‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
Arzu Yıldırım ar, Tamer Bayram, Güldem Turan
Araştırma makalesi
Özeti
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
TImIng For IntensIve Care, NeurologIcal DIseases And PallIatIve Care
Giriş: Nörolojik hastalığı olanlar; çeşitli nedenlerle gelişen solunum yetmezliği sonucu yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyabtilirler. Bazıları yoğun bakım destek tedavilerinden fayda görürken bazıları da bakım hastası olarak yaşamlarına devam etmekte ya da rehabilitasyon programlarına ihtiyaç duymaktadır. Yoğun bakımda tedavi süreleri uzayan her hastanın gerektiğinde palyatif bakım yada rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilme ve eve çıkış süreçlerinin iyi yönetilmesi yoğun bakım yataklarının akılcı kullanımı açısından önemlidir.
Gereç Yöntem: XXXXXXXXXXXXX bilimsel çalışmalar kurulunun 17073117-050.06 karar numaralı izni alınarak Ocak 2017-Mayıs 2018 tarihleri arasında yoğun bakım kliniğine primer nörolojik hastalıklar ön tanısıyla yatırılıp eksitus ile sonlanan veya eve/palyatif bakıma yönlendirilen hastalarımızın verilerini retrospektif olarak değerlendirdik. Diğer kliniklere devir edilen hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların APACHE II, SAPS II skorları, yatış günü, mekanik ventilasyon süreleri, trakeostomi ve Perkütan Endoskopik Gastrostomi gereksinimi, ev tipi ventilatör temini ve yoğun bakımdan çıkış şekilleri kaydedildi.
Bulgular: Toplam 942 hasta dosyası tarandı hastaların 74’ü nörolojik hastalıklar nedeniyle yatarken eks olan veya direkt ev/palyatif bakıma transfer olan hastalardı. Nörolojik hastalıklardan dolayı yatan 74 hastanın 30 (%40.5) unda ağır demans 21(%28.3) inde iskemik inme 23(%68,8) ünde ise diğer nörolojik problemler bulunmaktaydı. Bu 74 hastanın 60(%81.1)’ i yatarken eks oldu, palyatif bakıma yönlendirilen hasta sayısı ise 5(%6,8) idi.
Sonuç: Yoğun bakımdan palyatif bakıma zamanında geçiş oranlarının artırılması yoğun bakım yataklarının etkin kullanımı açısından önemlidir. Bu nedenle yoğun bakım hastalarının, gerektiğinde palyatif bakıma yönlendirilmesi açısından belirli aralıklarla değerlendirilmesi önerilir.
Introduction: Patients with neurological diseases may require intensive care support as a result of respiratory failure due to various reasons. Some of them benefit from intensive care supportive treatment while others continue to live as caregivers or need rehabilitation programs. It is important for the rational use of intensive care beds that the routing process to the palliative care, rehabilitation centers or discharge of patients with prolonged treatment in the intensive care unit should be managed well
Materials and Methods: We retrospectively evaluated the data of our patients who were hospitalized with the diagnosis of primary neurological diseases in the intensive care unit and terminated with exitus or referred to home / palliative care between January 2017 and May 2018 with the permission (17073117-050.06 decision no) of XXXXXXXXXXXXXXX scientific studies committee. Patients who transferred to other clinics were excluded from the study. APACHE II/SAPS II scores, hospitalization day, mechanical ventilation time, tracheostomy and percutaneous endoscopic gastrostomy requirement, home ventilator supply and the situation of discharge from intensive care unit of patients were recorded
Results: A total of 942 patient files were reviewed retrospectively and 74 (7.8%) of our patients were neurological patients who were died or discharged to directly home\palliative care. Most of the patients in the study had severe dementia (30 patients, 40.5%) and fewer number of patients had ischemic stroke (21 patients, 28.3%). Sixty of the 74 patients (81.1%) died in the intensive care unit. Only 5 patients were transferred to palliative care (6.8%).
Conclusion: Increasing transfer from intensive care to palliative care is important for the effective use of intensive care beds. Therefore, it is suggested that intensive care patients should be evaluated periodically to be directed to palliative care
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
Meral Kaya, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Asuman Güzelant, Hülya İren Güvenç, Habibe Övet, Oya Akkaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Ayşe Ruveyda Uğur, Ayşegül Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
The ComparIson Of Brucella Gel AgglutInatIon Test WIth
other SerologIcal Tests For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Zoonotik bir hastalık olan Bruselloz, birçok sistemi etkileyerek çok farklı klinik belirti ve bulgulara
neden olabilen bir hastalıktır. İnsanlarda gelişenbruselloz hastalığının tanısı başlıca kültür ve serolojik
yöntemlerle konmaktadır. Serolojik testler arasındarose Bengal (RBT) ve standart tüp aglütinasyon
testleri (STA) en sık kullanılan yöntemlerdir. Tarama amaçlı kullanılan RBT ile pozitif saptanan örnekler
standart tüp aglütinasyon testi ile dilüsyonlu olarak çalışılmaktadır. Ancak blokan antikorların varlığı
nedeniyle STA testinde yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle bu testler zaman zaman
tanıda yeterli olmamaktadır. Çalışmamızda yeni bir test olan BrucellaCoombs Jel testi (BCGT), RBT, STA,
Brucellaimmuncapture aglütinasyon testi (BCAP) ve Brucella ELISA IgG, M testleri ile karşılaştırılmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına çeşitli kliniklerden
gönderilen bruselloz şüpheli 100 hastanın serum örneği üzerinde çalışıldı. Her bir hasta serumundan
RBT (Seromed Laboratory Product, Turkey), STA (Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell S.D.
Spain), BCGT (ODAK, İSLAB. Türkiye), ELISA Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Almanya) testleri çalışıldı.
Çalışmalar üretici firma önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: Testlerdeki Pozitiflik oranları; BCGT 88 (%88.0), RBT 74 (%74.0), STA 56 (%56.0) , BCAP 84
(%84.0), Brucella IgG, IgM 92 (%92.0) olarak saptandı.
Sonuç: BCGT’nin; ELISA, BCAP, RBT ve STA testleriyle yapılan karşılaştırmasında gold standart olarak
kabul edilen bir yöntem çalışılmadığından istatistik karşılaştırmaları yapılamamıştır. BCGT, 24 saat
inkübasyona gerek olmadan çalışılması nedeniyle STA ve BCAP yöntemlerine göre daha hızlı sonuç
vermeyi sağlamıştır. Bu yeni test (BCGT), brusellozun tanı ve takibinde blokan antikorları da tespit etmesi
ve hızlı sonuç vermesi nedeniyle avantaj sağlamaktadır. Sonuçların doğrulanması için daha kapsamlı
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: Brucellosis, a zoonotic disease, may affect several body systems and cause various clinical
manifestations considering the infection sites. Diagnosis of brucellosis is mainly based on culture and
serological methods, specifically Rose Bengal agglutination (RBT) and standard tube agglutination tests
(STA). When RBT, which is usually used as a screening method, is positive for Brucella antigens, STA
is prefered to detect an agglutination titre by using serial dilutons of serum sample. On the otherhand,
false negative results can be obtained by STA due to the presence of blocking antibodies. The refore,
these two methods may be in adequate for diagnosis of Brucellosis. The aim of this study is to compare a
novel method, Brucella Coombs gel test (BCGT) with other four serological methods, RBT, STA, Brucella
immune-capture agglutination test (BCAP), and Brucella ELISA IgG, IgM tests.
Patients and Methods: Serum samples taken from 100 patients, admitted from various clinics at Konya
Training and Research Hospital were sent to the Medical Microbiology Laboratory with a clinical diagnosis
of Brucellosis. Each serum sample was studied with RBT (Seromed Laboratory Products, Turkey), STA
(Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell SD Spain), BCGT (ODAK, ISLAB, Turkey), and ELISA
Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Germany) methods. All procedures were carried out in accordance with
the manufacturer’s recommendations.
Results: The rates of positive results for each method were as follows: BCGT 88 (88.0%), RBT 74
(74.0%), STA 56 (56.0%), BCAP 84 (84.0%) and Brucella IgG, IgM test 92 (92.0%).
Conclusion: Statistical analysis could not be executed due to lack of a gold standard method in the study.
Yet, BCGT provided faster results than STA and BCAP methods because it does not require a 24-hourincubation.
This novel test, BCGT, also showed an advantagein the diagnosis of Brucellosis because of
detecting blocking antibodies. More comprehensive studies are needed to be performed to confirm the
results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Başar Çolak, Tahir Kemal Şahin, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIscrImInatIon AbIlIty And Mental CapacItIes ExamIned Court Case CrImInal ChIldren In Konya ForensIc MedIcIne DIvIsIonal DIrectorateshIp
Bu çalışmada, 1992-1997 yılları arasında Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğü'ne farik-i mümeyyizlik mu-ayenesi için gönderilen 479 olgu retrospektif olarak incelendi. 479 olgudan 25`inin yaş sınırının farik-i mümeyyizlik muayenesi yaş sınırının dışında olduğu görüldü_ Geri kalan 454 olguda, suç işlediği iddiasıyla muayeneye gönderilen çocukların büyük bir çoğunluğunun erkek (% 96.5), en sık suç işlenen yaşın 15 (% 39.7) ve 14 (% 33_9), en sık işlenen suçun hırsızlık (% 54.4) olduğu, olguların % 95.6'sının işlemiş oldukları iddia edilen suçun farik ve mümeyyizi olduklarının belirlendiği görüldü. Farik ve mümeyyiz olmadıkları belirlenen 20 (% 4.4) olgudan 2'sinde (% 10.0) zeka geriliği saptandığı, 1 Olunda (% 50.0) içinde bulundukları sosyo-kültürel yapı se-bebiyle suçu işlemekten kaçınamayacakları, 6Sında 30.0) psikobiyolojik gelişimierinin kendilerini işledikleri suçtan koruyabilecek derecede ta-mamlanmamış olması nedeniyle, 2 çocuğun ise sağır ve dilsiz olmalarının da etkisiyle (% 10.0) farik-i mümeyyiz olmadıklarının belirlendiği görüldü. Sonuçlar diğer bölgelerde yapılan benzer çalışmalarla karşılaştırıldı.
In this study, 479 criminal children were sent to Forensic Medicine Divisional Directorateship for their discrimination and mental capacities to be sulted for child correction institutions. Twenty five children were out of the age range of examination of disc-rimination and mental capacity. Remaining 454 sub-jects were largely males (96.5 %). The large per-centage of criminal ages were 15 (39.7 %) and 14 (33.9 %) years of age. The most attempted erime was steeling and burglary (54.4 %). Of those 96.6 % were the age of discrimination and mental capacity and knowing attempted to the crimes. Twenty sub-jects, although they had the ages older than 11 years old, were below the discrimination and mental ca-pacity level. Among them two (10.0 %) were mentally retarded. Ten subjects (50.0 %) were inclined to at-tempt criminal temptations due ta their fawer socio-economic cultural type of living. Of those, six (30.0 %) of thern were lacking behind the psychobiological developments and unaware of the judgement of their criminal acts. The remaining two (10.0 %) subjects were deaf and dumb, and they were considered to have low level of discriminative ability and mental ca-pacity. This study when compared ta similar studles carried out else where in Turkey, it can be concluded that the type of erime attempted and the ratio of disc-riminative and mental capacity were of similar.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türkçe Okurken Kelimelerin Neresıne Vizüel Fiksasyon Olmaktadır?
Süleyman İlhan, Nurhan İlhan, Orhan Demir, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Türkçe Okurken Kelimelerin Neresıne Vizüel Fiksasyon Olmaktadır?
What Is The LocatIon Of VIsual FIsatIon WIthIn TurkIsh Words DurIng ReadIng?
Bu çalışmada okurken ortaya çıkan sakkadların amplitıidleri ölçülerek, satır üzerinde fikrasyon noktaları hesaplandı. Fiksasyonların genelde kelimelerin sol yarısına olmakla birlikte fili ve fiilimsi özelliğindeki kelimelerde sağ yarıya yöneldiği görüldü. Bu bulgunun Türkçe'nin bitişken dil özelliğinden deri gelebileceği düşünüldü.
Visual fixation locations were founded on the tines by measuring saccades amplitudes which occur durıng reading. Fixations ara san to be on the right Naif of the verbs though :hey occur on the left .h.alf of the other vords. This finding was considered likely to be resulied from the agglutinative property of Turkish Language.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Emrullah Durmuş, Engin Özbay, Arif Aydın, İsmail Karlıdağ, Halil Ferat Öncel, Remzi Salar, Ekrem Özyuvalı, Talip Göktaş, Mehmet Giray Sönmez
Araştırma makalesi
Özeti
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Our InItIal Laparoscopy Surgery ExperIences In UrInary System: 97 Cases
Özet:
Amaç: Bu çalışmada üriner sisteme yönelik gerçekleştirdiğimiz 4 yıllık laparoskopik cerrahi deneyimlerimizi literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2014-Ekim 2018 tarihleri arasında kliniğimizde 97 hastaya üriner sisteme yönelik laparoskopik cerrahi girişim uygulandı.54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim ve 1 hastaya da radikal prostatektomi uygulandı.. Hastalar sağ ve sol olmak üzere iki gruba ayrılarak operasyon süresi, ortalama kan kaybı, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar, hastanede kalış süresi ve dren kalma süresi açısından retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
Hastaların ortalama yaşı 44(16-67) idi .Erkek/Kadın oranı 54/43 idi. Radikal prostatektomi hariç 54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim uygulandı. Tüm girişimlerde ortalama ameliyat süresi 145(40-210) dakika, ortalama dren alınma süresi 3.1(1-10) gün, yatış süresi 3.4(1-14) gün,kanama miktarı 150(20-500) cc olarak hesaplandı. Pyelolitotomi yapılan 1 hastada ve radikal prostatektomi yapılan 1 hastada drenden uzamış idrar drenajı gözlendi. Tüm girişimler gözönüne alındığında ortalama komplikasyon oranı %5.1 olarak bulundu. Sağ laparoskopik cerrahi girişim ile sol laparoskopik cerrahi girişim arasında karşılaştırılan parametreler açısından herhangi bir fark gözlenmedi.
Sonuç: Laparoskopinin ilk öğrenme döneminde olan bir cerrahın başlangıçta nispeten daha basit prosedürler seçmesi ancak bu süreyi çok uzatmadan daha kompleks ameliyatlara geçmesi öğrenme süresini hızlıca kısaltabilir. Uygun hasta seçimi ve yeterli ekipman ile perifer merkezlerde de laparoskopik cerrahi güvenle uygulanabilir.
Abstract:
Objective: Our objective in this study was to present our four years of experience in laparoscopic surgery for urinary system accompanied by literature.
Material and Methods: Between January 2014 and October 2018, laparoscopic surgical intervention was made on urinary system for 97 patients in our clinic. 54 patients had right and 42 patients had left laparoscopic surgical intervention and 1 patient had radical prostatectomy. Patients were retrospectively examined for operation duration, average blood loss, intraoperative and postoperative complications, hospitalization duration and drain installation time after separating into two groups as right and left.
Results.
Average age of the patients was 44(16-67). Male/Female rate was 54/43. Apart from radical prostatectomy, 54 patients had right and 42 patients had left kidney laparoscopic surgical intervention. Average operation duration was 145 (40-210) minutes, average drain removal time was 3.1 (1-10) days, hospitalization duration was 3.4 (1-14) days and bleeding amount was 150(20-500) cc in all interventions. Lengthened urinary drainage was observed from the drain in one patient who had pyelolithotomy and one patient who had radical prostatectomy. When all interventions were considered, the average complication ratio was found 5.1%. No differences were observed in the parameters compared among right and left laparoscopic surgery interventions.
Conclusion: For a surgeon in the first learning phase of laparoscopy, choosing relatively simpler procedures in the beginning but passing to more complex operations without much delay may quickly shorten the learning phase. Through the selection of suitable patients and adequate equipment, laparoscopic surgery can also be applied safely in peripheral centers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Verapamil Ve Diltiazem'in Sıçan Aorta Ve Gastro-Özofagal Sfinkter Kasılmaları Üzerıne Etkileri
Ekrem Çiçek, Necdet Doğan, Kısmet Esra Nurullahoğlu Atalık, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Verapamil Ve Diltiazem'in Sıçan Aorta Ve Gastro-Özofagal Sfinkter Kasılmaları Üzerıne Etkileri
Effeets Of VerapamIl And DIttIazem On ContractIons Of Aorta And Gastro-Oesophageal SphIncIer In Rats
İzole sıçan aortunda Ca2÷'suz ortamda serotonin (5-11Tre bağlı kasılma cevapları, ekstraselüler ortama ilave edilen Ca2+ ile doza bağımlı olarak artırılmıştır. Eksternal Ca2+'a bağlı bu kasıla, ortama ilave edilen verapamil veya diltiazem ile anlamlı olarak inhibe edilmiştir. Aynı şekilde izole sıçan gastro-özofagal sfinkterinde Ca2+'suz ortamda asetilkolin (ACh) ile oluşturulan kasılma, kümülatif konsantrasyonda uygulanan Ca2+ ile artırılmış, ortama ilave edilen her iki kalsiyum aslagonisti ile de anlamlı olarak inhibe Bulgular bu dokularda verapamil ve diltiazemin ekstraselüler Ca2+ girişini inhibe ettiğini ortaya koymaktadır.
The contraction responses induced with serotonin (5-M) irz a medium without Ca2 + showed a dese-dependent increase by acicling Ca2+ into the extracellular mediutn. This contraction due to external Ca2+ used has significantly been inhibited by verapamil and diltiazem added into the extracellular medium. Similarly, in an isolated gastro-oesophageal sphincter, in a medium containing no Ca2+ the contraction induced with acetylcholine (ACh) has alsa been increased with Ca2+ used at a cumulative concentration and significantly inhibited by either calcium antagonists. Findings indicate that veraparnil and diltiazem have inhibited the eniry of extracellular Ca2+ intr. the tissues.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glokom Hastalarında Korneal Biyomekanikler: Pupilla Dilatasyonunun Etkisi
Refik Oltulu, Selman Belviranlı, Günhal Şatırtav, Orhan Altunkaya, Emine Tinkir Kayitbatmaz, Mehmet Okka
Araştırma makalesi
Özeti
Glokom Hastalarında Korneal Biyomekanikler: Pupilla Dilatasyonunun Etkisi
Corneal BIomechanIcs In PatIents WIth Glaucoma: The Effect Of PupIllary DIlatatIon
\r\n Amaç: Primer açık açılı glokomlu (PAAG) gözlerde Oküler cevap analizörü kullanılarak pupilla dilatasyonunun göziçi basıncı ve kornea biyomekaniklerine etkisinin değerlendirilmesi
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: PAAG’li 15 olgunun 28 gözünde %0.5 tropikamid uygulaması öncesi ve 30 dakika sonrasında Goldmann ile uyumlu göz içi basıncı (GİBg), korneanın biyomekanik özellikleri ile kompanse edilmiş GİB (GİBkk), kornea rezistans faktörü (KRF) ve kornea histerezisi (KH) değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Olguların ortalama yaşı 57.7±13.2 (45-65yıl) idi. Tropikamid uygulaması öncesi ortalama KH 9.5±2.2 mmHg, KRF 10.1±2.1 mmHg, GİBg 16.2±2.8 mmHg ve GİBkk 17.2±3.6 mmHg iken uygulama sonrası bu değerler sırasıyla 9.7±2.2 mmHg, 10.1±2 mmHg, 16.9±3.5 mmHg ve18.2±4 mmHg olarak tespit edildi. Tropikamid uygulaması öncesi ve sonrası GİBg ve GİBkk değerlerindeki fark istatistiksel olarak anlamlı iken (p=0.043, p=0.015, sırasıyla; paired t-test), KH ve KRF için istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p=0.057 p=0.702, sırasıyla; paired t-test).
\r\n
\r\n Sonuç: PAAG olgularında %0.5 tropikamid ile oluşturulan pupilla dilatasyonunun korneal biyomekanikler üzerine herhangi bir etkisi gözlenmezken GİB üzerine azaltıcı bir etkisi olduğu görülmektedir.
\r\n
\r\n Aim: In this study, we aimed to evaluate the effect of pupillary dilatation on intraocular pressure values and corneal biomechanical properties using Ocular response analyzer in eyes with primer open angle glaucoma.
\r\n
\r\n Patients and Methods: Goldmann correlated intraocular pressure, corneal corrected intraocular pressure, corneal hysteresis and corneal resistance factor were all respectively evaluated in 28 eyes of 15 patients with primary open angle glaucoma before and 30 minutes after tropicamide 0.5% instillation.
\r\n
\r\n Results: Their mean age was 57.7±13.2 years (range 45–65 years). The mean corneal hysteresis, corneal resistance factor, Goldmann correlated intraocular pressure and corneal corrected intraocular pressure measurements of the eyes were 9.5±2.2 mmHg, 10.1±2.1 mmHg, 16.2±2.8 mmHg, 17.2±3.6 mmHg before tropicamide instillation, and 9.7±2.2 mmHg, 10.1±2.0 mmHg, 16.9±3.5 mmHg, 18.2±4.0 mmHg after tropicamide instillation, respectively. There was statistically significant difference between pre- and post-tropicamide instillation for Goldmann correlated intraocular pressure and corneal corrected intraocular pressure (p=0.043, p=0.015, respectively; paired t-test) while no statistically significant difference was found for corneal hysteresis and corneal resistance factor (p=0.057 p=0.702, respectively; paired t-test ).
\r\n
\r\n Conclusion: Pupillary dilatation with 0.5% tropicamide seems to have a decreasing effect on on intraocular pressure while no effect was noted for corneal biomechanical properties in primer open angle glaucoma patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
The LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of LIpofIscIn PIgment Of The Central Nervous System On Aged RabbIts HIstochemIcal Methods
Yeni Zellanda tipi beyaz tavşanlarda spinal genglion, formasyo retikularis ye medulla spinalisin üç bölgesindeki nöronlarda lipofissin polar, bipolar, periniikleer ye diffüz olarak gorüldu. Alternativ Nile Blue, Hueck metodu, Indefenol, PAS. Perasetik asit ye Sudan Black B+,• Masson-Fontana ye Long Ziehl Neelson-dir.
In this study; the lipofuscin pigment of the neuron of the spinal ganglions, formatio reticularis, three parts of the spinal cord and purkingje cells of the cerebellum of the aged white New Zealland rabbits were studied. The pigment were studied following: Alternative Nile Blue Methode +, Hueck rnethode +, PAS and indephenol +, Sudan Black B +, Schmorl methode -„ Long Ziehl Neelson -, Masson-Fontana and Chrom Alum -. The lipofuscin pigment in the Purkinje cells have never been found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerovda Bilgisayarlı Beyın Tomografisi Bulguları
Ayşegül Öğmegül, Galip Akhan, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Sklerovda Bilgisayarlı Beyın Tomografisi Bulguları
ComputerIced TornographIc IlIddIngs Iıt MultIpl SclerosIs
Bu çalışmada, Multipl Skleroz tanısı için en kesin kriter olan bilgisayarlı beyin tomografisi bul-gulara incelenmiş ve klinik olarak multipl skleroz olduğu belirlenen hastalarımizen tomografi sonuçları, literatür bilgileriyle taritşılmiştır. Sonuçta, bilgisayarlı beyin tomografisi bulgulartnın, hastalık dönemlerine göre değişebileceği ve diğer bazı nörolojik hastalıklarla karıştırılabileceği kanısına varılmıştır.
In this study, Cornputerized Tomographic findings that are the most definitive diagnostic criteria for rnultiple sclerosis have been evaluated. Computerized tornographic findings were discussed under the light of literature. In 8 cases of 17 cases (8117) the diagnosed by means of clinical findings and history. As a result, we carne ta the conclusion that CAT findings may change in addition to the periods of the disease and the other neurological disorders. Should be alsa taken into consideration irı the dillerential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türk Halkında Ganglion Hücre Kompleksinin Ve Retina Sinir Lifi Kalınlığının Yaş Ve Cinsiyete Göre Rtvue Optik Kohorens Tomografi İle Değerlendirilmesi
Mehmet Adam, Seray Aslan Bayhan, Hasan Ali Bayhan, Ersin Muhafiz, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal
Araştırma makalesi
Özeti
Türk Halkında Ganglion Hücre Kompleksinin Ve Retina Sinir Lifi Kalınlığının Yaş Ve Cinsiyete Göre Rtvue Optik Kohorens Tomografi İle Değerlendirilmesi
AnalysIs Of GanglIon Cell Complex And RetInal Nerve FIber Layer ThIcknesses AccordIng To Age And Sex UsIng Rtvue OptIcal Coherence Tomography In TurkIsh PopulatIon
Aim: To determine the effects of age and sex on retinal ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness in the eyes of healthy individuals determined using RTVue optical coherence tomography.
Patients and Methods: We evaluated 393 healthy Turkish subjects aged 10-84 years in a cross-sectional study. Linear regression analysis and Pearson’s correlation were performed to analyze the difference in the age-related changes. We evaluated the relationship between the retinal nerve fiber layer thickness and ganglion cell complex thickness using Pearson’s correlation.
Results: The whole population mean retinal nerve fiber layer thickness was 108.94±9.77 µm, and decreased by 0.101 µm/year (95% confidence interval (CI), -0.151, -0.051; linear regression analysis, p<0.001). The most significant decrease was in the supero-temporal sector (0.197 µm/year, 95% CI, -0.293, -0.101; linear regression analysis, p<0.001).There was no difference in the retinal nerve fiber layer thickness between sexes, except for the superior quadrant. The mean ganglion cell complex thickness was 97.45±6.42 µm, and decreased by 0.043 µm/year (95% CI, -0.079, -0.007; linear regression analysis, p=0.019). There was no relationship between sex and ganglion cell complex thickness. The mean retinal nerve fiber layer and ganglion cell complex thicknesses exhibited a significant correlation (p<0.001 and r=0.630).
Conclusion: The ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness decreased significantly with age but ganglion cell complex thickness was less affected. In addition, the ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness were greater in the present study than in the RTVue database. These differences should be taken into consideration because they may lead to delayed diagnosis.
Amaç: Sağlıklı bireylerde yaş ve cinsiyetin ganglion hücre kompleksi ve retina sinir lifi kalınlığı üzerine etkisinin RTVue optik kohorens tomografi ile değerlendirilmesi
Hastalar ve Yöntem: Yaşları 10-84 arasında değişen 393 sağlıklı katılımcıyı bu kesitsel çalışmada değerlendirdik. Yaşa bağlı değişikler lineer regresyon analizi ve Pearson korelasyon analizi ile incelendi. Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi arasındaki ilişki pearson korelasyon testi ile değerlendirildi.
Bulgular: Tüm populasyonun ortalama retina sinir lifi kalınlığı 108.94±9.77 µm idi ve yıllık 0.101 µm (95% güven aralığında , -0.151, -0.051; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) azalmaktaydı. En önemli azalma üst temporal bölümde ve yıllık 0.197 µm (0.197 µm/yıl, 95% güven aralığı, -0.293, -0.101; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) olarak görüldü. Üst kadran hariç retina sinir lifi kalınlığında cinsiyete göre fark bulunamadı. Ortalama ganglion hücre kompleksi kalınlığı 97.45±6.42 µm olarak bulundu ve her yıl 0.043 µm azalmaktaydı (95% güven aralığında, -0.079, -0.007; lineer regresyon analisi ile, p=0.019). Cinsiyetle ganglion hücre kalınlığı arasında bir ilişki bulunmazken retina sinir lifi ile ganglion hücre kompleksi arasında anlamlı korelasyon tespit edilmiştir (p<0.001 ve r=0.630).
Sonuç: Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi kalınlığı yaşla birlikte önemli ölçüde azalmaktadır ancak ganglion hücre kalınlığı daha az etkilenmektedir. Ek olarak bu çalışmada ganglion hücre kalınlığı ve retina sinir lifi kalınlığı RTVue veri tabanından yüksek bulunmuştur. Bu fark tanıda gecikmeye neden olabileceğinden dikkate alınmalıdır.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
Mustafa Nuri Deniz, Nezih Sertöz
Olgu sunumu
Özeti
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
AnesthetIc Approach To The CandIdate For Heart Transplant To
undergo Tur-M
Saddle blok, özellikle yaşlı ve yüksek kardiyak riskli hastalarda hemodinamik stabiliteyi koruyarak yeterli anestezi sağlanması açısından ideal bir uygulamadır. Transüretral mesane rezeksiyonu (TUR-M) planlanan 52 yaşında mesane tümörü olan erkek hastanın özgeçmişinde HT, DM, ve konjestif kalp yetmezliği mevcuttu. Ekokardiyografisinde: LVEF % 20, RVEF % 28, MY 30, TY 20, biventriküler global hipokinezi, sağ ve sol yapılarda ileri derece dedilatasyon vardı. Hasta, (ASA IV) olarak değerlendirildi. TUR-M Operasyonu saddle blok ile gerçekleştirildi. Mesane tümörü olan yüksek riskli hastada saddle bloğun nöroaksiyel blok ve genel anesteziye oranla daha güvenli ve yeterli bir anestezi yöntemi olduğunu düşünüyoruz.
Saddle block is an ideal procedure that can provide sufficient anesthesia by protecting hemodynamic stability especially in elder patients with high cardiac risk. A 52 years old male patient with bladder tumor who was scheduled for transurethral bladder resection (TUR-B) had history of hypertension, diabetes mellitus and congestive heart failure. Echocardiography showed that LVEF was 20%; RVEF was 28% and there were insufficiency (MVI) of third degree, insufficiency (TVI) of second degree, biventricular global hypokinesia and remarkable dilatation on the right and left structures of the heart. The patient was considered as having ASA class IV. He had TUR-B under saddle block. In conclusion, we considered that saddle blockade was a more safe and efficient anesthetic procedure rather than neuroaxial blockade or general anesthesia for the highrisk patient who had bladder tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
Kemal Ödev, Bilge Çakır, Saim Açıkgözoğlu, Adil Kartal, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
A Rare Cause Of JaundIce: Rupture Into The BIlIary Tree Of The LIver HydatId Cyst
Karaciğer kist hidatiği karaciğerde küçük safra yollarına, birleşik kanala ya da koledok kanalına perfore olabilir. Kist hidatiğin kompiikasyonu olarak sarılık semptomu gösteren 2 olguda sonogramda kar aciğerde iç ve dış safra yollarında genişleme tespit edildi. Bir olguda yapılan ultrasonografi (US) ve perkütan transhepatik kolanjiografi (PTK) ile, 1 olguda da uhrasonografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile karaciğer sol lob medial segmentinden porta hepatise kadar uzanan kistik kitlenin dış safra yollarına bas: yaptığı tespit edildi. Dört olguda da cerrahi girişimden önceki radyolojik bulgular cerrahi girişim bulguları ile verifiye edildi.
Hepatic hydatid cyst perforation into the biliary tree may involve the small intrahepatic bile dutcs, common hepatic duct or common bile dutc. On sonogram, dilatation of intra and extrahepatic biliary tract was demonstrawd in two cases with jaıındice that is a compiication of hydatid cyst. Ultra-sonography (US) and percutaneus transhepatic cho-langiography (PTC) showed that hydatid cyst foud at porta hepatis causes to compression to the extra-hepatic biliary tract in one case. Ultrasonography (US) and computed tomography (CT) disclosed that cystic mass localized in medial segment of the left liver lobe and porta hepatis caus-es to the same finding as well as in one case. Preop-erative radiologicfindings vere confirmed surgically in 4 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
Mahmut Altuntas
Araştırma makalesi
Özeti
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
The Role Of Patıent Traınıng Level And Famıly Medıcıne Admınıstratıon In The Dıagnosıs Of Arterıal Hypertensıon
Giriş
Hipertansiyon (HT) , başta kalp damar hastalıkları olmak üzere birçok ciddi hastalıkta risk faktörüdür. HT tanısının konulması pek çok kişide geç kalabilmektedir. Bununla birlikte birinci basamakta aile hekimliğinin günlük pratiğinin oldukça önemli bir kısmını oluşturan ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur.
Amaç
Çalışmamızda, aile hekimliği uygulamasının, arteriyel hipertansiyon tanısı konulmasındaki etkinliği araştırılmıştır.
Gereç Ve Yöntem
2017-2018 tarihleri arasında retrospektif olarak aile hekimliği birimimizde verilerine ulaşılabilen ve kesin kayıtları mevcut 18 yaş ve üzerindeki HT hastaları çalışmaya dahil edildi. Kişisel bilgiler (yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi) ve hastalık tanımlama bilgilerini ( kaç yıldır hipertansiyon tanısı aldığı, başlangıç semptomu, hipertansiyon tanısı ilk nerede ve nasıl konulduğu) içeren toplamda yedi soruya verilen cevaplar Aile Hekimliği Bilgi Sisteminden retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
- kadın, 108 erkek toplam 286 hasta tespit edildi. Araştırmaya katılanların %5,9’u okur-yazar olmayan kesim, %94.1 okur yazar kesimdi. Okur yazar hastaların eğitim düzeyleri ; %59,8 ‘i ilköğretim, %10,5’i lise ve %16,8 ‘i lisans üzeri olarak tespit edildi. Araştırmaya katılanların % 7.7’si aile hekimliği polikliniğinde, geri kalan % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde tanı almışlardı. Eğitim düzeylerine göre %7,7’si aile hekimliğinde, % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde arteriyel hipertansiyon için tanı almışlardı.
Sonuç
- arteriyel hipertansiyon tanısı olan hastaların, eğitim düzeyleri ne olursa olsun, ikinci basamak sağlık kuruluşlarında daha sık tanı aldıkları tespit edildi. Konya ilimizde aile hekimliği uygulamasının başlamasından sonra, birinci basamakta arteriyel hipertansiyon tanısı alma oranı %1,5’ten %16,3 gibi bir oranda artmış olmasına karşın aile hekimliği uygulamasının arteriyel hipertansiyon tanısı alma üzerine rolünün daha da arttırılması gerektiğini düşünüyoruz.
Background
Hypertension (HT) is a controllable and preventable public health problem that is a risk factor for many serious diseases, especially cardiovascular diseases. Hypertension, which can be silent and lethal, can not be diagnosed in many people. HT constitutes a significant part of the daily practice of the primary care physician. Today, the Family Medicine is a medical discipline constitutes the first level of the health system in Turkey.
Aim
In our study, the effectiveness of family medicine practice in the diagnosis of arterial hypertension was investigated.
Material and Method
We retrospectively reviewed the data of the patients aged 18 years and older who had access to their data in our family medicine department between 2017-2018. A total of seven questions, including personal information (age, gender and education level) and disease identification information (how many years were diagnosed with hypertension, baseline symptom, where and how the diagnosis of hypertension was first established) were retrospectively reviewed from the Family Medicine Information System.
Results
A total of 286 patients, 178 female and 108 male were detected. 9% of the participants were illiterate while 94.1% were literate . 59.8% of the illiterate patients were in primary education, 10.5% in high school and 16.8% in graduate education. 7.7% of the participants were diagnosed in the family medicine polyclinic, and the remaining 92.3% were diagnosed in secondary health care facilities and other places except family medicine. According to education level, 7.7% were diagnosed in family medicine and 92.3% were diagnosed in second-level health facilities and elsewhere except family medicine.
Conclusion
In our study; patients with arterial hypertension were diagnosed more frequently in secondary health care institutions regardless of their education level. Although the rate of diagnosis of arterial hypertension was increased from 1.5% to 16.3% in primary care after starting the practice of family medicine in Konya, we believe that the role of family medicine practice on the diagnosis of arterial hypertension should be increased even more.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İki Farklı Tüm Vücut Işınlaması Tekniğinin Eclipse Tedavi Planlama Sistemi Kullanılarak Dozimetrik Olarak Değerlendirilmesi
Serap Catlı Dınc, Niyazi Volkan Demircan, Aybala Nur Üçgül, Ertuğrul Şentürk, Eray Karahacıoğlu, Hüseyin Bora
Araştırma makalesi
Özeti
İki Farklı Tüm Vücut Işınlaması Tekniğinin Eclipse Tedavi Planlama Sistemi Kullanılarak Dozimetrik Olarak Değerlendirilmesi
Dosımetrıc Evaluatıon Of Two Dıfferent Total Body Irradıaton Technıques Usıng Eclıps Treatment Plannıg System
Amaç: Bu çalışma, Eclipse tedavi planlama sistemi kullanılarak, genişletilmiş kaynak cilt mesafesindeki iki tüm vücut ışınlama tekniği (TBI) için risk altındaki organ dozlarını karşılaştırmaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Bilateral TBI uygulanan 20 hasta için geriye dönük olarak AP-PA (anteroposterior) tekniği ile 3D tedavi planları oluşturuldu. Her hasta için, doz hacim histogramları (DVH) oluşturmak ve 3D doz hacmi dağılımlarını incelemek amacıyla tüm vücut, böbrekler, akciğerler, tiroid ve karaciğer konturlaması yapıldı. Tiroid, akciğer, böbrek, karaciğer ve tüm vücut ortalama dozları, tedavi hacimleri ve % 2 hacmin aldığı maksimum dozları (D2) doz volume histogramından hesaplandı ve SPSS dosyasına aktarıldı. Parametrik olmayan Wilcoxon testi, iki teknik için doz değerlerini karşılaştırmak amacıyla kullanıldı.
Bulgular: Lateral pozisyonda TBI uygulanan hastaların tiroid bezi ortalama dozları, AP pozisyona göre anlamlı olarak düşük gözlendi (11.98 and 12.64 Gy, p = 0.21). Akciğer dozları açısından iki teknik arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Çünkü, her iki teknikte de akciğerler kurşun bloklarla korundu. Karaciğer ve böbrek ortalama dozları lateral planlamada daha düşük bulundu (sırasıyla p=0.002 ve p=0.004). Karaciğer D2 dozları ise AP planlama tekniğinde daha düşük saptandı (p=0.032). Her iki teknik arasındaki sıcak alanların karşılaştırılmasında ise çok belirgin şekilde lateral pozisyon üstün bulundu (p<0.0001).
Sonuç: Bu çalışmada, sıcak noktaları önlemek için bilateral pozisyonun AP-PA pozisyonundan daha üstün olduğu gözlendi. AP pozisyonda vücudun girintili çıkıntılı yapısını tolere etmek daha zor olmaktadır. Ek olarak, organların (karaciğer,böbrek,tiroid ) doz dağılımları karşılaştırıldığında, lateral pozisyonda sonuçların istatistiksel olarak daha iyi çıktığı görüldü. Lateral pozisyon, daha homojen doz dağılımı ve daha iyi kalitede planlama yapma açısından avantaj sağlamaktadır.
Purpose : This study compares the organ doses at risk by using the Eclipse treatment planning system for two common total body irradiation techniques (TBI) at extended source skin distance.
Material and Methods: 3D treatment plans with AP-PA (anteroposterior) technique were created retrospectively for 20 patients treated bilateral TBI. For each patient, the whole body, kidneys, lungs, thyroid and liver were contoured to create (DVH) dose volume histograms and examine 3D dose volume distributions. The mean doses of thyroid, lung, kidney, liver, whole body and treatment volumes and the maximum doses of 2% volumes (D2) were calculated from the dose volume histogram and transferred to the SPSS file. The non-parametric Wilcoxon test was used to compare the dose values for two techniques.
Results: Thyroid gland mean doses were significantly lower in lateral technique (11.98 and 12.64 Gy, p = 0.21). It was observed no statistically dose difference between the two techniques in terms of lung doses. Since, the lungs were protected by lead blocks in both of two techniques. The mean doses of liver and kidney were lower in the lateral TBI technique (p = 0.002 and p = 0.004, respectively). D2 doses of liver were lower in AP-PA planning technique (p = 0.032). In comparison of the hot points between the two techniques, the lateral position was significantly superior (p <0.0001).
Conclusions: In present study, it was observed that the bilateral position was superior to the AP-PA position in order to prevent the hot spots. In the AP-PA position, it is more difficult to tolerate the body irregularities. Additionally, when comparing the dose distributions of the organs (liver, kidney, thyroid), it was seen that the results were statistically better in the lateral position. The lateral position provides an advantage in terms of more homogenous dose distribution and better quality planning.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
Samet Özer, Serap Bilge, Resul Yılmaz, Vehbi Doğan, Selim Demir, Erkan Gökçe
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
A Rare Cause Of FacIal ParalysIs: MoebIus Syndrome
Moebius sendromu ilerleyici olmayan tam ya da parsiyel
konjenital fasiyal paralizi ile karakterize bir sendromdur. Genellikle
orofasiyal malformasyonlar, kas-iskelet sistemi defektleri, beyin
sapı displazisi ve diğer kraniyal sinir felçleri ile ilişkilidir. Moebius
sendromunun ortalama insidansı 2-20/milyondur. En sık görülme
şekli bilateral lateral rektus kası felci ve fasiyal güçsüzlüktür. Sıklıkla
5., 10., 11. ve 12. kraniyal sinirler de tutulur ve öksürük, yutma ve
çiğneme güçlüğü ve solunum yetersizliğine neden olabilir. Tam veya
parsiyel fasiyal paralizi Moebius sendromu tanısı için şarttır. Dört
aylık kız hasta doğumdan itibaren sağ gözünü tam kapatamama
ve içe bakış şikayetleri ile kliniğimize getirildi. Hasta sağ gözünü
tam kapatamıyordu, dilde atrofi ve mikrognatisi vardı. İlk bakışta
her iki gözde içe bakıyordu. Dışa bakış kısıtlılığı, ayaklarda pes
ekinovarus deformitesi ve katlantılı kulağı vardı. Dismorfik özellikleri,
mikrognati ve dilde atrofi nedeni ile kraniyal manyetik rezonans
görüntüleme yapıldı. 3D FIESTA taramada bilateral fasiyal sinirler
görüntülenemedi. Bu vaka konjenital fasiyal güçsüzlükle başvuran
hastaların ayırıcı tanısında Moebius sendromunun mutlaka akılda
tutulmasını vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
Moebius syndrome is a rare, non-progressive congenital
syndrome presenting with complete or partial facial paralysis. It is
usually associated with orofacial malformations, musculoskeletal
defects, brainstem dysplasia, and other cranial nerve palsies. Mean
incidence is 2-20/million, although there is considerable regional
variation. The most common presentation is with bilateral lateral
rectus palsies and facial diplegia. Frequently, the 5th, 10th, 11th and
12th cranial nerves are involved and may cause cough, difficulty in
chewing and swallowing, and respiratory insufficiency. Complete or
partial facial nerve palsy is necessary for a diagnosis of Moebius
syndrome. A 4-month-old girl was brought to our clinic with complaints
of inability to close her right eye completely and internal deviation in
that eye, beginning from birth. She had micrognathia and an inability
to completely close the right eye. Both eyes were turned inwards
during primary gaze. She had limited lateral gaze, a pes equinovarus
deformity in her feet, and flap ears. Cranial magnetic resonance
imaging was performed because of the dysmorphic features and
revealed micrognathia and volume loss at the tongue. Bilateral facial
nerves could not be visualised by a 3D FIESTA scan, suggesting
bilateral facial nerve agenesis. This case is presented to highlight
Moebius syndrome in the differential diagnosis of cases presenting
with congenital facial weakness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
Zeydin Acar, Abdulkadir Kırış, Mustafa Tarık Ağaç, Hakan Erkan
Olgu sunumu
Özeti
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
PrImary Percutaneous Coronary InterventIon UsIng A Renal Stent In A Large EctatIc Coronary Artery
Koroner atardamar genişlemesi (KAG), koroner atardamarların
yerel veya yaygın çap artışıdır. Darlığın eşlik ettiği vakalarda, deri
yoluyla koroner girişimi (DYKG) hakkındaki veriler sınırlıdır. Bu
lezyonlarda, karotis, biliyer ve venöz yama damarı için tasarlanmış
farklı kafes sistemleri kullanılmıştır. Kafes yerleştirilmesi sonrası
ek genişletme gerektiğinde çevresel balon kateter kullanılmaktadır.
Bu vakada, renal kafes kullanılarak yapılan birincil DYKG ile tedavi
edilen, genişlemiş sağ koroner atardamarı olan ivegen alt duvar
yürek kası infartüslü bir hastayı bildirdik.
Coronary ectasia is localized or diffuse dilation of coronary arteries. There are limited data about the percutaneous coronary intervention (PCI) of ectatic coronary arteries with stenosis. Different stent systems such as carotid, bilier and venous graft have been used in these lesions. Post-dilation has been performed by peripheric balloon catheter, if necessary. In this case, we reported a patient with acute inferior myocardial infarction and ectatic right coronary artery who was treated with primary PCI using a renal stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pigmenter Paravenöz Korioretinal Atrofi
Tamer Demir, Turgut Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Pigmenter Paravenöz Korioretinal Atrofi
PIgmented Paravenous RetInochoroIdal Atrophy
Amaç: Bu çalışmada pigmenter paravenöz korioretinal atrofi tanısı alan bir olgunun klinik bulguları, karakteristik özellikleri ve tanı kriterleri incelendi. Olgu: Hut in oftalmolojik muayenede pigmenter paravenöz korioretinal atrofi tanısı alan 58 yaşındaki kadın hastanın görmeleri sağ gözde 20/30, sol gözde ise 20/50 idi ve tashihle artmıyordu. Anamnezinde aile üyelerinde herhangi bir göz hastalığı mevcut değildi. Oftalmolojik muayenesinde her iki göz ön segmentı doğal, intraokuler basınçları ise normal sınırlar içerisinde idi. Fundus muayenesinde ise her iki gözde tüm kadranlarda retina pigment epitel atrofisi ve koyu renkte yoğun bon-spikul pigmentasyon izlendi. Bu pa ravenöz pigmentasyon dışında optik diskler, makulalar ve retina damarları normal görünümde idi. Floressein an jiografide pigment kümeleri arasına yayılan bir hiperfloresans izlendi. Retina damarlarından herhangi bir sızıntı mevcut değildi. Tartışma: Pigmenter paravenöz korioretinal atrofi, orijini ve sınıflaması net olarak yapılamamış nadir görülen bir hastalıktır. Bon-spikül pigmentasyon olsun veya olmasın, pigmenter paravenöz korioretinal at- rofinin tanısı tipik oftalmoskopik görünümlü olarak perivasküler lokalizasyonlu retina pigmen epitel atrofisi ve yoğun koyu renkli pigmentasyon artışı görünümü ile yapılmaktadır.
Purpose: V/e evaluated clinical features, diagnosis and characteristic findings in a cases of pigmented pa ravenous retinochoroidal atrophy. Case: Best corrected visual acuity of a 58 year old vvoman who was diagnosed on routine examination as pigmented paravenous retinochoroidal atrophy was 20/30 in the right eye and 20/50 in the left eye. No other family members are knovvn to have eye disease. Anterior segments and intraocular pres- sures were normal. İn ali qudrants, bilaterally, there was striking paravenous pigmentary retinal pigment epithelial atrophy vvith dense black bone-spicule pigmentation. The optic discs, maculas and retinal vessels outside of the pigmentary regions appeared normal. The fluorescein angiogram revealed areas of hyperfluorescence in- terspreaded vvith pigment clumps. There was no leakage from the retinal vessels. Conclusions: Pigmented pa ravenous retinochoroidal atrophy is a rare disorder that is not we understood or classified. The diagnosis of pig mented paravenous retinochoroidal atrophy is established on the opthalmoscopic appearence of a striking disturbance of the retinal pigment epithelium in a distinctly perivascular distribution vvith or vvithout bone spicule pigmentation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kısa Barsak Sendromunda Uyguladığımız Yenı İleoçekal Valv Modelının Etkınlığı
Şakir Tavlı, Şükrü Bülent Özer, Mikdat Bozer, Adnan Kaynak, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Kısa Barsak Sendromunda Uyguladığımız Yenı İleoçekal Valv Modelının Etkınlığı
The EffIcIaey Of New Ileocecal Valwe Model That Was Performed By Us In Short Bowel Syndrome
Bu çalışmada ağırlıkları belirlenen 20 adet ldjpekte ileoçekal valvi de içine alan massıf rezek-siyon yapılarak kısa barsak olu,slurulduktan sonra jejunal flep kullanılarak yeni ileoçekal val• modeli uygulandı. I O'arlı iki gruba ayrılan deneklerin I. gru-bunda yalnız jejunokolostomi, It grubunda ise yeni ileoçekal valv modeli ile birlikte jejunokolostomi yapıldı. Postop 2. ayın sonunda ağırlıkları tekrar ölçülen köpeklere laparotomi yapılarak anastomozun proksi-mal ve distalinde basınç ölçümleri yapılıp, koloni sayımı için örnek alındı ve baryumlu kolun grafileri çekildi. I. grupta ortalama kilo kaybı %24.9 iken, Il. grupta %Il .6 olmuştur. Iki grubun ağırlık değişim-leri arasındaki istatistiki fark anlamlı bulunmuştur (p<0.01 ). I. Grupta ortalama basınç farkı 0.89±0.78 em. Su iken, II. grupta 6.00±0.94 cm. Su bulundu ve basınç farkları arasındaki istatistiki fark anlamlı idi (p<0.01). gruptaki deneklerin kolon grafilerinde valvin oluşturduğu belirgin bir boru görünümü ve proksi-malinde peristallizm artışı vardı. Bu bulgularla; oluşturduğumuz valv modelinin, ileoçekal valvi korunmamış kısa barsak sendromlu olgularda ilk operasyon sırasında uygulanabileceği sonucuna vardık.
In this study, It was made the short intestine by performing the massive resection including ileocecal valve in 20 dogs and then it was carried out new ile-ocecal valve model using jejunal flap. The dogs di-vided two groups. It was made jejunocolostomy in first group and a new ileocecal valve model with jej-unocolostomy in second group. At the end of postoperative second month, it was one more measured üs weights, then intraluminary pressures in proximal and distal paris of anastomosis were measured and specimens were taken for colony counts and colonographic study was performed by barium. While mean weight loss was 24.9% in first group, it was 11.4 % in second group. The dillerenee between the weight loss values of two groups was statistically significant (p<0.01). While the mean dıfference of pressure values was 0.89±0.78 cm. Water in first group, It was 6.00i-0.94 cm. Water in secont group. The difference between the pressure gradients was statistically sig-nıficant (p<0.01). There was tube Ilke apperance and the increased peristaltic waves al the jejunal side, in colonographic radyograms. We believe that the new valve model performed by us may be used during the first operation in short bowel syndrome unable to save the ileocecal valve.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
Çağatay Han Ülkü, Yavuz Uyar, Salim Güngör
Olgu sunumu
Özeti
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
AdenoId CystIc CorcInoma Of The Base Of The Tongue
Tükrük bezi tümörleri nadirdir ve çoğunlukla parotis bezinde gelişirler. Minör tükrük bezi tümörleri, majör tükrük bezi tümörlerinden yaklaşık 10 kez daha az görülürler. Buna karşın, malignite insidansları daha yüksektir. Malign minör tükrük bezi tümörleri en sık sert damakta gelişir. Bunu dil kökü lokalizasyonu izler. Histopatolojik olarak çoğunluğunu adenoid kistik karsinom ve mukoepidermoid karsinom oluşturur. Bu çalışmada, dil kökünde adenoid kistik karsinom tanısı alan 53 yaşındaki bir bayan hasta, nadir bir olgu olması nedeniyle sunulmuştur. Literatür göz den geçirilerek tümörün karakteristikleri tartışılmıştır.
Salivary gland tumours are rare, and majority occur in the parotid gland. Minör salivary gland tumors are approx- imately 10 times less frequent than the majör salivary gland tumors. However they have a higher incidence of malignancy. The most common site of malignant minör salivary gland tumors is the hard palate. The base of tongue is the second common site. The majority of these tumours are adenoid cystic carcinoma and mucoepider- moid carcinoma. We present here a 53-year-old female with adenoid cystic carcinoma of the base of the tongue as a rare case. The literatüre was revievved and characteristics of this tümör are discussed
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Umbilikal Arter İçeren Umbilikal Kordon Anomalisi
Lema Tavlı, Selma Çivi, Kazım Gezginç, Cemalettin Akyürek
Olgu sunumu
Özeti
Tek Umbilikal Arter İçeren Umbilikal Kordon Anomalisi
The UmbIlIcal Cord Has The AbnormalIty Of IncludIng A SIngle UmbIlIcal Artery
Amaç: Tek umbilikal arter içeren umbilikal kordon anomalili bir olgunun sunulması. Olgu Sunumu:30 yaşında gebelik 6, doğum 1, yaşayan 0, düşük 4, 36 haftalık gebelik ve intrauterin ölü bebek tanılarıyla Kadın Doğum Kliniği’ne müracaat eden ve ölü doğum ile doğum yapan hastanın, doğum sonrasında plasentası ve bebeğin göbek kordonu incelenmek üzere Patoloji Kliniği’ne gönderildi. Patoloji laboratuvarında yapılan incelemeler son rasında göbek kordonunda sağ umbilikal arterin olmadığı tesbit edildi. Histopatolojik inceleme sonucu tüm organlarda konjesyon, barsak mukozası ve karaciğerde nekrozlar, beyin dokusunda konjesyon ve vasküler dilatasyonlarla yer yer nekroz alanları izlendi. Patolojik bulgular iskemiye bağlı doku perfüzyon yetersizliği sonu cu oluşan lezyonları içermekteydi. Sonuç: Tek umbilikal arter anomalisi özellikle sağ umbilikal arterin yokluğu son derece nadir olup, umbilikal kordon anomalilerinin tanısı prenatal dönemde doppler ultrasonografi ile kolaylıkla konulabilir. Umbilikal kordon anomalisi saptanan olgular kromozom anomalisi ve konjenital malformas- yonlar açısından dikkatli bir şekilde incelenmelidir.
Aim: To present a case in which the umbilical cord has the abnormality of including a single umbilical artery. Case report: The patient was 30 years old, has passed 6 pregnancy, 1 parturition, 4 abortions and has none alive children. At the 36 gestational week she was admitted to the clinic of obstetrics and gynecology and the patient was diagnosed as in utero ex fetus. After parturition of the dead fetus, placenta and the infant’s umblical cord was sent to the the clinic of pathology for examination. During the examinations, the absence of the right umbilical artery was determined. İn histopathologic investigation brain tissue congestion and vascular dilatation in places, necrosis areas, intestinal mucosa and liver necrosis and ali organs congestion have seen. Pathologic findings include lesions because of ischemic tissue perfusion insufficiency. Results: The abnormality of a single umbili cal artery especially the absence of right umbilical artery is rare. The abnormalities of umbilical cord are diag nosed easily during prenatal period by using doppler ultrasonography. The cases in which are diagnosed umbili cal cord abnormalities must be examined for chromosome abnormalities and congenital malformations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dilate Kardiyomyopatili Asemptomatik Bir Yenidoğanda
pulmoner Arterden Ayrılan Sol Koroner Arter (alcapa)
sendromu
Hayrullah Alp, Tamer Baysal, Abdullah Alpınar, Sevim Karaarslan
Olgu sunumu
Özeti
Dilate Kardiyomyopatili Asemptomatik Bir Yenidoğanda
pulmoner Arterden Ayrılan Sol Koroner Arter (alcapa)
sendromu
Alcapa Syndrome In An AsymptomatIc Newborn WIth DIlated
cardIomyopathy
Pulmoner arterden ayrılan sol koroner arter (ALCAPA, anomalous
left coronary artery from pulmonary artery) sendromu, nadir görülen
bir doğumsal kalp hastalığı olup sol koroner arterin pulmoner
arterden anormal çıkışına verilen isimdir. Hastalar genellikle
yenidoğan döneminde, doğumdan sonra pulmoner arter basıncı
kritik düzeye düşene kadar asemptomatiktir. Ancak, daha sonraki
dönemlerde sol ventrikül yetmezliği ve infarktüs gelişmektedir.
Kliniğimize dış merkezde üfürüm duyulması nedeniyle sevk edilen
asemptomatik bir yenidoğan vaka sunulmuştur. Ekokardiyografide
dilate kardiyomiyopati tanısı konulan ve sol pulmoner arterin anormal
olarak pulmoner arterden ayrıldığı görülen hastaya yapılan kalp
kataterizasyonu ile ALCAPA sendromu tanısı kesinleştirilmiştir.
Anomalous left coronary artery from pulmonary artery (ALCAPA)
is a rare congenital heart disease in which left coronary artery leaves
from the pulmonary artery. Patients are usually asymptomatic in
neonatal period during the pulmonary artery pressure decreases up
to a critical level. However, afterwards left ventricular failure and
infarction were present. An asymptomatic newborn patient who was
referred our clinic due to cardiac murmur was presented. Dilated
cardiomyopathy and anomalous left coronary artery from pulmonary
artery were diagnosed with echocardiography and during the cardiac
catheterization ALCAPA syndrome was confirmed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Skolosidal Maddelerın Karaciğer Ve Safra Yolları Üzerıne Toksik Etkileri
Yüksel Tatkan, Şakir Tavlı, Adil Kartal, Yüksel Arıkan, Mustafa Şahin, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Skolosidal Maddelerın Karaciğer Ve Safra Yolları Üzerıne Toksik Etkileri
The ToxIc Effects Of ScolocIdal Agents To The LIver And BIlIary Tract
Karaciğer kist hidatiklerinin cerrahi tedavisinde kullanılan %2'lik formaldehit, %20'lik hipertonik tuzlu serum, Tol'ilk povidone lodine ve %0.5'lik gümüş nitrat gibi skolosidal solüsyonlar ve kontrol grubu olarak da izotonik sodyum klorür solüsyonu 10-ar adetlik gruplar halinde50 köpeğin safra yollarına verilip, oluşan histopatolojik ve radyolojik lezyonlar istatistiksel olarak değerlendirilıniştir. llistopatolojik olarak saptanan karaciğer lezyonu ve kolanjit ile, radyolojik olarak değerlendirilen sklerozan kolanjit gelişmesi açısından skolosidal madde grupları arasında istatistiksel fark anlamlı bulunmayıp (p>0.05), kontrol grubuna göre tüın gruplarda istatistiksel fark anlamlı bulunmuştur (p<0.01). Bu bulguların ışığında tüm skolosidal ajanların safra yolları ve karaciğere toksik etkileri olduğu kanısına varılmıştır.
The scolocidal solutions which are used in surgi-cal treatment of hydatid cysts such as forrrzaldehite (%2), hypertonic sodyum chloride (%20), povidone iodine (%1) and silver nitrate (%05) were performed to the biliary tract of 50 dogs each group including 10 dogs and the lesions were evaluated histopatho-logically and radiologically. As to the histopathologir findings of liver le-sions and cholangitis and radiological findings of sclerosing cholangitis, there was no significant dif-ference between scolocidal solutions groups (p>0.05) but the dillerence between scolocidal solutions and control group was significant (p<0.01). We concluded that ali scolocidal agents has toxic ellects to the liver and biliary tract.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Emine Vural Yalçın, Aybars Tavlan, Sema Tuncer
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Anesthesıa Management For Cesarean In Patıent Wıth Myocardıal Infarctıon In Pregnancy
Gebelikte kalp hastalığı varlığı anne ölümlerinin halen en önemli sebeplerinden biridir. Gebelik sürecinde akut koroner sendrom gelişme riski artar. Sezaryen ile doğum kalp hastalığı olan gebelerde uygun hemodinamik izlem ve yönetim sağlar. Kalp hastalığı olan gebede uygulanacak ideal anestezi yöntemi ise tartışmalıdır. Rejyonel anestezi genellikle tercih edilen yöntem olmasına rağmen bazı özel durumlarda genel anestezi uygulanabilir. İnvaziv monitörizasyon genel anestezi uygulanan kalp hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltır. Opioid kullanımı cerrahi ve entübasyona stres cevabı azaltır. Opioidin doğumdan önce uygulanması gerekiyorsa remifentanil hızlı etki başlangıcı ve metabolizması ile tercih edilecek ajandır. Bu olguda, antikoagülan kullanımı nedeni ile rejyonel anestezinin kontrendike olduğu yüksek kardiyak riskli gebede genel anestezi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
The presence of cardiac disease in pregnancy is still one of the most important reason of maternal mortality. The possibility of acute coronary syndrome increases in pregnancy. Birth with caesarean section provides proper hemodynamic monitoring and management in parturients with cardiac disease. However the ideal anesthetic to be applied to parturient with cardiac disease is controversial. Although regional anesthesia is usually preferred method, general anesthesia may be applied in some special cases. Invasive monitoring reduces mortality and morbidity in cardiac patients undergoing general anesthesia. Opioid use reduces the stress response to surgery and intubation. If the use of opioid is required before birth, remifentanil is the ideal agent because of its rapid onset of action and metabolism. In this case, we aimed to present our general anesthesia experience on a parturient with high cardiac risk where regional anesthesia is contraindicated because of the use of anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Salim Güngör, Hilal Koral
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
The Extracapsular S Pread Of Lymph N Ode MetastasIs In Laryngeal CarcInoma
Lenf nodüllerindeki ekstrakapsüler tutulum prog-nozun zayıf olduğunun bir göstergesi sayılmaktadır. Nodüler fiksasyon ekstrakapsüler yayılımın bir göstergesi olup, hastada prognozu istatistiksel olarak düşüren bir faktördür. Diğer faktörlerden tümöral hücre diferansiasyonu ve metastatik nodül sayısı da prognoz üzerine etkili olup, burada ekstrakapsüler yayılımin prognoza olan etkisi literatürdeki retro-spektif araştırma sonuçları ile birlikte tartışılmıştır.
Extracapsular spread of lymph node metaitases ir believed to be an indicator of poor prognosis. in general it has been thought that extracapsular spread was limited to the 'fixed" nodes. The patients whose lesions had extracapsular spread had statistically reduced numbers of survival. Other factors eg, tumor dillerantiation and the number of malignant nodes ellects on prognosis. The effect of extracapsular spread on staging, the reporting of retrospective reviews and therapy are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Mehmet İhsan Gülmez, Şemsettin Okuyucu, Cengiz Çevik
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome
Melkersson-Rosenthal sendromu, ağırlıklı olarak dudakları tutan
tekrarlayan orofasyal ödem, tekrarlayan fasyal sinir paralizisi ve
fissürlü dil triadı ile karakterize bir hastalıktır. Sıklıkla 2. dekatta
ortaya çıkmaktadır. En sık görülen bulgu orofasyal ödemdir. Bir diğer
bulgu olan fasyal paralizi tipik olarak rekürrendir, unilateral veya
bilateral, parsiyel veya komplet olabilir. Fissürlü dil en az rastlanılan
bulgudur, konjenital olduğu düşünülmektedir. Melkersson-Rosenthal
sendromunun etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik
ve çevresel faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Sendromun
tanısı klinik olarak konur. Tedavide çeşitli medikal ajanlar ve cerrahi
yöntemler uygulanabilmekte ise de üzerinde fikir birliğine varılmış
bir tedavi prorokolü bulunmamaktadır. Bu olgu sunumunda tanısı geç
konulmuş olan ve klasik triadın bir arada görüldüğü bir MelkerssonRosenthal
Sendromu olgusu sunulmuştur.
Melkersson-Rosenthal syndrome is a disease, characterized
by recurrent orofacial edema that predominantly involves the lips,
recurrent facial nerve paralysis and fissured tongue. It is usually
seen in second decade of life. The most common finding is orofacial
edema. Facial paralysis, another finding of syndrome, is typically
recurrent, can be unilateral or bilateral and may be partial or
complete. The fissured tongue is the least common symptom and
considered as congenital. Although Melkersson-Rosenthl Syndrome’s
etiology is unknown, genetic tendency and environmental factors
suspected to play role. The syndrome is diagnosed clinically.
Although various medical and surgical methods implemented, there
is no consensus for its treatment protocol. In this case report, we
presented a Melkersson-Rosenthal Syndrome case which classic
triad seen together and taken a late diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Yavuz Atar
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Melkersson Rosenthal Syndrome: Case WIth FacIal Edema
Melkersson Rosenthal Sendromu (MRS) seyrek görülen, etyolojisi bilinmeyen ve hastalık sınıflandırması net olmayan bir sendromdur. (1) MRS tek taraflı veya iki taraflı tekrarlayan periferik fasiyal paralizi atakları, orofasiyal ödem, dilde fissürler (lingua plicata) ile karakterize bir tablodur. Bu sendromda histolojik olarak multinükleer dev hücreler, artmış inflamatuar hücreler ile birlikte dilate lenfatik kanallar gözlenir. (2) Çocukluk çağında nadir görülen bu sendrom hayatın 2. ve 3. dekadında daha sık görülür. Klasik triadın görülmesi nadirdir ve genellikle monosemptomatik veya oligo semptomatik tutulum izlenir. Bulgulardan bir veya ikisi ile biyopside granülamatöz keilit varlığı tanı için yeterlidir. (1,2) Biz bu çalışmada tek başına fasiyal ödem bulgusu olan olguyu MRS yönünden incelemeyi amaçladık.
Melkersson Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknown etiology, undefined incidence, and inconsistent classification. (1) MRS unilateral or bilateral peripheral facial paralysis recurrent attacks, orofacial edema, fissure in the language (lingua plicata) is characterized by a table. This syndrome have been in the giant cells in histological as multinuclear, together with increased inflammatory cells and dilated lymphatic channels are observed. (2) This syndrome is rare in childhood 2 of life and 3 decad is seen more often. It is rare to see a classic triad and often monosymptomatic or oligo symptomatic involvement is monitored. It is rare to see a classic triad and often monosemptomatik or oligo symptomatic involvement is monitored. Results with one or two of the biopsy is enough to recognize the existence granulomatous chelitis. (1,2) In this study we aimed to invstigate case with alone facial edema in terms of MRS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
Alper Kılıçaslan, Feride Karakuş, Ruhiye Reisli, Esra Goger
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
BIlevel-BIlateral Sacral Erector SpInae Plane Block For ChronIc PaIn Management: A Case Report And Short LIterature RevIew
Son yılların popüler rejyonel anestezi tekniklerinden biri olan erektor spina plan bloğu (ESPB), ilk olarak üst torasik nöropatik ağrı için kullanılmıştır. Daha sonra birçok farklı endikasyonda, farklı seviyelerden (alt torasik ve lomber) hem akut hem kronik ağrı tedavisinde, kullanılmıştır.
Sınırlı deneyimimiz, bilevel biletaral uygulanan sakral ESPB'nun, perianal kronik intermittan (aralıklı) ağrının tedavisinde kolay ve etkili bir teknik olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, uygulama noktası, lokal anestezik volümü, duyusal blokaj alanı gibi araştırılması gereken birçok konu mevcuttur. Klinik araştırmaların yetersizliği nedeniyle, bu inceleme şu anda sakral ESPB blok etkinliğinin kanıtını ve rutin kullanımını destekleyememektedir. Sakral ESPB bloğunun etkinliği ve etki mekanizmasını açıklığa kavuşturmak için anatomik radyolojik ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Erector spinae plane block (ESPB), one of the popular regional anesthesia techniques in recent years, has first been used for upper thoracic neuropathic pain. Later, it has been used in many different indications for both acute and chronic pain treatment at different lower thoracic and lumbar levels. Our limited experience demonstrates that bilevel bilateral sacral ESPB is an easy and effective method in the treatment of perianal chronic intermittent pain. However, many issues, such as the application site, the volume of local anesthetics and the sensory blockade, still remain being investigated. Due to the lack of clinical research, our review is currently unable to support the evidence and routine use of sacral ESPB. We consider that anatomical radiological and clinical studies are needed to elucidate the efficacy and mechanism of action of sacral ESPB
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
Adil Kartal, Mehmet Yeniterzi, Selçuk Duman, Yüksel Tatkan, Tahir Yüksek, Muzaffer Şeker, Mustafa Şahin, Yüksel Arıkan, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
The Effects Of The IlepatotrophIc Factor In SystemIc CIrculaüon On The LIver Atrophy
Portakaval şantlardan sonra karaciğerde görülen atrofi portal kanın ihtiva ettiği hepa-totrofik faktörden karaciğer hücrelerinin yoksun kalması ile izah edilmektedir. Değişik portakaval şantlarda karaciğerde nasıl bir etki oluştuğunu incelemek amacıyla köpeklerde bir deneysel çalışma yapıldı. Köpekler 15, 10 ve 10 deneklik 3 gruba ayrıldı. Her gruba ;farklı işlemler uygulandı. Denekler postoperatif 15. gün sakrifiye ertilde. Karaciğer makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi. Ilistopatolojik incelemelerde her 3 grupta da portal venin sol dalı bağlı olmayan lobta hepatositlerde lipid birikimi, hiperkromatozis ve mitotik aktivite artışı izlenirken, yalnız portal venin sol dalı bağlanan deneklerde sol lobta yaygın hemo-rajik infarkt ve nekrotik odaklar gözlendi. Sol dal bağlama ve şant uygulanan deneklerde ise sol lobda atrofinin minitnal düzeyde tespit edilmesi resirküle eden kandaki hepatotrofik faktörün etkisi ile izah edilebilir.
Liver atrophy after portacaval shunt is explained by lack of the liver from hepatotrophic factors. This study is undertaken to evolve the (2hanges in liver atter portac.aval shunt. The animals were calegorized in 3 groups each including 15, 10 and 10 animals respectivefy and we performed dillerent interventions. Anitnaly were sacrified at 15th day. Ilisiopathological exarnination revealed lipid accumulation, hyperchrornatosis and increasing of rnitotic activity in liver lobes which left branch of portal yein were not ligated and diffuse haernorrhagic infarct and necrosis in left kbes of the anirnais which had only ligation of the left branch of porta! yein. We deiermined only rninimal atrophic changes in left
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kayıp Tiroid Nerede?
lingual Tiroid
Orkide Kutlu, Şamil Ecirli, Abdullah Sakin, Mustafa Çaycı
Olgu sunumu
Özeti
Kayıp Tiroid Nerede?
lingual Tiroid
Where Is The Lost ThyroId?
lIngual ThyroId
Tiroid dokusunun embriyolojik gelişimi esnasında tiroglossal
kanal boyunca migrasyonunda yetersizlik ektopik tiroid ile sonuçlanır.
Lingual tiroid en sık ektopik yerleşimdir. Genellikle asemptomatik
olmakla birlikte normal tiroid dokusunda görülen adenom, hiperplazi,
inflamasyon ve malignite gibi durumlar ektopik doku için de söz
konusu olabilir. Bu yazıda ultrasonografik olarak normal yerleşimde
tiroid dokusu saptanmayan, sintigrafi ile dil kökü yerleşimli tiroidi
olduğunu tespit edip, hipotiroidi sebebi ile replasman tedavisi
başladığımız ve takibe aldığımız bir hastamızı nadir görülmesi sebebi
ile bildirmek istedik.
Thyroid ectopy is caused by failure of the descent of thyroid tissue
through thyroglossal duct during embryological development. Base of
the tongue is the most common ectopic localisation of thyroid gland.
It is usually asympthomatic. Adenoma, hyperplasia, inflammation,
malignancy similarly can be seen in ectopic thyroid tissue, as may
occur in normal thyroid tissue. In this report, we present the case who
has no thyroid tissue on normal localisation, searched for ectopic
localisation with scintigraphycally; treated for hypothyroidism and
followed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
Neriman Çolakoğlu, Aysel Kükner, Enver Ozan
Araştırma makalesi
Özeti
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
LIght MIcroscopIc ObservatIon Of Effects Of StarvatIon On IntestInal Mucosa.
Bu çalışmada açlık ve açlık sonrası beslenmenin ince bağırsak ileum mukozasına olan etkileri incelendi. Çalışmada toplam 42 adet ergin erkek sıçan kulan ildi. Üç grup oluşturuldu. Birinci gruptaki hayvanlar 1, 2, 3, 5, 9, 11 ve 14 gün aç bırakıldı. İkinci gruptaki hayvanlar belli açlık sürelerini takiben doyurulup 1, 2, 3, 5 ve 12 gün sonra kesildi. Üçüncü gruptaki denekler kontrol olarak kullanıldı ve normal beslendi. Aç bırakılma süresince deneklere sadece su verildi. Denekler açlık süresi boyunca günlük .olarak tartıldı. Deney süreleri sonunda eter anestezisi altında öldürülen deneklerin ileum bölgelerinden ışık mikroskopta incelemek üzere doku örnekleri alındı. Hazırlanan parafin kesitlere çeşitli boyalar uygulandı. Ayrıca villus'uzunlukları oküler mikrometre ile ölçülerek değerlendirildi. Yapılan mikrometrik ölçümler sonucunda açlığın 3. gününden itibaren açlık süresinin artışına paralel olarak villus boylarında giderek kısalma gözlendi. Bunun yanında vucut ağırlıklarında azalma saptandı. Uzun süren açlık dönemlerinde (5, 9, 11 ve 14 gün) villusların lamina propriasındaki lenfatiklerde genişleme, kan damarlarında dolgunluk gözlendi. Paneth hücrelerinin ve içerdikleri granül yapılarının kontrol grubuna göre artmış olduğu tespit edildi. Açlık sonrası doyurulan gruplarda villus uzunluklarında uzama saptandı. Paneth hücrelerinin ve salgı granüllerinin yoğunlukları devam etmekteydi.
The effects of starvation and refeeding on intestinal mucosa nere studied in ileum of rat intestine. Forty-two adult male rats nere used in this study. Animals nere divided into three groups. First groups of twenty-one rats nere starved for 1, 2, 3, 5, 9, 11 and 14 days. Second group of fifteen rats nere refed after a period of starvation and then decapitated after 1, 2, 3, 5 and 12 days. Third groups of three rats nere used as control animals. Starved rats nere alloned to drink nater ad libitum. Control animals had free access to nater and to chon pellets until the time of killing. Animals nere neighed daily during the fasting period. Animals nere killed under ether anesthesia. Ileal sections nere stained. Ileal villi size nere measured by ocular micrometre. After 3-day fasting, villi heigth nas observed to be gradually decreased nith days of fasting. Body neigth and after 3-day-fasting villi heigth gradually decreased nith days of fasting. Lymphatics nere dilated (5, 9, 11 and 14 day fasting), blood vessels nere fulled up nith erytrocyte at the long term fasting (9, 11 and 14- day fasting). Paneth cells and their granules nere gradually increased nith days of fasting. Ileal villus nere determined to height increased after refeeding. Paneth cells and their dense granules nere persistent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Antikorlarının Araştırılmasında Spot, Rose-Bengal Ve Wrıgııt Aglütinasyon Testlerinin Karşılaştırılması
Bülent Baysal, Naci Kemal Kırca, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Antikorlarının Araştırılmasında Spot, Rose-Bengal Ve Wrıgııt Aglütinasyon Testlerinin Karşılaştırılması
The ComparIsons Of Spot, Rose Bengal And Wrıgı1t Agglutınatıon
Çeşitli kliniklerdeki bruselloz şikayeti ile brusella antikorlartnın araştırıması için laboratuvarımıza gönderilen 200 hastada SPOT (ST), ROSE BENGAL (RIIT) ve WRIGIIT AGLUTINASYON (WAT) testleri yapılmış ve değerlendirilmiştir. Bir hastada ST ve RBT olumsuz çıkmasına karşın WAT 1140 oranında olumlu bulunmuştur. Bir hasta serumunda RBT olumlu, ST zayıf olumlu ve aglutinasyon litresi 1140 olumlu ,bulunmuştur. Aglutinasyonla elde edilen 1180 ve daha yukarısı olumlu titrelerde ST ve RBT %100 uyumluluk göstermektedir.
On a group of patients which were sended la aur laboratories and swpected of having brucellosis who were admitted to our hospital's iR patieni and out paıient Wright aggluiination tesis (WAT), Rose Bengal Tesis (RBT), and SİR, tesis (ST) were performed and evrıluaıed fr r Bruce11a abor While ST and RIIT were negative, WAT was 1140 positive, in a patient's serum. RBT was posi-tive, and WAT was 1140 positive, ha ve heen found, in anoıher serum. ST and RBT were positively correlated with 1180 and higher dilutions of WAT (100 per ccnt).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
Özden Vural, Salim Güngör, Hilal Koral, Dilek Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
EpIdemIologIcal EvolutIon Of Cases Were DIagnosed Cancer At The Department Of Pathology Of MedIcal School Of Selçuk UnIversIty
Dr. Özden VURAL *, Dr. Salim GÜNGÖR *, Dr. Hilal KORAL *, Dr. Dilek BITİK * * S.Ü.T.F. Patoloji Anabilim Dalı ÖZET Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda 1988-1992 yılları arasında tanı koyulan 2365 kanser vakası, yaş, cin-siyet, organ dağılımı ve histopatolojik tipler açısından incelendi. Erkeklerde akciğer kanserlerinin, kadııılarda deri kanserlerinin oranı en yüksekti.
In this report 2365 cases that were diagnosed at the Department of Pathology of Medical School of Selçuk University between 1988-1992 are examined by age, sex, organ distribution and histopathological types. The ratio of lung carcinoma in men and skin carcinoma in women were the highest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
Nezahat Yıldırım, İbrahim H. Özercan
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna) *
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) In ThyroId Tumors
Bu çalışmada tiroid tümörlerinde proliferatif aktivitenin gösterilmesi amacıyla Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'na gelen 47 adet tiroidektomi materyali çalışmaya alındı. Normal tiroid (9), nodüler guatr (11), folliküler adenom (7), papiller karsinom (16), folliküler karsinom (2) ve anaplastik karsinom (2)'a immünohistokimyasal olarak PCNA yöntemi uygulandı. Parafine gömülen dokulardan hazırlanan kesitler PCNA/cydin monoklonal antikorları ile boyandı. Pozitif boyanan nüveler değerlendirmeye alındı ve yüzde olarak PCNA indeksleri hesaplandı. PCNA indeksleri normal tiroid dokusunda % 0.5, nodüler guatrda % 2.1, folliküler adenomda % 2.6, papiller karsinomda % 6.2, folliküler karsinomda % 15.7 ve anaplastik karsinomda % 32.2 olarak değerlendirildi. Sonuç olarak benign tiroid tümörleri ile malign tiroid tümörleri karşılaştırıldığında PCNA indeksinin malign tiroid tümörlerinde belirgin artmış olduğu tesbit edildi.
We have studied on 47 thyroidectomy material that vvere came to Fırat University Medical Faculty Department of Pathology for the determination of proliferative activity. PCNA method vvere applied, normal thyroid(9), adenomatous goiterfl 1), follicular adenoma(7), papillary carcinoma(l6), follicular carcinoma(2) and anaplastic carcinoma(2). Ali cases paraffin sections stained PCNA/cydin monoclonal antibody. Positive painted nuclei vvas evaluated and PCNA indices vvere calculated as percentage. PCNA indices vvere evaluated normal thyroid %0.5, adenomatous goiter %2.1, follicular adenoma %2.6, papillary carcinoma %6.2, follicular carcinoma %15.7 and anaplastic carcinoma %32.2. As a conclution, thyroid carcinomas shovved significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared vvith benign thyroid tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Ve Kanserli Olgularda Lökosit İçi 3', 5'-Siklik Adenozin Monofosfat (camp) Seviyelerinin İncelenmesi
İdris Akkuş, Ferhat Türkmen, Süleyman Türk, Ebubekir Bakan, Yaşar Nuri Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Ve Kanserli Olgularda Lökosit İçi 3', 5'-Siklik Adenozin Monofosfat (camp) Seviyelerinin İncelenmesi
DetermInatIon Of IntraleukocytIc 3',5'-CyclIc AdenosIne Monophosphate Levels (camp) In Normal And PatIents WIth Cancer
Bu çalışmada 27-56 yaşları arasında toplam 25 sağlıklı şahıs ile 30-72. yaşları arasında 37 kanserli hastada lökosit içi cAMP değerleri arasında önemli bir fark bulunmadığı anlaşıldı. Bulgularımız literatür değerleri ile tartışıldı.
In this study we have determined intraleukocytic 3', 5'-cyclic adenosine monophosphate levels of 25 healty subjects aged between 27-56 years and 37 pa-tients with cancer aged between 30-72 years. There was no significant dillerence between values of the two groups. Dur results were discussed with literature findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kelimelerin Cümle İçinde Ve Izole Okunuşunda Vizüel Fiksasyon
Zehra Akpınar, Betigül Yürüten, Orhan Demir, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kelimelerin Cümle İçinde Ve Izole Okunuşunda Vizüel Fiksasyon
VIsual FIxatIon In ReadIng Sentences And Isolated Words
Bir metnin okunmasında, gözler kelime identifi-kasyonu için satır üzerindeki en uygun noktaya fikse edilir. Fiksasyon süresi ve sakkad ı.tzunlukları, farklı kişileıin okuyuşlarında ve aynı kişinin okuyuşlarında önemli değişkenlikler göstermektedir. Ingilizce ve Fransızca kaynaklarda bahsedilen değişiklikler bu çalışma ile Türk dilinde de görülmüş bulunuyor. Ayrıca fiksasyon noktaları, izole kelimelerde metin içindekilere göre daha ısrarlı olarak sol yarıya düşmektedir. Bu sonuçlar, parafoveal algt ve kontekstüel etki-lerle ilgili bilgilerin ışığında tartışıldı.
In reading of a text the eyes fixate on the most apprepriate point on the line for word identification. There is a great deal of variability both within and between subjects in respects of saccade lenghts and fixation duration. The variabilites mentioned in the relevant English and French literature are also detected in Turkish language by this study. Additionaly, fixation point is more persistent on the left half of the isolated words than on the ie.?ft half of the contectual ones. This results is disscussed in the light of rhe knowledge about parafoveal perception and contectual effects
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peyronıe Hastalmı (peyronie's Disease)
Ali Acar, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan, Kadir Ceylan, Mehmet Özeroğlu, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Peyronıe Hastalmı (peyronie's Disease)
Peyronıe Dısease (peyronIe's DIsease)
Peyronie hastaligt, ismini 1743'de ya§ami4 olan Fransa Krali XV. Lui'nin cerrahi Francois de la Peyronie'den airnitir. Hastalikta, tunika albugineanm korpus kavernosumu cevreledigi ktstrnlarda ce§itli nedenlere bagli olarak skar dokusu olu§makta (plak), bu da tutulmu4 plan krsimda elastasite kaybma, dolayisiyla ereksiyon esnasinda o kisirnda biikiilrneye neden olmaktathr. Yapilan ara§tirmalarda insidensi %1 olarak belirlenmi4 olan hastalik daha. cok orta ya§li hastalarda gorulur. Genclerde ye cok ya§hlarda nadirdir. Siyahlarda az, dogulularda ise hemen hemen hic gortilmernektedir
Peyronie's disease was named after King XV of France, who lived in 1743. Lui's surgery is more than Francois de la Peyronie. In the disease, scar tissue forms (plaque) in the cysts where the tunica albuginea surrounds the corpus cavernosum due to various reasons, which causes the loss of elasticity in the affected plan crest, and thus, it causes a congestion in that region during erection. The disease, whose incidence has been determined as 1% in the studies, is still. It is mostly seen in middle-aged patients. It is rare in young people and very old age. It is less seen in black and almost never seen in eastern.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Mustafa Kürşat Evrenos, Merve Özkaya Ünsal
Araştırma makalesi
Özeti
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Treatment Of Cutaneous MucormycosIs In PatIents WIth CortIcosteroId Treatment After Trauma
Amaç: Mukormikozis, invaziv yumuşak doku nekrozu yapabilen ve agresif seyirli nadir bir fırsatçı mantar enfeksiyonudur. Genellikle immun sistem yetersizliği olan hastalarda görülürken, nadiren immunkompetan hastalarda da karşılaşılabilir. Bu yazıda, travma sonrası kısa sureli kortikosteroid tedavisi alan ve ardından fasiyal kutanöz mukormikoz gelişen 4 immunkompetan olgunun prognoz ve tedavisi bildirilmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 2016 – 2018 yılları arasında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi’ne travma sonrasında başvuran, intrakranial veya spinal patolojileri nedeniyle kısa sureli kortikosteroid tedavisi alarak immun sistemi baskılanmış olan ve fasiyal kutanöz mukormikoz tanısı alan dört adet hasta dahil edildi. Prognoz, medikal ve cerrahi tedavi sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Malar ve maksiller bölge tutulumu olan bir hastada seri debridmanlar ve medikal tedavilerle kür sağlandı. Serbest fleplerle rekonstruksiyon yapılan hastada estetik ve fonksiyonel olarak kabul edilebilir sonuçlara ulaşıldı. 2 hastanın tedavisi tamamlandıktan sonra lokal fleplerle onarımı yapıldı. Bir hastaya, fungal osteomiyelit ve intrakraniyal inflamatuar değişiklikleri bulunması nedeniyle onarım operasyonu yapılamadı. Bu hastanın takiplerinde MR görüntülemelerinde regresyon saptandı.
Sonuç: Multitravma sonrasında, kontamine yara enfeksiyonu meydana gelen ve kısa dönem için bile olsa kortikosteroid tedavisi alan hastalarda mukormikozisin akılda tutulması gerekmektedir. Seri, tekrarlayan ve agresif debridmanlar yapılmalı, rekonstruksiyon planı enfeksiyonda kür sağlandıktan sonra yapılmalıdır.
Objective: Mucormycosis is an infrequent opportunistic fungal infection which may cause an aggressive and invasive soft tissue necrosis. It is usually developed in patients with immune system deficiency, and rarely seen in immunocompetant patients. We report prognosis and treatment of the immunocompetant patients that developed facial cutaneous mucormycosis after short term corticosteroid therapy.
Material and Method: The patients who were admitted to Manisa Celal Bayar University Hospital after multitrauma and given short term corticosteroids due to cranial and spinal injuries and became immuncompromised and diagnosed as facial cutaneous mucormycosis between 2016 and 2018 were included in the study. Prognosis, medical and surgical treatment outcomes of therapy is reported.
Results: One patient with malar and maxillary involvement was treated with medical therapy and serial debridements and infection was cured. Reconstruction with free flaps were done, acceptable functional and aesthetic results were achieved. Two patients had adequate therapy and reconstructed with local flaps. One patient was not operated due to recurrent fungal osteomyelitis and intracranial inflammatory findings, and regression in MRI was seen.
Conclusion: Mucormycosis should be kept in mind in contaminated wound infections in patients who have been treated with corticosteroids even for a short time after multitrauma. Rapid, repetitive and aggressive debridemants should be performed and reconstruction should be planned after cure of the fungi.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
Yılmaz Akbaş, Nuh Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
EvaluatIon Of CardIac ArrhythmIa Markers In PedIatrIc PatIents WIth A DIagnosIs Of NeurofIbromatosIs Type-1: A ProspectIve SIngle Center Study
Amaç: Bu çalışmamızda ki amacımız bölgemizde takip ettiğimiz Nörofibromatozis tip 1 tanılı hastaların kardiak tutulumlarının değerlendirilmesi ve diğer klinik bulgularla karşılaştırılmasıdır. Bu çalışma ile kardiyak tutulumun sıklığını ve çeşitliliğini göstermek istedik
Gereç ve Yöntem: Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne 01/09/2019-01/09/2020 tarihleri arasında Nörofibromatozis tip 1 tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastalar Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından muayene edilip ekokardiografi ve elektrokardiografi çekimleri yapıldı. Hastaların dosya kayıtlarından demografik bilgileri, muayene bulguları, beyin manyetik rezonans görüntüleri toplandı. Elektrokardiografi ve ekokardiografi Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından incelenip kayıt altına alındı.
Sonuçlar: Çalışmaya merkezimizden 17 hasta kabul ettik. Altı hastamız (%35,3) sporadik Nörofibromatozis-1 tanısı alırken 11 hastamızda (%64,7) familyal Nörofibromatozis-1 mevcuttu. Hastalarımızın tamamında ciltte cafe au late lekeleri (%100), 10 tanesinde (%58,8) aksiller ve/veya inguinal çillenme 3 (6/17-%35,2) tanesinde optik glioma ve papil ödemi 3 tanesinde ise lish nodülü tespit ettik. Santral sinir sistemi tutulumuna baktığımızda 8 (%47) hastamızın beyin MRG’lerinde çeşitli tutulumlarla karşılaştık. Kardiyak açıdan yaptığımız incelemede 1 hastada QT uzunluğu, 3 hastada subendokardiyal nörofibromla uyumlu nodüler görünüm, 3 hastada mitral yetmezlik, 1 hastada patent foramen ovale, 1 hastada atrial septal defekt, 1 hastada ise biküspit aorta vardı.
Tartışma: Çalışmamızda literatürden farklı olarak 3 hastamızda subendokardiyal nodüler hiperekojen görüntü mevcuttu. Bu bulgular oldukça nadir olmasına rağmen bizim 17 hastamızın 3’ünde saptanması bu patolojinin daha sık olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca bir hastamızda uzun QT mevcuttu. Bu vakada bildiğimiz kadarıyla Nörofibromatozis tip 1 ve Uzun QT sendromuna sahip ilk vakadır. Sonuç olarak; Nörofibromatozis tip 1 hastalarında kardiyak tutulumun literatürde bahsedilen oranlardan daha yüksek olabilir
Introduction: Our aim is to evaluate the cardiac involvement of Neurofibromatosis type 1 patients in our region and to compare them with other clinical findings. In this study, we wanted to show the frequency and variety of cardiac involvement.
Material and Methods: Patients diagnosed with Neurofibromatosis type 1 in Hatay Mustafa Kemal University Medical Faculty Pediatric Neurology Clinic between 01/09/2019 and 01/09/2020 were included in the study. The patients included in the study were examined by a Pediatric Cardiology Specialist, and echocardiography and electrocardiography were taken. Demographic information, examination findings, brain magnetic resonance images were collected from the files of the patients. Electrocardiography and echocardiography were examined and recorded by the Pediatric Cardiology Specialist.
Results: We accepted 17 patients from our center to the study. Six patients (35.3%) were diagnosed with sporadic Neurofibromatosis type 1, while 11 patients (64.7%) had familial Neurofibromatosis type 1. All of our patients had cafe au late spots on the skin. In addition, 10 (58.8%) patients also had axillary and / or inguinal freckles. We detected optic glioma in 3 of our patients with ocular involvement, and lish nodules in 3 of them with papillary edema. When we looked at central nervous system involvement, we encountered various involvements in brain MRIs of 8 (47%) patients. In our cardiac examination, we found QT length in 1 patient’s electrocardiography. In the echocardiography we performed for the detection of cardiac structural pathologies, we detected nodular appearance compatible with subendocardial neurofibroma in 3 patients, mitral insufficiency in 3 patients, patent foramen ovale in 1 patient, atrial septal defect in 1 patient, and bicuspid aorta in 1 patient.
Discussion: In our study, unlike the literature, subendocardial nodular hyperechogenic appearance was present in 3 patients. Although these findings are quite rare, subendocardial nodular hyperechogenic images in 3 of our 17 patients suggest that this pathology may be more common. In addition, one of our patients had a long QT. As far as we know, this is the first case of Neurofibromatosis type 1 and Long QT syndrome. In conclussion; Cardiac involvement in patients with Neurofibromatosis type 1 could more common than mentioned in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Mehmet Metin Belviranlı, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Lema Tavlı, Sami Bilici
Araştırma makalesi
Özeti
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Pankreasın papiller kistik neoplazmı nadir görülen, düşük malignensi potansiyeli olan bir hastalıktır. Daha çok genç kadınlarda görülür ve erken olgularda cerrahi rezeksiyon yeterli görülmektedir. Karında şişlik ve ağrı şikayeti olan 26 yaşında bayan hasta pankreas tümörü tanısı ile ameliyat edildi ve histolojik olarak pankreasda papiller kistik tümör tespit edildi. Bu hasta tümörün pankreas neoplazmlan arasında oldukça nadir görülmesi. olgumuzda büyük çapta olması, organ metastazı olmadan damar ve kapsül invazyonu göstermesi sebebiyle literatür eşliğinde, klinik ve patolojik yönleri incelenerek sunulmuştur.
Papillary cystic neoplasrn of the pancreas is a rare pancreatic condition with low grade malignant behavior. It occurs mainly in young adult females and surgical resection is amenable to cure in early cases. A 26 yaar old woman who had epigastric mass and pain was operated on with the diagnosis of pancreatic tumor and biopsy specimens showed papillary cystic tumor. We report this case for it is a rare condition. great in size and his-tologically documented vascular and capsular invasion with no metastases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
Fatih Aydın, Özge Turgay Yıldırım, Ercan Akşit, Evrin Dağtekin, Ayşe Hüseyinoğlu Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
The Effect Of DIrect Oral AntIcoagulant Drugs On Platelet IndIceses And TheIr RelatIonshIp WIth BleedIng Events
Aim: Atrial fibrillation is a common disorder and is an important cause of thromboembolic events. Recently, direct oral anticoagulant drugs (DOACs) are being used to reduce the frequency of thromboembolic events among these patients. DOACs have several advantages over oral vitamin K antagonists, such as fixed dosage and fewer side effects. However, since the drugs and their affects cannot be monitored directly, difficulties are encountered in assessing drug efficacy and side effects. For this purpose, platelet indices and their relationship with DOACs may be utilized for the prediction of thromboembolic and hemorrhagic events.
Patients and Methods: 301 patients with atrial fibrillation who were using DOACs were included in the study. Platelet indices such as platelet count, platelet distribution volume, plateletcrit, platelet-large cell ratio were evaluated at the first and sixth months. The effect of DOACs on these indices and relationships with bleeding events were investigated.
Results: All groups were similar in regard to baseline platelet indices, except for lower P-LCR value among recipients of rivaroxaban. When post-treatment results were compared, all groups were found to have similar values in all parameters. However, time-bound comparisons revealed that apixaban and dabigatran significantly reduced P-LCR value after 6 months of use.
Conclusion: This study showed that apixaban, rivoraxaban and dabigatran had no effect on platelet count, MPV, PDW, PCT values in whole blood count of patients with non-valvular AF. All characteristics of those with and without hemorrhagic events were also similar of patients with non-valvular AF.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Infantil Akalazyada Endoskopik Dilatasyon
Celalettin Vatansev, Adnan Abasıyanık, İlhan Çiftçi, Ahmet Tekin
Derleme
Özeti
Infantil Akalazyada Endoskopik Dilatasyon
EndoscopIc DIlatatIon In InfantIle AchalosIa
Çocuklarda özofagusta akalazya, özellikle bir yaşın altında oldukça nadir ve teşhisi zor bir lezyondur. On bir aylık bir kız çocuğu endoskopik balon dilatasyonuyla başarılı bir şekilde tedavi edildi. Baryumlu grafide özofagus kali bresi normale döndü ve komplikasyon gelişmedi. On iki aylık takip sonrasında kusma, beslenme sorunu ve rekür- rens gözlenmedi.
Esophageal achalasia in childhood especially in whom below one year of age is a rare lesion and difficult to diag- nose. An 11 months age female infant has been treated successfully by pneumatic dilatation, after returning of the esophagus to it’s normal calibre there was no complications seen in the barium study that performed later. After a follow up period of 12 months there was no vomiting or feeding problems or recurrence of the achalasia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Povidone-İodine/pvp Solisyonu Ve Aprotininin Karın İçi Yapışıkları Önlemedeki Etkılerı
Ömer Karahan, Şakir Tavlı, Mustafa Şahin, Adil Kartal, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Povidone-İodine/pvp Solisyonu Ve Aprotininin Karın İçi Yapışıkları Önlemedeki Etkılerı
The Effects Of A New PovIdone-Iodınelpvp Solutıon And AprotInIn In Preventıon Of Intraperttoneal Adheston
Her iki cinsten 30 Wistar rata ketamin hidroklorür anestezisi altında 4 cm. lik median kesi ile laparatomi yapıldı. Omentum 3 ayrı yerinden 310 ipekle bağlandı. Karın ön duvara sağ yarısında 3cm x 0.5cm. boyutlarında periton-adale defekti oluşturuldu. Budefekt 10 adet 310 tek tek ipek dikişte kapattldı. Denekler 10'ar ratlık üç gruba ayrıldı. Birinci gruptakilerin karın boşluğuna hiçbir madde verilmeyip kontrol grubu olarak alındı. İkinci gruptakilerin periton boşluğuna 50.000 Ü. aprotinin, son gruptakilerinkine ise 2 ml. yeni povidoneiodine/PVP solüsyonu verildi. Bir hafta sonra radar öldürülerek karın içi yapışıklar değerlendirildi. Aprotinin ve povidone-iodine/PVP gruplarındaki yapışıklıklar kontrol grubundan daha az bulundu (p<0.01). Son iki grup arasında fark yoktu (p>0.05). Her iki maddenin karın içi yapışıklıkları önlemede etkili oldukları sonucuna varıldı.
Thirty Wistar rats were anesthesizeci with k.etamine hydroclorure and the abdornen was opened thorough a midline incision 4 cm. tong. Omenturn was tied with 310 black silk suture.rnaterial in 3 clifferent paris and on the right side, 3 x 0,5 crn. patches of the parietal peritoneum and underlying mus.cle were resected. The resuitant defect ciosed with inderrupted 310 black silk suture. We formed 3 groups each including 10 rats. The first group was control with no instillate. second group, 50.000 U of aprotinin and in third group 2 nıL of new poviclone-iodine1PVP solution was injected into the periitoneal cavity. All rats were sacrified at one week and assessment -of adhesion formation was made. Treatrnent with aprotinin and povidone-iodinelPVP SOlidit:»8 resulted in fewer adhesions then controls (p 0.01). There was no significant difference between group 2 and 3 (p> 0.05). in conclusion, this study shows that aprotinin and povidone lodine/PVP solution are both effective in reducing peritoneal adhesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
Esma Kepenek, Bahar Kandemir, İbrahim Erayman, Sümeyye Yüce, Rukiyye Bulut
Araştırma makalesi
Özeti
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of BrucellosIs PatIents Followed-Up In A TertIary HospItal
Giriş ve Amaç
Brusellozis Türkiye’de endemik olarak görülen aynı zamanda halk sağlığı problemi olan zoonotik bir infeksiyondur. Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen brusellozis olgularının demografik/epidemiyolojik, klinik, laboratuvar özelliklerinin, komplikasyon ve tedavilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem
Bu çalışmada kliniğimizde 1 Ocak 2010-31 Aralık 2018 tarihleri arasında takip edilen olguların özellikleri retrospektif olarak incelendi. Tanımlayıcı veriler sayı ve yüzde (%) olarak belirtildi. Kategorik değişkenler ki-kare testi, sayısal değişkenler Student-T testi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular
Toplam 365 brusellozisli hastanın 159 (%43.56)’u kadın, 206 (%56.44)’sı erkekti. Hastaların yaş ortalaması 45.9±14.51 (18-82) idi. En sık başvuru zamanı 137 (%37.5) ile yaz mevsimiydi. Hastalığın en sık 252 (%69) bulaş yolu hayvancılıkla uğraşma öyküsü olarak bulundu. Olguların 168 (%46)’i akut, 96 (%26.3)’sı subakut, 101 (%27.7)’i kronik brusellozis idi. Hastaların en sık şikayeti 302 (%82.7) halsizlik olup akut bruselloziste daha yüksekti (0.0015). Elli üç (%33.3) erkek, 114 (%55.3) kadında anemi olup kadınlarda anemi daha yüksek (p₌0.0283) bulundu. Hastalarda %7.9 lökopeni, %16.2 lökositoz, %9.6 trombositopeni, %4.1 nötropeni, %9 nötrofili, %12 lenfomonositoz saptandı. Wright agglütinasyon testi 26 (%7.1), Brusella immuncapture aglütinasyon testi 361 hastada bakılmış olup hepsinde pozitif saptandı. Hastaların 172 (%47.1)’sinde komplikasyon gelişip en sık 58 (%15.9) spondilodiskit saptandı. Olguların 61(%31.8)’inde relaps gelişti.
Sonuç
Brusellozisin ülkemizde endemik olması ve bölgemizde hayvancılığın yaygın olarak yapılması nedeniyle halsizlik, eklem ağrısı ve ateş gibi şikayetler ile başvuran hastalarda brusellozis ön tanılar arasında yer almalıdır. Ayrıca hastalar nüks açısından takip edilmelidir.
Introduction and Objective
Brucellosis is a zoonotic infection seen as an endemic in Turkey and is a public health problem at the same time. The objective of this study was to evaluate demographic/epidemiologic, clinic, laboratory features, complications and treatments in brucellosis patients followed-up in our clinic.
Material & Methods
In this study, features of patients followed-up between 01/01/2010 and 31/12/2018 in our clinic were retrospectively evaluated. Descriptive data were expressed as number and percentage. Categorical variables were analyzed with Chi-square test and numerical variables with Student’s t test.
Results
Of the total of 365 brucellosis patients, 159 (43.56%) were female and 206 (56.44%) were male. The mean age of the patients was 45.9±14.51 (18-82) years. The most common time of presentation was summer season with 137 (37.5%) patients. The most common transmission route of the disease was a history of animal husbandry with 252 (69%) patients. Of all cases 168 (46%) were acute, 96 (26.3%) were subacute, and 101 (27.7%) were chronic brucellosis. The most common complaint of the patients was fatigue in 302 (82.7%) patients with being higher in acute brucellosis (p=0.0015). Anemia was found in 53 (33.3%) male and 114 (55.3%) female patients with being significantly higher in female patients (p=0.0283). Leukopenia was found in 7.9%, leukocytosis in 16.2%, thrombocytopenia in 9.6%, neutropenia in 4.1%, neutrophilia in 9% and lymphomonocytosis in 12% of the patients. Wright agglutination test was performed in 26 (7.1%) and brucella immunocapture agglutination test in 361 (98.9%) patients and all results were positive. Of all patients, 172 (47.1%) developed complications with spondylodiscitis being the most commonly found in 58 (15.9%) patients. Sixty-one (31.8%) of patients developed relapse.
Conclusion: Since brucellosis is endemic in our country, it should be considered in presumed diagnosis of patients presenting with complaints such as fatigue, articular pain and fever.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
Hüsnü Alptekin
Olgu sunumu
Özeti
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
PylorIc StenosIs Secondary To A GastrIc DIvertIculum
Amaç: Mide divertikülü nadir görülen ve genellikle asemptomatik seyir gösteren bir hastalıktır. Literatürde bugüne kadar, mide divertikülü nedeniyle pilor darlığı gelişmiş yalnızca bir hasta rapor edilmiştir. Mide divertikülüne bağlı pilor darlığı gelişmiş bir hastanın klinik özelliklerinin literatür eşliğinde tartışılması ve sunulması amaçlandı. Olgu sunumu: Üç aydır peptik ülser tanısı ile tedavi edilen 66 yaşında bayan hasta, son onbeş gündür oral gıda alımı sonrası kusma şikayetinin başlaması üzerine hastanemize başvurdu. Üst gastrointestinal sistemin görüntülenmesini sağlayan tetkikler sonrasında midede pilora bitişik yerleşimli, pilor halkasını içine alıp deforme etmiş divertikül saptandı. Hasta endoskopik pilor balon dilatasyonu yapılarak tedavi edildi. Sonuç: Semptomatik mide divertikülü olan hastalarda tedavi amacıyla divertikülün basit rezeksiyonu önerilmekteyse de, divertiküle bağlı oluşan pilor darlığının endoskopik pilor balon dilatasyonu ile tedavi edilebileceği unutulmamalıdır.
Aim: Gastric diverticula are uncommon and usually asymptomatic. Only one case of pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum was published in the literature. A case treated for pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum and the related literature are reviewed. Case report: The 66-year-old female, treated for peptic ulcus along three month, consulted to our hospital complaining about vomiting after eating something for last 15 days. Having examined upper gastrointestinal system, diverticulum was found on at lesser curvature, located adjacent to and partially including the pylor. Patient was treated with endoscopic balloon dilatation. Conclusion: Even if simple resection was suggested for symptomatic gastric diverticula, pyloric stenosis secondary to a gastric diverticulum can be cured with endoscopic balloon dilatation was reosanable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Skrotal Patolojilerin Ve İnmemiş Testislerin Ultrasonografik Değerlendırilmesi
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Ali Gökalp, Yener Gültekin, Oktay Işık, Bülent Özdeşlik
Araştırma makalesi
Özeti
Skrotal Patolojilerin Ve İnmemiş Testislerin Ultrasonografik Değerlendırilmesi
UltrasonIe IdentIfIcatIon Of Scrotal L'oıhologIes And Undescended TestIs
İnmemiş testis ve skrotal patoloji düşünülen 207 olgunun ultrasonografik (US) incelenmesi öncesi ve sonrası klinik ve operasyon sonuçları karşılaştırıldı. Ultranosografinin inmemiş testis, klinik ve subklinik verikosel sapltanmasında ve intraskrotal kitlerinin ayırıcı tanısında olumlu katkısı tartışıldı.
It was examined iwo hundreci and seven cases havıng the unders-cended iestis and scrotal patholo-gy by ultrasonography. Ultrasonographic findings were discussed in association with clinical and op-eration findings. It was discussed that, ultrasonography coıdd give US positive chıes in Ille investiga. tion of dillerential diagnosis of clinic and subclinic varicocele and undescended testis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanda Çok Uzun Zincirli Yağ Asidi Dehidrogenaz
eksikliği
Nilüfer Güzoğlu, Birgül Say, Nurdan Uras, Uğur Dilmen
Olgu sunumu
Özeti
Yenidoğanda Çok Uzun Zincirli Yağ Asidi Dehidrogenaz
eksikliği
Very Long-ChaIn Fatty AcId Dehydrogenase DefIcIency In Newborn
Çok uzun zincirli yağ asidi dehidrogenaz (VLCAD) eksikligi
mitokondriyal yağ asidi oksidasyon bozukluğu olup otozomal
resesif geçis gösterir. Tandem kütle spektrometri ile plazmada
yükselmiş açil karnitinlerin artışının gösterilmesiyle VLCAD tanısına
yönlenilebilir. Bu yazıda, annesinde gebelikte HELLP sendromu olan
ve 15 günlükken periferik dolaşım bozukluğu, hipotoni ve izleminde
metabolik asidoz, dilate kardiyomiyopati gelişen VLCAD eksikliği
tanısı almış bir olgu sunulmaktadır.
Very long-chain fatty acid dehydrogenase (VLCAD) deficiency is
an autosomal recessive disorder of mitochondrial fatty acid oxidation.
Elevated plasma level of acyl-carnitine by Tandem mass spectrometry
prompts the diagnosis of VLCAD. We herein report a neonate with a
diagnosis of VLCAD whose mother’s pregnancy was complicated with
HELLP syndrome. Physical examination revealed poor peripheral
perfusion and hypotonia on the 15 days of life. Metabolic acidosis,
dilated cardiomyopathy developed during follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Köpek Isırığına Bağlı Şiddetli Ağız Çevresi Yaralanmasının Erken Evre Tedavisi: Vaka Sunumu
Kamil Abdullaev, Evgeniy A. Vasilyev, David L. Safaryan, Ekaterina V. Orlova, Manish K. Yadav, Mikhail N. Bolshakov
Olgu sunumu
Özeti
Köpek Isırığına Bağlı Şiddetli Ağız Çevresi Yaralanmasının Erken Evre Tedavisi: Vaka Sunumu
A Case Report Of A ProactIve Approach To PerIoral ReconstructIon After Severe Dog BIte Injury
Özet
Yüz bölgesinde meydana gelen hayvan ısırıkları ciddi defektlere yol açabilir. Kısıtlı vakalarda kopmuş parça iyi saklandığı ve hastayla beraber getirildiği takdirde en iyi çözüm replantasyondur. Kalan vakalarda birkaç tedavi yöntemi kullanılmaktadır. Klasik bir tedavi yöntemi olarak “tetikte bekleme” stratejisi, yaranın kendiliğinden iyileşmesine izin vermek ve ancak öyle rekonstrüksiyona başlamak olarak tarif edilebilir. Fakat iyileşmenin erken döneminde ileriye dönük rekonstrüksiyonu başlatmak, hızlı rehabilitasyonu sağlamaktadır.
Bu çalışmada genç bir kızda köpek ısırığı sonrası perioral bölgede gelişen defektin erken dönemde başarılı rekonstrüksiyonu ayrıntısıyla tarif edilmiştir. Rekonstrüksiyonda anatomik, fonksiyonel ve estetik özellikler dikkate alınarak gerçekleştirildi. İleriye dönük rekonstrüksiyonun baş ve boyun cerrahisinde önemli bir yere sahip olduğuna inanmaktayız.
Abstract
Animal bites to the face can cause serious defects. In select cases when the avulsed part has been carefully preserved and brought-in with the patient, replantation may be the best solution.
In other cases, few strategies are present. The classical “watchful waiting” strategy to treat such patients could be described as letting the wound to heal and only then, initiate reconstruction. Wound scarring and patient’s psychological disturbance due to prolonged rehabilitation are its biggest disadvantages. However, a proactive method with reconstruction initiated early during the convalescent phase, can result in faster rehabilitation.
Herein, we present detailed description of a successful early reconstruction of the perioral area in a teenage girl following a dog bite; the reconstruction encompassing the anatomical, functional and aesthetic spectrum. Thus, we believe, proactive strategy has a huge potential in the modern era of reconstructive head and neck surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
Elif Yıldırım Ayaz, Memduha Boyraz, Miraç Vural Keskinler, Ayşe Naciye Erbakan, Aytekin Oğuz
Araştırma makalesi
Özeti
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
DIabetes Unawareness In PatIents HospItalIzed Other Than Internal MedIcIne ServIces And Related Factors: A Cross-SectIonal MultIdIscIplInary Study
Amaç: Yirmibirinci yüzyılda pandemi haline gelen diyabet hastalığı tüm branşları ilgilendirmektedir. Amacımız dahiliye dışı servislerde yatan hastalarda HbA1c bakılması ile tanı konmamış diyabet prevalansını belirlemek ve diyabet farkındalığının olmaması ile ilişkili faktörleri değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya dahiliye servisleri dışında yatan, 18 yaş ve üzeri, antropometrik ölçümleri yapılabilecek olan 630 hasta alınmıştır. Katılımcıların sosyo-demografik özellikleri, komorbiteleri kaydedilmiştir. Antorpometrik ölçümleri, açlık kan glukozu ve HbA1c ölçümleri yapılmıştır. Bilinen diyabet tanısı olmayıp yatışı sırasında HbA1c değeri ≥ 6,5% olanlar diyabet farkındalığı olmayanlar olarak adlandırılmıştır. Bilinen diyabeti olanlar, diyabet farkındalığı olmayanlar ve diyabeti olmayan gruplar arasındaki farklılıklar incelenmiştir.
Bulgular: Çalışma 20.04.2017-31.12.2017 tarihleri arasında yapılmıştır. Hastaların yaş ortalaması 58,04±18,56 olup %54,6’sı (n=344) erkektir. Bilinen diyabeti olanların sayısı 190 iken (%30,2), 396 (%62,9) kişinin diyabeti yoktur, 44 (%7) hastada ise bilinmeyen diyabet saptanmıştır. Diyabeti olan 234 hastanın %18,8’i (n:44) diyabet olduğunu bilmemektedir. Diyabet farkındalığı olmayanların 45 yaşın altında olması oranı (%11,4), bilinen diyabet grubundakilerden (%3,7) daha yüksektir (p<0,01); yine erkek olması oranı da daha yüksektir (%68’e karşı %47,9, p:0,15). Diyabet farkındalığı olmayanların fazla kilolu olması oranı (%56,8) bilinen diyabet (%37,9) ve diyabeti olmayanlardan (%39,1) daha yüksektir (sırasıyla p:0,36, p<0,01). Üç grup arasında eğitim düzeyleri açısından farklılık saptanmamıştır. Komorbidite varlığı oranı bilinen diyabeti olanlarda (%89,5), diyabet farkındalığı olmayanlardan (%75) daha yüksektir ( p:0,01). Tüm diyabeti olanlar lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Erkek cinsiyet (OR:2.33), <45 yaş (OR:3.35), aşırı kilolu olma (OR:2.16) ve komorbidite olmaması (OR:2.83) bilinmeyen diyabet ile ilişkilidir.
Sonuç: Hastanede iç hastalıkları servisi dışında yatmakta olan hastaların %7’sinde tanı konmamış diyabet saptanmıştır. Tüm diyabetlilerin %18.8’i diyabet olduğunu bilmemektedir. Yatan hastalarda HbA1c ile diyabet taraması yapmak, özellikle <45yaş, erkek , fazla kilolu ve komorbiditesi olmayan hastalara özellikle dikkat etmek, bilinmeyen diyabeti saptamaya yardımcı olabilir.
Bu çalışma NCT04694326 kayıt numarasıyla Protokol Kayıt ve Sonuçları Sistemi’ne (Clinicaltrials.gov PRS) kaydedilmiştir
Aim: Diabetes, which has turned into a pandemic in the twenty-first century, concerns all branches of medicine. This study aims to investigate the prevalence of diabetes unawareness by checking HbA1c in patients hospitalized in clinics other than internal medicine and evaluate the factors associated with them.
Patients and Methods: The study included 630 patients hospitalized outside internal medicine services at or over the age of 18 whose anthropometric measurements could be made. The sociodemographic properties and comorbidities of the patients were recorded. Their anthropometric measurements, fasting blood glucose and HbA1c measurements were made. Those without a known diabetes diagnosis but with an HbA1c value of ≥6.5% were grouped as diabetes unaware. The differences among known diabetes, diabetes unaware and no diabetes groups were examined.
Results: The study was conducted between 01.03.2017 and 31.12.2017. The mean age of the patients was 58.04±18.56, while 54.6% (n=344) were male. The number of the patients with known diabetes was 190 (30.2%), 396 (62.9%) did not have diabetes, and unknown diabetes was detected in 44 (7%). Among the 234 patients with diabetes, 18.8% (n:44) had diabetes unawareness. The rate of those under the age of 45 in the diabetes unaware group (11.4%) was higher than that in the known diabetes group (3.7%) (p<0.01). Again, the rate of the male sex was also higher among the same individuals (68% vs 47.9%, p:0.15). The rate of overweight in the diabetes unaware group (56.8%) was higher than those in the known diabetes (37.9%) and no diabetes (39.1%) groups (respectively, p:0.36, p<0.01). There was no significant difference among the three groups in terms of educational levels. The rate of comorbidity presence was higher in the known diabetics (89.5%) than the diabetes unaware group (75%) (p:0.01). All patients with diabetes were evaluated by logistic regression analysis. The male sex, age<45 years, being overweight and absence of a comorbidity were associated with diabetes unawareness.
Conclusion: Undiagnosed diabetes was detected in 7% of the patients. Among all diabetic patients, 18.8% had diabetes unawareness. Conducting diabetes screening with HbA1c in inpatients and paying special attention to those under 45, males, overweight patients and those without comorbidities may help detect unknown diabetes.
This study was retrospectively registered at the Protocol Registration and Results System (Clinicaltrials.gov PRS) with the registration number NCT04694326.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geniş Anterior Palatal Fistüllerin Dil Flepleri İle Rekonstrüksiyonu
Zakaria Aziz, Naouar Ibnouelghazi, Jinane Kharbouch, Salma Aboulouidad, Nadia Mansouri Hattab
Araştırma makalesi
Özeti
Geniş Anterior Palatal Fistüllerin Dil Flepleri İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of Large AnterIor Palatal FIstulae UsIng Tongue Flaps
Amaç: Dil, yarık damak fistüllerinin kapatılması için en uygun donör bölgesidir. Bu prospektif çalışmanın amacı, dil flep tekniğinin etkinliğini yeniden değerlendirmekti.
Hastalar ve Yöntemler: 2015-2017 yılları arasında anterior tabanlı dil flebi ile rekonstrüksiyon yapılan 4 yarık hasta incelendi. Flebin fistülü kapatma yeteneği, ameliyattan en az 1 yıl sonra kalan dil şekli ve konuşma gelişimi (hastanın öz değerlendirmesi ve ebeveynlerin görüşü) gibi değişkenler değerlendirildi.
Bulgular: Tip IV palatal fistül ve bir tip V ile başvuran 4 hastanın damak fistülleri dil flebi ile çift katmanlı şekilde kapatıldı. Hastaların ortalama yaşı 68,5 idi. İlk malformasyon 2 hastada tek taraflı komple damak yarığı ve diğer 2 hastada damak velar yarıktı. Fistüllerin boyutu 7 ila 12 mm arasında değişmekteydi. Ortalama 18 aylık takip süresinde hastaların tamamında dil estetiği ve fonksiyonunda tam iyileşme görülürken, fistül nüksü olmadı.
Sonuç: Dil flepleri, mükemmel vaskülariteleri nedeniyle yarık damak cerrahisinde kullanılır ve sağladıkları büyük miktarda doku, dil fleplerini, önceki cerrahi tarafından yaralanan damaklardaki büyük fistüllerin onarımı için özellikle uygun hale getirmiştir. Palatal fistüllerin kapatılması için bunu güvenilir bir cerrahi teknik olarak öneriyoruz.
Aim: The tongue is a most suitable donor site for the closure of cleft palate fistulae. The aim of this prospective study was to reassess the efficacy of tongue flap technique.
Patients and Methods: 4 cleft patients who underwent reconstruction by anteriorly based tongue flap between 2015 and 2017 were studied. Variables such as flap's ability to close the fistula, the remaining tongue shape at least 1 year after surgery, and speech improvement (patient's self-assessment and parents’ opinion) were evaluated.
Results: 4 cases presenting with type IV palatal fistulae and one type V were operated on using a double-layer closure with tongue flap. The average age at the time of the intervention was 68,5 years. The initial malformation was a complete unilateral cleft for 2 patients, and a palate velar cleft for the 2 others. The size of the fistulas was variable in length (7 to 12 mm). The procedure was successful as no recurrence of fistula was noticed at an average follow-up of 18 months, with full recovery of tongue esthetic and function.
Conclusion: Tongue flaps are used in cleft palate surgery because of their excellent vascularity, and the large amount of tissue that they provide has made tongue flaps particularly appropriate for the repair of large fistulas in palates scarred by previous surgery. We recommend this as a reliable surgical technique for the closure of palatal fistulas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Scheuermann Kifozu
Barış Özöner, Mehmet Çetinkaya, Rakesh Dhokia
Derleme
Özeti
Scheuermann Kifozu
Scheuermann’s KyphosIs
Hastalık ilk olarak Scheuermann tarafından, 1920 yılında, juvenilin dorsal kifozu olarak tanımlanmıştır. Scheuermann hastalığı adölesan çağda torakal hiperkofozun en sık nedenidir. İki alt tibi bulunmaktadır: Torakal ve torakolomber/lomber. Histolojik açıdan vertebral son plakalardaki düzensizlikler incelendiğinde, kollejen fibrillerde azalma veya kaybolma görülmektedir. Bunun sonucunda son plak devamlılığı bozulmakta ve disk materyalinin korpus içine protrüde olmasıyla Schmorl nodülleri ortaya çıkmaktadır. Bozulmalar vertebra korpusunda kamalaşmaya neden olmakta, bunun sonucunda dar açılanma gösteren kifotik deformite ortaya çıkmaktadır. Prevalans açısından bakıldığında, büyük serilerde %8’e varan oran görülmekte, hastalığın epidemiyolojisinde ise genetik geçiş ve mekanik stres faktörleri ön plana çıkmaktadır. Hastalığın semptomatik olması durumunda, ağrı deformiteye eşlik edebilir. Hastalığın klasik radyolojik tanımlaması, düzensiz vertebral son plak varlığı, 45 dereceyi geçen kifotik deformite ve en az 3 vertebrada bulunan ve 5 dereceyi geçen vertebra korpusunda olan kamalaşmayı içermektedir. Bazı olgularda kifoz ile minimal skolyoz birlikteliği görülebilmektedir. Tedavi ve takipte 50 derecenin altında kifozu olan olgularda periyodik radyolojik takip önerilmektedir. 75 dereceye kadar kifozu olan olgularda eğer iskelet matüritesi tamamlanmamış ise breys kullanımını uygundur. 75 dereceyi geçen olgularda ise; adölesanlarda breys uygulamasının başarısız olduğu durumlarda, erişkinlerde ise belirgin şekil bozukluğu olan ve konvansiyonel tedavi yöntemlerine rağmen ağrı şikayeti düzelmeyen olgularda cerrahi tedavi uygulanması düşünülmelidir.
The disease was first described by Scheuermann as the dorsal kyphosis of juveniles in 1920. Scheuermann's disease is the most common cause of thoracic hyperkyphosis in adolescence. There are two sub-types: thoracic and thoracolumbar / lumbar. Histologically, when the irregularities in the vertebral end plates are examined, collagen fibrils are seen to decrease or vanish. As a result, end-plate continuity deteriorates and Schmorl nodules appear when the disc material protrudes into the corpus. Deformations cause wedging in the vertebral corpus, resulting in narrow angled kyphotic deformity. In the large series, the prevalence is up to 8%, and the genetic transition and mechanical stress come into prominence in the epidemiology of the disease. Pain can be accompanied by deformity in symptomatic state. Classical radiological features include irregular vertebral endplates and kyphosis more than 45 degrees with 5 degrees of wedging in 3 or more vertebrae. In some cases, minimal scoliosis may accompany to kyphosis. Periodic radiologic follow-up is recommended for patients below 50 degrees of kyphosis. Bracing is appropriate in uncompleted skeletal maturation with kyphosis up to 75 degrees. In cases above 75 degrees, it is appropriate to perform surgical treatment when bracing is unsuccessful in adolescence and presence of exceeding pain despite the conventional methods and obvious deformity in adults.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Ayşenur Akın, Zafer Bağcı, Salih Güler, Derya Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Iron Intoxıcatıon CausIng Troponın ElevatIon: Fırst Case Reported From Our Country
Demir daha çok demir eksikliği anemisinde kullanılan bir ilaçtır. Demirin yüksek dozlarda kullanımı multisistemik bir etkiye neden olabilmektedir. İntoksikasyon gelişen olgularda semptomlar yutulan demirin miktarına bağlıdır. Minimum toksik doz ve ölümcül demir dozları kesin olarak bilinmemektedir. Ancak hayatı tehdit edebilecek düzeyde olan yan etkileri kalp ve karaciğer üzerinde görülmektedir. Bu makalede 16 yasında suisid amaçlı 720 mg; 12mg/kg/doz ‘unda demir preperatı alan bir olgu sunuldu. Herhangi bir şikâyeti olmayan ancak klinik açıdan takip edilen hastanın taburculuğu planlanırken yapılan kontrol kan tetkiklerinde troponin değerinde yükselme görülmesi üzerine takibine devam edildi. Fizik muayene, Elektrokardiyogram (EKG), Ekokardiyografi (EKO) bulgusu olmayan ve demir şelasyon endikasyonu bulunmayan ve takibinde troponin düzeyinde gerileme saptanan hasta önerilerle taburcu edildi. Nadir görülen bir durum olan kardiyak etkilenme olması ve ülkemizden bildirilen ilk vaka olması nedeniyle ilacın toksisite durumundaki etkileri literatür eşliğinde tartışıldı.
Iron is a medication that is used more in iron deficiency anemia. The use of iron in high doses can cause a multisystemic effect. The toxicity of iron depends upon the amount of elemental iron ingested. The minimum toxic dose and the lethal doses of iron are not firmly established. However, side effects that may be life-threatening are seen on the heart and liver. This paper presents a 16-year-old patient who used 720 mg; 12mg / kg / dose preparation of iron for suicide purposes. The control blood tests performed while planning the discharge of the patient, who had no complaints but were followed up clinically, continued to be followed up because of the increase in the value of troponin. The patient who has no record of physical examination, electrocardiogram (ECG), echocardiography (ECO) and indication for iron chelation and in whose troponin level a decrease was diagnosed in the monitoring was discharged with recommendations. Due to the rare occurrence of cardiac involvement and being the first case reported in our country, the effects of the drug on toxicity were discussed in the light of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Hayrullah Alp, Sevim Karaarslan, Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hakan Altın, İlknur Yavuz
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Body Temperature In Down Syndrome ChIldren WIth CongenItal Heart DIsease
Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda gün içerisindeki vücut ısı değerlerinin belirlenmesi ve bulguların kontrol grubu ile karşılaştırılması. Çalışmaya, hastanemiz çocuk kardiyoloji servisinde Eylül-2010 ve Ağustos-2011 tarihleri arasında enfeksiyon dışı çeşitli nedenler ile yatırılarak takip edilen ve doğuştan kalp hastalığı bulunan 51 Down sendromlu vaka alındı. Kontrol grupları ise sırasıyla Down sendromu olmayan doğuştan kalp hastalığı bulunan ve bulunmayan olmak üzere her biri 26 kişiden oluşan çocuklardan seçildi. Tüm gruplarda yatış esnasında; sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı belirlendi. Ayrıca, açıklanamayan ve sık tekrarlayan üst veya alt solunum yolu enfeksiyonu öyküsü olan Down sendromlu vakalarda humoral ve hücresel immün sistemler değerlendirildi. Tüm hastalarda sabah, öğlen, akşam ve gece ikişer kez olmak üzere toplam sekiz zaman diliminde vücut ısısı ölçümü yapıldı. Gruplar arasında sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı açısından istatistiksel anlamlılık tespit edilmedi. Down sendromlu vakalarda en sık tespit edilen doğuştan kalp hastalığı izole ventriküler septal defektti. Down sendromlu grup ile diğer iki kontrol grupları arasında ölçüm yapılan tüm zaman aralıklarında, vücut ısısı değerleri açısından anlamlı fark olduğu ve Down sendromlu vakalarda bazal vücut ısısının gün boyunca yüksek seyrettiği görüldü. Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda bazal vücut ısısı gün içerisinde sağlıklı çocuklara göre daha yüksek seyretmektedir. Bunun nedeni eşlik eden hemodinamik bozukluklardan öte bu Down sendromunda hipotalamik termoregülatuvar merkezin bozukluğundan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle Down sendromlu vakalarda ateş için sınır değer sağlıklı çocuklardan farklı olmalıdır.
Evaluation of body temperature in a day period in Down syndrome children with congenital heart disease and comparison of results with control group. Fifty-one Down syndrome children with congenital heart diseases who were hospitalized and followed up in pediatric cardiology clinic because of various non-infectious etiologies between September 2010 and August 2011 were included in the study. The two control groups were selected from 26 non-Down children who had and had not congenital heart disease respectively. Sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts were determined in all groups during hospitalization. Humoral and cellular immune systems were evaluated in Down syndrome patients with recurrent and/or nonexplained upper and lower airway infectious. Body temperature was determined in all patients twice a day in morning, noon, evening and night. No statistical differences was detected between the groups according to sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts. Isolated ventricular septal defect is the most common detected congenital heart disease in Down syndrome patients. Body temperature measurements were statistically different in Down syndrome group than two control groups and it was detected that basal body temperature was higher during the day. Body temperature is higher in Down syndrome children with congenital heart disease during the day. This is because of the defect in hypothalamic temperature regulator center rather than the hemodynamic defect. For this reason the limit temperature of fever in Down syndrome patients should be different than healthy children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İkinci Işeme Sistoüretrografisinde Dilate Reflüyü İşaret Eden Parametreler
Ahmet Midhat Elmacı, Muhammet Irfan Donmez
Araştırma makalesi
Özeti
İkinci Işeme Sistoüretrografisinde Dilate Reflüyü İşaret Eden Parametreler
Factors That Would IndIcate The DIagnosIs Of DIlatIng Vur In The Second Vcug
\r\n AMAÇ
\r\n
\r\n Bu çalışmanın amacı ilk işeme sistoüretrografisi (İSUG) normal olup ikinci bir işeme sistografisine gerek duyulan hastalarda dilate vezikoüreteral reflü (VUR) tanısına işaret edebilecek faktörleri tanımlamaktır.
\r\n
\r\n MATERYAL VE METOT
\r\n
\r\n Hastanemizde takipli hastalardan 2012 – 2017 yılları arasında işeme sistouretrografisi çekilmiş olanlar geriye dönük olarak tarandı. Birden fazla İSUG çekilen hastalar belirlendi. Bu hastalar içinden ilk İSUG sonucu normal olup da takipte tekrar İSUG çekilen hastalar çalışmaya dahil edildi. İlk İSUG sonucu normal olmayanlar (vezikoüreteral reflü, posterior uretral valv, divertikül vb.) dışlandı. Dahil edilen gruptaki hastalar yaş, cinsiyet, alt üriner sistem bozukluğu (AÜSB), renal skar varlığı, tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığı, anormal ultrasonografi bulguları (mesane anormallikleri, hidronefroz) ve teknik problem faktörleri (işeme fazı yokluğu vb.) açısından değerlendirildi. İkinci İSUG çekilmesini işaret eden faktörü belirlemek için Mann-Whitney U (sürekli veriler için) ve ki kare (kategorik veriler için) kullanıldı.
\r\n
\r\n BULGULAR
\r\n
\r\n Çalışmamızda toplamda 25 hastaya ikinci kez İSUG yapıldığı saptandı (19 kız, 6 erkek; ortalama yaş 6 ± 3 yıl). İki İSUG arasında gecen medyan zaman 12 ay (1-72 ay) olarak bulundu. Hastaların 11’inde ikinci İSUG’da VUR saptanırken bunların 7 tanesi (%28) dilate VUR (≥ grade 3) idi. Ayrıca bu 7 hastanın 6’sinda VUR çift taraflıydı. Bakılan faktörler arasından yalnızca tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu dilate VUR saptanması açısından anlamlıydı (p=0,049). Teknik problemlere bağlı ikinci İSUG çekilmiş olan hastaların hiçbirinde VUR saptanmadı.
\r\n
\r\n SONUÇ
\r\n
\r\n İlk İSUG sonucu normal olmasına rağmen ikinci ISUG çekilmesi gereken vakaların %28’inde dilate VUR saptanabilmektedir. İdrar yolu enfeksiyonu, dilate vezikoüreteral reflüyü işaret edebilecek tek faktör olarak bulunmuştur. İlk İSUG sonucu normal bulunan hastalarda tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığında tekrar İSUG çekilmesi önerilmektedir.
\r\n
\r\n PURPOSE
\r\n The aim of this study is to analyze if there were any factors that would indicate the diagnosis of dilating vesicoureteric reflux (VUR) (≥ grade 3) in the second voiding cystourethrogam (VCUG) of children with a normal first VCUG.
\r\n
\r\n MATERIAL AND METHODS
\r\n Patients who underwent VCUG between 2012 and 2017 were retrospectively reviewed. Within the cohort, patients who required more than one VCUG were abstracted and those with an abnormal first VCUG (VUR, posterior urethral valve, etc.) were excluded. Factors such as; age, gender, lower urinary tract dysfunction (LUTD), renal scarring, recurrent urinary tract infection, abnormal ultrasonography findings (bladder abnormalities/variable degrees of hydronephrosis), and technical problems (absence of voiding phase) were noted. Mann-Whitney U test was used for continuous variables whereas Chi Square test was used for categorical values.
\r\n
\r\n RESULTS
\r\n A total of 25 patients were found to have undergone more than 1 VCUG (19 girls, 6 boys; mean age 6 ± 3 years). Median time period between the two VCUGs were 12 months (range 1 – 72 months). VUR was detected in 11 patients, while dilating VUR was discovered in 7 patients. Among those, 6 patients were diagnosed with bilateral VUR. Recurrent UTI was found to be the only factor that would indicate dilating VUR in the second VCUG (p=0,049). Interestingly, no VUR was detected in cases that were performed after a first VCUG with inadequate technique.
\r\n
\r\n
\r\n CONCLUSION
\r\n
\r\n Recurrent UTI was shown to be the sole factor that would indicate the diagnosis of dilating VUR in the second VCUG. In our study, 28% patients with a normal first VCUG were shown to have dilating VUR in the second study. Therefore, in recurrent febrile UTI, second VCUG should be considered in patients with a normal previous imaging.
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
Durmuş Deveci, Filiz Şanlı Yılmaz, Yakup Güven, Metin Acıel, Ahmet Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
The Effects Of IschaemIa And Overload On Muscle Mass And FIbre SIze Över TIme.
Amaç: Bu çalışma; değişik zaman süreçlerinde, iskemik ve normal koşullarda ekstensor dijitorum longus (EDL) ve ekstensor hallusls proprius (EHP) kasları aşırı yüklendiği zaman, kas hipertrofisinin nasıl etkilendiğini ve ayrıca aynı kas İçerisindeki farklı çaptaki kas liflerinin buna nasıl bir cevap verdiğini gözlemlemek üzere planlanmıştır. Yöntem: Deneylerde 87 erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar kontrol, iliak arterin bağlanmasıyla oluşturulan iskemik, TA kasının çıkarılmasıyla diğerlerinden EDL ve EHP’nin üzerine ek yükün bindiği aşırı yüklenen (AY), ve aşırı yükle nen ve aynı zamanda iskemik (AY+I) olan olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Histolojik İncelemeler kriyostad kesitler üzerinde yapıldı. Bulgular: EDL de ilk dört hafta boyunca hipertrofiye aynı oranda cevap gözlendi (P<0.05), küçük kas EHP de ise bu süre içerisinde zamanla artan oranlarda hlpertrofi meydana geldi (P<0.01). Altıncı haftada ise EDL kasındaki hipertrofik artış diğer zaman dilimlerinden daha fazlaydı. Aynı kas İçerisinde A Y ile oluşturulan hipertrofiye, küçük çaplı kas lifleri, büyük çaplı olanlara göre daha fazla cevap verdi (P<0.01), ve büyük çaplı kas liflerindeki hipertrofi anlamsız olurken atrofi ise anlamlı olarak ortaya çıktı. İskemi EDL kasında her zaman atrofiye neden olurken, EHP kasında ise atrofi anlamsızdı. A+l kasda kısa sürelerde ortaya çıkan hipertrofideki artışlar AY’e göre daha az olurken 6. haftada bu artış her iki kasta da eşitlendi. Bunun olası nedenleri arasında yeni kan damarlarının oluşması (anjiyojenezis) gösterilebilir. Sonuç: Aynı işlevli kaslardan biri alındığı zaman geride kalan lardan küçük olanı daha fazla hipertrofiye olmakta ve aynı kas içerisinde de küçük liflerin hipertrofisi daha fazla olmaktadır. Ayrıca, iskemik kaslarda atrofiyi önleyebilmek ve anjiyojenezisi stimüle edebilmek için sıçanların AY+I kaslarında görüldüğü gibi egzersizin ilk dönemlerinde ağrının oluşmasına rağmen kontrollü olarak kasların kul lanılmasının gerekliliği vurgulandı.
Purpose: Extensor digitorum longus (EDL) and extensor hallucis proprius (EHP) muscles were overloaded in Ischaemic and normal muscle in order to determine how muscle hypertrophy occurred under these conditions, and to vvhat extend fibres of different size in the same muscle responded to overload during different time courses. Methods: İn this experiment 87 male rats were used and divided into control (C), ischaemic (I) achieved by unilateral ligation of the common iliac artery, overloaded (O) achieved by unilateral ablation of the synergist tibialis anterior, and overloaded plus ischaemic (O+l) groups. Histological analysis was performed on cryostat sections. Results: İn EDL hypertrophy occurred at the same level during the first 4 vveeks (P<0.05 vs. O), while in the smaller EHP hypertrophy occurred progressively över this time (P<0.01). After 6 vveeks, hypertrophy of the EDL was clearly greater than at earlier time points. İn the EDL muscle the response to hypertrophy was greatest in the smaller muscle fibres (P<0.01). VVhile hypertrophy was not signlficant in the larger fibres, atrophy was significant during ischaemia (P<0.01). VVhen overloaded muscle was made ischaemic there was less hypertrophy compared to non-ischaemic muscle during the first 4 weeks but it reached the same level by 6 vveeks, possibly due to angiogenesis in this time. Conclusions: There was greater hypertrophy in the smaller muscle vvhen a synergist muscle was removed, and there was also greater hypertrophy in the smaller fibres vvithin same muscle. İt is postulated that in order to prevent atrophy and stimulate angiogenesis in the ischaemic muscle, as vvas shovvn in the O+l muscle, careful exercise is reçuired although possible pain during the initial period may limit the response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Ve Gzersiz
Gülden Gedikoğlu, Neyhan Ergene, Tülin Bilgili
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Ve Gzersiz
ObesIty And ExercIse
Obezite, en yalın anlamı ile vücutta yağ fazlasının bulunması demektir. Vücut ağırlığının normal sınırlarda tutulması, alınan ve harcanan kalorinin eşit olmasıyla, yani enerji dengesinin kurulmasıyla sağlanabilir ve "Kalorik denge = Besinlerle elde edilen Kcal - Metabolizmada sarf edilen Kcal (Bazal metabolizma + iş metabolizması) + İdrar, dışkı gibi boşaltılan maddelerle kaybedilen Kcal" şeklinde ifade edilir (1)
Obesity, in its simplest meaning, must be raised in body fat. Keeping the body weight within normal limits can be achieved by establishing the energy balance by having blackberries and calories spent, and it is expressed as "Caloric balance = Kcal obtained with food - Kcal consumed in metabolism (Basal metabolism + work metabolism) + Urine, consumed as feces and Kcal" (one)
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
Salim Güngör, Hüseyin Üstün, Mustafa Tunç, Filiz Avşar, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Overin Sertoli-Leydig Hücreli Tümörleri
OverIn SertolI-LeydIg Cell Tumors
Buçalışmada 6 Sertoli-Leydig hücreli over tümörü vakası histopatolojik ve klinik özellikleri ile sunuldu. Bu vakalar iyi-orta-kötü diferansiasyon gösteren vakalar olarak 3 grade'e ayrıldı. Bir vakada retiform diferansiasyon saptandı. Hiç bir vakada heterolog elemanlar bulunamadı.
In this article, we presented six ovarian Sertoli-Leydig cell turııors with histopatologic and clinical features. This cases classified in 3 grades as: well, intermediate and poorly dillerantiation. There was retiforrn dıfferentiation in only one case. We couldn't encounter heterolog elements in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Kollateral Gelişimi İle Endotel Fonksiyonları
arasındaki İlişki
Şahin Kaplan, Şükrü Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Koroner Kollateral Gelişimi İle Endotel Fonksiyonları
arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between EndothelIal FunctIon WIth Coronary Collateral
development
Brakiyal arterden ölçülen, endotel fonksiyonunun göstergesi
olan akımla ilişkili vasodilation (AİD) kardiyovasküler risk faktörleri
ile ilişkilidir. AİD ile koroner kollateral oluşumu arasındaki ilişki
günümüze dek incelenmemiştir. Çalışmamızda bu ilişkiyi araştırdık.
Çalışmaya yaş ortalaması 59±11 olan toplam 91 hasta (12 kadın, 79
erkek) alındı. Koroner arterlerinden herhangi birisinde %90 ve üzeri
darlık bulunan hastalar çalışmaya dahil edildi. Koroner kollateral
varlığı anjiografik olarak Rentrop sınıflamasına göre yapıldı. Hastalar
iyi gelişmemiş kollateraller (Rentrop 0-1; 42 hasta) ve iyi gelişmiş
kollateraller (Rentrop 2-3; 49 hasta) olmak üzere 2 gruba ayrıldı.
Tüm hastalarda yüksek rezolusyonlu ultrason ile AİD ve nitrogliserine
bağlı vazodilatasyon ölçüldü. AİD iki grup arasında farklı bulunmadı
(4.55±0.69 vs 4.52±0.64, p=0.83). Sonuç olarak bu çalışmada,
brakiyal arterden ölçülen AİD’nin bozulması ile zayıf kollateral
oluşumu arasında bir ilişkinin olmadığı tesbit edildi. Bunun nedeni
kollateral damar oluşumunda birçok faktörün rol alıyor olması olabilir.
Flow-mediated vasodilation (FMD) of the brachial artery, which
is indicative of endothelial function is correlated with cardiovascular
risk factors. The relationship between FMD and collateral formation
in patients with coronary artery disease (CAD) has not been
investigated up to date. In our study, we investigated this relationship.
The study enrolled 91 (12 female, 79 male) patients with a mean
age of 59±11. In patients with at least one coronary artery stenosis
of %90 or greater were included in the study In the presence of
angiographic coronary collateral classification was made according
to Rentrop. Patients were divided into 2 groups as patients with
poor collaterals vessels (Rentrop grade 0 or l; 42 patients) and good
collaterals vessels (Rentrop grade 2 or 3; 49 patients). Using highresolution
ultrasound, both the FMD and sublingual nitroglycerininduced
vasodilation in the brachial artery were measured in all
patients. FMD was not significantly different between the two groups
(4.55±0.69 vs 4.52±0.64, p= 0.83). In conclusion, in this study, lack
of association between an impairment of FMD in the brachial artery
and the presence of poor collaterals was observed. The reason for
this, collateral formation is a complex phenomenon consisting of
several distinct processes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Eksperimental Renal Kistik Hastalık Gelışımı
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Salim Güngör, Ercüment Y. Acarer, Şükrü Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Eksperimental Renal Kistik Hastalık Gelışımı
ExperImental Renal CystIc DIsease Development In Rats
Değişik diüretiklerle oral yoldan 20 gün süreyle beslenen ratların böbreklerinde 2,4-7-Triamino-fenil-plerident+Hidroklorotiyazid ile beslenenlerde az, Amilorid HCL dihidrate+Hidrklorotiyazid ile beslenenlerde belirgin düzeyde, reversibl akiz renal kistik hastalığı anımsatacak makroskopik ve mikros-kopik değişiklikler belirlendi.
There were a little microscopic differences in the kidneys of the rats which were fed up oraly with 2,4-7-Triamino-fenil-plerident+Hydrocholorothylazi-de for 20 days and there were remarkable dillerences in those which were fed up with Amilorid HCI dihydrate+Hidrocholorothiazide and it reminded a reversible acquired renal cystic disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Empotanslarda Venöz Kaçakların Farmakokavernozografi İle Belırlenmesı
Kadir Yılmaz, Veli Sututan, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Empotanslarda Venöz Kaçakların Farmakokavernozografi İle Belırlenmesı
The DetermInatIon Of Venous Leakage By Pharmacocavernosography In Lınpotent Ma Le PatIents
Nisan 1989 - Temmuz 1990 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalına empotans şikayeti ile müracaat eden ve yaşları 18 ila 65 arasında (yaş ortalaması 37) değişen 15 erkek hasta ile Tıp Fakültesinde öğrenci veya klinikte yalan po-tent kişilerden seçilen ve yaşları 18-62 arasında (ortalama 36.36) olan 19 kişi kontrol grubu olarak çalışma kapsamına alındı. Empotanslı grubun ve kontrol grubunun kanlartnda; prolaktin, total testos-teron FS11 ve L11 bakıldı. Empotanslı grubun ve kontrol grubunun fossa navikülaris ateşi ve sublin-gual ateşleri ölçüldü. Empotanslt gruba farmakoka-vernozografi ve perfüzyon farmakokavernozografi yapıldı. Iler iki grubun hormonal değerlerinin mukayese-sinde sadece FSII empotanslı grupta anlamlı şekilde yüksek bulundu. Empotanslı gruba yapılan farmakokavernozograll ve perfüzyon farmakokavernozografikrde bir kişide venöz kaçak tespit edildi. Fossa navikülaris ateşi ve sublingual ateşin değerlendirilmesinde iki grup arasındaki fark anlamsız bulundu.
Between april 1989 to july 1990. 15 male impo-tent patients who applied ta the hospital of Selçuk University were investigated at our eiınıc. Patknts were al ages of betwecn 18 and 65 (mean 37) 19 male between 18 and 62 years old were taken as control group (mean 36). Prolactin, (ola/ testosteron, FS1I and LH levels in the blood of male patients with impotence and control group were ıneasured at our hospital. Only FS11 was high in male impotent patients. In addition su.blingual temperatur and fossa navicularis tempera-ture were determined in both group but there was not an important dillerence. Pharmacocavernosography and poilısion pharmacocavernosography was made in a male patient with impotence, who had venous leaknge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ginkgo Biloba Ekstresinin (egb-761) İzole İnsan Umbilikal Arteri Kasılma Yanıtları Üzerine Vasküler Etkileri
Çiğdem Gökbaş, İpek Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Ginkgo Biloba Ekstresinin (egb-761) İzole İnsan Umbilikal Arteri Kasılma Yanıtları Üzerine Vasküler Etkileri
Vascular Effects Of GInkgo BIloba Extract (egb-761) On Isolated Human UmbIlIcal Artery ContractIon Responses
Amaç: Ginkgo biloba, geleneksel Çin tıbbında astım, öksürük ve enürezis gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Standardize Ginkgo biloba ekstresi, EGb-761, hayvan çalışmalarında vazodilatasyona neden olan flavonoidler ve terpenoidler içerir. EGb-761'in insandaki umbilikal dolaşım üzerindeki etkileri hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bu in vitro çalışma, EGb-761'in izole insan umbilikal arter üzerindeki vasküler etkilerini ve bu etkilerde nitrik oksit (NO) ve prostaglandinlerin rolünü değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Gereçler ve Yöntem: İzole edilmiş insan umbilikal arter şeritleri, Krebs-Henseleit solüsyonu içeren organ banyolarında asılarak, sürekli olarak %95 O2-%5 CO2 ile gazlandırıldı. Dinlenme süresinden sonra uygulanan ajanların oluşturduğu izometrik vazoaktif değişiklikler kaydedildi. Farklı doku gruplarında (n=9) şu deneysel prosedürler yapıldı; 1) Kümülatif uygulanan EGb-761'in (50-500 µg/ml) umbilikal arter şeritlerinin bazal tonusu üzerindeki etkisi. 2) Kümülatif EGb-761'in 10-6 M 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. 3) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi 4) Kümülatif EGb-761'in indometazin ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi ve 5) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ve indometazin ile inkübasyonu sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. Verilerin istatistiksel analizinde karma etki modelleri kullanıldı. p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Kümülatif EGb-761 uygulaması (50-500 µg/ml) arter şeritlerinin bazal tonunu değiştirmedi (p>0.05). Kümülatif EGb-761 (50-500 µg/ml), 5-HT kaynaklı kasılma cevaplarında konsantrasyona bağlı gevşeme oluşturdu (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in (50-500 µg/ml) tüm konsantrasyonlarında 5-HT kasılmaları üzerinde oluşturduğu gevşeme yanıtlarını önemli ölçüde azalttı (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in düşük konsantrasyonlarında (50-100 µg/ml) oluşturduğu gevşeme yanıtlarını ise tamamen inhibe etti. İndometazin ise bu yanıtları daha yüksek EGb-761 konsantrasyonlarında (200-500 µg/ml) anlamlı şekilde inhibe etti (p<0.05). L-NAME + indometazin, tüm EGb-761 konsantrasyonlarının (50-500 µg/ml) oluşturduğu yanıtlarda anlamlı şekilde inhibisyona neden oldu (p<0.05). Dahası, L-NAME ve indometazinin birlikte uygulanması, bu gevşeme yanıtlarında belirli EGb-761 konsantrasyonlarında tek başına L-NAME ve indometazinden daha güçlü bir inhibisyon ile sonuçlandı.
Sonuç: EGb-761, insan umbilikal arterinin bazal tonusunu etkilememektedir. EGb-761’in 5-HT ile önceden kasılma oluşturulan insan umbilikal arter şeritlerine kümülatif olarak uygulanması anlamlı şekilde konsantrasyona bağlı gevşeme yanıtı oluşturmaktadır. NO ve prostaglandinler, bu vazodilatasyon mekanizmasında EGb-761 konsantrasyonuna bağlı olarak değişen potansiyelde katkıda bulunmaktadır. Ayrıca prostaglandinler bu yanıtlarda NO ile sinerjik etki yaratmaktadır.
Aim: Ginkgo biloba is used in traditional Chinese medicine for the treatment of various illnesses, including asthma, cough, and enuresis. Standardized Ginkgo biloba extract, EGb-761 contains flavonoids and terpenoids, which induce vasorelaxation in animal vessels. Little information is present on the effects of EGb–761 on human umbilical circulation. This in vitro study assesses the vascular effects of EGb-761 on the isolated human umbilical artery and the role of nitric oxide (NO) and prostaglandins in these effects.
Materials and methods: Isolated human umbilical artery strips were suspended in organ baths containing Krebs-Henseleit solution, continuously gassed with 95% O2-5% CO2. After a resting period, the isometric vasoactive changes to the applied agents were recorded. The following experimental procedures were conducted in different groups of strips (n=9); 1) Effect of cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) on the basal tonus of the artery strips. 2) The relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 10-6 M 5-HT. 3) Effect of L-NAME incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. 4) Effect of indomethacin incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. 5) Combined effect of L-NAME and indomethacin incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. Mixed effect models were used for Statistical analysis of the data. p<0.05 was considered significant.
Results:
The application of cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) did not alter the basal tone of the artery strips (p>0.05). Cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) generated concentration-dependent relaxation in 5-HT induced contraction (p<0.05). L-NAME significantly reduced the relaxation responses at all concentrations of EGb-761 (50-500 µg/ml) on 5-HT induced contractions (p<0.05). L-NAME completely inhibited relaxation responses of low concentrations (50-100 µg/ml) of EGb-76. Indomethacin significantly inhibited these responses at higher concentrations of EGb-761 (200-500 µg/ml) (p<0.05). L-NAME + indomethacin resulted in significant inhibition of relaxation responses with all concentrations of EGb-761 (50-500 µg/ml) (p<0.05). In addition, the co-administration of L-NAME and indomethacin resulted in a stronger inhibition in these relaxation responses at certain concentrations of EGb-761 than L-NAME and indomethacin alone.
Conclusions: EGb-761 does not affect the basal tone of the human umbilical artery. Cumulative application of EGb-761 in human umbilical artery strips precontracted with 5-HT generates significant concentration-dependent relaxation. NO and prostaglandins are involved in the mechanism of vasodilatation with varying potentials depending on the EGb-761 concentration. Prostaglandins also create synergy with NO in these responses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
Oktay Sarı, Buğra Kaya, Faruk Aksoy, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
A Case Of DIfferantIated ThyroId CarcInoma Not Detected WIth RadIoIodIne Scan, But Detectable WIth Pet/ct
Yüksek tiroglobülin (Tg) düzeyi olan, ancak tüm vücut taramada fizyolojik radyoiyot tutulumu izlenen, FDG PET/BT ile lenf nodu metastazı saptanan tiroidektomili bir olguya yaklaşımı sunmayı amaçladık. Altı yıl önce tiroid kanseri nedeniyle total tiroidektomi yapılıp radyoiyot tedavisi alan, ancak uzun süredir takip edilmeyen 31 yaşındaki kadın hastanın Tg değerinin yüksek olması, ancak tüm vücut radyoiyot taramasının negatif olması nedeniyle PET/BT yapıldı. Boyunda artmış metabolik aktivite gösteren lenf nodlarının tespit edilmesi üzerine minimal invaziv cerrahi ile lenf nodları eksize edildi. Patoloji sonucunun papiller karsinom metastazı gelmesi üzerine radyoaktif iyot tedavisi de uygulandı. Tg’in yüksek olduğu, buna rağmen radyoiyot taramanın negatif olduğu diferansiye tiroid karsinomlu olgularda PET/BT tanıya katkı sağlayabilir.
We aimed to propose a management in a patient with thyroidectomized and high thyroglobulin (Tg) level, but negative radioiodine scan, whose lymph nodes detected with PET/CT. PET/CT was done to a patient, 31 years-old, with thyroidectomized and given radioiodine treatment, but not followed for a long time, for high Tg level and negative radioiodine scan. Metabolically active lymph nodes were detected in the cervical region. So, lymph nodes were excised with minimally invasive surgery. Radioiodine treatment was done because of papillary carcinoma metastasis. PET/CT may contribute to diagnosis in cases of high Tg levels, but negative radioiodine treatment in differentiated thyroid carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Kobay Mıde Fundusunda Karbakol'e Baglı Kasılma Uzerıne Pınaverıum Bromıd, Verapamıl Ye Dıltıazem'ın Inhıbıtor Etkılerı
Ekrem Çiçek, Esra Kısmet Atalık, H. İbrahim Karabacak
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Kobay Mıde Fundusunda Karbakol'e Baglı Kasılma Uzerıne Pınaverıum Bromıd, Verapamıl Ye Dıltıazem'ın Inhıbıtor Etkılerı
The InhIbItory Effects Of PtnaverIum BromIde, VerapamIl And DIltIazem On Carbachol Induced ContractIons In Isolated GuInea-PIg Stomach Fundus
izole kohay mide fundusunda ycipilan hu in vitro calimada, pinaverium ve kalsiyum an-tagonistlerinden veraparnil ile diltiazemin karhakole bagli kasilmalar iizerine plan gev4.etici etkileri Haztrlanan mide fundus stripleri icinde Krebs-Henseleit soliisyonu hulunan izole organ hanyosuna alimp. 104 M karhakol ile kasildt. Elde edilen hu kasilmalar iizerine kiimiilatif konsantrasyonda (10-9 -104M) uygulanan antagonistlerin doza hagrmlr bir ekilde gevxmeye neden oldugu goriildii. Elde edilen bulgular, izole kohay mide fun-dusunda kullamlan antagonistlerin, karhakole bagli kasilma cevaplarini anlarnlr olarak inhibe ettigini ye 1050 degerlerine gore gii• siraiamasinin pi-naveriun7=verapamil>diltiazem Rklinde oldugunu gastermektedir (p<0.05).
In this in vitro study, the inhibitory effects of pi-naverium bromide and the calcium antagonists such as veraparnil and diltiazem were investigated on carbachol-induced contractions in isolated guinea-pig stomach fundus. The strips were mounted in organ baths con-taining Krebs-Henseleit solution and contracted with 104 M carbachol. The contractions induced witht carbachol showed a dose-dependent re-laxations by addition of cumulative concentration (10-9-104M) of each antagonist. The results suggest that in isolated guinea-pig stomach frnclus the contractions induced by car-bachol were inhibited by antagonists significantly and the rank order of potencies of these antagonists measured as the IC so was pinaverium=verapamil> diltiazem (P<0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Creteropellik Darlıklarda Balon Dılatasyonu
Ali Acar, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Şenol Ergüney, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Creteropellik Darlıklarda Balon Dılatasyonu
TranslumInal Balloon DIlatatIon Of The UreteropelvIc StrIctures
Selcuk Univcrsitesi Tip Fakiiltesi Uroloji Ana-bilim Daltnda. 1989 ile 1993 yillart arasinda lire-teropelvik darlik nedeniyle 67 hasta tedavi edildi. Hastalartn 30'itria dismembered pyeloplasti, S'ine Poley 17-1: plasti, 2'sine vertikal flap pye-loplasti, 2'sine spiral flap pyeioplasti, 2 `sine He-inike-Mikulich 2'sine Davis'in intiibasyon fiteterotomisi ve 247ine endoskopik balon di-latasyonu uyguland. Balon dilatasyomt ttygulanan vakalarin ortalama bir ytlltk takiplerinde vaklayik %657ere varan ba-iarth sonuclar ahndt. Endoiirolojik uygularnalarin yetersiz kaldigt. yakalara acik cerrahi yontemierden birisi uygulandt. Selektif vakalarda baton dilatasyonunun actk cerrahi yonternlere noninvaziv iyi bir alternatif görüşüne varıldı.
Between the years of 1989-1993, 67 patient with ureteropelvic strictures have been treated in Konya Selcuk University, Urology Department.. We performed 30 dismembered pyeloplasty, 5 Foley Y-V plasty, 2 vertical flap pyeloplasty, 2 spiral flap pyeloplasty, 2 Heineke Mikulich procedure, 2 Davis' intubated ureterostomy and 24 endoscopic transluminal balloon dilatation. Transluminal ballon dilatation was successful approximately 67 percent of the ureteropelvic strictures for a year follow-up. If endourolgic treatment failed one of the open surgical procedures was per formed. As a result of the study, we believe that transluminal ballon dilatation is a good alternative to open procedures in selective cases
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
Neşe Kurt Özkaya, İnanç Doğan Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
RevIew Of Our Treatment Approach In RabIes-RIsky BItes In Central AnatolIa In Turkey
Amaç:Isırıklar tüm dünyada önemli bir yaralanma sebebidir. Belli rehber ve prensiplere göre ısırıkların tedavisi yapılır. Bu çalışmada amacımız yatarak tedavi edilen ısırık yaralarının demografik özelliklerini incelemek, cerrahi tedavi deneyimlerimizi paylaşarak yeni çalışmalara ve tedaviler için yol gösterici olmaktır.
Gereç Yöntem: Çalışmaya ınsan veya hayvan tarafından ısırılıp yatarak cerrahi tedavi gerektiren hastalar dahil edildi. Demografik özellikleri, tetanoz ve kuduz proflaksisi uygulamaları, yara yerinden izole edilen enfeksiyon etkenleri, uygulanan antibiyoterapiler, cerrahi tedaviler kaydedildi.
Bulgular: Hastaların 43 ü erkek ve ortalama yaş (±SD) of 34.5±23.8 (min3-85max). 15 yaş altı hastaların yaralanmaların 13’ünde(65%), 15 yaş üstündeki hastaların 12’sinde (27.3) baş boyun bölgesinde idi. Extremitelerde ise 15 yaş altında 7 (35%), 15 yaş üstünde de 28 (63.6%) hastada yaralanma mevcut idi. Yaralanmaların 50 (78.1%) si köpek kaynaklı, 8 (12.5%) i yabani hayvan (7 domuz, 1 kurt), 4’ü (6.3%) diğer evcil hayvan (at, eşek, inek), 2’si (3.1%) insan kaynaklı idi. Hastaların tümüne Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafınan belirlenen Kuduz Proflaksi Rehberi’ne göre müdahele edilmişti. Yara yerlerine basınçlı, bol sabunlu su ile yıkama yapılmış idi. Tetanoz proflaksisi gereken 40 hastaya tetanoz, 62 hastaya kuduz proflaxisi başlanmış ve uygun görülen hastalara kuduz immunglobülini yapılmış idi. Hastaların 38’ınde proflaktik amoksisilin klavulonat, 12’sinde kristalize penisilin-G, 6’sında sultamisilin, 6’sında sultamisilin ve aminoglikozit kombinasyonu, 2’sinde sefazolin tedavisi başlanmıştı. 12 (18.8%) hastaya geldiği gün mikrobiyolojik inceleme yapılmadan acil operasyona alınarak cerrahi yapılmış idi. İlk gün onarım yapılan hastaların 7’sinde primer suturasyon, 3’ünde lokal flep, 1’inde kulak, 1’inde burun replantasyonu, 1’inde femoral arter, 1’inde peroneal sinir onarımı yapılmıştı. Geç onarım yapılan 52 hastanın 35’ine primer suturasyon, 4’üne deri grefti, 17’sine lokal flep, 2’sinde paramedian alın flebi yapılmış idi. Erken ve geç onarım yapılan hastaların hiçbirinde komplikasyon görülmemişti.
Sonuç: Isırıklarda yaranın bol ve basınçlı sabunlu su ile irrigasyonu sayesinde yaranın bakteriyal yükü, acil onarım yapılmasına olanak sağlayacak kadar, azaltılabilir.
Aim: Bites are an essential cause of injury since the world. Treatment of bites is made according to specific guides and principles. The study's purpose is to examine the demographic characteristics of patients hospitalized due to bite wounds and to be a guide for new studies and treatments by sharing surgical treatment experiences.
Material and Method: Patients who were bitten and required surgical treatment were included in the study. Demographic characteristics, tetanus, and rabies prophylaxis applications, infection agents isolated from the wound site, antibiotherapies applied, and surgical treatments were recorded.
Results: Of the patients, 43 were male and mean age (±SD) of 34.5±23.8years (range, 3-85 years). Bites were in the head and neck region in 13(65%) of patients under 15 years old and in 12(27.3%) of the patients over 15 years old. In extremities, the injury was present in 7(35%) patients under 15 and in 28(63.6%) patients over 15 years old. Of the injuries, 50(78.1%) were caused by dogs, 8(12.5%) by wild animals (7 pigs, one wolf), 4(6.3%) by other pet species (horse, donkey, cow), and 2(3.1%) by humans. The intervention was made to all the patients according to guide of rabies prophylaxis specified by the Ministry of Health, General Directorate of Public Health. Irrigation was applied to the wound site with plenty of pressurized and soapy water. Forty patients received tetanus prophylaxis, 62 patients received rabies prophylaxis, and rabies immunoglobulin was applied to patients considered as suitable. Prophylactic amoxicillin clavulanate treatment was started in 38 of the patients, crystalline penicillin-G in 12, sultamicillin in 6, the combination of sultamicillin and aminoglycoside in 6, and cefazolin treatment in 2. 12(18.8%) patient underwent an urgent operation for repair process without any microbiological examination on the date of arrival. Among the patients to whom repair was applied on the first day, 7 had primary saturation, 3 had a local flap, 1 underwent ear, and 1 underwent nasal replantation, one patient had femoral artery repair, and one patient had peroneal nerve repair. Among 52 patients who underwent late repair, primary suturation was applied to 35, skin graft to 4, local flap to 17, and paramedian forehead flap to 2. No complication was seen in any of the patients who underwent early and late repairs.
Conclusion: Bacterial burden of the wound can be reduced enough to allow urgent repair owing to the irrigation of the wound with plenty of pressurized and soapy water in bites.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıçkırık Semptomlu Vertebrobaziler Dolikoektazi Olgusu
Abdullah Seyithanoğlu, Ali Ulvi Uca, Necdet Poyraz
Olgu sunumu
Özeti
Hıçkırık Semptomlu Vertebrobaziler Dolikoektazi Olgusu
VertebrobasIlar DolIchoectasIa PresentIng WIth HIccups
Vertebrobaziler dolikoektazi genişlemiş, kıvrımlı ve uzamış
arterleri tanımlar. Tromboembolik epizod ve/veya lokal kompresyona
bağlı kraniyal sinir felçleri şeklinde ortaya çıkar. Vertebrobaziler
dolikoektazi hıçkırığın nadir bir nedenidir. Burada hıçkırığa neden
olan vertebrobaziler dolikoektazi olgusu görüntüleme bulguları
eşliğinde sunulmuştur.
Vertebrobasilar dolichoectasia refers to a markedly dilated and
tortuous vertebrobasilar arterial system, occasionally presenting with
thomboembolic episodes or symptoms related to local compressive
effects, such as cranial nerve palsies. Vertebrobasilar dolichoectasia
is an uncommon cause of hiccups. A rare cause of hiccups,
vertebrobasilar dolichoectasia is presented with imaging findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çok Nadir Bir Yerleşim : Dilde Aktinomikozis
Fatma Bilgen, Yakup Duman, Mehmet Bekerecioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Çok Nadir Bir Yerleşim : Dilde Aktinomikozis
A Rare LocatIon: ActInomyces In Tongue
Aktinomikozis, kültürde zor üretilebilen gram pozitif anaerobik bir bakterinin neden olduğu kronik süpüratif bir infeksiyondur. Sıklıkla servikofasial, respiratuar ve gastrointestinal sistemden izole edilmektedir. Servikofasial yerleşimli olanlara sıklıkla maksillafasiyal travma ve diş manipulasyonu eşlik etmektedir. Çalışmada, 45 yaşında bayan hasta travma, dental girişim ve aile öyküsünde anlamlı bulgu olmayan aktinomiçes vakası sunulmaktadır.
Actinomyces is a chronic suppurative infection caused by Gram positive anaerobic bacteria which grows hardly in bacterial culture. It is commonly isolated from cervicofacial, respiratory, and gastrointestinal system. Its exact pathogenesis is still unknown. Actinomyces located in the cervicofacial region is frequently accompanied by maxillofacial trauma and dental procedures. Herein, we report a 45-year-old female case of actinomyces in tongue which was treated with antibiotherapy and good oral hygiene.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hayrullah Alp, Hakan Altın, Sevim Karaaslan
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Absent Pulmonary Valve Syndrome: A Newborn Case Report
Pulmoner kapak yokluğu sendromu (PKYS) nadir görülen bir doğuştan kalp hastalığıdır (DKH). Tek başına veya diğer DKH’lıkları ile birlikte görülebilir. Siyanoz ve solunum sıkıntısı nedeniyle gelen PKYS tanısı konulan yenidoğan bir olgu sunulmuştur. İntauterin dönemde sağ ventrikülde genişleme olduğu bilinen, doğum sonrasında siyanoz ve solunum sıkıntısı gelişen yenidoğan bir kız olgusu çocuk kardiyolojiye getirildi. Doğum sonrasında ekokardiyografi ve manyetik rezonans görüntüleme ile pulmoner kapakçıkların rudimenter ve ağır pulmoner ve triküspit yetmezliğinin olduğu görüldü. Pulmoner arter ve dalları ileri derecede geniş görünümdeydi. Ne yazık ki olgu yaşamının 3. gününde yenidoğan bakım ünitesindeki tedaviye rağmen yaşamını kaybetti. Pulmoner kapak yokluğu sendromu olgularının büyük bir çoğunluğu anatomik olarak Fallot Tetralojisinin bir çeşidi olmakla birlikte klinik bulgular, seyir ve hemodinamik açıdan farklılık gösterir. Erken süt çocukluğu döneminde mekanik ventilasyon gerektirecek düzeyde ağır solunum güçlüğü olan hastalara müdahale beklenmeden uygulanmalıdır. Olgumuzun vital fonksiyonları stabil tutulamadığı için cerrahi müdahale yapılamadı. Pulmoner kapak yokluğu sendromu yenidoğan döneminde siyanoz ve solunum sıkıntısı ayırıcı tanısında düşünülmelidir. İntrauterin tanı alan olguların doğumunun çocuk kardiyoloji, kalp damar cerrahisi ve yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin bulunduğu merkezlerde gerçekleştirilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Absent pulmonary valve syndrome (APVS) is a rare congenital heart disease. It can be seen isolated or with other congenital heart diseases. Here, we presented a neonate with cyanosis and dyspnea because of APVS. A-female-newborn was referred to pediatric cardiology due to cyanosis, respiratory distress and prenatally diagnosed right ventricular dilatation. Rudimentary pulmonary valves and severe pulmonary and tricuspid regurgitations were determined postnatally with echocardiography and magnetic resonance imaging. Additionally, main pulmonary artery and its branches were seen dilated. Unfortunately she died on third day of her life, although supportive and medical treatments were administered intensively. Most of APVS cases are a variant of Tetralogy of Fallot. But clinical findings, prognosis and hemodynamic conditions can be different. Infants requiring mechanical ventilation shold be undergone operation as soon as possible. Our case could not be operated because of unstable vital functions. Absent pulmonary valve syndrome should be considered as a differential diagnosis in neonates with cyanosis and respiratory distress. If prenatal diagnosis is present, we suggest that parturition should happen in a medical center includes pediatric cardiology and cardiovascular surgery and also neonatal intensive care unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
Selim Karahan, Şamil Ecirli, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
HematologIc Values In UncomplIcated PeptIc Ulcer
1987 yılında S.Ü.T.F. Îç Hastalıkları ABD po-likliniğine başvuran hastalar arasında radyolojik tet-kik, anamnez ve klinik ile desteklenerek seçilen 33 peptik ülserli hastada hematolojik değerler incelendi. Hastaların kanama geçirmemiş olması ile gaitada gizli kan ve parazit olmaması koşulları arandt. Bu hasta grubu peptik ülseri ve gastrik şikayetleri ol-mayan, anemi yapacak bir hastalığı bulunmayan 10 normal kişi ile kıyaslanarak incelendi. Yapılan ince-leme sonunda hasta grubunda normallere oranla he-moglobin, kırmızı küre, hemotokrit sayımlarında çok hafif düşüklük; serum demiri ve demir bağlama kapasitesi değerlerinde de belirgin farklılıklar ortaya konuldu.
In 33 patients with peptic ulcer which were included by radiologic and clinic examination and history were evaluated for hematologic values. These patients should not have a history of gastrointestinal hemorrhage and occult blood and parasites in stool. These patients group were compared with 10 normal people who had not peptic ulcer and gastric compliants and no prominent anemia. At the end of the study; the patient group had a ligde dillerence from the normal group in 1lb, red blood cell count, PCV. There was important dillerence between the values of iron and total Iran binding capacity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
Hayrettin Temel, Mehmet Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcal And Laboratory Data Of PedIatrIc PatIents DIagnosed WIth InfectIous MononucleosIs
Amaç: Çocukluk döneminde Epstein-Barr virüsüne (EBV) nedenli enfeksiyöz mononükleoz olguları yüksek sıklıkta görülmektedir. Akut EBV enfeksiyonu belirti ve bulguları farklı klinik tablolarla kendini gösterebilmektedir. Çalışmamızda çocuklar arasında yaş ve yüksek riskli yaş gruplarına göre akut EBV enfeksiyonlarının klinik sunumunun incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2013-2020 yıllarında üçüncü basamak hastanemize başvuran ve enfeksiyöz mononükleoz tanılı toplam 337 çocuk hasta dahil edildi. EBV VCA IgM ve IgG antikorları ELISA yöntemiyle (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Almanya) firma önerileri doğrultusunda çalışıldı. Hasta bilgileri ve sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 5.1±3.4 yıl idi. Hastaların %22.8’si 0-2, %43.0’i 3-5, %29.7’si 6-12, %4.5’i ise 12 yaş ve üzeri gruptaydı. Akut EBV enfeksiyonu tanısı konulan çocuklarda en sık görülen belirti veya bulgular lenfadenopati (%59.6), lenfositoz (%45.1), ateş (%40.9), boğazda şişlik (%39.2) ve farenjit (%30.0) idi. Ateş şikayeti, 3-5 yaş arasında diğer yaş gruplarına göre anlamlı yüksekti (p=0.003). Olguların mevsimsel dağılımı benzerdi. Olguların yıllara göre artış içinde olduğu, en çok olgunun 2019 yılında görüldüğü (%23.4) belirlendi. Şikayetlerin başlamasından hastaneye başvuru yapılana kadar geçen sürenin yaş grupları ile doğru orantılı olarak arttığı görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda akut EBV enfeksiyonunda çocukluk dönemi yaş grupları arasında belirti ve bulgular açısından farklılık olmadığı, yıllara göre olgu sayılarının hafif bir artış içinde olduğu, özellikle lenfadenopati, splenomegali ve hepatomegali görülen çocuklarda EBV enfeksiyonundan şüphe etmek gerektiği sonucna varıldı.
Aim: In childhood, infectious mononucleosis cases caused by Epstein-Barr virus (EBV) are seen with high frequency. The signs and symptoms of acute EBV infection can manifest with different clinical pictures. Care should be taken in differential diagnosis for correct treatment. In our study, it was aimed to examine the clinical presentation of acute EBV infections by age and high-risk age groups among children.
Patients and Methods: A total of 337 pediatric patients with infectious mononucleosis who applied to our tertiary hospital in 2013-2020 were included in the study. EBV VCA IgM and IgG antibodies were studied by ELISA method (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Germany) in accordance with company recommendations. Patient information and results were evaluated retrospectively.
Results: The mean age of the patients was 5.1 ± 3.4 years. 22.8% of the patients were in the group of 0-2, 43.0% of them were 3-5, 29.7% of them were 6-12, and 4.5% of them were 12 years old and above. The most common signs or symptoms in children diagnosed with acute EBV infection were lymphadenopathy (59.6%), lymphocytosis (45.1%), fever (40.9%), swelling in the throat (39.2%) and pharyngitis (30.0%). Fever complaints were significantly higher between the ages of 3-5 compared to other age groups. The seasonal distribution of the cases was similar. It was determined that the cases increased over the years and the most cases were seen in 2019 (23.4%). It was observed that the time between the start of complaints and the application to the hospital increased directly proportional to age groups.
Conclusion: In our study, it was concluded that there was no difference in acute EBV infection in childhood age groups in terms of signs and symptoms, and the number of cases increased slightly over the years, especially in children with lymphadenopathy, splenomegaly and hepatomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nervus Vagus Schwannomu
Nahit Ökesli, Adnan Kaynak, Mikdat Bozer, Ali Küpelioğlu, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Nervus Vagus Schwannomu
Schwannoma Of The Vagus Nerve
Bu yazıda bir Nervus Vagus schwannomu bildirilmektedir. Olguya von Recklingkıusen hastalığı eşlik etmektedir. Yazıda N. Vagus schwannomu ile von Recklinghausen hastalığı arası ilişki incelenmektedir. Ayrıca baş-boyun bölgesinde kitle ile başvuran havalarda ayırıcı tanıdaki önemi vurgulanarak literatür gözden geçirilmiştir.
in this manuscript a cervical vagal schwannomo is reported. Von Reckiirzklıausen disease was associated to the schwannoma. The relationship between two entilles is discussed. The imporiance of the vagal schwannoma in the dillerantial diagnosis of the head-neck massed rs impressed and the pertinent literature reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Goldenhar Sendromlu Bir Olgu Ve Literatür İncelemesi
Özgür Pirgon, Ahmet Sert, Mehmet Emre Atabek
Olgu sunumu
Özeti
Goldenhar Sendromlu Bir Olgu Ve Literatür İncelemesi
A Case WIth Goldenhar Syndrome And RevIew Of The LIterature
Amaç: Goldenhar sendromu teşhis edilen bir olgunun, nadir görülmesi nedeniyle tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: Goldenhar sendromu birinci ve ikinci brankiyal arktan kaynaklanan bir yapı defektidir. Kalıtsal geçiş bazı otozomal dominant ve resesif vakalar dışında çoğunlukla sporadiktir. Tanı dış, orta veya iç kulak yolu anomalileri, epibulber dermoid, fasiyal ve vertebral anomalilerin bulunması ile konulur. Goldenhar sendromlu hastalarda zamanla dil ve konuşma geriliği oluşmaktadır ve önlem amacıyla bu iletişim bozukluklarının erken tespiti gereklidir. Sonuç: Bu yazıda preaurikuler tag, hemifasiyal mikrozomi ve kulak anomalisi gibi Goldenhar sendromuyla uyumlu dismorfik özelliklere sahip olan on aylık bir kız vaka takdim edilmektedir.
Aim: It was aimed to discuss a rare case which was diagnosed as Goldenhar syndrome. Case Report: Goldenhar syndrome is a defect of the structure arising from first and second branchial arches. The hereditary pattern is mainly sporadic, except for some autosomal dominant and recessive cases. It may be diagnosed by the detection of the external, middle and inner ear abnormalities, epibulbar dermoids, facial and vertebral anomalies. In the course of time the disability of speech and language have occurred in the patients with Goldenhar syndrome and early detection of these communication disorders is necessary in order to take precautions. Conclusion: A 10-month-old female case who has dysmorphic features consistent with Goldenhar syndrome, such as preauricular tag, hemifacial microsomia and ear abnormalities has been presented in this report.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ameliyat Sonrası Karın İçi Yapışıklıkların Önlenmesinde Chıtın’in Etkinliğinin Diğer Adezyon Bariyerleri İle Karşılaştırılması
Mustafa Şahin, Murat Çakır, Fatih Mehmet Avşar, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Mehmet Aköz
Araştırma makalesi
Özeti
Ameliyat Sonrası Karın İçi Yapışıklıkların Önlenmesinde Chıtın’in Etkinliğinin Diğer Adezyon Bariyerleri İle Karşılaştırılması
ComparIson Of AntI-AdhesIon MaterIals In PreventIng PostsurgIcal AdhesIon In AbdomInal CavIty
Amaç: Postoperatif peritoneal adezyonların önlenmesinde farklı antiadeziv maddelerin etkilerinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 60 adet Sprague-Dawley cinsi dişi rat alındı. Ratlar 12’şerli 5 gruba ayrıldılar. Bütün ratlar Ketamine HCL ile uyutulduktan sonra 4 cm’lik orta hat kesisi ile karına girildi. Karın duvarında, sağ tarafta 2cm uzunluğunda 10 adet peritoneal kesi yapıldı, sol tarafta 2X2 cm2 genişliğinde periton tabakası eksize edildi, batın 3/0 ipekle kontinu olarak kapatıldı. Grup I: herhangi bir işlem yapılmadı, Grup II: kesi alanlarına 3X3 cm2 boyutta chitin tabakası (Suprofilm®) konuldu, Grup III: kesi alanlarına 3X3 cm2 boyutta Na-Hyaluronat /Carboxymethylcellulose (Seprafilm®) konuldu, Grup IV: batın içine % 25 oranında sulandırılmış 2 cc Na-Hyaluronat jel döküldü, Grup V: 15mg/kg dozunda metilprednizolon i.m. olarak verildi. Çalışmanın 11. günü ratlar sacrifiye edilerek 5’er cc kan alındı. Batın açılarak adezyonlar Granat Skoruna göre skorlandı. Kan örneklerinden Hb, AST, BUN ve Albumin düzeyleri çalışıldı. Bulgular: Adezyon sıklığı Grup I’de sağda %82, solda % 91, Grup II’de sağda %8.3, solda %25, Grup III’te, sağda %17, solda %33, Grup IV’te sağda %50, solda %58, Grup V’te sağda %50, solda %42 olarak bulundu. Adezyon evresi gruplarda; Grup I: 2.63±1.22, Grup II: 0.58±0.66, Grup III: 1.08±1.08, Grup IV: 1.41±1.44, Grup V: 1.41±1.50 olarak belirlendi. Adezyon evresi tüm çalışma gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu, p<0.05. Ayrıca Chitin grubunun evresi diğer gruplardan anlamlı olarak düşük bulundu, p<0.05. Serolojik ve hematolojik parametreler tüm gruplarda benzer bulundu, P>0.05. Sonuç: Chitin Ratlarda postoperatif peritoneal adezyon sıklığını ve evresini anlamlı olarak düşürmekterdir. Bu yönüyle lokal ve sistemik antiadezivlerden daha etkili olduğu kanaatine varılmıştır.
Aim: The purpose of this study is to compare the effects of different anti-adhesion Materials in Preventing Postsurgical peritoneal adhesion. Material and Method: 60 rats from Wistar Albino spiece that weights 250-300 g and about 10-11 ages are used in the study. They were separated into 5 groups. The rats were operated after Kethamine HCL anesthesia. In all rats, a midline laparatomy was done, in a 4 cm length. To the right side of the abdominal wall, 2 cm along 10 parellel incision were applied. To the left side of it, a peritoneum layer was incised as 2x2 cm2. The abdominal wall was sutured with 3/0 silk by continue method. Group I: Control group, Group II: 3X3 cm2 in size Chitin layers (Suprofilm®) were placed on the incision areas. Group III: 3X3 cm2 in size Na-Hyaluronat / Carboxymethylcellulose layers (Seprafilm®) were placed on the incision areas. Group IV: To the abdominal cavity, 25 % diluted 2 cc Na-Hyaluronat gel was poured, Group V: 15mg/kg metilprednizolon was injected as I.M. On the 11th day of Research, under Ketamine anesthesia, abdominal wall opened and the adhesions were scored according to Granat Score. From all groups of rats, blood samples were taken. On the samples, Hb, AST, BUN and Albumin levels were studied. Results: The Adhesion frequency In Group I, was defined on the right abdominal wall as 82%, on the left as 91%, In Group II, on the right as 8.3%, on the left as 25%, In Group III, on the right as 17%, on the left as 33%, In Group IV, on the right as 50%, on the left as 58%, In Group V, on the right as 50%, on the left as 42%. The adhesion grade in groups was defined as; Group I: 2.63±1.22, Group II: 0.58±0.66, Group III: 1.08±1.08, Group IV: 1.41±1.44, Group V: 1.41±1.50. The adhesion phase in all study groups was found meaningfully low compared to the control group as p<0.05. Besides, the adhesion grade of Suprofilm® group was found meaningfully low compared to the other groups as p<0.05. A meaningful difference was not observed among Serologic and hematological parameters in all groups as P>0.05. Conclusion: Chitin meaningfully decreases the postoperative peritoneal adhesion frequency and adhesion grade on Rats. Referencing this result, it has been understood that Chitin is much more effective than local and systemic anti-adhesive methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uzun Süreli Entübasyona Bağlı Trakeal Stenoz
Bayram Altuntaş, Mahmut Subaşı, Zeynep Paçin Türktarhan, Erkan Kaba, Özkan Çinici
Olgu sunumu
Özeti
Uzun Süreli Entübasyona Bağlı Trakeal Stenoz
Tracheal StenosIs Related To Prolonged IntubatIon
Uzamış entübasyon sonrası görülen trakeal stenoz, halen önemli
bir klinik sorun oluşturmaktadır. Etyolojisinin daha iyi anlaşılması,
entübasyon tüpü ve trakeostomi kanüllerinin modifiye edilmesiyle
beraber insidansı azalmıştır. Kırkaltı yaşında erkek hastada,
uzamış entübasyon sonrasında üç boyutlu tomografi ve bronkoskopi
ile trakea stenozu saptandı ve bronkoskopik dilatsayon işlemi
uygulandı. Dilatasyon sonrası stenozu nüks eden hastaya trakeal
sleeve rezeksiyonu uygulandı. Uzamış entübasyona bağlı trakeal
stenozlarda tanı ve tedaviyi vurgulamayı amaçladık.
Tracheal stenosis related to prolonged intubation is a important
clinical problem, currently. Its incidence has decreased with
recognition of its etiology and modifications in the endotracheal
and tracheostomy tubes. A tracheal stenosis related to prolonged
intubation was detected by three dimension computed tomography
and bronchoscopy in a 46-year-old man. Although the bronchoscopic
dilatation, stenosis recurred. Therefore the tracheal sleeve resection
was performed. We aimed to emphasize the diagnosis and treatment
in the tracheal stenosis related to prolonged intubation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Kazım Gezginç, Fatma Yazıcı, Refika Selimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Pulmonary ThromboembolIsm In A PatIent WIth Preterm Premature Rupture Of Membranes
17. gebelik haftasında preterm EMR tanısı alıp, ailenin terminasyonu kabul etmemesi üzerine 14 hafta boyunca takip edilen hastanın sunulması. 35 yaşında, son adet tarihine göre 17 haftalık gebeliği olan hasta vajinal akıntı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın anamnezinde akıntı tariflemesi, amnion mai azalmış olması ve nitrazin testi pozitifliği sebebi ile PEMR tanısı ile kliniğimize yatırılarak takibe alındı. Aileye gebeliğin sonlandırılması önerildi ancak aile gebeliğin devamını istedi. 14 hafta boyunca hastanın antibiotik tedavi altında takibi yapıldı. 31. gebelik haftasında hastanın spontan ağrılarının başlaması, vaginal tuşesinin ilerlemesi üzerine sezaryen yapıldı. Postoperatif 1. günde hastanın sol bacağında şişlik tariflemesi üzerine çekilen sol ekstremite venöz dopplerinde akut derin ven trombozu olduğu saptandı. Hastanın nefes darlığı ve eşlik eden düşmeyen ateşi nedeniyle hastaya pulmoner tromboeemboli ön tanısı ile çekilen bigisayarlı kontrast toraks tomografisinde ve pulmoner anjiografisinde, pulmoner tromboemboli tanısı aldı. Hasta postoperative 10. gün sorunsuz olarak warfarin sodyum (Coumadin®, Zentiva, İstanbul) 5 mg/gün po. kullanmak üzere taburcu edildi. Preterm erken mebran rüptürü olan kadınlarda tromboembolik olayların prevalansı, bu tedaviyi (uzun dönem yatak istirahati) almayan gebe kadınlara kıyasla önemli ölçüde artmaktadır.
To present a patient who was diagnosed as Preterm Premature Rupture of Membrane at 17th gestational week, she didn’t accept termination of her pregnancy and followed up for 14 weeks period. The patient was 35 years old and had 17 weeks pregnancy estimated using the date of the patient’s last menstrual period, referred to our clinic with vaginal discharge. The patient hospitalized for fetal and maternal monitoring with diagnosis of Preterm Premature Rupture of Membrane because of continued vaginal discharge at anamnesis, positive result at nitrazine paper and decreasing amniotic fluid on ultrasound. The family was asked for termination of pregnancy but they wanted to continue pregnancy. The patient was followed up for 14 weeks period with giving antibiotics. The patient’s labour started spontaneously on 31 gestational age, increased cervical dilatation at vaginal examination so that the patient was delivered by cesarean section. On first postoperative day the patient complained from swelling at left leg so left extremity venous doppler was performed and acute deep vein thrombosis was detected. Because of shortness of breath with continued fever at the patient, contrast computerized tomography and pulmonary angiographytaken with the preliminary diagnosis of pulmonary thromboembolism. The absolute result was pulmonary thromboembolism. The patient was discharged without any problem on 10th postoperative day for use warfarin sodium (Coumadin®, Zentiva, İstanbul )5 mg / day po. The prevalence of thromboembolic events among women for whom extended bed rest is prescribed as part of the treatment of premature labor or preterm premature rupture of membranes is significantly increased with respect to that among pregnant women who do not receive this therapy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Ali Ulvi Uca, Zehra Akpınar, Orhan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome.
Melkersson Rosenthal sendromu (MRS), etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen, seyrek görülen bir hastalıktır. Bu sendrom tekrarlayan orofasiyal ödem, periferik fasiyal parallzi atakları ve skrotal dil ile karakterizedlr.Bu çalışmada MRS’nun klinik özelliklerini gösteren 24 yaşında bir erkek hastayı sunarak bu sendromun insidansı, etyolojisi, patolojisi, klinik özellikleri, ayırıcı tanı ve tedavisini ilgili literatür bilgileri ışığında gözden geçirdik.
Melkersson- Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknovvn etiopathogenesis. This syndrome is characterized by a triad of recurrent orofacial edema, relapsing facial palsy, and scrotal tongue. İn this report a 24 year old man with the typical clinical symptoms and signs of MRS is reported. İn addition, the literatüre on MRS is revievved with respect to incidence, etiology, clinical features, pathology, diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
Yasemin Durduran, Lütfi Saltuk Demir, Mehmet Uyar, Hasan Küçükkendirci, Güllü Eren, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
The Accurate And Inaccurate ConceptIons AcquIred By SocIety Throughout The Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu çalışmada; bir halk sağlığı problemi olarak ele alınan ve bulaş riski yüksek olan COVID-19 hastalığına ilişkin doğru ve yanlış bilinenleri tespit etmek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma https://docs.google.com/forms adresinden online olarak Mayıs 2020 tarihinde gerçekleştirildi. Anket formu, sosyodemografik özellikler ve COVID-19 ile ilgili 40 sorudan oluşmaktadır. Çalışma sonrasında anket sorularına verilen cevaplar SPPS veri programına giriş yapılarak analiz edildi.
Bulgular: Araştırmaya katılan 580 kişinin 363’ü (% 62,6) kadındı. Katılımcıların ortanca yaşı 34,0 (18,0-77,0) idi. Anketi dolduranların 342'si (% 59,0) evli, 438'i (% 75,5) üniversite ve yüksek lisans mezunu idi. Araştırmaya dahil edilen bireylerin 497'si (%85,6) COVID-19 hakkında bilgi sahibi olmak için televizyon/haber kanallarını izlediklerini belirttiler. COVID-19 ile ilgili soruların çoğu katılımcılar tarafından doğru cevaplandı. En çok doğru yanıtlanan önerme oranı % 99,5 (577), en az doğru yanıtlanan önerme oranı %23,6 (137) idi. Önermelere verilen doğru yanıtlar açısından cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p <0.05).
Sonuç: Katılımcıların büyük çoğunluğunun COVID-19 ile ilgili en az bir haber kaynağından yararlandığı belirlendi. Katılımcılar genellikle COVID-19 hakkında doğru bilgiye sahipti. Çoğunlukla yanlış bilinen konular hakkında toplumun farkındalığını artırmak için eğitim programları planlanabilir.
STUDY AIM: In this study, it was aimed to identify the accurate and inaccurate conceptions among the society on COVID-19 disease, which is considered as a public health problem and has a high risk of transmission.
METHODS: The research was performed online at https://docs.google.com/forms in May 2020. The questionnaire form was composed of 40 queries, which were on sociodemographic characteristics and COVID-19. Following the study, the answers obtained from the questionnaire were analyzed by inserting related data to the software of SPSS.
RESULTS: Of 580 participants involved in the study, 363 (62.6%) were female. The median age of the participants was 34.0 (18.0-77.0). Of the individuals who completed the questionnaire, 342 (59.0%) were married and 438 (75.5%) were university graduated and / or postgraduated. Of the individuals included in the study, 497 (85.6%) stated that they watched television / news channels to be informed about COVID-19. Most of the questions related to COVID-19 were answered accurately by the participants. The percentage of the premise, which was answered most accurately, was 577 (99.5%), whereas the lowest percentage of the accurately answered premise was 137 (23.6%). It was found that there was a statistically significant difference among the genders in terms of the percentage of accurate responses to the conceptions (p<0.05).
CONCLUSION: It was determined that the vast majority of the participants utilized from at least one news resource on COVID-19. Participants typically have accurate knowledge about COVID-19. Educational programs can be planned to enhance the awareness of the society about the conceptions, which were answered mostly inaccurately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Arteriovenöz Malformasyonun Tanısında Mrg Ve Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi Anjiografi
Demet Kıreşi, Memduha Akyol, Kürşat Aydın, Mehmet Erkan Üstün
Olgu sunumu
Özeti
Spinal Arteriovenöz Malformasyonun Tanısında Mrg Ve Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi Anjiografi
MrI And MultIdetector Ct AngIography In DIagnosIs SpInal ArterIovenous MalformatIon
Amaç: Spinal vasküler malformasyonlar spinal kanalda dura boyunca uzanan nadir görülen bozukluklardır. Çok kesitli bilgisayarlı tomografi cihazları ile intravenöz kontrastlı anjiografik incelemeler son zamanlarda kullanılan tekniklerdendir. Bu sunuda 16 yaşında spinal arteriovenöz malformasyonu olan kız çocuğunun manyetik rezonans görüntüleme ve çok kesitli bilgisayarlı tomografi bulgularını sunmayı amaçladık. Olgu sunumu: MR görüntülerinde servikal 1-2 seviyesinde spinal kord ön yüzeyinde signal void özellikte yapılar ve çok kesitli bilgisayarlı tomografi’de aynı seviyede kontraslanan genişlemiş ve kıvrımlı vasküler yapılar görüldü. Spinal arteriovenöz malformasyon tanısı konan olguya embolizasyon yapıldı. Sonuç: Çok kesitli bilgisayarlı tomografi cihazı ile anjiografi yöntemi spinal vasküler anomalileri görüntülemede kullanışlı non-invaziv bir inceleme yöntemi olabilir.
Aim: Spinal arteriovenous malformation is a rare pathology located in the dura along the spinal canal. Multi-detector computed tomographic (MDCT) angiography is a recently developed imaging technique. We present findings of magnetic resonance (MR) imaging and multi-detector computed tomographic angiography in 16-year-old patient with spinal arteriovenous malformations. Case report: MR images showed signal voids dilated vessels at the surface of the spinal cord at C1-2 level. Also, multi-detector computed tomographic angiography demontrated dilated varix-like vessels. The patient was diagnosed as having a spinal arteriovenous malformation. Result: Multi-detector computed tomographic angiography can be a non-invasive usefulness technique in detect the spinal arteriovenous malformatios.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Travmanın Plazma Çınko Seviyesine Etkisi
Adnan Kaynak, Nahit Ökesli, Şakir Tekin, Hasan Solak, Tahir Yüksek
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Travmanın Plazma Çınko Seviyesine Etkisi
Effect Of Surgıcal Trauma On Plasma Zınc Level
Bu çalışmada 20 hastada preoperatif ve postoperatif devrelerdeki plazma çinko seviyeleri arasındaki ilişki sunulmaktadır. Cerrahi travmanın plazma çinko seviyesinde belirgin düşüşe neden olduğu saptandı. Plazma çinko seviyesinde azalma ile idrar çinko atılımı arasında bir ilişki bulunamadı. Raulin'in 1869 yılında siyah ekmek mantarının büyümesi için çinkoya gereksinimi olduğunu bulmasından sonra eser elementler pek çok araştırıcının dikkatini çekmiştir.
In this present investigation the relationship between surgical travma and plasma zinc concentration preoperatively and postoperatively was studied in 20 patients. We established that surgical travma produced a sharp decrease in serum zinc concentration. We can not found any corelation between this decrease and urinary zinc extration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antegrad Üreteral Stentleme; Endikasyon- Yöntem- Komplikasyonlar Ve Komplikasyonlara Radyolojik Yaklaşım
Süleyman Bakdık, Mehmet Giray Sönmez, Pınar Didem Yılmaz, Cengiz Kadıyoran, Necdet Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Antegrad Üreteral Stentleme; Endikasyon- Yöntem- Komplikasyonlar Ve Komplikasyonlara Radyolojik Yaklaşım
Antegrad Ureteral Stentıng; Indıcatıons - Methods - Complıcatıons And Radıologıcal Approach To Complıcatıons
ANTEGRAD ÜRETERAL STENTLEME; ENDİKASYON- YÖNTEM- KOMPLİKASYONLAR VE KOMPLİKASYONLARA RADYOLOJİK YAKLAŞIM
Özet
Amaç
Bu çalışmanın amacı malign ve benign etyolojilerin neden olduğu üreteral obstrüksiyonların ve üreteral kaçakların tedavisinde antegrad üreteral stentlemenin endikasyonlarını, başarı oranını, komplikasyonlarını , teknik başarıyı artıcak yöntemleri, retrograd ve antegradüreteralstentlemeye ikincil oluşan komplikasyonların radyolojik yönetimini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem
Bu retrospektif çalışmada Ocak 2016 ve Aralık 2018 tarihleri arasında floroskopi ve US rehberliğinde yapılan antegradüreteralstentleme işlemleri incelendi.Ortalama yaşları65,87(20-90) olan 25 kadın (%32,05)ve ortalama yaşları 68,73( 30-90) olan 53erkek (%67,94) toplam 78 hastaya 110 adet antegradüreteral stentleme ve perkütan nefrostomiyapıldı. Her hasta için demografik veriler antegradüreteralstentlemeendikasyonları, işlem sonuçları ve komplikasyonları tarandı.
Sonuç:
Antegrad üreteral stent yerleştirilmesi, retrograd üreteral stent yerleştirmenin başarısız olduğunda ve zaten perkütannefrostomi kateteri bulunan hastalarda iyi bir alternatiftir. Yüksek bir teknik başarı oranı ve düşük komplikasyon riski içermektedir. Diğer radyolojik prosedürlerde kullanılan ekipmanlardan antegradüreteralstentlemede faydalanılması teknik başarıyı artırmaktadır. Retrograd veya antegradüreteralstentlemesırasında oluşanmalpozisyon, perforasyon, kanama, ürinom, apse gibi kompliaksyonlarında radyolojik metodlarla yönetimi mümkündür.
Anahtar Kelimeler: Duble J üreteral stent, Üreteral obstrüksiyon, Perkütan, Antegrad, Hidronefroz,
ANTEGRAD URETERAL STENTING; INDICATIONS - METHODS - COMPLICATIONS AND RADIOLOGICAL APPROACH TO COMPLICATIONS
Abstract:
Objectives
The aim of this study is to evaluate the indications, success rate, complications, technical success enhancing method, methods of antegrad ureteral stenting and the radiological management of complications due to retrograde and antegrade ureteral stenting in the treatment of ureteral obstructions and ureteral leaks caused by malignant and benign etiologies.
Materials and Methods
In this retrospective study, fluoroscopy and US-guided antegrade ureteral stenting procedures between January 2016 and December 2018 were examined. The study included 110 antegrade ureteral stenting and percutaneous nephrostomy in a total of 78 patients with 25 female patients (32.05 %), a mean age of 65.87 (20-90) and 53 male patients (67.94%) with a mean age of 68.73 (30-90). Demographic data, antegrade ureteral stenting indications, procedure results and complications were evaluated for each patient.
Results
Antegrade ureteral stenting is a good alternative for patients with retrograde ureteral stent placement and already with percutaneous nephrostomy catheters. It has a high technical success rate and low complication risk. The use of the equipment used in other radiological procedures in antegrade ureteral stenting increases the technical success. Malposition, perforation, hemorrhage, urinoma, abscess complications such as retrograde or antegrade ureteral stenting can be managed by radiological methods.
Key Words: Double J Ureteral stent, Ureteral obstruction, Percutaneous, Antegrade, Hydronephrosis,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşın Ve Cinsiyetin İnsan Epidermis Kalınlığına Ve Melanosit Sayısına Olan Etkilerinin Histolojik Yöntemlerle Araştırılması
Burcu Gültekin, Aydan Canbilen
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşın Ve Cinsiyetin İnsan Epidermis Kalınlığına Ve Melanosit Sayısına Olan Etkilerinin Histolojik Yöntemlerle Araştırılması
The Effects Of Age And Sex On The ThIckness Of EpIdermIs And The Number Of Melanocytes Were DetermIned In Human SkIn Samples By UsIng HIstologIcal Methods
Bu çalışmada, yaşın ve cinsiyetin epidermis kalınlığına ve melanosit sayısına olan etkilerinin histolojik yöntemler yardımıyla belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada değişik yaş gruplarından oluşan 10 erkek ve 10 kadından alınan deri numuneleri %10’luk formalin solüsyonunda tespit edildi. Deri numunelerine rutin histolojik yöntemler uygulandı ve parafine gömüldü. Epidermisde dermoepidermal bileşkede yassılaşma ve dermal papillaların sayısında azalma olduğu görüldü. Epidermis kalınlığının yaşa bağlı olarak azaldığı ancak cinsiyetle bu kalınlık arasında anlamlı bir fark olmadığı bulunmuştur. Ayrıca, yaşla beraber epidermisdeki melanositlerin sayılarında azalmalar bulundu. Melanosit sayısının cinsiyete bağlı olarak değiştiği tespit edildi. Epidermis kalınlığının yaşa bağlı olarak değişip değişmediği test edilmiş değişimin anlamlı olduğu görülmüştür (p
In this light microscopic study, the effects of age and sex on the thickness of epidermis and the number of melanocytes were determined in human skin samples by using histological methods. Skin samples from a group of various ages including 10 men and 10 women were fixed in 10 % formaldehyde solution.The formalin fixed skin samples were processed using routine histologic procedures and embedded in paraffin. In this study, the most consistent results are in the epidermis of aging individuals is flattenning of the dermo-epidermal junction and decreased number of dermal papilla. However, it was found that numbers of melanocytes in epidermis decreased with age and changed with sex. Consequently, there is a significant statistical difference between epidermis thickness and age ( p< 0,0001 ). However, a high negative correlation was determined between epidermis thickness and age ( r= -0,8047). In conclusion epidermal thickness decrease %80 with age. But there is a no significant statistical difference between epidermis thickness and sex ( p= 0,7622). Also, there is a significant ( p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kayseri Propolisinin Etanolik Ekstraktının Antimikrobiyal Aktivitesi
Esma Gündüz Kaya, Hatice Özbilge, Songül Albayrak
Araştırma makalesi
Özeti
Kayseri Propolisinin Etanolik Ekstraktının Antimikrobiyal Aktivitesi
AntImIcrobIal ActIvIty Of The EthanolIc Extract Of KayserI PropolIs
Propolis, bal arıları tarafından farklı bitki kaynaklarından toplanan bir reçine olup, çeşitli biyolojik ve farmakolojik özelliklerinden dolayı son yıllarda araştırmacıların ilgisini çekmektedir. Bu çalışmada, Kayseri ve çevresinden toplanan propolisin etanolik ekstraktının (PEE), klinik öneme sahip bazı mikroorganizmalara karşı antimikrobiyal aktivitesinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmada Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Klebsiella pneumoniae, Helicobacter pylori, Candida albicans, Candida glabrata mikroorganizmaları kullanıldı ve antimikrobiyal etkinliğinin araştırılmasında CLSI’nın önerileri doğrultusunda agar dilüsyon yöntemi uygulandı. Ayrıca bakteriyel üremenin optik dansitesindeki değişmeleri sürekli izleme temeline dayanan mikrobuyyon kinetik sistem kullanılarak, bir model bakterinin (S.aureus), propolisin artan konsantrasyonları varlığında türbidimetrik üreme eğrileri oluşturuldu ve minimal inhibitör konsantrasyon (MİK) değeri belirlendi. Agar dilüsyon yöntemi ile PEE’nin çalışılan mikroorganizmalara karşı MİK değerleri 64 µg/ml ile 1024 µg/ml arasında bulundu. S.aureus için kinetik yöntemle agar dilüsyon yönteminin sonuçları benzerdi ve in vitro antimikrobiyal duyarlılık daha erken bir aşamada belirlenebildi. Kayseri propolisi, sık karşılaşılan patojenlere karşı antimikrobiyal aktivite göstermekte olup, tedavide kullanılabilirliği açısından değerlendirilmesi önem arz etmektedir.
Propolis is a resin collected by honeybees from various plant sources, has attracted the attention of researchers due to its several biological and pharmacological properties in recent years. The aim of this study was to investigate the antimicrobial activity of ethanolic extract of propolis (EEP) collected in Kayseri and its surroundings against some clinically important microorganisms. In the study, Staphylococcus aureus, Enterococcus faecalis, Escherichia coli, Klebsiella pneumoniae, Helicobacter pylori, Candida albicans, Candida glabrata strains were used and agar dilution method was performed to investigate of antimicrobial activity according to the CLSI. By using microbroth kinetic system based on continuous monitoring of changes in the optical density of bacte¬rial growth, turbidimetric growth curves of a model bacteria (S.aureus) in the presence of increasing concentrations of EEP were also generated and determined minimum inhibitory concentration (MIC). MIC values of EEP against tested microorganisms were found between 64 and 1024 µg/ml by agar dilution method. The results in microbroth kinetic system were similar to the agar dilution method for S.aureus and in vitro antimicrobial susceptibility was determined in an earlier stage. Kayseri propolis have shown antimicrobial activity against common pathogens, is important to evaluate the availability of treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oro-Fasio-Dijital Sendrom I
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Sebahattin Ertuğrul, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Oro-Fasio-Dijital Sendrom I
Oro-FacIo-DIgItal Syndrome I
Oro-fasio-dijital sendrom ağız boşluğu (yarık damak ve dil, anormal diş gelişimi, yüksek damak, dilde lobulasyon, dilde hamartom), yüz (frontal çıkıklık, fasiyal asimetri, hipertelorizm, fasiyal milia) ve parmak anomalileri (sindaktili, brakidaktili, klinodaktili, polidaktili) ile ortaya çıkan gelişimsel bir bozukluk olup 9 farklı tipi tanımlanmıştır. Oro-fasio-dijital sendrom I (OFDS 1) en sık görülen tip olup ilk olarak Fransız diş hekimleri Papillon Leage ve Psaume Jean tarafından 1954 yılında tanımlanmıştır. OFDS 1 X’e bağlı dominant geçer ve erkekler için ölümcüldür. OFDS 1 nadir bir sendromdur yaklaşık 1/250.000 canlı doğumda görülmektedir. Olguların yaklaşık %75’i sporadiktir. OFDS’nun dismorfik özelliklerin cerrahi düzeltimi dışında spesifik bir tedavisi yoktur. Nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur.
Oro-facio-digital syndrome, a group of congenital anomalies, is characterized by malformations of the oral cavity (cleft palate and tongue, abnormal dentition, high arched palate, tongue lobulation, hamartomata on the tongue), face (frontal bossing, facial asymmetry, hypertelorism, facial milia), and digits (syndactyly, brachydactyly, clinodactyly, polydactyly. This syndrome has nine different types. Oro-facio-digital syndrome type I (OFDS1) is the most common type, which identified by French dentists Papillon Leage and Psaume Jean, in 1954. OFDS 1 is an X-linked dominant condition that is lethal for males. OFDS 1 is a rare syndrome, occurring in approximately 1/250,000 live births. Approximately 75% of cases are sporadic. There is no specific therapy for OFDS 1 other than surgical correction of the dysmorphic features. Being a rare entity, this paper presents a case of OFDS 1 in a newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Doz Florun Sıçan Dokularına Etkisi
Alparslan Gökçimen, Özden Çandır, Mehmet Ali Malas
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Doz Florun Sıçan Dokularına Etkisi
The Effect Of HIgh Dose FlorId On Rat TIssue
Çalışmamızda, yüksek dozda uzun süreli flor zehirlenmesi oluşturulan sıçanların karaciğer, böbrek, dalak, ovaryum, testis ve pankreas doku örneklerinde görülen etkileri araştırmayı amaçladık. VVistar Albino cinsi 20 adet sıçan eşit olarak deney ve kontrol grubu olarak iki gruba [10 (5 erkek + 5 dişi) + 10 (5 erkek + 5 dişi)] ayrıldı. Kontrol grubunun içme suyunda flor oranı 1 ppm olacak şekilde, deney grubuna ise 150 ppm flor içirecek şekilde 17 hafta süreyle verildi. Karaciğer, böbrek, dalak, ovaryum, testis ve pankreas doku örneklerinden alınan parçalar ışık mikroskobunda değerlendirildi. Deney grubunda; karaciğerde lobul periferinde fokal sinuzoidal dilatasyonlar, por- tal alanda yer yer lenfosit infiltrasyonu, hepatositlerde az miktarda hidropik ve vakuoler dejenerasyon gözlendi. Böbrekte ise, gerek proksimal gerekse distal tubuluslarda hafif hidropik dejenerasyon tespit edildi. Deney grubun daki dalak, ovaryum, testis ve pankreas kesitlerinde ise herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Yüksek doz verilen florun başta karaciğer olmak üzere daha sonra böbrek dokusu üzerinde minimal düzeyde yapısal değişikliklere yol açarken; testis, ovaryum, dalak ve pankreas dokusu üzerine ise önemli bir etkisinin olmadığı sonucuna varıldı.
İn our study, kVe have aimed to search the findings seen on the tissue specimens taken from the liver, kidney, ovary, testis and pancreas of many rats that have been poisoned by long- term high doses of florid. Twenty rats which belong to VVistar Albino species were being eçually separated into two groups, one is as the experimental group, the other as the control group [10 (5 male + 5 female) + 10 (5 male + 5 female)]. For a 17 weeks time, drinking water consisting of 1 ppm florid to control group and consisting of 150 ppm florid to experimental group has been given. Pieces taken from the tissue specimens of the liver, kidney, spleen, ovary, testis and pancreas were being examined under the light microscope. İn the experimental group, the following findings were being obtained: İn peripheral lobule of the liver, focal sinusoidal dilatations, in the portal area, lymphocyte infiltration; in hepatocytes a liftle hydropic and vacuolar degeneration; in the kidney either in proximal or distal tubule, a liftle hydropic degeneration were being determined. There hasn’t been seen any pathology in the spleen, ovary, testis and pancreas sections taken from the experimental group. As a result, it was determined that high doses of florid causes minimal structural changes primarily in the liver tissue and then in the kidneys, besides it has no considerable effect on the testis, ovary, spleen and pancreas tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşan Torasik Aortasında Ach Gevşeme Cevapları Üzerine Siklosporin A Askorbik Asit Ve Alfa Tokoferol'ün Etkileri
H. İbrahim Karabacak, Hülagü Barışkaner, Aytekin Kaymakçı, Etem Ömeroğlu, Ekrem Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşan Torasik Aortasında Ach Gevşeme Cevapları Üzerine Siklosporin A Askorbik Asit Ve Alfa Tokoferol'ün Etkileri
The Effeets Of EyelosporIne A, AgeorbIc AcId And Tz-Tocopheral On VasodIlatatIon Responses Due To AcetyleholIne (ach) In RabbIt ThoracIc Aorta
Sunulan bu invitro çalışmada tavşan torasik aortasında asetilkolin (Ach) ile oluşan ,t;evşeıne ce-vapları üzerine Siklosporin A (Cs A), askorbik asit (Vit.C) ve ıx-tokoterol Vit.Unin etkileri araşurdnuşur. Ayrıca siklosporin A'nın tavşan ka-raciğer ve böhrekle•inde oluştıtrdun histopatolojik değişiklikler üzerine vitamin C ve vitamin E' nin et-kilerine bakılmıştır. Çalışma Cs A uygulanan (n.6), es A+ vitamin C+ vitamin E uygulanan (n-,Si. vitanrin E+ vitamin C uygulanan (n,-6) ve kontrol grubu (n=6) olmak üzere 4 grupta yapılmıştır. Kontrol grubunun dışındaki diğer griplanı 10 süre ile ilaç uy-gulanmıştır. Tüm deney gruplarında torasik aortalaı-3x10-5 M noradrenalin (NA) ile kasılarak elde edi-len maksimum kasılma cevapları (.4.100 kabul edil-miş ve kümülatif uygulanan ACh (10-9- 104 M) ile kontrol grubunda %94' lük. Cs A+ vitanıin C+ vi-tamin E verilen grupta ilk ve vitamin E+ vi-tamin C verilen grupta %64' lük bir gevş•me cevabı ahnınıştir, Cs A verilen grupta ise ACh' ne gevşeme cevabı alınınamışur. NA ile elde edilen kasıhna ce-vapları ortama 1VG- nitro- L- ar,ginin meril ester (L-NAME, 10-4 ilavesi ile CsA verilen gı-up dışında diğer gruplarda anlamlı olarak artınışur (p<0.05). Ayrıca 10-4 M L-NAME, ACh ile elde edilen gel/gine cevaplarını tüm gruplar-da inlıibe etmiştir. CsA karaciğer ve b(..;brek dokusunda his-topatolojik değişikliklere neden olmuş, vitamin C ve vitamin E ise bu değişikliklere kısmen engel olmuştur. Elde edilen sonuçlar. CsA tavşan torasik aortasında ACh bağlı gevşeme cevaplarını tamamen ortadan kahin-ıl-ken, antioksidan etkili olun askorbik asit ve ct-tokoferol buna tamaınen olmasa da kısmen engel olmaktadır.
in the present in-vitro study, the effeets of Cyclospoı-in A (Cs A), ascorbic acid (vitamin C) and tx-tocopherol (vitamin E) on the acetylcholine (Ach)- induced relayation responses in the rabbit ıhoracic
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyovenöz Fistül Disfonksiyonunun Renkli Doppler Ultrasonografi Bulguları
Gülperi Çelik, Nurullah Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyovenöz Fistül Disfonksiyonunun Renkli Doppler Ultrasonografi Bulguları
Color Doppler Ultrasonography FIndIngs Of ArterIovenous FIstula DysfunctIon In HemodIalysIs PatIents
Çalışmada arteriyovenöz fistül (AVF) disfonksiyonu/afonksiyonu bulunan olgularda renkli doppler ultrasonografi (RDUS) bulgularının değerlendirilmesi amaçlandı. Yetersiz diyaliz nedeniyle RDUS incelemesi yapılmış olan 45 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Elde edilen bulgular literatür verileri ile karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Olguların 27(%60)’ si kadın, 18 (%40)’ i erkek olup, yaş ortalamaları 55.15±15.03 (16-87) idi. 45 olgunun, 28 (%62.22)’ inin radiosefalik, 17 (%37.78)’ sinin antekübital fossada yerleşim gösteren nativ AVF (brakiyosefalik ve brakiyobasilik AVF) mevcuttu. 36 (%80) AVF’de stenoz saptanmış olup, bunların 2 (%4) besleyici arterde, 5 (%11) anostomoz düzeyinde, 19 (%42) anostomozdan sonraki ilk segmentte, 10 (%22) olguda ise ilk segment distalinde yerleşim gösteriyordu. 4 (%8.9) AVF’de santral venöz oklüzyon, 6 (%13.3) AVF’de ise anevrizmatik dilatasyon bulundu. RDUS’da trombüs saptanan 13 (%28.9) AVF’nin, 7(%53.9)’ sinde fistül afonksiyone olup trombüsün lümeni oklüde ettiği saptandı. Diğer olgularda ise trombüs anevrizmatik dilatasyon içerisinde yerleşim göstermekteydi. Kronik hemodiyaliz (HD) programına alınmış hastaların arteriyovenöz fistül disfonksiyonlarının saptanmasında RDUS etkili bir yöntemdir.
The purpose of this study is to assess the color doppler ultrasound findings in the hemodialysis patients with arteriovenous fistula dysfunction/afunction. In this retrospective study, we searched the dossier of forty- five patients underwent to color doppler ultrasound examination because of inadequate dialysis. This color doppler ultrasound findings were compared with the literature. Twenty-seven (60%) of this 45 hemodialysis (HD) patients were female, 18 (%40) were male and the mean age was 55.15±15.03 (16-87). Twenty-eight of 45 patients have radiocephalic, 17 patients have brachiocephalic and brachiobasilic native arteriovenous fistula. Stenosis were detected in 36 HD patients, two of them settled in supporter arteries, 5 stenosis were on the level of anastomosis, 19 stenosis localized in the first segment after anastomosis and 10 stenosis settled on distal part of the first segment. Central venous oclusion were found in 4 of patients, whereas aneurysms were found in 6 patients. Seven of 13 thrombosed arteriovenous fistula were nonfunctional and the thromboses occluded the lumen of fistula. The thromboses settled in the anevrysmatic dilatation in others cases. The doppler Ultrasound examination performed well skilled is very usefull methods for diagnosis of arteriovenous fistula dysfunction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Esra Hazar Sayar
Araştırma makalesi
Özeti
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Aeroallergen SensItIvIty Of AtopIc ChIldren In Alanya RegIon
Amaç: Alerjik hastalıklarda semptomları azaltmak ve yaşam kalitesini arttırmak için sorumlu alerjenleri belirlemek önemlidir. Bu nedenle bölgemizdeki alerjik hastalarda aeroalerjenlerin duyarlılığını ve sıklığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, Eylül 2017-Mart 2018 tarihleri arasında pediatrik alerji immünoloji polikliniğine başvuran 1078 hasta (2-18 yaş) dahil edildi. Deri prick testinde en az bir alerjik duyarlılık saptanan 642 hastanın klinik ve demografik özellikleri, total IgE düzeyleri, kandaki periferik eozinofil sayıları, aeroalerjen duyarlılıkları hasta dosyalarından retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışma için Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi Tıp Fakültesi Yerel Etik Kurulundan onay alındı.
Bulgular: Hastaların 642'sinde (%59.5) en az bir aeroalerjene karşı pozitif yanıt gözlendi. Hastaların %34.8'inde astım, %73.7'sinde alerjik rinit, %12.6'sında atopik dermatit ve %3'ünde kronik ürtiker tanısı vardı. 159 (%24.8) hastada birden fazla alerjik hastalık tanısı vardı. Pozitif cilt prick testi olan hastaların 368’i (%57.3) erkek, 274’ü (%42.7) kızdı. Yaş ortalaması 8.49±4.15 yıldı. En sık Akar duyarlılığı saptandı (%76.1). İkinci sıklıkta küf mantarları (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) ve üçüncü sıklıkta grass ve cereal polen (39.8%) duyarlılığı gözlendi. Diğer aeroalerjen duyarlılık sıklıkları; yabani ot polen karışımı (%24.6), ağaç polen karışımı (%21.7), hamamböceği (%17.8), kedi tüyü (%31.2), zeytin ağacı (%20) olarak saptandı. Ortalama serum total IgE düzeyi 215.6 IU/ml ve ortalama eozinofil sayısı 410.63/mm³ idi.
Sonuç: Alerjik hastalıklarda sorumlu alerjenlerin tespit edilmesi semptomların kontrol edilmesi ve seçilmiş vakalarda immünoterapi şansı vererek hastalık seyrini değiştirebilmesi açısından önemlidir.
Aim: It is important to identify allergens in reducing disease-related symptoms and improving quality of life in the allergic diseases. Therefore, we aimed to evaluate the frequency of aeroallergens in allergic patients in our region.
Method: 1078 patients (2-18 years) who applied to the pediatric allergy immunology outpatient clinic between September 2017- March 2018 were included to the study. The demographic and clinical characteristics of 642 patients with at least one allergic sensitization in the skin prick test were evaluated retrospectively. Total IgE levels, peripheral eosinophil counts in the blood, aeroallergen sensitivities in skin prick test were evaulated from the patient’s files. The study was approved by the Ethics Committee of the Alanya Alaaddin Keykubat Medical Faculty.
Results: In 642 of the patients (59.5%), a positive response was observed against at least one aeroallergen. Among patients, 34.8% had asthma, 73.7% had allergic rhinitis, 12.6% had atopic dermatitis, and 3% had chronic urticaria. 24.8% of the patients (159) had more than one allergic disease. When the evaulation of the patients with positive skin prick test, 57.3% were male and 42.7% were female. The mean age was 8.49 +/- 4.15 years. The sensitivity of house dust mites was the most common (76.1%). In the second and third frequency, molds (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) and grass and cereal pollen (39.8%) sensitivity were observed. Other determined aeroallergen sensitivity frequencies were; weed pollen mixture (24.6%), trees pollen mixture (21.7%), cockroach (17.8%), cat hair (31.2%), olive tree (20%). The mean serum total IgE level was 215.6 IU/ml and the mean eosinophil count was 410.63/mm³.
Conclusion: Detection of responsible allergens is important to control symptoms and to give the chance the course of the disease with immunotherapy in the selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
Burhan Apilioğulları, Sami Ceran, Gürcan Koşal, Ahmet Dumanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
TracheabronchIal ForeIgn Body AspIratIons In ChIldren
Yabancı cisim aspirasyonu (YCA) pediatrik yaş grubunda sık görülen ciddi bir sorundur. Tanı ve müdahale de gecikme hayatı tehdit eden bir duruma neden olabilir. Özellikle 3 yaş altı çocuklarda çevreye ve objelere karşı artan ilgi vardır ve nöromuskuler mekanizmaları yeterince gelişmemiştir. Molar dişlerinin olmaması, çiğneme işleminin efektif yapılamaması gibi etkenler de özellikle YCA bu yaş grubunda yüksek olmasının başlıca nedenleridir. YCA’ya maruz kalmış hastanın tanıdan hemen sonra, rijit bronkoskopi imkânının bulunduğu bir hastaneye zaman kaybetmeden sevk edilmesi hayati önem taşımaktadır. Biz bu çalışmamızda, kliniğimizde müdahale edilen 47 hastayı retrospektif olarak, başvuru anındaki klinik semptomu, yaş, cinsiyet, yabancı cismin (YC) natürü, yerleşim yeri, pozitif radyolojik bulgu, olay anı ile hastaneye başvurduğu zamanı olarak inceledik.
47 hastanın; 29 erkek (%63), 18 bayandı (%37), yaşları 3 ay ile 8 yaş arasında değişmekteydi. 37 hastanın yaşı (%80) 3 yaşın altındaydı. Hastaların başvuru anında asıl şikayet olarak, 37’nde öksürük (%80), 23 hastada hırıltılı solunum (%50), 15 hastada nefes darlığı (%32,6), 5 hastada geçmeyen enfeksiyon (%10,8), 2 hastada yüksek ateş (%4,3) vardı. 37 hastada (%78) çıkartılan yabancı cisim organik kökenli (çekirdek içi veya kabuğu, fıstık, fındık parçaları ve benzeri) iken 10 hastada (%22) inorganik yabancı cisime rastlandı (kalem ucu, oyuncak parçası, sibop, plastik parçalar gibi.).YC 18 hastada (%39) sağ ana bronşta, 25 hastada (%51) sol ana bronşta, 4 hastada (8,7) ise trakeada yerleşmişti. 18 hastanın (%39) radyolojik olarak herhangi bir bulgusu yoktu, 11 hastada (%23,9) anamnez mevcut ancak göğüs muayenesinde dinleme bulgusu normaldi, 23 hasta olay olduktan sonraki ilk 24 saat içinde kliniğimize başvurmuşken, 24 hasta olay olduktan sonraki 24 saati geçen zaman diliminde kliniğimize başvurmuştu.
Çalışmamızın sonuçları genel olarak literatüre uyumlu olmakla beraber, YC yerleşim yeri açısından %51 ile sol ana bronşun öne çıkmasıyla literatürden farklılık gösterdi.
Foreign body aspiration (FBA) is a serious problem especially in pediatric age group. Delay in diagnosis and intervention can lead to a life-threatening condition. Young children are more concerned with the environment and neuromuscular mechanisms do not develop sufficiently. Factors such as lack of molar teeth and failure to perform chewing are the main causes of high FBA in children under 3 years of age. It is of vital importance that the patient is referred to a hospital where a rigid bronchoscopy can be performed quickly after the diagnosis. We retrospectively evaluated 47 patients who were treated in our clinic such as clinical symptoms, age, gender, foreign body (FB), location, positive radiological findings, and duration of stay.
47 patients; 29 male (63%), 18 female (37%), age ranging from 3 months to 8 years. The age of the 37 patients (80%) was below the age of 3 years. The main complaint at the time of admission was cough (80%) in 37 patients, wheezing in 23 patients (50%), shortness of breath in 15 patients (32.6%), infection in 5 patients (10.8%), high in 2 patients. there was fever (4.3%). In 37 patients (78%), the foreign body was of organic origin (such as inside or outside the shell, peanuts, hazelnut pieces) while in 10 patients (22%), an inorganic foreign object was found (such as a pen tip, a toy part, plastic parts, etc.). FB was located in the right main bronchus in 18 patients (39%), in the left main bronchus in 25 patients (51%) and in the trachea in 4 patients (8.7). There were no radiological findings in 18 patients (39%). Although 11 patients (23.9%) were anamnesis, their findings were normal. Twenty-three patients applied to our clinic within the first 24 hours after the event, and 24 patients were admitted to our clinic 24 hours after the event.
Although the results were generally consistent with the literature, the left main bronchus was 51% in terms of the localization of FB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnfravezikal Obstrüksiyon Nedeni Olan Akkiz Üretra Darlıklarında Tedavi Yaklaşımlarımız
Ali Acar, Mehmet Kılınç, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Mehmet Yasin Çelebi
Araştırma makalesi
Özeti
İnfravezikal Obstrüksiyon Nedeni Olan Akkiz Üretra Darlıklarında Tedavi Yaklaşımlarımız
Approachs In The Management Ofacute Urethral StrIcture InfravezIkal ObstructIon
infravezikal obstrüksiyon nedeni olan akkiz üretral darlıklar erkeklerde sıklıkla, kadınlarda nadiren gelişen patolojiler olmaktadır. İnfeksiyona ve travmaya sekonder gelişmektedir. Darlıklar idrar akımını engelleyerek yukarı üriner yollarda progresif hasara sebep olması nedeni ile önem kazanmaktadır. Kliniğimizde son 10 yılda yaş ortalaması 58 olan tamamı erkek 243 hastada üretra darlığı belirlenmiştir. Tanıda fizik muayene, retrograt üretrografi, İntravenöz Pyelolografi(IVP) + Postvoiding sistogram, üretroskopi ve üretrografiden yaralanıldı. Yüzelli(150) hastaya internal üretrotomi, 38 hastaya üretral dilatasyon, 10 hasataya otis üretrotomi, 36 hastanın mesane boynuna TUR, 6 hastaya üretroplasti ve 3 hastaya rail-road üretroplasti uygulanmıştır. Ortalama dört(4) yıl takiple internal üretrotomi uygulananların %60’ında darlık tekrarlamaları, dilatasyon uygulananların %75’inde 6 ayda bir dilatasyon gereksinimi, mesane boynuna TUR uygulananların %10’unda darlık tekrarlamaları, açık rail-road üretroplasti vakalarının %60’ına internal üretratomi uygulamaları gereksinimi ortaya çıkmıştır. Teknik gelişmelere rağmen üretra darlıkları devamlı takip gerektiren birpataloji olma özelliğini muhafaza etmektedir.
Infravesical obstruction as a result of acute üretral stricture was a common pathology in males and a rare pathology in female. İt developed secondary to infection and trauma. İt gain importance because by preventing urine flovv it produce upper urinary tract damage. İn our clinic a total of 243 patients with a mean age of 58 years have shown to have üretral stricture during last 10 years. We benifit from their physical examination, retrograde uretherografhy, IVP+postvoiding cystogram, ultrasonography and uretherography. İnternal urethrotomy was applied for 150 patients, bladder neck TUR for 36 patients, urethroplasty for 6 patients and rail-road urethroplasty for 3 patients. Four years of follovv up shovved recurrent urethral narrovving in 60% of patient internal urethrotomy, 6 montly dilatation in 75% of patients vvith urehral dilatation, recurrent narrovving in 10% of patients vvith bladder neck TUR and internal urethrotomi in 60% of patients vvith rail-road uretroplasty. Inspite of a new developed techniçues for urethral stricture it keep its recurrent, narrovving especialty which recquires continous follovv up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kuru Göz Hastalarında Otolog Serum Uygulamasının Etkinliği
Nazmi Zengin, Ahmet Özkağnıcı, Mehmet Kemal Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Kuru Göz Hastalarında Otolog Serum Uygulamasının Etkinliği
EffIcacy Of Autolog Serum ApplIcatIons In Dry Eye PatIents
Amaç: Kuru göz hastalarında otolog serum uygulanışının etkinliğinin ve olası komplikasyonlarının belirlenmesi. Yöntem: Dokuzu Sjögren sendromlu 27 hasta çalışma kapsamına alındı. Hastalara kullanmakta oldukları ilaçlara ek olarak kendi serumlarının, serum fizyolojikle %20 oranında seyreltilmesiyle elde edilen damlalardan uygulandı. Hastalar yakınmaları, gözyaşı karakteristikleri ve oküler yüzey parametreleri açısından değerlendirildi. Olası kontaminasyonu belirlemek amacıyla damlalıklardan kültür için örnekler alındı. Bulgular: Hastaların %40'ında ilk 15 gün içinde, %85’inde ise birinci ayın sonunda yakınmalarda ve oküler yüzey parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı iyileşmeler saptandı. Kültürlerin üç hastanın damlalıklarından alınan örneklerde kontaminasyon olduğunu ortaya koymasına karşın enfeksiyon ya da başkaca bir komplikasyona rastlanmadı. Sonuç: Otolog serum uygulaması diğer ilaçlarla yeterli düzelme sağlanamayan kuru göz hastalarında etkili ve güvenilir bir ek tedavi seçeneği olabilir.
Aim: To determine the eficacyandpossible complications of autulogous serum application in patients with dry eye. Methods: 27patients, nine with Sjögren’s syndrome, were included in the study. İn addition to their previous med- ications, patients were administered drops which were prepared by diluting their own serum to 20% with şaline. Symptoms, tear characteristics and ocular surface parameters were evaluated. Results: Statistlcally significant improvements in symptoms and ocular surface parameters were observed in 40% of the patients at the 15th day and in 85% of the patients at the 30th day. Tear characteristics did not show any diffference throughout the study. Although cultures revealed contamination in three patients, no clinically significant infection or any other complication was encountered. Conclusion: Autologous serum applications can be an efficient and safe adjunct treatment for dry eye patients who do not show improvement with other medications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Olgularda Retina Sinir Lifi Kalınlığının Optik Koherens Tomografi İle Değerlendirilmesi
Meydan Turan, Mehmet Kemal Gündüz, Mehmet Adam
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Olgularda Retina Sinir Lifi Kalınlığının Optik Koherens Tomografi İle Değerlendirilmesi
The Evaluatıon Of Retınal Nerve Fıber Layer Thıckness By Optıcal Coherence Tomography In Patıents Wıth Chronıc Obstructıve Pulmonary Dısease
Özet
Amaç: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan hastalarda retina sinir lifi tabakası (RNFL) ve optik sinir başı (ONH) değişikliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya ağır KOAH'lı 30 hasta ve yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 29 sağlıklı kişi alındı. Ayrıntılı bir oftalmik muayeneden sonra, ONH ve RNFL kalınlık ölçümleri optik koherens tomografi (OCT) (Stratus OCT-3) ile yapıldı. Arteriyel kan gazları (pO2 ve PCO2) ölçüldü ve KOAH hastalarının evrelemesi için solunum fonksiyon testleri yapıldı. OCT parametreleri, bağımsız t testi kullanılarak iki grup arasındaki fark karşılaştırılırken, solunum fonksiyon testleri, arter kan gazı ve RNFL kalınlık parametreleri arasındaki korelasyonu değerlendirmek için Pearson korelasyon analizi yapıldı. P değerinin 0.05'ten küçük olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: KOAH ile sağlıklı bireyler arasında optik disk alanı, kap alanı ve rim alanı açısından anlamlı fark yoktu (p> 0,05). KOAH hastalarında ortalama ve üst kadran RNFL kalınlık parametrelerinin kontrol grubuna (sırasıyla 107.9 ± 5.4 µm ve 131.31 ± 13.6 µm) göre anlamlı derecede daha kalın olduğu (sırasıyla 114.52 ± 7.7 µm ve 141.07 ± 18.2 µm) p= <0.05) bulundu. PO2 ve RSLT kalınlığı arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (r = -0.22, p = 0.33), pCO2 ve üst kadran RNFL arasında orta derecede anlamlı korelasyon bulundu (r = 0.53 ve p = 0.017) ve FEV1 / FVC ve üst kadran RNFL arasında yüksek negatif yönlü korelasyon bulundu. (r = -0.76, p = 0.003).
Sonuç: pCO2'deki artış ve FEV1 / FVC'deki azalma, artmış hipoksiyi göstermektedir. RGC ölümüyle ilişkili olan peripapiller RNFL kaybını hipoksi / iskemi kaynaklı retina ve optik disk ödemi tarafından maskelenebilir. KOAH hastalarında ortalama RNFL kalınlığındaki artışın, artmış hipoksi ile ilişkili retinal ödeme bağlı olduğu düşünüldü.
Abstract
Aim: We aimed to assess the changes in retinal nerve fiber layer (RNFL) and optic nerve head (ONH) in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD).
Patients and Methods: Thirty patients having severe COPD and 29 age and sex-matched healthy subjects were enrolled in the study. After a detailed ophthalmic examination, the ONH and RNFL thickness measurements were taken by an optical coherence tomography (OCT) (Stratus OCT-3). Arterial blood gases (pO2 and PCO2) were measured and respiratory functional tests were performed for the staging of COPD patients. The OCT parameters were compared difference between the 2 groups using independent t test, while Pearson correlation analysis was performed to assess the correlations between respiratory functional tests, arterial blood gases and RNFL thickness parameters. A p value less than 0.05 was accepted as statistically significant.
Results: There were no significant differences in optic disc area, cup area and rim area between COPD and healthy subjects (p>0.05). Parameters of mean and superior quadrant RNFL thickness were found to be significantly thicker in COPD subjects (114.52±7.7 µm and 141.07 ±18.2 µm, respectively) compared to the control subjects (107.9±5.4 µm and 131.31±13.6 µm, respectively) (p<0.05). No correlation was found between pO2 and RNFL thickness (r=-0.22, p=0.33). There was a moderate correlation between pCO2 and superior quadrant RNFL (r= 0.53 and p=0.017), and a high negative correlation between FEV1/FVC and superior quadrant RNFL (r=-0.76, p=0.003).
Conclusions: The increase in pCO2 and the decrease in FEV1 / FVC indicate increased hypoxia. Peripapillary RNFL loss associated with RGC death can be masked by hypoxia / ischemia-induced retinal and optic disc edema. Increased mean RNFL thickness in COPD patients was thought to be due to retinal edema associated with increased hypoxia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Delı Bal Zehırlenmesı
Hasan Gök, Bayram Korkut, Ahmet Altıntaş, Mehmet Tokaç
Araştırma makalesi
Özeti
Delı Bal Zehırlenmesı
WIld Honey IntoxIcatIon
Deli bal zehirlenmeleri Tiirkiye'nin Marmara ve Karadeniz bOlgelerinde stk goriilmektedir. Bu ya-ztint:da, bir deli bal zehirleinnesi olgusunda agn-bradikardi sebebiyle uygulanan atropin tedavisi ile olu§an talikardi sonueunda &ellen iskemik ST segment degi4iklikkrinden yola pktlarak selektif sot-sag koroner arteriografi yapiltin ve koroner arter hastaligt (KAH) saptadiguntz bir olguyu sun-mak istedik.
Wild honey intoxications are usually seen in Marmara and Black Sea regions in Turkey. In this report. ye present the patient with wild honey in-toxication. who showed ischemic ST segment dep-ression during tachycardia that occured after tre-memoir with turopin of severe sinusal bradycardia. We performed coronary angiogt-why because of ha-ving ST segment depression during tachycardia epi-sode and found coronary artery disease in the co-ronary angiography of the same patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Alaaddin Vural, Kemal Ödev, Ahmet Candan Durak, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
UltrasonographIc Features Of PrImary And MetastatIc LIver Cancers
Çalışma kapsamtna aldığımız 15 primer, 18 met-astatik karaciğer kanserli hastada, tümörlerin ultraso-nografik (US) özellikleri incelendi. Ilepatosellüer karsinomların ve gastrointestinal sistemden kaynak-lanan metastatik karaciğer tümörlerinin çoğunluğu hiperekoik iken; hedef yapı bull's-eve pattern meta-statik lezyonlar için spesifiktir. Metastatik karaciğer tümörlerinin büyük kısmı hipoekoik yapı arzetmek-tedir. Bu sonuçlar, primer ve metastatik karaciğer karsinomlarının ayırıcı tanısında US`nin faydalı olduğunu gösterir.
Ultrasonographic features of tumor lesions in 15 patients with hepatocellular carcinoma and 18 with metastatic liver cancer were analyzed. Hepatocellular carcinomas and metastatic liver cancers originating from the gastrointestinal tract were frequently hyper-echoic. Bull's-eye (target sign) pattern was spesific for metastases. Most of metastatic liver cancers showed hypoechoic pattern. These results indicate that ultrasonography is useful for the dillerantial di-agnosis of hepatocellular carcinoma and metastatic liver cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dırsek Pozisyonunun Ulnar Sinir İletimine Etkısı
Betigül Yürüten, Kubilay Varlı, Gülay Nurlu, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Dırsek Pozisyonunun Ulnar Sinir İletimine Etkısı
Effects Of Elbow PosItIon On ConductIon VelocIty Of The Ulnar Nerve
Kubital tune! sendromunun tanısında ulnar sinir iletim hızının dirsek, dirsek altı ve dirsek üstü seg-mentlerinde tayini gereklidir. Pratikte bu değerlendirme kol ekstansiyonda iken yapılır. Lite-ratürde dirseğin değişen açılarında ulnar sinir iletim hızının değişebilecek bildirilmektedir. Bu çalışmada dirseğin 180, 90 ve 45 derecelik açılarında, ulnar sinirin dirsek ve dirsek altı segmen-tlerinde, motor ve miks sinir iletim hızları tayin edildi. Kolun fleksiyonu ile, dirsek segmentinde mo-tor iletim hızında, istatistiksel olarak anlamlı azalma bulundu (p<0.05 ). Literatür ışığında sonuçlar tartışıldı.
The conduction velocity of the ulnar nerve must be determined in different segments; across elbow, below elbow and above elbow for diagnosis of cubi-tal tunnel syndrome. The test is usually made when the elbow is in full extension. However the position of the elbow seems to influence the conduction ve-locity of the motor axons of the ulnar nerve. In this study we determined motor and mixed nerve conduction velocities of the ulnar nerve in dif-ferent segments-across elbow and below elbow -al dillerent elbow positions (180, 90, 45). We havt found that when the elbow is flexed, the slowing of the motor conduction velocity of the ulnar nerve in across elbow segment is statistically significant. The results are discussed ander the light of the other literatures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Son Dönem Kalp Yetmezliği Tedavisinde Başarılı Batista Operasyonu
Tahir Yüksek, Kadir Durgut, Niyazi Görmüş, Ufuk Özergin, Hasan Solak
Olgu sunumu
Özeti
Son Dönem Kalp Yetmezliği Tedavisinde Başarılı Batista Operasyonu
A Successful BatIsta OperatIon In Treatment Of End-Stage Heart FaIlure
Kardiyoloji kliniğimizde mitral kapak hastalığına sekonder son dönem kalp yetmezliği (NYHA ya göre IV. Sınıf) tanısı konulan 45 yaşındaki bayan hastaya, medikai tedaviye cevap vermeyen dilate kardiyomiyopati nedeni ile parsiyel sol ventrikülektomi ve 31 No Sorin prostetik valv ile mitral valv replasmanı (Batista) operasyonu başarıyla uygulandı. Postoperatif kontrol ekokardiyografisinde preoperatife göre ejeksiyon fraksiyonunda (simps yöntemi ile) %15-20 artış saptandı. Yetmezlik bulguları tamamen gerileyen hasta postoperatif 10. günde taburcu edildi.
A successful partial left ventriculectomy and mitral valve replacement (Batista) operation with 31 No Sorin prosthetic valve performed to a 45 year old female patient for end-stage heart failure and dilated cardiomyopathy (class IV NYHA) which occured secondary to mitral valve disease and was resistant to ali medications. Postoperative control echocardiography revealed a 15-20% increase in the ejection fraction (with simps method) in comparison with preoperative echocardiography. The severe heart failure symptoms of the patient recovered and she is discharged in the 1&h d ay.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trakeobronkomegalı
Faruk Özer, Güven Bektemur, Savaş Yaşar
Araştırma makalesi
Özeti
Trakeobronkomegalı
Tracheobronchomegaly
Trakea ile santral bronVariron geniylemesi olan trakeobronkomegali etyoloji ye patogenezi hi-linmeyen seyrek rastlanan bir patolojidir. Er-keklerde re 30-40 yallarinda daha sik rastlanir. Sik-ltkla hronpktazi ye tekrarlayan bronkopulmoner enfeksiyonlar ile hirlikte hulunur. Tani bronkografi yeya hilgisayarli tomografide trakea capinin artmg oldugunun gosterilmesi ile konur. Bu makalede klinigimilde tam konan bir olgu sunuyoruz.
Tracheobronchomegaly is a rare condition with dilatation of trachea and central bronchi. It is en-countered more commonly in men and middle aged persons. Bronchiectasis and bronchopulmonary in-fections is common in this disorder. The diagnosis is established if the dilatatiton of trachea is de-monstrated by either bronchography or com-puterised tomography. In this article, we present a case of tracheobronchomegaly established in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sosyal Medya/ Akıllı Telefon Bağımlılığı Ve Uyku Kalitesinin Akademik Başarı Üzerine Etkisi: Pre-Clinic Tıp Fakültesi Öğrencilerinde Bir Retrospektif Çalışma
Şakir Gıca, Sena Yunden, Ayşegül Kırkaş, Fatma Sevil, Faik Özdengül, Mehmet ak
Araştırma makalesi
Özeti
Sosyal Medya/ Akıllı Telefon Bağımlılığı Ve Uyku Kalitesinin Akademik Başarı Üzerine Etkisi: Pre-Clinic Tıp Fakültesi Öğrencilerinde Bir Retrospektif Çalışma
The Effect Of SocIal MedIa / Smartphone AddIctIon And Sleep QualIty On AcademIc Success: A RetrospectIve Study In Pre-ClInIc MedIcal Faculty Students
Amaç: Çalışmamızın amacı klinik öncesi tıp eğitimi alan öğrencilerde akıllı telefon / sosyal medya kullanımı ve uyku ile ilgili değişkenlerin akademik başarı üzerine etkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya aynı kurumda klinik öncesi tıp eğitimi alan 226 öğrenci dahil edilmiştir. Tüm katılımcılar Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ), Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği - Yetişkin Formu (SMBÖ-YF), Akıllı-telefon Bağımlılığı Ölçeği (ATBÖ) ve çalışma için hazırlanmış Kişisel Veri Formu doldurmuştur.
Bulgular: Akıllı telefon bağımlılığı risk durumuna göre bağımlılık riski düşük olan grubun not ortalaması 71.8±8 iken, bağımlılık riski orta olan grubun 68.4±8.77 ve yüksek olan grubun ise 67.4±9.75 idi. Akıllı telefon bağımlılığı açısından düşük riskli grubun not ortalamaları yüksek riskli grubun not ortalamalarından anlamlı bir şekilde yüksekti (p=0.035). Benzer şekilde katılımcıların sosyal medya bağımlılığı toplam skorları incelendiğinde; düşük riskli grubun ortalaması 40.4±11.17, orta riskli olan grubun ortalaması 51.7±9.2, yüksek riskli grubun ortalaması ise 50.8±12.9 idi. Akıllı telefon bağımlılığı açısından yüksek riskli grubun sosyal medya bağımlılık toplam skorları orta ve düşük riskli gruptan anlamlı bir şekilde yüksekti (p<0.001). Gruplar arasında uyku süreleri, PUKİ toplam skorları arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Not ortalamaları ile ilişkili faktörler Pearson korelasyon analizi ile incelendiğinde, uyku etkinliğinin pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkisi saptanırken (r=0.19, p<0.001), ATBÖ toplam skorları, yatakta geçirilen süre gibi verilerin not ortalamaları ile negatif yönde anlamlı bir ilişkisi olduğu tespit edildi (sırasıyla r=-23, p<0.001; r=-27, p<0.05). Oluşturulan multivariate Hiyerarşik Regresyon Analizi modelinde cinsiyet, uyku etkinliği, ATBÖ ve SMBÖ-YF skorlarının not ortalamaları üzerinde etkili olduğu saptandı.
Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızın sonuçları tıp öğrencilerinin klinik öncesindeki eğitim dönemlerinde sosyal medya / akıllı telefon kullanımlarının ve uyku alışkanlıklarının akademik başarı üzerine etkili olduğunu desteklemektedir. Bilinçli sosyal medya ve akıllı telefon kullanımıyla ilgili eğitimler planlanması ve uyku alışkanlığının öneminin vurgulanması tıp eğitiminde daha donanımlı hekimlerin yetiştirilebilmesine katkı sağlayabilecek potansiyele sahiptir.
Objective: The aim of this study was to evaluate the effects of smartphone / social media use and sleep related variables on academic achievement in pre-clinical medical students.
Material and Methods: 226 students receiving pre-clinical medical education at the same institution were included in the study. All participants completed the Pittsburg Sleep Quality Index (PSQI), Social Media Addiction Scale - Adult Form (SMAS-AF), Smartphone Addiction Scale (SAS) and Personal Information Form prepared for the study. All participants were questioned Average Academic Marks (AAM). The participants were categorized as low / medium / high risk according to the scores of smartphone addiction scale.
Results: According to the risk of smartphone addiction, the mean score of AAM of the group with low dependency risk was 71.8 ± 8, the mean score of AAM of the group with the middle risk dependency risk was 68.4 ± 8.77, and the mean score of AAM of the group with the high dependency risk was 67.4 ± 9.75. The mean scores of AAM of the low-risk group in terms of smartphone addiction were significantly higher than the high-risk group (p = 0.035). Similarly, when the total scores of the participants' social media addiction are examined; the average of the low-risk group was 40.4 ± 11.17, the average of the medium-risk group was 51.7 ± 9.2, and the average of the high-risk group was 50.8 ± 12.9. Social media addiction total scores of the high risk group in terms of smartphone addiction were significantly higher than the medium and low risk group (p <0.001). There was no significant difference between sleep times and PDQI total scores between groups. When the factors associated with AAM were analyzed by Pearson correlation analysis, a positive statistically significant relationship was detected with sleep efficiency (r = 0.19, p <0.001), while a significant negative correlation was observed with total SAS score and hours spent in bed (r = -23, p <0.001; r = -27, p <0.05, respectively). A multivariate hierarchical regression analysis model suggested that gender, sleep efficiency, SAS and SMASAF scores affected AAM.
Conclusion: Use of social media / smartphone by medical students can affect sleep habits and academic success during the period of pre-clinical education. Inclusion of training on conscious use of social media and smartphone and emphasizing the importance of sleep habits in medical education have the potential to contribute to the development of better-equipped physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Lema Tavlı, Özden Vural, Şakir Tavlı, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Adenocarcznomas Of The Gallbladder
Bu yaztda, 17 safra kesesi adenokarsinontunun klinikopatolojik ozellikleri sunuldu. Histolojik tipler ile safra taslart, karaciger invazyonu ye lenf nodiilii metastazlan arasindaki iliskiler incelendi. Lenf no-data metastazlanna ye karaciger invazyonuna en sik, az diferansiye adenokarsinomda rastlandi. Safra taslan papiller adenokarsinomda sik bu-lundu.
In this study, the clinicopathologic cha-racteristics of 17 cases of carcinoma of the gall bladder was presented. The relationship between. histological types, gallstones, liver invasion and lymph node metastasis were investigated. Frequent lymph node metastasis and invasion of the liver, was encountered in the poor differentiated ade-nocarcinoma The presence of gallstones were fre-quent in papillary adenocarcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Hastalarının Akut Fizyolojik Durum Değişiklikleri İle Hasta Yakınlarında Görülen Anksiyete Ve Uyku Bozukluğu İlişkisi
Bekir Opuş, Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Alper Yosunkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Hastalarının Akut Fizyolojik Durum Değişiklikleri İle Hasta Yakınlarında Görülen Anksiyete Ve Uyku Bozukluğu İlişkisi
The RelatIonshIp Between AnxIety And Sleep DIsturbances In RelatIves Of PatIents WIth Acute PhysIologIcal Status Changes In IntensIve Care UnIt
Amaç: Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yatan hastaların genel durum ciddiyeti ile aile üyelerinde görülen akut stres semptomları arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Yerel etik kurul onayı ve yazılı bilgilendirilmiş onam alındıktan sonra, yoğun bakımda yatan 60 hastanın yakınlarında bu prospektif tanımlayıcı çalışma gerçekleştirildi. Hastaların klinik özellikleri (APACHE II skoru) kaydedildi. Birinci derece aile üyelerinin demografik verileri ve durumluluk-süreklilik kaygı ölçeği (DSKÖ) ile Pittsburgh uyku kalitesi indeksi (PUKİ) skorları YBÜ’ye kabul edildikten sonraki 24 saat içinde ve 21. Gün kaydedildi.
Bulgular: APACHE 2 ile DKÖ skorları arasında 1. günde orta düzeyde (r=0.477), 21. günde güçlü (r = 0.503) düzeyde korelasyon saptandı (p<0.05). APACHE 2 skoru ile PUKİ arasında 21. günde orta düzeyde (r = 0.503) anlamlı korelasyon bulundu. DKÖ skorları değerlendirildiğinde 1. gün cinsiyetler arasında fark yoktu. Her iki cinsiyette 21. günde DKÖ skorlarında artış saptandı, bu artış kadınlarda daha yüksekti (p=0.003). PUKİ değerlerinde 1. günde istatistiksel olarak bir fark bulunmazken, 21. günde her iki cinsiyette artış saptanmıştır (p<0.001). Uyku bozukluğundaki artış kadınlarda daha fazladır (p=0.008). Yakınlık derecesine göre analiz edildiğinde DKÖ değerleri anne ve babalarda hem 1. hemde 21. günde daha yüksek idi (p<0.001). Grup içi değerlendirmede anne ve babanın kaygılarının gün geçtikçe arttığı gözlendi (p<0.05).
Sonuç: Hastanın akut fizyolojik durumu ile kaygı düzeyi ve uyku kalitesi arasında zaman ilerledikçe giderek artan düzeyde ilişki saptanmıştır.
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between the seriousness of the clinical condition of the patients in intensive care unit (ICU) and acute stress symptoms of family members.
Patients and Methods: After local ethic committe approval and written informed consent was obtained, we carried out a prospective, descriptive study at a universty hospital in patients’ relatives. Clinical characteristics (APACHE II score) of patients was recorded. First degree relatives of 60 ICU patients provided demographic data and completed the State-Trait Anxiety Inventory Form (STAI) and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) within 24 h of ICU admission and 21 days later.
Results: There were a moderate correlation between APACHE 2 and STAI scores on day 1 (r =0.477) and a strong correlation (r = 0.503) on day 21 (p<0.05). A moderate correlation (r = 0.503) was found between APACHE 2 score and PSQI on day 21. STAI scores were not different between genders on day 1. There was an increase in both sexes in STAI scores on day 21), and the scores ere significantly more in females (p=0.003). While there was no statistically significant difference in PSQI scores on day 1, an increase was found in both sexes on day 21 (p <0.001). Female family members had more sleep disturbances (p=0.008). STAI scores were higher in both mothers and fathers on day 1 and 21 (p<0.001).
Conclusions: An increasing relationship was determined between patients' acute physiological condition and anxiety with sleep quality level of patients’ relatives as the time passed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
Coskun Ulucakoy, Ismail Burak Atalay, Recep Öztürk, Aliekber Yapar, Guray Togral, Emek Mert Duman, Bedii Safak Gungor
Araştırma makalesi
Özeti
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
ClInIcal And FunctIonal Results Of EndoprosthetIc ReconstructIon In MalIgnant Tumors Around The Elbow
Amaç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastaların klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kliniğimizde 2011-2018 yılları arasında dirsek çevresinde malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan 14 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 4'ü primer tümör (1 fibromiksoid sarkom, 1 leimyosarkom, 1 multipl miyelom ve 1 ewing sarkom) iken 10'u uzak organ metastazı (4 meme kanseri, 3 akciğer kanseri, 1 mide kanseri, 1 renal hücre kanseri ve 1 tiroid) kanser) idi. Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skoru ve Mayo dirsek performans skoru (MEPS) ve sağkalımı değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların minimum takip süresi 7 ay, maksimum takip süresi 55 aydı. Hastaların ortalama MEPS skoru 67.5 ± 12.0 (aralık, 45-90) ve MSTS skorunun ortalaması 19.4 ± 2.3 (aralık, 16-24) idi. 3 hastada takipte nüks, 7 hastada takipte exitus görüldü. Bu çalışmada hastaların medyan sağkalım süresi 44 aydı. 1 yıllık sağkalım oranı% 70.1 iken 3 yıllık sağkalım oranı% 54.5 idi.
Sonuç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastalarda ağrı ve fonksiyonel sonuçlar tatmin edicidir. Gelecekte daha geniş hasta serileri ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
Purpose: It was aimed to present the clinical and functional results of the patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow.
Methods: 14 patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor in the elbow circumference between 2011-2018 in our clinic were included in the study. While 4 of the patients were primary tumors (1 fibromixoid sarcoma, 1 leimyosarcoma, 1 multiple myeloma and 1 ewing sarcoma), 10 were distant organ metastases (4 breast cancer, 3 lung cancer, 1 stomach cancer, 1 renal cell cancer and 1 thyroid cancer). Musculoskeletal Tumour Society (MSTS) score and Mayo elbow performance score (MEPS) and survival were evaluated.
Results: The minimum follow-up period of the patients was 7 months, and the maximum follow-up period was 55 months. The mean MEPS score of the patients was 67.5 ± 12.0 (range, 45-90), and the mean of the MSTS score was 19.4 ± 2.3 (range, 16-24). Recurrence occurred at follow-up in 3 patients and exitus at follow-up in 7 patients. In this study, the median survival time of the patients was 44 months. The 1-year survival rate was 70.1% while the 3-year survival rate was 54.5%.
Conclusion: Pain and functional results are satisfactory in patients who undergo tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow. In the future, studies with larger patient series are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parmak Ucu Doku Defektlerinde Dijital Arter Perforatör Flebinin Kullanımı
Alper Ural, Fatma Bilgen, Mahmut Durak Ceviz, Mustafa Rıdvan Yanbaş, Mehmet Bekerecioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Parmak Ucu Doku Defektlerinde Dijital Arter Perforatör Flebinin Kullanımı
DIgItal Artery Perforator Flap Use In ReconstructIon Of FIngertIp Defects
Amaç: Parmak ucu defektlerinin rekonstrüksiyonunda dijital arter perforatör flebi kullanarak yapılanrekonstrüksiyonlar ile ilgili deneyimimizi bildirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Parmak defektleri nedeniyle ameliyat edilenve dijital arter perforatör flep ile rekonstrüksiyon yapılan 8 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar etyoloji, cinsiyet, yaş, komorbidite ve sonuçlar açısından değerlendirildi. Fleplerin boyutları 20 x10 mm ile 25 x20 mm arasındaydı.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 43,6 ( 19-66) idi. 8 flebin 6'sı tam olarak sağ kaldı ve sorunsuz iyileşti. Bir flepte kısmi cilt nekrozu yaşanırken 1 flep ise tamamen kaybedildi. Hiçbir hasta soğuk intoleransından veya eklem kontraktüründen şikayetçi değildi. Hastalardan birinde hafif tırnak deformitesi oluştu.
Sonuç: Dijital arter perforatör flebi(DAPF), komorbiditesi olmayan ve sigara içmeyen hastalarda parmak ucu defekti rekonstrüksiyonları için güvenilir ve çok yönlü bir fleptir. Tek aşamalı ameliyat prosedürü, flebi hazırlama kolaylığı, hızlı iyileşme ve dijital arterlerin korunması en önemli avantajlarıdır.
Aim: We aimed to report our experience of a digital artery perforator flap use in fingertip and pulp defects reconstruction
Materials and Methods: 8 patients underwent reconstruction with digital artery perforator flap for their finger defects were enrolled in the study. The patients were evaluated in terms of etiology, sex, age, comorbidities and outcomes. The size of the flaps ranged from 20 x10 mm to 25 x20 mm.
Results: The average age of the patients was 43,6 (range:19-66) years. 6 of 8 flaps survived completely and healed uneventfully.1 flap was totally lost where as 1 flap had partial skin necrosis. No patients complained of cold intolerance or residual joint contracture. Mild hooked nail deformity occurred in one of the patients.
Conclusions: The DAPF is a reliable and versatile flap for fingertip defect reconstructions in non smoker patients without comorbidities. Single-stage operating procedure, ease of harvest, rapid recovery and preservation of digital arteries are the most important advantages.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ureterosellerde Tedavı Yaklasımları
Recai Gürbüz, Ali Acar, Şükrü Çelik, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Ureterosellerde Tedavı Yaklasımları
Treatment ApplIcatIons For Ureteroceles
1984 - 1994 i r.11carr. arasznda agrist„ gibi .5.ikayetlerle miiraccat eden 11 hastantn .'rude sat, 37inde sol, ninde bi-lateral olmak r ere iireteroseller tespit edildi. Vakalartn 5'ine transuretral insizvon, 3'1-Me tran-suretral parsiyel rezeksiyon, 3 vakaya transvezikal aczk iireterosel eksizyonu, ilaveten üreteroneosistostomi uygulandı. Tedavi uygulamalarımız ye sonucları literatiirle karplagtrildt ve tartışıldı.
From 1984 to 1994. 11 patients with urererocele suffering from liank pain, dysuria, pollacuria were admitted to our hospital of these patient 5 had right ureterocele, 3 left ureterocele and 3 also bilateral ureteroceles_ .Transurethral incision for 5 cases were applied, transurethral partial resection for 3 cases, both t•ansvesical resection and ureteroneocystostomv for 3 cases. Treatment and results in the patients with ureterocele have been discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Determınatıon Of The AnxIety Level In Pregnant Women Who Admınıster To The ObstetrIcs ClInIc WIthIn The Covıd-19 PandemIa PerIod
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pıyasadakı Paraların Bakterıyolojık Incelenmesı
Emine İnci Tuncer, Bülent Baysal, Halil Özerol, Büyük Neşati
Araştırma makalesi
Özeti
Pıyasadakı Paraların Bakterıyolojık Incelenmesı
BacterIologIcaly ExamInatIon Of Money In CIrculatIon
Değişik meslek gruplarındaki kişilerden ve dilencilerden toplanan; 150 adet kağıt 1000 TL ve 150 adet metal 100-500 TL ile Merkez bankasından temin edilen toplam 30 adet kağıt 1000 TL ve 80 adet metal 100-500 TL bakteriyolojik yönden incelen-miştir. Bu paraların kapsadıkları saprofit veya patojen bakteriler araştırılmıştır. Üreyen mikroorganizmalar sıklık sırasına göre Bacillus cinsi bakteriler, Entero-koklar, Pnömokoklar, S.epidermidis, E.coli, S.aureus, Enterobakteriler, diğer Stafilokoklar, Klebsiella ve Proteusdur. Kullanılan ve henüz Merkez bankasından kullanılmaya sunulmamış yeni paralar üzerindeki mikroorganizmaların istatistiki anlamlılıkları belirlenmiş, buna göre kullanılan para-lardaki üreyen mikroorganizmaların kullanılmayan paralardakine göre anlamlı derecede yüksek oldukları gözlenmşitir. Bu bilgiler ışığında halk sağlığı yönünden gerekli tedbirlerin alınması önerilmiştir.
Used banknotes and coins obtained from dillerent occupation groups and beggars and also unused ob-tained from Central Bank were examined bacteriolog-ically. Saprophitic or pathogenic bacteria on those mo-ney were examined. Growing bacteria on cultures made from obtained money were respectively Ba-cilles sp., Enterococcus, Pneumococcus, S. epider-midis, E.coli, S.aureus, Enterobacter sp., other sto-phylococci sp. Klebsiella and Proteus. Statistical differences of observed microorganisms on, used and unused money were determined. It was observed that the amount of microorgan-isms grew on money in circulation were significant-ly higher than those were not yet in us. Some pre-cautions were proposed in respect of public health.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subclinical Vitamin D Deficiency And Non-Specific Musculoskeletal Symptoms
Abdul Baqi Durrani, Khalil Ahmed, İftikhar Athar Rasool, Ubaidullah Khan Barech, Nusrat Yousaf, Amir Hamza
Araştırma makalesi
Özeti
Subclinical Vitamin D Deficiency And Non-Specific Musculoskeletal Symptoms
SubclInIcal VItamIn D DefIcIency And Non-SpecIfIc Musculoskeletal Symptoms
Objective: To determine the frequency of subclinical vitamin D deficiency in patients with non specific musculoskeletal symptoms in a tertiary care hospital.
Study Design: Cross-sectional study
Place and Duration of Study: Department of Medicine, Bolan Medical Complex Hospital, Quetta from1st July 2018 to 30th June 2019.
Methodology: A total of 97 patients between 20 and 45 years of age were recruited after written consent. The subjects presenting with history of generalized body aches greater than six weeks were included in this study. The detail history was taken and clinical examination was done. Blood sample of each patient were collected to detect the vitamin D3 levels by radioimmunoassay kit.
Results: Mean age of the patients was 34.25±10.64 years. Mean duration of symptoms was 7.71±0.82 weeks. Male to female ratio was found to be 4:6. The frequency of vitamin D deficiency in patients with non-specific musculoskeletal symptoms was found to be 72(74.20%).
Conclusion: The frequency of subclinical vitamin D deficiency was significantly high in patients with non specific musculoskeletal symptoms
Objective: To determine the frequency of subclinical vitamin D deficiency in patients with non specific musculoskeletal symptoms in a tertiary care hospital.
Study Design: Cross-sectional study
Place and Duration of Study: Department of Medicine, Bolan Medical Complex Hospital, Quetta from1st July 2018 to 30th June 2019.
Methodology: A total of 97 patients between 20 and 45 years of age were recruited after written consent. The subjects presenting with history of generalized body aches greater than six weeks were included in this study. The detail history was taken and clinical examination was done. Blood sample of each patient were collected to detect the vitamin D3 levels by radioimmunoassay kit.
Results: Mean age of the patients was 34.25±10.64 years. Mean duration of symptoms was 7.71±0.82 weeks. Male to female ratio was found to be 4:6. The frequency of vitamin D deficiency in patients with non-specific musculoskeletal symptoms was found to be 72(74.20%).
Conclusion: The frequency of subclinical vitamin D deficiency was significantly high in patients with non specific musculoskeletal symptoms
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pankreatit
Ayşegül Bükülmez
Derleme
Özeti
Akut Pankreatit
Acute PancreatItIs
Akut pankreatit, çocuklarda akut karın ağrısının önemli bir nedenidir ve acil tedavi gerektirir çünkü hayatı tehdit edici olabilir. Akut pediatrik pankreatit insidansı artmaktadır. Her ne kadar akut pankreatit epidemiyolojisi, çocuklarda klinik bulgular ve akut pankreatit seyri genellikle yetişkinlerden farklı olsa da, yetişkin çalışmaları temelinde etiyoloji, tedavi ve sonuçlar hakkında bilgi edinilir. Çoğu durumda, inflamasyon kendini sınırlayabilir, ancak bazı durumlarda akut pankreatit, akut tekrarlayan pankreatit veya kronik pankreatit ilerleyebilir. Sekonder komplikasyonları önleyebileceğinden, çocuklarda akut pankreatit döneminde en uygun tedaviyi sağlamak gereklidir. Bu derlemede akut pankreatit epidemiyolojisi, akut pankreatit tanısında görüntüleme ve görüntüleme bulgularının rolü, tedavi yöntemleri ve tedavisi ve akut pankreatit komplikasyonları özetlenmiştir.
Acute pancreatitis is an important cause of acute abdominal pain in children and requires prompt treatment because it may become life-threatening. The incidence of acute pediatric pancreatitis is increasing. Although epidemiology of acute pancreatitis, clinical manifestations and acute pancreatitis course in children are generally different than in adults, information about etiology, management and results are obtained on the basis of adult studies. In most cases, inflammation may limit itself, but in some cases acute pancreatitis, acute recurrent pancreatitis or chronic pancreatitis may progress. It is necessary to provide optimal management in the acute period of pancreatitis in children, as this may prevent secondary conplications. In this review we summarise the epidemiology of acute pancreatitis, role of imaging and imaging findings in the diagnosis of acute pancreatitis, treatment methods and management and complications of acute pancreatitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Marfan Sendromu İle Kombine Situs İnversus Totalis
Hatice Koçak Eker, Esra Dağ Şeker
Editöre mektup
Özeti
Marfan Sendromu İle Kombine Situs İnversus Totalis
Marfan’s Syndrome CombIned WIth SItus Inversus TotalIs
Marfan Sendromu bir bağ dokusu hastalığıdır. Başlıca belirtileri
iskelet, göz ve kardiyovasküler sistemi tutmakla beraber, nadir
durumlarla birlikteliği rapor edilmiştir. Burada 4,5 yaşında bir kız
hastayı sunuyoruz. Hastanın uzun boy, artmış kulaç uzunluğu/boy
oranı, çift taraflı lens subluksasyonu, atrial septal defekt, aort kapak
yetmezliği, aort kökü genişlemesi, araknodaktili, aşırı ekstansiyona
gelebilen parmaklar, başparmak işareti ve situs inversus totalisi
mevcuttu. Marfan Sendromu’nun Situs İnversus Totalis ile birlikteliği
yalnız bir kez tanımlanmıştır. Biz literatüre katkı olarak ikinci vakayı
sunuyoruz.
Marfan Syndrome is a connective tissue disorder. Although
cardinal manifestations involve skeletal, ocular, and cardiovascular
systems, its association with rare conditions have been reported.
We present here 4,5 years-old female patient. She has tall stature,
increased arm span/height ratio, bilateral lens subluxation, atrial
septal defect, aortic valve regurgitation, aortic root dilatation,
arachnodactyly, hyperextensible fingers, thumb sign, and situs
inversus totalis. Marfan Syndrome combined with situs inversus
totalis has been described only once. We have reported the second
case as contribution to the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spor Hekimliğinde Etik Yaklaşımlar Ve Malpraktis
Sabriye Ercan, Hüseyin Tolga Acar, Berke Aksöz
Derleme
Özeti
Spor Hekimliğinde Etik Yaklaşımlar Ve Malpraktis
EthIcal Approaches And MalpractIce In Sports MedIcIne
Spor, dünya çapında birçok insan tarafından benimsenmiş ve bir yaşam şekli olarak kabul edilmiştir. Barındırdığı kardeşlik, kenetlenme ve adalet gibi ilkeler sayesinde sağlıklı yaşam için gerekli olan egzersiz bilincine katkısının yanı sıra insanların günlük yaşamlarında karşılaştıkları birçok sorunun çözümüne de katkı sağlamaktadır. Spor hekimliği pratiği, diğer hekimlik uygulamaları ile karşılaştırıldığında etik çatışmalar açısından bazı farklılıklar barındırmaktadır. Bu farklılıkların temelini, klasik hekim-hasta ilişkisine ek olarak spor hekimlerinin özellikle de profesyonel takım doktorlarının, hekim-hasta-takım ilişkisini yönetmesi oluşturmaktadır. Bu ilişkinin yönetilmesi sırasında spor hekimleri bazı etik çatışmalar ile karşı karşıya gelebilmektedir. Hekimin, sporcuya yaklaşımında ve vereceği kararlarda, dürüst ve vicdana uygun hareket etmesi gerekmektedir. Bununla beraber, hekimin sporcuya yeterli bilgi vermesi, sporcunun kendi bedeni üzerinde karar vermesini ve özgürce hareket etmesini sağlaması önemli diğer bir etik davranıştır. Takımlar ve sporcular üzerindeki özellikle finansal baskılar ve bununla birlikte sporun temelinde var olan rekabet ve başarı hırsı, spor hekimlerinin karar verme süreçlerini etkileyebilecek ikilemler yaratabilmektedir. Fakat spor hekimleri profesyonelliklerini kaybetmeden, etik ilkelere uyması beklenen kişilerdir. Bu etik ilkelere uyulmadığı takdirde, ortaya malpraktis durumları çıkabilmekte ve hekimler adli süreçlerle karşılaşabilmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte her alanda olduğu gibi spor hekimliği alanında da birçok yenilik pratik kullanıma girmektedir. Bu yeniliklerin, spor hekimliği uygulamalarının gelişmesindeki rolü oldukça önemlidir. Bununla birlikte, bu gelişmelerin yaratabileceği olası etik problemler ve optimal karar verme sürecinde, mesleki bilgilerin güncel tutulması önemlidir. Özellikle doping kullanımı gibi etik ve yasal olarak uygun olmayan durumlarla mücadelede spor hekimlerine büyük görevler düşmektedir. Bu derlemeyle, spor hekimlerinin karşılaşabileceği olası etik sorunlar ve malpraktis durumları gözden geçirilecektir.
Sport has been adopted by many people around the world and has been accepted as a way of life. It not only contributes to the consciousness of exercise required for healthy life, but also contributes to the solution of many problems that people face in their daily lives thanks to the principles such as brotherhood, interlocking and justice. The practice of sports medicine has some differences in terms of ethical conflicts compared to other medicine practices. In addition to the classical physician-patient relationship, managing the physician-patient-team relationship, especially sports team physicians, forms the basis of these differences. During the management of this relationship, sports physicians may face some ethical conflicts. The physician must act in an honest and conscientious manner in his approach to the athlete and in his decisions. However, it is another important ethical behavior that the physician provides sufficient information to the athlete and enables the athlete to decide on his own body and act freely. Particularly financial pressures on teams and athletes, as well as the competition and ambition of success that are at the core of sports, can create dilemmas that can affect sports physicians' decision making processes. However, sports physicians are people who are expected to comply with ethical principles without losing their professionalism. If these ethical principles are not followed, malpractice situations may arise and physicians may encounter judicial processes. With the development of technology, many innovations in the field of sports medicine, as in every field, come into practical use. The role of these innovations in the development of sports medicine practices is very important. However, it is important to keep professional information up-to-date in the process of possible ethical problems and optimal decision making that these developments can create. Sports physicians have a great role in dealing with ethical and legally inappropriate situations, especially the use of doping. This review will review possible ethical problems and malpractice situations that sports physicians may encounter.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açık Kalp Ameliyatlarında Antikoagülasyon Ve Nötralizasyon
Cevat Özpınar, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Sami Ceran, Hasan Solak, Güven Sadi Sunam
Araştırma makalesi
Özeti
Açık Kalp Ameliyatlarında Antikoagülasyon Ve Nötralizasyon
AntIcoagulatIon And NeutralIzatIon In Open HenrI OperatIons
Açık kalp ameliyatlarında ekstrakorporeal dolaşım (EKD) gerekli olduğu için, hasta kanı oksije-natör ve tubbing setlerdeki yabancı yüzeylerle temas etmektedir. Bu durum kanın pıhtilaşmasına yol açmaktadır. Bu nedenle EKD öncesi hasta heparinize edilmektedir. Kontrolsuz yapılan heparinizasyon-da gereğinden fazla heparin ve nötralizasyonda gereğinden fazla protamin kullanılmaktadır. EKD'daki heparinizasyonda optirnal heparin dozunu ve daha sonra nötralizasyonu kontrol için değişik testler kullanılmaktadır. Bunlar arasında en çok kullanılanı Activuted Clotting Time (ACTTdir (1). Bizde bu çalışmamızda ACT`nin hem ilaç doziarznı azaltmada hemde EKD'da antikoagülasyon güvenirliliğini sağlarnada önemli bir test olduğunu vurgulamaya çalıştık.
Because öf the necessity of extracorporeal circulation in openheart operations, the patients blood is contacted with the foreign surfaces of oxygenator and iubbing sets. This causes coagulation of blood_ For this reason, before extracorporeal circulation the patients is hepar inised. in hepariniza-tion without checking, more heparine and to neuiralized it, more prolamirze is used. In extra corporeal circulation ta ascertain optimal heparine dose and protamine dillerent tesis are used. ACT is the most used rest between thern (1). In this study, we try ta stress that ACT is on. Important test to decrease the doses and to obrain security in anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açık Kalp Ameliyatlarında Antikoagülasyon Ve Nötralizasyon
Cevat Özpınar, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Sami Ceran, Hasan Solak, Güven Sadi Sunam
Araştırma makalesi
Özeti
Açık Kalp Ameliyatlarında Antikoagülasyon Ve Nötralizasyon
AntIcoagulatIon And NeutralIzatIon In Open HenrI OperatIons
Açık kalp ameliyatlarında ekstrakorporeal dolaşım (EKD) gerekli olduğu için, hasta kanı oksije-natör ve tubbing setlerdeki yabancı yüzeylerle temas etmektedir. Bu durum kanın pıhtılaşmasına yol açmaktadır. Bu nedenle EKD öncesi hasta heparinize edilmektedir. Kontrolsuz yapılan heparinizasyonda gereğinden fazla heparin ve nötralizasyonda gereğinden fazla protamin kullanılmaktadır. EKD'daki heparinizasyonda optirnal heparin dozunu ve daha sonra nötralizasyonu kontrol için değişik testler kullanılmaktadır. Bunlar arasında en çok kullanılanı Activuted Clotting Time (ACTTdir (1). Bizde bu çalışmamızda ACT`nin hem ilaç doziarznı azaltmada hemde EKD'da antikoagülasyon güvenirliliğini sağlarnada önemli bir test olduğunu vurgulamaya çalıştık.
Because öf the necessity of extracorporeal circulation in openheart operations, the patients blood is contacted with the foreign surfaces of oxygenator and iubbing sets. This causes coagulation of blood_ For this reason, before extracorporeal circulation the patients is hepar inised. in hepariniza-tion without checking, more heparine and to neuiralized it, more prolamirze is used. In extra corporeal circulation ta ascertain optimal heparine dose and protamine dillerent tesis are used. ACT is the most used rest between thern (1). In this study, we try ta stress that ACT is on. Important test to decrease the doses and to obrain security in anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travayda Lumbal Epidural Analjezinin Yenıdoğan Üzerıne Etkılerı
Sadık Özmen, Sema Soysal, Mecit Suerdem, Ergün Onur
Araştırma makalesi
Özeti
Travayda Lumbal Epidural Analjezinin Yenıdoğan Üzerıne Etkılerı
The Effects Of Lumbar EpIdural AnalgesIa On The Newborn DurIng Labor
Bu çalışmada lumbal epidural analjezinin umb-likal kan Ol, kan gazlar, ve yenidoganın apgar sko-runa etkileri incelendi. Bu amaçla vakalar 3 gruba ayrıldı. 20 Olguya (1, grup) %0.25'lik bupivacain ile travayda lumbal epidural analjezi uygulandı. 20 Olguya (2.grup) %0.125'lik bupivacain + 50 mik-rogram fentanyl kombinasyonu ile travayda lumbal epidural analjezi uygulandı. Analjezi uy-gulanmadan doğum yapan 20 olgu (3.grup) kontrol grubu olarak alındı. Umblikal arter kanı asi-demisinin epidural analjezi uygulanan gruplarda kontrol grubuna göre önemli derecede azaldığı be-lirlendi. Epidural analjezi grupları arasında ise önemli bir fark bulunamadı. Alınan sonuçlar literatür verileri ile tartışıldı.
In this study, the effects of lumbar epidural anal-gesia on the umbliral blood plı, blood gases and apgar acore of the newborn were investigated. For !his purpose, the cases were divided into three gro-ups, in the first group, lumbar epiclıtral analgesia was applied during labor by giving 0.25'% of bu-pivacain to 20 cases. In the second group lumbar epidural analgesia was arhieved by giving 0.125 % bupivacain + 50 microgram fentanyl to 20 cases. A control group (third group) consisted of 20 cases were not giyen analgesia hefore labor. When com-pared with those of controls aridemia of the umb-lical arterial blood was significantly lower in the group who had epidural analgesia. However there was no significant dillerence between the groups in which epidural analgesia was applied. The results were discussed on the basis of literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Sıçan Gastro-Özofagal Sfinkterinde Asetılkolin'e Bağlı Kasılmalarda Felodipin, Verapamil, Nımodipin Ve Nikardipin'in İnhibıtor Etkılerı
Arzu Küçükosmanoğlu, Ekrem Çiçek, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Sıçan Gastro-Özofagal Sfinkterinde Asetılkolin'e Bağlı Kasılmalarda Felodipin, Verapamil, Nımodipin Ve Nikardipin'in İnhibıtor Etkılerı
The InhIbItory Effects Of FelodIpIne, VerapamIle, NImodIpIne And NIcardIpIne On The ContractIle Response To AcetylcholIne In Isolated Rat Gastro-Esophageal SphIneter
Sunulan bu in vitro çalışmada, sıçan gastro-özofagal sfinkterinde, asetilkoline bağlı kasılma üzerine felodipin, verapamil, nimodipin ve nikardipi-nin gevşetici etkileri araştıri1611. Sıçandan alıan gastro-özofagal sfinkter şeritleri Krebs-Ilenseleit solüsyonu içine alınarak, 10-4 M asetilkolin ile kasıldı. Plato fazı oluştuktan sonra, antagonistlerden biri kiiınülatıf konsantrasyonda (10-9-10-4 M) ilave edilerek cevaplar gözlendi. Çalışmanın diğer bölümünde ise, Ca2+-suz ortamda aseiilkolinle kasılan doku üzerine aynı antagonist kümülatıf konsantrasyonda uygulandı. Ca2+'suz ortamda asetilkoline bağlı maksimum kasılma cevabı, başlangıçta Ca2+'lu ortamda meyda-na gelen kasılmaya yakın büyüklükte oluştu. Bu du-rum asetilkoline bağlı kasılmalarda ekstraselüler Ca2+ yanında, intraselüler Ca2+ kullanıldığını da göstermektedir. Bulgular; bu dokuda kullanılan antagonistlerin inhibitör güç sıralaması= felodipin> verapamil> nimodipin=nikardipin şeklinde olduğunu, ayni inhi-bisyonun Ca2+suz ortamda meydana gelmediğini, böylece söz konusu ilaçların gastro-özofagal sfinkter kasılmaları üzerine etkili olabileceklerini ortaya koymaktadır.
In this in vitro study, the dilatory effects of felodipine, verapamile, nimodipine and nicardipine on the contractile response to acetylcholine in isolated rat esophageal splıincter were investigated. The ga,s-tro-esophageal sphincters, obtained from rats, were suspended in Krebs-lIenseleit solution and were contracted with 10-4 M acetylcholine. In this part of investigation, cumulative concentrations (10-9-10-4M) of one of the antagonists were added in the medium. Then the responses were observed. tn the other part of investigation, cumulative concentrations of the same antagonist were applied on the preparation, which was contracted with acetylcholine in the Ca2+ -free medium. The maximuın contraction response induced by acetylcholine in Ca2+ -free medium was simi lar ta the response, obtained in medium with Ca2 . It was showed that, acetylcholine used both intra-and extracellular Ca2+. The poıency of the inhibitory effects of these calcium channel blockers was felodipine>verapamile>nimodipine=nicardipine. In Ca2+-free medium, there was no inhibition. The re,s-ults suggest that, these calcium channel blockers are effective on gastro-esophageal sphincter contractions and may be tıseful in the treatment of esophageal spasm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İki Farklı Dozda Oral Ketamının Pedıatrık Premedikasyonda Kullanımının Karsılıklı Degerlendırılmesı
Sıtkı Göksu, Ünsal Öner, Nursan Tahtacı
Araştırma makalesi
Özeti
İki Farklı Dozda Oral Ketamının Pedıatrık Premedikasyonda Kullanımının Karsılıklı Degerlendırılmesı
The ComparIson Of Oral KetamIne Usage In Two DIfferent Doses For PedIatrIc PremedIcatIon
cocuklarda premedika.vvon arnactyla ketamin clegiVk doff ve yollarla uygulanmaktadir. 20'Fr kirilik iki grup olgutarda uygulandr. Farkli dozda ketamin pediatrik preniedikasyonda oral olarak verildi. Ketamin 1. gruba 4 mg/kg, 2. gruba 6 mglkg dozda 0.2 'nag kola icinde anestezi indiiksiyonundan 20 dk. once peroral verildi. Her iki gruptaki cocuklar ketamini iyi tolere etti. cocuklarm sedasyon durumlari Wilton tun sedasyon skalasina gore degerlendirildi_ Premedikasyondan 5 dk son-raki degerlerde her iki grupta istatistiksel _vOnden fork bulunmadi (p>0.05). Ancak 10. 15. ve 20. dkilardaki uyatukhk, sakin, uyuyor alma degerleri arastnda istatistiksel olarak belirgin farkldrklar go-riildii (p<0.05). 2. grupta moskeye reaksiyon daha iyi idi. Her iki grupta komplikasyon olarak nistagmus, dil d e fasikiilasyon ve oral sekresvon artut Sonucta 6 mg/kg oral ketaniin 4mglkg oral ke-tamine gore iyi sedasyon saglamasi, maske uy-gulamasma reaksiyonun daha iyi alma I.V.kateter uygulamastiza reaksiyon gostertnemesi ve lamplikasyonlartnin benzer olmasi acrsmdan taysiye edilebilir nitelikte gorüldü.
Ketamine has been applied in children in dif-ferent doses and ways for patients. Ketamine was given to the first group in dose 4 mglkg and to the second group in dose 6 mglkg mixed in 0.2 mlik-g cola 20 minutes before induction of anesthesia.,Ke-tamine was tolerated well in both groups. Sedation was evaluated according to Wilton's sedation scales. Five minutes after premedication there was no sta-tistical difference in sedation scores (p>0.05). But in the period 10., 15. and 20. minutes after pre-medication significant statistical difference was oh-served in the scores of awake, calm and asleep si-tuation (p<0_05). The second group tolerated the mask better than the first. As a complication nis-tagmus, tongue fasciculation, increase in oral sec-reafion were noticed during the procedure_ As a result oral ketamine in dose 6 mglkg was found preferable due to sedation, reaction to mask, I.V. catheter application and causing the similar complication as comparated with oral ketamine in doses, 4 mg/ k g
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnfant Ve Çocuklarda Normal Dalak Boyutlarının Ultrasonografi İle İncelenmesi
Serdar Karaköse, Ahmet Kaya, Serdar Tarhan, Aydın Karabacakoğlu, Bilge Çakır, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
İnfant Ve Çocuklarda Normal Dalak Boyutlarının Ultrasonografi İle İncelenmesi
UltrasonographIe ExamInatIon Of Normal SplenIc SIze In Infants And ChIldren
Çalışrnamızda değişik yaş gruplarındaki çocuklarda normal dalak boyutlarını saptarnada basit ve kolay uygulanabilir bir yöntem olan ultrasonografinin etkinliğini belirlemeyi amaçladık. Dalakla ilgili ol-mayan bann, pelvik, kranial problemleri nedeniyle ultrasonografik incelemeleri yapılan 2 gün ile 20 yaş arasındaki 250 hastada ökülnkr yaptık. Tüm olgularda böbrekler ve karaciğer normal ult-rasonografik görünümdeydi. Dalak kubbesi ile alt ucu arasındaki en büyük longitudinal mesafeyi hastanın normal solunumu sırasında dalak hilusunuda içeren koronal görüntülerde saptadık. Dala ğın longitudinal uzunluğu/nın yaş, boy ve ağırlık ile bağıntılarmı araştırdık. Ayrıca çeşitli yaş gruplarındaki çocuklarda normal dalak longitudinal uzunluğunun üst sınırını belirledik. Bu değerler ilk üç ay için 6 cm, 6 aya kadar 6.5 cm, 2 yaşa kadar 7.0 cm, 4 yaşda 10 cin, 15 yaşda 11.0 cin, 15-20 yaş arasında ise kızlar için 11.5 cm, ve erkekler için 13 cm dir. Dalakla ilgili patolojisi olduğu bilinen rastgele seçtiğimiz 17 olguda longitudinal çap o yaş grubu için elde ettiğimiz normal değerlerden daima büyüktü.
The aim of our study was to establish guidelines for normal splenic size of dillerent ages by using a simple and reproducible sonographic method. Two hundred fifty patients from 2 days to 20 year old, had sonography because of abdominal, pelvic and or cranial problems unrelared tv the spleen. Findings on sonograms of the liver and kidneys were normal in alI cases. The greatest longitudinal distance between the dome of the spleen and the tip was measured by obtaining a coronal wiew that included the hilum, while the patient was breathing guietly The longitudinal distance of spleen correlated with age, height and weight. Also, we determined the upper limit of normal splenic length in infants and children: splenic lenght no greater than 6 cm at 3 months, 6.5 cm at 6 rrıonths, 7 cm at 2 years, 8 cin at 4 years, 8.5 cm at 6 years, 9 cm at 8 years, 9.5 cm at 10 years, 10 cm at 12 years, 11 cin at 15 years, between 15-20 years for girls 18.5 cm and for boys 130 cm. Seventeen patients with known abnormalities of the spleen were randoinly sclected and the lenght of the spleen exceeded the upper limit of normal for that age.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migrende Beyın Safı Işıtsel Uyarılmış Potansıyellerı
Betigül Kayserili, Bülent Oğuz Genç, Nurhan İlhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Migrende Beyın Safı Işıtsel Uyarılmış Potansıyellerı
BraInstem AudItory Evoked PotentIals In MIgraIne PatIents
Bu çalışmada 37 kadın, 8 erkek toplam 45 mi-grenli yeterli sayıda kontrol yakasında beyin sapı işitsel uyartılmış potansiyel (B1UP) incelemesi yapıldı. Elde edilen 1,11 ,111 1V ve V. dalga latan-slari ile 1-111 , 111-V ve 1-V dalgalar arası latans değerleri istatistik olarak analiz edildi. Migren grubunun ağrılt dönem ve'ağrısız dönem B1UP dalga ve dalgalar arası değerlerinin, normal kontrol grubuyla karşılaştirilmasında istatistik önemde fark görülmedi. Ünilateral başağrılarında da ağrılı taraf ile ağrıstz taraf B1UP latans değerlerinin karşılaştirılmasında an-lamlı bir farklılık yoktur. Sonuçlarımız ilgili literatür bilgileri ile değerlendirildi.
In this study brainstem auditory evoked potential (BAEP) responses were obtained from 45 migraine patients (consisting of 8 males and 37 females) and a sufficient number of control cases. Peak latencies (I, II, III, IV and -V) and interpeak latencies (1411, I-V) were calculated and analysed statistically. Latency values of the tıvo group (migraine pa-tients and controls) were compared. We found no sta-tistically signıficant difference between the values of migraine patients (in painless and painful periods) and the controls. In unilateral headaches comparing BAEP latency values of painful and painless sides of head was of no statistically dillerence. Our results were evaluated in the light of the relevant literature
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Salmonellozis'li Hastalarda Lam Ve Tüp Aglütinasyon (wıdal) Testlerının Karşılaştırılması
Bülent Baysal, Mahmut Baykan, Halil Özerol, Emine İnci Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Salmonellozis'li Hastalarda Lam Ve Tüp Aglütinasyon (wıdal) Testlerının Karşılaştırılması
The ComparIson Of SlIde AgglutInatIon And Twbe-DIlutIon AgglutInatIon (wıdal) Tests In The PatIents WIth SalmonellosIs
Bu Çalışmamızın amacı, Salmonella (typhi ve para-typhi) infeksiyonlarının serolojik hızlı teşhisinde lam aglütinasyon ve tüp-dilüsyon aglütinasyon testlerinin karşılaştırmalı incelenmesi idi. Lam aglüt-nasyon testi ve tüpdilüsyon aglütinasyon testi sonuçlarının istatistiki karşılaştırması anlamsızdı. Bu yüzden Salmonella (typhi ve paratyphi) infek-siyonlarının hızlı serolojik tanısında Widal testi ye-rine basit bir lam aglütinasyon teslinin yararlı olacağı kanısına varılmıştır.
The purpose of our study was to compare the use of slide agglutination and tube-dilution agglutination test (Widal test) in the diagnosis of Salmonella (typhi and paratyphi) infectıons. It was found that both techrii4lıes gaye similar diagnostic resu. lts and dillerdnces between them were statistically insignificant. We, therefore, concluded from our studies that a sim-ple slide agglutination test might be suitable for testing a large nunıber of blood specimens instead of Widal testing for infection with Salmonella (typhi and paratyphi).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pıyasada Bulunan Farklı Ikı Ceftrıaxone Preparatının İn-Vitro Olarak Duyarlılıklarının Karşılaştırılması
Bülent Baysal, Ahmet Saniç, Mahmut Baykan, Halil Özerol
Araştırma makalesi
Özeti
Pıyasada Bulunan Farklı Ikı Ceftrıaxone Preparatının İn-Vitro Olarak Duyarlılıklarının Karşılaştırılması
In-VItro ComparIson Of Two DIfferent Com-MereIal PreparatIons Of CeftrIaxone AvaIlabk In Our Country
ülkemizde farklı firmaların piyasaya sunduğu iki ceftriaxone preparatından hazırladığımız an-tibiyogram diskleri; Oxoid firmasından sağlanan ceftriaxone diski referans kabul edilerek Kirby Bauer'in disk difüzyon tekniği kullanılarak kar-şılaştırılmıştır. Gerek standart gerekse her iki ceftriaxone pre-paratından hazırlanmış disklerle yaptığımız ça-lışmada preparatlar arasında duyarlılık açısından fark olmadığı gözlenmiş olup, S. aureus suşlarının % 44.01ii duyarlı, %48.0'i az duyarlı; E.colif % 91.7 si duyarlı; Proteus suşlarının % 76.91u duyarlı % 15.3' ünün az duyarlı olduğu saptanmıştır.
Using Kirby Bauer' s disc diffusion technique we compared two different rommercial preparations of Ceftriaxone available in our country. Ceftriaxone discs produced by the Oxoid firm were used as re-ference. Standard discs produced by the Oxoid firm were used as reference. Standard discs of the Oxoid firm and the two other Ceftriaxone discs were found to be no dilerent (han each other in sensitivity. We found 44.0 % of S. aureus strains were sen-sitive, 48.0 % less sensılive; 91.7 % of E. coli sıra-ins sensitive, 5.6 % less sensitive; 76.9 % of Proteus strains sensitive, 15.3 % less sensitive to Ceft-riwcone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta