited by verapamil. in a medium containing no Ca2+, it caused Utile but significant contraction compared ta the responses of control group. This contraction isn't inhibited by verapamil. Findings suggest that Ba2+ caused contraction by increasing the extracellular Ca2 + entry and alsa contributed to the intracellular processes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
ComplIcatIons Of Heart CatheterIzatIon In ChIldren
Tanı ve tedavi amaçlı kalp kateterizasyon girişimleri son zamanlarda giderek artmaktadır. Kalp kateterizasyonundan sonra özellikle kateter giriş yerinde tromboz, psödoanevrizma, arteriyovenöz fistül, kanama, enfeksiyon, distal embolizasyon gibi lokal komplikasyonlar ile verilen anestezik ajanlara bağlı solunum depresyonu, taşikardi ve bradikardi olmak üzere birçok komplikasyonlar gelişebilmektedir. Kliniğimizde Haziran 2010-Haziran 2012 yılları arasında kalp kateterizasyonu yapılan 120 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların, yaşları 9 gün ile 15 yaş arasında (ortalama 3.5 ± 4.2 yaş) olup, 58 (%48)’i kız, 62 (%52)’si erkek idi. Hastaların 102 (%85)’ine tanısal, 18 (%15)’ ine girişimsel işlem amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldı. Komplikasyonu gelişen 7 (%5.8) hastanın yaşları 9 gün ile 15 yaş (3.5 ± 4.2 yaş) arasında idi. İki hastada femoral hematom, bir hastada femoral kanama, iki hastada femoral tromboz, bir hastada bradikardi, bir hastada (midazolam ile yapılan) sedasyon sırasında solunum arresti gelişti. Femoral tromboz gelişen iki hastadan birine düşük molekül ağırlıklı heparin, diğerine düşük molekül ağırlıklı heparin ve pentoksifilin verildi. Femoral hematom gelişen iki hastaya ise lokal tedavi uygulandı. Dirençli bradikardi gelişen bir hastaya geçici pacemaker takıldı. Femoral kanama gelişen bir hastaya protamin sülfat tedavisi verildi. Midazolama bağlı solunum arresti gelişen bir hastaya solunum desteği yapıldı. Sonrasında hastalar şifa ile taburcu edildiler. Kliniğimizde kalp kateterizasyonu yapılan hastalardaki komplikasyonlar ve bu komplikasyonları artıran risk faktörleri retrospektif olarak incelendi. Kalp kateterizasyonu yapılan hastalar gelişebilecek lokal ve genel komplikasyonlar açısından yakından takip edilmelidir. Alınabilecek birtakım önlemler ile komplikasyon sıklığı azaltılabilir ve komplikasyonların erken tanı ve tedavisi ile morbidite ve mortaliteyi azaltılabilmektedir.
Diagnostic and therapeutic cardiac catheterization attempts have recently been increasing. Numerous complications may develop after cardiac catheterization, including local complications, such as thrombosis, pseudoaneurysm, arteriovenous fistula, bleeding, infection, and distal embolization at the catheter insertion site, as well as complications associated with the anesthetic agents, such as respiratory depression, tachycardia and bradycardia. A total of 120 patients, who underwent cardiac catheterization between June 2010 and June 2012 were retrospectively evaluated. The patients were aged from 9 days to 15 years (mean 3.5±4.2 years) and 58 (48%) were female and 62 (52%) were male. Of the 120 patients, 102 (85%) underwent a diagnostic cardiac catheterization procedure, whereas in 18 (15%) patients an interventional procedure was performed. Complications were encountered in 7 (5.8%) patients, aged from 9 days to 15 years (3.5±4.2 years). There were femoral hematoma in two patients, femoral bleeding in one patient, femoral thrombosis in two patients, bradycardia in one patient, and a patient developed respiratory arrest during sedation (with midazolam). Femoral venous thrombosis, which was seen in two patients, was treated with low molecular weight heparin in one case and with low molecular weight heparin and pentoxifylline in the other. Two patients who developed femoral hematoma underwent local treatment. One patient developed resistant bradycardia, for which a temporary pacemaker was inserted. A patient with femoral hemorrhage was treated with protamine sulfate. One patient, who developed respiratory arrest due to midazolam, was treated with respiratory support. All patients were discharged in a good condition after the treatment. The complications in patients who underwent cardiac catheterization in our clinic, and the risk factors for these complications were analyzed retrospectively. Patients undergoing cardiac catheterization should be closely monitored in terms of possible local and general complications. The incidence of the complications can be reduced by taking appropriate measures. The morbidity and the mortality can be reduced by early diagnosis and treatment of the complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
İbrahim Fatih Karababa, Erdinç Çiçek, İsmet Esra Çiçek, Fatih Kayhan, Rüstem Aşkın
Araştırma makalesi
Özeti
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
The AssocIatIon Between The ClInIal Features And The Course Of The Ilness In PatIents WIth BIpolar DIsorder
Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde izlenen Bipolar-I bozukluklu hastaların hastalığın başlangıç belirtileri, tanısal sorunlar ve aldıkları ilk tanılar araştırılmıştır. Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğinde, DSM IV- TR Tanı Ölçütlerine göre BP-I bozukluk tanısı almış olan 18 yaşından büyük, en az 5 yıldır düzenli takibi yapılan hastalardan ardışık 179’u dahil edilmiştir.Hastalara konulan ilk tanılarla klinik gidiş arasındaki ilişki araştırılmıştır. 179 Bipolar-I bozukluklu hastanın 121’ine (%67.6) başlangıçta farklı tanılar (%34.1 depresyon, %24.0 şizofreni, %9.5 diğer psikiyatrik bozukluklar) konulduğu, ortalama 6.3±7.4 yıl gecikmeyle BP-I tanısı konularak duygudurum düzenleyici ilaçların kullanılmaya başlandığı bulundu. Bipolar-I bozukluklu hastalara, farklı klinik belirtilerinden dolayı yanlış tanılar konulabilmekte ve uygun tedavilerine başlanılması gecikebilmektedir. Geç tanı konulması klinik seyri olumsuz etkileyebilmektedir.
In this study, onset of the signs, diagnostic problems and first diagnosis of the bipolar type I patients followed up in psychiatry department of Selcuk University Meram Medical School Hospital were investigated. 179 patients who applied to psychiatry outpatient clinic of Selcuk University Meram Medical School Hospital, consecutively and diagnosed as Bipolar Type I according to the DSM IV Criteria were enrolled. The relation between the first diagnosis of the patients and their clinical course were investigated. 121 (67.6%) of 179 Bipolar I patients had different diagnosis at the beginning (34.1% depression, 24% schizophrenia and 9.5% other psychiatric disorders), BP-I diagnosis was established and mood stabilizer were begun with approximately 6.3 ± 7.4 years delay. Bipolar I patients can be wrongly diagnosed due to the different clinical symptoms and beginning of the appropriate treatments can be delayed. Delayed diagnosis can negatively affect the clinical course.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Atak, Stabil Koah Ve Kor Pulmonale Hastalarında Adma, Arjinin Ve No Düzeylerinin Belirlenmesi
Said Sami Erdem, Fikret Kanat, Ali Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Atak, Stabil Koah Ve Kor Pulmonale Hastalarında Adma, Arjinin Ve No Düzeylerinin Belirlenmesi
InvestIgatIon Of Adma, ArgInIne And No Levels Of PatIents WIth Acute Attack, Stable Copd And Cor Pulmonale
Bu çalışmada atak, stabil ve kor pulmonale grubu kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olanlarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA), nitrik oksit (NO) ve arjinin düzeylerindeki değişiklikleri belirlemeyi amaçladık. Çalışmamıza 25 akut atak KOAH, 25 stabil KOAH, 25 kor pulmonale hastası dahil edildi. Hastaların KOAH ve kor pulmonale dışında ek bir hastalığı yoktu. Kontrol grubu 25 sağlıklı kişiden oluşturuldu. ADMA ve Arjinin düzeyleri yüksek basınçlı likit kromatografi yöntemiyle floresans dedektörde ölçüldü. Serum nitrit/nitrat konsantrasyonları kolorimetrik metotla ölçüldü. Akut atak,(p
The aim of our study was to determine serum asymmetric dimethylarginine (ADMA), nitric oxide (NO) and arginine levels in patients with acute attack, stable and cor pulmonale Chronic Obstuctive Pulmonary disease (COPD). Twenty five acute attack of COPD, twenty five stable of COPD, twenty five cor pulmonale subjects partipicated in this study. To be selected patients had to have no other diseases. The control group was formed by twenty five appearentely healthy people. ADMA and arginine levels were measured by high performance liquid chromatoghraphy with fluorecence detection. Serum nitrite/nitrate concentrations were determined using a commercial colorimetric assay. Patients of acute (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atopik Bronşiyal Astmalı Olgularda Prick Testi Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Nalan Sabancı, Ünal Şahin, Mehmet Ünlü, Mustafa Demirci, Ahmet Akkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Atopik Bronşiyal Astmalı Olgularda Prick Testi Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The PrIck Test And Serum SpecIfIc Ige Results In PatIents WIth AtopIc BronchIal Asthma
Kliniğimizde yapılan bu çalışmada astmalı hastalarda cilt testi, serum total ve spesifik IgE düzeyleri karşılaştırılmış ve tanısal değerleri incelenmiştir. Ayrıca prick testinde saptanan farklı her allerjen için serum total ve spesifik IgE değerlerinin sensitivite ve spesifiteleri hesaplanmıştır. Çalışma ve kontrol grubuna prick testi yapılmış ve her iki grubun total IgE düzeyleri saptanmıştır. Prick testte pozitiflik gözlenen allerjenler için spesifik IgE düzeyleri ölçülmüştür. Allerjik astmalıların serum total IgE düzeyleri (301.7+412.1 lU/ml) kontrol grubu (77.1+55.3 lU/ml) ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0.001). Hasta grubunda, cinsiyet ve ailede atopi öyküsü olmasının serum total IgE düzeylerine etkili olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Serum total IgE sensitivitesi %57 olarak hesaplanmıştır. Serum spesifik IgE düzeyinin sensitivitesi %75-100 arasında ve spesifitesi ise %100 (ev tozu akarları hariç) olarak tespit edilmiştir. Ayrıca serum total IgE yüksekliği ile serum spesifik IgE müspetliği arasında zayıf korelasyon gösterilmiştir (r=0.25). Sonuç olarak her ne kadar çalışma grubunda total IgE düzeyleri kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulunsa da, bu yüksekliğin atopinin tanısında sensitif olmadığı gösterilmiştir. Cilt prick test sonuçları ile paralellik gösteren serum spesifik IgE düzeylerinin, atopik astmalılarda rutin olarak araştırılmasının gerekmediği kanısına varılmıştır.
İn this study; skin prick test, serum total and specific IgE levels vvere compared in patients with asthma and the diagnostic values of these tests vvere investigated. İn addition sensitivity and specifity of total and specific IgE values vvere calculated for different allergen groups. Skin prick tests vvere applied to asthmatic and control cases and serum total IgE levels vvere determined in both groups. İn asthmatic and control groups, serum specific IgE levels vvere determined for allergens vvhich vvere observed positive in prick test. The serum total IgE levels of asthma group (301.7±412.1 lU/ml) vvere significantly higher vvhen compared to the control group (77.1+55.3 lU/ml). Sex and family history of atopy vvere not factors influencing the total IgE levels in asthmatic patients (p>0.05). The sensitivity of serum total IgE was 57%. The sensitivity and specifity of serum specific IgE was 75-100% and 100% (except for mites), respectively. The correlation betvveen high serum total IgE and serum specific IgE positivity was weak (r=0.25). We concluded that high serum total IgE levels are not sensitive in diagnosis of atopy in asthmatic patients. Serum specific IgE levels should not be investigated in atopic patients as routine, because of it has high specifity vvith allergens positive in skin prick tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Hakan Öner, Ahmet Songur, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
Effect Of OvarIectomy And OvarIectomy Follovved By AdmInIstratIon Of Estrogen On The PIneal Gland: A LIght MIcroscopIc Study.
Bu çalışma, ovarektominin ve ovarektomi sonrası uygulanan östrojenin pineal bez üzerine etkisinin ışık mikroskop düzeyde araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 15 adet Wistar-Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-ovarektomi) ve ovarektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Bu hayvanlara günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susamyağı enjekte edildi. Grup III deki sıçanlara da ovarektomi sonrası günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susam yağı içerisinde 0.5 mg Estradiol Beonzoate enjekte edildi. Bir aylık deney süresi sonunda tüm hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Sıçanların pineal bezleri çıkartılarak rutin histolojik yöntemlerle ışık mikroskobik preparatları hazırlandı. Çalışmamızda, ovarektomi sonrası pinealositlerde hipertrofinin oluştuğu ve bez yapısında lipid damlacıklarında artış meydana geldiği gözlendi. Ovarektomi sonrası östrojen enjeksiyonu sonucunda ise, ovarektomi sonrası gözlenen hipertrofinin ve lipid damlacıklarındaki artışın kaybolduğu tespit edildi. Ayrıca, parankima! hücreler arasındaki bağ dokuda artış gözlendi. Sonuç olarak, ovarektomi sonrası pinealosit hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği ve bu artışın östrojen enjeksiyonu ile baskılandığı görüldü.
This study was aimed to examine the effects of ovariectomy and ovariectomy follovved by estrogen administration on the pineal gland by light microscopy. For this purpose 15 female Wistar rats vvere used. Animals were divided into three groups. Group I and II vvere designated as sham-ovariectomised (Control) and ovariectomised, respectively. They received sesame oil (0.1 mİ subcutaneously) alone. The rats in Group III vvere ovariectomised and daily injected vvith Estradiol Benzoate (0.5 mg/0.1 mİ sesame oil per day s.c) for 1 months. At the end, ali animals vvere killed by vascular perfusion. The pineal glands of rats vvere removed, then processed for light microscopy. Ovariectomy caused hypertrophy in pinealocytes and an increase of lipid droplets in the structure of pineal gland. İt was observed that Estradiol administration follovving ovariectomy inhibited ovariectomy induced hypertrophy and increase of lipid droplets. Additionally, the connective tissue betvveen parenchymal cells was increased in this group. İn conclusion, increased of celi activity was seen in the pinealocytes after ovariectomy and this increase was suppressed follovving the administration of Estradiol benzoate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kritik Güç İle Maksimal Oksijen Tüketimi Ve Anaerobik Eşik Arasındaki İlişkiler
Nilsel Okudan, Hakkı Gökbel
Araştırma makalesi
Özeti
Kritik Güç İle Maksimal Oksijen Tüketimi Ve Anaerobik Eşik Arasındaki İlişkiler
The RelatIonshIps Of The CrItIcal Power To MaxImal Oxygen UtIlIzatIon And AnaerobIc Threshold
Kritik güç, maksimal oksijen tüketimi ve anaerobik eşikler arasındaki ilişkileri incelemek. Yöntem: 18-22 yaşlarındaki 30 sedanter erkeğe bisiklet ergometresinde yoğunluğu giderek artan maksimal egzersiz yaptırıldı. Solunum gaz parametreleri SensorMedics 2900 Metabolik Ölçüm Kartı kullanılarak 20, kalp hızı değerleri ise Polar Sport Tester aracılığıyla 5 saniyede bir kaydedildi. İki dakikada bir el parmak ucundan kapiller kan alınarak Accusport Laktat Analizörü ile laktat konsantrasyonları belirlendi. Gaz değişim parametreleri, kalp hızı ve laktat değerlerinden 3 ayrı ventilatuvar eşik, kalp hızı sapma noktası ve kan laktat birikmesinin başlangıcı hesaplandı. Kritik güç testi için farklı günlerde üç ayrı yük uygulandı ve lineer iş-zaman ilişkisi kullanılarak kritik güç saptandı. Katılımcılara kritik güç değerlerinde tükenmeye kadar egzersiz yaptırılarak kritik güçteki egzersiz süresi ve iş belir lendi. Bulgular: Kritik güç, VO2max ve bazı anaerobik eşiklerle ilişki bulundu. Kritik güç, VO2m ax’ın oluştuğu yük ten düşük, anaerobik eşiklerin oluştukları yüklerden yüksekti. Kritik güçteki egzersiz süresi ve iş ile VO2max ve anaerobik eşikler arasında ilişki yoktu. Sonuç: Kritik gücü maksimal aerobik güçle ve bazı anaerobik eşiklerle ilişkili bulmamıza rağmen, kritik güçteki egzersiz süresi ve işle bu dayanıklılık parametreleri arasında ilişki bula madığımız için kritik güçteki egzersiz süresinin ve işin, dayanıklılığın tayininde ölçü olarak kullanılamayacaklarını düşünüyoruz.
Objective: To evaluate the relations among the critical power, maximal oxygen utilization and anaerobic thresh- olds. Method: İn order to determine the maximal oxygen consumption and anaerobic thresholds on 30 sedentary men aged 18-22 years, an incremental maximal exercise test on cycle ergometer was performed. Respiratory gas parameters were recorded by SensorMedics 2900 Metabolic Measurement Cart in every 20, heart rate values were recorded by Polar Sport Tester in every 5 seconds and blood lactate concentrations were determined by Accusport Lactate Analyzer on capillary blood samples from fingerpoint at the end of every two minutes. From the gas exchange parameters and heart rate and lactate values, three separate ventilatory thresholds, heart rate deflection point and the onset of blood lactate accumulation were calculated. Three different loads were applied for the critical power test at different days and linear work-time relationship method was used to estimate the crit ical power. Each participant performed an exercise test at his critical power until exhaustion and then the duration of exercise and work were determined. Results: İt was found that the critical power was correlated with VO2max and some anaerobic thresholds. The critical power was lower than the load at which VO2max was occurred, but higher than the loads at which anaerobic thresholds were occurred. The duration of exercise and work at the crit ical power were not correlated with VO2max and anaerobic thresholds. Conclusion: Although the critical power is related to the maximal aerobic power and some anaerobic thresholds, we consider that duration of exercise and work at the critical power can not be used as criteria in the determination of endurance since exercise time and work at the critical power are not correlated to these endurance parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
Berrin Okka, Neyhan Ergene
Araştırma makalesi
Özeti
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
The Results Of Farnsworth-Munsell (fm) 100 Hue Test In DIabetIc RetInopathy
Amaç: Diabetes mellitus (DM), geç komplikasyonları nedeniyle görmeyi tehdit eder ve hatta görme kayıplarına yol açar. Bu nedenle de fonksiyonel değişikliklerin erken tanısı önem kazanmaktadır. Çalışmamızın amacı DM’lu olgularda retinal hasarın erken dönemde tespiti ve hastalığın seyrini izlemede kullanılan testlerden biri olan Farnsworth-Munsell (FM) 100 ton renk görme testinin tanısal değerinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Göz hastalıkları Anabilim Dalı polikliniği ve Türk Diabet Cemiyeti polikliniğine başvurarak takip ve tedavi edilen 100 hastanın 186 gözüne ve kontrol grubu olarak belirlediğimiz 30 sağlıklı bireyin 60 gözüne FM 100 ton testi uygulandı. FM 100 ton testi sonuçlarının değerlendirilmesinde kadran analizi yöntemi kullanıldı. Sonuçların istatistiksel aıdan değerlendirilmesinde X2 testi uygulandı, P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: DM’lu grup ile kontrol grubu karşılaştırıldığında, DM’lu hastalarda renk görmede belirgin kötüleşmenin olduğu ve bu renk görme defektlerinin hastalığın ilerlemesi ve süresi ile doğru orantılı olarak arttığı, hakim olan renk defektinin mavi-sarı renk defekti tipinde olduğu gözlendi. Sonuç: DM’lu olgularda henüz retinopati bulguları ortaya çıkmadan renkli görmede bozukluk oluştuğu, bu defektin tespitinde FM 100 ton testinin öneminin olduğu, retinopatinin tanı ve takibinde bu testin kullanılmasının hastalığın erken tanısında önemli ölçüde yardımcı olabileceği sonucuna varıldı.
Aim: The late complications of diabetes mellitus (DM) threaten the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the value of Farnsworth-Munsell (FM) 100 hue test which is used for retinopathy diagnosis in DM patients. Material and method: FM 100 hue test was performed on, 186 eyes of 100 DM patients which were admitted to Ophthalmology Outpatient Department of Meram Medical faculty, Selcuk University and Turkish Diabetes Society outpatient department. Fort he control group 60 eyes of 30 healthy subjects were tested. The results were evaluated by quadrant analysis method. X2 test was used as statistical method and P<0.05 was accepted as significant. Results: When results were compared, there was a significant difference for the degree of the deterioration of the color vision in DM patients which was correlated with the progression and the duration of the disease. The dominant colour vision defect was blue-yellow type. Conclusion: It was concluded that, functional loss occurs before diabetic retinopathy lesions ocur and FM 100 hue test is a valuable method for early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
Kazım Gezginç, Elif Utku Dalkılıç
Derleme
Özeti
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
FertIlIty SparIng Surgery In GynecologIcal Cancers
Günümüzde sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle kadınların çocuk sahibi olma yaşı giderek artmaktadır. Her ne kadar jinekolojik kanserler ileri yaşta görülseler de bunların önemli bir kısmı reprodüktif çağda karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda patoloji, cerrahi ve kemoterapi alanlarındaki gelişmelerle birlikte artık jinekolojik kanserli hastalarda düşük riskli gruplar saptanabilmektedir. Tüm bunlar sonucunda çağdaş kanser tedavisinde; hastanın duygu durumu, fiziksel görünümü, cinsel işlevleri ve fertilite isteği göz önüne alınarak fertilite koruyucu tedavi yaklaşımları ön plana çıkmaktadır.
Today, age of childbearing women is increasing because of social and economic conditions. Although gynecological cancers are seen in old age, some of them may occur in reproductive age. With recent advances in the fields of surgery, pathology and chemotherapy, low risk patient group can be identified in gynecological cancers. Fertility sparing surgery appears as a parallel development in current cancer treatment, when considering the emotional condition, physical appearance, sexual function and fertility desire of the patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemiz Anestezi Polikliniğine Başvuran Hastaların
memnuniyet Durumlarının Değerlendirilmesi
Bedia Mine Hanedan, Aybars Tavlan, Resul Yılmaz, Sema Tuncer Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemiz Anestezi Polikliniğine Başvuran Hastaların
memnuniyet Durumlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of SatIsfactIon Status Of PatIents Consulted To
department Of AnesthesIology And ReanImatIon PolyclInIc In Our
hospItal
Sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için gerekli olan öğelerin en
iyi şekilde kullanılmasında, hasta beklenti ve memnuniyetinin dikkate
alınması çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı, Necmettin Erbakan
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anestezi Polikliniğine
başvuran hastaların memnuniyet düzeyini değerlendirmek ve hasta
memnuniyetini etkileyen faktörleri saptamaktır.Anket araştırması,
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Hastanesi,
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda Kasım 2015 -
Şubat 2016 tarihleri arasında poliklinik hizmeti almak üzere başvuran
hastalarda yapıldı. Söz konusu dönemde, polikliniğe başvuran ve
araştırmaya katılmayı kabul ederek aydınlatılmış onam formunu
onaylayan 200 hasta çalışmaya alındı. Anket formu, poliklinik
işlemlerinin bitiminde yüz yüze görüşme tekniği ile dolduruldu.
Hastaların anestezi polikliniğine başvuruları ile anestezi onamlarını
almaları arasında geçen süre ve ASA skorları kaydedildi. Ayaktan
hasta memnuniyet katsayısı 90.32 olarak bulundu. Hastaların %72’si
kayıt işlemleri için, %68.5’i tahlil/tetkik için çok beklemediğini, %98’i
doktorun, % 96’sı personelin kibar ve saygılı olduğunu belirtti.
Üniversite ve üstü eğitim seviyesinde ve okur yazar olmayan
hastaların memnuniyet katsayısı diğer eğitim seviyelerine göre daha
düşük bulundu (p=0.01). Hastaların anestezi polikliniğine başvuruları
ile anestezi onamlarını almaları arasında geçen ortalama süre
3.00±1,014 saat idi. ASA skoru ile anestezi onamını almaları için
geçen süre arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.08).
Hastanemiz anestezi polikliniğine başvuran hastaların memnuniyet
düzeyinin yüksek, üniversite ve üstü eğitim seviyesinde ve okuryazar
olmayan hastalarda ise memnuniyet düzeyinin diğer eğitim
seviyesindeki hastalara göre daha düşük olduğu saptandı. Tahlil/tetkik
ve kayıt işlemlerindeki bekleme süresini kısaltacak çalışmalarında
memnuniyet düzeyini arttırmada faydalı olacağı kanaatine varıldı.
It is important to take into consideration of patient expectations
and satisfaction in terms of the best utilization of required components
that are necessary for the development of health services. The aim
of this study was to evaluate the level of the patients’ satisfaction
and detect factors affecting the satisfaction, who consulted to
Department of Anesthesiology and Reanimation Clinic in Necmettin
Erbakan University, Meram Faculty of Medicine. This study was
performed on patients who were consulted to the Department of
Anesthesiology and Reanimation Clinic, at the Necmettin Erbakan
University, Meram Faculty of Medicine for time period of 4 months
between November 2015 and February 2016. Within this period, 200
patients who applied to the clinic and accepted to participate in the
study by approving informed consent form were included in the study.
The survey form was filled by conducting face to face interview.
The time duration between patients application to the clinic and
their receiving anesthesia consent and ASA scores were recorded.
Patient satisfaction coefficient was found as 90.32. Patients who
indicated that they did not wait too long for the registration process
and assay/analysis tests were 72% and 68.5%, respectively. 98% of
the patients stated the physician and 96% of the patients stated the
health staff were polite and respectful. The patients having university
level and higher education illiterated lower satisfaction coefficients
compared with the other levels of education (p = 0.01). The average
time duration between patients application to the clinic and their
receiving anesthesia consent was 3.00 ±1.014 hours. There was
no statistically significant difference between the time duration for
receiving anesthesia consent and the ASA score (p=0.08). It was
determined that the patients who consulted to the anesthesiology
clinic in our hospital had high satisfaction levels, and the patients
with an education level of university and higher illutirated lower
satisfaction levels compared with the other levels of education. It was
concluded that studies that will shorten the waiting time for analysis /
examination and the registration process would be useful to increase
the level of satisfaction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
Hilal Erinanc, Özgül Topal
Araştırma makalesi
Özeti
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
A RetrospectIve AnalysIs Of Oral Mucosa
pathologIes: A SIngle-Center TrIal
Amaç: Oral skuamöz hücreli karsinom dünyada en sık görülen 6. tümör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte pek çok hastalık oral mukozada lezyon oluşturabilmektedir. Bu çalışmada 10 yıllık süreçte kendi hasta serimize ait oral mukoza patolojierini oluşturan lezyonlar histopatolojik tanılara göre sınıflandırılmış ve tanılara göre lezyonların yeri, yaş ve cinsiyet dağılımları tespit edilmiş ve malignite ile ilişkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Çalışmamız 2002-2014 yılları arasında Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi Konya Uygulama ve Araştırma hastanesi kulak burun boğaz hastalıkları bölümü tarafından tanı amacıyla biopsi alınarak patoloji laboratuarına gönderilen 288 hastaya ait oral mukoza lezyonunun retrospektif analizini içermektedir. Hastalara ait histopatolojik tanı, yaş, cinsiyet ve lokalizasyon bilgisi patoloji rapor arşivinden elde edilmiştir. İstatistiksel tanımlayıcı analiz SPSS17.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların büyük çoğunluğunu benign epitelyal proliferasyon ve reaktif patolojiler oluşturmaktadır(%22,7). Bu grupta en sık skuamöz papillom(n: 31; % 9,9) görülmüş olup bunu fibroepitelyal polip (n:24; %7,7) ve irritasyon fibromu (n:16; %5,1) izlemektedir. Benign patolojiler içerisinde oral mukozal dermatozlar en sık görülen ikinci lezyondur (n:63, % 21,8). Çalışmamızda 288 oral mukozal lezyonun % 15,3’ünü (n:44) malign patolojiler ve % 17,7’sini (n:51) prekanseröz lezyonlar oluştumaktadır. Skuamöz hücreli karsinom tüm malign patolojilerin %95,5’idir.Tespit edilen premalign lezyonlar; skuamöz hücreli hiperplazi (n:47; 16%), orta dereceli displazi (n:2; % 0,7) ve likenoid displazidir (n:2; % 0,7). Skuamöz hücreli karsinom en sık dudakta lokalizedir. Kadın erkek oranı premalign lezyonlar için hemen hemen eşit olup skuamöz hücreli karsinom erkeklerde biraz daha fazladır (p>0.1). Sonuç: Skuamöz hücreli karsinom, benign lezyonlar ve premalign lezyonlara göre daha yaşlı hastalarda görülmektedir. Çok geniş spektrumdaki birçok oral mukozal patolojinin benzer bir klinik görüntüsü olması klinisyenleri tanı aşamasında zorlayıcı bir unsurdur. Özellikle malign lezyonlarda erken teşhis hayat kurtarıcı olabilir. Bu nedenle patolojilere yönelik kendi serilerimizi oluşturmak önemlidir. Histopatolojik tanılarına göre sınıflandırılmış lezyonların lokalizasyon, yaş ve cinsiyet gibi bazı klinik özelliklerine göre dağılımını veren bu serimiz klinik tanıda yol gösterici ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Aim: Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide however a wide range of diseases may affect the oral mucosa. We aim to determine the prevalence of the oral mucosal pathologies in our patient series and discuss the final diagnosis in relation to sex, age and subsite distribution. Patients and Methods: This was a cross sectional descriptive study, including 288 patients with oral mucosal pathologies, diagnosed at Baskent University Konya Hospital between January 2002 and December 2014. Data were retrieved from archives of pathology laboratory, retrospectively. A commercially available statistical package (SPSS17.0) was used for descriptive statistical analysis. Results: The results showed that benign epithelial proliferations and reactive pathologies were the most frequently diagnosed lesion, accounting for 22.7% of the total number of patients. Among this reactive pathologies, squamous papillomas were the most common (n: 31; 9,9%), followed by fibroepithelial polyps (n:24;7,7%) and irritation fibromas (n:16; 5,1%). Oral mucosal dermatoses were the second common benign lesions, accounting for 21,8% (n:63) of all cases. Of the 288 oral mucosal pathologies 15,3% (n:44) were malignant and 17,7% (n:51) were precancerous. Squamous cell carcinoma were comprised of 95,5% of all the malignant lesions. Premalignant lesions were with the following distribution: squamous cell hyperplasia (n:47; 16% ), moderate dysplasia (n:2; 0,7% ) and lichenoid dysplasia (n:2; 0,7% ). Lip was the most frequently involved site for squamous cell carcinoma. The male to female ratio was almost equal in both sex for premalignant lesions however there was slight male predominance for squamous cell carcinoma (p>0.1). Squamous cell carcinoma was commonly seen in the older age group compared to benign and precancerous lesions. Conclusion: The similar clinical appearance of oral mucosal pathologies in a very wide spectrum is a compelling element for clinicians in the process of diagnosis. Especially in malignant lesions early diagnosis may be life saving. Therefore, it is important to reveal our own series about these pathologies. This study, by demonstrating distribution of histopathologically classified lesions according to some clinical features such as location, age and gender, will guide and facilitate the clinical diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Travmalı 255 Olgunun Analizi
Murat Öncel, Kazım Gürol Akyol
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Travmalı 255 Olgunun Analizi
AnnalysIs Of 255 Cases WIth Chest Trauma
Ocak 2005 - Temmuz 2009 yılları arasında tedavi edilen toraks travmalı hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Çalışmamıza 220 erkek, 35 kadın alındı. Bunların ortalama yaşı 38.2 idi. Toraks travmalarının nedenleri, eşlik eden toraks dışı yaralanmalar, oluşan patolojiler ve tedavi yaklaşımları incelendi. Olgulardan 167’sinde künt, 88’inde ise penetran göğüs travması mevcuttu. Künt travmalarda %78 ile trafik kazaları, penetran travmalarda ise %92 ile kesici delici alt yaralanması en sık etiyolojik nedenlerdendi. En sık rastlanan patolojiler sırayla, yumuşak doku yaralanması (%35), pnömotoraks (%29), hemopnömotoraks (%22), multipl kot fraktürü (%21) ve hemotorakstı (%17). Hastaların 60 tanesinde (%23.5) toraks dışı ek patolojilere saptandı. En sık görülenler; kafa travması (%26.1), ekstremite yaralanmaları (%24.3), abdominal yaralanmalar (%21.1) idi. Tedavi yöntemi olarak 167 vakaya (%67.49) tüp torakostomi, 35 hastaya torakotomi- diyafragma onarımı (%13.7), 53 hasta konservatif olarak takip edildi (%20.78), 3 hasta hayatını kaybetti (%1.17). Toraks travmaları önemli bir morbitide ve mortalite nedenidir. Tedavileri hızlı ve sistematik bir yaklaşımla uygulanmalıdır.
Retrospectively evaluated patient with thoracic trauma who were hospitalized and treated at chest surgery clinic from january 2005-july 2009 A total of 255 patient(220 male-35 female mean age 38.2) with thoracic trauma were evaluated with respect to etiology¬ thoracic pathologies assosiated injuries and treatment methods. Blunt and penetrating thoracic injuries were found in 167 and 88 patients .Respectively the most common cause were traffic accidents (%78) and stab wounds, (%92) for blunt and penetrating thoracic injurıes.The most frequent thoracic pathologies were soft injurıes(%35) followed by pneumothorax(%24), multpl rib fractures ,(%21) hemopneumothorax(%20) and hemothorax(%17).Extrathoracic injurıes were seen in 60(%23.5) patients .The most common being cranial(%45) ,extremity injuries(%38) and abdominal (%18.3). Treatment was conservative 53 patient (%20.78) tube thoracostomy (n- 167 %67.49)diapragmatic repair or bleeding control with thoracotomy (n-35 %13.7). Mortality occured in 3 patients (%1.17) It is important that thoracic trauma patients with increased risk of mortality and morbidity should recieve immidiate and systematic treatment
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Amaç: Bu çalışmanın amacı, alveol yarıklarının takibinde sık kullanılan pahalı ve radyasyon dozu yüksek olan bilgisayarlı tomografi (BT) yerine daha ucuz ve daha az radyasyon veren görüntüleme yöntemleri kullanmaktır. Bunun için diş hekimleri tarafından dental patolojilerin tanısında sık kullanılan periapikal ve oklüzal grafi kullanıldı. Hastalar ve metod: 1998-2004 yılları arasında “tek taraflı alveol yarığı” olan 11 hasta otojen iliak ve allojenik kansellöz kemik grefti ile opere edilmiştir. Peroperatif kemik defektler periapikal ve oklüzal grafiler çekilerek NetCAD programı ile belirlendi. Peroperatif kemik mumu ile yeniden defekt ölçümü yapılarak gerçek değer bulundu. Postoperatif 6 ay -1 yıl süresinde aynı grafilerle geç kontrol filmleri alındı ve kemik kaybı yüzde (%) olarak ve etraf dokularla olan ossifikasyonu değerlendirildi. Sonuç: Uygulamanın kolay olması, özellikle çocukların daha az radyasyon almaları ve ekonomik olması nedeniyle alveol yarıklarının takibinde BT yerine periapikal ve oklüzal grafi kullanılabileceği kanaatindeyiz.
Objective: Purpose of this study was to use imaging methods which is cheaper and offering less radiation dousage for determination of alveol clefts. Fort his purpose, perapical and oclussal plane X-rays are used in this study, which are widely used by dentists for diagnosis of dental pathologies. Patients and methods: Elevenpatients with unilateral alveol clets was operated with seconder otogen iliac and allogenic cansellous bone grafts between 1998 and 2004. Bone defects was measured by NetCAD program with periapical and oclussal graphies pre operatively. Bone wax was used for per operative measurement and real size has been obtained. Late period control graphies was obtained with the same rontgenograms between post operative 6 months and 1 year. Lost bone volume and ossification were determined. Result: We think that periapical and oclussal graphies are easier procedures and may be used instead of CT for follow up in alveol clefts. Additional advantages are exposure to lower doses of radiation and low prices.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Egzersız Stres Testınde St-Segment Yukselmesı Ve Anjıografık Bulgular
Hasan Gök, Bayram Korkut, Gülay Korkmaz, Mehmet Tokaç, V. Gökhan Cin, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Egzersız Stres Testınde St-Segment Yukselmesı Ve Anjıografık Bulgular
St Segment ElevatIon DurIng ExercIse Stress Test And AngIographIc FIndIngs
Bu calısmamızda, prospektif olarak, egzersiz stres testi (EST) pozitifligi nedeniyle koroner an-jiografi gerc..ekle§tirilen olgularda ST-segment yuk-selmesinin prevelansint ve EST esnasinda ST-segment yukselmesi gosteren gecirilmic miyokard in-farktilsil (GM!) olan ve olmayan olgulart klinik, EST, anjiografik ye prognostik agdan kar-plaormayt amacladtk. calt§maya 16'si (% 88.8) erkek. 2'si (% 11) kadm 18 olgu altridt (yav ortalantast 54. 1 ±9.9 yil). Olgularm 12'sinde (% 66.6) GM! anamnezi yard:, 6'smda (% 34) GMI yokru. EST pozitifligi nedeniyle koroner anjiografi yapilan 210 olgunun 18'inde (% 8.5) ST segment yiikselmesi teshit edildi. Olgularm 137inde (% 72) anterior, 2'sinde (% I I) inferior. ninde (% 16.6) inferior+anterior derivasyonlarda ST segment yukselmesi helirlendi. , GM! olan 3 olguda patolojik-Q'nun olmadigt de-rivasyonlarda ST-segmenti yukseldi. 9 olguda ise ST-segment yiikselmesi Q-dalgast olan lo-kalizasyonunda geli§ti. GM1 olan olgularm sadece 5'inde (% 41.6) EST esnasinda gogiis agrtst oldu. GM! olmayan olgulartn (n=6, % 100) hepsinde EST'de gqiis agnst oldu ye ciinde anterior. I 'inde
In this study, we aimed to investigate the pre-valence of ST-segment elevation during exercise stress test (EST) in patients who underwent co-ronary angiography because of EST positivity, and to compare the clinical, EST, angiographic and prognostic data of patients with ST-segment ele-vation in EST with and without prior myocardial in-farction (PM1). Eighteen patients with exercise-induced ST-segment elevation were studied (male: 16 (88.8 %), female: 2 (11 %), mean age 54.1±9.9 years). Of these patients 12 had evidence of PM1. The pre-valence of ST elevation was (% 8.5) in 210 patients who underwent coronary angiography because of EST positivity. Thirteen patients (72 %) showed ST elevation in anterior, 2 (11 %) in inferior and 3 (16.6 %) in inferior+anterior leads. Three of PMI (+) patients showed ST elevation remote from pathological-Q wave, when 9 had ST elevation in the PM! localization. On the other hand, angina occured during EST in all patients with PM1 but in only 5 (41.6 %) of PM] (-) group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Endemik Guatr Bölgesinde Guatr-Tiroid Kanseri İlişkisi
Ömer Karahan, G. Karpuzoğlu, Mustafa Şahin, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Endemik Guatr Bölgesinde Guatr-Tiroid Kanseri İlişkisi
The RelatIonshIp Between Goller And ThyroId CarcInoma In An EndemIc Goller Area
1984-1988 yılları arasında Korkuteli Devlet Hastanesi'nde ameliyat edilen guatrlı 125 hasta, tiroid sintigrafisi ve histopatolojik bulgular arasındaki ilişki ortaya konmak için incelendi. Hastaların %67.5 unda multinodüler, %32.5 unda uninodüler guatr saptandı. Tiroid sintigrafisi yapılan 106 hastanın %85.8 inde hipoaklif %6.6 sında hipoaktif ve normoaktif, %3.8 inde hiperaktif nodüller ve %3.8 inde diğer patolojiler tespit edildi. 125 hastanın tamamı ötiroid vaziyette ameliyata alındı. Hastaların %97.6 sında unilateral veya bilateral subtotal titroidektorni uygulandı. Histopatolojik tetkik yapılabilen 100 hastada 131 histopatolojik sonuç alındı. Tiroid sintigrafi-sinde hipoaktif nodül bulunan 81 hastanın %68.8 inde multinodüler guatr, %16.5 unda foliküler adenom, %7.4 ünde kronik tiroidi, %5.5 inde malign tiroid hastalığı ve %1.8 iade kolloidal kist saptandı. Malignite bulunan hastaların tamamında hipoaktif nodül mevcuttu. 6 maligniteli vakanın 5 inde multinodüler, 1 inde uninodüler guatr vardı.
In order to investigate the relation hetween the thyroid radionuclide scanning and the histopathological findings, we reviewed 125 patients operaled on from 1984 to 1988 in Korkuteli State Hospital. Sixty seven point five percent of patients had multinodular and 32.5% uninodular goiter. One hundred sir patients underwent thyroid radionuclide scanning and 85.8% revealed hypoactive, 6.6% hypoactive and normoactive, 3.8% hyperactive nodules and 3.8% other pathologies. Ali of the 125 patients were euthyroid at the time of operation. Mnety seven point six percent of the patients underwent unilateral or bilateral subtotal thyroidectomy. In 100 patients who had histopathologic exarnination had 131 hislopathologic diagnosis. In 81 patients who had hypoactive nodules determined with radionuclide scanning, 68.8% were diagnosed as multinodular goiter, 16.5% follicular edenoma, 7.4% chronic thyroiditis, 5.5% malig,nant thyroid disease and 1.8% colloidal cyst histopathologically. All cases with malignant thyroid disease had hypoactive nodules, five of them were multinodular and one solitary nodule.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postsistektomik Diversiyon Yöntemlerının Bırbırıne Ustunlukleri
Recai Gürbüz, Ali Acar, Ercüment Y. Acarer, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Postsistektomik Diversiyon Yöntemlerının Bırbırıne Ustunlukleri
The SuperIorIty Of Post-Cystectorny DIversIon Methods Ta Each Other
Mart 1984-Mart 1992 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında mesane tümörü nedeniyle 36 hastaya sistektomi ve üriner diversiyon (16 üreterokutanestomi, 16 Coffey, 2 ürelero -ileal- cutanous diversiyon, 1 Kod; pouch ve 1 inen kolondan mesane substitusyonu) uygu-landı. Uygulanan diversiyon yöntemlerinin birbirine üstünlükleri ve bunun literatürle uyumlulukları araştırıldı.
Cystectomy and urinary diversion (15 ureteroeu-teostomy, 16 Coffey, 2 uretero-ileal euienous diver-sion, 1 Koch pouch, and 1 bladder substitustion from descent colon) were applied to 36 patients be-tween March 1984 and March 1992 in the Urology Depertment of the Metical Family of Konya Selçuk Universty for the bladder turnor. The diversion meihods which were applied were compared with each ot her as their superiority and literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
Mehmet Gök, Faruk Özer, Oktay İmecik, Hüseyin Vural, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
DIagnostIc Value Of AdenosIne DeamInase ActIvIty In Tuberculous Pleursy
Bu calışmada Selcuk Universitesi Tap Fakiiltesi Gogiis Hastalzklart Anabilim Dalind_a takip edilen 89 plorezili hasta ile kontrol grubu olarak secilen 15 saglxkla bireyin serum ye plevra swat adenosin deaminaz dlizeyleri araytirtlmuttr. Hastalar etyolojik tantlartna gore 4 gruba ayrilmutirr- 1- Taberkiiloz (24 olgu), 2- Malignite (27 olgu), 3- Pnamoni (28 olgu) ye 4- Konjestif kalp yetrnezligi (10 olgu). Serum ADA (SADA) aktivitesi turn hasty gruplartnda kontrol grubuna oranla anlamlz derecede yiiksek olmaszna karlin hasta gruplart arasinda anlamh farklatk gOsterrnedi. Plevra sivisz ortalama ADA aktivitesinin (PADA) taberkaloz grubunda en yiiksek (54.88 ± 5.77 U11) oldugu ye digerleri ile aralarinda anlarnh Park bulundugu saptandi. Plevra mull serum ADA oram (P/S ADA) ise tiiberkiiloz plorezilerde mal ignite ve KKY gruplartna oranla anlamh derecede Ayrzca plevra stvisinda ortalama ADAlprotein, ADAILDH , ADAlkolesterol ye ADAITotal biliriibin oranlartrun da tuberkiiloz kaynakh plorezilerde diger gruplarda bulunan degerlerden biiyiik oldugu gosterildi. Titherkiiloz plorezilerin, tliberldiloz kaynakh ol-mayanlardan ayirdedilmesinde spesifitesi en yiiksek olan parametrenin PADA (% 91), en yiiksek olantn sensitivitesi ise P/S ADA( % 88) oldugu saptandt. Diger parametrelerin ise bu ikisi ile ktyaslanabilir oranda spesifite .ve sensitiviteye sahip olduklart gazlerldi. Bulgulartnuz gore plevra stvzstnda ADA aktivitesinin tiiberkiil o z plorezilerin tantsinda kullanqh bir inceleme yonterni oldugunu gostermigir.
In this study, we measured pleural fluid and serum adenosine deaminase (ADA) activity in 89 patients with pleural of and 15 healthy person choosen as control group. Patients were divided into four groups; 1) Tuberculosis (n=24), 2) Malignancies (n=27), 3) Pneumonias (n=28),4)Congestive hearth failure (CHF) (n=10). Mean ADA activity of tuberculous effusions (54.88 ± 5.77 U/1) was significantly higher than those of malignant, pneumonic effusions and transudative effusions in CHF. With the cutoff level of 40 Ul I, we found that the sensitivity and the specifity of pleural fluid ADA activity (PADA) in discriminating between tuberculous and other effusions were 71% and 91%, respectively. Mean pleural fluid to serum ADA ratio (PIS ADA) in tuberculous pleurisy was higher than that in any other group. Pleural fluid to serum ADA ratio exceeding 2_5 appeared to have sensitivity of 88% and specifity of 72%. ADA to protein, ADA to LDH, ADA to cholesterol, and ADA to total bilirubine ratios of pleural fluids were also determined and found that the mean values in tuberculosis are all higher than those of other effusions. They also showed the sensitivity and the specifity comparable to those found in PADA and PIS ADA. It seems that these parameters can be used in establishing tuberculous pleural effusion as well as PADA and PIS ADA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trıp13'ün Küçük Bir Moleküler İnhibitörü Olan Dcz0415'in, U87 İnsan Glioblastoma Multiforme Hücrelerindeki Antikanser Etkinliğinin İncelenmesi
Ebru Güçlü, İlknur Çınar Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Trıp13'ün Küçük Bir Moleküler İnhibitörü Olan Dcz0415'in, U87 İnsan Glioblastoma Multiforme Hücrelerindeki Antikanser Etkinliğinin İncelenmesi
InvestIgatIon Of The AntIcancer ActIvIty Of Dcz0415, A Small Molecular InhIbItor Of Trıp13, In U87 Human GlIoblastoma MultIforme Cells
Amaç: Tiroid Hormon Reseptörü Etkileşimli Protein 13 (TRIP13); mayotik rekombinasyonda rol oynayan, iğ-toplanma kontrol noktasında görevli bir proteindir. Son yıllarda yapılan çalışmalar TRIP13’ün glioblastoma multiforme (GBM) de dahil olmak üzere çok sayıda kanserde potansiyel bir tümör indükleyicisi olabileceğini ortaya koymuştur. Bu çalışmada TRIP13’ün küçük bir moleküler inhibitörü olan DCZ0415’in U87 insan GBM hücrelerindeki antikanser etkinliğinin araştırılması amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: DCZ0415’in U87 hücrelerindeki olası antikanser etkisi sitotoksisite analizi, koloni formasyon analizi ve apoptoz analizi ile belirlendi. Ayrıca qRT-PZR analizi ile DCZ0415’in apoptoz, invazyon ve Transforme Edici Büyüme Faktörü-Beta (TGF-β) sinyal yolağı ile ilişkili genlerin mRNA seviyeleri üzerine etkisi araştırıldı.
Bulgular: DCZ0415, U87 hücre proliferasyonunu doz ve zaman bağımlı şekilde inhibe etti. U87 hücrelerinde DCZ0415’in 48 saat için IC50 dozu 19,77 µM olarak belirlendi. Bu dozda DCZ0415 uygulaması U87 hücrelerinde apoptozu indükledi ve hücrelerin koloni oluşturma yeteneklerini baskıladı. Ayrıca DCZ0415 apoptoz, invazyon ve TGF-β sinyal yolağı ile ilişkili genlerin mRNA seviyelerini antikanser etkiye yol açabilecek şekilde değiştirdi.
Sonuç: Kanserde yeni bir onkogenik faktör olarak değerlendirilen TRIP13’ün bir inhibitörü olan DCZ0415, GBM hücrelerinde antikanser etkiye sahiptir. Bu açıdan, TRIP13’ün GBM için önemli bir terapötik hedef olabileceği ve DCZ0415’in GBM hücrelerinde antikanser etkiye yol açan etkili bir inhibitör olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir.
Aim: Thyroid Hormone Receptor Interacting Protein 13 (TRIP13) is a protein involved in spindle-aggregation checkpoint, which plays a role in meiotic recombination. Recent studies have revealed that TRIP13 may be a potential tumor inducer in many cancers, including glioblastoma multiforme (GBM). We aimed to investigate the anticancer activity of DCZ0415, a small molecule inhibitor of TRIP13, in U87 human GBM cells in this study.
Materials and Methods: The possible anticancer effect of DCZ0415 on U87 cells was determined by cytotoxicity, colony formation, and apoptosis assays. In addition, the effects of DCZ0415 on mRNA levels of genes which were involved in apoptosis, invasion and Transforming Growth Factor-Beta (TGF-β) signaling pathway were investigated by qRT-PCR analysis.
Results: DCZ0415 inhibited U87 cell proliferation in a dose and time dependent manner. The IC50 dose of DCZ0415 for 48 hours was determined as 19.77 µM in U87 cells. DCZ0415 treatment at this dose induced apoptosis and suppressed colony forming abilities of U87 cells. In addition, DCZ0415 altered mRNA levels of genes associated with apoptosis, invasion and TGF-β signaling pathway, which could lead to anticancer effects.
Conclusion: DCZ0415, an inhibitor of TRIP13 which has been evaluated as a new oncogenic factor in cancer, has an anticancer effect on GBM cells. In this respect, it is thought that TRIP13 may be an important therapeutic target for GBM and DCZ0415 may be considered as an effective inhibitor that causes anticancer effects in GBM cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Kalp Cerrahisi Sonrası Pulmoner Hipertansif
kriz Tedavisi İçin Sildenafil Kullanımı
defekt Hastaları
Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Mehmet Işık, Yüksel Dereli, Ali Sarıgül, Mehmet Yeniterzi, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Konjenital Kalp Cerrahisi Sonrası Pulmoner Hipertansif
kriz Tedavisi İçin Sildenafil Kullanımı
defekt Hastaları
SIldenafIl Use For Treatment Of Pulmonary HypertensIve CrIsIs After
congenItal Heart Surgery
Bir fosfodiesteraz inhibitörü olan sildenafil, pulmoner yatakta
vazodilatasyona yol açarak pulmoner kan basıncını düşürmektedir.
Bu çalışmada, konjenital kardiyak defektli hastalarda sildenafil
kullanımının postoperatif dönemde pulmoner hipertansif kriz
ataklarını önlemedeki etkinliği araştırıldı. Kliniğimizde, Kasım 2005
ile Mayıs 2006 tarihleri arasında pulmoner hipertansiyonu bulunan
9 konjenital kardiyak defektli hasta opere edildi. Hastaların yaş
ortalaması 9.6±8.1 (3-12) ay ve ortalama vücut ağırlığı 5.5±0.9
(4-7) kg idi. Tüm hastalar median sternotomiyi takiben aortik ve
bikaval kanülasyon ile ekstrakorporeal dolaşım kullanılarak opere
edildi. Orta derecede hippotermi uygulandı ve kan kardiyoplejisi
kullanıldı. Ameliyat sonrası erken dönemde 0.5 mg/kg/gün dozunda
oral (nazogastrik tüp aracılığıyla) sildenafil tedavisi başlandı. Doz
kademeli olarak arttırılarak 2mg/kg/gün’e kadar çıkıldı ve tedaviye
bir hafta devam edildi. Hastalara ait sonuçlar retrospektif olarak
değerlendirildi. Preoperatif dönemde ortalama pulmoner arter
basıncı 52.7±7.9 mmHg idi. Hastaların ortalama entübasyon süreleri
58.4±34.0 (20-100) saat, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri
ise sırasıyla 2-7 (ortalama 4.8±2.0) ve 6-12 (ortalama 10.11±2.8)
gün idi. Çalışmada mortalite veya sildenafile bağlı ciddi hipotansiyon
görülmedi. Sadece 1 hastada ve 1 kez pulmoner hipertansif kriz atağı
görüldü. Postoperatif dönemde 1 hastada kalıcı kalp bloğu gelişti
ve bu hastaya kalıcı pacemaker yerleştirildi. Sildenafil, pulmoner
hipertansiyonu bulunan konjenital kardiyak defektli hastalarda
postoperatif pulmoner hipertansif krizlerin önlenmesinde etkin bir
tedavi seçeneğidir.
Sildenafil, a phosphodiesterase inhibitor, decreases pulmonary
arterial pressure by providing vasodilation in the pulmonary vascular
bed. In this study, the effect of sildenafil use was investigated
for prevention of pulmonary hypertensive crisis attacks in the
postoperative period in patients with congenital heart defects. In
our clinic, 9 patients with pulmonary hypertension and congenital
heart defects were operated in between November 2005 and May
2006. Mean age of the patients were 9.6±8.1 (3-12) months and the
mean body weights were 5.5±0.9 (4-7) kg. All patients were operated
following median sternotomy by using extracorporeal circulation
after aortic and bicaval cannulation. Medium hypothermia with cold
blood cardioplegia was used. Sildenafil treatment was started in the
early postoperative period by 0.5 mg/kg/day through the nasogastric
tube. The dose was gradually increased up to 2 mg/kg/day and the
treatment was maintained for one week. The results of the patients
were evaluated retrospectively. Mean pulmonary arterial pressure in
the preoperative period was 52.7±7.9 mmHg. Mean intubation times
of the patients were 58.4±34.0 (20-100) hours, whereas intensive
care unit stay and hospitalization periods were 2-7 (mean 4.8±2.0)
and 6-12 (mean 10.11±2.8) days, respectively. During the study,
neither mortality, nor important hypotension caused by sildenafil, was
detected. Only a pulmonary hypertensive crisis attack was detected
in 1 patient. One patient had consistent heart block and permanent
pacemaker was implanted. Sildenafil is an effective choice of
treatment for prevention of postoperative pulmonary hypertensive
crisis in patients with congenital heart defects accompanied by
pulmonary hypertension.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
Halim Yılmaz, Gülten Erkin, Sami Küçükşen, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
CorrelatIon Between Body Mass Index And ClInIcal Parameters In FIbromyalgIa Syndrome
Fibromiyalji Sendromlu (FMS) kadın hastalarda klinik özelliklerle
vücut kitle indeksinin (VKİ) ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. 1990
Amerikan Romatoloji Cemiyeti (ACR) kriterlerine göre FMS tanısı
alan 162 kadın çalışmaya alındı. Hastalarda şikayet süresi, eğitim
düzeyleri, Vizüel Ağrı Skalası (VAS) ile ağrı şiddeti, hassas nokta
sayısı (HNS) skoru, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) skoru, Fibromiyalji
Etki Anketi (FEA) skoru belirlendi. Hastaların VKİ (kg/m²) hesaplandı.
Hastalar VKİ’ne göre normal kilolu (VKİ<25), fazla kilolu (VKİ=25-
29.9) ve obez (VKİ≥30) olarak üç gruba ayrılarak, üç grup arasında
FMS’nin klinik özellikleri karşılaştırıldı. Spearman sıra korelasyon
katsayısı kullanılarak FMS’li hastalarda VKİ ile FMS’nin klinik
özellikleri arasındaki ilişki araştırıldı. Normal kilolu grupta 52 (%
32.1) hasta, aşırı kilolu grupta 70 (% 43.2) hasta, obez grupta 40 (%
24.7) hasta yer aldı. Üç grup arasında HNS ve FEA skorları arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark mevcut iken, yaş, şikayet süresi, VAS
ve BDÖ skorları arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Korelasyon
analizinde VKİ ile HNS, FEA skoru, şikayet süresi ve yaş arasında
pozitif korelasyon, BMİ ile eğitim düzeyi arasında negatif korelasyon
saptandı. Sonuçlarımız FMS’li kadın hastalarda FEA ve HNS’nın VKİ
ile güçlü şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle yüksek
VKİ; FMS’nin şiddetini artıran bir durum gibi gözükmektedir. Biz bu
nedenle FMS’li kadın hastalarda kilo kontrolünün fiziksel fonksiyonları
ve hastalığın seyrini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz.
To investigate the correlation of body mass index (BMI) with
clinical parameters in women with fibromyalgia syndrome (FMS).
Under the criteria of 1990 American Council of Rheumatology, 162
women diagnosed with FMS were included. In each patient, duration
of complaints, level of education, pain severity via Visual Analogue
Scale (VAS), tender point counts (TPC), Beck Depression Inventory
(BDI) score, Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ) and BMI (kg/
m²) were measured. Patients were grouped as normal (BMI<25),
overweight (BMI=25-29.9) and obese (BMI≥30), and clinical
parameters of FMS were compared between groups. Via Spearman’s
ranked correlation coefficient, the association between BMI and FMS
was investigated. Fifty-two patients (34.4%) was present in group
with BMI<25, 70 (44.8%) in group with BMI=25-29.9 and 40 (%24.7)
in group with BMI≥30. While a statistically significant difference
was present as to TPC and FIQ between groups, no significant
association was found as to age, duration of complaints, VAS and
BDI scores. In the analysis, a positive correlation between BMI, and
TPC, FIQ scores, duration of complaints and age, and a negative
correlation between BMI and level of education were determined.
Our findings indicate FIQ and TPC are strongly correlated with BMI,
and higher rate of BMI seems to increase the severity of FMS. So,
it is considered that weight control may positively impact physical
functions and course of the condition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Emrullah Durmuş, Engin Özbay, Arif Aydın, İsmail Karlıdağ, Halil Ferat Öncel, Remzi Salar, Ekrem Özyuvalı, Talip Göktaş, Mehmet Giray Sönmez
Araştırma makalesi
Özeti
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Our InItIal Laparoscopy Surgery ExperIences In UrInary System: 97 Cases
Özet:
Amaç: Bu çalışmada üriner sisteme yönelik gerçekleştirdiğimiz 4 yıllık laparoskopik cerrahi deneyimlerimizi literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2014-Ekim 2018 tarihleri arasında kliniğimizde 97 hastaya üriner sisteme yönelik laparoskopik cerrahi girişim uygulandı.54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim ve 1 hastaya da radikal prostatektomi uygulandı.. Hastalar sağ ve sol olmak üzere iki gruba ayrılarak operasyon süresi, ortalama kan kaybı, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar, hastanede kalış süresi ve dren kalma süresi açısından retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
Hastaların ortalama yaşı 44(16-67) idi .Erkek/Kadın oranı 54/43 idi. Radikal prostatektomi hariç 54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim uygulandı. Tüm girişimlerde ortalama ameliyat süresi 145(40-210) dakika, ortalama dren alınma süresi 3.1(1-10) gün, yatış süresi 3.4(1-14) gün,kanama miktarı 150(20-500) cc olarak hesaplandı. Pyelolitotomi yapılan 1 hastada ve radikal prostatektomi yapılan 1 hastada drenden uzamış idrar drenajı gözlendi. Tüm girişimler gözönüne alındığında ortalama komplikasyon oranı %5.1 olarak bulundu. Sağ laparoskopik cerrahi girişim ile sol laparoskopik cerrahi girişim arasında karşılaştırılan parametreler açısından herhangi bir fark gözlenmedi.
Sonuç: Laparoskopinin ilk öğrenme döneminde olan bir cerrahın başlangıçta nispeten daha basit prosedürler seçmesi ancak bu süreyi çok uzatmadan daha kompleks ameliyatlara geçmesi öğrenme süresini hızlıca kısaltabilir. Uygun hasta seçimi ve yeterli ekipman ile perifer merkezlerde de laparoskopik cerrahi güvenle uygulanabilir.
Abstract:
Objective: Our objective in this study was to present our four years of experience in laparoscopic surgery for urinary system accompanied by literature.
Material and Methods: Between January 2014 and October 2018, laparoscopic surgical intervention was made on urinary system for 97 patients in our clinic. 54 patients had right and 42 patients had left laparoscopic surgical intervention and 1 patient had radical prostatectomy. Patients were retrospectively examined for operation duration, average blood loss, intraoperative and postoperative complications, hospitalization duration and drain installation time after separating into two groups as right and left.
Results.
Average age of the patients was 44(16-67). Male/Female rate was 54/43. Apart from radical prostatectomy, 54 patients had right and 42 patients had left kidney laparoscopic surgical intervention. Average operation duration was 145 (40-210) minutes, average drain removal time was 3.1 (1-10) days, hospitalization duration was 3.4 (1-14) days and bleeding amount was 150(20-500) cc in all interventions. Lengthened urinary drainage was observed from the drain in one patient who had pyelolithotomy and one patient who had radical prostatectomy. When all interventions were considered, the average complication ratio was found 5.1%. No differences were observed in the parameters compared among right and left laparoscopic surgery interventions.
Conclusion: For a surgeon in the first learning phase of laparoscopy, choosing relatively simpler procedures in the beginning but passing to more complex operations without much delay may quickly shorten the learning phase. Through the selection of suitable patients and adequate equipment, laparoscopic surgery can also be applied safely in peripheral centers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ventrikül Anevrizma Onarımında Kullanılan İki Tekniğin Karşılaştırılması
Musa Ağrış, Murat Öncel
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ventrikül Anevrizma Onarımında Kullanılan İki Tekniğin Karşılaştırılması
Two TechnIc Anallyses WIth The Left VentrIcul Anerusym
Sol ventriküler anevrizma kapatma tekniklerinin değerlendirilmesinde biz 1993’ den 1998” e kadar ki dönemde sol ventrikül ön duvar anevrizma onarımı yapılan 21 hastayı yeniden inceledik. Standart linear kapatma tekniği ile 7 hastada anevrizma onarımı yapılmış ve 14 hastada da sirküler kapatma tekniği kullanılmıştır. Ortalama 3 yıllık takip sonrası angina sınıflamasında( New York Heart Association) ya da sağ kalım oranında anlamlı bir farklılık gösterilememiştir. Operasyon sonrası dönemde 21 hastada standart ekokardiografik ölçümlerle sol ventrikül boyutları ve fonksiyonları başarı ile değerlendirilmiştir. Operasyon sonrası ekokardiografide uzun aks, sol ventrikül sistolik çaplarında ya da kısa aks sistolik ve diastolik alanlarında anlamlı farklılıklar bulunamadı. Sirküler kapatma grubunda uzun aks diastolik çaplarda anlamlı bir artış görülmüştür. Ancak postoperatif dönemde görülen bu artış preoperatif değerlerle karşılaştırıldığında bu parametredeki değîşiklik farklı bulunmamıştır. Bunun dışında postoperatif kısa aks alanlarında gruplar içi karşılaştırmalar ,sirküler kapatma grubunda artışı gösterirken, linear kapatma grubunda açık bir küçülmeyi göstermektedir. Ancak bu değişiklerin istatistiksel bir anlamı yoktur. Postoperatif ejeksiyon fraksiyonunda iki kapatma grubu arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Bununla birlikte sirküler kapatma grubunda küçük bir azalma bulunmuştur Bu veriler linear ve sirküler kapatma teknikleri arasında ekokardiograflk parametreler, fonksiyonel sınıflama ve sağkalım oranında anlamlı farklılıklar olmadığını göstermiştir.
we reviewed our experience with 21 patients who survived the repair of aneurysms of the anterior wall of the left ventricular from 1993 through 1998. Seven of these patients underwent aneurysm repair by standart linear closure and 14 by a circular closure tecnique. After a mean follow-up interval of 3 years: there were no demonstrable differences in angina class( New York Heart Association functionai classification): or survival. in 21 surviving patients. postoperative left ventricular dimensions function were satisfactorily evaluated by standard echocardiographic measurements. No significant differences were found in postoperative long-axıs left ventrîcular systolic diameter or in short-axis systolic or diastolic areas* There was a significanty larger long-axis diastolic dîameter in the circular closure group; however, there was no dîfference in this parameter when the ratios of postoperative to preoperative lengths were compared. Further intragroup comparisons demonstrated an in increase in short-axis areas postoperatively with în the circular closure group in contrast to a decrease in patients in the linear closure group: these changes were no statisticaly significant. There was no significant difference in postoperative ejection fraction between the two closure groups. although minor reductions were found in the circular closure group. These data demostrate no significant difference between the linear and circular closure tecniques with respect to standard echocardiographic parameters, functional classifîcation, and survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Seksüel Gelişme Bozuklukları Olan Olgularda Seks Kromozom Düzensizliklerinin Değerlendirilmesi
Sennur Demirel, Tülin Çora, Hatice Gül Dursun, Ayşe Gül Zamani, Hasan Acar, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Seksüel Gelişme Bozuklukları Olan Olgularda Seks Kromozom Düzensizliklerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Sex Chromosome DIsorders In Cases WIth Sexual Development DIsorders
Seksüel gelişme bozuklukları nedeniyle sitogenetik analizi istenen 275 olgu incelendi ve 20 Turner sendromu, 9 Klinefelter sendromu, 4 hermafrodit, 1 saf gonadal disgenezi, 4 testiküler feminizasyon sendromu saptandı. Bu olguların ön tanı ile karyotip uyumu, insidansı ve oluşum mekanizmaları literatür ışığında tartışıldı.
Cytogenetical analyses of 275 cases with sus-pecwd ahnormal sexual development were done. Among them Turner syndrome in 20. Klinefelter syndrome in 9, hermaphroditism in 4. gonodal dysgenesis in 1, and testicular feminization in 4 cases were found. Correlation of clinical diagnosis to cytogenetical diagnosis. incidance, and the mec-hanism of disorder were discussed in the light of li-teratures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
Bedri Özer, Salim Güngör, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
SurgIcal Therapy For BenIgn ParotId Tumors
Yetersiz eksizyon ve enükleasyon tekniği nedeniyle yaklaşık 50 yıl öncesine kadar benign tümörlerin, özellikle ple- omorfik adenomların postoperatif nüks oranları %21-70 arasında değişmekteydi. Bugün cerrahi teknikler daha güvenli ve yeterli düzeydedir. Fasyal sinirin identifikasyonu ve korunmasının avantajı ile çevreden yeterli sağlıklı parotis dokusunu da içerecek tarzda tümörün çıkartılması, 1940 lı yıllardan itibaren temel filozof iyi oluşturmuştur. Süperfisyal parotidektomi olarak tanımlanan bu teknik tüm otolarengologlar tarafından uygulanmaktadır. Bu çalışmada çeşitli tekniklerle müdahale edilen bir grup benign parotis tümörü vakasında cerrahi tekniklerin avantaj, dezavantaj ve postoperatif morbiditesi literatür verileri ile birlikte tartışıldı. Süperfisyal parotidektominin sınırlı va kalar dışında kitlenin eksizyonu, fasyal sinir ve dallarının korunması, postoperatif nüksün önlenmesi açısından en sağlıklı teknik olduğu sonucuna ulaşıldı.
Because the technique of enucleation and incomplete excisions, 50 years ago recurrence rates after surgical re- moval of tumors, especially pleomorfic adenomas ranged betvveen 21% and 70% . Today, surgery for bening pa rotid tumors has evolved into a procedure that is both effective and safe. The advent of facial nerve Identification and preservation with tumor removal with a adequate amount of surrounding healthy parotid tissue, occurred in the early 1940s as a true change in philosophy. The operation, termed superficial parotidectomy, is no w accepted by the majority of otolaryngologists. İn this article 23 patient that had benign parotis tumors was presented. Sur gical therapy and techniques discussed vvith literatüre, l/Ve shovv that superficial parotidectomy is the better tec- nique for benign parotis tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
Şebnem Yosunkaya, Faruk Özer, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
TuberkulIn SkIn Test Results In Central PrImary School ChIldren WIth And WIthout Bcg VaccInatIon Of Konya
Konya il merkezinde 10 ilkokulda birinci ve beşinci sınıflar olmak üzere iki yaş grubunda BCG skarlarına bakarak bölgedeki aşılama çalışmalarının günümüzdeki durumu, 6-12 yaş çocuklarda tüberküloz enfeksiyonunun durumu ve BCG’nin PPD testine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada ilkokul birinci ve beşinci sınıflara devam etmekte olan 2652 öğrenciye (1374’ü birinci, 1188’i beşinci sınıf) tüberkülin deri testi yapıldı ve sonuçlar aşılama durumu göz önüne alınarak karşılaştırıldı. Çalışmaya alınan öğrencilerden 414’ünün (%16.2) hiç aşılanmadığı, aşılı öğrencilerden 2029 unun (%79.2) bir kez ve 119 unun (%4.6) iki kez aşılandığı saptandı. Ortalama tüberkülin endurasyonu aşısız öğrencilerde 1.186±2.188 mm, bir aşılı öğrencilerde 4.894±4.643 mm ve iki aşılılarda 10.890±4.037 mm olarak bulundu. Ayrıca aşısız414 kişinin 9 una (%2.2) karşılık, bir aşılı 2029 kişinin 438 i (%21.6), iki aşılım 119 kişinin 85 i (%70.5) 10 mm ve üzeri reaksiyon gösterdiği bulundu. Tüm öğrenciler dikkate alındığında enfeksiyon oranının %4.2 olduğu görüldü. Aşısızlarda YER (Yıllık Enfeksiyon Riski) 7 ve 11 yaş grubunda 0.41 ve 0.56 olarak hesaplandı. Sonuç olarak, çalışmamızda Konya bölgesinde yenidoğan dönemi aşılama çalışmalarının başarılı revaksinizasyonun yetersiz olduğu, ayrıca BCG uygulamasının tüberkülin reaksiyonunu arttırdığı ve bir aşılılarda tüberkülin pozitiflik sınırının 14≤ mm olduğu enfeksiyon oranının yaş arttıkça arttığı, cinsiyetle değişmediği görülmüştür.
In this study, we have planned to determine: The vaccination situation of the two age groups of children in the first and fifth classes of the primary schools of Konya province by looking at the BCG scars; the effects of BCG vaccination to tuberculin tests; the tuberculin reaction that can distinguish the natural infection in one time vaccinated children. We have also investigated the situation of tuberculosis infection in Konya province for contituting data for our region. We have included 2652 students of first and fifth classes of the primary school (1374 and 1188). 414 (16.2%) of the children had no BCG vaccinations. 2029 (%79.2) of the vaccinated 2148 children had only one and 119 (%4.6) children had two vaccinations. Mean tuberculin endurations were respectively 1,186±2,188 mm 4,489±4,643 mm and 10.890±4.037 mm in unvaccinated and in the children who had waccinated twice. Morower, 9(%2.2) of the unvaccinated 414 children, 438 (21.6) of one time vaccinated 2029 children and 85 (%70.5) of two times vaccinated 119 children had 10mm or larger endurtions. The infection rate was %4.2 in the whole group. In the group of unvaccinated children, the risk of yearly infections was 0.22 in the 7 year old children group and 0.31 in the 11 year old children group. As a result, we have determined that vaccinations in the newborn age group are succesfull but revaccinations are not enough. BCG vaccination is increasing the tuberculin reaction and pozitive tuberculin enduration is ≤14 mm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Verapamil Ve Diltiazem'in Sıçan Aorta Ve Gastro-Özofagal Sfinkter Kasılmaları Üzerıne Etkileri
Ekrem Çiçek, Necdet Doğan, Kısmet Esra Nurullahoğlu Atalık, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Verapamil Ve Diltiazem'in Sıçan Aorta Ve Gastro-Özofagal Sfinkter Kasılmaları Üzerıne Etkileri
Effeets Of VerapamIl And DIttIazem On ContractIons Of Aorta And Gastro-Oesophageal SphIncIer In Rats
İzole sıçan aortunda Ca2÷'suz ortamda serotonin (5-11Tre bağlı kasılma cevapları, ekstraselüler ortama ilave edilen Ca2+ ile doza bağımlı olarak artırılmıştır. Eksternal Ca2+'a bağlı bu kasıla, ortama ilave edilen verapamil veya diltiazem ile anlamlı olarak inhibe edilmiştir. Aynı şekilde izole sıçan gastro-özofagal sfinkterinde Ca2+'suz ortamda asetilkolin (ACh) ile oluşturulan kasılma, kümülatif konsantrasyonda uygulanan Ca2+ ile artırılmış, ortama ilave edilen her iki kalsiyum aslagonisti ile de anlamlı olarak inhibe Bulgular bu dokularda verapamil ve diltiazemin ekstraselüler Ca2+ girişini inhibe ettiğini ortaya koymaktadır.
The contraction responses induced with serotonin (5-M) irz a medium without Ca2 + showed a dese-dependent increase by acicling Ca2+ into the extracellular mediutn. This contraction due to external Ca2+ used has significantly been inhibited by verapamil and diltiazem added into the extracellular medium. Similarly, in an isolated gastro-oesophageal sphincter, in a medium containing no Ca2+ the contraction induced with acetylcholine (ACh) has alsa been increased with Ca2+ used at a cumulative concentration and significantly inhibited by either calcium antagonists. Findings indicate that veraparnil and diltiazem have inhibited the eniry of extracellular Ca2+ intr. the tissues.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Üriner Sistem Taş Vakalarında Retrospektif Bir Çalışma
Esat M. Arslan, Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Necip Uluz
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Üriner Sistem Taş Vakalarında Retrospektif Bir Çalışma
PedIatrIc UrolIthIasIs: RetrospectIve Study
Bu araştırma, Dicle Üniverstesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında 1984-1988 yılları arasında yatmış 95 ve Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalında 1983-1992 yılları arasında yatmış 136, toplam 231 üriner sistem taş yakasını içermektedir. Vakalaı-ın %73 ü erkektir. Ya;ş gruplarına göre dagılımda ise 0-5 yaş grubu, toplam vakaları!! %44.5 idir. Üriner sisem taşları lokalizasyonunda ilk sırayı böbrekler (%53.9), ikinci sırayı mesane (%21) almıştır. Üriner sistem taşlı vakalarda %73.5 oranında üriner enfeksiyon tesbit edilmiştir.Enfeksiyon etkeni mikroorganizmalar sırasıyla E.coli (%59), pseudo-monas (%17), streptococus facecalis (%13.3) olarak bulunmuştur. Taş ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermek amacıyla vakalar enfeksiyonlu ve enfeksiyonsuz ola-rak iki gruba ayrılıp, yaş, cins, taşların lokalizasyo-nu, preoperatif ve postoperatıf idrar kültürü yönünden k.arşılaştırıldı. I aşlı vakalarda enfeksiyon oluşmasında yuka-rıdaki parametrelerin payı olduğu görüşüne varıldı. Ayrıca bu vakaların üriner enfeksiyon düzeyinde, taşın lokalizasyonunun etkili olmadığı düşünüldü
in this study, we rewieved 95 patients with uri-nary tract stone that had been treated in Dicle Univer-sity Medical Faculty Urology Clinic between the years of 1984-1988 and 136 patients with urinary tract stone that had been treated in Selçuk University Medical Faculty Urology Clinic between the years of 1983-1992. %73 of the patients were males and %44.5 of them were 0 to 5 years old. The stones were found mostly in kidneys (%53 .9) and bladder (%21 ). Urinary tract infection was found in %78 of the patients with stone. Causative microorganism were E.coli (%59), pseudomonas (%17) and streptococcus faecalis (%13.3). in order to show the relation between stone and infection, the patients were divided into two groups according to the existance of infection. The two groups were studied with respect to the age, sex, lo-calization, hiochemical analysis, pre and post opera-tion urine cultures. It is concluded that the above parameters were ef-fective in the development of infection in patients with urinary tract stone. It is also concluded that the infection site was not effective in the localization of the stne.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Mehtap Karameşe, Mustafa Keskin, Zekeriya Tosun, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Effect Of NebIvolol On Rat Tram Flap VIabIlIty
Meme rekonstruksiyonu; meme kanserinin cerrahi tedavisinin bir parçası olarak düşünülmektedir. Rekonstrüksiyon seçenekleri arasında bulunan transvers rektus abdominis kas deri flebinin (TRAM) belirli beslenme zonlarındaki perfüzyon yetersizlikleri, cerrahi sonrası görülen komplikasyonların artmasına neden olmaktadır. Periferik vazodilatasyonla kanlanma artırıldığında, flep viabilitesi artmakta ve komplikasyon riski azaltılabilmektedir. Nebivolol, üçüncü kuşak beta-adrenoreseptor blokeri olup nitrik oksit aracılığıyla periferik vazodilatasyon yapmaktadır. Çalışmada otuz adet, 250-300 gr ağırlığında Spraque- Dawley rat, beş deney grubuna ayrıldı. Tüm gruplarda TRAM flep kaldırıldı. Kontrol grubu kabul edilen birinci gruba ilaç uygulanmadı. İkinci gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol (Vazoksen, Abdi Ibrahim) oral gavaj yöntemi ile başlandı ve postoperatif 7 gün uygulamaya devam edildi. Üçüncü gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol, verildi. Peroperatif dönemde ve postoperatif 7 gün devam edildi. Dördüncü gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol başlandı ve postoperatif dönemde 7 gün devam edildi. Beşinci gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol kullanıldı. Peroperatif veya postoperatif dönemde ilaç kullanılmadı. Yedinci gün, tüm ratlarda kan laktat düzeyi ölçüldü ve fleplerin fotoğrafları çekilerek, nekroz alanlarının yüzdeleri belirlendi. Kan laktat değerlerinin, istatistiksel olarak tüm gruplarda kontrol grubuna (grup I) göre belirgin farklılık gösterdiği bulundu. En anlamlı fark kontrol grubu ile (grup 4) arasında tespit edildi. Fleplerin nekroz oranlarının değerlendirmelerinde, istatistiksel olarak grup 1’e göre diğer tüm gruplarda anlamlı fark mevcuttu (p
Breast reconstruction is an essential part of the breast cancer threapy. The transverse rectus abdominis musculocutaneous (TRAM) flap has been widely used for reconstruction of the breast. Partial loss of the flap is still a major problem. The defficiency of flap perfusion may cause partial necrosis of the flap. Periferic vasodilatation may increases flap viability. The aim of this study is evaluation of affect of nebivolol on rat TRAM flap perfusion. Nebivolol is a selective β1 adrenergic receptor antagonist that causes a direct vasodilator effect attributed to the action on vascular nitric oxide (NO). In this study 30 male spraque–dawley rats were used. A pedicled TRAM flap based upon the the right inferior epigastric artery was elevated and reapproximated. Animals were randomly assigned to 5 treatment groups (n:6). Group 1 received no nebivolol. Groups 2 through 5 were administered 100 mg/kg nebivolol orally 24 hours preoperatif; in addition groups 2 to 4 received orally postoperatif for 7 days. Group 3 also received intraoperatively; groups 4 and 5 were given nebivolol orally for 7 days before the 24 hours preoperatif treatment. Seven days after surgery skin paddles were photographed and assessed for viability. In seventh day blood lactate levels were measured. Statically significant differences were found in all experimental groups relative to the controls. Group 4 displayed the greatest improvement in flap viability, significantly better than other nebivolol groups. This study indicates that nebivolol may provide a useful pharmacologic tool for reducing iscemia-reletad necrosis in TRAM flaps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
Fatmagül Başarslan, Cahide Yılmaz, Murat Tutanç, Vefik Arıca, Melek İnci, Vicdan Köksaldı Motor, Hanifi Bayaroğulları
Olgu sunumu
Özeti
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
The EncephalItIs Secondary To ChIckenpox In A FIve Months Infant
Suçiçeği, Varicella-zoster virüsünün (VZV) neden olduğu
ekzentematöz döküntü ile karakterize bulaşıcı bir hastalıktır.
Suçiçeği geçiren hastalarda ensefalit sıklığı %0.1-0.2 olarak
belirlenmiştir ve baskılanmış hücresel immün yanıtı olan hastalarda
insidansı daha yüksektir. Mortalite oranları %5-20 arasında
değişmektedir. Ensefalit sonrası yaşayan olgularda kalıcı nörolojik
komplikasyon gelişme olasılığı yüksektir. Bu yazıda suçiçeği sonrası
nöbetle başvuran ve ensefalit tanısı alan beş aylık infant bir olgu
sunuldu. Kraniyal görüntülemede meningoensefalit tesbit edildi.
Antikonvülzan ve antiviral tedavi başlandı. Takiplerinde mental ve
motor gelişme geriliği, quadriparazi gelişmesi nedeniyle fizik tedavi
programına alındı. Bu olgu ile nadirde olsa suçiçeğine bağlı ensefalit
görülebileceği, bu nedenle yaşamın ilk yılında suçiçeği geçiren
olguların komplikasyonlar açısından yakın takip edilmesi gerektiği
vurgulanmak istendi.
Chickenpox is an infectious disease caused by varicella-zoster
virus (VZV), characterized by egzentematous rash. The frequency of
encephalitis in patients with chickenpox was determined as 0.1-0.2%
and the incidence is higher in patients with depressed cell-mediated
immune response. Mortality rates vary between 5% and 20%. Patients
who survive have a high likely to develop of permanent neurological
complications after encephalitis. In this study, we report a fivemonth
old infant who was admitted with a seizure and diagnosed
as encephalitis. Meningoencephalitis was detected by the cranial
magnetic rezonans. Anticonvulsants and antiviral therapy were
supplemented. Patient was taken to physical therapy program due
to the development of the mental motor retardation and quadriparazi
in the follow-up periods.Therefore, we aimed to emphasize with this
case that the patients suffering from chickenpox in the first year
of the life should closely be followed up for complications, and the
encephalitis due to varicella can also be seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fonksiyonel Karın Ağrısı Olan Çocukların Yaşam Kaliteleri Ve Psikiyatrik Özellikleri
Mahmut Abuhandan, Hasan Kandemir, Cemil Kaya, Bülent Güzel, İbrahim Fatih Karababa, Bülent Koca, Muazzez Çevik
Araştırma makalesi
Özeti
Fonksiyonel Karın Ağrısı Olan Çocukların Yaşam Kaliteleri Ve Psikiyatrik Özellikleri
QualIty Of LIfe And PsychIatrIc PropertIes In ChIldren WIth FunctIonal
abdomInal PaIn
Bu çalışmada fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve ergenlerde,
rahatsızlığın yaşam kalitesi ve psikiyatrik belirtileri üzerine etkisinin
değerlendirilmesi amaçlandı. Roma III kriterlerine göre fonksiyonel
karın ağrısı tanısı alan 30 hasta ile birlikte yaş ve cinsiyetleri eşleşmiş
30 sağlam çocuk kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Gruplara,
Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocuklar için DurumlukSüreklilik
Kaygı Ölçeği (ÇDSKÖ) ve Çocuklar için yaşam kalitesi
ölçeklerinin Ebeveyn ve Çocuk formları (ÇİYKÖ-E ve C) uygulandı.
Fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve ergenlerin yaşam kalitesi
tüm ölçek puanları, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı
derecede düşük bulundu (p<0.001). Fonksiyonel karın ağrısı olan
çocuk ve ergenler için yaşam kalitesi ebeveyn açısından tüm ölçek
puanları, kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede
düşük bulundu (p<0.001). Fonksiyonel karın ağrısı olan çocuk ve
ergenlerin çocuklar için depresyon ölçeği, çocuklar için süreklilik
kaygı ölçeği ve çocuklar için durumluluk kaygı ölçeği puanları, kontrol
grubun göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p
değerleri sırasıyla p<0.001, p=0.003, p=0.001). Fonksiyonel karın
ağrısı olan çocukların, kontrol gruplarına göre yaşam kalitesinde
azalma, sürekli kaygı içinde oldukları ve depresyona meyil oldukları
tespit edildi.
In this study, it was aimed to evaluate the effects of functional
abdominal pain and psychiatric signs on life quality in childrens and
adolescents. 30 patients diagnosed with functional abdominal pain
according to Roma III criterias and 30 healthy children as control
group matched of age and gender were included in the study. Child
Depression Inventory (CDI), State-Trait Anxiety Inventories for
Children (STAI-C) and Pediatric Quality of Life Inventory Parent
and Child Versions (PedQL-P and C) were applied to both patient
and control groups. All scale scores of life quality of childrens
and adolescents with functional abdominal pain were statisticaly
significance lower than control group (p<0.001). All the score of
life quality in terms of parents of childrens and adolescents with
functional abdominal pain were statisticaly significance lower than
control group (p<0.001). Depression scale, trait anxiety inventory
and state anxiety scores for children and adolescents with functional
abdominal pain were statisticaly significance higher than control
group (p<0.001, p=0.003, p=0.001, respectively). When compared
to control group, lower life quality scale scores , increased anxiety
levels tendency to depression and generally decreased life quality
status were determined in functional abdominal pain group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glokom Hastalarında Korneal Biyomekanikler: Pupilla Dilatasyonunun Etkisi
Refik Oltulu, Selman Belviranlı, Günhal Şatırtav, Orhan Altunkaya, Emine Tinkir Kayitbatmaz, Mehmet Okka
Araştırma makalesi
Özeti
Glokom Hastalarında Korneal Biyomekanikler: Pupilla Dilatasyonunun Etkisi
Corneal BIomechanIcs In PatIents WIth Glaucoma: The Effect Of PupIllary DIlatatIon
\r\n Amaç: Primer açık açılı glokomlu (PAAG) gözlerde Oküler cevap analizörü kullanılarak pupilla dilatasyonunun göziçi basıncı ve kornea biyomekaniklerine etkisinin değerlendirilmesi
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: PAAG’li 15 olgunun 28 gözünde %0.5 tropikamid uygulaması öncesi ve 30 dakika sonrasında Goldmann ile uyumlu göz içi basıncı (GİBg), korneanın biyomekanik özellikleri ile kompanse edilmiş GİB (GİBkk), kornea rezistans faktörü (KRF) ve kornea histerezisi (KH) değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Olguların ortalama yaşı 57.7±13.2 (45-65yıl) idi. Tropikamid uygulaması öncesi ortalama KH 9.5±2.2 mmHg, KRF 10.1±2.1 mmHg, GİBg 16.2±2.8 mmHg ve GİBkk 17.2±3.6 mmHg iken uygulama sonrası bu değerler sırasıyla 9.7±2.2 mmHg, 10.1±2 mmHg, 16.9±3.5 mmHg ve18.2±4 mmHg olarak tespit edildi. Tropikamid uygulaması öncesi ve sonrası GİBg ve GİBkk değerlerindeki fark istatistiksel olarak anlamlı iken (p=0.043, p=0.015, sırasıyla; paired t-test), KH ve KRF için istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p=0.057 p=0.702, sırasıyla; paired t-test).
\r\n
\r\n Sonuç: PAAG olgularında %0.5 tropikamid ile oluşturulan pupilla dilatasyonunun korneal biyomekanikler üzerine herhangi bir etkisi gözlenmezken GİB üzerine azaltıcı bir etkisi olduğu görülmektedir.
\r\n
\r\n Aim: In this study, we aimed to evaluate the effect of pupillary dilatation on intraocular pressure values and corneal biomechanical properties using Ocular response analyzer in eyes with primer open angle glaucoma.
\r\n
\r\n Patients and Methods: Goldmann correlated intraocular pressure, corneal corrected intraocular pressure, corneal hysteresis and corneal resistance factor were all respectively evaluated in 28 eyes of 15 patients with primary open angle glaucoma before and 30 minutes after tropicamide 0.5% instillation.
\r\n
\r\n Results: Their mean age was 57.7±13.2 years (range 45–65 years). The mean corneal hysteresis, corneal resistance factor, Goldmann correlated intraocular pressure and corneal corrected intraocular pressure measurements of the eyes were 9.5±2.2 mmHg, 10.1±2.1 mmHg, 16.2±2.8 mmHg, 17.2±3.6 mmHg before tropicamide instillation, and 9.7±2.2 mmHg, 10.1±2.0 mmHg, 16.9±3.5 mmHg, 18.2±4.0 mmHg after tropicamide instillation, respectively. There was statistically significant difference between pre- and post-tropicamide instillation for Goldmann correlated intraocular pressure and corneal corrected intraocular pressure (p=0.043, p=0.015, respectively; paired t-test) while no statistically significant difference was found for corneal hysteresis and corneal resistance factor (p=0.057 p=0.702, respectively; paired t-test ).
\r\n
\r\n Conclusion: Pupillary dilatation with 0.5% tropicamide seems to have a decreasing effect on on intraocular pressure while no effect was noted for corneal biomechanical properties in primer open angle glaucoma patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
Fatih Kara, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
SocIo-DemographIc CharacterIstIcso Of The PatIents Defaulted From Treatment Of TuberculosIs
Amaç: Bu çalışma, tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının akıbeti ve sosyo demografik özelliklerinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışma, 2001 yılında Konya ilini kapsayacak şekilde yapıldı. Araştırma kapsamına il genelinde tüberküloz tedavisi gören 1979 hasta alındı. Tedaviyi yarıda bırakan 164 (% 8.3) hastayla yüz yüze görüşülerek anket uygulandı. Bu görüşmede klinik sorgulama yapıldı, PPD uygulandı, akciğer grafisi çekildi ve ARB için balgam alındı. Bulgular: Tüberküloz hastalarının yaş ortalaması erkeklerde 36.8±16.5, kadınlarda 38.6±19.1 yıl idi (P>0.05). 1979 hastanın % 8.3’ünün tedaviyi yarım bıraktığı belirlendi. Bu oran, tedavisi hastanede başlayanlarda % 21.6, verem dispanserlerinde başlayanlarda % 4.5 idi. Hastaların % 26’sı ilk üç ay içinde ilaçlarını bırakmıştı. Tedaviyi terk eden hastaların % 40.6’sı okur – yazar değildi. Hastaların % 38.7’si herhangi bir sosyal güvenceye sahip değildi. Tedaviyi terk eden tüberküloz hastalarının % 39.4’ünün tüberküloz hastalığına yakalanan bir akrabası vardı. Tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının % 36.8’inin eşlik eden diğer bir hastalığının bulunduğu belirlendi. Tüberküloz tedavisini yarım bırakan erkeklerde sigara içme oranı % 61.9, kadınlarda % 14.3 idi. Sonuç: Bu bulgulara göre, genel öğrenim düzeyinin yükseltilmesi, hasta kayıt ve bildirim sisteminin iyileştirilmesi, hastalarla iletişim ve tedaviyi sürdürmede sağlık personelinin daha etkin görev alması, direkt gözlem altında tedavinin yaygınlaştırılması yoluyla tüberküloz kontrolünün başarısının artırılabileceği düşünüldü.
Aim: The aim of this study is to evaluate the outcomes of the patients with uncompleted treatment of TB, their demographical properties and to determine the reasons. Material and Method: This descriptive study was carried out throughout Konya in 2001. Total 1979 cases undergoing TB treatment were included in the study. It was established that 164 (%8.3) of the cases taking TB treatment had given up treatment too early. All these cases were interviewed face to face at their addresses registered in their files. This interview included clinical irregation, PPT application, pulmonary X-ray exemination and collection of sputum for ARB. Results: The mean age of the tuberculosis patients was 36.8±16.5 yrs in male and 38.6±19.1 yrs in female (P>0.05). Among the 1979 cases taking tbc treatment, 8.3% gave up the treatment. This rate was 21.6% among the cases whose treatment began in hospital, and 4.5% among the cases of dispensaries. 40.6 % of the patients was illiterate. 38.7 % of them did not have social security. The relatives of 39.4 % cases had a tuberculosis history. There was accompanying illness in 36.8 % of the patients. 61.9 % of the males and 14.3% of the females were smokers. Conclusion: We believe that general economical development, better education level, regular administration and follow-up systems and efforts to provide a better communication with patients may positively affect the results of efforts against the tuberculosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
Sevim Karaaslan, Bülent Oran, Osman Başpınar, Tamer Baysal, Abdullah Yazar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
A RetrospectIve Follow-Up On The PatIents WIth The Acute RheumatIc Fever:
Akut romatizmal ateş tamlı hastalarımızın klinik ve laboratuar özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Hasta kayıtlarından akut romatizmal ateş tamlı 395 vaka seçildi. Hastaların atak anındaki başvuru yaşı 5-18 yaş (ortalama 11.3±2.8), cinsiyetleri 213 (% 53.9) erkek, 182 (%46.1) kız olarak belirlendi. Hastaların asıl klinik bulguları kardit °%70.3, artrit % 66.5, Sydenham koresi % 22.2, eritema marginatum %1 ve subkütan nodul % 0.7 şeklinde idi. Perikardiyal efüzyona % 3.5 oranında rastlanıldı. Karditli hastalarda mitral ve aort yetmezliği sırasıyla % 95.3 ve % 46.4 oranında oluştu. Takip esnasında kapak yetmezlikleri % 23.6 ve % 33 oranında kayboldu. Penisilin profiaksisinin düzensiz uygulanması bazı hastalarda tekrarlamalara neden oldu.
Patients with acute rheumatic fever, who were admitted to Pediatric Cardiology Unit of Selçuk University Meram Faculty of Medicine, were studied ret- rospectively to verify the clinical and laboratory profile of the disease. 395 cases were identified among patients admitted to the present institution. Age on admission was 5-18 years (mean 11.3±2.8), they were 213 (53.9%) boys, and 182 (46.1%) giriş. Manifestations included carditis 70.3°%, arthritis 66.5°%, Sydenham’s chorea 22.2%, eritema marginatum 1 °%,subcutaneous nodules 0.7%. Pericardial effusion was occurred in 3.5°%. Mitral insuffi- ciency and aortic insufficiency and aortic insufficiency were occurred in 95.3°% and 46.4°%, respectively. The regur- gitation disappeared in 23.6°% and 33°% of patients with mitral and aortic regurgitation, during follow-up. The caus- ing recurrence was the non-compliance with penicillin prophylaxis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
The LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of LIpofIscIn PIgment Of The Central Nervous System On Aged RabbIts HIstochemIcal Methods
Yeni Zellanda tipi beyaz tavşanlarda spinal genglion, formasyo retikularis ye medulla spinalisin üç bölgesindeki nöronlarda lipofissin polar, bipolar, periniikleer ye diffüz olarak gorüldu. Alternativ Nile Blue, Hueck metodu, Indefenol, PAS. Perasetik asit ye Sudan Black B+,• Masson-Fontana ye Long Ziehl Neelson-dir.
In this study; the lipofuscin pigment of the neuron of the spinal ganglions, formatio reticularis, three parts of the spinal cord and purkingje cells of the cerebellum of the aged white New Zealland rabbits were studied. The pigment were studied following: Alternative Nile Blue Methode +, Hueck rnethode +, PAS and indephenol +, Sudan Black B +, Schmorl methode -„ Long Ziehl Neelson -, Masson-Fontana and Chrom Alum -. The lipofuscin pigment in the Purkinje cells have never been found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffuz Plevral Hastalıkların Ayırıcı Tanısında Bılgisayarlı Tomografi
Bilge Çakır, Mecit Suerdem, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
Diffuz Plevral Hastalıkların Ayırıcı Tanısında Bılgisayarlı Tomografi
Cet In DIfferentIal DIagnosIs Of DIffuse Pleural DIsease
Bu çalışmada, 21 bcnign ve 21 malign plevral hastalığın bilgisayarlı tomografi bulgular' irdelendi. Mediastinal plevra tutulumu, nodüler ve 1 cm`den geniş plevral kalinlaşma malign lezyonların benign plevral hastalıklar ile ayırıcı tanısında yardımcı bul-gulardı. Retrospektif olarak, bu bulguların sensitivi-tesi- sırası ile %77, %93. %100, sesifisiteleri ise %50, %50, %33 olarak belirlendi. Tüm malign lez-yonlarda ve benign infeksiyöz plevral hastalıklarda anlamlı farklılık göstermeyen yüksek kontrast tutu-lumu saptandı. Sonuç olarak, bilgisayarlı tomogr.afi-nin plevral lezyonların tesbitinde ve yayılımının be-lirlenmesinde, kısmen benign ve malign patolojilerin ayrımında değerli bir radyolojik yöntem olduğu vurgulandı.
İn this article, CT features of 21 cases with be-nign and 21 cases with malignant pleural diseases were described. Features that are helpful in distinc-tion malignant from bening pleural disease were, mediastinal pleural invasion, nodular and more than 1 cm tickening in pleura. The specıficities of these findings were 77%, 93%, 100% and sen,.sitivities 50%, 50%, 33%, respectively. High contrast en-hancement that does not show significant differenpe was detected in all malignant lesions and benign in-fectious pleural diseases. Consequently, it has been emphasized that CT is a useful radiologic method in detertnining of pleural lesions and, their extentions and, in the differential diagnosis of benign and malignant conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metizerjid'in İzole Dana Koroner Arterinde Kasıcı Etkisi
Ergin Şingirik, Ekrem Çiçek, Mehmet Kılıç, Necdet Doğan, Ayşe Saide Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Metizerjid'in İzole Dana Koroner Arterinde Kasıcı Etkisi
ContractIve Effect Of MetIzerjId On Isolated Veal Coronary Artery
Birçok dokuda yapılan çalışmalarda metizerjid'in 5-HT kasılmalarını inhibe ettiği ve ayrıca parsiyel agonist olduğu bilinmektedir. Sunulan bu çalışmada 5-HT(Serotonin)'nin oluş-turduğu kasılmalar 10-11 ve 10-10 M. mianserin ve benzer şekilde 10-8 ve 10-6 M. metizerjit tarafından doza bağımlı ve non-kompetitif olarak inhibe edildi. Ayrıca kümülatif konsantrasyonda uygulanan metizerjid'in oluşturduğu maksimum kasılma cevabı da yine mianserin tarafından anlamlı olarak azaltıldı. Yapılan çalışmalarda metizerjid'in intrinsik aktivitesi 0.3 0.04 idi. Sonuç olarak izole dana koroner arterinde de, metizerjid'in parsiyel agonist olduğu, etkisini muhtemelen 5-HT reseptörleri üzerinden yaptığı ve mianserin' in bu dokuda çok küçük dozlarda bile etkili olduğu ortaya konmuştur.
It is known that metizerjid inhibits 5-HT contractions and is also a partial agonist in studies conducted on many tissues. In the present study, the contractions caused by 5-HT (Serotonin) were inhibited by 10-11 and 10-10 M. mianserin and similarly by 10-8 and 10-6 M. metizerjitis in a dose-dependent and non-competitive manner. In addition, the maximum contraction response generated by metizerjid applied in cumulative concentration was also significantly reduced by mianserin. In the studies performed, the intrinsic activity of metizerjid was 0.3 0.04. As a result, in isolated calf coronary artery, it has been shown that metizerjid is a partial agonist, its effect is probably through 5-HT receptors and mianserin is effective in this tissue even in very small doses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Tanı T İp 2 Diyabetes Mellitus Ve Prediyabetik Hastalarda Serum İrisin Düzeyleri
Ahmet Yavuz, Zümrüt Mine Işık Sağlam, Ebru Kavak Yavuz, Melike Doğruel Yılmaz, Ezgi Değerli, Zeynep Karaali
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Tanı T İp 2 Diyabetes Mellitus Ve Prediyabetik Hastalarda Serum İrisin Düzeyleri
Serum IrIsIn Levels In Newly DIagnosed Type 2 DIabetes MellItus And PredIabetIc PatIents
Amaç: Kas hücrelerinden salınan, miyokin grubu içerisinde yer edinen, kas ile yağ dokusu arasında
mesajcı olarak görev yapan irisin hormonunun insülin direncinde, glukoz ve enerji metabolizmasının
düzenlenmesinde aktif bir rol oynadığı gösterilmiştir. Çalışmamızda irisin molekülünün glukoz
metabolizması ile olan ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya, Nisan 2017 ve Eylül 2017 arasında İç Hastalıkları Polikliniğine başvurmuş
29 yeni tanı tip 2 diyabetes mellitus hastası, 41 yeni tanı prediyabet hastası ve 28 sağlıklı kontrol grubu
dahil edildi. Serum irisin d üzeyleri, laboratuvar bulguları ve metabolik parametreler ölç ülerek kaydedildi.
Bulgular: Tip 2 diyabetes mellitus hasta grubunun serum irisin ortalaması prediabetik hastalara ve
kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p=0,015 p<0,001). Prediyabetik hastaların irisin
ortalaması kontrol grubuna göre daha yüksekti, ancak bu iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark
saptanmadı. İrisin düzeyi ile plazma açlık glukozu, HbA1c, total kolesterol, LDL, TG ile pozitif yönde HDL
ile negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkili saptand ı.
Sonuç: Bizim çalışmamız irisinin Tip 2 DM hastalarında artan insülin rezistansına kompansatuvar cevap
olarak glukoz metabolizmasını düzenleyici şekilde artış gösterdiğini desteklemektedir. Çalışmamızda yer
alan insülin direncine sahip prediyabetik hastalarda irisin ortalaması düzeyi kontrol grubuna göre yüksekti
ancak istatiksel olarak iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. İrisinin insülin direnci üzerine olumlu
sonuçları olduğu düşünülmekle birlikte etkisinin daha belirgin olarak anlaşılabilmesi için daha geniş ve
daha farklı değişkenlerin göz ön üne alındığı çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: Irisin molecule is in the group of myokins, it is released from muscle cells and a messenger between
muscle and fat tissue. It is shown that irisin peptide has an important role in insulin resistance, glucose and
energy metabolism. In our study we aimed to show irisin molecule's relationship with glucose metabolism.
Patients and Methods: The study included 29 newly diagnosed type 2 diabetes mellitus patients, 41
newly diagnosed prediabetes patients and 28 healthy control groups who applied to the Internal Medicine
Outpatient Clinic between April 2017 and September 2017. Serum irisin levels, laboratory findings and
metabolic parameters were measured and recorded.
Results: The mean plasma irisin level of the type 2 diabetes mellitus patient group was statistically
significantly higher than the prediabetic patients and the control group (p=0.015 p<0.001). Although the
mean plasma irisin level of prediabetic patients was higher than the control group, no significant difference
was found. A statistically significant correlation was found between plasma irisin level and plasma fasting
glucose, HbA1c, total cholesterol, LDL, TG in a positive way and HDL in a negative way .
Conclusion: Our study supports that plasma irisin increases in a compensatory response to the increased
insulin resistance in Type 2 DM patients in a way that regulates glucose metabolism. Although in our
study the mean irisin level in prediabetic patients was higher than the control group, no statistically
significant difference was found between the two groups. Even tough irisin is thought to have positive
results on insulin resistance, studies that larger and consider more different variables are needed in order
to understand its ef fect more clearly .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerovda Bilgisayarlı Beyın Tomografisi Bulguları
Ayşegül Öğmegül, Galip Akhan, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Sklerovda Bilgisayarlı Beyın Tomografisi Bulguları
ComputerIced TornographIc IlIddIngs Iıt MultIpl SclerosIs
Bu çalışmada, Multipl Skleroz tanısı için en kesin kriter olan bilgisayarlı beyin tomografisi bul-gulara incelenmiş ve klinik olarak multipl skleroz olduğu belirlenen hastalarımizen tomografi sonuçları, literatür bilgileriyle taritşılmiştır. Sonuçta, bilgisayarlı beyin tomografisi bulgulartnın, hastalık dönemlerine göre değişebileceği ve diğer bazı nörolojik hastalıklarla karıştırılabileceği kanısına varılmıştır.
In this study, Cornputerized Tomographic findings that are the most definitive diagnostic criteria for rnultiple sclerosis have been evaluated. Computerized tornographic findings were discussed under the light of literature. In 8 cases of 17 cases (8117) the diagnosed by means of clinical findings and history. As a result, we carne ta the conclusion that CAT findings may change in addition to the periods of the disease and the other neurological disorders. Should be alsa taken into consideration irı the dillerential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anne Ve Yenı Doğanda Sitomegaloyirus Antikorlarının Araştırılması
Emine İnci Tuncer, Mehmet Bitirgen, A. Zeki Şengil, Zeki Sayman, Murat Günaydın, Mahmut Baykan, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
Anne Ve Yenı Doğanda Sitomegaloyirus Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegagovIrus (cmv) AntIbody Of The DelIvered Mothers And TheIr Newborn Infants
Doğum yapan 109 anne ve onlara ait 109 bebeğin kordon kan örneklerinde CMV antikoru ELISA yöntemi- ile çaltşıldt. Annelere ait serumlardan 32'sinde (%29.3) CMV 1gG ve 13'ilnde (%11.9) CMV 1gM pozitifliği saptandı. Bebeklerde ise 25'inde (%22.9) CMV 1gG pozitif bulundu. CMV IgM bebeklerin hepsinde negatif olmasına rağmen, annelerdeki %11.9 oranında CMV 1gM pozitifliği bebeklerinde risk olduğunu düşündürmektedir.
Sena were öbtained from 109 mothers who were in kibar and from the wnblical cord of the- ir newborn babies. CMV antibodies of the samples were deterrnined by ELLSA teehnique, These findings revealed that the serum of 32 (29,3%) and 13 (11,9%) mothers were CMV IgG- and 1gM pozilive, respectively.4-The serum of 25 (22.9%) newborn babies showed CMV IgG positive responses. Although, CMV specıfic 1gM response was not found in the serum of the newborn babies, but 11.9% CMV specific 1gM positive response of the »tothers implied health risk for the babies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Girişimsel Çocuk Kardiyolojide İki Yıllık Deneyimlerimiz
Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Girişimsel Çocuk Kardiyolojide İki Yıllık Deneyimlerimiz
Our Two Year ExperIence In The InterventIonal PedIatrIc CardIology
Girişimsel tedavi günümüzde artık çocuk kardiyolojisi merkezleri için vazgeçilmez tedavi yöntemleri arasında yer almaktadır. Merkezimizde iki yıl içinde yaptığımız girişimsel tedavi sonuçlarımız sunuldu. Merkezimizde Şubat 2011-Kasım 2012 tarihleri arasında girişimsel işlem yapılan 40 hastanın sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Toplam 40 hastaya girişimsel tedavi uygulandığı görüldü. Bu hastaların %55’i (n:22) kız, %45’i (n:18) erkek idi. Yaşları 10 gün ile 15 yaş arasında, kiloları ise 3.7-60 kg arasındaydı. Valvüler pulmoner stenozu olan dokuz hastaya pulmoner balon valvüloplasti yapıldı. Aort koarktasyonu olan 10 hastaya koarktasyon anjioplasti yapıldı. Atriyal septal defekti olan 12 hastaya transkateterle ASD kapatma uygulandı. Geniş duktus açıklığı olan beş hastanın duktusu transkateter kapatıldı. Mitral darlığı olan 14 yaşında bir hastaya mitral balon valvüloplasti uygulandı. Hastanemizde pediyatrik anjiyo işlemlerinin yapılmaya başlandığı Haziran 2010 tarihinden Kasım 2012 tarihine kadar toplam 155 anjio işlemi yapıldığı ve bu hastaların 40’ına (%25.8) girişimsel işlem uygulandığı görüldü. Anjiyografi ünitemizde öncelikle tanı amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldığı görülmektedir. Akabinde sırasıyla aort koarktasyonuna balon anjiyoplasti ve pulmoner balon valvuloplasti gibi girişimsel işlemler yapılmaktadır. Son zamanlarda ise transkateter ASD ve PDA kapatılması ve aort koarktasyonuna stent implantasyonu gibi komplike ve deneyim gerektiren işlemlerin yapılmaya başlandığı saptanmıştır. Son 6 ay dikkate alındığında girişimsel işlemlerin oranının tanı amaçlı olanlara kıyasla artarak %50 lere yaklaştığı görüldü.
Nowadays, interventional treatment is one of the indispensable methods of treatment for pediatric cardiology centers. The results of interventional treatment of our center were presented within two years. The results of 40 patients who underwent interventional procedure in our center between February 2011-November 2012 were retrospectively reviewed. Interventional therapy was applied to 40 patients. Fifty-five percent (n:22) of these patients were female, 45% (n:18) were male. Their age is from 10 days to 15 years, their weight is between 3.7 and 60 kg. Pulmonary balloon valvuloplasty was performed to nine patients with valvular pulmonary stenosis. Angioplasty was performed to 10 patients with the coarctation of aorta. Transcatheter ASD closure was performed to 12 patients with atrial septal defect. The five patients’ ductus with a wide range closed by transcatheter. Mitral balloon valvuloplasty was performed to 14-year-old patient with mitral stenosis. In our hospital,angiography was performed since June 2010 until November 2012, with total of 155 patients with angio process and interventional procedure was applied to 40 of these patients (25.8%). At first,diagnostic angiography is performed in our angiography unit. Subsequently, interventional procedures were performed such as balloon angioplasty to the coarctation of the aorta and pulmonary balloon valvuloplasty, respectively. Recently, processes that are complicated and requires experience such as transcatheter closure of ASD and PDA, and aortic stent implantation transactions began to be performed in our clinic. Considering the last 6 months, the rate of invasive procedures increased to 50% compared with diagnostic procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigarayı Bırakan Ve Bırakmayı Deneyip Halen İçen Kişilerin Kullandıkları Metotlar
Lütfi Saltuk Demir, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Sigarayı Bırakan Ve Bırakmayı Deneyip Halen İçen Kişilerin Kullandıkları Metotlar
People Who QuItted SmokIng And Who TrIed But Could Not QuIt
smokIng Methods Used
Sigara bırakma döneminde çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Bu
çalışmada, sigara içmeyi bırakmış kişilerde ve bırakmayı deneyip
halen içenlerde sigarayı bırakma girişimlerinde başvurdukları
metotların ve sigara bırakma döneminde karşılaştıkları sıkıntıların
karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Tanımlayıcı tipteki bu çalışma
2007 yılında Konya il merkezinde bulunan 5 sağlık ocağına başvuran
157 kişi ile yapıldı. Verilerin değerlendirilmesinde T testi ve MannWhitney
U testi kullanıldı. Çalışmaya katılanların 66 (%42)’sı sigarayı
bırakmış, 91 (%58)’i ise bırakmayı denemiş fakat halen sigara
içen kişilerdi. Sigarayı bırakanları %18’i, bırakmayı deneyip halen
içenlerin ise 6.6’sı sigara bıraktıkları dönemde profesyonel yardım
almıştır (p=0.03). sigarayı bırakmış kişilerin %27.3’ü, bırakmayı
deneyip halen içenlerde ise %10.6’sı bu dönemde herhangi bir yöntem
kullandığını belirtmiştir (p=0.008). Sigarayı bırakma döneminde
profesyonel destek almak ve herhangi bir yöntem kullanmak sigarayı
bırakmaya yardımcı olmaktadır.
There are several methods exist to quit smoking. In this study it
is aimed to evaluate the inconvenience and the methods which were
used by people who have successfully gave-up smoking and who tried
to quit but could not do so. Total 157 volunteers who have applied
to 5 different primary health care facilities at Konya city center were
involve in this descriptive study. t-test and Mann-Whitney-U test were
used to evaluate the data. Of the study population 66 (42%) were
successfully quitted smoking and 91 (58%) were tried but could not
quit smoking. 18% of successfully quitters and 6.6% of non successful
attempts were received professional support (p=.03). Only 27.3% of
quitters and 10.6% of attempts were utilized any kind of method to
quit smoking (p=.008). Receiving professional support and utilizing a
reliable method aid to quit smoking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
Osman Balcı, Emine Türen
Olgu sunumu
Özeti
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
GIant OvarIan LeIomyosarcoma In A Postmenapausal Woman
Primer ovarian leiomyosarkomlar genellikle post-menopozal
kadınlarda karşımıza çıkan, nadir görülen, orijini, etiyolojisi, histolojik
özellikleri, kliniği ve optimal tedavisi tam olarak açıklanamamış
tümörlerdir. Tüm over tümörlerinin %3‘ünden azını oluşturmaktadırlar.
Seyrek görülüyor olmaları ve spesifik semptomlarının olmaması tanıyı
daha da güç hale getirmektedir. Bu makalede, ovarian kitle nedeni
ile opere edilen ve patoloji sonucu ovarian leiomyosarkom gelen 66
yaşında bir hasta sunuldu. Her ne kadar ovarian leiomyosarkomlar
nadir görülen tümörler olsa da over gonadal stromal tümörlerinin
ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır.
Primary ovarian leiomyosarcomas, which are often encountered in
post-menopausal women, are rare, their origin, etiology, histological
and clinical features and optimal treatment plan have not been
fully explained tumors. They constitute less than 3% of all ovarian
tumors. Due to rarely observation and the lack of specific symptoms,
ovarian leiomyosarcomas are often difficult to be recognized. In this
article, a 66-year-old patient who was operated for ovarian mass and
pathology resulted with ovarian leiomyosarcoma, was presented.
Although ovarian tumors are rare, leiomyosarcomas ovarian gonadal
stromal tumors should be kept in mind in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciğer Hidatik Kistinin Nadir Bir Komplikasyonu: Cilt
altına Fistülizasyon
Halil İbrahim Taşcı, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin
Olgu sunumu
Özeti
Karaciğer Hidatik Kistinin Nadir Bir Komplikasyonu: Cilt
altına Fistülizasyon
A Rare ComplIcatIon Of HepatIc HydatId Cysts: Percutaneous
fIstulIzatIon
Hidatik kisti olan hastalar rastlantısal olarak tanı konulana
kadar; ya da komplikasyon gelişene kadar genelde asemptomatik
seyrederler. Seksen yaşında Nöroloji yoğun bakımda hipoksik beyin
nedeni ile takip edilen hasta, bir süredir olan epigastrik bölgede
şişlik şikayeti nedeni ile değerlendirildi. Fizik muayenede epigastrik
bölgede yaklaşık 5x6 cm ebadında dışa doğru büyümüş kitle lezyonu
vardı. Ameliyatta karaciğer sol lobdan kaynaklanan ve cilt altına
fistülize olmuş, enfekte hidatik kiste rastlandı. Ameliyat sonrası 7.
günde 20 mg/kg albendazol tedavisiyle problemsiz şekilde taburcu
edildi. Sonuç olarak karaciğer hidatik kisti ileri evre olsa bile, cilt
tutulumu, cilt altına fistülizasyon gibi çok nadir komplikasyonlara dahi
sebep olabileceği akılda tutulmalıdır.
Patients with hydatid cysts generally show an asymptomatic
progress until they are randomly diagnosed or until they develop a
complication.A The 80-year-old patient, who was being followed-up in
the ICU of the neurology department because of hypoxic brain, was
evaluated for a swelling in the epigastric area which was existent for a
while. The patient’s physical examination revealed an exophytic mass
lesion of about 5x6 cm on the epigastric area. During the surgery it
was seen that the patient had an infected hydatid cyst originating
from the left lobe of liver with percutaneous fistulization.The patient
was discharged on post-op day 7 without any problems with 20 mg/
kg albendazole treatment. Consequently, it should be noted that
hepatic hydatid cysts could give way to very rare complications like
skin involvement and percutaneous fistulization even if they are on
advanced stages.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Hastalarda İntravenöz Port Kullanımı: 5 Yıllık Klinik Deneyim
Mehmet Ali Kaygın, Özgür Dağ, Mustafa Güneş, Mutlu Şenocak, Bilgehan Erkut
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Hastalarda İntravenöz Port Kullanımı: 5 Yıllık Klinik Deneyim
The Use Of Intravenous Port In MalIng DIsease: 5-Year ExperIence
Uzun süreli intravenöz tedavi ihtiyacı duyan kanser hastalarında damarsal erişim yolu önem taşır. Port adı verilen bu kısmi implante edilen kateterler ile uzun süreli intravenöz uygulama sağlanabilmiş ve yıllar içinde kateterin yapısında ve uygulamasında değişiklikler yapılmıştır. Ocak 2006-Ağustos 2010 tarihleri arasında tedavileri için kliniğimize başvuran ve kalıcı venöz port uygulanan 235 kanser hastası retrospektif olarak incelendi. Port kateter takılan hastaların yaşları 28-82 arasındaydı (45±3). Hastaların 132’si bayan, 103’ü erkek idi. Tüm port kateter girişimlerimiz ameliyathanede, monitörizasyon ve lokal anestezi altında gerçekleştirildi. 235 hasta için portun takılı kaldığı toplam gün sayısı 11-1997 gün arasında değişmekteydi (ort. 603 gün). İntravenöz port kateterlerin klinik kullanımının her geçen gün artması bunlara olan önemi artırmıştır. Özellikle kanser tedavisi için damar yolu bulmanın güç olduğu olgularda güvenle kullanılır. Uzman kişilerce portun takılması, huber iğnesinin kullanımında gereken dikkatin verilmesi, kullanılan enjektörün hacminin 10 cc ve üzerinde olarak belirlenmesi dışında, port takıldıktan sonra görüntüleme yöntemleri ile değerlendirilmesi, cilt altına iyi tespit edilmesi, kullanım döneminde ise steril şekilde kullanması ve heparin ile yıkama işlemlerinin yine deneyimli kişilerce yapılması kateter ömrünü uzatacak ve hasta konforunu daha da arttıracaktır.
The vascular access path is important in cancer patients who need long-term intravenous treatment. With this partial application port named, long-term intravenous application could be performed, and changes were made in the structure and application of these catheters with the over the years. Between January 2006-August 2010, 235 cancer patients underwent permanent venous port were retrospectively reviewed in our clinic. Patients’ age were ranged from 28-82 (mean 45±3). 132 patients were female, 103 were male. All attempts to port catheter performed under local anesthesia in the operating room, monitoring. The total number of days that remained attached to the port for 235 patients ranged from 11-1997 days (mean 603 days). The clinical use of intravenous port catheters has increased, and the importance of them every day to increase. Especially, in patients’ vascular access inappropriate, these catheters used safely. Installing the port by experts, be careful in Huber needle use, than more 10 cc of injector volume, and the port has been inserted after the evaluation of imaging methods, detection of skin under the best of use of the sterile period, and the use of heparin made by persons experienced with the washing process also will extend the life of the catheter and will improve patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesi Kan Donörlerinde Lıbsag Sıklığı
Mustafa Altındiş, Emel Türk Arıbaş, Ali Sütçü, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesi Kan Donörlerinde Lıbsag Sıklığı
The Prevalance Of Hbsag In Blood Donors In Konya Reguon
Bu çalışmada, 1991 - 1995 yılları arasında Konya Kızılay Kan Merkezine başvuran kan donörlerinde, HBsAgHB sA, poziti fiği araştırıldı. Toplam 10,849 kan donörünün 539 (% 4.96)'unda HBsAg lıozrtiflrği sap-tandı. HBsAg pozitifliği asker donörlerde % 4.93 ve sivil donörlerde % 5.40 idi. 1991 - 1994'de lateks ag-lutinasyon yöntemiyle HBsAg % 5;18 bu-lunurken, ELISA tekniğinin kullanıldığı 1995 yılında bu oranın % 4.38 olduğu tesbit edildi. En yüksek HBsAg pozitijliği ise A Rh(±)donöderde (%6.67) idi.
in this study. HBsAg pozitiviiy among blood do-nors at the Konya Kızılay Blood Center. detected du-ring 1991 - 1995 were evaluated. In 539 (4.96 %) of total 10.849 Mond donors positi•ity of HBsAg among the soldier donors was 4.93 %. and among the ci-ıriliurt was 5.40 %. HBsAg positivity was found re be 5.18 Tc fay latex agglutination assay du-ring 1991 - 1994 as against 4.38 % reported in 1995 using ELISA tecnique. Blood group A Rh (+) donors had the highest HBsAg positivity rate ( 6.67 %).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
Yüksel Tatkan, Ersin Çiftçi, Mustafa Şahin, Serdar Yol, İlhami Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
The Effect Of VItamIne E And UrsodeoxycholIc AcId On Immune System In ObstructIve JaundIce
Amaç: Bu çalışmada tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlarda; UDKA ve vitamin E'nin lökosit sayısı, T, B ve null lenfosit oranları ve floresans boya ile işaretli E.coli translokasyonu üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Araştırmada 70 VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlar 15'erli dört gruba ayrıldı. Birinci grup sadece tıkanma sarılığı oluşturulan gruptu. İkinci gruba 8-14. günler arası 25mg/kg ora! UDKA verildi. Üçüncü grup, aynı günler arasında bir haftalık süre içinde günaşırı 500 mg/kg int- ramüsküler (toplam 3 kez) vitamin E verilen deney grubuydu. Dördüncü gruba UDKA ve vitamin E, yukarıda be lirtilen süre ve dozda birlikte verildi. Geriye kalan 10 denekte (5. grup) sham işlemi uygulandı. 14. günde tüm sıçanlara, ml'sinde 109 bakteri içeren floresans boya İle işaretli E.coli 2 mİ olarak nazo-gastrik tüp ile verildi. Bir gün sonra steril şartlarda sakrifiye edilen sıçanlardan, histopatolojik inceleme için MLN, karaciğer, dalak, ince bar sak ve kan örnekleri alındı. Kan yaymalarında May-Grünwald-Giemsa yöntemi ile lökosit formülü, ANAE enzimi ile T, B ve null lenfosit oranları saptandı. Bilirübin, SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz çalışıldı. Barsak duvarı, MLN, ka raciğer, kan ve dalakta floresans mikroskopta işaretli E.coli'ler belirlendi. Bulgular: Lökosit formülünde 1 ve 2. grupta lenfosit oranlarında azalma vardı (p<0.05). E vitamini verilen gruplarda ise lenfosit oranları sham grubu ile benzerdi. T ve B lenfosit oranları ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda azalmıştı. Bu azalma 3 ve 4. gruplarda daha belirgindi (p<0.05). Null lenfositlerin oranı ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda artmış, E vitamini verilen gruplarda ise daha belirgin olarak artmıştı (p<0.05). İşaretli E.coli'lerin birinci grupta anlamlı yükseklik gösterdiği, diğer grup lar arasında fark olmadığı belirlendi. Sonuç: Tıkanma sarılıklarında E vitamininin lenfoproliferatif etkiyle Null len fositlerde anlamlı bir artış sağladığı, UDKA ’in immün sistem üzerine direkt bir etkisinin olmadığı, ancak işaretli E. colllerin dokulara geçişini E vitaminine eşdeğer oranda azalttığı tesbit edilmiştir.
Purpose: The aim of this study is to investigate the effect of Vitamine E and Ursodeoxycholic acid (UDCA) on the leucocyte count, the ratio of T, B and Null leymphocyte and translocation of E. coli labelled vvith flourescein in an experimental obstructive jaundice model in rats. Material and Methods: Seventy male VVistar-albino rats vvere used in this study. The animals vvere divided into four groups ineluding 15 rats and obstructive jaundice vvere per- formed in ali rats. İn the first group; obstructive jaundice was performed only, İn the second group; 25 mg/kg UDCA was given orally between 8-14 days. İn the third group; 500 mg/kg/im Vitamine E was given in every two days betvveen 8-14 days (three times). İn the fourth group Vitamine E and UDCA vvere given together as men- tıoned above. İn the left ten rats; sham procedure was performed (flfth group). Two mİ solution ineluding 109 E. coli labelled vvith flourescein was given via a naso-gastric tube at 14th day. Ali rats vvere sacrificed at 15th day and mesenteric lymphatic nodules (MLN), liver, spleen, small bovvel tissue samples and one mİ blood samples vvere taken. Leucocyte types vvere deteeted by May-Grüwald-Giemsa method and T, B and Null lemphocyte ratio vvere found by ANAE enzyme. Serum Bilirubine, SGOT, SGPT and Alkaline phosphatase levels vvere measured. Translocated E. coli number deteeted in bovvell wall, MLN, liver, spleen and blood samples by flourescein mic- roseopy. Findings: There was a significant decrease of lemphocyte ratio in group I and II (p<0.05). The lemp hocyte ratio of groups II and III was similar vvith control group. T and B lemphocyte ratio decreased in ali ja- undiced groups. The decrease vvas significant in third and fourth groups (p<0.05). Null lemphocyte ratio inereased in ali groups, but the differences vvas significant in groups III and IV (p< 0.05). E.coli translocation vvas significant in group I, and there vvas no differences in other groups. Conclusion: Vitamine E caused Null lemphocyte pro- liferation. UDCA has no direct effect on immune system, but it prevented the lebelled E.coli translocation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde Aterosklerotik Kalp Hastalığı Risk Faktörlerinin Bölgesel Dağılımı
Hasan Hüseyin Telli, Asım Sarıgüzel, Ahmet Temizhan, Ali Borazan, Turgut Karabağ, Hasan Gök
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde Aterosklerotik Kalp Hastalığı Risk Faktörlerinin Bölgesel Dağılımı
RegIonal DIstrIbutIon Of The AtherosclerotIc Heart DIsease's RIsk Factors In Konya
Bu retrospektif klinik çalışmada Konya bölgesinde koroner anjiografi için kliniğimize alınan hastalarda aterosklerotik risk faktörleriyle, klinik tanı ve anjio skorlarının bölgesel dağılımını araştırmayı amaçladık. Çalışma klinik olarak koroner arter hastalığı (KKH) tanısı konulan 630 olguda yapıldı. Olguların yaş, cinsiyet, dislipidemi, total kolesterol, trigliserid, LDL kolesterol, HDL kolesterol, sigara kullanımı, hipertansiyon, diyabet, heredite gibi risk faktörleri değerlendirildikten sonra KKH'ın yaygınlığının bir ölçüsü olan Reardon'un modifiye şiddet skoru hesaplandı. Çalışmaya 450'si erkek. 180 i kadın ( yaş ortalaması 56.2 ±9.3 yıl ve yaş aralığı 20-80 yıl) toplam 630 olgu alındı. Aterosklerozun yaygınlığı arttıkça trigliserid değerleri de belirgin olarak artış gösterdi. Bu artış 2 damar hastalığı grubunda tek damar hastalığı grubuna göre anlamlı (p<0.05) idi. HDL değerleri damar tutulumu arttıkça azalma gösterdi. Bu azalma 3 damar grubunda tek damar grubuna göre anlamlıydı (p<0.05). Erkeklerde trigliserid değeri, sigara skoru ve oranları 20-49 yaş grubunda, 60 yaş üzeri gruba göre daha yüksekti (p< 0.05). Sigara kullanımı 50-59 yaş grubunda da 60 yaş üzeri grubuna göre daha fazla bulundu (p<0.05). Hipertansiyon 60 yaş üzeri grupta 20-49 ve 50-59 yaş grubuna göre daha yüksekti (p<0.05). KKH ile yaş, kolesterol, trigliserid. LDL kolesterol, HDL kolesterol ve sigara kullanımı arasında korelasyon bulundu. Sonuç olarak, bölgemizde sigara dışında aterosklerotik risk faktörleri TEKHARF çalışmasındaki gerek Türkiye gerekse İç Anadolu için verilen değerlerden daha yüksek bulundu.
İn this retropective study, patients with atherosclerotic risk factors and the related clinical diagnosis, angiographic scoring and regional distribution were investigated. A total of 630 patients (450 male, 180 female, mean age 56,2 ± 9.3) t hat underwent coronary angiography were enrolled. Patients were classified according to the clinical characteristic and Reardon’s modified severity scoring which is the indicator of the extend of coronary artery disease, was calculated. A parallel increase in coronary disease along with higher triglicehdes was observed, which was significantly different betvveen single and double vessel disease(p<0,05). The same correlation was apparent between HDL levels and the extent of the disease vvhich was remarkable in single and triple vessel disease group (p<0,05). Triglyceride levels varied as higher in males younger than 60 year of age vvhile smoking was lower in the same group (p<0,05). On the other hand hypertension was observed more frequently in elder patients (<60 year of age) (p<0,05). As a conclusion, ali risk factors other than smoking appeared to be higher than TEKHARF cohort, which were given for Central Anatolia region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Osman Serhat Tokgöz, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Assessment The OptImum EffIcacy And NeurologIc SIde Effect(s) Of AntIhyperlIpIdemIc Drug RegImens In DyslIpIdemIc Adult PatIents
Amaç: Dispidemik erişkinlerde, antihiperlipidemik ilaç tedavilerinin optimal etki ve nörolojik yan etki yönünden araştırılması. Gereç ve Yöntem: Nöroloji ve kardiyoloji polikliniklerine başvuran 37-77 yaşları arasında 42 kadın, 87 erkek, toplam 129 dislipidemik hasta çalışmamız için seçildi. Tüm hastalara, ideal kilolarına ulaşmaları ve standart lipidden fakir beslenme diyetini uygulamaları önerildi. Hastalar 5 gruba ayrıldı. Gruplara sık kullanılan antihiperlipidemik ilaçlardan; düşük doz atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrat (200 mg) ve fenofibrat + atorvastatin kombinasyonu başlandı. 0, 3, 6 ve 12. aylarda nörolojik muayene yapıldı ve kan lipit profili, kan enzimleri izlendi. İlaç kullanımı sonrası nörolojik şikayeti olanlara, nörolojik muayenesinde patolojik bulgu tespit edilenlere ve kas enzimleri yüksek olanlara ENMG yapıldı. Bulgular: ATP III Kriterlerine göre yüksek ve sınırlı yüksek hiperlipidemi vakalarında düşük doz antihiperlipidemik ilaç kullanımı sonucu; ikinci 6 ayda fenofibrat provastatine oranla anlamlı bir şekilde Trigliserit’de (TG) düşme sağladı. İlk 3 ayda atorvastatin fenofibrata oranla LDL-K değerlerine anlamlı bir düşmeye neden oldu. İlk 6 ayda pravastatin, atorvastatine oranla kreatin kinaz seviyelerinde anlamlı artışa neden oldu. Kullanılan ilaçlar arasında diğer lipit profilleri üzerine etkiler ve yan etkileri açısından bir fark yoktu. ENMG yapılan hastalarda patolojik bulgu gözlenmedi. Sonuç: Bir yıl süreyle düşük doz kullanılan antihiperlipidemik ilaçlar çoğunlukla etki bakımından benzer konumdadır. Kas enzimleri üzerine yan etkileri miyalji ve % 4-68 oranında enzim artışı şeklindedir. Tüm ilaçlar için CK artışı literatürde belirtilen 3-10 kat yüksekliğe ulaşmamıştır. ENMG’de miyopati olmamasına rağmen miyalji, önemli bir yakınma nedenidir. Sonuçta uzun süreli statin tedavisinin yüksek risk taşıyan ve düzenli kontrol edilebilen hastalarda önerilmesinin uygun olduğu kanısındayız.
Aim: To assess the optimum efficacy and neurological side effect(s) of antihyperlipidemic drug regimens in dyslipidemic adult patients. Material and Method: Fotry-two male, eighty-seven female; totally 129 dyslipidemic patients, 37 to 77 years of age who admitted to neurology and cardiology out-patient clinics were eligible for our study. All of the patients were recommended to reach an ideal body weight and to maintain a standard low-lipid diet. Patients were divided into 5 subgroups and were assigned to receive commonly used antihyperlipidemic agents; low-dose atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrate (200 mg) and a combination of fenofibrate and atorvastatin regimen. Neurological examination was evaluated besides fasting plasma lipid profile and muscle enzyme levels at 0, 3, 6 and 12-month intervals. Electroneuromyography (ENMG) was performed in patients having neurological complaint(s), finding(s) and/or elevated muscle enzyme levels after drug administration. Results: According to ATP III criteria, in the second 6-month period, fenofibrate effectively improved the triglyceride profile in patients with high and borderline plasma lipid levels versus pravastatin therapy. In the first 3-month period, atorvastatin significanty improved LDL-C levels versus fenofibrate. In the first 6-month period, pravastatin caused a marked elevation of creatinine kinase levels versus atorvastatin. Among all the drugs, no other differences were observed either on lipid or on side effect profiles. No pathological findings were observed in patients who underwent ENMG. Conclusion: For the first year, low-dose antihyperlidemic agents have mostly similar efficacy profiles. Encountered side effects are; myalgia and elevated serum creatinine phosphokinase (CPK) levels at a range of 4-68 %. CPK elevations did not exceed to 3 to 10 times as reported in the literature with any of the drugs. In spite of myopathic changes in ENMG, myalgia was commonly reported. In conclusion we suggest that, patients at hig-risk, represent a suitable group for prolonged statin treatment with regular clinical follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Niyazi Görmüş, Kadir Durgut, Atilla Orhan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Early And MId-Term Results Of Urgent Open Heart Surgery In PatIents WIth Left Maln Coronary Artery DIsease
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Kolelitiyazis: Antalya Yöresinde Yedi Yıllık Deneyim
Aygen Yılmaz, Mustafa Akçam, Özlem Akıncı, Güngör Karagüzel, Reha Artan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Kolelitiyazis: Antalya Yöresinde Yedi Yıllık Deneyim
CholelIthIasIs In ChIldren: Seven Years ExperIence In Antalya RegIon
Amaç: Bu çalışmanın amacı, çocukluk çağında oldukça nadir olan kolelitiyazis tanısı konulup izlenen olguların özelliklerinin ortaya konulmasıdır. Gereç ve yöntem: Haziran 1998 ve Haziran 2005 döneminde kliniğimizde kolelitiyazis tanısı alan 23 olguya ait veriler değerlendirildi. Bulgular: Olguların 15’i kız (%65.2), sekizi erkek idi (ortalama yaş: 8.3±4.7 yıl). En önemli taş oluşum sebebi hemolitik hastalıklar (%43.5) idi. Olguların %30.4’ünde altta yatan bir neden bulunamadı. Tüm olguların %39’u, hemolitik hastalığı olan olguların ise %80’i asemptomatikti. Kolesistektomi 23 olgunun dokuzunda (%39.1) yapıldı. Olguların %78’inde kesede birden fazla taş saptanırken hemolitik hastalığı olanların hepsinde çoğul kese taşları vardı. Taş analizi hiçbir olguda yapılamamıştı. Sonuç: Çocuklarda nadiren saptanan kolelityaz konusunda bilgi birikimi yetersizdir. Hemolitik hastalığı olan olguların önemli bölümü asemptomatik olup, kese taşları tesadüfen tespit edilmektedir. Bu olguların periyodik izlemi önemlidir. Semtomatik hastalarda ve çapı 2 cm’den büyük hastalarda laparaskopik kolesistektomi yapılmalıdır. Safra taşı analizine ülkemizde gereken önem verilmelidir.
Purpose: The aim of this study is the documentation of characteristics of cases diagnosed and followed as cholelithiasis which is quite rare in childhood period. Material and method: Data of 23 cases diagnosed as cholelithiasis in ourclinic between June 1998 and June 2005 were evaluated. Result: Fifteen of cases were female (65.2%) and eight were male (mean age: 8.3±4.7 year). The most important reason of stone formation was hemolytic diseases (43.5%). No underlying reason could be found in 30.4% of cases. About 39% of all cases and 80% of cases with hemolytic diseases (43.5%). No underlying reason could be found in 30.4% of cases. About 39% of all cases and 80% of cases with hemolytic diseases were asymptomatic. Cholecystectomy was performed in nine of 23 cases (39.1%). Multiple stones were detected in 78% of all cases while all patients with hemolytic disease had multiple stones. Stone analysis was not performed in any of patients. Conclusion: Knowledge about cholelithiasis which rarely detected in children is insufficient. Most of cases with hemolytic disease are asymptomatic and gall bladder Stones were detected accidentally. Periodic follow up of these patients is very important. Laparoscopic cholecystectomy must be performed in all symptomatic patients and in patients having Stones larger than 2 cm diameter. Needed significance to stone analysis must be given in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türk Halkında Ganglion Hücre Kompleksinin Ve Retina Sinir Lifi Kalınlığının Yaş Ve Cinsiyete Göre Rtvue Optik Kohorens Tomografi İle Değerlendirilmesi
Mehmet Adam, Seray Aslan Bayhan, Hasan Ali Bayhan, Ersin Muhafiz, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal
Araştırma makalesi
Özeti
Türk Halkında Ganglion Hücre Kompleksinin Ve Retina Sinir Lifi Kalınlığının Yaş Ve Cinsiyete Göre Rtvue Optik Kohorens Tomografi İle Değerlendirilmesi
AnalysIs Of GanglIon Cell Complex And RetInal Nerve FIber Layer ThIcknesses AccordIng To Age And Sex UsIng Rtvue OptIcal Coherence Tomography In TurkIsh PopulatIon
Aim: To determine the effects of age and sex on retinal ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness in the eyes of healthy individuals determined using RTVue optical coherence tomography.
Patients and Methods: We evaluated 393 healthy Turkish subjects aged 10-84 years in a cross-sectional study. Linear regression analysis and Pearson’s correlation were performed to analyze the difference in the age-related changes. We evaluated the relationship between the retinal nerve fiber layer thickness and ganglion cell complex thickness using Pearson’s correlation.
Results: The whole population mean retinal nerve fiber layer thickness was 108.94±9.77 µm, and decreased by 0.101 µm/year (95% confidence interval (CI), -0.151, -0.051; linear regression analysis, p<0.001). The most significant decrease was in the supero-temporal sector (0.197 µm/year, 95% CI, -0.293, -0.101; linear regression analysis, p<0.001).There was no difference in the retinal nerve fiber layer thickness between sexes, except for the superior quadrant. The mean ganglion cell complex thickness was 97.45±6.42 µm, and decreased by 0.043 µm/year (95% CI, -0.079, -0.007; linear regression analysis, p=0.019). There was no relationship between sex and ganglion cell complex thickness. The mean retinal nerve fiber layer and ganglion cell complex thicknesses exhibited a significant correlation (p<0.001 and r=0.630).
Conclusion: The ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness decreased significantly with age but ganglion cell complex thickness was less affected. In addition, the ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness were greater in the present study than in the RTVue database. These differences should be taken into consideration because they may lead to delayed diagnosis.
Amaç: Sağlıklı bireylerde yaş ve cinsiyetin ganglion hücre kompleksi ve retina sinir lifi kalınlığı üzerine etkisinin RTVue optik kohorens tomografi ile değerlendirilmesi
Hastalar ve Yöntem: Yaşları 10-84 arasında değişen 393 sağlıklı katılımcıyı bu kesitsel çalışmada değerlendirdik. Yaşa bağlı değişikler lineer regresyon analizi ve Pearson korelasyon analizi ile incelendi. Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi arasındaki ilişki pearson korelasyon testi ile değerlendirildi.
Bulgular: Tüm populasyonun ortalama retina sinir lifi kalınlığı 108.94±9.77 µm idi ve yıllık 0.101 µm (95% güven aralığında , -0.151, -0.051; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) azalmaktaydı. En önemli azalma üst temporal bölümde ve yıllık 0.197 µm (0.197 µm/yıl, 95% güven aralığı, -0.293, -0.101; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) olarak görüldü. Üst kadran hariç retina sinir lifi kalınlığında cinsiyete göre fark bulunamadı. Ortalama ganglion hücre kompleksi kalınlığı 97.45±6.42 µm olarak bulundu ve her yıl 0.043 µm azalmaktaydı (95% güven aralığında, -0.079, -0.007; lineer regresyon analisi ile, p=0.019). Cinsiyetle ganglion hücre kalınlığı arasında bir ilişki bulunmazken retina sinir lifi ile ganglion hücre kompleksi arasında anlamlı korelasyon tespit edilmiştir (p<0.001 ve r=0.630).
Sonuç: Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi kalınlığı yaşla birlikte önemli ölçüde azalmaktadır ancak ganglion hücre kalınlığı daha az etkilenmektedir. Ek olarak bu çalışmada ganglion hücre kalınlığı ve retina sinir lifi kalınlığı RTVue veri tabanından yüksek bulunmuştur. Bu fark tanıda gecikmeye neden olabileceğinden dikkate alınmalıdır.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
2000 Canlı Doğumda İntra Uterin Gelişme Geriliği İle Doğan Bebekler Üzerıne Bir Araştırma
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, İbrahim Erkul, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
2000 Canlı Doğumda İntra Uterin Gelişme Geriliği İle Doğan Bebekler Üzerıne Bir Araştırma
A Research On Babıes Born Wıth Intra Uterıne Growth Restrıctıon In 2000 Lıve Bırds
İUGG ile doğan bebekler, günümüzde pediatrisler için önemli bir sorun teşkil ederler. Bu tür doğumlar toplumun sosyo-ekonomik durumu ile ilişkili oldukları için özellikle gelişmekte olan ülkelerde daha fazla görüldükleri yapılan araştırmalarda gösterilmiştir (7). Yurdumuzda ise İUGG ile doğan bebeklerin insidansı ve özellikleri üzerine yapı/an bir araştırma vardır (5). Bu çalışmada 2000 vakalık seri üzerinde bu tür doğumların insidansını, anne yaşı, gebelik sayısı ve gebelik sıklığı ile olan ilişkisini araştırdık.
The newborn infants with IUGG are an important problem for pediatritions today, Because of the fact that this kind of births are releated to the socioeconomic status of population, it has been shown that these births are especially seen in the underdeveloped countries. In this investigation, we have searched the IUGG incidence and the re/ationship between IUGG and rnother's age, the number and the fri-quency of delivery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İmpulsif Rotasyonel Test
Süleyman İlhan, Nurhan İlhan, Orhan Demir, Galip Akhan
Araştırma makalesi
Özeti
İmpulsif Rotasyonel Test
ImpulsIve Rotatory TestIng
Bu çalışmada, 52 sağlıklı kişide üç değişik şiddette (63 7sn, 87 7sn, I 14 7sn) impulsif rotasyon kullanılarak rotasyonel nistagrnus elde edildi. Kaydedilen nistagmus yavaş faz maksimum açısal hız ölçümleri yapıldı. Yön egemenlikleri hesaplandı. Bulunan değerler istatistik olarak analiz edildi. Sonuçlar literatür bilgileri ile değerlendirildi. Kullanılan yöntemin nörootolojik çalışmalarda güvenilir olduğu kanısına varıldı.
Impulsive Rotatory Testing Rotatory nystagmus re.sıtited from impulsive rotatory stimuli al three different magnitudes (637sec, 877sec, 114 5sec) was recorded in 52 Jıealty subjects. Slow phase maximum angular velocities of rotatory nystagrrıus was measured. Perrotatory and postrotaiory directional preponderances were calculated. Obtained values were statistically analysed. The residts were evaluateti in the light of relevant literature. The method was considered ta be reliable in the field of neurootology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
Alper Yosunkaya, Ahmet Keçecioğlu, Tuba Berra Erdem, Hale Borazan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitemizde Sık Rastlanan Obstetrik Sorun: Hellp Sendromu (15 Olgunun Analizi)
The Common ObstetrIc Problem In Our IntensIve Care UnIt: Hellp Syndrome (analysIs Of 15 Cases)
HELLP sendromu (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)hemoliz, yükselmiş karaciğer enzimleri ve trombosit sayısında azalma ile karakterize, yüksek maternal ve perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili bir tablodur. Biz çalışmamızda 2005-2009 arasında, yoğun bakımımızda takip ettiğimiz, Hellp Sendromlu 15 preeklamptik ve eklamptik hastayı retrospektif olarak inceledik. Hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri , demografik, klinik ve obstetrik özellikleri kaydedilmiş,hemoglobin, serum albümin seviyesi, protrombin ve parsiyel tromboplastin zamanı,fibrinojen düzeyi, trombosit sayısı, total bilirubin ve kreatinin değerleri, AST, ALT, laktat dehidrogenaz düzeyleri incelenmiştir. Hellp sendromlu hastaların yoğun bakıma alınma nedenleri ciddi konvülsiyon, şuur kaybı , hava yolu kontrolü, invazif hemodinamik monitorizasyon, ARDS, intraserebral hemoraji ve solunum yetersizliği idi. Hastalarımızın yoğun bakımdaki 4 günlük takibi esnasında trombosit sayısı 3. günden itibaren yükselmeye başladı. Ancak bu yükselme yoğun bakıma kabul günü ile karşılaştırıldığında 4. günde istatistiksel olarak anlamlı idi. Yine benzer olarak AST, ALT, LDH, üre ve kreatinin değerleri 3. günden itibaren düşmeye başlarken 4. günden itibaren düşüş anlamlıydı (P
Hellp Syndrome (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets)is characterized by hemolysis, elevated liver enzymes and low platelet count, and related with an increased with an increased foetal and maternal mortality. We aimed in this study to evaluate the morbidity and mortality of 15 Hellp syndrome patients who have been admitted to our intensive care unit, between 2005 and 2009 years retrospectively. Patients ICU admission indications, demographic, clinical and obstetric data was noted down; hemoglobin, serum albumin level, prothrombine time ve active partial thromboplastin time, fibrinogen level, thrombocyte number, total bilirubine ve creatinine levels, AST, ALT, lactate dehidroginase (LDH) levels were analysed. Intensive care unit(ICU)admission of Hellp sydrome patients were convulsion, loss of consciousness, airway control, invasive hemodinamic monitorisation, ARDS, intracerebral hemorrhage and respiration insufficiency During 4 day intensive care unit following of our patients, thrombocyte numbers began to increase from third day of admission. But this increament was statistically significant between admission day to ICU and fourth day. Again similarly AST, ALT, LDH, ürea ve creatinine levels began to decreased at third day and decreament was statistically significant as from fourth day(P
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anestezi Altında Mini Laparotomi İle Cerrahi Gastrostomi: 62 Olgunun Analizi
Cebrail Akyüz
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal Anestezi Altında Mini Laparotomi İle Cerrahi Gastrostomi: 62 Olgunun Analizi
SurgIcal Gastrostomy WIth MInI Laparatomy Under Local AnesthesIa: AnalysIs Of 62 Cases
Amaç: Obstrüktif tümörler, nöromuskuler hastalıklar, felç, serebral kanama gibi durumlarda genelllikle beslenme amaçlı gastrostomi gerekir. Bu çalışmanın amacı, endoskop kullanımının kısıtlı olduğu durumlarda lokal anestezi altında uygulanabilen mini laparotomi ile cerrahi gastrostominin başarılı şekilde kullanımınını tartışmaktır.
Gereç ve Yöntemler: 62 hastaya Stamm gastrostomi prosedürü uygulandı.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 63.7 idi ve % 83.9’ u ASA IV’ tü. Gastrostomiendikasyonunu% 51.6’ sını tümör obstrüksiyonu, % 17.7’ sini nöromüskuler hastalıklar, % 16.6’ sını ise inme ve serebral kanamalar, % 1.6’ sınıözafagus yaralanması, % 12.9’ unu metastatik tümörler ve hipoksikensefalopati oluşturmaktaydı.Ortalama ameliyat süresi 36 ± 12.8 dakika idi. İşleme bağlı hastane içi morbidite ve mortalite oranları düşüktü (sırasıyla; % 16.2- % 14.5).
Sonuç: Lokal anestezi altında mini laparotomi ile Stammgastrostomi, perkütan ve endoskopik yaklaşımların uygulanamadığı durumlarda etkili bir alternatiftir. Yüksek riskli hastalarda kısa ameliyat süresi, düşük morbidite ve mortalite oranları ile güvenli bir şekilde uygulanabilir.
Objective: Feeding gastrostomy is generally needed in the cases of oropharnyngeal dysphagia. The objective of this study is to analyze the use of surgical gastrostomy with mini laparatomy under local anaesthesia in situations where endoscopic procedure is not possible.
Methods: Stamm gastrostomy was performed in 62 patients in whom oral and nasogastric tube feeding could not be given and percutaneous endoscopic gastrostomy could not be performed.
Results: A mean age of 63.7 years and 83.9% of them were ASA IV. The indications for gastrostomy were tumour obstruction, neuromuscular diseases, paralysis and cerebrovascular bleeding, oesophageal injury, metastatic tumours and hypoxic encephalopathy in 51.6, 17.7, and 16.6, 1.6 and 12.9% respectively. The mean operation duration was 34 ± 12.8 minutes. Procedure-dependent hospital morbidity and mortality were low (% 16.2- % 14.5, respectively).
Conclusion: Stamm gastrostomy with mini laparatomy under local anaesthesia is an effective alternative in situations where percutaneous or endoscopic procedures cannot be done. It can be performed in high-risk patients safely due to its short operation time, low morbidity and mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Zafer Şahin, Ahmet Özkaya, Ökkeş Yılmaz, Ahmet Orhan Görgülü
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Effect Of GeranIol On BraIn Cholesterol, VItamIn
a And E Levels In The Hydrogen PeroxIde-Treated
rats
Amaç: Bir monoterpen olan geraniol, bazı bitkilerde yer alan doğal bir antioksidandır. Hidrojen peroksit
(H2O2) ise reaktif oksijen türlerinin (ROS) bir üyesidir. Bu çalışmada, H2O2 uygulanan sıçanlarda geraniolün
beyin kolesterolü ve yağda çözünen A (retinol) ve E (alfa (α)-tokoferol ve α-tokoferol asetat) vitaminlerine
etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada yetişkin erkek Wistar sıçanlar rastgele dört gruba ayrılarak (n=7),
geraniol (50mg/kg) ve H2O2 (16mg/kg), intraperitoneal olarak, 30 gün süresince gün aşırı uygulandı. Beyin
numuneleri homojenize edildikten sonra kolesterol, α-tokoferol, α-tokoferol asetat ve retinol düzeyleri yağ
ekstraktlarından HPLC ile analiz edildi.
Bulgular: Beyin kolesterol düzeyinin H2O2 grubunda kontrol grubuna kıyasla daha fazla olduğu belirlendi.
H2O2 ve geraniol+ H2O2 gruplarında, beyin α-tokoferol asetat düzeylerinin kontrole kıyasla daha yüksek
olduğu bulundu. Beyin retinol seviyesi bakımından grupların hiçbirisinde istatistiksel olarak anlamlı bir
değişiklik mevcut değildi.
Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, beyinde kolesterol ve α-tokoferol asetat düzeylerinin H2O2 ile oluşturulan
oksidatif stresten etkilendiğini göstermektedir. Geraniolün erkek sıçanlarda H2O2’nin etkilerini azaltma
potansiyeli olduğu söylenebilir.
Aim: Geraniol, a monoterpene, is a plant-derived natural antioxidant. Hydrogen peroxide (H2O2) is a
member of reactive oxygen species (ROS). The objective of this study is to de-termine the effect of
geraniol on brain cholesterol and lipophilic vitamins such as vitamin A (retinol) and vitamin E (alpha (α)-
tocopherol and α-tocopherol acetate) in H2O2-administrated male rats.
Materials and Methods: Adult male Wistar rats were randomly divided into four groups (n=7). Geraniol
(50 mg/kg) and H2O2 (16 mg/kg) were administered by an intraperitoneal injection for 30 days with a
1-day interval. Brain samples were homogenized and cholesterol, α-tocopherol, α-tocopherol acetate, and
retinol levels analyzed from lipid extracts by HPLC.
Results: Brain cholesterol level was found to be significantly higher in the H2O2 group than the control
group. Brain α-tocopherol acetate levels were found to be significantly higher in the H2O2 and the
geraniol+H2O2 groups than the control group. There was no difference in retinol levels between any
groups.
Conclusion: In conclusion, our results indicate that brain cholesterol and α-tocopherol acetate levels are
affected by H2O2-induced oxidative stress. Moreover, we suggest that geraniol has the potential to reduce
the effect of H2O2 in male rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Status Epileptikus Kliniği İle Başvuran Şizensefali
vakası
Hilal Aydın, Nimet Kabakuş, Gökçe Kaya, Emine Dağıstan
Olgu sunumu
Özeti
Status Epileptikus Kliniği İle Başvuran Şizensefali
vakası
A Case Study Of SchIzencephaly WIth Status EpIleptIcus ClInIcs
Şizensefali, hemisfer boyunca ependimal yüzeyden korteksin
pia örtüsüne kadar uzanan, gri madde ile çevrili bir yarıktır.
Yarıkların gri cevher ile örtülü duvarlarının birbirine yakın olması
Tip 1 (kapalı dudak), birbirinden uzak olması ise Tip 2 (açık dudak)
olarak adlandırılır. Çocuklardaki kliniği mental motor retardasyon,
nöbetler ve fokal nörolojik bozukluklara kadar değişen geniş bir
aralığa sahiptir. Epilepsi hastaların çoğunda vardır, genellikle
fokal nöbetler ile karakterizedir. Şizensefalinin status epileptikus’a
neden olabileceği az sayıda vakada bildirilmektedir. Bu yazımızda,
nöbeti fokal başlayıp jeneralize devam eden, status epileptikus
kliniği ile başvuran yedi yaşındaki bir şizensefali olgusu sunularak;
şizensefalinin epilepsi ve status epileptikustaki yeri vurgulanmaya
çalışılmıştır.
Schizencephaly is a slit covered with gray matter, that lies from
the ependimal surface to the piadressing a long the hemisphere. If
the walls of the slitscovered with gray matter of are close to each
other it is named as Type 1 (closedlip), if they are further from each
other, it is called astype 2 (openlip). Clinics in children has a large
range of spectrum from mental motor retardation, seizure to focal
neurological disorders. Most of the patients have epilepsy which
are usually characterized by focalseizures. There are only a few
cases where schizencephaly causes status epilepticus. Here in, we
report a schizencephaly case of a 7 year old boy who was accepted
with a status epilepticus clinics that started locally and progressed
generally. We emphasize the important role of schizencephaly in
epilepsy and status epilepticus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
Tevfik Küçükkartallar, Bayram Çolak, Murat Çakır, Ahmet Tekin
Olgu sunumu
Özeti
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
PerforatIon Caused By GastroIntestInal Stromal Tumour In ProxImal Jejunum
Gastrointestinal tümörlere (GİST) bağlı perforasyon çok sık görülen bir durum değildir. Bu yüzden proksimal jejenumda GİST’e bağlı perforasyon görülen bir olgumuzu sunmayı amaçladık. Yaklaşık 30 gündür karın ağrısı olan bir hasta akut karın tanısıyla ameliyat edildi. Proksimal jejenumda perforasyon vardı. Bu segmentin rezeksiyonundan sonra yapılan histopatolojik inceleme sonucu yüksek risk grubunda GİST olarak bildirildi. Hastanın cerrahi tedavisi tamamlandıktan sonra medikal tedavisi düzenlendi. Histopatolojik olarak yüksek risk grubunda olduğu için yakın takibe alınan hastada sürelik takipte nüks bulgusu bulunmadı. Genellikle rastlantısal olarak saptanan GİST vakaları bazen perforasyonla da akut karın tablosu olarak karşımıza çıkabilir.
Perforation caused by gastrointestinal stromal tumours (GIST) is not a frequently observed phenomenon. Therefore, we intend to present a case in which perforation was observed in proximal jejunum caused by GIST. A patient who had been complaining of abdominal pain for about 30 days was operated on after being diagnosed with acute abdominal pain. Perforation was observed in proximal jejunum. At the end of the histopathological examination performed after the resectioning of this segment, the case was reported as high risk GIST. A medical treatment was arranged for the patient after his surgical treatment was completed. No finding of recurrence of the disease exists in the patient who has been kept under close observation as he is in the high risk group histopathologically. Generally identified by chance, cases of GIST may also present themselves as acute stomach through perforation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
Mustafa Nuri Deniz, Nezih Sertöz
Olgu sunumu
Özeti
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
AnesthetIc Approach To The CandIdate For Heart Transplant To
undergo Tur-M
Saddle blok, özellikle yaşlı ve yüksek kardiyak riskli hastalarda hemodinamik stabiliteyi koruyarak yeterli anestezi sağlanması açısından ideal bir uygulamadır. Transüretral mesane rezeksiyonu (TUR-M) planlanan 52 yaşında mesane tümörü olan erkek hastanın özgeçmişinde HT, DM, ve konjestif kalp yetmezliği mevcuttu. Ekokardiyografisinde: LVEF % 20, RVEF % 28, MY 30, TY 20, biventriküler global hipokinezi, sağ ve sol yapılarda ileri derece dedilatasyon vardı. Hasta, (ASA IV) olarak değerlendirildi. TUR-M Operasyonu saddle blok ile gerçekleştirildi. Mesane tümörü olan yüksek riskli hastada saddle bloğun nöroaksiyel blok ve genel anesteziye oranla daha güvenli ve yeterli bir anestezi yöntemi olduğunu düşünüyoruz.
Saddle block is an ideal procedure that can provide sufficient anesthesia by protecting hemodynamic stability especially in elder patients with high cardiac risk. A 52 years old male patient with bladder tumor who was scheduled for transurethral bladder resection (TUR-B) had history of hypertension, diabetes mellitus and congestive heart failure. Echocardiography showed that LVEF was 20%; RVEF was 28% and there were insufficiency (MVI) of third degree, insufficiency (TVI) of second degree, biventricular global hypokinesia and remarkable dilatation on the right and left structures of the heart. The patient was considered as having ASA class IV. He had TUR-B under saddle block. In conclusion, we considered that saddle blockade was a more safe and efficient anesthetic procedure rather than neuroaxial blockade or general anesthesia for the highrisk patient who had bladder tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ultrasonografi Taraması İle Tespit Edilebilen Hastalıkların
sıklıkları
Mehmet Ali Eryılmaz, Süleyman Baktık, Serden ay, Ömer Karahan, İsmet Tolu, Ahmet Okuş, Hakan Yılmaz, Selman Cevheroglu
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ultrasonografi Taraması İle Tespit Edilebilen Hastalıkların
sıklıkları
IncIdence Of PathologIes Detected By AbdomInal
ultrasonography ScreenIng
Konya il sınırları içinde ultrasonografi ile tespit edilebilen
karın hastalıklarının sıklığını belirlemek. Çalışmaya katılacak
kişi sayısını ve hedef kitleyi çalışmada yer alan istatistik uzmanı
belirledi. Katılımcıların kimlik bilgileri, özgeçmiş ve soygeçmişini
içeren kısa bir form dolduruldu. Karın ultrasonografisi hastalar
sırt üstü yatar pozisyonda yapıldı. Ultrasonografi ile hepatobiliyer
sistem, genitoüriner sistem, dalak, orta hat ana vasküler yapılar
karın ön duvarı değerlendirildi. Ultrasonografi ile tarama yapılan
2010 kişinin yaş ortalaması 46 (18-94), 1071 (%53,3)’ ü kadın, 939
(%46,7)’ si erkekti. Yapılan karın USG’ sinde, 371 (%18,5) kişide
hepatosteatoz, 14 (%0,7) kişide karaciğerde hemanjiom, 11 (%0,5)
kişide karaciğerde kisthidatik, 60 (%3,0) kişide safra taşı, 13 (%0,6)
kişide splenomegali, 3 (%0,1) kişide dalakta basit kist, 4 (%0,2)
kişide aort anevrizmasına rastlandı. Üriner sistemin incelenmesinde,
34 (%1,7) kişide taş, 145 (%7,2) kişide basit kist tespit edildi.
Genital organların incelenmesinde 8 (%0,7) kadında myoma uteri,
4 (%0,4) erkekte prostat hipertrofisi tespit edildi. Konya toplumunda
karın ultrasonografisinde sık rastlanan patolojik bulgular sırasıyla
hepatosteatoz, böbrek kisti, safra kesesi taşı, böbrek taşı idi.
The aim of the study is determine the incidence of pathologies
detected by abdominal ultrasonography in Konya. Screening has
begun in 2011 after the necessary permissions from local ethical
committee. Participators’ identity, age, gender, history and family
history has been recorded. Abdominal ultrasonography has been
performed in supine position. Hepatobiliary, genitourinary systems,
spleen, midline structures and anterior abdominal wall has been
evaluated. The mean age of 2010 participants was 46 (18-94). There
were 1071 (53.3%) female and 939 (46.7%) male. In abdominal
ultrasonography; hepatosteatosis in 371 (18.5%), liver hemangioma
in 14 (0.7%), hidatic cyst of liver in 11 (0.5%), cholelithiasis in 60 (3%),
splenomegaly in 13 (0.6%), simple cyst of spleen in 3 (0.1%), aortic
aneurism in 4 (0.2%) participants were detected. In renal evaluation;
nephrolithiasis in 34 (1.7%) and simple cyst in 145 (7.2%) participants
were detected. In pelvic evaluation; prostatic hypertrophy in 4 (0.4%)
males and myoma uteri in 8 (0.7%) females were detected. In Konya
population most common pathologies at abdominal ultrasonography
were hepatosteatosis, renal cyst, cholelithiasis and nephrolithiasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Sameera Rashid, Issam Albozom
Araştırma makalesi
Özeti
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Customer SatIsfactIon In HIstopathology: A QualIty Control Survey
Amaç:
Müşteri memnuniyeti anketleri, performansı değerlendirmek için kullanılan rutin bir araçlardır. Hastanelerde doktor ve hasta memnuniyetini kontrol etmek için anketler kullanılır. Bu anketlerden bazıları yeterlilik testi, laboratuvar bireylerinin ve ekipmanlarının güncel olduğunu ve doğru sonuçlar verdiğini tespit ederken, doktor anketleri ile elde edilen veriler, bu kurum için en uygun yerel yönetmelikler ve iş akışlarının tasarlanmasına yardımcı olur.
Yöntem:
Anket toplamda 15 soruyla çevrimiçi olarak yapıldı ve bağlantı Hamad medikal firmasındaki (HMC) tüm Danışman ve Uzman hekimlere elektronik olarak gönderildi. Yaklaşık 3500 e-posta gönderildi ancak iki ayda sadece 105 anket dolduruldu. Araştırmada, histopatoloji hizmetlerinin kalitesi ile ilgili sorular yer aldı.
Sonuçlar:
Genel memnuniyet, multidisipliner sunumlar için en yüksek (% 96) ve raporlamanın zamanında gerçekleşmesi için en düşük (% 77) idi. Netlik ve format, Diagnostik doğruluk ve patologların problemlere cevap vermesi için memnuniyet% 90'ın üzerindeydi. Katılımcıların yüzde otuz altısı MDT sunumlarını mükemmel olarak değerlendirirken, % 46'sı genel mesleki etkileşim kalitesini iyi buldu. Bu ankete göre, iyileştirme alanları, önemli anormal sonuçların bildirilmesi ve bildirimlerinin zamanında olmasıydı (genel memnuniyet% 79). Araştırmaya katılanların çoğunluğu (% 36) tıp mensubu iken yarısı multidisipliner toplantılara (% 49) üye idi. Katılımcıların yüzde yetmişi Hamad Genel Hastanesi (HGH) iken, geri kalanlar HMC kapsamında diğer hastanelerden gelmekteydi.
Sonuç:
Biyokimya ve mikrobiyoloji laboratuvarlarının aksine, yeterli klinik bilgi, yönelim ve radyolojik bulgular olmadığında raporlama mümkün olmadığından Histopatoloji laboratuar personeli klinisyenlerle yakın bir ilişki içerisindedir. Kalite kontrol araştırmaları, patoloji personelinin iyileştirilmesi gereken alanları hedeflemesine ve klinik-patolog ilişkisinin geliştirilmesine ve histopatoloji hizmetlerinin kalitesini en üst düzeye çıkaransistemlerin kullanımı ve gerekli önlemlerin alınmasına izin verir.
Objectives:
Customer satisfaction surveys are a routine device used to assess performance. Surveys are used in hospitals to check physician and patient satisfaction. Hamad Medical corporation’s (HMC) histopathology laboratory is College of American pathologists (CAP) accredited with highly trained pathologists and technical staff that routinely undertake various educational courses and are involved in research related activities. The lab has state of the art staining and immunohistochemistry service as well. However, it was felt that not all clinicians are very comfortable approaching pathologists and some many times experience problems either contacting lab staff or updating histopathology orders. Hence to narrow down the problems encountered by the clinicians and improve the specimen flow through the lab along with the communication between clinician and pathologist, that we deem vital, we designed this pilot survey.
Methods:
The survey questionnaire was made online with 15 questions in total and the link was electronically mailed to all Consultant and Specialist physicians in Hamad medical corporation (HMC). Around 3500 emails were sent out but only 105 surveys were filled in two months’ time. The survey included questions pertaining to multiple facets of quality of histopathology services and information regarding the participant.
Results:
The overall satisfaction was highest for Multidisciplinary presentations (96%) and lowest (77%) for timeliness of reporting. The satisfaction was above 90% for clarity and format, Diagnostic accuracy and pathologists’ responsiveness to problems. Thirty six percent of the people rated MDT presentations as excellent while 46% of the people thought overall quality of professional interaction was good. The areas of improvement, as per this survey, was timeliness of reporting and notifications of significant abnormal results (overall satisfaction 79%). Majority of the people who took the survey (36%) were from internal medicine and half were members of multidisciplinary meetings (49%). Seventy-one of percent of the participants were from Hamad General hospital (HGH), while rest were from the other hospitals under HMC.
Conclusion:
The response rate for the survey was low, hence another survey with a wider reach, preferably by paper, is required to get more representative data. In general, the clinicians at HGH are satisfied with the services provided by the histopathology laboratory. Areas of improvement include Turnaround time (TAT), avoidance of descriptive reports and better communication with the ordering clinician.
Keywords:
Quality control, quality improvement, survey, histopathology, Laboratory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Aybike Tazegül, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
EvalatIon Of The ClInIcal And DemographIc CharacterIstIcs Of The Hysterectomy Cases Performed In Our ClInIc
Kliniğimizde 2 yıllık süre içerisinde uygulanan histerektomilerin değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2008-Aralık 2009 arasındaki 2 yıl içerisinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda çeşitli endikasyonlarla abdominal histerektomi ve vajinal histerektomi işlemleri uygulanan toplam 853 hastanın klinik ve demografik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimizde en sık histerektomi, myoma uteri endikasyonu ile gerçekleştirilmiş olup 2008-2009 yılları arasında 358 (%41.9) hastaya uygulanmıştır. İkinci en sık histerektomi endikasyonumuz jinekolojik maligniteler olup 161 (%18.8) hastaya uygulanmıştır. Kliniğimizde abdominal histerektomi (total ve subtotal) oranı %93.6 iken vajinal histerektomi oranımız %6.4 olarak saptanmıştır. Vakaların 453’ünde (%53.1) histerektominin yanı sıra bilateral salpingoooferektomi (BSO) uygulanmıştı. Abdominal histerektomi gurubunda %0.5 mesane yaralanması, %0.37 üreter yaralanması ve %0.37 barsak yaralanması görüldü. Vajinal histerektomi gurubunda 1 (%1.85) hastada mesane yaralanması oluştuğu görülmüştür. Histerektomi, myoma uteri, jinekolojik maligniteler, uterovajinal prolapsus, endometriozis ve peripartum kanama gibi çeşitli endikasyonlar nedeniyle jinekologlar tarafından en sık uygulanan operasyondur. Abdominal, vajinal ve laparoskopik histerektomi tiplerinin birbirlerine olan avantajları ve dezavantajları bilinmekle birlikte halen kliniğimizde abdominal histerektomi daha sık olarak uygulanmaktadır.
To evaluate the hysterectomies carried out in our clinic for a period of two years. The study retrospectively evaluates the clinical and demographic characteristics of the 853 patients that had abdominal hysterectomy and vaginal hysterectomy procedures with various indications for the two years from January 2008 to December 2009 in Selcuk University, Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department. In our clinic, the most common indication for hysterectomy was myoma uteri and the procedure was performed on 358 (41.9%) patients between the years 2008 and 2009. The second most common indication was gynecological malignancies and hysterectomy was performed on 161 (18.8%) patients. The ratio of abdominal hysterectomy (total and subtotal) was determined to be 93.6%, whereas the ratio of vaginal hysterectomy was 6.4%. As well as hysterectomy, bilateral salpingo ooforectomia (BSO) was also performed in 453 (53.1%) cases. We have seen 0.5% bladder injury, 0.37% ureter injury and 0.37% bowl injury in the abdominal hysterectomy group. In vaginal hysterectomy group, there was 1 case (1.85%) with bladder injury. With various indications such as myoma uteri, gynecological malignancy, uterovajinal prolapse, endometriosis and peripartum hemorrhage, hysterectomy is the most commonly performed operation by gynecologists. Although, the relative advantages and disadvantages of the abdominal, vaginal, and laparoscopic hysterectomy types are known, abdominal hysterectomy is still the most common procedure in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
Ömer Faruk Cihan, Ahmet Uzun, Sadice Karakaş, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
MenIngeal Structure Of The Cavernous SInüs; An AnatomIc Study.
Amaç: Bu çalışmada, sinüs cavernosus'un lateral duvarı'nın meningeal yapısı ve Dorello kanalının mikroanatomisi, lig. petrolinguale ve lig. petrosphenoidale'nin etraf yapılarla olan ilişkileri anatomik olarak çalışıldı. Bu bölgeye yapılacak openatif yaklaşımlara katkı sağlamak amacıyla yapılmıştır. Yöntem : Çalışmamız 14 erişkin insan kadavrasında Olympus operasyon mikroskobu ve stereo mikroskopla gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmamızda sinüs cavernosus'un lateral duvarı, yüzeysel ve derin olmak üzere iki tabaka halinde bulundu. Yüzeysel tabaka daha kalın ve düzenli bir yapıya sahip iken, iç tabaka ince, düzensiz, değişken ve üzerinde yer yer dural defektlerin olduğu bir yapı şeklinde idi. Sinüs cavernosus'un lateral duvarındaki derin tabakasının posteroinferior bölümünün lig. petrolinguale ile devam ettiği ve yüzeyel tabakadan kolaylıkla ayrıldığı ve arteria carotis interna (ACİ)'nın sinüs cavernosus'a bu noktadan girdiği tespit edildi. Dorello kanalının, petroclival bölgenin her iki dural yaprağı arasındaki birleşmenin içinde yer aldığı gözlendi. Sonuç: Bu çalışmamızda, sinüs cavernosus ve etraf yapılarının anatomik ve morfometrik ilişkilerinin anlaşılmasında, bölgeye yapılacak olan cerrahi yaklaşımlarda komplikasyon riskinin azaltılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
Aim: İn this study the meningeal structure of the lateral wall of the cavernous sinüs and the microanatomy of Dorell's canal, and the anatomical relations of petrolingual and petrospheonidal ligaments with the adjacent structures were studied. By aim of additional security during the surgical approach in this region this study was performed. Materials and Methods: İn the present study, the microanatomy of the cavernous sinüs and the neighbouring structures in 14 adult human cadavers were examined using for this purpose Olympus operation and stereo microscope. Findings: İn our study, the lateral wall of the cavernous sinüs was found in a form of two layers, superficial and deep. The superficial layer is more thicker and flat vvhile, the deep is in a form of thin, irregular, variable and has dural defects on some region of it. İn our study, we investigated the distances betvveen the cranial nerves and their anatomical relations with the cavernosal part of the internal carotid artery. İt was observed that, the postero-inferior part of the deep layer of the lateral wall of the cavernous sinüs has a continuity with ptrolingual ligament and indicates the site of the entrance of the internal carotid artery; this deep layer can be easily separated from the superficial layer. Conclusion: The present study may be helpful to understand clearly the anatomy of the cavernous sinüs and its relevant structures with their morphometric relationships. Therefore, it can provide a useful Information to reduce the complication risk durring operations upon this region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Klavikula Kırıklar' Ve Konservatif Tedavi Sonuçları
Mahmut Mutlu, Mustafa Yel, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Nihat Oktar, Recep Memik, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Erişkin Klavikula Kırıklar' Ve Konservatif Tedavi Sonuçları
Fractures Of The ClavIcle In Adults And Our Results Of ConservatIve Management
Klavikula kırıklar!, iskelet sistemi yaralanrnalan içerisinde sık görülen kınklardır. Omuz çevresi ya-ralanmaların yarısına yakın kısmını oluşturur. Kliniğimizde 1983-1997 yılları arasında 493 erişkin hastada 496 klavikula kırığı teşhis edildi. Hastaların 357'si erkek, 136'sı kadındı. En küçük yaş 18, en büyük yaş 78, ortalama yaş 38.5 olarak tespit edildi_ 207 kırık sağ, 289 kırık sol tarafta idi. 3 hastada bi-lateral klavikula kırığı vardı. Hastalar sekiz bandaj veya velpeau bandajı ile konservatif olarak tedavi Hastaların 82'si ilk müdahaleden sonra kont-role gelmedi. Geriye kalan 411 hastanın 414 kla-vikula kırığı en az 1.5 ay takip edildi. Üç nonunion (%0.7) tespit edildi. Hastalarımızcla konservatif tedavi ile %99.3 yeterli kaynama elde edildi.
Fractures of the clavic!e are common and make up a high percentage among the skeletal system tra-uma. They are well managed by conservative met-hods. 496 clavicular fractures of 493 patients were diagnosed between 1993 and 1997 in our dinle 357 of thern were men and 136 women. Average age was 38.5 (18-78). Years in 207 of them right side was affected and in 289 left. 3 of the cases had bi-lateral involvement. Conservative treatment included velpeau dressing or figure of eight bandage. 82 of the patients were lost to follow-up after the first exa-mination. Remaining 414 fractures of 411 cases were followed up at least 1.5 months 3 nonunions (%0.7) were detected_ Conservative treatment re-sulted in % 99.3 of union.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bolgesı Seker Fabrıkalarında (konya - Eregli - I5 Kazaları Ion Rısk Faktorlerı
Sezai Dikici, Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Orhan Demireli
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bolgesı Seker Fabrıkalarında (konya - Eregli - I5 Kazaları Ion Rısk Faktorlerı
The RIsc Factors Of OccupatIonal InjurIes In Sugar FactorIes Of Konya RegIon (konya - EreglI - 11gm)
(MET Konya Bolgesi eker Fabrikalartnda (Konya -Eregli - Ilgin) 1990-1991 yillarinda meydana gelen 4 kazalartni incelemek amactyla yapttgimiz vaka-kontrol tipindeki hu aravirmaya, vaka gruhu olarak iki yilda 4 kazast gecirm4 230 erkek kontrol gruhu olarak da 4 kazast gecirmem4 230 erkek olmak iizere toplam 460 erkek 4ci dahil ed;Imigir. Bire - hir e§legirme ile araprmaya altnan 4- cilerde yaptlan analizlerde, evli 4cilerin hekar 4- cikrden 2.5 kez, hizmet siireleri 2 yam altindaki 4-ilerin kidemleri 2 yildan fazla olanlara gore 5.1 kez, 4in niteliginde makinistlik yapanlartn yardtmct hizmetlere Ore 5.6 kez daha fazla 4 kazast riskine sahip oldugu hulunmuctur. lc kazast gecirenlerin % 51.7'sinin tamirat yaparken kaza ge•irdigi tespit edilm4tir. Turkiye pker iiretiminin % 21 karplayan hOlge eker fahrikalaruntzda 4 kazalanntn hiiyiik •ogunlugunun hasit koruyucu onlemlerin ahn-mastyla onlenehilecegi veya en aza indirilebilecegi sonucuna vat-lift-11pr.
In this case - control study, we examined the oc-cupational injuries which had happened at years of 1990 and 1991 in sugar factories (Konya - Eregli - Nut) of Konya Region. We took 230 male workers who were subjected to an occupational injury during these two years as case group and 230 male workers who were not subjectedto any occupational injuries during these two years as control group. By analy-zing the matched workers who were involved in our study, we found out that in married workers, the risk of occupational injury was 2.5 times higher than the unmarried workers. The workers who had a se-niority of less than two years had a higher oc-cupational injury risk as 5.1 times greater than the workers who had a seniority of more than two years. It was seen that, among the machinists the oc-cupational injury risk was 5.6 times greater than the helper staff It is determined that, 51.7 % of whom subjected to an occupational injury, were subjected to that injury while they were doing repairing. It is concluded that the greatest part of oc-cupational injury could he prevented by taking simp-le preventive measures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normotansıf Tıp Iı Dıabetık Hastalarda Silazaprilın Mıkroalbumınurı Uzerıne Etkısı
Mustafa Akgüzel, Ahmet Kaya, Vedat Akpınar, Elif Menekşe
Araştırma makalesi
Özeti
Normotansıf Tıp Iı Dıabetık Hastalarda Silazaprilın Mıkroalbumınurı Uzerıne Etkısı
CIlazaprIl Reduced MIcroalbumInurIa In NorInotensIve Type Iı DIabetIc PatIents
Mikroalbuminiiri erken dtmerndiabetik nefropatinin belirleyicisidir. Diabetik nefropatide hipetionkslyon ve hipertirofi diinemi olarak bilinen . bu devrede bobreklerdekidegi siklikler reversibi oldugu icin hastalzg4n bu danerninde tarn ve tedavi Bu konuda yapilan cakmalarda degi§ik antihipertansif ajanlarin rnikroathuminiiri iizerine etkileri arN•- nrilmutir. Kl inik calgrnalar daha cok tip 1 diabetikler iizerinde calm mainizda norn'wtansif tip II diabetik hastalara 8 hafta siireyle 2:5 ingl giin silazcipril verilin4 ve mikroalbuminarinin. anlctircli cekilde azaldigi saptanmior (p<0:05).
Microalbuininuria is a strong preductor of early stage of diabetic nephropathy. Early diagnosis me-ticulous metabolic control at this time stage can reverse the renal hypeifunction and hypertrophy into normal renalfunction. and associated varieties of abnormalities can also be controlled more conveniently. Additionally, Various antihypertansive drugs were. studied and experimentally ..to control . hypertansion and micrOalbuminuria._ However, these studies presented variable results and usually done on type I .diabetes mellitus. In this study, angiotensin converting enzyme inhibitor, cilaiapril, is used on normotensive type II diabetic. patients. Oral administ•ation of ciylaziapril 2.5 mg-1day for 8 weeks in these patients has reduced mkroalburninuria significantly
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanin Medulla Spinalis'inin Torakal Segmentlerindeki Laminasyon Bölgelerının Işık Mikroskobu Düzeyınde İncelenmesi
Refik Soylu, Raziye Sungur, Taner Ziylan, Hasan Cüce, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanin Medulla Spinalis'inin Torakal Segmentlerindeki Laminasyon Bölgelerının Işık Mikroskobu Düzeyınde İncelenmesi
Lıght Mıcroscope Of The Lamınatıon Areas In Thoracal Segments Of The Rabbıt's Medulla Spınalıs
Bu çalışmada, tavşanın medulla spinalis'inin torakal segmentlerindeki gri maddenin sitoarkitektürü incelendi. Nöronların şekil, büyüklük, Nissl maddesi miktarı ve topografik yerleşimlerine göre, gri maddede toplam dokuz lamina belirlendi. Bu çalışmada kullanılan preparatlar Thionin (Nissl maddesi için) ve Luxol fast blue - Cresyl fast violet (myelin için) boyaları ile boyandı.
In this study, cytoarchitecture in grey matter of thoracal segments of rabbit's spinal cord was studied. Total nine lamination were determined in grey matter according to shape, greatness, Nissl substance and topographic distribution of neurons. Preparations used in this study were stained by Thionin (for Nissl substance) and Luxol fast blue-Cresyl fast violet (for myelin).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) V Aryantı: Daha Mı Tehlikeli?
Durmuş Ali Aslanlar, Önder Aydemir, Muammer Kunt, Ekin Koç, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) V Aryantı: Daha Mı Tehlikeli?
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) VarIant: Is It More Dangerous?
Amaç: Bu çalışmada; SARS-CoV-2’nin İngiltere Varyantı (VOC 202012/01-B.1.1.7) ile enfekte olan hastaların demografik ve klinik özelliklerinin saptanması ve İngiltere Varyantı olmayan SARS-CoV-2 ile enfekte hastalarla karşılaştırılarak farklılıkların ortaya konm ası amaçlanmaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Konya İli'nde 02-11 Şubat 2021 tarihleri arasında PCR testi pozitif olarak sonuçlanan ve varyant analiz sonucu VOC 202012/01 (B.1.1.7) olan 671 vaka ile aynı tarihler arasında PCR test sonucu pozitif olan ve varyant olmayan 2284 vakanın, Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Yönetim Sistemindeki (HSYS) kayıtları 24.02.2021 tarihi baz alınarak taranmıştır. Yapılan taramada yaş, cinsiyet, temaslılık durumu, daha önce COVID-19 geçirme durumu, hastaneye ve yoğun bakım ünitesine yatma durumu, yatış süresi, entübasyon ve exitus durumları kaydedilmiştir .
Bulgular: Varyant varlığı/yokluğuna göre hastanede yatış durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p= 0,234). Varyant pozitif olan hastaların %1.9'u, varyant pozitif olmayanların ise %3.9'u yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Varyant pozitif olmayan hastalarda YBÜ'ye kabul oranı, pozitif olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (p= 0.013).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları ışığında SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7)'nin hastaneye yatış ve yoğun bakıma yatış açısından daha tehlikeli olmadığını söylemek mümkündür.
Aim: This study aimed to determine the demographic and clinical characteristics of patients infected with the VOC 202012/01-B.1.1.7 variant of SARS-CoV-2 and to compare these patients with those infected with other variants of SARS-CoV-2, in order to demonstrate the differences.
Patients and Methods: Records of 671 patients with VOC 202012/01 (B.1.1.7)(VOC+) who tested positive in the PCR (polymerase chain reaction) test, between February 2–11, 2021 in Konya Province, and were found to have the VOC 202012/01 (B.1.1.7), according to variant analysis and 2284 (VOC−) patients who also tested positive in the PCR test between the same dates but did not have the variant (VOC−) were screened in the Public Health Administration System of the Turkish Ministry of Health, on February 24, 2021. Age, gender, hospitalization status, and admission to the intensive care unit (ICU) were recorded from the screening results.
Results: There was no statistically significant difference between hospitalization status, according to the presence/absence of the variant (p= 0.234). Of the patients who were variant-positive and those who were not, 1.9% and 3.9% were admitted to the ICU, respectively. The rate of admission to the ICU was significantly higher for patients who were not positive for the variant as compared to those who were (p=0.013).
Conclusıons: In the light of the findings of this study, it is possible to state that SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7) is not more dangerous in terms of hospitalization and admission to the ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağrı Devlet Hastanesinde Tedavi Edilen Özofagus Yabancı Cisimleri.
Bayram Metin, Murat Sarıçam, İzzet Özgür Özlük, Serkan Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Ağrı Devlet Hastanesinde Tedavi Edilen Özofagus Yabancı Cisimleri.
Treatment Of Esophageal ForeIgn BodIes In AgrI State HospItal
Çalışmamız mortalite ve morbiditeye sebep olabilen özofagus yabancı cisimlerinin tanı ve tedavisi ile ilgili elde edilen sonuçları değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Kliniğimizde Mayıs 2011 ile Eylül 2012 tarihleri arasında özofagus yabancı cisimleri tanısıyla rijit özofagoskopi uygulanmış olan 27 olgu yaş, cinsiyet, başvuru anındaki şikayet, yabancı cisim tipi, yabancı cismin saptandığı lokalizasyon, uygulanan ek tedaviler ve hastanede kalış süreleri açısından retrospektif olarak incelendi. Çalışmamıza kabul edilen 27 hastanın 12’si (%44,4) erkek ve 15’i (%55,6) kadındı. Yaş ortalaması 16,1 olarak hesaplandı. Başvuru anındaki şikayetler 10 (%37,1) hastada boyun ağrısı, 9 (%33,3) hastada disfaji, 5 (%18,5) hastada hipersalivasyon ve 1 (%3,7) hastada dispne iken 2 (%7,4) hastada herhangi bir şikayet mevcut değildi. Özofagoskopi yapılan 4 (%14,8) hastada yabancı cisim saptanmazken en sık saptanan yabancı cisimler kemik parçası (n=11) ve metal para (n=7) idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1,55 gün olarak saptandı ve hiçbir hastada mortalite gelişmedi. Özofagus yabancı cisimlerinin erken tanı ve tedavisi oluşabilecek ciddi ve hayati komplikasyonları önlemek açısından önem taşımaktadır. Bu amaçla erken dönemde uygulanan özofagoskopi güvenilir ve etkili bir tanı ve tedavi yöntemidir.
The aim of this study is to analyse the results of diagnosis and treatment of esophageal foreign bodies which may cause mortality and morbidity. 27 patients who had rigid esophagoscopy with the diagnosis of esophageal foreign bodies in our clinic between May 2011 and September 2012 were evaluated according to age, gender, the complaint at the arrival, the type and the localization of the foreign bodies, additional treatments and time of hospital stay retrospectively. Of 27 patients included in this study; 12 (44,4%) were male and 15 (55,6%) were female. Mean age was 16,1. The complaints at arrival were sore throat in 10 (37,1%), dysphagia in 9 (33,3%), hypersalivation in 5 (18,5%) and dyspnea in 1 (7,4%) whereas 2 (7,4%) patients had no complaints. Esophagoscopy didn’t show any foreign bodies in 4 (14,8) cases and most of the foreign bodies detected in esophagus were bones (n=11) and metal coins (n=7). Mean time of hospital stay was calculated as 1,55 days and there was no mortality. Early diagnosis and treatment of esophageal foreign bodies is essential to avoid from serious and fatal complications which may ocur. An early performed esophagoscopy is the reliable and effective treatment method for this purpose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
Ferhat Gökmen, Hakan Türkön, Ayla Akbal, Hatice Reşorlu, Yılmaz Savaş, Mustafa Reşorlu, Beşir Şahin İnceer, Muammer Müslim Köse
Araştırma makalesi
Özeti
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
The RelatIonshIp Between Inflammatory Parameters And
atherosclerosIs WIth IschemIc ModIfIed AlbumIn Levels In Sjögren
syndrome
Bu çalışmada Primer Sjögren Sendromu hastalarında (pSS)
iskemik modifiye albümin (İMA) düzeyleri ve Karotis intima media
kalınlığını (KIMK) belirlemeyi ve İMA düzeyleri ile inflamatuvar
parametreler ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmayı
amaçladık. Çalışmaya 20 pSS hastası ve 20 sağlıklı kontrol alındı.
Klinik ve laboratuvar değerlendirmede eritrosit sedimentasyon hızı
(ESH), C-reaktif prrotein (CRP), vizüel analog skalası (VAS)- ağız
ve VAS-göz kuruluğu parametrelerinden yararlanıldı. Çalışmaya
katılanların tamamı kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 46.6±9.1
yıl idi . Primer SS hastalarının yaş ortalaması 47.1±7.7 yıl, kontrol
grubunun yaş ortalaması 46.1±10 yıldı. Primer SS hastalarının
ortalama hastalık süresi 5.8±4.4 yıl idi. Hasta ve kontrol grupları
arasında İMA değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir
fark bulunmadı (Sırasıyla 506.4±52.8 AbsU vs 482.7±34.7 AbsU;
p=0.101) ve klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Karotis intima
media kalınlığının hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (Sırasıyla 0.70±0.13
mm vs 0.61±0.09 mm; p= 0.016). Karotis intima media kalınlığı ile
klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde KIMK ile yaş
(r=0.700, p<0.001) ve ESH (r=0.312, p=0.05) arasında pozitif yönlü
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak
çalışmamızda İMA değerlerinin normal, KIMK değerlerinin ise yüksek
olduğu ve her ikisi arasında herhangi bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.
Karotis intima media kalınlığının yüksek olması, kardiyovasküler
risk faktörlerine sahip olmayan pSS hastalarında kardiyovasküler
hastalıkların habercisi olabilir. Primer SS hastalarında İMA düzeylerini
değerlendirmek için daha fazla klinik çalışmaya ihtiyaç vardır.
The goal of this study was to determine ischemic modified albumin
(IMA) levels and the carotid intima-media thickness (CIMT) in Primary
Sjögren Syndrome(pSS) patients. We also aimed to search the
relationship between inflammatory parameters and atherosclerosis
with ischemic modified albumin levels. Twenty pSS patients and
20 healthy control subjects were enrolled in this study. Clinical
evaluations were done by using clinical parameters [Visual analog
scale (VAS), dryness of mouth and eyes] and laboratory parameters
[erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP)].
All patients were females. The mean age of all subjects was 46.6±9.1.
The mean age for pSS patients was 47.1±7.7 years, and 46.1±10
years for healthy subjects. The duration of disease in pSS patients
was 5.8±4.4 years. There were no statistically significant differences
between IMA levels of patients and healthy subjects (506.4±52.8
AbsU and 482.7±34.7 AbsU respectively; p=0.101). There were also
no statistically significant corelation for clinical parameters. The CIMT
were statistically significantly higher for patients when compared to
healthy subjects (0.70±0.13 mm and 0.61±0.09 mm respectively; p=
0.016). When we analyzed the relationship between CIMT and clinical
parameters, we determined statistically significant positive corelation
between CIMT and age (r=0.700, p<0.001), and ESR (r=0.312,
p=0.05). As a result, our study revealed normal IMA levels and higher
CIMT levels, and no corelation between both of them. The higher
levels of CIMT levels may be a precursor of cardiovascular disease
in PSS patients without cardiovascular risk factors. Further clinical
studies are now required to evaluate IMA levels in pSS
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
Zeynep Karaçor Altuntaş, Mehmet Dadacı, Bilsev İnce, Serhat Yarar, Necdet Poyraz
Olgu sunumu
Özeti
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
A Case Of GIant LIpoma MIxIng WIth MalIgnant Soft TIssue Tumour
Benign mezenkimal tümör grubunda yer alan lipomlar matür
adipoz dokudan köken alırlar. Nadiren dev boyutlara ulaşırlar. Yetmiş
yaşında erkek hasta, koltuk altından sırta doğru uzanan üzerinde
ülserasyon bulunan, ağrılı ve yaklaşık 20x16 cm ebatlarında kitle
şikayeti ile başvurdu. Ülserasyon göstermesi ve ağrılı olması nedeni
ile malign yumuşak doku tümörü şüphesi uyandıran kitle cerrahi
operasyonla çıkarıldı. Histopatolojik inceleme sonucu lipom gelen
olgu, nadir görülmesi ve malign yumuşak doku tümörü ile karışması
nedeniyle sunulmuştur.
Lipomas are benign mesenchymal tumours derived from mature
adipose tissue. It is very rare to see a giant size of lipomas. A 70
year old male patient applied with an ulcerated and painful mass
sizing 20x16 cm on his axilla extending to his back. The mass was
suspected as a malignant soft tissue tumour because of showing
ulceration and being painful and it was totally excised surgically.
The histopathological examination revealed as lipoma. The case
was presented as being very rare and mixing malignant soft tissue
tumour.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Faruk Aksoy
Olgu sunumu
Özeti
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Non-OperatIve Treatment In Post-TraumatIc LIver LaceratIon: HepatIc Artery EmbolIzatIon
Karaciğer karın travmalarında en sık yaralanan organdır ve
mortalite oranı halen çok yüksektir. Gelişen tanı metodları ile
nonoperatif takip gündeme gelmiştir. Geç dönemde intraparankimal
hematom artışı ile sarılığa sebep olmuş nonoperatif yöntemlerle tedavi
edilen bir vakayı sunmayı amaçladık. Künt karın travması sonrası
karaciğer yaralanması olan 17 yaşında erkek hastaya geç dönemde
büyüyen, genel durumunu bozan ve sarılığa sebep olan hemotom
nedeniyle embolektomi uygulanarak tedavi edildi. Geç dönemde
karaciğer parankim içi hemotomların artabileceği, artan hemotoma
bağlı intraparankimal safra yollarına bası nedeniyle hastanın sarılığı
ortaya çıkacağı ve bu durumun cerrahi dışı yöntemlerle etkin bir
şekilde tedavi edilebileceği bilinmelidir.
The liver is the most frequently wounded organ in the abdominal traumas and the rate of mortality is still very high. We aimed to present a case that was treated with non-operative methods which led to hepatitis because of increase in intraparenchymal hematoma in the late period. Seventeen-year-old male patient who had liver laceration after blunt abdominal traumas was treated with embolectomy due to liver hematoma. In late period, liver parenchymal hematoma can be increased and patients can develop hepatitis because of increased hematoma pressure on intraparenchymal biliary tract and this situation can be effectively treated with non-surgical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hırsutızmde Kardıyovaskuler Rısk Acısından Hdl Alt Gruplarının Tayını
Mehmet Gürbilek, Mehmet Aköz, Hüseyin Vural, Mine Kaymakçı, Mahmut ay, Mürsel Gökçen
Araştırma makalesi
Özeti
Hırsutızmde Kardıyovaskuler Rısk Acısından Hdl Alt Gruplarının Tayını
The DetermInatIon Of Hdl-Cholesterol Levels As CardIovascular RIsk Factor In HIrsutIsm.
Hirsutismus'lu 23 hastada, serum total ko-lesterol, LDL- kolesterol, HDL- Kolesterol, HDL2- kolesierol ye HDL3- kolesterol seviyeleri 18 normal kadinlarazki ile karplavtrildt. Hirsutismus'lu grupta HDL-kolesterol ye HDL-2 kolesterol onemli mik-tai-da diisiiktii (p<0.01). Dugiik HDL- kolesterol ye HDL,- kolesterol seviyeleri hirsutismuslu vakalarda ateroskleroz riskini arttrabilecegi kanaatine varildt.
In this study, the serum total cholesterol, LDL-cholesterol, HDL-cholesterol. HDL2-cholesterol and HDL3- cholesterol levels of 23 hirsutic patient were compared with 18 normal women. HDL-cholesterol and HDL2-cholesterol levels were significantly lower in hirsutic group than in control (p<0.01). It is known that low levels of HDL-cholesterol can he considered as a risk marker for atherosclerozis. We conculuded that low HDL-cholesterol and HDL2- cholesterol leyel.s- in hirsutism may constitute an im-portant risk factor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Solunum Yolları İnfeksiyoniu Çocuk Hastalarda Respiratuvar Sinsityal Virus Antikorlarının Araştırılması
Nezihe Yılmaz, Emel Türk Arıbaş, Mustafa Altındiş, Çiğdem Artuk, Fatmanur Çakmak
Araştırma makalesi
Özeti
Alt Solunum Yolları İnfeksiyoniu Çocuk Hastalarda Respiratuvar Sinsityal Virus Antikorlarının Araştırılması
InvestIgatIon Of Respuratory Syncytıal Vurus (rsv) AntIbodIes In PedIatrIc PatIents WIth Lower RespIratory InfectIon
Respiratuvar Sinsityal Virus (Res-piratory Syncytial Virus-RSV) çocuklarda solunum yolları infeksiyonlarrnın sık hir sehehidir. Bu çalışmada, akut alt solunum yolları infeksiyonu tanısı almış 126 çocuk hastada RSV ye karşı se-rolojik cevap yönünden. spesifik Ig M ve 1g G an-tikoı-laı-ı indirekt Immünolloresans Antikor(1FA) tekniği ile tıı-aştırıldı. RSV-1g M ve RSV-1g G antikorları kan örneklerinde sırasıyla % 44.44 ve % 56.34 olarak saptandı.
Respiratory Syncytial Virus(RSV) is a fi-equent cause of respiratory tract infections in children. In this study. the serological response ta respiratory Syncytial Virus in 126 pediatric patients with lower respiratory infection was investigated hy 1ndirect immunolltıorescence Antibody(IFA) technique for spesific Ig M and 1g G. RSV- Ig M and RSV- 1g G antihodies vere detected in 44.44% and 56.34% of the hlood samples, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün, Tahir Kemal Şahin, Gamze Sarkılar, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Factors EffectIng PreoperatIve Fear And Worry
Bu çalışmanın amacı; preoperatif dönemde hastaların anestezi ve cerrahi girişim hakkında korku, endişe ve anksiyeteleri ile, bilgi edinme isteklerini bir anket yardımı ile değerlendirmek ve anksiyetelerinin şiddetini görsel analog skala (VAS) kullanarak ölçmeye çalışmaktı. Beşyüz otuz altı hasta (>19 yaş) bir anket kullanılarak endişeleri, korkuları ve bilgi istemleri hakkında sorgulandılar. Yanıtların istatistiksel analizi kikare ve korelasyon testleri kullanılarak yapıldı ve p<0.05 anlamlı kabul edildi. Daha az eğitimli hastaların cerrahi hakkındaki korkuları daha fazlaydı (p<0.05). Eğitim düzeyi arttıkça bilgi istemi arttı (p=0.007). Kadınlar anestezi ve cerrahiden erkek lere göre daha fazla korkuyordu (p=0.0001). Erkekler lokal anesteziyi kadınlara oranla daha fazla tercih ediyorlardı (p=0.00165). Gelir arttıkça korku ve bilgi istemi de artıyordu (p=0.01). VAS skorları kadın hastalarda, okuma yazma bilmeyenler ile ilkokul mezunlarında ve daha önce cerrahi ve anestezi deneyimi olmayan hastalarda daha fazlaydı (p<0.05) Gelir düzeyinin ve bilgi isteminin artması veya azalması ile VAS skorları arasında bir korelasyon yoktu (p>0.05). Anket uygulanan hastaların tümünün değil de yalnızca bir bölümünün anesteziden ve cerrahiden korktuğu ve bilgi istediği sonucuna varıldı Bu hastaların anestezinin ve cerrahinin sonuçları hakkında bil gilendirilmesi korku ve endişelerinin giderilmesinde faydalı olabilir. VAS skorları ile anket yöntemi ile elde edilen sonuçlar arasında pozitif korelasyon gözlenmesi, preoperatif anksiyetenin ölçümünde VAS skorlamasından yarar lanabileceğimizi düşündürdü.
The purpose of this study was to evaluate the fear, vvorry and axieties of patients about anesthesia and surgery preoperatively by using a questionaire, and to measure their anxiety by using visual analogue scale (VAS). Five hundred and thirty six patients (>19 yr of age) were questioned about their worries, fears and request of Infor mation by means of a questionaire. The ansvvers were analysed with chi-square and correlation tests and p<0.05 was considered as significant. Fear from surgery was higher in the less educated patients (p<0.05). VVomen feared from anesthesia and surgery more than men (p=0.0001). Men prefered local anesthesia more than vvomen (p=0.00165). Fear and request of Information increased with increased income (p=0.01). VAS scores vvere high er in vvomen, illeterate and primary school graduates, and patients vvithout previous surgical or anesthesia expe- rience (p<0.05). No correlation was present betvveen VAS scores and income or increase or decrease of Informa tion requests (p>0.05). İt was concluded that not ali but some patients feared of surgery or anesthesia or vvanted Information. Informing these patients on the consequences of anesthesia and surgery may be usefull in alleviating their fears or vvorries. Positive correlation betvveen the results of the questionaire and VAS scores, leads us to con- sider that VAS scores may be usefull for measuring preoperative anxiety.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
Hasan Horoz, Esma Duru, Oğuz Bülent Erol, Hasan Erbil
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
The InvestIgatIon Of The HemodynamIc Changes In The Eye Before And After Trabeculectomy OperatIon In PrImary Open Angle Glaucoma By Color Doppler Ultrasonography
Primer Açık Açılı Glokomu olan hastalarda glokom cerrahisinin etkinliğinin hemodinamik olarak gösterilmesi ve glokom fizyopatolojisine ışık tutmak. Gereç ve Yöntem: İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Kliniğinde takipte olan Primer Açık Açılı Glokom tanısı almış 45 hastanın 45 gözü çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilme kriteri olarak trabekülektomiye ihtiyaç göstermiş olmaları ve daha evvel göz ameliyatı geçirmemiş olma şartı arandı. Tüm hastalara trabekülektomi ameliyatı yapıldı. Olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Günlerdeki muayenesinde görme keskinliği değerlendirilmesi, refraksiyon muayenesi, biyomikroskopi ile ön segment muayenesi, Goldman üç aynalı lens ile gonioskopik muayene ve +90 D lensle fundus muayenesi yapıldı. Renkli doppler ultrasonografi ile oftalmik arter, nasal posterior silier arter, temporal posterior silier arterlerin hemodinamik özellikleri incelendi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Gün dakikadaki ortalama nabız sayısı ve ortalama kan basıncı değerleri kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı bir değişme saptandı. Ameliyat yapılan gözlerde göz içi basıncı değerleri ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. gün; değerleriyle kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlı azalma olduğu gözlendi. Oftalmik arterin ameliyat öncesi ve sonrası ölçüm değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Santral retinal arter ameliyat önce ve sonrası 15. ve sonrası 15. ve 60. gün hemodinamik değerleri kıyaslandığında sistolik maksimum hızda diyastol sonu hızda, ve ortalama hızda istatiksel olarak anlamlı artma ve resisitif indekste anlamlı azalma olduğu gözlendi. Sonuçlar: Glokom tedavisinde glokom cerrahisi sonrası göz içi basıncının düşürülmesi sonucunda kan akımının pozitif yönde etkilenmesi primer açık açılı glokomun fizyopatolojisinde mekanik teoriyle vasküler teorinin birlikte rol aldığını göstermektedir.
Aim: The aim of this paper is to demonstrate hemodynamically the efficacy of glaucoma surgery in patients with primary open angle glaucoma and to elucidate the pathopysiology of glaucoma. Material and method: 45 eyes from 45 patients who were diagnosed with primary open angle glaucoma in Istanbul Goztepe Training and Investigation Hospital were included into the study . The inclusion criteria were the need for trabeculectomy and no previous eye operation. All patients have undergone trabeculectomy. In the examinations before and 15 and 60 days after the operation, visual acuity evaluation, refraction examination, anterior segment examination with +90 lens were carried out. Hemodynamic characteristics of ophthalmic artery, central retinal artery, nasal posterior ciliary artery and temporal posterior ciliary artery have been investigated by color doppler ultrasonography. Results: No statistically significant change was found in mean pulse per minute and mean blood pressure of the cases between before and 15 and 60 days after the operation. In operated eyes, intraocular pressure was found to be reduced significantly 15 and 60 days after the operation compared top re operation levels. No significant difference was observed in ophthalmic artery in terms of the values before and 15 and 60 days after the operation. In the comparison of the hemodynamic values of central artery before operation and 15 and 60 days after operation, significant increase was observed in systolic maximum velocity, end diastolic velocity and mean velocity and significant decrease in resistive index. Conclusion: Positive effect on blood flow after the reduction of intraocular pressure following glaucoma operation indicates that mechanical theory and vascular theory are compatible in the pathophysiology of primary open angle glaucoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
V.azygos'un Oluşum Varyasyonu Ve V. Hemiazygos İle V. Hemiazygos Accessoria Yokluğu
İsmihan İlknur Uysal, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Nadire Ünver Doğan, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Taner Ziylan
Olgu sunumu
Özeti
V.azygos'un Oluşum Varyasyonu Ve V. Hemiazygos İle V. Hemiazygos Accessoria Yokluğu
A VarIatIon In The FormatIon Of The Azygos VeIn And A GenesIs Of The HemIazygos VeIn And The Accessory HemIazygos VeIn
62 yaşındaki bir erkek kadavranın toraks arka duvarının diseksiyonu sırasında azygos ven sistemine ait varyasyonlar tespit edildi. V. hemiazygos ve v. Hemiazygos accessoria gelişmemişti. V. lumbalis ascendens dextra ve v. lumbalis ascendens sinistra birleşerek Th11 vertebra korpusu hizasında v. azygos’u oluşturuyordu. V. azygos orta hatta ductus thoracicus ile birlikte seyrederek Th4 vertebra hizasında v. Cava superior’a açılıyordu. Columna vertebralis’in sol tarafında; 3.-10. interkostal aralıklarda bulunan venler üst, orta ve alt olmak üzere 3 adet kök oluşturarak v. azygos’a drene oluyorlardı. Azygos ven sistemindeki anatomik varyasyonların bilinmesi mediastinal cerrahi ve bölge ile ilgili radyografilerin yorumlanmasında önemlidir.
The variations were detected in the azygos vein system during dissection of the posterior thoracic Wall of a 62-year-old male cadaver. The hemiazygos vein and the accessory hemiazygos vein were underdeveloped. The right and the left ascending lumbar veins united and formed the azygos vein at the level of the Th11 vertebral body. The azygos vein was coursed on the midline with the thoracic duct and ended in the superior vena cava at the level of the Th4 vertebra. On the left side of the vertebral column; the veins from 3rd to 10th intercostals spaces united and formed three trunks (superior, middle and inferior) which drained into the azygos vein separately. Knowledge of variations in the azygos vein system is important in mediastinal surgery and also in the interpretation of radiographs related with this region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
Şebnem Yosunkaya, İbrahim Satılmaz, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of New TuberculosIs PatIents Followed In Konya Mümtaz Koru DIspensary Between Years 1998 And 2001
1998-2001 yılları arasında Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanserinde kayda alınan 395 tüberkülozlu olgudan yeni akciğer tüberkülozlu 230 olgu retrospektif olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Bunların 123'ü (%53.5) smear (+), 24'ü (%10.4) smear (-) ti, 83'ünde ise (%36.1) balgam bakılmamıştı. Yıllara göre balgam inceleme ve bakteriyolojik tanı koyma oranlarımız 1998 de %27 ve %25.3 1999'da %70 ve %51.1, 2000'de %83.3 ve %77.8, 2001'de %96 ve %74. Toplam 123 ARH+ vakanın 57'si (%46.34) kür, 55'i (%44.71) tedavi tamamlama şeklinde tedavi oldu. Yeni akciğer tüberkülozlu olgularda "kür + tedavi tamamlama" şeklindeki tedavi başarımız ve bunun içindeki kür oranlarımız 1998'de %85 ve %5 , 1999'da %91.6 ve %50, 2000'de %95.3 ve %40.5, 2001'de %89.1 ve %72.9. Akciğer tüberkülozlu olguların çoğunun erkek (%59.8) ve %54.4'ünün 15-34 yaş grubunda oldukları gözlendi. Dispanserin toplumda ortaya çıkması beklenen olguları saptama oranları düşük olmakla birlikte, bakteriyolojik tanı koyma oranları yıllar içinde giderek artmıştı. Tedavi tamamlama şeklindeki tedavi başarısı yeterli, ancak kür oranlarımız yıllar içinde giderek artsa da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hedeflerine henüz ulaşamadığımızgörülmektedir.
We evaluated retrospectively 230 new pulmonary tuberculosis from 395 tuberculosis patient that were applied to Konya Mümtaz Koru Dispansery between years 1998 and 2001. 123 patients (53.5%) was smear (+) and 24 (10.4%) was smear (-). 83 (36.1%) patients had been diagnosed without suputum test. The percentages of suputum test and bacteriological diagnosis were 27% and 25.3% in 1998, 70% and 51.1% in 1999, 83.3% and 77.8% in 2000, 96% and 74% in 2001 respectively. 57 (46.34%) of the 123 ARB (+) cases was treated as cure and 55 (44.71%) as completion of the treatment. Our total treatment success and cure rates were 85% and 5% in 1998, 91.6% and 50% in 1999, 95.2% and 40.5% in 2000, 89.1% and 72.9% in 2001 respectively. %54.4 of pulmonary tuberculosis cases were 15-34 years old. Although the rate of the application of patients to the dispansery were low between 1998 and 2001 the rate of bacteriolojical diagnosis was increased throughout the years but our cure rates did not reach to the suggecful level of WHO.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalsiyum Dobesilat, Pentoksifilin Ve Nikotinil Alkol Tartaratın Kan Glikoz Ölçüsonuçlarına Etkileri
Ayşegül Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Kalsiyum Dobesilat, Pentoksifilin Ve Nikotinil Alkol Tartaratın Kan Glikoz Ölçüsonuçlarına Etkileri
The Effcts Of CalcIum DobesIlate, PentoxyfIllIne And NIcotInyl Alcohol Tartrate On The Results ObtaIned From Blood Glycose DetermInatIon Test
Bu çalışmada, diyabetli hastalarda sık görülen damar hastalıklarını tedavi amacıyla kullanılan ilaçlarla, glikoz ölçümlerinde en sık başvurulan bir yöntem arasındaki muhtemel etkileşmeler araştırılmıştır. Bu nedenle diyabetli hastaların yaygın olarak kullandıkları kalsiyum dobesilat, pentoksifilin ve nikotinil alkol tartarat çalışmanın kapsamına alınmıştır. Bu ilaçların değişik konsantrasyonlarda 2,9-dimetil, 1,10-fenantrolin hidroklorür (neocuproine) - bakır reaktifi ile yapılan glikoz ölçüm yöntemine etkileri araştırılmıştır. Kalsiyum dobesilat kan glikoz ölçüm sonuçlarında istatistiksel anlamda önemli bir artmaya, pentoksifilin ise azalmaya neden olmuştur. Nikotinil alkol tartarat etkisiz bulunmuştur.
In this study, the interactions between the drugs commonly used in diabetic patients and blood glucose determination method have been studied. For this reason, the effects of calcium dobesilate, pentoxyfilline and nicotinyi alcohol tartrate on the results obtained with neocuproine copper reagent method have been evaluated. The changes caused by calcium .dobesilate and pentoxyfilline in the blood glucose determination have been found ta be significant statistically. Howiever, nicotinyl alcohol tartarate has no effect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
127 Doguştan Kalça Çıkığı Vakasının İncelenmesi
Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
127 Doguştan Kalça Çıkığı Vakasının İncelenmesi
Investıgatıon Of 127 Condıtıonal Hıp Dısplacement Case
Selçuk Üniversitesi Tip Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniğinde 12 Mart 1983 -11 Kasım 1984 tarihleri arasında 127 DINÇ vakası tespit edildi. Vakaların 23 ü (%18) erkek, 104 ü (%82) kız idi. 24 vakada (%18) sağ kalça, 28 vakada (%23) sol kalça ve 75 vakada (%59) bilateral kalça çıkığı mevcuttu. 57 yaka (%45) ailenin birinci çocuğu idi ve %62.3 vakanın ilk teşhislerinin 0 yaş grubu içinde yapılmış olduğu tespit edildi. Vakaların %97 sinde 1- 18 ay arasında değişen sürelerde kundak uygulandığı anlaşılmıştır. 51 vakada konservatif tedavi (%40), 31 vakada (%26) iliak osteotomi uygulanmış, 18 vakanın (%15) çeşitli sebeplerden tedavisi ertelenmiş ve 27 yaka (% 19) tedaviyi kabul etmemiştir.
The Analysis Of 127 Patients With Congenital Dislocation Of The Hip 127 cases with congenital dislocation of the hip were determined at tlıe Department of Orthopedic Surgery of the Medical School of Selçuk University, between March 12, 1983 and November 11, 1984. 23 (18 per cent) were boys, 104 (82 per cent) were girl.s of the patients. The dislo-cation of the hip was on the right hip in 24 cases (18 per cent), on the left hip in 28 cases (23 per cent), and on the bilateral hip in 75 cases (59 per cent). 57 per cent of the cases were firt child of the family. The diag-nosis of congenital dislocation of the hip was made in 0 age period in 62.3 per cent of the cases. it has been determined that swadling clothes has been applicated in 97 per cent of the cases between one to eighteen months. 40 per cent of the cases were treated concervatively 26 per cent of the cases were treated by surgery (iliac osteotomy), in 15 per cent of the cases the treatment was delayed. and no treatment was performed in 19 per cent of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesi Ve Safra Yolları Taşlarının Tanısında Us Ve Bt'nin Yerı
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Oktay Işık, Rıfat Yalın, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Safra Kesesi Ve Safra Yolları Taşlarının Tanısında Us Ve Bt'nin Yerı
The Value Of Ultrasonography And Compuled Tonıography In The DIagnosIs Of The GallsIones And Common BIle Duct
Preoperatif dönemde ultrasonografi (US) ve bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesi yapılan 19 hastanın 19 (%100) unda US ile, 14(%73,6) önde BT ile safra kesesi taşı tespit edildi. Bunlardan tıkanma ikteri olan 4 hastada BT ile safra kesesi taşı tespit edildi. Bunlarda tıkanma ikteri olan 4 hastanın BT ile 3'iinde, US ile 1 inde koledok taşı gösterildi. Safra kesesi taşlarının tanısında US, BT ye göre daha duyarlı sonuç verdi. Koledok taşları tanısında ise BT, US den daha duyarlı sonuç verdi.
Nineteen cases were exarnined by computed tomography (CT) and ultrasonography (US). Gallstones were diagnosed in all of the cases (%100) with US. 14 oul of nineteen cases. were ,diagnosed by CT (%73,6). Common bile duci stone was diagnosed in three cases with CT and in one case with US. All of the cases had obstructive jaundiced. As a result, US is more sensitive !han CT in the diagnosis of the gallbladder stones. However, CT is more effective method than US in the diagnosis of the comrnon bile duct stones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
Kemal Ödev, Bilge Çakır, Saim Açıkgözoğlu, Adil Kartal, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
A Rare Cause Of JaundIce: Rupture Into The BIlIary Tree Of The LIver HydatId Cyst
Karaciğer kist hidatiği karaciğerde küçük safra yollarına, birleşik kanala ya da koledok kanalına perfore olabilir. Kist hidatiğin kompiikasyonu olarak sarılık semptomu gösteren 2 olguda sonogramda kar aciğerde iç ve dış safra yollarında genişleme tespit edildi. Bir olguda yapılan ultrasonografi (US) ve perkütan transhepatik kolanjiografi (PTK) ile, 1 olguda da uhrasonografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile karaciğer sol lob medial segmentinden porta hepatise kadar uzanan kistik kitlenin dış safra yollarına bas: yaptığı tespit edildi. Dört olguda da cerrahi girişimden önceki radyolojik bulgular cerrahi girişim bulguları ile verifiye edildi.
Hepatic hydatid cyst perforation into the biliary tree may involve the small intrahepatic bile dutcs, common hepatic duct or common bile dutc. On sonogram, dilatation of intra and extrahepatic biliary tract was demonstrawd in two cases with jaıındice that is a compiication of hydatid cyst. Ultra-sonography (US) and percutaneus transhepatic cho-langiography (PTC) showed that hydatid cyst foud at porta hepatis causes to compression to the extra-hepatic biliary tract in one case. Ultrasonography (US) and computed tomography (CT) disclosed that cystic mass localized in medial segment of the left liver lobe and porta hepatis caus-es to the same finding as well as in one case. Preop-erative radiologicfindings vere confirmed surgically in 4 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehdi Yeksan, Mehmet Gök, A. Nuri Sezer, Yusuf Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
The RelatIons Between The LocatIon And ComplIcatIons PatIent WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim Dalı Koroner Bakım Ünitesinde akut miyokard infarktüsü tanısı ile yatan, hastalarda oluşan komplikasyonları ve bu komptikasyonların miyokard infarktüsünün lokalizasyonuyla olan ilişkisini araştırmaya çalıştık. 50 vak'alık serimizde en çok yaygın anterior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü tespit edilmiştir, bunu inferior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü takip etmiştir. Yine en çok kompIikasyona yaygın anterior miyokard infarktüsünde rastlanmıştır. Komplikasyonların ikinci sıklıkla görüldüğü lokalizasyon türü ise inferior rniyokard infarktüsüdür.
We tried la search for the relationship between the location of myocardial infarction and the resulting complications in patients hokspitalized in the coronary care unit of the Teaching Hospital of Selçuk University with the diagnosis of myocardial infarction. Among fifty patients most of them suffered from anteriorly localized tnyocardial infarction which was followed by inferiorly localized myocardial infarction. The most cotnrnon complications were noticed iri anteriorly localized infarction whereas complications of inferiorly localized rnyocarclial infarction was of secondary frequency.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Superfisiyel Mesane Tümörlerinde İntravezikal Mitoxantrone Uygulaması
Ali Acar, Recai Gürbüz, İbrahim Ünal Sert, Esat M. Arslan, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Superfisiyel Mesane Tümörlerinde İntravezikal Mitoxantrone Uygulaması
The ApplIcatIon Of IntravesIcal MItoxantrone On SuperfIcIal Bladder T Umors
Kliniğimizde süpeıfisiyel mesane tümörü nede-niyle transüretral rezeksiyon uygulanan ve patolojik tetkikleri grade 1 ve 2 transisyonel hücreli karsinom olduğu belirlenen 14 hastaya, postoperatif bir ay sonra başlamak üzere intrakaviter mitoxantrone uy-gulandı. Vakaların ortalama izleme süresi 13 aydır (3 ay-19 ay arası). Uygulamalarda klinik olarak belirlen-miş sistemik bir yan etki ve şimik sistit belirtisine rastlanılmadt. Uygulamalar tümörsüz periyodu kesin olarak belirleyecek uzunlukta olmamakla beraber, simik sistit meydana getirmemesi ve sadece bir hastada rekürrens görülmesinin ümit verici bir gelişme ola-rak kabul edilmesi gerektiği kanısına varıldı.
The intracaviter mitoxantrone was applied to the 14 patients who was evaluated having grade 1 and 2 transitional cell carcinoma in the pathologic examinations by using transurethral resection for the bladder tumor in our Mean follow-up period was 13 months (range 3-19 months). Any systemic complications and chemic cystitis sings weren't enough to determine the period without tumor,since they didn't cause any chemic cystitis and only one patient had recurrence, they found very hopeful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Bülent Uysal, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Substernal TroId WhIch Image Of The RIght Upper Lobe Tumor
68 yaterobazal segmenti dışarıdan bası yapan 5x7x3 cm lik intatorasik troid not edildi.Troid hormon tetkikleri hipertroidiyi gösterdiğinden hastaya 1 ay antitroid tedavi uygulandı.1 ay sonra hasta elektif şartlarda ötroid olarak operasyona alındı.Genel cerrahi ile birlikte servikal insizyon sonrası parsiyel median sternotomi yapıldı.Servıkal troid serbestleştrildikten sonra trakea ve intratorasik komponeneti avasküler şekilde ,paratroid korunarak total troidektomi yapıldı .Yaklaşık 5x7 x3 (şekil 1) cmlik nodüler koloidal guvatr patolojik olarak not edildi ,hasta sorunsuz bir şekilde troid hormonu verilerek taburcu edildi.şında erkek hasta kliniğimize akciğer üst lop tümörü radyolojik ön tanısı ile özel bir klinikten gönderildi.Hastada solunum sıkıntısı,kilo kaybı,çarpıntı şikayetleri mevcuttu.Çekilen akciğer grafisinde sağ üst mediastende genişleme görünmekteydi. Bilgisayarlı Toraks tomografisinde servikal bağlantısı olan trakeayı dıştan deviye eden ve akciğer üst lop an
68-year –old male patient was being accepted from a special clinic to us with a presumed diagnosis of right upper lobe tumor .The patient has a respiratory distress,weight loss,palpitations. Mediastinal enlargement was seen in the upper right chest film. Thoracic computed tomography was noticed a mass nearly 5x7x3 size which connection with cervical area and deviated from outside the trachea,compressing right lobe anterobasal segment . Thyroid hormone tests were performed and showed hyperthyroidism .The patient took anthyroid agent only 1 month and then taken operation elective conditions .We performed operation with a general surgery cervical insision after parsial median sternotomy. Total troidectomy was performed, after the realised cervical troid upper side of neck and then tracheal , borned from intrathoracic component preserved vascular and paratroid structure.The specimen nearly 5x7x3 cm which called noduler collaidal guatr from the pathology .The patient was discharged without any problem by giving thyroid hormone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vasküler Kapatma Cihazının Girişimsel Nöroradyoloji Olgularında Kullanımı: 4 Yıllık Tecrübe
Orhan Özbek, Osman Koç, Fatih Keskin, Ahmet Küçükapan, İbrahim Güler, Alaattin Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Vasküler Kapatma Cihazının Girişimsel Nöroradyoloji Olgularında Kullanımı: 4 Yıllık Tecrübe
The Use Of Vascular Closure DevIce In PatIents WIth InterventIonal NeuroradIology: 4 Years ExperIence
Girişimsel vasküler işlemler sonrası hemostaz kontrolü geleneksel olarak manuel kompresyon ile yapılmaktadır. Son zamanlarda vasküler kapatma cihazları endovasküler işlemler sonrasında kullanılmaktadır. Bu çalışmada manuel kompresyon tekniğine alternatif olarak geliştirilen vasküler kapatma cihazlarının kullanımının girişimsel nöroradyolojide etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Eylül 2007 ile Mayıs 2011 tarihleri arasında toplam 76 hasta çalışmaya dahil edildi (39 erkek, 37 kadın). Hastaların yaş ortalaması 58 olarak saptandı. Uygulanan işlemlerin hepsi intrakranial anevrizma tedavisi veya karotis arter stentlemesi idi. Vasküler kapatma cihazı bir hasta hariç diğer hastalarda başarıyla uygulandı (%98.6). Bu hastaların 72’sinde hemostaz uygulama sırasında ve tam olarak sağlandı. İşlem sonrası birinci gün ve birinci ayda femoral arter ve periferik dalları fizik muayene ile kontrol edildi ve komplikasyon görülmedi. Sonuç olarak vasküler kapatma cihazları girişimsel nöroradyolojide hızlı, güvenli ve etkin bir şekilde kullanılabilir.
Manual compression has been the traditional method of hemostasis following interventional vascular procedures. Recently, vascular closure devices are used after many vascular interventional procedures. In this study, our aim is to determine the efficacy of vascular closure device in interventional neuroradiologic procedures. Between September 2007 and May 2011, a total of 76 patients (39 male and 37 female) included to study. The mean age of the patients was 58 years. All of the procedures applied in the treatment was intracranial aneurysms or carotid artery stenting. Vascular closure device was applied successfully in all patients except for one patient (%98.6). Hemostasis was achieved in 72 of these patients at the time and in full. First day and first month after the procedure, femoral artery and the peripheral branches was checked by physical examination and could not find abnormality. In conclusion vascular closure devices can be used quickly, safely and effectively in interventional neuroradiologic procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serum B12 Düzeyi Primer Ve Sekonder Polisitemi Ayrıcı Tanısında Etkin Bir Ayrıcı Tanı Kriteri Olarak Kullanılabilir Mi?
Sinan Demircioğlu, Serkan Budancamanak, Ali Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Serum B12 Düzeyi Primer Ve Sekonder Polisitemi Ayrıcı Tanısında Etkin Bir Ayrıcı Tanı Kriteri Olarak Kullanılabilir Mi?
Can Serum B12 Level Be Used As An EffectIve DIfferentIal CrIterIon In DIfferentIal DIagnosIs Of PrImary And Secondary PolycythemIa?
Amaç: Polisitemia vera’da (PV) JAK2 V617F mutasyonu %95 oranında saptanmaktadır. Fakat bu test hem yüksek maliyetli hem de zaman alan bir tetkiktir. Bu çalışmada sekonder polisitemiyi (SP) dışlayabilmek için JAK2 V617F mutasyonuna ilave olarak kullanılabilecek hızlı, ucuz ve kolay ulaşılabilen bir tetkik araştırılması planlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Dünya Sağlık Örgütünün 2016 tanı kriterlerine göre tanı almış 39 PV hastası ve 51 SP hastası alındı. Hastaların demografik özellikleri, fizik muayene bulguları ve laboratuvar sonuçları tespit edildi. Bu iki grup arasında istatiksel analiz yapıldı.
Bulgular: PV grubunda, serum B12 düzeyi, eritrosit sayısı, lökosit sayısı, nötrofil sayısı, trombosit sayısı ve laktat dehidrogenaz düzeyi SP grubundan istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Serum B12 düzeyinin 343 pg/mL’nin üzerinde olması PV-SP ayrımı için eşik değer olarak saptanmıştır.
Sonuç: Yüksek serum B12 düzeyi PV ile ilişkili bulunmuştur. Fakat serum B12 düzeyinin primer ve sekonder polisitemi ayrıcı tanısında kullanılabilmesi için bu çalışmada ki verileri destekleyen daha geniş hasta serileri ile yapılan prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: JAK2 V617F mutation is determined in 95% of polycythemia vera (PV) patients. However, this test is a high-cost and time-consuming examination. In this study, a rapid, inexpensive and easily available test that can be used in addition to JAK2 V617F mutation is planned to exclude secondary polycythemia (SP).
Patients and Methods: A total of 39 PV patients and 51 SP patients, who were diagnosed according to 2016 diagnostic criteria of World Health Organization, have been included in this study. Demographics, physical examination findings and laboratory results of patients have been determined. A statistical analysis was performed between these two groups.
Results: In PV group, serum vitamin B12 level, erythrocyte count, leukocyte count, neutrophil count, platelet count and lactate dehydrogenase levels were determined to be statistically significantly higher than SP group. Serum vitamin B12 level above 343 pg/mL has been determined as the threshold value for the differentiation of PV from SP.
Conclusion: High serum vitamin B12 level was determined to be associated with PV. However, there is a need for prospective studies performed with larger patient series supporting the data obtained in this study in order for serum vitamin B12 level to be used in the differential diagnosis of primary and secondary polycythemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
Yalçın Kocaoğullar, Ahmet Önder Güney, Fatih Erdi, Lema Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
PrImary GlIoblastoma MultIforme Of The CervIcal Cord
Primer spinal intramedüller glioblastoma çok nadir görülen bir klinik durumdur. Bu olgu sunumu ile nadir görülen bu tümoral hastalığın özellikleri ve tedavisi hakkında bilgiler, ilgili literatür eşliğinde sunularak tartışılmaktadır. 50 yaşında erkek hasta kliniğimize özellikle son 2 aydır hızla kötüleşen bacak ve kollarda his ve kuvvet kaybı şikayeti ile başvurdu. Manyetik rezonans görüntülenmesinde spinal kordun C3 den C6 ya kadar bir lezyon tarafından genişletilmiş olduğu görüldü. Hasta opere edilerek tümoral lezyon subtotal çıkartıldı. Tümöral dokunun patolojik incelemesi sonucunda glioblastoma multiforme tanısına ulaşıldı. Sunulan bu olgu ile nadir görülen bu hastalığın ana bulguları konu ile ilgili literatür eşliğinde irdelenmektedir. Her ne kadar nadiren görülse de çok hızlı kötüleşen klinik seyri nedeniyle servikal patolojilerin ayırıcı tanısında primer spinal glioblastoma multiforme mutlaka akılda tutulmalı ve etkin bir tedavi için bir an önce tanısı konulup tedaviye başlanılmalıdır.
Primary spinal intramedullary glioblastoma is a very rarely seen clinical entity. By this case report main characteristic features and treatment strategies of this rarely seen neoplasm reported and discussed in the light of relevant literature. Fifty years old man admitted to our clinic with numbness and weakness of limbs for a year escpecially worsened last 2 months. Magnetic resonance imaging (MRI) showed expansion of the spinal cord from C3 to C6 by a lesion. The patient operated and tumoral lesion subtotally removed. The pathological results were consistent with glioblastoma multiforme. Main features of this neoplasm discussed with related literature in this report. Despite of the neoplasm’s low incidence it’s rapid progresive clinical course constrain us to make a correct diagnosis immediately to help the individuals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Distal Diafiz Kırıklarının İntramedüller Çivi
ile Tedavisinde Dizilimin Değerlendirilmesi
Tahsin Sami Çolak, Kayhan Kesik, Mustafa Özer, Faik Türkmen, Burkay Kutluhan Kaçıra, İsmail Hakkı Korucu
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Distal Diafiz Kırıklarının İntramedüller Çivi
ile Tedavisinde Dizilimin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Femoral AlIgnment In Femur DIstal
dIaphyseal Fractures WhIch Treated WIth Intramedullary
naIllIng
Amaç: Distal femur kırıkları hem genç hem de yaşlı nüfusta sık görülmektedir. Tüm femur kırıklarının %
7’sini oluşturmaktadır. Kırık sonrası dizilimin sağlanması, deformite ve kısalık gelişmemesi için önemlidir.
Bu çalışmada eklem içine uzanmayan distal femur diafiz kırıkları tedavisinde uygulanan intramedüller çivi
(İMÇ) yönteminin dizilime etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 2010-2016 yılları arasında, femur distal diafiz kırığı tanısıyla, İMÇ ile tedavi
edilmiş 62 hasta değerlendirildi. Hastaların takip süresi en az 1 yıldı. Hastalar kırık hattının ekleme olan
mesafesine göre 3 gruba ayrıldı (< 100 mm, 100-130 mm, > 130 mm). Her grubun çivi-eklem mesafesi
(ÇEM), kırık hattı-eklem mesafesi (KEM), kırık-çivi mesafesi (KÇM), ayrıca translasyon miktarı ve dizilim
bozukluğu miktarı değerlendirildi.
Bulgular: Grup 1’de; ÇEM 17,1±6,8 mm, KEM 78,4±17,6 mm, KÇM 60,8±15,9 mm, translasyon miktarı
4±1,3 mm ve dizilim bozukluğu 2,9±1,7° olarak bulundu. Grup 2’de; ÇEM 19±6,8 mm, KEM 119,5±8 mm,
KÇM 100,6±8 mm, translasyon miktarı 3,9±1,7 mm ve dizilim bozukluğu 3±1,7° olarak bulundu. Grup 3’de;
ÇEM 25,2±8,7 mm, KEM 143,3±7,8 mm, KÇM 118,1±11,7 mm, translasyon miktarı 3,5±1,8 mm ve dizilim
bozukluğu 2,5±1,4° olarak bulundu.
Sonuç: Yaptığımız çalışmada kırık ile eklem arası mesafe azaldıkça dizilim bozukluğunun ve translasyon
miktarının arttığını, çivi distali ile eklem mesafesi arası 20 mm altında tutulduğunda dizilim bozukluğunun
ve translasyon miktarının azaldığını gördük. İMÇ ile tedavi uygulanacak ekleme yakın distal femur diafiz
kırıklarında, dizilim bozukluğu ve translasyon açısından dikkatli olunması gerekmektedir. Özellikle kırıkeklem
mesafesi 100 mm’nin altında olan olgularda çivi distali ile eklem arasındaki mesafenin 20 mm’nin
altında tutulması, translasyon miktarını ve dizilim bozukluğunu minimum düzeyde tutacaktır.
Aim: Distal femoral fractures are common seen both elderly and young population. These fractures are %
7 of all femoral fractures. Providing of alingment after distal femoral diaphyseal fractures is important for
the development of deformity and shortness. In this study, it was aimed to determine whether the effect
of intramedullary nail method applied in the treatment of distal femoral diaphyseal fractures that do not
extend into the joint to the femoral alignment.
Patients and Methods : 62 patients were evaluated who were treated with intramedullary nail with the
diagnosis of distal femoral diaphyseal fracture between 2010 and 2016. Patients has at least 1 year of
follow-up. Patients were divided into 3 groups according to fracture joint distance (<100 mm, 100-130 mm,
>130 mm). Nail-joint distance (NJD), fracture line-joint distance (FJD), fracture-nail distance (FND), and
the translation and alignment of the fracture line were evaluated for each group.
Results: In group 1; NJD 17,1±6,8 mm, FJD 78,4±17,6 mm, FND 60,8±15,9 mm, translation 4±1,3 mm,
and the malalignment was 2,9±1,7°. In Group 2; NJD 19±6,8 mm, FJD 119,5±8 mm, FND 100,6±8 mm,
translation 3,9±1,7 mm, and malalignment 3±1,7°. In group 3; NJD 25,2±8,7 mm, FJD 143,3±7,8 mm, FND
118,1±11,7 mm, translation 3,5±1,8 mm, and malalignment was 2,5±1,4°.
Conclusion: In our study, we found that as the distance between the fracture and the joint decreased, the
degree of malalignment and translation increased, and when the distance between the nail and the joint
was kept below 20 mm, the amount of malalignment and translation decreased. If distal femur fractures
near the joint line will be treated with intramedullary nailing attention must be taken for the malalignment
and translation. Especially when the fracture-joint distance is less than 100 mm, keeping the distance
between the nail and the joint below 20 mm will keep the translation and malalingment at a minimum level.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyin Sapı Lezyonlarında Ortaya Çıkan Dirençli Hıçkırık
tedavisinde Baklofen Kullanımı
Faruk Ömer Odabaş, Haluk Gümüş
Olgu sunumu
Özeti
Beyin Sapı Lezyonlarında Ortaya Çıkan Dirençli Hıçkırık
tedavisinde Baklofen Kullanımı
The Use Of Baclofen At Treatment Of PersIstent HIccup In BraInstem
lessIons
Hıçkırık ani başlangıçlı, diafragma ve inteterkostal kasların
düzensiz kasılması ve bunu takiben larengeal kapanma ile karakterize
bir tablodur. Genellikle kendi kendini sınırlayan bir durumdur. Bununla
birlikte 48 saatten uzun sürenler dirençli, 2 aydan daha uzun süreli
olan hıçkırık inatçı hıçkırık olarak tanımlanır. Hıçkırığın farmokolojik
tedavisinde klorpromazine, gabapentin, baklofen, serotonerjik
ajanlar ve lidokain kullanılabilir. Non-farmakolojik tedaviler sinir
blokajı, akapunkturdur. Bu vaka sunumunda beyin sapı lezyonlarına
bağlı dirençli hıçkırığı olan ve baklofen ile tedavi ettiğimiz 3 vakayı
sunmaktayız.
Hiccup is the sudden onset of erratic diaphragmatic and
intercostal muscle contraction and followed by immediate laryngeal
closure. Hiccup is usually a self-limited disorder; however when it
is prolonged beyond 48 hours, it is considered persistent whereas
longer than 2 months are called intractable. The pharmaco therapy of
hiccup includes chlorpromazine, gabapentin, baclofen,serotonergic
agonists and lidocain. Non-pharmacological approaches are nerve
blockade and acupuncture. We report 3 cases presenting with
persistent hiccup in brain stem lesions and treated with baclofen.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnguinal Bölgedeki Nadir Birliktelik: İnkarsere Herni Ve
akut Apandisit
Mehmet Zafer Sabuncuoğlu, Tuğrul Çakır, Mehmet Fatih Benzin, Girayhan Celik, Aylin Sabuncuoğlu
Olgu sunumu
Özeti
İnguinal Bölgedeki Nadir Birliktelik: İnkarsere Herni Ve
akut Apandisit
Incarcerated InguInal HernIa WIth Acute AppendIcItIs
Amyand herni, inguinal herni kesesi içinde normal veya inflame
appendiks vermiformis bulunması olarak tarif edilir. İlk kez 1735
yılında C. Amyand tarafından tarif edilmiştir ve inguinal hernilerde
yaklaşık %1 oranında görülür. Bu yazımızda inkarsere inguinal herni
ön tanısıyla opere edilip akut apandisit tespit edilen amyand hernili 2
hastayı sunduk.
Amyand Hernia is described as the presence of normal or inflamed
appendix vermiformis in inguinal hernia sac. It was first described
by C. Amyand in 1735 and occurs in approximately 1% in inguinal
hernia. In this article, we presented two patients with amyand hernia
that operated incarcerated inguinal hernia with the acute appendicitis
detected.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı İle Gelen Hastada Yaygın Arteriyal Tromboz–vaskülit
Özlem Özer Çakır, Gökhan Güngör, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Olgu sunumu
Özeti
Karın Ağrısı İle Gelen Hastada Yaygın Arteriyal Tromboz–vaskülit
DIssemInated ArterIal ThrombosIs In A PatIent PresentIng WIth
abdomInal PaIn-VasculItIs
Büyük damar vasküliti primer vaskülitlerin bir parçası olmakla
birlikte, daha çok aorta ve onun dallarının kronik granülomatöz
inflamasyonu ve obliteratif değişiklikleriyle karakterizedir. Takayasu
arteritinde abdominal vasküler yapılar sık tutulmasına rağmen karın
ağrısı nadir tanımlanan klinik bir semptomudur. Şimdiye kadar tıp
literatüründe ilk semptomu akut ya da kronik karın ağrısı olan on üç
Takayasu arteriti olgusu bildirilmiştir. Bizim olgumuzda da acil servise
akut karın ağrısı ile başvuran 45 yaşındaki kadın hastada abdominal
görüntüleme yönteminde aorta ve dallarında yaygın trombüs ve
organ enfarktı ortaya çıkan, büyük damar vasküliti (Takayasu arteriti)
hastasını sunmayı amaçladık.
Large vessel vasculitis, although a part of the primary
vasculitides, more branches of the aorta and is characterized by
chronic granulomatous inflammation, and obliterative changes.
Abdominal pain is rarely described as a clinical manifestation of
Takayasu arteritis, although abdominal vascular involvement is
common in this disease. Until now, at the medical literature, which
is the first symptom of acute or chronic abdominal pain have been
reported in thirteen cases with Takayasu’s arteritis. In our case, we
aimed to present that the diagnosis of the large vessel vasculitis
(Takayasu’s arteritis) at the 45 years old woman admitted to the
emergency room with acute abdominal pain and her abdominal
imaging method showed that organ infarction and widespread
thrombosis with branches of the aorta.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesinde Transkateter Yolla Kapatılan
patent Duktus Arteriyozus Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Eyüp Aslan, Ahmet Sert, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesinde Transkateter Yolla Kapatılan
patent Duktus Arteriyozus Hastaları
Transcatheter Closure Of Patent Ductus ArterIosus In Selçuk
unIversIty
Bu çalışmada, kliniğimizde Haziran 2011 ile Kasım 2013 tarihleri
arasında transkateter yolla patent duktus arteriyozus kapatılması
işlemi yapılan hastalarla ilgili klinik deneyimlerimizin paylaşılması
ve sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışmaya, patent
duktus arteriyozus nedeniyle transkateter yolla kapatma işlemi
uygulanan, ortalama yaşı 5,4 olan (9 ay-17 yaş) 21 hasta (16 kız,
5 erkek) retrospektif olarak dahil edildi. Kapatma işlemi hastaların
21’sinde (% 100) başarılı bir şekilde gerçekleştirildi ve takiplerde
cihaz erezyonu, aritmi, tromboz veya rezidüel şant gibi herhangi
önemli bir komplikasyon gelişmedi. Kapatma işleminde 11 hastada
Amplatzer Duktal Occluder 1 cihazı, dokuz hastada Amplatzer Duktal
Occluder 2 cihazı, bir hastada ise MemoPart PDA Occluder cihazı
kullanıldı. Patent duktus arteriyozus defektlerinin perkütan yolla
tıkayıcı cihazlarla kapatılması etkili, güvenli ve başarı oranı yüksek,
komplikasyon gelişme ihtimali düşük bir tedavi şeklidir.
This study was aimed to evaluate our clinical experience and
results of transcatheter closure of patent ductus arteriosus patients
in our clinic between June 2011 and November 2013. Atotal of 21
patients (16 female, 5 male) undergoing transcatheter patent ductus
arteriosus closure procedure with mean age 5.4 (9 months and-17
years-old) were included in this study retrospectively. Transcatheter
patent ductus arteriosus closure procedure was successfully
performed in 21 patients (100%) without any complication like device
erosion, arrythmia, thrombosis or residual shunt during follow-up.
Amplatzer ductal occluder 1 device was used in 11 patients, Amplatzer
ductal occluder 2 device was used in 9 patients and MemoPart PDA
Occluder device was used in one patient. Percutaneous closure of
patent ductus arteriosus defects with occlusive devices is safe and
effective procedure with a high success rate and less complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
Harun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardıopulmoner By-Pass Ye Trııodothyronıne (t3)
Cevat Özpınar, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Kadir Durgut, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Kardıopulmoner By-Pass Ye Trııodothyronıne (t3)
Kardıopulmoner By-Pass To Trııodothyronıne (t3)
Klinigimizde acik kalp ameliyati uygulanan 26 hastamn preoperatif erken postoperatif ve postoperatif 7. glinde alinan kanlarinda TT3, 1'4, FT3, FT4 ve TSH dego-leri calr alms ve postoperaty' erk-endijnonde hasralann 2'si hark- ti mande Film bra parametrelerin di4tagii gozlemni§tir. Tiroid hormonlarinin myokard kontraktilitesini artirdigi bir diger ijardeyle her iki ventrikill iizerine pozitif inotrop etki yaprigi gozOniine alindtgamici nzellikle hipotiroidili veya otimid 0117111371242 ragmen sal ventrikiil ejeksion fraksionu % 30'un altindaki hastalarda postoperatif gozlenen timid hormon seviye dii4iikliikleri hem hastalarin pozitij' inotrop destek ihtiyaclarzni artirmakta hatta baz1 hastalarda belirgin kalp debisi du5cilklugu nedeniyle intraaortik balon pompasi ihtiyacint giindone ge--. tirmektedir.
In the preoperative early postoperative and postoperative 7th gland blood samples of 26 patients who underwent open heart surgery in our clinic, TT3, 1'4, FT3, FT4 and TSH values were obtained and 2 of the patients who were postoperatively early were evaluated by the parameters of the film bra. Observed the di4ta. Thyroid hormones increase myocardial contractility and have positive inotropic effect on both ventricle iizer with another ijarde. patients need an intraaortic balloon pump due to the marked cardiac output sensitivity. crouching.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femoral Venlerde Deneysel Greft Uygulamaları
Mehmet Yeniterzi
Araştırma makalesi
Özeti
Femoral Venlerde Deneysel Greft Uygulamaları
Experımental Graft Applıcatıons In The Femoral Veıns
Deneysel ve klinik çalışmalarda; venöz sisteme yerleştirilecek ideal greft için, çeşitli materyal ve teknikler kullanılmaktadır. Bu çalışmada; otojen yen, spiral dizilimli otojen ven ve «knitted Dacron» köpek femoral venine segmental olarak yerleştirilerek, greftlerin potansiyeli araştırıldı. Sürekli açıklık, 15. günde venografi ve arkasından eksplore edilerek tayin edildi. Erken açıklık yönünden; otojen venin Dakron'dan önemli derecede üstün olduğu (p< 0.01) bulundu. Spiral dizilimli venin de, Dakron'dan daha iyi neticeler verdiği tespit edildi (p< 0.05). Geç takipleri yapılamadığından rekanalizasyon gösterilemedi. istenen uzunluk ve çapta otojen ven bulunamadığı zaman, küçük çapta ve düşük hız akımında bile başarılı olan spiral dizilimli veriler tercih edilmelidir.
Various materials and techniques have been used to obtain an ideal graft ta replaced within the venous system in experimental "and ainica/ researches. In this study autogenous vein, spiral composite autogenous yein and knitted Dacron have been replaced segmentaly in canine femoral veins and the potantiality of these grafts has been investigated. Continuous patency was determined by venogram then by exploring on the fifteenth day. From the patency point of view autogenous vein was found to be significantly better than knitted Dacron (p< 0.01). And the spiral compsite ven was found to give better result than Dacron. Since long term observation was not avalible, recanalization could not be deminstrated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dclre1c Genindeki Mutasyonun Pcr-Rflp İle Tanımlanması
Mehmet Ali Karaselek, Serkan Küçüktürk, Hasan Kapaklı, Esra Hazar, Şükrü Nail Güner, Sevgi Keleş, Ercan Kurar, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Dclre1c Genindeki Mutasyonun Pcr-Rflp İle Tanımlanması
IdentIfIcatIon Of The MutatIon In Dclre1c Gene By Pcr-Rflp
Amaç: DCLRE1C genindeki mutasyonlar Artemis proteininin fonksiyonel olarak bozulmasına neden olur ve T/B hücre gelişimi olumsuz etkilenir. Bu mutasyonun bir sonucu olarak, genellikle ağır kombine ve kombine immün yetmezlik (CID) kliniği ortaya çıkar. Akraba evliliğinin yaygın olduğu bölgemizde bu mutasyona bağlı CID vakalarına sıklıkla rastlanmaktadır. Bu nedenle şüpheli hastalar ilgili gen mutasyonu açısından vakit kaybetmeden değerlendirilmelidir. Mutasyonların tespitinde daha karmaşık ve maliyetli yöntemlerin kullanılmakla birlikte daha ucuz ve hızlı yöntemlere ihtiyaç olduğu açıktır. Bundan dolayı çalışmada DCLRE1C geni ekzon 3 (c.194C>T; p.T65I) ve ekzon 14 (c.1669_1670insA; p.T577Nfs*21) mutasyonlarının Polimeraz Zincir Reaksiyonu-Restriksiyon Parça Uzunluk Polimorfizmi (PZR-RFLP) yöntemi kullanılarak belirlenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışma 2017-2020 yılları arasında kliniğimizde DCLRE1C mutasyonu ile takip edilen 14 hasta, 2 ebeveyn ve 10 sağlıklı kontrol dahil edildi. Mutasyon bölgeleri ve uygun restriksiyon enzimleri içeren primerler ile PZR-RFLP analizi gerçekleştirildi.
Bulgular: Analiz sonucunda 12 hasta DCLRE1C geni ekzon 3 açısından homozigot mutant, 2 ebeveyn ekzon 3 açısından heterozigot, 2 hasta ekzon 3 ve ekzon 14 açısından compound heterozigote genotipde olduğu bulundu. Mutasyonlar, Sanger DNA dizilimi ile doğrulandı. PZR-RFLP yöntemi ile ilgili bölgedeki mutasyonlar hızlı ve güvenilir bir şekilde belirlendi.
Sonuç: Çalışma, PZR-RFLP yönteminin primer immün yetmezliklerde özellikle bilinen mutasyonların tespiti ve aile taraması gibi durumlarda kullanılabilecek ucuz, güvenli ve hızlı bir yöntem olduğunu göstermiştir.
Aim: Mutations in the DCLRE1C gene result in functional impairment of the Artemis protein and T/B cell development is adversely affected. As a result of this mutation, a clinic of severe combined and combined immunodeficiency (CID) generally occurs. In our region where consanguineous marriage is common, CID cases due to this mutation are frequently encountered. Therefore, suspected patients should be evaluated promptly for the relevant gene mutation. It is clear that more complicated and costly methods are used in the detection of mutations and there is a need for cheaper and faster methods. Therefore, in this study, it was aimed to determine the mutations of DCLRE1C gene exon 3 (c.194C>T; p.T65I) and exon 14 (c.1669_1670insA; p.T577Nfs*21) by using Polymerase Chain Reaction-Restriction Fragment Length
Polymorphism (PCR-RFLP) method.
Patients and Methods: The study was carried out between 2017 and 2020 and study included 14 patients followed up with DCLRE1C mutation in our clinic, 2 parents and 10 healthy controls. PCR-RFLP analysis was performed with primers containing mutation sites and approp riate restriction enzymes.
Results: As a result of the analysis, 12 patients were homozygous mutant for DCLRE1C gene exon 3, 2 parents were heterozygous for exon 3, and 2 patients were heterozygous for exon 3 and exon 14 and were found to be compound heterozygous genotype. Mutations were confirmed by Sanger DNA sequencing. Mutations in the relevant region were determined quickly and re liably by the PCR-RFLP method.
Conclusion: The study showed that the PCR-RFLP method is a cheap, safe and fast method that can be used in cases such as family screening, especially for the detection of known mutations in primary immunodeficiencies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dizde Berrak Hücreli Sarkom
Harun Kütahya, Ali Güleç, Burkay Kutluhan Kaçıra, Mehmet Ali Acar, Recep Gani Göncü, Mustafa Nazım Karalezli
Olgu sunumu
Özeti
Dizde Berrak Hücreli Sarkom
Clear Cell Sarcoma Of Knee
Berrak hücreli sarkom; yumuşak dokuların tendon ve aponevrozları ile sıkı ilişkili, malign melanom olarak da bilinen, oldukça nadir rastlanan ve nöral krest hücrelerinden kaynaklanan tümördür. 20- 40 yaşları arasında daha sık görülen bu tümöre kadınlarda daha sıklıkla rastlanır. Yüksek derecede agresif bir tümördür ve sağ kalım düşüktür. 71 yaşındaki erkek hasta sol diz lateralinde ağrı ve nüks kitle şikayetleri ile başvurdu. Biyopsi sonucu berrak hücreli sarkom tanısı koyulan hastaya geniş rezeksiyon uygulandı. Sonrasında tıbbi onkoloji tarafından tedavisine devam edilen hasta 10 ay sonra kaybedildi.
Clear cell sarcoma also known as malign melanoma, is a rare tmour originated from neural crest cells. It is closely related with tendons and aponeurosis. It is most common in females between 2 nd and 4 th decades. CCS is a high degree agresive tumour and survival rate is low. In this paper, we report a patient whom wide resection was applied for a clear cell sarcoma at his left knee and followed by oncology clinic. Postoperatively however the patient was lost 10 months following the surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
Halil İbrahim Serin, Aylin Okur, Uğur Yıldırım, Cebrail Ataş, Serkan Şenol, Dilşad Amanvermez Şenarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
The Value Of MetallIc EndoprosthesIs In Treatment Of AtherosclerotIc IlIac Artery DIsease
Bu çalışmada alt ekstremite tıkayıcı hastalıkların tedavisinde
metalik endoprotezlerin başarı oranlarını saptamak amaçlanmıştır.
Alt ekstremite tıkayıcı arter hastalığı olan, yaşları 38 ile 64 arasında
değişen,1 kadın 20 erkek, 21 hastanın 23 lezyonuna yeterli kan
akımını sağlamak amacıyla intraarteriyel stent yerleştirildi. Yirmiiki
Wallstent ve 4 Strecker stent yerleştirildi. Metalik endoprotez
yerleştirme sırasında bir olgu hariç herhangi bir teknik başarısızlık
oluşmadı. Primer teknik başarı %95.2 idi (20/21 hasta). Teknik
başarısızlık olan olguda bilateral ana ilyak arter lezyonu mevcuttu.
Perkütan Transluminal Anjiyoplasti ile yeterince geniş ve düzgün
damar lümeni elde etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu
yetersizlik PTA’dan sonra intravasküler metalik stentler ile en aza
indirilebilir.
The purpose of this study was to determine the success rate of metallic endoprosthesis in treatment of occlusive disease of lower extremities. Twenty three lesions in 21 patients (1 women, 20 men) whose age ranged from 38 to 64 years with occlusive artery disease of lower extremity placed intraarterial stent in order to provide adequate blood flow. Intraarteriel self-expandable wallstent was 22 and strecker stent was 4. We didn’t encounter any technical problem during metallic endoprosthesis placement except one case. Primary technical success rate was 95.2% (20/21). One case with technical failure had bilateral arteria iliaca communis lesion. To obtain a sufficiently wide and smooth vessel lumen may not always possible by Perkütan Transluminal Anjiyoplasti. This insufficiency may minimize by the metallic intravascular stents after from PTA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetli Hastalarda Bel, Boyun Ve Ayak Bileği
çevresinin Kesim Nokta Değerleri
Elif Turan, Bulent Savut, Mustafa Kulaksızoğlu, Mehmet Uyar, Feridun Karakurt, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabetli Hastalarda Bel, Boyun Ve Ayak Bileği
çevresinin Kesim Nokta Değerleri
The Value Cut PoInt Of WaIst, Ankle And Neck CIrcumference In
patIents WIth DIabetes
Yağ dokusunun artışı ile insulin direnci oluşması ve Tip 2 diabetes
mellitus (T2DM) gelişimi arasında yakın ilişki olduğu bilinmektedir.
Bu çalışmada diyabet tanısı olan hastalarda boyun çevresi (BÇ),
bel çevresi ve ayak bileği çevresinin (ABÇ) kesim nokta değerini
belirlemek amaçlanmıştır. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesi Endokrinoloji Kliniğine son 6 ayda başvuran 264 T2DM’li
hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastaların boy, vücut ağırlığı, bel
çevresi, BÇ ve ABÇ ölçüldü. Ayrıca metabolik sendromu olmayan,
normal vücut ağırlığındaki 80 gönüllüden aynı antropometrik ölçümler
yapılarak not edildi. ROC Curve yöntemi ile yapılan analizde
kadınlarda bel çevresi kesim değeri 87.5cm (sensitivite %87-spesifite
%89.6), BÇ kesim değeri 33.5 cm (sensitivite %87-spesifite %85), ABÇ
kesim değeri 21.2 cm (sensitivite %76-spesifite %89), erkeklerdeki
değerleri; sırasıyla 90.5 cm (sensitivite %84-spesifite %77), 36.1cm
(sensitivite %84-spesifite %77), 22.5 cm (sensitivite %76-spesifite
%78) olarak belirlendi. Klinikte kolaylıkla kullanılabilecek bel çevresi,
BÇ ve ABÇ ölçümleri riskli hastaları belirlemede diyabet taraması
açısından yardımcı olabilir.
It is well known that a close relationship between the insulin
resistance due to an increased fat tissue and development of Type 2
diabetes mellitus. We performed to determine cut points value of waist
circumference (WC), neck circumference (NC), ankle circumference
(AC) for patients with a diagnosis of diabetes. 264 patients who
admitted to Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty,
Department of Endocrinology Clinic for 6 months, were included in
the study. Height, weight, WC, NC and AC measurements were noted.
In addition same parameters were noted from 80 healthy volunteers.
When both groups were compared in patients with diabetes, WC, NC
and AC measurements were significantly higher (each p<0.001) than
healty volunters. WC cut-off values were performed 87.5cm (87%
sensitivity, 89.6% specifity), NC cut-off value was 33.5 cm (87%
sensitivity- 85% specificity), AC cut-off value was 21.2 cm (76%
sensitivity- 89% specifity), in women with ROC Curve method. The
cut-off values in males; 90.5 cm (84% sensitivity, 77% specifity),
36.1 cm (77% sensitivity- 84% specifity), 22.5 cm (76% sensitivity78%
specifity), respectively. WC, NC and AC can be used easily
in clinical, these measurements can help to determine the risk for
diabetes screening patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen İlişkili Femur Kırığı: Makat Prezentasyonunun
nadir Komplikasyonu
Nilgün Altuntaş, Mert Karaduman, Tolga Akbaş, Selçuk Kıvılcım, Murat Altay
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen İlişkili Femur Kırığı: Makat Prezentasyonunun
nadir Komplikasyonu
Femur Fracture AssocIated WIth Caesarean SectIon: A Rare
complIcatIon Of Breech PresentatIon
Makat prezantasyonunda sezaryen seksiyo ile doğum travma
oluşumu açısından daha güvenli olduğu için vajinal doğuma tercih
edilmektedir. Bu olguda makat prezentasyonunun nadir komplikasyonu
olarak sezaryen ilişkili femur kırığını sunmayı amaçladık. 36 haftalık
makat prezentasyonu nedeni ile sezaryen seksiyo ile doğan erkek
bebek doğum sonrası 3. gününde sağ bacakta şişlik gözlenerek
sellülit ön tanısı ile kliniğe yatırıldı. Yapılan incelemede sağ femur
kırığı tespit edildi ve sağ bacağı atele alınan bebeğin izlemde
sekelsiz olarak iyileştiği gözlendi. Makat geliş gibi zor vakalarda
sezaryen doğum travma riskini azaltmakta ancak tamamen ortadan
kaldırmamaktadır.
Caesarean delivery is preferred to vaginal delivery in the breech
presentation because it is safer. In this case report, we aimed to
present femur fractures associated with cesarean section as a
rare complication of breech presentation. A 2670g male infant was
delivered at 36 weeks by emergency cesarean section for breech
presentation. On the third day after the birth, he was admitted to
our hospital with a preliminary diagnosis of cellulitis because of
swelling in the right leg. The examination revealed a fracture of the
right femur. A simple immobilization of the limb in extension led to
a complete healing of the fracture without sequelae. Caesarean
delivery reduces the risk of traumatic injury of the newborn compared
to vaginal delivery, but does not eliminate this possible accidental
complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Doz Seftriakson Uygulaması Sonrası Gelişen Fatal
anaflaktik Reaksiyon
Sami Çifçi, Mehmet Asıl, Murat Bıyık, Ramazan Yolacan, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Olgu sunumu
Özeti
İlk Doz Seftriakson Uygulaması Sonrası Gelişen Fatal
anaflaktik Reaksiyon
Fatal AnaphylactIc ReactIon FollowIng The FIrst Dose AdmInIstratIon
of CeftrIaxone
Seftriakson kullanımına bağlı fatal anaflaktik reaksiyon oldukça
nadir görülen bir durumdur. Ancak sefalosporinlerin özellikle betalaktam
grubu antibiyotikler ile çapraz reaksiyon verme riski olduğuda
göz önüne alınırsa çeşitli nedenler ile sefalosporin kullanacak
hastalarda alerjik yan etkiler göz ardı edilmemelidir. Biz burada
Hepatit C (HCV) ye bağlı karaciğer sirozu ile takip edilen ve pnömoni
nedeni ile kliniğimize yatırmış olduğumuz, ilk doz seftriakson
sonrası fatal seyirli anaflaktik reaksiyon gelişen bir vakayı sunduk.
Sefalosporin grubu ilaçları kullanacak hastalarda alerji öyküsü, betalaktamalerjisidedahil
olmak üzere ayrıntılı bir şekilde sorgulanması
gerekmektedir. Özellikle ilk doz ilaç uygulamalarında bile gerekli
önlemler alınmalı ve olası yan etkiler açısından hazırlık yapıldıktan
sonra ilaç uygulanmalıdır.
Fatal anaphylactic reaction due to ceftriaxone is quite rare.
Taking into consideration that cephalosporins may also cross-react
with beta-lactam antibiotics, the risk of allergic reactions in patients
using cephalosporins for serious reasons should not be disregarded.
Here, we present a patient with fatal anaphylactic reaction following
the first dose administration of ceftriaxone who had been followed
in our clinic for liver cirrhosis due to hepatitis C (HCV) and was
hospitalized for pneumonia. Detailed allergy history including betalactam
antibiotic allergy should carefully be questioned in patients
to whom cephalosporin treatment is planned. Even in the first dose
of administration, caution should be taken and drug administration
should be performed after appropriate measures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Postoperatif Bulantı-Kusmanın Önlenmesinde Ondansetron Ve Haloperidol’ün Etkilerinin Karşılaştırılması
Hale Borazan, Tuba Berra Erdem, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Postoperatif Bulantı-Kusmanın Önlenmesinde Ondansetron Ve Haloperidol’ün Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of Ondansetron And HaloperIdol On PostoperatIve Nausea And VomItIng In MIddle Ear Surgery
Amaç: Bu çalışmada orta kulak cerrahisinde proşaktik uygulanan ondansetron ve haloperidol’ün postoperatif bulantı-kusma üzerine etkinliklerinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Genel anestezi altında orta kulak cerrahisi geçirecek olan 40 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, anestezi indüksiyonundan 5 dakika önce ya intravenöz (IV) 2 mg haloperidol (Grup I) ya da IV 4 mg ondansetron (Grup II) verildi. Anestezi indüksiyonunda standart genel anestezi uygulandı. Postoperatif dönemde ilk 24 saat içinde bulantı-kusma verbal deskriptif skala ile değerlendirildi. Bulgular: Bulantı-kusma skoru açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı (p>0.05). Bulantı-kusma görülme sıklığı ve ek antiemetik gereksinimi her iki grupta da istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Yan etki açısından da gruplar arasında fark yoktu (p>0.05). Sonuç: Orta kulak cerrahisi geçirecek hastalarda postoperatif bulantı-kusmayı önlemede 2 mg haloperidol’ün, 4 mg ondansetron kadar etkili olduğu gösterilmiştir.
Aim: The aim of this study is to compare the prophylactic administration of ondansetron with haloperidol to determine its effects in reducing postoperative nausea and vomiting after middle ear surgery. Material and Method: Forty patients scheduled for middle ear surgery under general anesthesia were randomly allocated in two groups to receive either haloperidol IV 2 mg (Group I) or ondansetron IV 4 mg (Group II) 5 minutes before induction of anesthesia. Standart general anesthesia was applied. During postoperative 24 hours nausea-vomiting was evaluated by using verbal descriptive scala. Results: The nausea-vomiting score was not statistically different between the groups (p>0.05). The incidence of nausea-vomiting and the need for rescue antiemetics were not statistically significant (p>0.05). There was no difference of side effects between the groups (p>0.05). Conclusion: It was concluded that haloperidol 2 mg is as effective as ondansetron 4 mg for the prevention of postoperative nausea and vomiting in patients undergoing middle ear surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
Ganime Dilek Emlik, Mehmet Gök, Kemal Ödev, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
RadIologIc FIndIngs In Skeletal Muscle MetastasIs From Lung CarcInoma
Amaç: Malign tümörlerin iskelet kasına metastazları nadirdir. Akciğerden kaynaklanan malign tümörlü olan olguda klinik bulgular ve iskelet kasındaki metastatik lezyonların klasik radyografik, BT, MRG bulguları irdelendi. Olgu: 68 yaşında erkek olgunun akciğer radyografisinde sol akciğerde, büyük kalın düzensiz duvarlı kaviter lezyon izlendi. Lezyon bronkoalveolar lavaj (BAL) sonucunda kötü differensiye epidermoid kanser tanısı aldı. Bir yıldan beri bulunan sol uyluk ön yüzündeki yumuşak doku kitlesinedeniyle yapılan direkt grafide periost reaksiyonu dışında bulgu saptanmadı. MRG’de kitle lezyonu, çevre kas yapılarına göre T1A’lı kesitlerde hipo, T2A’lı kesitlerde hiperintens izlendi. Yumuşak doku kitlesinden yapılan biopsi sonucu metastatik tümörle uyumluydu. Olgu tanı konduktan 6 ay sonra kaydedildi. Sonuç: Akciğer malign tümörlü olgularda iskelet kasında kitle ve ağrı varlığında metastazdan şüphelenilmelidir. Kitlelerin lokalizasyonunda, çevre dokularla ilişkisi ve kemik tutulumunun saptanmasında MRG ve BT tamamlayıcı tetkiklerdir.
Purpose: In the case of the skeletal muscie metastasis of lung cancer the authors report radiographic, CT scan and MRI findings of painful masses in the femoral regions. Muscle biopsy revealed extensive infiltration of the muscle with carcinoma cells. Case: A 68 year-old man presented with a large cavitary lesion with thickened wall in the left hilus on radiogrraphy and CT scan. The diagnosis of the lung cancer was made by bronchoalveolar lavage. The radiograph did not Show any soft tissue mass, except periosteal reaction. MRI showed a tumoral mass in the right quadriceps muscle with signal intensity slightly lower on T1-weighted and higher in T2-weighted images than surrounding muscle tissue.Needle biopsy revealed metastatic squamous cell carcinoma. The patient died six month later. Conclusion: MRI is more useful technique than the other methods for determination of the localization, the relationship of the surrounding tissues and the manifestations of metastatic masses on the skeletal muscle due to malign tumor of the lung.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
Ahmet Serel, Hakan Gemalmaz, Alim Koşar, Namık Delibaş, Gülsen Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
The Role Of Free RadIcals In The PathophysIology Of Acute TestIcular CadmIum IntoxIcatIon.
Yirmidört erkek Wistar rota 21 gün süre ile 1 mgiml kadmiyum klorid intraperitoneal olarak en-jekte edildi. Kontrol grubuna ise 20 erkek Wistar rat alındı. Kadmiyum verildikwn 21 gün sonra tüm ı-at-lar sakrifiye edildiler. Testikider antioksidan enzim aktiviteleri fsüperoksid dismutaz. glutatyon pe-roksidaz ve katalaz), kadmiyum düzeyleri ve ma-londialdehid düzeylerinin belirlenmesi amacı ile tüm ratların testisleri çıkarıldı (MDA). Ayrıca testisler histopatolojik olarak değerlendirildi. Kadmiyum ve-rilen radarda testiküler antioksidan enzim ak-tiviteleri ve malondialdehid düzeyleri kontrol gru-buna göre anlamlı derecede yüksek olarak bulundu (p<0.05). Ayrıca kadmiyum verilen raflarda tes-tiküler hasan giısteren patolojik bulgular elde edil-di. Sonuçta kadmiyuma bağlı olarak ortaya çıkan testiküler hasarın fizyopatolojisinde peroksidatıf hasar ve lipoperoksidasyonun rol oynayabileceği kanaatine varıldı.
Twentv-four male Wistar stı-ain rats esere in-je•ted i mglml nf cadmiunı t.hloride lrrt-iaperitnırealiy for 21 clays and 20 male rats were considered as controls. At the end of 21 clays all nıts were sacrified tn determine antioxidant enzyme (su-peroxide dismutase, catalase and glutathion pe-roxidase) activities and malondialdehide levels of. testis (MDA). Testis cadmium levels wc're de-termined hy atomic absoıption spectrophotomeley, The histopathological changes in the testis WC1*(' also noted. In the cadmium-treated group. the an-tioxidant enzyme activities and the MDA levels were found to be increased when uompared with control group. There was a .vtatistically significant dıf-ference between two groups (p<0.05). All the cad-mium-treated rats showed pathological testicular al: terations. Our results suggested that peroxidative damage and lipoperoxidation might be ı-esponsible for the physiopathology of cadmium-induced tes-ticular damage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Halit Müstakim, Günhal Şatırtav, Refik Oltulu, Hürkan Kerimoğlu, Ahmet Özkağnıcı, Hüseyin Altunhan
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Results Of ScreenIng And Treatment For RetInopathy Of PrematurIty
Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp
Fakültesi, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi ve Göz Hastalıkları
polikliniğinde takip ve tedavisi yapılan prematüre bebeklerde,
prematüre retinopatisi görülme sıklığını saptamak ve tedavi
sonuçlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır. Ocak 2012 – Haziran
2014 tarihleri arasında takip edilen prematüre bebeklerin muayene
bulguları incelendi, doğum haftası ve doğum ağırlıklarına göre
gruplandırıldı. Bebeklerde prematüre retinopatisi gelişme oranı,
evrelere göre dağılımı ve tedavi durumları değerlendirildi. Çalışma
kapsamında 304 prematüre bebek değerlendirildi. Ortalama
gestasyonel yaş 31.1±2.3 (24-36) hafta, ortalama doğum ağırlığı ise
1587.58 ± 454.49 (490-3300) gram olarak saptandı. Bebeklerin 75
tanesinde (%24.7) prematüre retinopatisi izlendi. Hastalık en sık Zon
2’de (45 bebek) görülürken, en az Zon 1’de (1 bebek) görüldü. En
sık Evre 1 (43 bebek) hastalık görülürken, en az evre 3 (3 bebek)
görüldü. Evre 4 ve evre 5 olan hasta izlenmedi. Yalnızca 1 bebekte
agresif posterior prematüre retinopatisi tespit edildi. Prematüre
retinopatisi saptanan bebeklerin 45 tanesinde (%60) Plus hastalık
varlığı saptandı. Prematüre retinopatisi saptanan bebeklerin 22
tanesine (%29.3) argon lazer fotokoagülasyon tedavisi uygulandı.
Tedavi uygulanan tüm hastalarda başarı elde edildi. Gestasyonel
yaşı küçük ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde görülen prematüre
retinopatisi görme kaybına sebep olabilen ciddi bir sağlık sorunudur.
Bu hastaların takibi özenle yapılmalı ve gerekli görüldüğü durumlarda
Argon lazer fotokoagulasyon tedavisi uygulanmalıdır.
Objective of this study was to determine the incidence and
treatment results of retinopathy of prematurity among premature
infants followed in Neonatal Intensive Care Unit and Ophthalmology
Clinic, Meram Faculty of Medicine, Necmettin Erbakan University.
Premature infants followed between January 2012 and June 2014
were included in the study. Infants were grouped according to birth
weight and gestational age. Retinopathy of prematurity incidence,
stage and percentage of infants who were treated with Argon laser
were evaluated. Also, the treatment results and complications
of treatment were determined. The mean gestational age and the
mean birth weight of the 304 premature infants included in our
study were 31.1 ± 2.3 (24-36) weeks and 1587.58 ± 454.49 (490-
3300) gr, respectively. Retinopathy of prematurity was detected in
24.7% (75/304) of the followed infants. Retinopathy of prematurity
was recognized at the zone 2 (45 infants) most frequently, while
at the zone 1 (1 infant) was least frequently. Stage 1 (43 infants)
disease was occurred most frequently, however stage 3 (3 infants)
was observed least frequently. There was no premature infants in
stage 4 and stage 5. Aggressive posterior retinopathy of prematurity
was diagnosed in only one premature infant. A total of 45 (%60)
premature infants having retinopathy of prematurity had also plus
disease. Argon laser treatment was applied to 22 (%29.3) premature
infants with favorable results in all of them. As an important disease
retinopathy of prematurity composes a great risk of blindness for
infants with small gestational age and low birth weight. Argon laser
treatment of eyes with retinopathy of prematurity seems to be an
effective and safe alternative.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beckwith-Wiedemann Sendromu Ve Uzamış Hipoglisemi
Erdal Peker, Ercan Kırımi, Oğuz Tuncer, Sinan Akbayram
Olgu sunumu
Özeti
Beckwith-Wiedemann Sendromu Ve Uzamış Hipoglisemi
BeckwIth-WIedemann Syndrome And Prolonged HypoglycemIa
Beckwith-Wiedemann sendromu (BWS), makrosomi, makroglossi, karın duvar defektleri, hemihipertrofi ile karakterize prenatal veya postnatal bir aşırı büyüme sendromudur. Hastalığın komplikasyonları arasında wilms tümörü, rabdomyosarkom, nöroblastom gibi embriyonal kanserlerle ve hipoglisemi sayılmaktadır. BWS’lu bebeklerin yaklaşık %30’unda hipoglisemi rastlanmaktadır. Hipoglisemi nedeni tam olarak bilinmemekte ve hiperinsülinemi suçlanmaktadır. BWS’da hipoglisemi genellikle yaşamın ilk üç gününden sonra iyileşmesine rağmen vakaların %5’inde dirençli hipoglisemi devam etmektedir. Sonuç olarak BWS’lu bebeklerde kan şekeri düzeyleri ilk saatlerden itibaren düzenli izlenmeli ve insülin düzeyleri de kontrol edilmelidir. Hiperinsülinemi varlığında hipoglisemi problemi burada sunulan vakada olduğu gibi uzayabilir
Macroglossia, prenatal or postnatal overgrowth, macrosomia, macroglossia, and abdominal wall defects (omphalocele, umbilical hernia, or diastasis recti) permit early recognition of BeckwithWiedemann syndrome. Complications include neonatal hypoglycemia and an increased risk for Wilms tumor, adrenal cortical carcinoma, hepatoblastoma, rhabdomyosarcoma, and neuroblastoma, among others. The frequency of hypoglycemia in this population is between 30% and 50%. The cause of hypoglycemia is unclear but supports a hyperinsulinemia as the major factor. The majority of infants with hypoglycemia will be asymptomatic and have resolution of the hypoglycemia within the first 3 days of life. Less than 5% will have hypoglycemia beyond the neonatal period. As conclusion, in patients with BWS levels of insulin and blood glucose must be monitorized beginning from first hours of life. Hypoglycemia may be prolonged in presence of hyperinsulinemia as like this present case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Dışı Baş Ve Boyun Kıtlelerinde Ultrasonografık Incelemelerının Cerrahı Bulgular İle Karşılaştırılması
Ziya Cenik, Harun Doğmuş, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Dışı Baş Ve Boyun Kıtlelerinde Ultrasonografık Incelemelerının Cerrahı Bulgular İle Karşılaştırılması
EvaluatIon Of ExtrathyroId Masses Of The Head And Neck WIIh DIagnostIc Ultrasound, CorrelatIng WIth SurgIcal FIndIns
Kliniğimizde baş ve boyun bölgesinde kitle şikayeti ile müracaat eden ve cerrahi endikasyon konulan 50 hasta ultrasonografik olarak değerlendirilmiş, elde edilen sonuçlar ameliyat bulguları ile karşılaştırılmıştır. Yapılan çalışmada ultrasonografinin, baş ve boyun bölgesi kitlelerini değerlendirmede %94 oranında başarılı olduğu görülmüştür.
In ENT department 50 patient with head and neck swelling esere hospitalized and investigated with ultrasonography. The results cornpared with surgical findings. In this study we found the value of ultrasonograhy in the head and neck swelling was %94.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kist Aspirasyonu Ve Iophendylate Uygulaması
Recai Gürbüz, Ali Acar, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Kadir Ceylan
Araştırma makalesi
Özeti
Kist Aspirasyonu Ve Iophendylate Uygulaması
Cyst AspIratIon And Iophendylate ApplIcatIon
Ocak 1990`dan Ağustos 1992'ye kadar kli-niğimizde insidental bir bulgu olarak belirlenmiş basit kistli 19 yakaya perkütan kist aspirasyonu ve iophendylate uygulaması yapıldı. Uygulamalar ultrasonografik kontrol altında ve lokal anestezi ile gerçekleştirildi. Kist mayisinin şitnik, sitolojik ve bakteriyolojik t etkiki yapıldı. Sonuçlar, peroperatıf basit kist teşhisini doğ-ruladı.Postoperatif belirli aralıklarla yapılan kontrol-larda iophendylate'ın kist cidarına sklerozan etki yaptigı Uygulamanın kistin natürünü belirlemede, kist volümünün azalmasında ve böylece büyük kistik kit-lenin parankim ve kollektör sisteme yapacağı olum-suz etkilerin önlenmesinde önemli katkıları olduğu kanısına varılmıştır.
Percutaneous cyst aspiration and iophendylate application were performed tü 19 patients who were evaluated as having a simple cyst when they applied to our clinic between the dates of January 1990 and August 1992. The applications were carried out under ultrasonographic control and local anesthesia. The cytologic and bacteriologic examination of the cyst liquid were performed. The results proved the preoperative simple cyst diagnose. lt was understood that iophendylate had a sclerosant effect on the cyst in the periodic post operation examinations. Also it was understood that this application had an important support on preventing the negative effects of great cystic mass on the paranchima and collector system and also it had an importance on deciding the nature of the cyst and in the reductions of cyst volume.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karacmer Lezyonlarının Tanısında Anjıografinin Etkinligi
Serdar Karaköse, Turhan Cumhur, Tülay Ölçer, Ahmet Maviş, Ensar Özdemir, Bedrettin Selçuk
Araştırma makalesi
Özeti
Karacmer Lezyonlarının Tanısında Anjıografinin Etkinligi
The EffectIveness Of AngIography In The DIagnosIs Of HepatIc LesIons
Karaciger lezyonlart olan 68 hastanin karaciger, ultrasonografi (US) ye atzjiogrqi, 15 `inde ise bilgisayarlt tomografi (BT) ile incelenerek sonuclar degerlendirilmiltir. Lezyonlarin taw-aril US ile %88, BT ile %87, anjiografi ile % 68 oramnda dogru olarak tammlannaitzr. Anjiografinin karaciger lezyonlarznz belirleinede tam degeri US ye BT ye gore daha duciik buluninuour. caltpnanuzda malign proceslerin ancak % 421si anjiografi ile Ancak an-jiografinin hemangiont tantsinda dogrulugu % 85 bulunmtq olup; Ozellikle karacigerde vaskiiler anatomiyi, lezyonlartn lokalizasyonu ye portal venin oak oldugunu gOstermede etkindir. Anjiografi, ayrtca operasyon sottrast hepatik arterden olu§an eks-travazasyonlartn saptanmastnda da kullantlan deg erli bir tam yOntemidir. Sonuc olarak invaziv bir yontem olan anjiografinin bozo lezyonlartn tanzsanda onenzli bulgular sag-layabikcegini dii§iinmekteyiz.
Radiologic examinations were revieved in 68 patients with liver lesions. Fifteen patient had computed tomography (CT) examination, 68 of them also had ultrasonograpy (US) and angiography in analysis of lesions true positive findings were observed at CT, US and angiography in 87 per cent, 88 per cent and 66 per cent respectively. Angiography, mainly performed to show the vascular anatomy, localization of lesion, patency of the portal vein and not to optimize in tornor detection. Angiography was showed 42 per cent of the malign lesions. Angiograpy was effective in the diagnosis of hemangiornas (%85). It was also diagnotic to show the ekstravasation from the hepatic artery after an operation. Finally, we think- that angiography was an invasive examination method but it was also very effective in the diagnosis of the some liver lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
İrfan Tunç, Şakir Tavlı, Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Özden Tunç, Lema Tavlı, Erşan Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
The Effects Of FamotIdIne And Omeprazole In Short Bowel Syndrome
35 rat 3 ayrı gruba ayrılarak %80 ince barsak rezeksiyonu uygulandı. 1. grup içme suyuna 1 mg/kgl gün famotidin, 2. grup içme suyuna 0.5 mgikg1 gün omeprazol kondu, 3. gruba musluk suyu verildi. Tüm gruplar postoperatif 1. gün standart rat yemi ile beslenmeye başlandı. Hayvanların günlük gaita kıvamları, ağırlık değişimleri incelendi. 15. gün tüm radar sakrı:fiye edilerek karaciğer, mide ve ileum bi-yopsileri alındı, ileal pH ölçüldü, biyokimyasal tet-kik için kan örnekleri alındı. Villus eni, boyu, lie-berkühn kripta derinliği, 0.43 trırn2fdeki villus sayısı yönünden karşdaştırıldt. Famotidin ve omeprazolün mide asidini bloke ederek intestinal pifyı düşürmesine rağmen bu yolla veya villuslar üzerine direkt etki ederek intestinal adaptasyonda etkileri olmadığı görüldü. Adaptasyo-nun hipertrofi değil hiperplazi ile olduğu, hiperplazinin erken dönemde oral gıda alımı ile sağlanabildiği tespit edildi.
35 rats were divided in 3 groups and resection of 80% the small bowel was performed. First group received 1 mglkgid of famotidine and second group 0.5 mglkgld omeprazole in water and third group re-ceived only tap water. Oral feeding with standart rat food initiated on first postoperative day. The weight and stool consistency were examined everyday. On 15th postoperative day alt rats were sacnfied and liv-er, stomach and ileum biopsies and blood samples for biochemical investigation were obtained. The weight and length of villi, depth of Lieberkühn crypts and the number of villi in 0.43 square mm were compared. Despite the ellect of reducing intestinal pH by blockading gastric acide secretion of famotidine and omeprazole, intestinal adaptation was not influenced in this way or direct ellect to the villi. We esta-blished that adaptation occured not by hypertrophy bul hyperplasia and provided by oral intake in early postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
İlhami Demirel, Mustafa Çetin
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
Use Of RadIofrequency ElectromagnetIc FIeld To DetermIne Total Ion ConcentratIon Of Blood Serum
Kan serumundaki elektrolitlerle pek çok araştırma yapılmış olmasına rağmen, toplam iyon konsantrasyonu ile çalışmaya literatürde rastlayamadık. Radyofrekans elektromagnetik alan kullanılarak kan serumunda toplam iyon konsantrasyonu tayini yapılabileceğini göstermek amacı ile, yaşları 17 ile 40 arasında değişen, sağlıklı 40 kişiden aldığımız 5 cc'lik kan örneklerinden elde ettiğimiz serumlardan toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 290 m mol/L olarak bulduk. Söz konusu 40 kişinin 35 inden aynı anda aldığımız idrarlarından toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 730 m mol/L,idrar toplam iyon konsantrasyonu /kan serumu toplam iyon konsantrasyonu oranlarının ortalamasını ise 2,537 olarak tespit ettik.
Although many studies have been conducted on electrolytes in blood serum, we could not find a study with total ion concentration in the literature. In order to show that the total ion concentration in blood serum can be determined using radiofrequency electromagnetic field, we found the average of the total ion concentrations as 290 m mol / L from the 5 cc blood samples we obtained from 40 healthy people aged between 17 and 40 years. We determined the average of the total ion concentrations of 730 m mol / L and the average of the urine total ion concentration / blood serum total ion concentration ratio to be 2,537 from the urine of 35 of these 40 people simultaneously.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
460 Akcığer Hidatik Kist Vakasında Uygulanan Operasyonlar Ve Sonuçları
Hasan Solak, Gökalp Özgen, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
460 Akcığer Hidatik Kist Vakasında Uygulanan Operasyonlar Ve Sonuçları
SurgIcal OperatIons Performed In 460 Cases Of HydatId Cyst Of The Lung And Results ObtaIned Therefrom
460 kist hidatikli vaka serisi incelendi. Vakaların % 90 anda preoperatif teşhis radyolojik olarak kondu. Vakaların 395 ine kistotomi kapitonaj, 27 sine Wedge rezeksiyonu, 15 ine lobektomi, 23 üne segment rezeksiyonu uygulanmıştır. Dikkatli kanama kontrolünü takiben toraksa 2 adet dren konup kapatılmıştır. Vakaların 2 sinde nüks görülmüş (%0.43), 3 vaka ise exitus olmuştur (<;.0 0.65). 3 yıl süreyle yapılan kontrollerde, diğer vakalarda nükse rastlanmamıştır.
A series of 460 cases of hydatid cyst of the lung has been studied. Preoperative diagnosis has been made radiologically in 90<,-, of the cases. In 395 cases, cystotomy has been performed with subsequent capitonnage, while, wedge resection has been performed in 27 cases, with lobectomy in 15 cases and segment resection in 23 cases. Following a careful he-rnorrhage control, two drains have been placed in the thorax and the thoracic cavity has been closed. Recurrence occured in two cases (0.43 %), three cases resulted in exitus (0.65 %); no recurrence has been encountered in other cases as revealed by post-operative follow-up cheks within a period of theree years after operation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğan Prematüre Bebeklerde Kromozom Analizi
Sennur Demirel, Nurettin Başaran
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğan Prematüre Bebeklerde Kromozom Analizi
Chromosome StudIes In Newborn Premature Infants
Bu çalışmada Dicle üniversitesi Tip Fakültesi Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Prematüre Bebek Servisine yatan bebeklerden, ağırlıkları doğum yaşına göre az olan 96 prematüre bebeğin kromozom analizleri yapılmış, sayısal ve yapısal düzensizlikler saptanmıştır. 1- 30 gün arasındaki prematüre bebeklerin topuğundan mikro pipetle alman iki damla kanla yapılan çalışmalar sonucunda, prematüre bebeklerde kromozom düzensizlikleri yüzdesi, arka arkaya doğan seçilmemiş bebeklerdekinden yüksek, ölü doğan ya da perinatal devrede ölen bebeklerdekinden daha düşük bulunmuştur. Ayrıca arka arkaya doğan seçilmemiş bebeklerde 1/7000 olarak rastlanan (3) Trizomi - 18 Sendromu, 1/96 gibi yüksek bir oranda bulunmuştur. Yapısal kromozom düzensizlikleri gösteren bebeklerin annelerinin çoğunun hamile oldukları süre içinde, mutajenik ajanlarla (ilaçlar, hastalık etkenleri, Röntgen ışınları ve kronik alkolizm) temas etmiş oldukları tespit edilmiştir.
In this study, chromosome analysis of 96 premature babies whose weights are less than the age of birth from the babies admitted to the Premature Infant Service of Dicle University Faculty of Medicine Research and Training Hospital, were analyzed and numerical and structural irregularities were determined. As a result of studies conducted with two drops of blood taken from the heel of premature babies between 1-30 days with a micro pipette, the percentage of chromosome irregularities in premature babies was found to be higher than in non-selected babies born consecutively and lower than in babies who were stillborn or died in the perinatal period. In addition, Trisomy-18 Syndrome, which is found as 1/7000 in unselected babies born consecutively, was found with a high rate of 1/96. It has been found that most of the mothers of babies with structural chromosome irregularities have been in contact with mutagenic agents (drugs, disease agents, X-rays and chronic alcoholism) during their pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
Sevtap Darçın, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
ComparIson The DIfferent DelIvery Speeds Of LevobupIvacaIne And Fentanyl In SpInal AnesthesIa
Bu çalışmada, transüretral cerahide intratekal düşük doz levobupivakain ve fentanilin farklı enjeksiyon hızlarının hemodinami, duyusal ve motor blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Benign prostat hiperplazisi nedeniyle opere edilecek ASA II-III grubu 60 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, 22 G spinal iğne ile intratekal aralığa 7.5 mg levobupivakain + 25 μg fentanil karışımı Grup I’ deki hastalara 4 sn, Grup II’ deki hastalara ise 40 sn hızında verildi. Enjeksiyon öncesi ve sonrasında belirli aralıklarla hastaların kalp atım hızı, noninvaziv kan basınçları, duyusal blok seviyesi ve motor blok seviyesi kaydedildi. Duyusal blok seviyesi T10 olduğunda operasyona izin verildi. Hastaların demografik verileri, cerrahi süreleri ve ASA fiziksel durumlarında, kalp atım hızı, Sistolik arter basıncı, Diastolik arter basıncı ve Ortalama arter basıncı ölçümlerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Duyusal blok değerleri benzer değişimler gösteriyordu (p>0.05). Operasyon sonrasında motor blok dereceleri Grup I’de 2 iken, Grup II’de 1 olarak değerlendirildi ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p0.05). Bu çalışmada levobupivakain ile fentanil kombinasyonunun her iki infüzyon hızında da hemodinamik açıdan güvenli olduğu, ancak motor blok geri dönüşüm zamanının hızlı infüzyon yapılan grupta daha uzun olduğu gösterilmiştir.
In this study, we aimed to compare the different delivery speeds of alow dose combined solution of levobupivacaine and fentanyl on haemodynamia, sensorial and motor blockade. 60 ASA I-III patients for spinal anesthesia undergoing transuretral resection were randomly assigned into two groups by using the combined solution of 7.5 mg levobupivacaine and 25 µg fentanyl in four seconds in group I and 40 seconds in group II with 22 G spinal needle for spinal anesthesia. Heart rate, noninvasive blood pressure, sensorial and motor blockade status were evaluated both before and after injections on regular intervals. When the sensorial block level reached to T10 dermatome, the operation began. There was no statistically significant difference between patients demographic data, operation time, ASA status. There were difference was noticed between hemodynamic status of the patients between two groups (p>0.05). Changes in sensorial blockade levels were similar in both groups (p>0.05), but motor blockade level was one in Group I, while it was noticed two in Group II and it was statistically significant (p 0.05). In this study it was shown that both of the injection rates of combination of levobupivacaine and fentanyl prove stable hemodynamia, but it was shown that motor blockade regression time was longer in rapid injection group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
Bilsev İnce, Zeynep Altuntaş, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen, Tuğba Sodalı
Olgu sunumu
Özeti
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
SupportIve DebrIdement TechnIque In The Treatment Of NecrotIzIng
fascIItIs: MultIple FascIotomy
Nekrotizan fasiit (NF) cilt, yumuşak doku, fasya ve kasların nekrozu
ile karakterize, fulminan seyirli olabilen enfeksiyoz bir hastalıktır.
Tedavi geniş debridman ve antibioterapi olmasına rağmen, hastanın
genel durumu, kanama diatezi, kullanılan ilaçlar gibi bazı nedenlerle
hastalara genel ve/veya blok anestezisi verilemeyerek debridman
yapılamayabilir. Bu gibi durumlarda hastalarda yapılabileceklerle
ilgili sınırlı bilgi ve çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar, lokal
anestezi altında yapılacak erken fasyatominin hayat kurtarıcı
olabileceği yönündedir. Yetmiş altı yaşında erkek hasta sağ ön kol ve
kolda generalize ödem, eritem, büllü ve pürülan akıntılı lezyon tespit
edildi. Parmak testi pozitif olması üzerine NF tanısı konularak acil
operasyon planlandı. Ancak genel durum bozukluğu nedeniyle genel
anestezi verilemedi. Aspirin kullanımı nedeniyle blok yapılamadı.
Bunun üzerine lokal anestezi ile kol ve ön kola fasyotomiler açılarak
yaygın apse boşaltıldı ve kültür örnekleri alındı. Sonuç olarak NF
tedavi edilmediği takdirde ölümcül bir hastalık olup erken tanı, yeterli
debridman ve uygun antibiyotik tedavisi ile başarılı sonuçlar elde
edilebilmektedir. Ancak hızlı debridman yapılamadığı veya anestezi
verilemeyen hastalardaki NF’te çoklu fasyotomiler açılarak apsenin
boşaltılması, laboratuar bulgularında düzelme sağlayarak tedaviye
yardımcı olmaktadır. Bu gibi hastalarda fasyotomi debridman öncesi
yardımcı tedavi olarak uygulanabilir.
Necrotizing fasciitis (NF) is an infectious disease with a possible
fulminant course that it is characterized by necrosis of the skin, soft
tissues, fascia or muscle. Treatment involves extensive debridement
and antibiotherapy. Although, debridement may not always be
possible due to limitations in the administration of general and/or
block anesthesia in some patients based on such reasons as overall
health, bleeding diathesis or medications being used by the patient.
There is limited information or studies exploring possible options
in such patients, although those that are available support the lifesaving
advantages of early fasciotomies performed under local
anesthesia. A 76-year-old male patient was admitted with generalized
edema to the right forearm and arm, erythema, and a lesion with a
bulla and purulent discharge. An NF diagnosis was confirmed with a
positive finger test and emergency surgery was planned; however,
general anesthesia could not be administered due to the impaired
overall health status of the patient, who was using aspirin, preventing
blockage. Accordingly, the abscess was drained through arm and
forearm fasciotomies that were performed under local anesthesia,
and samples were obtained for culture.In conclusion, NF can be
fatal when left untreated, while successful results can be achieved
with early diagnosis, sufficient debridement and treatment with
appropriate antibiotics. That said, drainage of the abscess through
multiple fasciotomies can improve the laboratory findings and support
treatment in NF patients who cannot undergo rapid debridement or
can not tolerate general anesthesia. A fasciotomy may be performed
as a supportive treatment prior to debridement in such patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanda Çift Taraflı Perineal Ektopik Testis
Metin Gündüz, İlhan Çiftci
Olgu sunumu
Özeti
Yenidoğanda Çift Taraflı Perineal Ektopik Testis
BIlateral PerIneal EctopIc Testes In A Newborn
Ektopik testisler, inguinal kanalın skrotuma yakın yerinde, penis
kökünde, perinede, karın ön duvarında veya orta hatta yerleşebilir.
Testis gelişimi ve inmesi endokrin, parakrin, büyüme ve gelişmenin
yanında mekanik faktörlerinde etkili olduğu karmaşık bir yapıya
bağlıdır. Biz çift taraflı ektopik perineal olguyu sunduk. Olgu 6
aylıkken opere edildi, 6 ay normal boyut ve yerleşimli olarak takip
edildi. Bu raporda cerrahi olarak tedavi edilen çok az rastlanan çift
taraflı perineal testisli yenidoğan olgu sunulmuştur.
Ectopic testes are found in the superficial inguinal scrotum,
base of penis, perineum, abdominal wall, or medial thigh. Testiculer
development and descending depend on a complex interaction among
endocrine, paracrine, growth and mechanical factors. We describe
a patient with an ectopic testis located on the bilateral perineally
testes. We performed operation at 6 months of age. On follow-up for
6 months, both testes were a normal size consistency, and location.
In this report we present an extremely rare congenital anomally
of bilateral perineally ectopic testes in a newborn and its surgical
management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vertebral Arter Diseksiyonu Sonucu Oluşan Opalski Sendromu
Haluk Gümüş, Murat Serhat Aygün
Olgu sunumu
Özeti
Vertebral Arter Diseksiyonu Sonucu Oluşan Opalski Sendromu
A Result Of The Vertebral Artery DIseksIyonu OpalskI Syndrome
Vertebral arter diseksiyonu (VAD) gençler arasında giderek artan
sıklıkta tanı konan bir inme nedenidir. Opalski sendromu, lateral
meduller sendrom (Wallenberg sendromu) bulgularına ek olarak
ipsilateral hemiparezinin eşlik ettiği, vertebral arter tıkanıklığına
bağlı olarak gelişen, piramidal çaprazdan sonra kortikospinal yolları
etkileyen alt medullar lezyonun yol açtığı bir sendromdur. Bu yazıda
spontan vertebral arter diseksiyonu sonucu gelişen opalski sendromlu
bır olgu literatürler eşliğinde tartışılacaktır.
Vertebral artery dissection (VAD) among young people often
diagnosed in an increasing cause of a stroke. Opalski syndrome which
is due to a lesion of the lower medulla involving the corticospinal
tract after the pyramidal decussation, results from an occlusion of
the vertebral artery and in this syndrome ipsilateral hemiparesia is
associated with symptoms of lateral medullary syndrome (Wallenberg
syndrome). In this paper a case of spontaneous vertebral artery
dissection caused by opalski syndrome will be discussed with
literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Ovaryan Kist Ön Tanısıyla Opere Edilen Benign
uterin Müllerien Kist Olgusu
Zeliha Esin Çelik, Mehmet Güzelgül
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Ovaryan Kist Ön Tanısıyla Opere Edilen Benign
uterin Müllerien Kist Olgusu
BenIgn UterIne MullerIan Cyst Operated WIth PreoperatIve DIagnosIs
of RIght OvarIan Cyst
Müllerien tip benign retroperitoneal kistler; perimenopozal ve
postmenopozal kadınlarda pelvik kitle olarak ortaya çıkar ve klinik
olarak ovaryan maligniteleri taklit edebilir. Burada; medikal tedaviye
dirençli postmenopozal kanaması olan ve sağ ovaryan basit kist
ön tanısıyla opere edilen kadın hastada tespit edilen benign uterin
müllerien kist olgusu sunulmuş, ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken
diğer lezyonlara dikkat çekilmiştir. Karın ağrısı ve vaginal kanama
şikayetleriyle başvuran 62 yaşında postmenopozal kadın hastanın
pelvik ultrasonografisinde sağ adneksiyel bölgede 4x3 cm ölçülerinde
sağ overden kaynaklandığı düşünülen kistik kitle tespit edildi. Daha
önce uygulanan 6 aylık medikal tedaviyle düzelmeyen postmenopozal
kanaması da olan hastaya sağ ovaryan basit kist ön tanısıyla
laparotomi uygulandı. Histopatolojik bulgularla olguya benign uterin
müllerien kist tanısı konuldu.
Benign cysts of Mullerian type present as pelvic mass in
perimenopausal and postmenopausal women mimicking ovarian
malignancy. Herein, a case of benign uterine mullerien cyst detected
in a woman with postmenopausal uterine bleeding resistant to
medical treatment and operated with a preoperative diagnosis of
right ovarian simple cyst is presented. Differential diagnosis is also
discussed. Sixty two years old postmenopausal woman presented
with complaint of abdominal pain and vaginal bleeding. A cystic mass
of 4x3 cms thougth to be originated from right ovary was determined
on pelvic ultrasound. The patient with postmenopausal uterine
bleeding resistant to medical treatment of 6 months given before
went to surgery with a preoperative diagnosis of right ovarian simple
cyst. After pathologic examination, the cyst was diagnosed as benign
uterine mullerien cyst.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
Neşe Asal, Pınar Nercis Koşar, Mahmut Duymuş, Ömer Yılmaz, Uğur Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
BIlateral OvarIan Metastases From Lobular Breast Cancer
Metastatik over tümörleri, tüm over tümörlerinin %3-8’ni malign over tümörlerinin yaklaşık %10-30’unu oluşturmaktadır. Overlerin metastatik hastalığı sıklıkla kolon, mide, meme ve genitoüriner sistem kaynaklıdır. Lenfoma, lösemi gibi hematolojik tümörler de overlere yayılabilir. Klinik hikaye, tümör markerları, tümör morfolojikhistolojik özellikleri ve görüntüleme özellikleri primer ve sekonder over tümörleri arasındaki ayırımda yararlıdır. Manyetik resonans görüntüleme (MRG) tümoral lezyonların karakterizasyonunda, benign ve malign kitle ayırımında çok faydalıdır. MRG incelemede T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde sinyal ve morfolojik karakteristikleri ile over kitleleri tanımlanabilmektedir. Over metastazının saptanması tedavi yönetimini değiştirdiğinden tanınması önemlidir. Bu olgu sunumunda lobuler meme kanserinin her iki overe metastazı MRG ve ultrason bulguları sunulmaktadır
The metastatic ovarian tumors constitute 3 to 8% of all and 10 to 30% of malignant ovarian tumors. The common primary sites for metastatic disease to the ovaries include the colon stomach, breast and the genitoürinary tract. Hematolojic malignancies, including lymhoma and leukemia, also involve the ovaries. Clinical history, tumor markers, tumor morphological-histological features and imaging features are useful to distinguish secondary ovarian tumors from primary ovarian tumors. Magnetic Resonance imaging (MRI) provides useful information for characterization of various ovarian benign or malign masses. The use of MRI for diagnosis of ovarian masses includes consideration of morphologic characteristics and signal intensity characteristics on T1 and T2-weighted images. It is important to determine the ovarian metastasis due to change the method of treatment. İn this case we present MRI an ultrasound findings of bilateral ovarian metastasis of lobular breast cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akcıger Kanserlı Hastalarda Sınır Iletımı Ye Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar
Orhan Demir, Mehmet Gök, Nurhan İlhan, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Akcıger Kanserlı Hastalarda Sınır Iletımı Ye Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar
Nerve ConductIon And Evoked PotentIals
Akciger kanserlerinin paraneoplastik pa-lizzoropati sendromlarimn baAca nedenlerinden al-dzigu bilitimektedir. Ancak periferik siniri etkiledigi hilinmesine ragmen santral rzoronal yollarzn et-kilenip etkilenmedigine dair taranan literatiirde hir hilgiye rastlannzamor. Bu calz§mada Akciger kan-serli hastalarda gorse!, icitse1 ve sornatosensoriyel tiyarilmq kortikal cevaplar (VEP,BAEP,SEP) kay-dedilerek santral yollarin etkilenip etkilenmedigi aravirilch. Bilgisayarli tomografi incelemesinde se-rebral inetastaza rastlanmayan 28 Akciger kanserli hastada calima yapildt. Vakalaruz 7sinde (%25.) duysal polinoropati tespit edildi. VEP latanslaruzin (P100) grup olarak normal kontrol gruhu ile kar-stlap`irmasinda hir prkblik goriilmedi(P>0.05). Ancak 4 vakanin VEP latanslarinin patolojik uzadigi goriildii. PNP tespit edilemeyen vakalarda yapilan SEP incelemesinde (median ye posterior ti-bial uvartm) 4 vakada (%19.4) patolojik latans uza-man giir illdu. Bec hastada BAEP bilateral elde edi-lemedi (%17.24). Sonuc olarak Akciger kanserli hastalarda, PNP nishetinde yiiksek olmamakia heraher santral yol-larin da paraneoplastik olarak etkilenebildigi ka-mszna varildi.
In The Patients With Lung Cancer It is well known that lung cancer is one of the main causes of the paraneoplastic neuropathy syn-dromes. Although the lung cancer has remote effect on peripheral nerves, whether it affects central neu-ronal pathways is not clear. In this study visual, auditory and somatosen-soriel evoked evoked potentials (VEP,BAEP,SEP re-spectively) are recorded in the 28 patients with lung cancer in whom no cerebral metastase were found-ed. Nerve conduction study showed sensory neurop-athy in 7 patients (25%). VEP latencies were path-ologically delayed in 4 patients (19.'4%). Frequency in the abnormal delay of SEP (N19 and 131) is also 19.4%. BAEP could not he elicited in 5 patients (17.24%). We concluded that central neuronal path-ways are also he influenced by remote effect of the lung cancer. However its central effect is not so _fre-quent as peripheral one.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Süleyman Uzun, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
ComprarIson Of Recovery CharacterIstIcs Of Desflurane And Isoflurane In PedIatrIc AnesthesIa
Bu çalışmada tonsillektomi ve/veya adenoidektomi geçiren çocuklarda desfluran ve isofluranın derlenme özellik leri karşılaştırıldı. Yaşları 4-12 olan 40 çocuk çalışmaya alındı ve anestezi indüksiyonundan 30 dk. önce 0.5 mg/kg midazolam oral uygulandı. Anestezi indüksiyonu için 2;2.5 mg/kg propofol ve 10 pg/kg alfentanil verildikten sonra hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve anestezi idamesi için % 1-1.5 isofluran (grup I) ve % 6-7 desfluran (grup II) uygulandı. Cerrahi başlamadan önce, hastalara postoperatif analjezi için 20 mg/kg parasetamol rektal uygulandı. Postoperatif bulantı-kusma insidansını azaltmak için 150 pg/kg deksametason verildi. Anestezik ajanlar operasyon bitiminde kesildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı saptandı. Ekstübasyon zamanı anestezik gazların kesiminden, ekstübasyona kadar geçen süre; derlenme zamanı anestezik gazların kesiminden Aldret skoru 8 oluncaya kadar geçen süre olarak tanımlandı. Ajitasyon üç puanlı skorlama ile değerlendirildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı desfluran grubunda isofluran grubuna göre anlamlı olarak kısa bulundu. Ajitasyon insidansı iki grupta benzerdi. Sonuç olarak, çocuklarda kısa süreli cerrahi girişimlerde desfluran, isoflurana göre daha hızlı derlenme sağlamaktadır.
The study compares the recovery charecteristics of desflurane and isoflurane in children undergoing tonsillectomy and/or adenoidectomy. Forty children 4-12 year of age were studied and thirty minutes prior to the induction of anesthesia, ali patients received 0.5 mg/kg midazolam orally. They were randomly assigned to receive 1-1.5 % isoflurane (group I) and 6-7 % desflurane (group II) for maintenance of anesthesia afterpatients given 2-2.5 mg/kg propofol and 10 pg/kg alfentanyl for anesthesia induction. Before surgery, patients received 20 mg/kg paracetamol rectally for postoperative analgesia. Dexamethasone 150 pg/kg was given to reduce the incidence of postoperative nausea and vomiting. Administration of anesthetic agents was terminated at the end surgery. At the end of operation extubation and recovery time determined. Extubation time was defined as the time from discontinuation of anesthetics to extubation. Recovery time was measured from the time the anesthetics were discontinued until the patients achieved a score of 8 on the Aldrete score. Agitation was evaluated by using the three-point score. Extubation and recovery time were significantly faster in the desflurane group than isoflurane group (p<0.05). İncidence of agitation was similar for both groups. As a result, desflurane provides a faster recovery than isoflurane in short-term surgery on children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Venöz İmpotansların Teşhisinde Penil Renkli Doppler Ultrasonografi İle Farmakokavernozometrinin Karşılaştırılması
Talat Yurdakul, Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse, Mehmet Özeroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Venöz İmpotansların Teşhisinde Penil Renkli Doppler Ultrasonografi İle Farmakokavernozometrinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of PenIle Colour Doppler Ultrasonography And Pharmacocavernosometry In T He DI- AgnosIs Of Venous Impotence
İmpotans, vajinal penetrasyonu sağlayacak düzeyde rijit ereksiyonu oluşturamama veya devam ettirememe ha lidir. Günümüzde impotanson % 50-90'ının nedeninin organik olduğu kabul edilmektedir. Organik nedenlerin büyük bir bölümünü oluşturan vasküler patolojilerden biri olan venöz impotansın tanısında kullanılan en güvenilir yöntemler; farmakokavernozometri ve farmakokavernozografidir. Bu çalışmada venöz impotans teşhisinde penil renkli Doppler ultrasonografi ile farmakokavernozometri bulguları karşılaştırıldı. Erektil disfonksiyon yakınması ile başvuran ve farmakokavernozometri ile venöz impotans olduğu saptanan 30 vakanın penil renkli Doopler ult rasonografi ve farmakokavernozometri bulguları karşılaştırıldı. Yedi sağlıklı erkek kontrol grubunu oluşturdu. Penil renkli Doopler ultrasonografide venöz impotans bulguları olan 30 vakadan 27'sinde farmakokavernozometri ile teşhis doğrulanırken, 3 vakada venöz patoloji olmadığı belirlendi. Tüm vakalar farmakokavernozografi ile teyid edildi. Venöz impotans teşhisinde penil renkli Doopler ultrasonografinin sensivitesi % 100, spesifitesi % 70 ve doğruluk oranı % 91.89 olarak bulundu. Sonuç olarak; penil renkli Doopler ultrasonografi venöz impotans tanısında kolay uygulanabilen, ilaç enjeksiyonuna bağlı koplikasyonlar dışında koplikasyonu olmayan far makokavernozometri gibi invaziv ve sıvı yüklemeyi gerektirmeyen, tanı değeri yüksek semi-invaziv bir teşhis yöntemidir.
Erectile dysfunction is the inability to achieve and maintain a firm erection for vaginal penetration. İt is shovvn that 50-90 % of the impotent men have organic causes. Main source of organic causes are vascular. Venous in- sufficiency is one of the vasculogenic disorders which is diagnosed by pharmacocavernosometry and phar- macocavernosography. Thirty men who complain from erectile dysfunction were diagnosed as venous impotence using pharmacocavernosometry. Penile colour Doopler ultrasonography was also carried out to evaluate the ve nous insufficiency. Using the results, diagnostic value of pharmacocavernosometry and colour Doppler ult rasonography were compared. Seven healty and potent men formed the control group. Colour Doppler ult rasonography confirmed the diagnosis of venous insufficiency in ali except three cases. Pharmacocavernosography shovved the localization of the venous leakes. The sensitivity of colour Doopler ult rasonography was 100 %, the specifity was 70 % and the accuracy rate was 91.89 %. As a result colour Doppler ultrasonography is an easy method which does not have complications except those resulting from drug injection. İt is a highly accurate method that does not necessitate volüme loading as in pharmacocavernosometry.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ntratorasik Mermi Çekirdeğinin Geç Dönem Komplikasyonu
İsa Döngel, Mehmet Bayram, Hakan İmamoğlu, Salih Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Ntratorasik Mermi Çekirdeğinin Geç Dönem Komplikasyonu
Late Term ComplIcatIon Of IntrathoracIc Bullet
Ateşli silah yaralanmalarında hastaların çoğu olay yerinde veya
acil servise getirilemeden kaybedildiğinden bu hastalara yaklaşım
konusunda ortak bir fikir birliği sağlanamamıştır. Toraksa nafiz
ateşli silah yaralanması olan hastalara yaklaşım göğüs cerrahları
arasında bile farklılık gösterebilmektedir. Toraksa nafiz ateşli silah
yaralanması komplikasyonu günler aylar hatta yıllar içinde görülebilir.
Akciğer grafisinde yabancı cisim saptanmasına rağmen stabil ve non
komplike olarak kabul edilip hastaneden taburcu edildiği öğrenilen
hasta iki yıl sonra göğüs cerrahisi kliniğine genel durum bozukluğu
ile geldi. Bu olguda ateşli silah yaralanması sonucu toraksta bırakılan
mermi çekirdeğinin iki yıl sonra oluşturduğu ankiste ampiyemi
sunmayı amaçladık.
There is no consensus in approach to patients suffered from gunshot injuries since they almost die in scene or on the way to the emegency room. Manegement of the patients with gunshot bullet wounds of thorax is different even among thoracic surgeons. Complication of penetrating chest trauma due to gunshot injuries can occur within days, months even within years. A patient was admitted to the thoracic surgery clinic in bad condition. Foreign body was detected in chest X-ray patient. He had been considered stable and non complicated and discharged from hospital after a penetating gunshot injury of thorax two years ago. We report late presentation of empyema as a late complication of bullet after two years of injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Halil İbrahim Taşcı, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Male Occult Breast Cancer ManIfestIng As AxIllary Lymph Node
metastasIs
Okult meme kanseri memede herhangi bir fizik muayene
bulgusunun olmadığı; ya da radyolojik olarak gösterilemeyen bir
kanser türüdür. Genelde primeri belli olmayan aksiller metastazla
kendini gösterir. Erkeklerde meme kanseri nadir görülen bir kanser
türüdür. Okult meme kanseri ise çok daha nadirdir ve literatürde
ancak olgu sunumu şeklinde vakalar bildirilmiştir. 46 yaşında erkek
hasta, 3 aydır olan sağ koltuk altında ele gelen kitle nedeni ile
başka bir sağlık kurumunda eksizyonel biyopsi yapılmış. Patolojik
tanısı, memenin infiltratif duktal karsinom metastazını düşündürür
bulguların ön planda olduğu adenokarsinom metastazı şeklinde
raporlanmış. Hastaya primer odak araştırması açısından batın ve
toraks tomografisi, üst ve alt gastrointestinal sistem endoskopileri
yapıldı. Meme ultrasonografisi, meme manyetik rezonans
görüntülemesi ve pozitron emisyon tomografi çekildi. Bunlarda primer
odak açısından pozitif bir bulguya rastlanmaması üzerine hasta okült
meme karsinomu olarak kabul edildi ve modifiye radikal mastektomi
yapıldı. Sonuç olarak aksillada primeri belli olmayan metastatik lenf
nodu varlığında, hasta erkek olsa bile, okult meme kanseri hatırda
tutulmalıdır.
Occult breast cancer is a type of cancer with no symptoms found upon physical examination on the breasts or which can not be radiologically shown. It generally manifests itself with axillary metastasis with no known primary tumor. Breast cancer in males is rarely seen. Occult breast cancer, on the other hand, is even rarer and only case reports were found in literature. A 46-year-old male patient had excisional biopsy at another medical facility because of a palpable mass on his right armpit. The pathological diagnosis had stated that the patient had adenocarcinoma metastasis with symptoms implying an infiltrative ductal carcinoma metastasis of the breast. Abdominal and thoracic tomography, upper and lower gastrointestinal system endoscopy procedures were performed on the patient in order to determine the primary focus. Breast ultrasonography, breast magnetic resonance imaging and positron emission tomography were also performed. Upon not being able to detect any positive findings, the patient was considered to have occult breast carcinoma and modified radical mastectomy was performed. In conclusion, in the presence of metastatic lymph node with no known primary tumor in the axillary, the possibility of occult breast cancer should be taken into consideration even if the patient is male.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peters Sendromunda Anestezi: Olgu Sunumu
Hakan Erkal, Metin Özşeker, Süleyman Derman, Banu Eler Çevik
Olgu sunumu
Özeti
Peters Sendromunda Anestezi: Olgu Sunumu
AnesthesIa Management In Peters Syndrome: A Case
report
Peters sendromu başka sistemik anomalilerle birlikte görülebilen izole bir göz anomalisidir.
Bu olgu sunumunda, keratoplasti operasyonu planlanan Peters sendromlu 4 yaşındaki bir kız
çocuğunun anestezi yönetimini tartıştık.
Peters syndrome occurs as an isolated ocular abnormality, which may be seen in association
with other systemic abnormalities. In this case report, we discuss our anesthetic management
of a 4-year-old female patient with Peters syndrome who was scheduled for a keratoplasty
operation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
The Cavus DefonnIty Of The Foot And Its Therapy
Pes kavus çeşitli etyolojileri olan patornekaniği tam arlaşılrnarnış kotnpleks bir ayak cleforrnites-idir. Bu çalışmada ayaklarinda kavus deforrnitesi olan 16 hastanın cerrahi tedavisi gözden geçirildi. Llygulana cerrahi tedavi, hastanın yaşına, etyolojisine ve deforrnitenin analizine göre seçildi. Hasta-ların en az bir yıllık rakipleri sonucunda, cerrahi tedavinin %77 oranında başarılı olduğu görüldü.
Pes cavus is a complex fool deforrrzity of diverse etiologies whose pathomechanics are not comletely under,s.tood. This stu.dy reviews the surgical treatment of 16 patients with cavus foot deformity. The coice among avaible surgical procedures was dictated by the age of the patients, cuse and an analysis of the deformity. Follow-up apprasial of the patients with more !han one years' follow-up reveated more dian 77 percent suecesfully results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tinea Versicolo R' Un Ketokonazol İle Tedavisi Dr. Hüseyin Endoğru *, Dr. Şükrü Balevı
Hüseyin Endoğru, Şükrü Balevi
Araştırma makalesi
Özeti
Tinea Versicolo R' Un Ketokonazol İle Tedavisi Dr. Hüseyin Endoğru *, Dr. Şükrü Balevı
The Treatıncnt Of TInca VersIcolor VIth Ketoconasole
Ketokonazol uyguladığımız 30 olguda tedavi sonucu ilacın %90.48 klinik ve laboratuvar Şifa vermesi (Nativ preparatta mantar menfi), ilacın çok iyi etkili olduğunun kanısıdır. Oral yoldan alınınca yan etkilerinin az ayrıca büyük bir avantajdır.
In ofr 30 cases, which were treated with ketoconazole, an antifungal agent, 90.48 perceni of :kese cases, clinical remissions ha ve been obiained. All !hese remissions, have been confirrned by cytological diagnosis which have been done by native preparation,y. Also, it's advantages were related with taking this drog orally and wilhout any adverse effects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Köpek Safen Veninde Hipotermi İle Noradrenalin Fenilefrin Ve Serotonin Cevaplarının Artırılması Ve Bunun Ca2+ İle İlişkisi
Ayşegül Cenik, Ekrem Çiçek, Ayşe Saide Şahin, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Köpek Safen Veninde Hipotermi İle Noradrenalin Fenilefrin Ve Serotonin Cevaplarının Artırılması Ve Bunun Ca2+ İle İlişkisi
The Effect Of IlypomerınIa On NoradrenalIne PhenylephrIne And SerotonIn-Induced ContractIons Of CanIne Saphenous VeIn And Role Of CalcIum
Köpek safen veninden elde edilen spiral şeritler; oksijenlendirilmiş fizyolojik tuz solüsyonu içeren organ banyosuna konulup, noradrenalin, fenilefrin, klonidin ve serotonin ile kasıldı, Kasılmalar izometrik olarak kaydedildi. Banyo isısının 37r den 25r ye düşürülrnesiyle bu kasılmalarda amma gözlendi. Klonidin ile elde edilen kasılma cevapları hipotermi ile artmadı. 10-6 M verapamil ilavesinde, bu kasılmaların inhibe edilmediği gözlendi. Aynı işlem kalsiyumsuz ortamda tekrarlandığında, her üç agonist ile elde edilen kasılmalar öncekilere göre belirgin olarak küçüldü. Ancak kasılma hipotermi cevaplarında belirgin artışa neden oldu. Klonidin aynı ortamda kasılma oluşturmadı. Sonuç olarak, köpek safen veninde belirtilen agonistlerle oluşturulan kastima cevaplarinın hipotermi ile artışında hücre içi kalsiyum depolarının önemli rolünün olduğu söylenebilir
Canin saphenous vein strips were suspended in an organ chambers filled with oxygenated physiological salt solution, and isometric contractions were alsa recorded. Noradrenaline, phenylephrine and serotonin caused dose-dependent contractions which were enhanced by cooling of medium from 37 to 25 C. Clonidine also caused contractions but, these responses weren't enhanced by cooling. Both the contractions induced by these agonists and their augmentations by cooling weren't inhibited by 10- M verapamil. When these procedure were repeated in the Ca2 -free solutions, the agonists-induced contractions were smaller than that of obtained in normal mediurn. However except clonidine-induced contractions, these responses were enhanced by cooling. These results were suggested that intracellular calciurn pools rnay play a functional role cooling-induced contractions of canine saphenous vein.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Masum Üfürüm Ve Bunlarda Mitral Valv Prolapsusu Görülme Sıklığı
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, Şencan Özme, Ali Ertuğrul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Masum Üfürüm Ve Bunlarda Mitral Valv Prolapsusu Görülme Sıklığı
The Frequency Of Innocent Ufur And The Mıtral Valv Prolapsus In Chıldren
Bu çalışma sırasında okul çağındaki çocuklarda masum üfürüm insidansı, ile masum üfürümlü çocuklarda mitral valv prolapsusu (MVP) görülme sıklığı araştırılmıştır. Masum üfürüm insidansı %40,6 olarak bulunmuştur. Bu sonuç literatürde yayınlanan araştırmalar ile benzerlik göstermektedir. Masum üfürümlü çocuklarda MVP görülme insidansı %16 olarak bulunmuştur. Bu sonuçda, MVP'nun masum üfürümlü çocuklarda normal populasyondan daha fazla olmadığını göstermektedir.
The frequency of MVP in childer with innocent murmurs and inci-dence of innocent murmurs in schooling aged children have been inves-tigated during this study. The incidence of innocent murmur has been found to be 40.6 percent. This result is consistent with the other researches which have been pub-lished in the literature. The incidence of MVP in children with innocent murmurs is found to be 16 percent. This shows that MVP in children with innocent murmurs is not frequent than normal child population.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cilt Bulgusu Olmayan 29 Psöriyatik Artrit Hastasının Klinik Ve Demografik Özellikleri
Yusuf Karabulut, Duygu Kurtuluş, Fatih Sarıtaş, Sercan Gücenmez, Zevcet Yılmaz, Sevtap Şimşek, İrfan Esen
Araştırma makalesi
Özeti
Cilt Bulgusu Olmayan 29 Psöriyatik Artrit Hastasının Klinik Ve Demografik Özellikleri
ClInIcal And DemographIc Features Of Twenty-NIne PatIents WIth PsorIatIc ArthrItIs “sIne PsorIasIs”
Giriş
Psoriatik Artrit (PsA), sedef hastalığı (PsO) olan hastaların %10-30'unu etkileyen kronik ilerleyici inflamatuar bir hastalıktır. "PsA Sine sedef hastalığı" terimi, "cilt belirtileri olmadan PsA teşhisi konan hastaları" tanımlamak için kullanılır. Bu çalışmada “PsA” “sine psoriasis”in demografik ve klinik özelliklerinin CASPAR kriterlerine göre tanımlanması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler
2016-2022 yılları arasında CASPAR kriterlerine göre PsA sine psoriasis tanısı alan 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Romatizmal hastalığı ve herhangi bir cilt tutulumu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Bulgular
Çalışmaya dahil edilen 29 hastanın tamamına CASPAR kriterlerine göre PsA tanısı konuldu. Hastaların 16'sı kadındı. Hastaların ortalama (±SS) yaşı 45±11 idi. Hastaların ortalama (±SD) PsA süresi 6,2±3,0 yıldı. PsA'lı hastaların birinci derece akrabalarında psoriazis öyküsü %54,1; ikinci derece akrabalarında psöriazis öyküsü ise %45,9 olarak saptandı. Hastaların %39,4'ünde poliartiküler, %35,7'sinde oligoartiküler, %24,9'unda aksiyal tutulum vardı. Tüm hastaların 19'unda (%65,5) DİP tutulumu mevcuttu. Hastaların %88.9'unda tırnak bulguları mevcuttu. Ayrıca hastaların 17'sinde (%58,6) entezit, 18'inde (%62) daktilit saptandı.
Sonuç
PsA'yı düşündüren klinik semptom ve bulguları olan ve ailede psöriazis öyküsü olan hastalar, PsA sine psoriasisi olarak sınıflandırılabilir. Daktilit ve DIP artritli hastalar, ailesel sedef hastalığı PsA'nın bir alt grubunu temsil edebilir.
Abstract
Psoriatic Arthritis (PsA) is a chronic progressive inflammatory disease that affects 10-30% of patients with psoriasis (PsO). The term "PsA sine psoriasis" is used to describe "patients diagnosed with PsA without skin manifestations". In this study, it was aimed to define the demographic and clinical features of “PsA” “sine psoriasis” according to CASPAR criteria.
Patients and Methods
Twenty-nine patients diagnosed with PsA sine psoriasis according to CASPAR criteria between 2016-2022 were included in the study. Patients with rheumatic diseases and any skin involvement were excluded from the study.
Results
All twenty-nine patients included in the study were diagnosed with PsA according to the CASPAR criteria. 16 of the patients were female. The mean (±SD) age of the patients was 45±11 years. The mean (±SD) PsA duration of the patients was 6.2±3.0 years. A history of psoriasis in the first-degree relatives of patients with PsA was 54.1%; A history of psoriasis in second-degree relatives was found in 45.9%. 39.4% patients had polyarticular, 35.7% had oligoarticular, 24.9% had axial involvement. DIP involvement was present in 19 (65.5%) of all patients. Nail findings were present in 88.9% of the patients. Besides, enthesitis was detected in 17 (58.6%) and dactylitis was in 18 (62%) of patients.
Conclusion
Patients with clinical symptoms and findings suggestive of PsA and a family history of psoriasis can be classified as PsA sine psoriasis. Patients with dactylitis and DIP arthritis, familial psoriasis may represent a subgroup of PsA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
Yeliz Uçar Tavlı, Hacı Hasan Esen, İnci Mevlütoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
Çağdaş Yavaş, Ahmet Büyükyörük, Güler Yavaş, Murat Araz, Özlem Ata
Olgu sunumu
Özeti
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
BIceps MetastasIs From Non-Small Cell Lung Cancer
Küçük hücre dışı akciğer kanserinin (KHDAK) iskelet kasına metastazı nadir görülen bir durumdur ve en etkin tedavi seçeneği tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada KHDAK’nin biseps kası metastazı nedeni ile palyatif radyoterapi uygulanan bir olgunun özellikleri ve tedavi sonucu sunulmuştur. Elli yaşında, küçük KHDAK’ne bağlı biseps metastazı olan hasta sunuldu. Kemoradyoterapiden 1 ay sonra hasta sağ kolunda ağrılı kitle yakınması ile kliniğimize başvurdu. Sağ biseps braki kasındaki ağrılı kitleden alınan biyopsinin sonucu akciğer adenokarsinom metastazı ile uyumlu geldi. Hastanın ağrılı kitlesine yönelik palyatif radyoterapi uygulandı ve sistemik kemoterapi planlandı. Palyatif radyoterapi sonrasında sağ biseps kasındaki metastatik kitlenin ağrısı kayboldu. Palyatif radyoterapiden 2 ay tanı anından ise 18 ay sonra hasta solunum yetmezliği nedeni ile kaybedildi. KHDAK’nin kas metastazı yaptığı olgularda palyatif radyoterapi iyi bir tedavi seçeneği olabilir.
Skeletal muscle metastasis from non-small-cell lung cancer (NSCLC) is a rare event and the optimal treatment strategy is still unknown. Herein we report a case with biceps metastasis from NSCLC. A 50-year-old man with a distant biceps metastasis due to NSCLC is presented. One month after chemo-radiotherapy and adjuvant chemotherapy the patient was readmitted with a painful mass located on the right biceps brachii muscle. A biopsy of the painful mass disclosed the muscle metastasis pulmonary adenocarcinoma. The patient was treated with palliative radiotherapy and systemic chemotherapy was planned. At the end of the palliative radiotherapy his pain was disappeared. Two months later (18 months after the diagnosis) the patient died of respiratory failure. Palliative radiotherapy may be a good treatment option for patient with muscle metastasis from NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
A TrIchotIllomanIc Who BelIeves HaIr Loss
Trikotillomani, tekrarlayan kronik saç yolmalarla karakterize, sıklıkla beraberinde eştanılı durumlarla ilişkili bir dürtü denetim bozukluğudur. Olguların çoğunluğunda trikotillomani sonucu saçlı deride tam ya da kısmi alopesi oluşur. Erişkinlerde genellikle trikotillomani ile birlikte psikiyatrik eştanı çok yaygın görülmektedir. En sık affektif bozukluklar, anksiyete bozuklukları, bağımlılık bozuklukları birliktelik gösterir. Trikotillomaninin etkisi oldukça geniş ve ciddi olabilir. Kişiler arası ilişkiler üzerine olan olumsuz etkileri olduğu gibi toplumdan, sosyal aktivitelerden kaçınmaya neden olabilecek çok sayıda olumsuz etkileri vardır. Tedavi genellikle psikiyatrist ve dermatologların ortak katılımı ile olur. Bu yazıda alopesia totalisi olan ve yıllarca sadece dermatolojiye başvuran ve sonucunda tedavi olamadığına inanan genç bir bayan olgu sunulmuştur. Bu olgu saç yolma davranışını yıllarca gizlemesi ve sonucunda depresyon kliniği ile prezente olması ve uzun süre trikotillomaninin yaşam kalitesini nasıl bozduğuna yönelik iyi bir örnek olduğu düşünülerek hazırlanmıştır.
Trichotillomania characterized by recurrent chronic hair pulling is an impulse control disorder which is associated with comorbid conditions. In most cases trichotillomania results in a total or partial scalp alopecia. The psychiatric comorbidity is usually seen with trichotillomania in adults. The most common psychiatric comorbidities are affective disorders, anxiety disorders, addiction disorders. The effect of trichotillomania can be quite large and serious. It has many negative effects such as either on relationships between people or causing avoid social activities. The treatment of trichotillomania usually involves participation of both psychiatrists and dermatologists. In this article, a case of a young female patient, who has applied only dermatology policlinic for many years with diagnosis of alopesia totalis and not believing being treated in result, is presented. This case has been prepared as a good example of that trichotillomania causes the depresion and the decrease on the quality of life.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
İnci Mevlitoğlu, Zeynep Olcay Ekinci, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi
Özeti
Herpes Zoster Ve Malign Hastalıklar
Herpes Zoster And MalIgnant DIseases
Son 5 yılda Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğe başvuran herpes zosterli ( HZ) hastalar malign hastalıklar yönünden araştırıldı. 213 HZ’ Ii hastanın 12 ( %5,68) sinde akciğer, karaciğer, över, mesane kanseri, skuamöz hücreli karsinomf SCC), kronik lenfositik lösemi (KLL) ve non- hodgkin lenfoma gibi malign hastalıklar saptandı. Herpes Zoster geçiren hastalarını malign hastalıklar yönünden araştırılmasının uygun olacağı ancak hastalığın, bir kanser habercisi gibi ele alınmaması gerektiği düşünüldü.
/Ve observed patients with Herpes Zoster for the malignant diseases who came to dermatology elinle in the last five years. Of the 213 patients, in 12 ( % 5.68) we found malignant diseases such as pulmonary, hepatic, ovary, bladder cancers, squamous celi carcinoma, chronic lymphositic leukemia and non- hodgkin lymphoma. We suggest that, patients with Herpes Zoster must be searehed for malignant diseases, but it doesn ’ t mean that Herpes Zoster is a cancer marker.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
Ümit Kamış, Işık Tuncer, Ahmet Özkağnıcı, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Ocular And PerIorbItal AnthropemetrIc Measurments.
Amaç: Genç ve yetişkin olgularda oküler ve periorbital antropometrik ölçümlerin değerlendirilmesi. Yöntem: Çalışmaya alınan olgular 2 farklı yaş grubuna ayrıldı, birinci grup (genç olgular) yaşları 18 ile 21 (19.73±1.6) arasında tıp fakültesi öğrencilerinden, ikinci grup (yetişkin olgular) yaşları 42 ile 65 (52.48±9.2) arasında göz polikliğine muayeneye gelen 150 hastadan oluşturuldu. Travma yada konjenital anomali hikayesi olan olgular çalışma kapsamına alınmadı. Tüm olgularda iç kantuslararası mesafe (İKM), dış kantuslararası mesafe (DKM), interpupiller mesafe (İPM), interpalpebral fissür yüksekliği (PFY), interpalpebral fissür uzunluğu (PFU) ölçüldü. Ölçümler aynı kişi tarafından elektronik kumpas kullanılarak yapıldı. Elde edilen değerler her iki grupta cinsler arasında karşılaştırıldı, ayrıca genç ve yetişkin olgularda aynı cinsler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Ölçümlerin değerlendirilmesinde İKM, DKM, İPM açısından aynı grupta cinsler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark var iken (p<0.05), iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yok idi (p>0.0), PFM değerleri açısından aynı gruptaki cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), iki grup arasında fark yok idi (p>0.05), PFY açısından birinci grupta cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), ikinci grupta cinsler arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Gerek bu çalışma ve gerekse diğer çalışmalar oküler ve periorbital antropometrik standartların belirlenmesi için değişik yaş ve etnik grupları içeren geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Sağlıklı bireylerdeki bu ölçümler bazı morfolojik bozuklukların erken teşhisinde ve cerrahinin planlanmasında faydalı bir rehber olabilir.
Purpose: to evaluate the ocular and periorbital anthropometric measurments in young adults and adults. Methods: Our study were enrolled two different age groups, first group (young adults) was consisted of 200 medical students aged between 18 to 21(19.73±1.6) years, and second group (adults) consisted of 150 patients aged between 42 to 65 (52.48±9.2) years who were examined in department of opthalmology. Cases with history of trauma and congenital anomaly were excluded from the study. In all cases the intercanthal distance (ICD), the outercanthal distance (OCD), the interpupillary distance (IPD), the palpebral fissure height (PFH) and the palpebral fissure distance (PFD) were measured. Measurments were performed by the same examiner using a single electronic compass instrument. In both groups the measurments between males and females as well as the measurments of the same gender between the both groups were compared. Results: In the evaluation of the measurments, in ICD, OCD and IPD there was statistically significant differencess between the genders (ie male/female) in same group (p<0.05), while there was no statistically significant differencess between the gender in the same group, while there was statistically significant differencess in between the two groups (p<0.05), and in PFH there was statistically significant differencess between the genders in the first group (p<0.05), however there was no such defferencess in the second group (p>0.05). Conclusion: Our results on one hand and the contrary results of other studies on the other hand, arise the need for further studies including different ages and ethnics groups to set standarts for ocular and periorbital anthropometric measurments. These measurments in healthy subjects may be useful guide for early identification of some dysmorphological abnormalities and of planning surgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
A Case Report Of Largely Located Condyloma Acu-MInatum
Altmış iki yaşında bir hastada kırk yıllık bir öyküye sahip inguinal yerleşimfi büyük bir condyloma acu-minatum vakası eksizyon sonrası ince kalınlıkta deri grefti ile onarıldı. Bu kadar uzun bir öyküye rağmen, malign transformasyon göstermeyişi ve büyük bo-yutları sebebi ile sunuldu.
A case of very large condyloma acuminatum lo-cated in inguinal region in a 62 years old male 40 years history was treated by surgical excision and split thickness skin graft. Altough it had very Tong his-tory there was no malign transformation in histo-pathological examination. We presented it because of its unusual size and tong history without malign transformation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, H. İbrahim Topatan, Osman Acar, Ertuğ Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of TopIcallv ApplIed MeperIdIne WIth The MeperIdIne Absorbed Autolog Fat Graft On PostoperatIve PaIn In Luınbar HernI DIseal Surgery
Bu klinik çalışmada Selçuk Üniversitesi Nöroşirürji Anabilim Dalında 1996 yılının ilk 9 ayında Lomber disk hernisi tanısı ile opere edilen 63 olgu prospektıf olarak değerlendirilmiştir. Olgular 21 kişilik gruplar halinde 3 gruba ayrılmıştır: Grup 1: Yalnızca cerrahi girişim uygulanan, Grup II: Cer-rahi girişim sonrası topikal meperidin uygulanan. Grup M: Cerrahi girişim sonunda meperidin en-jekte edilmiş otolog yağ grefti kullanılan 21 olgudan oluşmaktadır. Hastalar postoperatif 1., 3., 5. ve 7. günlerde "Mc Gill Ağrı Skalası" esas alınarak değerlendirildi. Bu çalışmada, uygulanan yöntemlerin postoperatif dönemdeki ağrı yakınması ve mohilizasyon üzerine etkileri literatür ışığında değerlendirildi.
This prospective study was carried out on 63 cases operated for the lumbar disc herniation, at the Medical Faculty of Selçuk University in 1996 in the first 9 months. All cases were divided into three equal groups :21 cases who had only disc operation was taken as first group, second group of cases re-ceived topical meperidine at the and of the ope-ration while third group of cases were applied me-peridine injected autolog fat graft. The patients were referred postoperatively 1, 3. 5 and 7 th days _according to "Mc Gill Pain S•ala". In this study we wanted to see the effects of the application method of meperidine on pos-toperative pain and comfortable mohilization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olağandışı Ekstranodal Tutulumlarla Agresif Seyredenmantle Hücreli Lenfoma
Mehmet Hilmi Doğu, İsmail Sarı, Sema Ertürk, Sibel Hacıoğlu, Ali Keskin
Olgu sunumu
Özeti
Olağandışı Ekstranodal Tutulumlarla Agresif Seyredenmantle Hücreli Lenfoma
AggressIve Mantle Cell Lymphoma PresentIng WIth Unusual
extranodal Involvements
Mantle hücreli lenfoma tüm Hodgkin dışı lenfomaların %3-
10’unu oluşturmaktadır. İleri yaş hastalığı olup erkeklerde daha sık
görülmektedir. Mantle hücreli lenfoma olguları genellikle ileri evrede
tanı almaktadır ve ekstranodal tutulumlara sık rastlanmaktadır.
Bu yazıda, hastaneye sağ diz ağrısı ve şişlik nedeniyle başvuran
ve olağandışı ekstranodal tutulumlarla giden agresif seyirli mantle
hücreli lenfoma tanısı alan 62 yaşında erkek bir olgu paylaşıldı.
Mantle cell lymphoma represents 3-10% of all non-Hodgkin
lymphomas. It is mostly a disease of the elderly and shows a male
predominance. Patients with mantle cell lymphoma usually present
with advanced stage. Extranodal involvements are common finding.
In this paper, we presented a case of an 62 year old male admitting to
hospital only right knee pain and swelling who had aggressive mantle
cell lymphoma with unusual extranodal involvements.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Başlı M. Biceps Brachii
Cemil Bilkay, Büşra Candan, Soner Albay
Olgu sunumu
Özeti
Üç Başlı M. Biceps Brachii
Three Headed BIceps BrachII Muscle
Rutin diseksiyon çalışması esnasında formaldehit ile fikse edilmiş
73 yaşındaki bir erkek kadavranın sol kolunda, M. biceps brachii’nin
iki başına ek olarak, bir başının daha olduğu görüldü. Kasın diğer
iki başı ve diğer kol kasları normal anatomik lokalizasyonundaydı.
Üç başlı biceps brachii olguları bazı araştırmacılar tarafından başın
orijin aldığı yere göre infero-medial humeral, superior humeral,
infero-lateral humeral baş olmak üzere sınıflandırılmıştır. Bu vakada
M. brachialis’in origosunun medialinden ve humerus’un orta 1/3’lük
kısımlarından başlayan aksesuar baş, M. biceps brachii’nin ortak
tendonunda sonlanıyordu. Literatürde infero-medial humeral baş
olarak adlandırılan bu başın görülme sıklığı ırka göre değişmekle
beraber; ortalama %7.7-12’dir. Türk populasyonunda yapılan çeşitli
çalışmalarda ise insidansı %2.54-6.15 olarak gösterilmiştir. Bu
tarz varyasyonların bilinmesinin olası cerrahi komplikasyonların
önlenmesinde ve tanı yöntemlerinde önemli olduğunu düşünüyoruz.
During our routine dissection studies, we encountered an
accessory head of biceps brachii in the left upper extremity of a
73-year-old formalin-fixed male cadaver. The other two heads of the
muscle and other arm muscles were as usual. Humeral accessory
head of biceps brachii muscle was classified according to the
originated location of the head of biceps brachii muscle by some
researchers as infero-medial humeral, superior humeral and inferolateral
humeral head. In this case, the accessory head was originated
from middle third of the humerus, superior and medial to the origin
of brachialis muscle and inserted to the common tendon of biceps
brachii. In the literature, this head was named as infero-medial
humeral head and its incidence changes between 7.7-12% according
to ethnicity. In Turkish population, its incidence changes between
2.5-6.15%. We think that knowledge of this type of the variation
is important for prevention of possible surgical complications and
diagnostic procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
Safiye Seçil Akgün Çalışkanyürek, Duygu İlke Yıldırım, İkbal İnanlı
Araştırma makalesi
Özeti
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
The Effect Of Mental Status Of Mothers Aged 18-49 Years On AttItude To BreastfeedIng
Amaç: Son yıllarda anne sütü ve emzirme kadar kıymetli olan bir diğer husus da doğum sonrası lohusa
annelerin ruhsal durumudur. Çalışmanın amacı 18-49 yaş arası lohusaların doğum sonrası depresyon ve
anksiyete düzeylerinin emzirme tutumuna olan etkisini değerlend irmektir.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma 1 Şubat 2021 ile 1 Ağustos 2021 tarihleri arasında Aile sağlığı
merkezlerine kayıtlı olan lohusa ve yeni doğan aşısı için başvuran 18 yaş üstü, gebelik öncesi veya
gebelik döneminde psikiyatrik hastalığı olmayan 243 katılımcı i le yapılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim düzeylerinin, anne sütünün gerekliliğinin, emzirme bilgi düzeyinin ve emzirme
süresinin emzirme tutum düzeylerini etkilediği görülmüştür. Doğum haftalarına göre emzirme tutumlarını
incelediğimizde, 32 hafta öncesi doğum yapan katılımcıların emzirme tutumlarının 36 hafta ve üzerinde
doğum yapanlara kıyasla daha yüksek düzeyde olduğu görüldü (p=0,001).
Sonuç: Emzirme tutum düzeylerine etki eden en önemli değişkenin durumluk kaygı olduğu görülmüştür.
Durumluk kaygısı ve doğum sonrası depresyon düzeyi konusunda destek alan kadınların emzirme tutum
düzeyleri daha iyi olacağı için bu konu ilgili anneler ile iletişimin artırılmasının anne ve bebek sağlığını
olumlu yönde etkileyeceği söylenebilir .
Aim: Another issue that is as important as breast milk and breastfeeding today is the mental health of
postpartum mothers. The aim of the study is to evaluate the effect of postpartum depression and anxiety
levels of puerperant women aged 18-49 on breastfeeding attitude s.
Patients and Methods: This study was conducted with 243 participants over the age of 18, who did
not have any psychiatric disease before or during pregnancy, who applied for puerperal and newborn
vaccination between February 1, 2021 and August 1, 2021, registered to the central family health centers.
Results: It was observed that women's education, necessity of breast milk, breastfeeding knowledge
level and breastfeeding duration affected their breastfeeding attitude levels. When we examined the
breastfeeding attitudes according to the weeks of birth, it was seen that the breastfeeding attitudes of
the participants who gave birth before 32 weeks were at a higher level than those who gave birth at 36
weeks or more (p=0.001).
Conclusion: It is evaluated in terms of the state of the optimizable how it affects the views according to
the results. In the field of education, which receives support in state anxiety and postpartum appearance,
it can be played that the body will affect the mother and baby positively, regarding the communication in
this regard, for better general appearance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
SurgIcal 7'reatment Of CongenItal DIslocatIon Of The HIp In ClIldrert Between The Ages One Year And SIx Months And Four Years
1.5-4 yaşları arasında Doğuştan Kalça Çıkığı olan ve cerrahi tedavi uygulanan 43 çocuğun 58 kalçasının tedavi sonuçları gözden geçirildi. 35'i kız 8'i erkek olan hastalarda çeşitli cerrahi işlemler uygulandı. Ortalama 22 ay takip edilen hastalar klinik olarak Mc Kay, radyolojik olarak Severin kriterlerine göre değerlendirildi. Radyolojik olarak 48 kalça (%83) çok iyi, 6 kalça (%10) iyi, 1 kalça %2) orta ve 3 kalça (%5) kötü olarak değerlendirildi. Tek taraflı 041 olan bir kalçada normal tarafta avasküler nekroz gelişti ve bir kalçada tekrar çıkık meydana geldi.
The results in 58 congenitally dislocated hips in 43 children who were between one and a half four years okl have been reviewed. There were 35 girls and 8 boys. Open reduciion (OR) was perfortned in one hip, Salter's innornintne osteolotny (S10) was perforrned in three hips, OR and SIO were perfortned in 43 hips, OR, SfO derotation varus and fernoral shortenin were performed 11 patients. Ali of the patients have been followed at least one yer (average nventy-two months). Using Severin classification of radiographic evalualion, 48 hips (83 per cent) vere telated as excellent, 6 hips (10 per cent) as good, one hip (2 per cent) as fair and three hips (5 per cent) as failure. Clinical avaluation was made using Mc Kay's criteria and 47 hips (81 per cera) were related as excellent. Seven hips (12 per sent) as good, three hips (5 per cent) as fair, one hip (2 per cent) as failure. Avascular necrosis developed in one mortn.al side, there was one redislocation
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Headache Semptom In PractIse Of Ent
1989 yılı içinde S.Ü.T.F. KBB polikliniğine başvuran ve baş ağrısı şikayeri olan 200 hasta bu araştırma kapsamına alındı. Hastalardan alınan detaylı anamnez ve yapılan tetkikler ve ilgili klinik-lerle yapılan işbirliği sonucu 200 hastada baş agrısının etyolojik dağılımı ortaya kondu. Vakaların 85iinde (9'042.5) baş ağrısı burun ve paranazal sinüs patolojilerine bağitydı. 115 vakada (%57.5) baş ağrısının sebebi diğer patolojilere bağlandı.
In 1989, 200 patientes, admitted to ENT outpatient clinic with the cornpiani of headache were included in ihis researchment. Examinations and history in tetail taken from the patients and with the help of related clirtics the etiologic spread of headache was found out. in 85 cases headache was due to the pathology of the nose and the paranasal sinus. in 115 of cases, the cause of headache was attribuied to the other pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Tuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Olgu sunumu
Özeti
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Secondary BacteremIa After RotavIrus InfectIon
İshal çocuklarda önemli mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Rotavirüs
enfeksiyonları bebeklerde ve küçük çocuklarda görülen şiddetli gastroenteritlerin en başta
gelen nedenlerindendir. Rotavirüse bağlı nadiren sekonder bakteriyemi olguları bildirilmiştir.
Sekiz aylık erkek hasta rotavirüs gastroenteriti ve orta derecede dehidratasyon tanılarıyla
serviste izleme alınmıştır. İntravenöz hidrasyon ve oral probiyotik saşe ile şikayetleri gerileyen
hastanın yatışının 3. gününde ateşleri tekrar yükselmiş, genel durumu kötüleşmiş ve sepsis
tanısı konulmuştur. Yoğun Bakım Ünitesinde izleme alınan ve ampirik olarak seftriakson,
amikasin ve vankomisin başlanan hastanın kan kültüründe seftriakson ve amikasine duyarlı
Klebsiella oxytoca üremesi olmuştur. Vankomisin kesilmiş, diğer tedavileri toplam 14 gün
verilmiştir. Kliniği tamamen düzelen hasta taburcu edilmiştir. Rotavirüse sekonder bakteriyel
sepsis önemli bir klinik durumdur. Kırksekiz saatten uzun süren veya düşüp tekrar yükselen
ateş uyarıcı olmalıdır. Rotavirüs aşılamasının önemi, hastalığın komplikasyonlarında azalma
sağlayabileceğinden dolayı vurgulanmalıdır.
Diarrhea goes on to be an important reason of morbidity and mortality in childhood. Rotavirus
infections are among the most common casues of severe gastroenteritis in infants and small
children. Secondary bacteremia cases after rotavirus have been rarely reported. An eight
month of boy was hospitalized due to rotavirus gastroenteritis and moderate dehydration.
After his symptoms resolved with intrevenous hydration and probiotic sachet, fever and
deteriotation in general condition were realized on the third day and sepsis was diagnosed. He
was monitorized in Intensive Care Unit and started ceftriaxone, amikacine, and vancomycine
empirically. His blood culture grew Klebsiella oxytoca which was sensitive to ceftriaxone and
amikacine. Vancomycine was stopped and other antibiotics were given for totally 14 days.
He was discharged when recovered completely. Bacterial sepsis secondary to rotavirus is an
important clinical situation. Fever lasting more than 48 hours or fever rising after remission
should be alarming. The importance of rotavirus vaccination should be emphasized because
of its probable protective effects on disease complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Melih Yıldız, Mehmet Şah İpek, Fesih Aktar, Banu Mutlu Özyurt, Reha Sermed Aygören
Olgu sunumu
Özeti
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Late DIagnosed CongenItal DIaphragmatIc HernIa
Konjenital diyafragma hernisi (KDH) tanısı sıklıkla rutin gebelik
bakımı sırasında prenatal ultrasonla konulur. Doğumdan sonra,
KDH olan bir bebeğin solunum semptomlarının şiddeti pulmoner
hipoplazinin derecesine bağlıdır. Etkilenen bebeklerin çoğunda
doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde solunum sıkıntısı gelişir.
Bununla birlikte, bazı bebekler defektin şiddetine bağlı olarak daha
geç bulgu verir. Defektler daha yaygın olarak sol taraftadır ve sağ
yerleşimli olanlarda sol yerleşimli olanlara göre prognozun daha
kötü olduğu rapor edilmiştir. Biz burada, yaşamın ikinci haftasında
solunum sıkıntısı gelişen ve karaciğer sağ lobu, barsak ve böbreği
içine kapsayan sağ yerleşimli diyafragma hernisi tanısı alan bir
yenidoğan bebek vakasını rapor ettik.
The diagnosis of a congenital diaphragmatic hernia (CDH) is
often made on a prenatal ultrasound examination at routine obstetric
care. After birth, the spectrum of respiratory symptoms in an infant
with a CDH is determined by the degree of pulmonary hypoplasia.
The most affected infants develop respiratory distress within the
first 24 hours of life. However, some of the infants with this defect
present later, depending to the severity of the defect. Defects are
more common on the left side, and it has been reported that patients
with right-sided defects have a worse prognosis than those with leftsided
defects. Here, we reported a case of a newborn infant with
respiratory distress developed on the second weeks of life, and which
diagnosed with right-sided diaphragmatic hernia containing part of
the right lobe of the liver, bowel and the kidney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis
Ahmet Göçmen, Mustafa Gazi Uçar, Fatih Şanlıkan
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis
EndometrIosIs On The Cesarean Scar
Endometriozis fonksiyonel ve morfolojik olarak endometrial gland ve stromal yapısının uterus dışında bulunması halidir. Genellikle pelvisi, peritonu, overleri, cul de sac boşluğunu ve utero sakral ligamentleri tutar. Endometriozis patogenezinde; retrograd menstruasyon, metaplazi, hematojen ve lenfatik yayılım, operasyon esnasında insizyon skarı içine mekanik transplantasyon gibi çeşitli teoriler öne sürülmüştür Cilt altında kitle, şişlik, menstruasyonla beraber siklik ağrı, hassasiyet gibi klinik bulgular verebilir. Tanıda manyetik rezonans, bilgisayarlı tomografi, ultrason ve ince iğne aspirasyon biyopsisi kullanılabilir. Skar endometriozisin cerrahi olarak tümüyle çıkarılması önerilen tedavi yöntemidir. Total eksizyon sonrası rekürrens oldukça nadirdir. Bu vakada 33 yaşında sezaryenden 3 yıl sonra pfannenstiel kesisinin sol dış tarafında siklik ağrı ve şişlik yakınması başlayan bir hastada teşhis ve tedavi ettiğimiz skar endometriozisini sunmaktayız.
Endometriosis is a condition where the functional and morphological endometrial gland and stromal structure are found outside the uterus. It occurs most often in pelvis, peritoneum, ovaries, posterior cul-desac and uterosacral ligaments. Retrograd menstruation, metaplasia, lymphatic and hematogenous outspread, mechanical transplantations in insicional scars during the operations and some else theories are introduced for pathogenesis. Subcutaneous mass, swelling, cyclic pains associated with menstruation, tenderness are likely clinical symptom and signs. Magnetic resonance imaging, computed tomography, ultrasound, fine needle aspiration biopsy are used in diagnosis. Total excision is the considered management of the scar endometriosis. Recurrens is rarely occurs after total excision. Here we present the case of 33 years old woman who had a cyclic painful mass on her p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
Mahmut Altuntas
Araştırma makalesi
Özeti
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
The Role Of Patıent Traınıng Level And Famıly Medıcıne Admınıstratıon In The Dıagnosıs Of Arterıal Hypertensıon
Giriş
Hipertansiyon (HT) , başta kalp damar hastalıkları olmak üzere birçok ciddi hastalıkta risk faktörüdür. HT tanısının konulması pek çok kişide geç kalabilmektedir. Bununla birlikte birinci basamakta aile hekimliğinin günlük pratiğinin oldukça önemli bir kısmını oluşturan ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur.
Amaç
Çalışmamızda, aile hekimliği uygulamasının, arteriyel hipertansiyon tanısı konulmasındaki etkinliği araştırılmıştır.
Gereç Ve Yöntem
2017-2018 tarihleri arasında retrospektif olarak aile hekimliği birimimizde verilerine ulaşılabilen ve kesin kayıtları mevcut 18 yaş ve üzerindeki HT hastaları çalışmaya dahil edildi. Kişisel bilgiler (ya