Patolojik Spesmenlerde Plasenta Ve Umbılıcal Kord Histopatolojileri Ve Gebelik Sonuçları Arasındaki
Şirin Küçük, İrem Şenyuva
Araştırma makalesi
Özeti
Patolojik Spesmenlerde Plasenta Ve Umbılıcal Kord Histopatolojileri Ve Gebelik Sonuçları Arasındaki
Placenta And UmbIlIcal Cord HIstopathologIes In PathologIc Spesmen And RelatIonshIp Between Pregnanc
\r\n Amaç: Bu çalışmanın amacı plasenta ve göbek kord spesmenlerinin histopatolojisi incelemesi ile gebelik sonuçları arasındaki ilişkiyi saptamaktır.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Uşak Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Ana Bilim Dalı arşivinden 112 plasenta materyali retrospektif olarak tarandı. Term plasenta ölçümü, Kaufmann’ın Patolojisine göre; 37-40 hafta, boyut 18 cm, ağırlık 350-750 gr, kalınlık 2-2,5 cm olarak yapıldı. Göbek kordonunun damar sayısı, membran yapısı, koranjiyom, infarkt, hematom, hemoraji kaydedildi. Histopatolojik olarak infarkt, koryoamniyonit, subkoryonik fibrin birikimi, koryonik damarlarda konjesyon, subkoryonik kanama, corangiosis, korioanjiyom, kalsifikasyon, perivillöz fibrin birikimi, mekonyum, fibrinoid nekrozis, villit, koryonik damarın ektazisi saptandı. Cinsiyet, doğum şekli, maternal hastalık, doğum ağırlığı, anne yaşı, parite, doğum uzunluğu, baş çevresi ve 0-9 arasında APGAR skoru kaydedildi.
\r\n
\r\n Bulgular:112 plasentanın; 29 plasental infarkt vakasının 4'ünde (% 13,7), 19 korangiosis vakasının 2’sinde (% 10,5), 17 subkoryonik hemoraji vakasının 1’inde (% 5,8), 29 koryoamniyonit vakasının 2’sinde (% 6,8), 12 umbrikal kord konjesyonlu vakanın 1’inde (% 8, 3) anormal gebelik sonuçları tespit edildi. İstatistiksel olarak anlamlı sonuçlarımız subkoryonik hemoraji ile plasenta boyutu (P = 0, 004), maternal yaş ve umbilikal kord boyutu (P = 0, 0001) ve doğum ağırlığı ile plasenta ve umbilikal kord boyutları arasında saptandı (p = 0.000). Ancak bu parametreler ile gebelik sonuçları arasında bir ilişkiye rastlanmadı. Diyabet, erken doğum, ablatio plasenta ve ölü doğumla sonuçlanan ve seyreden gebeliklerde, bebek ağırlığı ile plasenta ve umbilikal kord boyutu arasında ilişki saptandı. Histopatolojik bulgular ve gebelik sonuçları arasında ise anlamlı bir ilişkiye rastlanmadı.
\r\n
\r\n Sonuç: Plasenta ve umbilikal kord örnekleri değerlendirilirken düzenli klinik takip ve yeterli anamnezin yanında gebelik sonucu üzerindeki etkiyi açıklamak için lezyonun varlığı ile birlikte lezyonun yeri ve büyüklüğü de belirtilmelidir.
\r\n
\r\n Aim: The aim of this study is to determine the relationship between pregnancy outcomes and histopathology examination of the intended placenta and umbilical cord specimens.
\r\n
\r\n Patients and Methods: 112 placenta materials were scanned as retrospective in an archive of Usak University Education and Research Hospital of Pathology Department. Term placentas measurement were based on Kaufmann’s Pathology thus; 37-40 week, size 18 cm, weight 350-750 gr, thickness 2-2,5 cm. Umbilical cord's vessel number, membrane structure, chorioangioma, infarct, hematoma, hemorrhage were recorded. Infarct, chorioamnionitis, subchorionic fibrin deposit, congestion of chorionic vessel, subchorionic hemorrhage, corangiosis, chorioangioma, calcification, perivillous fibrin deposit, an effect of meconium, fibrinoid necrosis, villitis, ectasia of a chorionic vessel were detected as histopathologic findings. Gender, mode of delivery, maternal disease, birth weight, maternal age, parity, birth length, head circumference, APGAR between 0-9 were recorded.
\r\n
\r\n Results: 112 placentas; 4 of 29 (13,7%) placental infarct, 2 of 19 (10,5 %) placental corangiosis, one of 17 (5,8%) subchorionic haemorrhage, 2 of 29 (6,8%) chorioamnionitis, one of 12 (8,3%) umbilical cord congesione cases were detected with abnormal pregnancy outcomes. Statistically significant results were found between subchorionic haemorrhage and placenta size (P = 0, 004), maternal age and umbilical cord dimension (P = 0, 0001), birth weight and placenta and umbilical cord dimensions (p = 0.000). However, no association was found between these parameters and pregnancy outcomes. Relationship between baby weight and placenta and umbilical cord size was determined in diabetic, preterm, ablatio placenta, and stillbirths and pregnancies. No significant association was found between histopathologic findings and pregnancy outcomes.
\r\n
\r\n Conclusion: When placenta and umbilical cord specimens are evaluated, the location and size of the lesion should be indicated along with the presence of the lesion in order to explain regular clinical follow-up and adequate anamnesis as well as the effect on the pregnancy outcome.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
Sennur Demirel, Ayşegül Zamani, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanın Medulla Spınalıs'ınin Servikal Segmentlerindeki Laminasyon Bölgelerının Işık Mikroskobu Düzeyınde Incelenmesı
Refik Soylu, Aydan Canbilen, Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanın Medulla Spınalıs'ınin Servikal Segmentlerindeki Laminasyon Bölgelerının Işık Mikroskobu Düzeyınde Incelenmesı
Investıgatıon Of Lamınatıon Areas In Cervıcal Segments Of The Rabbıt Medulla Spınalıs At Lıght Mıcroscope Level
Yaklaşık bir yaşında, Yeni Zelanda tipi tavşanların medulla spinaliselerinin servikal segmentlerinden transvers kesitler alındı ve bunlar myelin ve Nissl boyaları ile boyandı. Kesitlerin ışık mikroskobu ile incelenmesi sonucunda medulla spinalis'de dokuz lamina olduğu tespit edildi. Bu laminalardan altısının dorsal boynuzda, geri kalan üçünün ise ventral boynuzda bulunduğu görüldü.
Transversal cross sections of the cervical segments From the New Zealand type rabbits' spinal cords of nearly a year old have been taken and stained by myelin and Nissl stains. Nine laminae have been determined in the spinal cord when the cross sections have been examined under the light microscope. It has been observed that six of these laminae are in the dorsal horn and the other three are in the ventral horn of the spinal cord.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Investıgatıon Of Lıpofussın Pıgment In Whıte Rats At Lıght Mıcroscope Level By Hıstochemıcal Methods In Cerebellar Nucles And Neurons In Medulla Spınalıst By Age Group
1, 1.5 ve 2 yaşındaki sıçanların medulla spinalislerinin servikal, thorakal, lumbal bölümlerinde, serebellumun nukleus dentatus, nukleus globosus ve nukleus fastigi nöronlarında ve Purkinje hücrelerinde lipofussin polar, bipolar, perinükleer, ve diffuz şekillerde görüldü. Purkinje hücrelerinde ve medulla spinalisde pigment miktarı belirgin biçimde arttığı halde beyincik çekirdeklerinde bu artışın daha az olduğu tespit edildi.
The lipofuscin pigment in neurons of the cervical, thoracal and lumbal paris of the spinal cord and of the nucleus dentatus, fastigii, globosus of the cerebellum of the 12, 18, 24 months old rats was observed as polar, bipolar, diffuse and perinucleer. Although the lipofuscin accumulation was obviousiv high in neurons of the spinal cord, this increase in neurons of the cerebellar nucleus was less atan that of the spinal card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Kemal Arslan, Bülent Erenoğlu, Hande Köksal, Ersin Turan, Arif Atay, Osman Doğru
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Desarda Procedure In InguInal HernIa Surgery
Kasık fıtık cerrahisinde operasyonun başarısını nüksün
yanında hasta konforuda belirlemektedir. Yama kullanılarak
geliştirilen operasyonlar nüks gelişimini belirgin olarak azaltmakla
birlikte yamaya bağlı gelişen problemler hasta konforunu olumsuz
etkileyebilmektedir. Desarda’nın tarif ettiği yamasız teknik fizyolojiye
uygunluğu, düşük nüks oranları ve yüksek hasta konforuyla dikkati
çekmektedir. Burada Desarda tekniğini uyguladığımız hastalarımızın
sonuçları sunulmaktadır. Kliniğimize 2010-2012 tarihleri arasında
kasık fıtığı şikayeti ile başvuran hastalar çalışmaya dahil edildi.
Femoral ve nüks inguinal hernisi olanlar, 18 yaşının altındakiler, yara
iyileşmesini etkileyecek sistemik hastalığı olanlar çalışmaya dahil
edilmedi. Çalışmaya alınan hastalara Desarda prosedürü uygulandı.
Hastalar demografik özellikleri, fıtık tipleri, postoperatif komplikasyon
ve nüks açısından incelendi. Toplam 72 hastaya Desarda prosedürü
uygulandı. Hastaların 71’i erkek 1’i kadındı. Ortanca yaş 51 (18-85)
idi. Vakaların 62’si tek, 10 tanesi 2 taraflı idi. Tek taraflı vakaların
18 tanesi Modifiye Rutkow-Gilbert sınıflamasına göre Tip 2, 16
tanesi Tip 4, 14 tanesi Tip 3, 9 tanesi Tip 6, 5 tanesi Tip 1 herni idi.
Ortalama operasyon süresi tek taraflı vakalarda 34.7±11.5, iki taraflı
vakalarda 76.1±15.4 idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1.02 gün
(1-2 gün), ortama takip süresi 22.0±4.2 ay idi. Bir hastada 6.ayda
erken nüks (%1.3), 1 hastada skrotal ödem (%1.3), 3 hastada kord
ödemi (%4.1), 1’i antikoagulan kullanan 2 hastada hematom(%2.7)
gelişti. Hastaların hiçbirinde erken dönemde nonsteroid aneljezikler
dışında ek narkotik analjeziklere ihtiyaç duyulmadı ve geç dönemde
nöralji görülmedi. Desarda prosedürü uygun vakalarda ucuz, kolay
ögrenilebilen ve uygulanabilen, dokuların fizyolojisine uygun, düşük
nüks ve yüksek hasta konforu ile fıtık cerrahisinde önemli bir yöntem
olarak göze çarpmaktadır.
Successful management of inguinal hernia depends on not
only prevention of recurrence but also patient comfort. Although
recurrence is lower in procedures using prosthetic meshes,
complications related to these meshes negatively affect patient
comfort. The procedure described by Desarda, draws attention due
to lower recurrence, conformance to physiology and higher patient
comfort. In this study we present results of patients treated using
desarda procedure. Seventy two patients admitted to our clinic with
inguinal hernia between 2010 and 2012 and treated using Desarda
procedure were included in this study. Patients with recurrent
inguinal hernias, femoral hernias, patients below 18 years of age and
patients with systemic disease excluded. Demographic properties,
types of hernias, postoperative complications and recurrence of the
patients were recorded. Of the patients, 71 were male and 1 was
female. Median age was 51 (range 18-85). Median operating time was
34.7±11.5 for single sided cases and 76.1±15.4 minutes for bilateral
cases. Mean hospitalization was 1.02 days (range 1-2), mean
follow up was 22.0±4.2 months. Early recurrence was observed in 1
(1.3%) patient at 6th month. One (1.3%) patient had scrotal edema,
3 (4.1%) patients had edema of spermatic cord, 2 (2.7%) patients,
one of these using anticoagulant, developed hematomas. None of
the patients required analgesics beside routinely used non-steroid
analgesics and no neuralgia was observed. Desarda procedure is
a remarkable technique for treatment of inguinal hernias of suitable
patients, which is non-expensive, easy to learn and more physiologic
technique providing lower recurrence and higher patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
Osman Balcı
Olgu sunumu
Özeti
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
LaparoscopIc RadIcal Hysterectomy (type III) WIth PelvIc And ParaaortIc
lymphadenectomy And BIlateral OvarIan TransposItIon In A
young PatIent WIth Stage I ServIcal Cancer
Erken evre serviks kanserleri evre I ile evre IIA arasını
içermektedir ve tedavisinde radikal histerektomi ve pelvik lenf
nodu diseksiyonu uygulanmaktadır. Operasyonun laparatomi ile
yapılabilmesinin yanında laparoskopik teknolojinin gelişmesiyle
birlikte tedavide laparoskopik radikal histerektomi ve laparoskopik
lenf nodu disseksiyonu gündeme gelmeye başlamıştır. Laparoskopik
yaklaşımın daha az analjezik ihtiyacı, minimal post-operatif
rahatsızlık, daha kısa hastanede kalış süresi ve daha hızlı normal
günlük aktivitelere dönme gibi avantajlar bulunmaktadır. Bu makalede
30 yaşında erken evre serviks kanseri tanısı alan ve bu nedenle
laparoskopik radikal histerektomi (tip III), laparoskopik bilateral
pelvik paraaortik lenf nodu diseksiyonu ve ayrıca radyoterapi alma
ihtimaline karşılık overleri radyoterapi alanından uzaklaştırmak
için laparoskopik bilateral overial transpozisyon uygulanan bir olgu
sunulmaktadır. Bu operasyon her merkezde yapılamamakla birlikte
ileri tecrübe gerektirmektedir.
Early stage cervical cancers involve stage I and stage IIA. The
treatment is radical hysterectomy and pelvic lymph node dissection.
Besides the operation can be performed by laparotomy, with the
development of laparoscopic technology, the treatment has been
started with laparoscopic radical hysterectomy and laparoscopic
lymph node dissection. The advantages of laparoscopic approach
are less analgesic requirement, minimal postoperative discomfort,
shorter hospital stay and faster return to normal daily activities.
In this article, a patient was presented having early stage cervical
cancer at 30 years old; therefore, applied laparoscopic radical
hysterectomy (type III), laparoscopic bilateral pelvic para-aortic
lymph node dissection. Also, despite possibility receive radiotherapy,
laparoscopic bilateral ovarian transposition was applied due to
remove ovaries from radiation area. This operation can not be
performed at any center, because it requires advanced experience.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğanlarda 2-4 Parmak Oranının Araştırılması
Mehmet Ali Malas, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğanlarda 2-4 Parmak Oranının Araştırılması
An InvestIgatIon Of The RatIo Between Second And Fourth FIngers In Newborns
Yenidoğanlarda 2-4 parmak oranının araştırılması. Amaç: çalışmamızda miadında, düşük doğum ağırlıklı ve prematüre yenidoğanlar da el ölçümleri ve ikinci ile dördüncü parmak ölçümleri arasındaki ilişkülerin belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Yaşları 29-37 gebelik haftası arasında değişen 60 prematüre yenidoğan (Erkek 30, Kız 30), 60 miadında yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) ve 60 düşük doğum ağırlıklı yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) olgu çalışmaya alındı. Bütün vakalarda el uzunluğu, el genişliği, 2. Parmak uzunluğu 4. Parmak uzunluğu, 4. Parmak uzunluğu, 2-4 parmak [(2. Parmak uzunluğu ÷ 4. Parmak uzunluğu) x 100] ve el indeksi [(el genişliği ÷ el uzunluğu) x 100] belirlendi. Bulgular: El ölçümlerinde miadında olan yenidoğanlar da daha büyük olmak üzere gruplar arasında istatistiksel bakımdan farklılıklar tespit edildi(p<0.05). Miadında yenidoğanlar da el genişliğinde ve 2 parmak uzunluğunda kızlarda daha uzun olmak üzere cinsler arasında farklılık belirlendi (p<0.05). Bütün gruplarda alınan parametreler arasında müspet yönde kolerasyon bulundu. Ayrıca kızların 2/4 parmak indeksi miadında yeni doğanlarda daha yüksek bulundu. Miadında yenidoğanlarda el ve parmak indeksi cinsler arasında farklıydı. Sonuç: Prematüre, miadında ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğanlarda el ve ikinci ile dördüncü parmak parametrelerinin daha fazla tanımlanması ile bireysel varyasyonlar hakkında daha fazla bilgi sunulmuş olacaktır. İkinci ile dördüncü parmak varyasyonları hakkındaki bilgiler iskelet ve endokrin sistem gelişimindeki patolojilerin veya anomalilerin teşhis edilmesinde yardımcı olabilir.
Purpose: In this study, we aimed to determine the measurements and the relation between measured parameters of hand, second and fourth finger in full term, newborn with low birth weight and premature newborns. Materials and method: We were studied 60 premature newborns (Male 30, Female 30) who were aged between 29 and 37 post menstrual week and 60 full term newborns (Male 30, Female 30) and 60 newborn with low birth weight (Male 30, Female 30). In all cases, hand length, hand width, second and fourth finger lengths, hand index [(hand width ÷ hand length) x 100] and second-fourth finger index [(2nd finger length ÷ 4th finger length) x 100] were measured. Results: The measurements of hand and finger were significantly different between groups in whom it was greater in full term newborns (p<0.05). There were differences in the hand width, second finger lengths in full term newborns between sexes (p<0.05). A significant positive correlation between the hand and finger dimensions was found in the all groups. Furthermore the second/fourth finger index of male was higher in full term newborns. Hand index and second-fourth finger index were differences between male and female in full term newborn. Conclusions: With more expressions of the parameter of hand and second-fourth finger at prematüre and full term newborns and newborn with low birth weight the possibility of more information about individual variations will be given. Knowledge about normal variations in hand and second-fourth finger dimensions can help in diagnosis of pathologies or anomaly of skeleton and endocrine development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Murat Büyükdoğan, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar, Ayşegül Zamani
Araştırma makalesi
Özeti
Genetik Amaçlı Uygulanan Bir Yıllık Amniosentez Olgularının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of AmnIocentesIs Cases Made For GenetIc ExamInatIon In One-Year PerIod
Bu çalışmada kliniğimizde uygulanan amniosentez olgularının endikasyonlarını, sonuçlarını ve komplikasyonlarını değerlendirmeyi amaçladık. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde Ocak 2008 ve Ocak 2009 tarihleri arasında 617 anne adayına değişik endikasyonlarla gebeliklerinin 16–22. haftaları arasında amniosentez işlemi yapılarak sonuçlar incelenmiştir. Çalışmamızda ortalama anne yaşı 32.43±6.66 (18– 44), ortalama baba yaşı 35.79±7.42 (19–61) idi. Olguların ortalama gebelik haftası 17.68±2.82, ortalama gebelik sayısı 3.03±3.76 (1–12) idi. Çalışmamızda en büyük amniosentez endikasyonunu 272 (%44.1) olgu ile prenatal tarama testinde yüksek risk saptanan olgular oluşturmakta idi. İleri anne yaşı 203 (%32.9) olgu ile ikinci sırada yer alıyordu. Sitogenetik inceleme sonuçlarına göre 30 olguda (%4.94) kromozom anomalisi saptanmıştır, bu anomalilerin 18’i (%60) ileri yaş grubundaydı. 15 olguda Trizomi-21, 3 olguda Trizomi-18, 2 olguda Turner, 1 olguda Mozaik (46XX/XY), 4 olguda Translokasyon, 5 olguda İnversiyon tipi kromozom anomalisi saptanmıştır. 617 amniosentez sonucunda 3 (%0.48) olguda fetal kayıp gelişmiştir. İki olgu erken membran rüptürü, 1 olgu kramp ve vajinal kanama sonucu abort olmuştur. Amniosentez prenatal tanıda en çok tercih edilen, güvenilirliği yüksek ve komplikasyonların az olduğu bir invaziv prenatal tanı yöntemidir. Doğru endikasyon konulduğunda mutlaka uygulanması gereken önemli bir prenatal tanı yöntemidir.
The aim of this study is to evaluate the indications, results and complications of amniocentesis that we performed in our clinic. Between January 2008 and January 2009 at the Department of Obstetrics and Gynecology Clinic of Selcuk University Meram Medicine Faculty, 617 amniocentesis procedure were performed for many indications in their 16-22nd weeks of gestations. The outcomes were analyzed. The mean age of mother was 32.43±6.66 (18-44) and the mean age of father was 35.79±7.42 (19-61). The mean gestational week was 17.68±2.82 and mean gravidity was 3.03±3.76 (1-12). The biggest amniocentesis indication group was high risk at prenatal screening test with 272 (44.1%) cases. Followed by the advanced maternal age with 203 (32.9%). Chromosomal abnormality was found in 30 (4.94%) cases after the result of karyotype analyses, 18 (60%) of these abnormalities were found in the group of >35 years old. In 15 patients Trisomy-21, in 3 cases Trisomy-18, in 2 cases Turner, in one case mosaicism (46XX/XY), in 4 cases translocation and in 5 cases inversion type chromosomal abnormality was detected. Of the 617 amniocenteses, 3 (0.48%) had fetal losses. The cause of abortion was early membrane rupture in two cases and cramps and vaginal bleeding in one case. Amniocentesis is the most commonly preferred and reliable invasive prenatal test for prenatal diagnosis of genetic disease with minimal complications. Amniocentesis is an important prenatal diagnostic method which must be used when there is accurate indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Rekonstrüksiyonunda Kosta Koruyuculu İnternal Mammaryan Damar Yaklaşımının Ameliyat Sonrası Dönemde Ağrı Yönetimine Etkisi
Burak Sercan Erçin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Rekonstrüksiyonunda Kosta Koruyuculu İnternal Mammaryan Damar Yaklaşımının Ameliyat Sonrası Dönemde Ağrı Yönetimine Etkisi
The Effect Of RIb-SparIng Internal MammarIan Vascular Approach WIth In Breast ReconstructIon On PostoperatIve PaIn Management
Amaç: Otolog meme rekonstrüksiyonunda postoperatif dönemde kosta kıkırdağı müdahalesine bağlı olarak alıcı bölgede ağrı olur. Bu çalışmada meme rekonstrüksiyonunda alıcı saha hazırlanırken kosta koruyucu cerrahi yaklaşımının postoperatif ağrı üzerine etkisini kostal koruyucu olmayan yaklaşımla karşılaştırarak ortaya koymayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2018-2022 yılları arasında opere edilen 25 hasta dahil edildi. Gruplar internal mammarian arter (IMA) izole etme tekniklerine göre ayrıldı. Grup 1: Kosta koruyucu cerrahi uygulanan hastalar(n=9), Grup 2: Kosta kıkırdak rezeksiyonu uygulanan hastalar(n=16). Postoperatif dönemde her iki grupta da Hasta Kontrollü Analjezi pompası (HKA) kullanım süresi, kullanılan morfin dozu, erken ve geç ağrı skorları kaydedildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 49,8 idi. Postoperatif erken ve geç dönemde herhangi bir komplikasyonla karşılaşılmadı. Tüm flep transferleri başarılı oldu. Ortalama HKA süresi grup 1'de 24±1,41 saat, grup 2'de 26,31±1,62 saat idi. Grup 1'de morfin dozu 9,67±1 mg, grup 2'de 23,93±3,02 mg idi. Erken ağrı skoru grup 1'de 2,89±1,16, grup 2'de ise 5,18±1,22 idi. Geç ağrı skorları grup 1'de 2,11±0,98 ve grup 2'de 2,75±0,77 idi. Grupların morfin dozu ve erken ağrı skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,01). HKA kullanım süresi(p=0,3) ile geç ağrı skorları(p=0,07) arasında anlamlı fark yoktu (p>0,05).
Sonuç: Sonuç olarak, otolog meme rekonstrüksiyonunda alıcı bölge hazırlığında erken dönemde kostal koruyucu cerrahinin ağrıyı önemli ölçüde azalttığını düşünüyoruz.
Aim: In autologous breast reconstruction, there is pain in the recipient site due to rib cartilage intervention in the postoperative period. In this study, we aimed to reveal the effect of the rib-sparing internal mammarian vessel approach on postoperative pain in breast reconstruction by comparing it with the noncostal-sparing approach.
Patients and Methods: Between 2018 and 2022 twenty five patients underwent surgery were included in the study. Groups were divided according to internal mammary artery(IMA) exposure techniques. Group 1: Patients who underwent rib-sparing surgery(n=9), Group 2: Patients who underwent rib cartilage resection(n=16). Patient Controlled Analgesia(PCA) pump usage time, morphine dose used, and early and late pain scores were noted in both groups in the postoperative period.
Results: The mean age of the patients was 49.8 years. No complications were encountered in the early and late postoperative period. All flap transfers were successful. Mean PCA duration was 24±1.41 hours in group 1 and 26.31±1.62 hours in group 2. The dose of morphine was 9.67±1 mg in group 1 and 23.93±3.02mg in group 2. The early pain score was 2.89±1.16 in group 1 and 5.18±1.22 in group 2. Late pain scores were 2.11±0.98 in group 1 and 2.75±0.77 in group 2.
There was a statistically significant difference between the morphine dose and early pain scores of the groups (p<0.01). There was no significant difference between the duration of PCA use (p=0.3) and late pain scores (p=0.07) (p>0.05).
Conclusion: In conclusion, we think that costal sparing surgery significantly reduces pain in the early period during recipient site preparation in autologous breast r econstruction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
Gülcan Erk, Evrim Oral, Nermin Göğüş
Araştırma makalesi
Özeti
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of AnaesthesIa InductIon, MaIntenance, Recovery And CognItIve FonctIons In GerIatrIc PatIents DurIng MIdazolam-Fentanly And Sevoflurane AnaesthesIa.
Bu çalışma midazolam - fentanil kombinasyonu ile oluşturulan TİVA, ve sevofluran inhalasyonu ile sağlanan VİMA uygulamalarının geriatrik yaş grubunda anestezi indüksiyonu, idamesi, derlenme dönemi ve kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkilerini araştırmak amacı ile planlanmıştır. Bu amaçla, transuretral prostatektomi (TUR-P) uygulanacak olgular Grup S ve Grup M olarak ayrıldı. Anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup M olgularda midazolam ve fentanil iv uygulanması ile sağlandı. Her iki grupta da maske toleransı, indüksiyon zamanı, solunum refleksleri; ekstübasyon, göz açma ve adını söyleme süreleri; ve yan etkiler kaydedildi. Operasyon süresince ortalama arter basıncı ( OA B ) ve kalp atım hızı (K A H ) kaydedildi. Operasyondan önce; 2 ve 24 saat sonra olguların hemoglobin (Hg) ve oksijen saturasyonu (SpO2) değerleri not edildi; mental durum testi uygulandı Grup M olgularda. Grup S olgulara göre indüksiyon zamanı uzun, göz açma ve adını söyleme süreleri anlamlı olarak kısa bulundu ( p<0.05). KAH, Grup M olgularda, Grup S olgulara göre, operasyonun başlamasından sonra ve operasyonun 3O.dk'.sında anlamlı olarak düşük bulundu ( p<0.05 ). Kognitif fonksiyonları değerlendirme testi, gruplar arasında, her üç değerlendirme dönemi anında da farklılık göstermedi. Yirmi dördüncü saatte preoperatif değerleri ile arasında fark saptanmadı ( p>0.05). Sonuç olarak her iki anestezi yönteminin de bu yaş grubunda, stabil hemodinami sağlaması, hızlı ve rahat derlenme bulguları ile uygun birer tercih olabileceği, erken dönem kognitif fonksiyonlar üzerine birbirlerinden farklı etkileri olmadığı kanısına varıldı.
This study has been planned for investigating the effects of TİVA, vvhich is formed by the combination of midazolam-fentanyl and VİMA with inhalation of sevoflurane on the induction and maintenance of anesthesia, recovery period and cognitive functions of anesthesia in geriatric age. Patients undergoing to transurethral prostatectomy ( TUR-P ) were randomly divided two groups as Group M and S. İnduction vvas performed with midazolam and fentanyl in group M and inhalation ın Group S. Mask tolerance, induction time, reflexes of respiration, extubation, eye-opening time and time for telling his/her name, and advers effects were examined in both groups. The mean arterial blood pressure and heart rate vvere also recorded during the operation. The hemoglobin and 02 saturation values vvere recorded before the operation, 2 and 24 hours after the operation. The mental status test vvas applied. The induction time of Group M vvas found to be longer and eye-opening time and time for telling name vvere significantly shorter than Group S ( p<0.05). Heart rate vvas significantly lovver in group M 2 minutes after operation starts and at 30th minute of the operation ( p<0.05 ). The mental status test shovved no difference betvveen two groups in every mental status examining period ( p>0.05 ). There vvas no difference betvveen the preoperative values and postoperative 24 hours’ values.İn conclusion, each of the anesthesia methods can be a choice for this group of age by providing a heamodynamically stable anesthesia, fast and comfortable recovery. İn addition, the effects of these methods on early cognitive functions did not differ from each other.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kontraseptif Yöntemlerin Retrospektif Olarak
incelenmesi
Gökçe Demir, Deniz Koçoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kontraseptif Yöntemlerin Retrospektif Olarak
incelenmesi
The AnalaysIs Of ContraceptIve Methods As RetrospectIve
Bu çalışmada, Ahi Evran Üniversitesi Eğitim ve Araştırma
Hastanesi’ndeki (AEÜEAH) Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne
Başvuran Hastaların tercih ettikleri Kontraseptif Yöntemler ve
bu hizmeti alan kadınların demografik özelliklerinin incelenmesi
amaçlandı. Çalışmada Mayıs 2012-Mayıs 2013 tarihleri arasında
aile planlaması hizmeti almak için başvuran 904 olgunun kayıtları
retrospektif olarak incelendi. Verilerin istatistiksel analizinde yüzde,
ortalama ve ki-kare testi kullanılmıştır. Bulgulara göre kadınların
en yüksek sıklıkta tercih ettikleri yöntem %57.7 ile rahim içi araç
olmuştur. Rahim içi aracı sırasıyla, kondom (%23.1) ve oral
kontraseptif (%12.2) izlemiştir. Kadınların %7.0’ı ise hiçbir yöntemi
tercih etmemiştir. Kadınların yaş, öğrenim durumu ve yaşadığı
yerleşim biriminden bağımsız olarak modern yöntemlerden en
çok RİA’yı kullandıkları bulunmuştur. Ancak yaş ilerledikçe oral
kontraseptif kullanım sıklıklarının azaldığı saptanmıştır (p<0.05).
Bu bulgular doğrultusunda kadınlara daha etkili aile planlaması
hizmetleri verilmesi ve kadınların modern konraseptif yöntemler
konusunda bilinçlendirilmesi önem taşımaktadır
In this study it is aimed to examine the contraceptive methods
that the patients who applied to Clinic of Obstetricsand Gynecology
in AhiEvran University Training and Research Hospital (AEUTRH)
preferredand the demographic features of the women who got this
service. The notes of 904 cases that applied for family planning
between May, 2012 and May, 2013 were examined retrospectively
in the study. Percentage, mean and chi-square test are used in the
statistical analysis of the datum. According to the findings the most
common way the women preferred is the intra uterine devicewith
57.7%. After the intra uterine device it follows respectively condom
(23.1%) and oral contraceptive (12.2%). 7.0% of the women have
not preferred any methods. It has been found out that regardless of
age, state of education and accommodationunitthe women mostly use
RIAone of the modern methods. However, it has been ascertained
that as the time passes the frequency of using oral contraceptive
decreases (p<0.05). In parallel with these findingsit is essential to
provide the women withmore effective family planning servicesand to
raise women’s awareness about the modern contraceptive methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Özkan İlhan, Esra Arun Özer, Sümer Sütçüoğlu, Senem Alkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Assessment Of Adherence To The Treatment GuIdelIne In PatIents
hospItalIzed Due To Neonatal JaundIce
Yenidoğan sarılığı genellikle kendiliğinden düzelen, benign bir
klinik durumdur. Yenidoğan sarılığının tedavi sınırlarını belirleyen
uluslar arası kabul görmüş tedavi kılavuzları bulunmaktadır.
Araştırmamızda yenidoğan sarılığı nedeniyle hastaneye yatırılan
olgularda hiperbilirubinemi tedavi kılavuzlarına uyumun araştırılması
amaçlanmıştır. Hastanemiz Yenidoğan Kliniği’ne 1 Ocak 2009-31
Aralık 2010 tarihleri arasında yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan
olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Tüm olguların
yatış sırasındaki sarılık durumu hiperbilirubinemi tedavi kılavuzuna
göre değerlendirildi. Ciddi hiperbilirubinemi için herhangi bir klinik
risk faktörü ya da ek sorunu olan, yatış sırasındaki serum bilirubin
düzeyi tedavi gerektiren sınırda veya üzerinde olan hastalar “Tedavi
Gerektiren Bebekler”, yatış sırasında serum bilirubin düzeyi tedavi
kılavuzunda belirlenen düzeyin altında ve ciddi hiperbilirubinemi
gelişimi açısından klinik risk faktörü olmayan olgular ise “Tedavi
Gerektirmeyen Bebekler” olarak tanımlandı. Çalışma süresince
yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan, 267’si erkek (%51.5) toplam
518 olgunun ortalama gebelik yaşı 37.2±2.2 hafta olup, doğum ağırlığı
2988.3±617 gram idi. Yenidoğan sarılığı tedavisinde güncel tedavi
kılavuzuna uygun olarak yatışı yapılan hasta sayısı 391 (%75.4) idi.
Tedavi kılavuzuna göre tedavi gerektiren ve gerektirmeyen bebekler
karşılaştırıldığında gruplar arasında gebelik yaşı, doğum ağırlığı,
doğum şekli, çoğul gebelik ve akraba evliliği sıklığı açısından anlamlı
istatistiksel farklılık bulunmazken, tedavi gerektiren grupta erkek
bebek sıklığı istatistiksel olarak daha fazla idi (p=0.03). Sarılıklı
bebeklerin bilirubin ensefalopatisi gelişimini önlemek amacıyla uygun
şekilde takibinin yapılması, ancak gereksiz tetkik ve tedavilerden
kaçınılması gerektiği düşünüldü.
Neonatal jaundice is usually a self-limiting benign clinical
condition. International treatment guidelines to outline the borders
of treatment of neonatal jaundice exist. The aim of our study is to
evaluate the rationale of treatment guidelines for newborns admitted
to the hospital for jaundice. In this retrospective study, the records
of the cases admitted to the Newborn Intensive Care Unit between
January 1, 2009 and December 31, 2010 for neonatal jaundice
were reviewed. Status of jaundice on admission were evaluated on
the basis of hyperbilirubinemia treatment guideline. The newborns
who had any clinical risk factor or additional problem for severe
hyperbilirubinemia, and higher serum bilirubin level on admission
requiring treatment were designated as “Babies Need to Treatment”,
whereas the remaining as “Babies Need Not to Treatment”. Of overall
518 cases, 267 were boys (51.5%) and mean gestational age was
37.2±2.2 weeks, and birth weight 2988.3±617 gram. The number
of patients admitted in consistent with current treatment guideline
of neonatal jaundice was 391 (75.4%). The group of “Babies Need
to Treatment” showed significant relationship with the male gender
(p=0.03), whereas other parameters including gestational age,
birth weight, delivery type, multiple gestation and consanguineous
marriage were nonsignificant. We think that newborns with jaundice
should be on close follow-up in order to prevent development of
bilirubin encephalopathy, however unnecessary investigations and
treatment should be avoided as well.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
The LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of LIpofIscIn PIgment Of The Central Nervous System On Aged RabbIts HIstochemIcal Methods
Yeni Zellanda tipi beyaz tavşanlarda spinal genglion, formasyo retikularis ye medulla spinalisin üç bölgesindeki nöronlarda lipofissin polar, bipolar, periniikleer ye diffüz olarak gorüldu. Alternativ Nile Blue, Hueck metodu, Indefenol, PAS. Perasetik asit ye Sudan Black B+,• Masson-Fontana ye Long Ziehl Neelson-dir.
In this study; the lipofuscin pigment of the neuron of the spinal ganglions, formatio reticularis, three parts of the spinal cord and purkingje cells of the cerebellum of the aged white New Zealland rabbits were studied. The pigment were studied following: Alternative Nile Blue Methode +, Hueck rnethode +, PAS and indephenol +, Sudan Black B +, Schmorl methode -„ Long Ziehl Neelson -, Masson-Fontana and Chrom Alum -. The lipofuscin pigment in the Purkinje cells have never been found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
2000 Canlı Doğumda İntra Uterin Gelişme Geriliği İle Doğan Bebekler Üzerıne Bir Araştırma
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, İbrahim Erkul, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
2000 Canlı Doğumda İntra Uterin Gelişme Geriliği İle Doğan Bebekler Üzerıne Bir Araştırma
A Research On Babıes Born Wıth Intra Uterıne Growth Restrıctıon In 2000 Lıve Bırds
İUGG ile doğan bebekler, günümüzde pediatrisler için önemli bir sorun teşkil ederler. Bu tür doğumlar toplumun sosyo-ekonomik durumu ile ilişkili oldukları için özellikle gelişmekte olan ülkelerde daha fazla görüldükleri yapılan araştırmalarda gösterilmiştir (7). Yurdumuzda ise İUGG ile doğan bebeklerin insidansı ve özellikleri üzerine yapı/an bir araştırma vardır (5). Bu çalışmada 2000 vakalık seri üzerinde bu tür doğumların insidansını, anne yaşı, gebelik sayısı ve gebelik sıklığı ile olan ilişkisini araştırdık.
The newborn infants with IUGG are an important problem for pediatritions today, Because of the fact that this kind of births are releated to the socioeconomic status of population, it has been shown that these births are especially seen in the underdeveloped countries. In this investigation, we have searched the IUGG incidence and the re/ationship between IUGG and rnother's age, the number and the fri-quency of delivery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Aybike Tazegül, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
EvalatIon Of The ClInIcal And DemographIc CharacterIstIcs Of The Hysterectomy Cases Performed In Our ClInIc
Kliniğimizde 2 yıllık süre içerisinde uygulanan histerektomilerin değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2008-Aralık 2009 arasındaki 2 yıl içerisinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda çeşitli endikasyonlarla abdominal histerektomi ve vajinal histerektomi işlemleri uygulanan toplam 853 hastanın klinik ve demografik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimizde en sık histerektomi, myoma uteri endikasyonu ile gerçekleştirilmiş olup 2008-2009 yılları arasında 358 (%41.9) hastaya uygulanmıştır. İkinci en sık histerektomi endikasyonumuz jinekolojik maligniteler olup 161 (%18.8) hastaya uygulanmıştır. Kliniğimizde abdominal histerektomi (total ve subtotal) oranı %93.6 iken vajinal histerektomi oranımız %6.4 olarak saptanmıştır. Vakaların 453’ünde (%53.1) histerektominin yanı sıra bilateral salpingoooferektomi (BSO) uygulanmıştı. Abdominal histerektomi gurubunda %0.5 mesane yaralanması, %0.37 üreter yaralanması ve %0.37 barsak yaralanması görüldü. Vajinal histerektomi gurubunda 1 (%1.85) hastada mesane yaralanması oluştuğu görülmüştür. Histerektomi, myoma uteri, jinekolojik maligniteler, uterovajinal prolapsus, endometriozis ve peripartum kanama gibi çeşitli endikasyonlar nedeniyle jinekologlar tarafından en sık uygulanan operasyondur. Abdominal, vajinal ve laparoskopik histerektomi tiplerinin birbirlerine olan avantajları ve dezavantajları bilinmekle birlikte halen kliniğimizde abdominal histerektomi daha sık olarak uygulanmaktadır.
To evaluate the hysterectomies carried out in our clinic for a period of two years. The study retrospectively evaluates the clinical and demographic characteristics of the 853 patients that had abdominal hysterectomy and vaginal hysterectomy procedures with various indications for the two years from January 2008 to December 2009 in Selcuk University, Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department. In our clinic, the most common indication for hysterectomy was myoma uteri and the procedure was performed on 358 (41.9%) patients between the years 2008 and 2009. The second most common indication was gynecological malignancies and hysterectomy was performed on 161 (18.8%) patients. The ratio of abdominal hysterectomy (total and subtotal) was determined to be 93.6%, whereas the ratio of vaginal hysterectomy was 6.4%. As well as hysterectomy, bilateral salpingo ooforectomia (BSO) was also performed in 453 (53.1%) cases. We have seen 0.5% bladder injury, 0.37% ureter injury and 0.37% bowl injury in the abdominal hysterectomy group. In vaginal hysterectomy group, there was 1 case (1.85%) with bladder injury. With various indications such as myoma uteri, gynecological malignancy, uterovajinal prolapse, endometriosis and peripartum hemorrhage, hysterectomy is the most commonly performed operation by gynecologists. Although, the relative advantages and disadvantages of the abdominal, vaginal, and laparoscopic hysterectomy types are known, abdominal hysterectomy is still the most common procedure in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanin Medulla Spinalis'inin Torakal Segmentlerindeki Laminasyon Bölgelerının Işık Mikroskobu Düzeyınde İncelenmesi
Refik Soylu, Raziye Sungur, Taner Ziylan, Hasan Cüce, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanin Medulla Spinalis'inin Torakal Segmentlerindeki Laminasyon Bölgelerının Işık Mikroskobu Düzeyınde İncelenmesi
Lıght Mıcroscope Of The Lamınatıon Areas In Thoracal Segments Of The Rabbıt's Medulla Spınalıs
Bu çalışmada, tavşanın medulla spinalis'inin torakal segmentlerindeki gri maddenin sitoarkitektürü incelendi. Nöronların şekil, büyüklük, Nissl maddesi miktarı ve topografik yerleşimlerine göre, gri maddede toplam dokuz lamina belirlendi. Bu çalışmada kullanılan preparatlar Thionin (Nissl maddesi için) ve Luxol fast blue - Cresyl fast violet (myelin için) boyaları ile boyandı.
In this study, cytoarchitecture in grey matter of thoracal segments of rabbit's spinal cord was studied. Total nine lamination were determined in grey matter according to shape, greatness, Nissl substance and topographic distribution of neurons. Preparations used in this study were stained by Thionin (for Nissl substance) and Luxol fast blue-Cresyl fast violet (for myelin).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
Yalçın Kocaoğullar, Ahmet Önder Güney, Fatih Erdi, Lema Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
PrImary GlIoblastoma MultIforme Of The CervIcal Cord
Primer spinal intramedüller glioblastoma çok nadir görülen bir klinik durumdur. Bu olgu sunumu ile nadir görülen bu tümoral hastalığın özellikleri ve tedavisi hakkında bilgiler, ilgili literatür eşliğinde sunularak tartışılmaktadır. 50 yaşında erkek hasta kliniğimize özellikle son 2 aydır hızla kötüleşen bacak ve kollarda his ve kuvvet kaybı şikayeti ile başvurdu. Manyetik rezonans görüntülenmesinde spinal kordun C3 den C6 ya kadar bir lezyon tarafından genişletilmiş olduğu görüldü. Hasta opere edilerek tümoral lezyon subtotal çıkartıldı. Tümöral dokunun patolojik incelemesi sonucunda glioblastoma multiforme tanısına ulaşıldı. Sunulan bu olgu ile nadir görülen bu hastalığın ana bulguları konu ile ilgili literatür eşliğinde irdelenmektedir. Her ne kadar nadiren görülse de çok hızlı kötüleşen klinik seyri nedeniyle servikal patolojilerin ayırıcı tanısında primer spinal glioblastoma multiforme mutlaka akılda tutulmalı ve etkin bir tedavi için bir an önce tanısı konulup tedaviye başlanılmalıdır.
Primary spinal intramedullary glioblastoma is a very rarely seen clinical entity. By this case report main characteristic features and treatment strategies of this rarely seen neoplasm reported and discussed in the light of relevant literature. Fifty years old man admitted to our clinic with numbness and weakness of limbs for a year escpecially worsened last 2 months. Magnetic resonance imaging (MRI) showed expansion of the spinal cord from C3 to C6 by a lesion. The patient operated and tumoral lesion subtotally removed. The pathological results were consistent with glioblastoma multiforme. Main features of this neoplasm discussed with related literature in this report. Despite of the neoplasm’s low incidence it’s rapid progresive clinical course constrain us to make a correct diagnosis immediately to help the individuals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen İlişkili Femur Kırığı: Makat Prezentasyonunun
nadir Komplikasyonu
Nilgün Altuntaş, Mert Karaduman, Tolga Akbaş, Selçuk Kıvılcım, Murat Altay
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen İlişkili Femur Kırığı: Makat Prezentasyonunun
nadir Komplikasyonu
Femur Fracture AssocIated WIth Caesarean SectIon: A Rare
complIcatIon Of Breech PresentatIon
Makat prezantasyonunda sezaryen seksiyo ile doğum travma
oluşumu açısından daha güvenli olduğu için vajinal doğuma tercih
edilmektedir. Bu olguda makat prezentasyonunun nadir komplikasyonu
olarak sezaryen ilişkili femur kırığını sunmayı amaçladık. 36 haftalık
makat prezentasyonu nedeni ile sezaryen seksiyo ile doğan erkek
bebek doğum sonrası 3. gününde sağ bacakta şişlik gözlenerek
sellülit ön tanısı ile kliniğe yatırıldı. Yapılan incelemede sağ femur
kırığı tespit edildi ve sağ bacağı atele alınan bebeğin izlemde
sekelsiz olarak iyileştiği gözlendi. Makat geliş gibi zor vakalarda
sezaryen doğum travma riskini azaltmakta ancak tamamen ortadan
kaldırmamaktadır.
Caesarean delivery is preferred to vaginal delivery in the breech
presentation because it is safer. In this case report, we aimed to
present femur fractures associated with cesarean section as a
rare complication of breech presentation. A 2670g male infant was
delivered at 36 weeks by emergency cesarean section for breech
presentation. On the third day after the birth, he was admitted to
our hospital with a preliminary diagnosis of cellulitis because of
swelling in the right leg. The examination revealed a fracture of the
right femur. A simple immobilization of the limb in extension led to
a complete healing of the fracture without sequelae. Caesarean
delivery reduces the risk of traumatic injury of the newborn compared
to vaginal delivery, but does not eliminate this possible accidental
complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Halit Müstakim, Günhal Şatırtav, Refik Oltulu, Hürkan Kerimoğlu, Ahmet Özkağnıcı, Hüseyin Altunhan
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Results Of ScreenIng And Treatment For RetInopathy Of PrematurIty
Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp
Fakültesi, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi ve Göz Hastalıkları
polikliniğinde takip ve tedavisi yapılan prematüre bebeklerde,
prematüre retinopatisi görülme sıklığını saptamak ve tedavi
sonuçlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır. Ocak 2012 – Haziran
2014 tarihleri arasında takip edilen prematüre bebeklerin muayene
bulguları incelendi, doğum haftası ve doğum ağırlıklarına göre
gruplandırıldı. Bebeklerde prematüre retinopatisi gelişme oranı,
evrelere göre dağılımı ve tedavi durumları değerlendirildi. Çalışma
kapsamında 304 prematüre bebek değerlendirildi. Ortalama
gestasyonel yaş 31.1±2.3 (24-36) hafta, ortalama doğum ağırlığı ise
1587.58 ± 454.49 (490-3300) gram olarak saptandı. Bebeklerin 75
tanesinde (%24.7) prematüre retinopatisi izlendi. Hastalık en sık Zon
2’de (45 bebek) görülürken, en az Zon 1’de (1 bebek) görüldü. En
sık Evre 1 (43 bebek) hastalık görülürken, en az evre 3 (3 bebek)
görüldü. Evre 4 ve evre 5 olan hasta izlenmedi. Yalnızca 1 bebekte
agresif posterior prematüre retinopatisi tespit edildi. Prematüre
retinopatisi saptanan bebeklerin 45 tanesinde (%60) Plus hastalık
varlığı saptandı. Prematüre retinopatisi saptanan bebeklerin 22
tanesine (%29.3) argon lazer fotokoagülasyon tedavisi uygulandı.
Tedavi uygulanan tüm hastalarda başarı elde edildi. Gestasyonel
yaşı küçük ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde görülen prematüre
retinopatisi görme kaybına sebep olabilen ciddi bir sağlık sorunudur.
Bu hastaların takibi özenle yapılmalı ve gerekli görüldüğü durumlarda
Argon lazer fotokoagulasyon tedavisi uygulanmalıdır.
Objective of this study was to determine the incidence and
treatment results of retinopathy of prematurity among premature
infants followed in Neonatal Intensive Care Unit and Ophthalmology
Clinic, Meram Faculty of Medicine, Necmettin Erbakan University.
Premature infants followed between January 2012 and June 2014
were included in the study. Infants were grouped according to birth
weight and gestational age. Retinopathy of prematurity incidence,
stage and percentage of infants who were treated with Argon laser
were evaluated. Also, the treatment results and complications
of treatment were determined. The mean gestational age and the
mean birth weight of the 304 premature infants included in our
study were 31.1 ± 2.3 (24-36) weeks and 1587.58 ± 454.49 (490-
3300) gr, respectively. Retinopathy of prematurity was detected in
24.7% (75/304) of the followed infants. Retinopathy of prematurity
was recognized at the zone 2 (45 infants) most frequently, while
at the zone 1 (1 infant) was least frequently. Stage 1 (43 infants)
disease was occurred most frequently, however stage 3 (3 infants)
was observed least frequently. There was no premature infants in
stage 4 and stage 5. Aggressive posterior retinopathy of prematurity
was diagnosed in only one premature infant. A total of 45 (%60)
premature infants having retinopathy of prematurity had also plus
disease. Argon laser treatment was applied to 22 (%29.3) premature
infants with favorable results in all of them. As an important disease
retinopathy of prematurity composes a great risk of blindness for
infants with small gestational age and low birth weight. Argon laser
treatment of eyes with retinopathy of prematurity seems to be an
effective and safe alternative.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğan Prematüre Bebeklerde Kromozom Analizi
Sennur Demirel, Nurettin Başaran
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğan Prematüre Bebeklerde Kromozom Analizi
Chromosome StudIes In Newborn Premature Infants
Bu çalışmada Dicle üniversitesi Tip Fakültesi Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Prematüre Bebek Servisine yatan bebeklerden, ağırlıkları doğum yaşına göre az olan 96 prematüre bebeğin kromozom analizleri yapılmış, sayısal ve yapısal düzensizlikler saptanmıştır. 1- 30 gün arasındaki prematüre bebeklerin topuğundan mikro pipetle alman iki damla kanla yapılan çalışmalar sonucunda, prematüre bebeklerde kromozom düzensizlikleri yüzdesi, arka arkaya doğan seçilmemiş bebeklerdekinden yüksek, ölü doğan ya da perinatal devrede ölen bebeklerdekinden daha düşük bulunmuştur. Ayrıca arka arkaya doğan seçilmemiş bebeklerde 1/7000 olarak rastlanan (3) Trizomi - 18 Sendromu, 1/96 gibi yüksek bir oranda bulunmuştur. Yapısal kromozom düzensizlikleri gösteren bebeklerin annelerinin çoğunun hamile oldukları süre içinde, mutajenik ajanlarla (ilaçlar, hastalık etkenleri, Röntgen ışınları ve kronik alkolizm) temas etmiş oldukları tespit edilmiştir.
In this study, chromosome analysis of 96 premature babies whose weights are less than the age of birth from the babies admitted to the Premature Infant Service of Dicle University Faculty of Medicine Research and Training Hospital, were analyzed and numerical and structural irregularities were determined. As a result of studies conducted with two drops of blood taken from the heel of premature babies between 1-30 days with a micro pipette, the percentage of chromosome irregularities in premature babies was found to be higher than in non-selected babies born consecutively and lower than in babies who were stillborn or died in the perinatal period. In addition, Trisomy-18 Syndrome, which is found as 1/7000 in unselected babies born consecutively, was found with a high rate of 1/96. It has been found that most of the mothers of babies with structural chromosome irregularities have been in contact with mutagenic agents (drugs, disease agents, X-rays and chronic alcoholism) during their pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
Sevtap Darçın, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
ComparIson The DIfferent DelIvery Speeds Of LevobupIvacaIne And Fentanyl In SpInal AnesthesIa
Bu çalışmada, transüretral cerahide intratekal düşük doz levobupivakain ve fentanilin farklı enjeksiyon hızlarının hemodinami, duyusal ve motor blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Benign prostat hiperplazisi nedeniyle opere edilecek ASA II-III grubu 60 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, 22 G spinal iğne ile intratekal aralığa 7.5 mg levobupivakain + 25 μg fentanil karışımı Grup I’ deki hastalara 4 sn, Grup II’ deki hastalara ise 40 sn hızında verildi. Enjeksiyon öncesi ve sonrasında belirli aralıklarla hastaların kalp atım hızı, noninvaziv kan basınçları, duyusal blok seviyesi ve motor blok seviyesi kaydedildi. Duyusal blok seviyesi T10 olduğunda operasyona izin verildi. Hastaların demografik verileri, cerrahi süreleri ve ASA fiziksel durumlarında, kalp atım hızı, Sistolik arter basıncı, Diastolik arter basıncı ve Ortalama arter basıncı ölçümlerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Duyusal blok değerleri benzer değişimler gösteriyordu (p>0.05). Operasyon sonrasında motor blok dereceleri Grup I’de 2 iken, Grup II’de 1 olarak değerlendirildi ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p0.05). Bu çalışmada levobupivakain ile fentanil kombinasyonunun her iki infüzyon hızında da hemodinamik açıdan güvenli olduğu, ancak motor blok geri dönüşüm zamanının hızlı infüzyon yapılan grupta daha uzun olduğu gösterilmiştir.
In this study, we aimed to compare the different delivery speeds of alow dose combined solution of levobupivacaine and fentanyl on haemodynamia, sensorial and motor blockade. 60 ASA I-III patients for spinal anesthesia undergoing transuretral resection were randomly assigned into two groups by using the combined solution of 7.5 mg levobupivacaine and 25 µg fentanyl in four seconds in group I and 40 seconds in group II with 22 G spinal needle for spinal anesthesia. Heart rate, noninvasive blood pressure, sensorial and motor blockade status were evaluated both before and after injections on regular intervals. When the sensorial block level reached to T10 dermatome, the operation began. There was no statistically significant difference between patients demographic data, operation time, ASA status. There were difference was noticed between hemodynamic status of the patients between two groups (p>0.05). Changes in sensorial blockade levels were similar in both groups (p>0.05), but motor blockade level was one in Group I, while it was noticed two in Group II and it was statistically significant (p 0.05). In this study it was shown that both of the injection rates of combination of levobupivacaine and fentanyl prove stable hemodynamia, but it was shown that motor blockade regression time was longer in rapid injection group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Süleyman Uzun, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
ComprarIson Of Recovery CharacterIstIcs Of Desflurane And Isoflurane In PedIatrIc AnesthesIa
Bu çalışmada tonsillektomi ve/veya adenoidektomi geçiren çocuklarda desfluran ve isofluranın derlenme özellik leri karşılaştırıldı. Yaşları 4-12 olan 40 çocuk çalışmaya alındı ve anestezi indüksiyonundan 30 dk. önce 0.5 mg/kg midazolam oral uygulandı. Anestezi indüksiyonu için 2;2.5 mg/kg propofol ve 10 pg/kg alfentanil verildikten sonra hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve anestezi idamesi için % 1-1.5 isofluran (grup I) ve % 6-7 desfluran (grup II) uygulandı. Cerrahi başlamadan önce, hastalara postoperatif analjezi için 20 mg/kg parasetamol rektal uygulandı. Postoperatif bulantı-kusma insidansını azaltmak için 150 pg/kg deksametason verildi. Anestezik ajanlar operasyon bitiminde kesildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı saptandı. Ekstübasyon zamanı anestezik gazların kesiminden, ekstübasyona kadar geçen süre; derlenme zamanı anestezik gazların kesiminden Aldret skoru 8 oluncaya kadar geçen süre olarak tanımlandı. Ajitasyon üç puanlı skorlama ile değerlendirildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı desfluran grubunda isofluran grubuna göre anlamlı olarak kısa bulundu. Ajitasyon insidansı iki grupta benzerdi. Sonuç olarak, çocuklarda kısa süreli cerrahi girişimlerde desfluran, isoflurana göre daha hızlı derlenme sağlamaktadır.
The study compares the recovery charecteristics of desflurane and isoflurane in children undergoing tonsillectomy and/or adenoidectomy. Forty children 4-12 year of age were studied and thirty minutes prior to the induction of anesthesia, ali patients received 0.5 mg/kg midazolam orally. They were randomly assigned to receive 1-1.5 % isoflurane (group I) and 6-7 % desflurane (group II) for maintenance of anesthesia afterpatients given 2-2.5 mg/kg propofol and 10 pg/kg alfentanyl for anesthesia induction. Before surgery, patients received 20 mg/kg paracetamol rectally for postoperative analgesia. Dexamethasone 150 pg/kg was given to reduce the incidence of postoperative nausea and vomiting. Administration of anesthetic agents was terminated at the end surgery. At the end of operation extubation and recovery time determined. Extubation time was defined as the time from discontinuation of anesthetics to extubation. Recovery time was measured from the time the anesthetics were discontinued until the patients achieved a score of 8 on the Aldrete score. Agitation was evaluated by using the three-point score. Extubation and recovery time were significantly faster in the desflurane group than isoflurane group (p<0.05). İncidence of agitation was similar for both groups. As a result, desflurane provides a faster recovery than isoflurane in short-term surgery on children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
Safiye Seçil Akgün Çalışkanyürek, Duygu İlke Yıldırım, İkbal İnanlı
Araştırma makalesi
Özeti
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
The Effect Of Mental Status Of Mothers Aged 18-49 Years On AttItude To BreastfeedIng
Amaç: Son yıllarda anne sütü ve emzirme kadar kıymetli olan bir diğer husus da doğum sonrası lohusa
annelerin ruhsal durumudur. Çalışmanın amacı 18-49 yaş arası lohusaların doğum sonrası depresyon ve
anksiyete düzeylerinin emzirme tutumuna olan etkisini değerlend irmektir.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma 1 Şubat 2021 ile 1 Ağustos 2021 tarihleri arasında Aile sağlığı
merkezlerine kayıtlı olan lohusa ve yeni doğan aşısı için başvuran 18 yaş üstü, gebelik öncesi veya
gebelik döneminde psikiyatrik hastalığı olmayan 243 katılımcı i le yapılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim düzeylerinin, anne sütünün gerekliliğinin, emzirme bilgi düzeyinin ve emzirme
süresinin emzirme tutum düzeylerini etkilediği görülmüştür. Doğum haftalarına göre emzirme tutumlarını
incelediğimizde, 32 hafta öncesi doğum yapan katılımcıların emzirme tutumlarının 36 hafta ve üzerinde
doğum yapanlara kıyasla daha yüksek düzeyde olduğu görüldü (p=0,001).
Sonuç: Emzirme tutum düzeylerine etki eden en önemli değişkenin durumluk kaygı olduğu görülmüştür.
Durumluk kaygısı ve doğum sonrası depresyon düzeyi konusunda destek alan kadınların emzirme tutum
düzeyleri daha iyi olacağı için bu konu ilgili anneler ile iletişimin artırılmasının anne ve bebek sağlığını
olumlu yönde etkileyeceği söylenebilir .
Aim: Another issue that is as important as breast milk and breastfeeding today is the mental health of
postpartum mothers. The aim of the study is to evaluate the effect of postpartum depression and anxiety
levels of puerperant women aged 18-49 on breastfeeding attitude s.
Patients and Methods: This study was conducted with 243 participants over the age of 18, who did
not have any psychiatric disease before or during pregnancy, who applied for puerperal and newborn
vaccination between February 1, 2021 and August 1, 2021, registered to the central family health centers.
Results: It was observed that women's education, necessity of breast milk, breastfeeding knowledge
level and breastfeeding duration affected their breastfeeding attitude levels. When we examined the
breastfeeding attitudes according to the weeks of birth, it was seen that the breastfeeding attitudes of
the participants who gave birth before 32 weeks were at a higher level than those who gave birth at 36
weeks or more (p=0.001).
Conclusion: It is evaluated in terms of the state of the optimizable how it affects the views according to
the results. In the field of education, which receives support in state anxiety and postpartum appearance,
it can be played that the body will affect the mother and baby positively, regarding the communication in
this regard, for better general appearance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Melih Yıldız, Mehmet Şah İpek, Fesih Aktar, Banu Mutlu Özyurt, Reha Sermed Aygören
Olgu sunumu
Özeti
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Late DIagnosed CongenItal DIaphragmatIc HernIa
Konjenital diyafragma hernisi (KDH) tanısı sıklıkla rutin gebelik
bakımı sırasında prenatal ultrasonla konulur. Doğumdan sonra,
KDH olan bir bebeğin solunum semptomlarının şiddeti pulmoner
hipoplazinin derecesine bağlıdır. Etkilenen bebeklerin çoğunda
doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde solunum sıkıntısı gelişir.
Bununla birlikte, bazı bebekler defektin şiddetine bağlı olarak daha
geç bulgu verir. Defektler daha yaygın olarak sol taraftadır ve sağ
yerleşimli olanlarda sol yerleşimli olanlara göre prognozun daha
kötü olduğu rapor edilmiştir. Biz burada, yaşamın ikinci haftasında
solunum sıkıntısı gelişen ve karaciğer sağ lobu, barsak ve böbreği
içine kapsayan sağ yerleşimli diyafragma hernisi tanısı alan bir
yenidoğan bebek vakasını rapor ettik.
The diagnosis of a congenital diaphragmatic hernia (CDH) is
often made on a prenatal ultrasound examination at routine obstetric
care. After birth, the spectrum of respiratory symptoms in an infant
with a CDH is determined by the degree of pulmonary hypoplasia.
The most affected infants develop respiratory distress within the
first 24 hours of life. However, some of the infants with this defect
present later, depending to the severity of the defect. Defects are
more common on the left side, and it has been reported that patients
with right-sided defects have a worse prognosis than those with leftsided
defects. Here, we reported a case of a newborn infant with
respiratory distress developed on the second weeks of life, and which
diagnosed with right-sided diaphragmatic hernia containing part of
the right lobe of the liver, bowel and the kidney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süksinilkoline Bağlı Fasikülasyon Ve Kas Ağrılarının Önlenmesinde İki Farklı Nondepolarizan Ajanın Karşılaştırılması
Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Alper Yosunkaya, Feride Akbayrak, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Süksinilkoline Bağlı Fasikülasyon Ve Kas Ağrılarının Önlenmesinde İki Farklı Nondepolarizan Ajanın Karşılaştırılması
The ComparIson Of Two DIfferent Non-DepolarIzIng Relaxants To Prevent SuccInylcholIne FascIculatIons And MyalgIa.
Bu çalışmanın amacı süksinilkoline bağlı fasikülasyon ve kas ağrılarının önlenmesinde rokuronyum ve sisatrakuryumun etkilerinin karşılaştırılmasıdır. Bu randomize çift kör çalışmada, ASA I veya II grubundan 18-45 yaşları arasında minör cerrahi geçirecek 45 olgu kullanılacak non-depolarizan ajana göre üç gruba ayrıldı. Prekürarizasyon için grup 1 (n=15) 2 mİ % 0,9 NaCI, grup 2 (n=15) 2 mİ içinde 0,06 mg/kg rokuronyum ve grup 3 (n=15) 2 mİ içinde 0,015 mg/kg sisatrakuryum aldı. Anestezi indüksiyonu 1 mg/kg fentanil ve 2,5 mg/kg propofol ile sağlandı. Prekürarizasyon sonrası 2. dakikada 1,5 mg/kg süksinilkolin verildi ve 60 saniye sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Prekürarizasyonun yan etkileri, fasikülasyonların derecesi ve entübasyon koşulları değerlendirdi. Postoperatif 48. saatte kas ağrıları kaydedildi. Fasikülasyon şiddeti ve oranı grup 2 ’de grup 1 ve 3 ‘e göre daha düşüktü. Entübasyon koşulları ve postoperatif kas ağrıları açısından her üç grup arasında farklılık yoktu. Sonuçta süksinilkolin uygulamasından 2 dakika önce verilen 0,06 mg/kg rokuronyum, süksinilkoline bağlı fasikülasyonların önlenmesinde, 0,015 mg/kg sisatrakuryuma göre daha etkili bulundu. Ancak bu ajanlarla prekürarizasyonun postoperatif kas ağrısı oranlarının azaltmadığı görüldü..
The aim of this study was to compare the effects of rokuronyum and sisatrakuryum pretreatments for preventing succinylcholine-induced fasciculations and postoperatife myalgia. İn this double blind randomised study, 45 ASA I or II between 18-45 years-old scheduled for minör surgery allocated into three groups according to the non-depolarizing pretreatment used. Group 1 (n=15) received normal şaline; group 2 (n=15) received 0.06 mg/kg rocuronium and group 3 (n=15) received 0.015 mg/kg cisatracurium each in the same volüme (2 mİ) for precurarization. Anaesthesia induced with 1 mg/kg fentanyl and 2.5 mg/kg propofol. Two minutes after precurarization, 1.5 mg/kg succinylcholine was injected and 60 second later the trachea was intubated. Side effects of precurarization, the incidence and magnitude of fasciculations and intubating conditions were evaluated. Myalgias were recorded on postoperatife 48 hours. The incidence and magnitude of fasciculations in group 2 was lower than group 1 and 3. There was no difference in intubating conditions and postoperatife myalgias among the groups. İn conclusion 0.06 mg/kg rocuronium is better than 0.015 mg/kg cisatracurium to prevent muscular fasciculations follovving succinylcholine injection when they were given two minutes before succinylcholine. But preteatment with these agents did not reduced the incidence of postoperatife myalgia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kartagener Sendromu
Sevil Arı Yuca, Köksal Yuca, Berfin Özgökçe, Cahide Yılmaz, Serhat Avcu
Olgu sunumu
Özeti
Kartagener Sendromu
Kartagener’s Syndrome
Primer silier diskinezi otozomal resesif geçişli, silier yapı ve fonksiyonda anormalliklerle giden ve 20000 canlı doğumda bir görülen nadir bir hastalıktır. Kartagener sendromu primer siliyer diskinezi ve komplet situs inversus ile karekterizedir ve siliyer dissgenezilerin yarısını oluşturur. Burada, tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonu öyküsü olan ve iyileşmeyen pnömoni nedeni ile başvuran 12 yaşındaki erkek hasta sunulmuştur.
Primary ciliary dyskinesia is an autosomal recessive, with abnormalities in ciliary structure and function in an outgoing and 20,000 live birth, is a rare disease. Kartagener’s syndrome is characterized by the combination of primary ciliary dyskinesia and situs inversus, and occurs in approximately half of patients with ciliary dyskinesia. It presented here a 12-year-old male patient had a history of recurrent respiratory tract infections and pneumonia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Osman Balcı, Adeviye Elçi
Olgu sunumu
Özeti
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Management Of A Term Pregnant Women Who Has DIagnosed WIth
factor 7 DefIcIency WhIch PrevIous Pregnancy Was ResultIng At
vagInal ChIldbIrth
Konjenital Faktör VII eksikliği otozomal ressesif geçiş gösteren,
toplumda ortalama 1/300.000 ile 1/500.000 arasındaki sıklıkta
karşılaşılan nadir bir koagülasyon bozukluğudur. Bütün konjenital
kanama bozukluklarının %0,5’ini oluşturmaktadır. Faktör 7 eksikliği,
konjenital faktör eksiklikleri içerisinde Faktör 8, faktör 9 ve Von
Willebrand Faktör eksikliklerinden sonra dördüncü sırada gelmektedir.
Erkek ve kadınlar eşit olarak etkilenmektedir. Hastaların önemli bir
kısmı ileri yaşlara kadar asemptomatik olup, genellikle tesadüfen
yapılan tetkiklerinde kanama parametrelerinden sadece PT’nin uzun
olup, APTT’nin normal olması nedeniyle araştrılarak tanı almışlardır.
Kanama profilaksisi ya da tedavisinde taze donmuş plazma (TDP)’nın
yanı sıra, protrombin kompleks konsantreleri (PCC), plazma derived
faktör 7 (pdF7) ve rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a) konsantreleri
kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda, ilk gebeliği sorunsuz bir şekilde
vajinal doğumla sonuçlanan, fakat ikinci gebeliğinde tesadüfen faktör
7 eksikliği saptanan ve miada kadar problemsiz olarak gelen bir
gebenin sezaryen operasyonuna rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a)
ile hazırlanması ve postoperatif yönetimi sunulmaktadır.
Congenital factor VII (FVII) deficiency is an uncommon bleeding
disorder with an estimated incidence of 1/300.000-1/500.000.
Congenital Factor VII deficiency is an otosomal recessively inherited
and 0.5% of all congenital coagulation disorders. Factor 7 deficiency
is the fourth of all congenital factor deficiencies in the Factor 8, Factor
9, and lack of the Von Willebrand Factor. It affects men and women
in the same proportions. Although there is no correlation between
FVII level and bleeding risk. An important part of the patients are
asymptomatic until advanced age, often by chance, is investigating
the bleeding parameters, only PT’s long, APTT is normal due to the
received diagnosis. Fresh frozen plasma (FFP), FVII, prothrombin
complex concentrates (PCC), plasma-derived factor VII (pdFVII);
recombinant activated factor VII (rFVIIa) are used for prophylaxis
or treatment of bleeding. In this case, a pregnant woman at term
which her first pregnancy was resulting in vaginal childbirth without
any problem, but factor 7 deficiency was detected in her second
pregnancy and there was also no problem to term is presented to
cesarean operation with recombinant activated factor FVII for the
preparation and post-operative management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
Samet Özer, Serap Bilge, Resul Yılmaz, Vehbi Doğan, Selim Demir, Erkan Gökçe
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
A Rare Cause Of FacIal ParalysIs: MoebIus Syndrome
Moebius sendromu ilerleyici olmayan tam ya da parsiyel
konjenital fasiyal paralizi ile karakterize bir sendromdur. Genellikle
orofasiyal malformasyonlar, kas-iskelet sistemi defektleri, beyin
sapı displazisi ve diğer kraniyal sinir felçleri ile ilişkilidir. Moebius
sendromunun ortalama insidansı 2-20/milyondur. En sık görülme
şekli bilateral lateral rektus kası felci ve fasiyal güçsüzlüktür. Sıklıkla
5., 10., 11. ve 12. kraniyal sinirler de tutulur ve öksürük, yutma ve
çiğneme güçlüğü ve solunum yetersizliğine neden olabilir. Tam veya
parsiyel fasiyal paralizi Moebius sendromu tanısı için şarttır. Dört
aylık kız hasta doğumdan itibaren sağ gözünü tam kapatamama
ve içe bakış şikayetleri ile kliniğimize getirildi. Hasta sağ gözünü
tam kapatamıyordu, dilde atrofi ve mikrognatisi vardı. İlk bakışta
her iki gözde içe bakıyordu. Dışa bakış kısıtlılığı, ayaklarda pes
ekinovarus deformitesi ve katlantılı kulağı vardı. Dismorfik özellikleri,
mikrognati ve dilde atrofi nedeni ile kraniyal manyetik rezonans
görüntüleme yapıldı. 3D FIESTA taramada bilateral fasiyal sinirler
görüntülenemedi. Bu vaka konjenital fasiyal güçsüzlükle başvuran
hastaların ayırıcı tanısında Moebius sendromunun mutlaka akılda
tutulmasını vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
Moebius syndrome is a rare, non-progressive congenital
syndrome presenting with complete or partial facial paralysis. It is
usually associated with orofacial malformations, musculoskeletal
defects, brainstem dysplasia, and other cranial nerve palsies. Mean
incidence is 2-20/million, although there is considerable regional
variation. The most common presentation is with bilateral lateral
rectus palsies and facial diplegia. Frequently, the 5th, 10th, 11th and
12th cranial nerves are involved and may cause cough, difficulty in
chewing and swallowing, and respiratory insufficiency. Complete or
partial facial nerve palsy is necessary for a diagnosis of Moebius
syndrome. A 4-month-old girl was brought to our clinic with complaints
of inability to close her right eye completely and internal deviation in
that eye, beginning from birth. She had micrognathia and an inability
to completely close the right eye. Both eyes were turned inwards
during primary gaze. She had limited lateral gaze, a pes equinovarus
deformity in her feet, and flap ears. Cranial magnetic resonance
imaging was performed because of the dysmorphic features and
revealed micrognathia and volume loss at the tongue. Bilateral facial
nerves could not be visualised by a 3D FIESTA scan, suggesting
bilateral facial nerve agenesis. This case is presented to highlight
Moebius syndrome in the differential diagnosis of cases presenting
with congenital facial weakness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bölgemizdeki Akraba Evliliklerı İnsidansı Üzerıne Yapilan Bir Araştırma
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, İbrahim Erkul, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Bölgemizdeki Akraba Evliliklerı İnsidansı Üzerıne Yapilan Bir Araştırma
A Research On Relatıve Marrıage Incıdence In Our Regıon
Yurdumuzda akraba evlilikleri oldukça sık görülmektedir. İnsidansı konusunda yapılan çeşitli araştırmalar vardır. Bu çalışmamızda Konya Doğumevinde 2000 yaka üzerinde yapılan bir araştırmanın sonuçlarını veriyoruz.
Consanguineous marriges are frequently seen, in our country. There are several investigations on it's incidance. In this article the results of investigation which has been done in Konya maternity hospital are given.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliğin Akut Yağlı Karaciğer Hastalığı
Osman Balcı, Halime Göktepe, Alaa S. Mahmoud
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliğin Akut Yağlı Karaciğer Hastalığı
Acute Fatty LIver Of Pregnancy
Gebeliğin akut yağlı karaciğer hastalığı nadir görülen, gebeliğin en sık üçüncü trimesterinde ve nadiren postpartum dönemde kendini gösteren, ağır maternal ve fetal komplikasyonlara yol açan bir hastalıktır. Etyopatogenezi halen bilinmemektedir. Multifaktoriyel ve genetik nedenlerden söz edilmektedir. Tanısı preeklampsi, kolestatik sarılık ve viral hepatitlerden ayrıcı tanı alması ile mümkündür. Tedavisi ise doğumu takiben destek tedavisidir. Biz makalemizde 21 yaşında, 34 haftalık ilk gebeliği olan, kliniğimize geldiğinde karaciğer enzim yüksekliği dışında anormal laboratuar bulgusu olmayıp takiplerinde kısa sürede laboratuar testleri ileri derece bozulan ve gebeliğin akut yağlı karaciğer hastalığı tanısı alan bir olguyu sunduk.
Acute fatty liver of pregnancy is a rare disease that may lead to serious maternal and fetal complications. It is mostly seen in the third trimester and rarely seen in the postpartum period. The etiopathogenesis is not known. Multifactorial and genetic factors are thought to be responsible. The differential diagnosis include: preeclampsia, cholestatic jaundice and viral hepatitis. Treatment is supportive care following delivery. We presented a case of 21 years old, primigravida patient in her 34th week of pregnancy who had elevated liver enzymes, all other laboratory tests were normal on admission. Laboratory tests of the patient deteriorated within short period and acute fatty liver of pregnancy developed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siringomyelinin Eşlik Ettiği Posterior Fossa Yerleşimli Epidermoid Kist Olgusu
Ekrem Ünal, Yavuz Köksal, Mehmet Erkan Üstün, Yahya Paksoy, Meltem Energin
Olgu sunumu
Özeti
Siringomyelinin Eşlik Ettiği Posterior Fossa Yerleşimli Epidermoid Kist Olgusu
A Case Of PosterIor Fossa Located EpIdermoId Cyst AssocIated WIth SyrIngomyelIa
Amaç: Epidermoid kistler, nadir görülen ektodermal kaynaklı selim kistlerdir. Kafa içersinde görülen epidermoid tümörler serebellopontin köşe, kiasma bölgesini sıklıkla tutmakla birlikte, beyin hemisferleri ve intraventriküler boşluklarda da görülebilir. Siringomyeli spinal kanalın progresif hidrodinamik bozukluğu olup sıklıkla servikal bölgede görülmesine rağmen torasik ve lomber seviyelerde de görülebilir. Olgu sunumu: Posterior fossa epidermoid kisti ile siringomyeli birlikteliği tespit edilen dokuz yaşındaki erkek hastada posterior fossa epidermoid tümörüne müdahale sonrasında siringomyelide kendiliğinden gerileme görüldü. Sonuç: Posterior fossa tümörüne müdahale ile siringomyeli kendiliğinden gerileyebildiği için ilk olarak spinal kord kavitasyonuna müdahaleden kaçınılmalıdır.
Aim: Epidermoid cyst is an uncommon ectoderm originated benign cyst. Although intracranial epidermoid cyst may commonly occur in the cerebellopontine angle and chiasma opticum, it can be detected in cerebral hemispheres as well as intraventricular area. Syringomyelia, a progressive hydrodynamic disorder of spinal canal usually occurs in cervical region although it can be seen in thoracic and lomber portion of the spinal cord. Case report: We describe a patient with syringomyelia associated with posterior fossa located epidermoid cyst. Siringomyelia has been spontaneously regressed after the removal of the posterior fossa epidermoid cyst. Conclusion: Primary intervention to spinal cord cavitations must be avoided because it can be spontaneously regressed after the removal of the posterior fossa tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hurler Sendromunda Anestezik Yaklaşım
Aybars Tavlan, Hatice Köstekçi, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Hurler Sendromunda Anestezik Yaklaşım
AnaesthetIc Approach To Hurler Syndrome
Amaç: Hurler sendromu teşhisi konmuş 6 yaşındaki kız çocuğunda, umbilikal herni ve adenoid vejetasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişim sırasındaki anestezik yaklaşımı, literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Premedikasyon uygulanmadan operasyona alınan olguya EKG, noninvaziv arter basıncı, periferik oksijen satürasyonu (SpO2) monitorizasyonu uygulandı. Olgunun anatomik özellikleri nedeni ile endotrakeal entübasyonunun zor olabileceği düşünülerek trakeostomi ve zor entübasyon için gerekli hazırlıklar yapıldı. İndüksiyon öncesi maske ile 3L/dk %100 o2 inhale ettirilerek preoksijenasyon uygulandı. %100 oksijen ve artan konsantrasyonlarda sevofluran ile anestezi indüksiyonunu takiben 1µg/kg fentanil uygulandı. Nöromüsküler blok için 1.5 mg/kg (iv) süksinilkolin verildi. Macintosh 2 numaralı bleyt kullanılarak 18 mm çapında trakeal tüp üçüncü denemede trakeaya yerleştirildi. Anestezinin idamesi %50 O2-%50 N2O ve %2 sevofluran ile sağlandı. Olgu cerrahi sonunda komplikasyonsuz olarak ekstübe edildi. Sonuç: Hurler sendromlu olguların operasyon öncesinde dikkatli bir şekilde değerlendirilmeleri gerekir. Anestezi esnasında ve sonrasındakimonitorizasyon hayati önem taşır.
Aim: We aimed to evaluate the anesthetic approach to a 6 years old female child, clinically diagnosed as Hurler syndrome, undergoing umbilical hernia repair and adenoidectomy operation, under the light of literatüre data. Case Report: Premedication was omitted. The case monitorised with EKG, non invasive arterial pressure, peripheric oxygen saturation (SpO2) and taken under operation. It is assumed to be a difficult airway case bacause of anatomical features of Hurler Syndrome, tracheostomy and difficult airway algorithm prepared. Preoxygenation via face mask with 3L/min 100% O2 inhalation applied to the case before induction. Anesthesia induced with increasing sevoflurane concentrations in 100% oxygen and fentanyl 1µg/kg. Neuromuscular blockage was maintained with 1.5 mg/kg iv succinylcholine. 18 mm diameter endotracheal tube was placed into trachea by using Macintosh blade (No:2) at third attempt. Anesthesia was maintained with 2% sevofluran in 50% O2-50% N2O. The patient was extubated without any complication at the end of the surgery. Conclusion: In Hurler’s sydrome; patients should be evaluated carrefully prior to operation. It is vital to monitor the patient in peroperative and postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Immatür Teratom Ve Ayırıcı Tanısı
Hatice Toy, Kazım Gezginç, Lema Tavlı, Mustafa Cihat Avunduk, Serra Kayaçetin, Cemalettin Akyürek
Olgu sunumu
Özeti
Immatür Teratom Ve Ayırıcı Tanısı
Immature Teratoma And Its DIfferentIal DIagnosIs
Amaç: Matür teratomdan ayırıcı tanısı yapılan bir Immatür teratom vakasının sunulması. Olgu sunumu: 29 ya şındaki bayan hasta kasık ağrısı şikayeti ile Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne başvurdu. Hastanın anamne- zinden 13 yaşında iken sol ovarial kist nedeniyle sol ooferektomi geçirdiği öğrenildi. O dönemde sol överin pato lojik incelemesinin normal olduğu söylenmiş. Hastanın yapılan pelvik muayenesinde uterustan net ayrılamayan pelvik kitlesinin olduğu saptandı. Hastanın pelvik ultrasonografisinde ise sağ ovarial bölgede 11x11 cm lik solid, kistik yapıları olan kalsifik alanlar içeren düzgün sınırlı heterojen kitle izlendi. Labaratuvar bulgularından AFP: 10,5 (0-7), CEA: 6,4 (0-4,1), CA125: 32,9 (0-21), CA19.9: 322 (0-18,4), CA 15.3 : 24,5 (7,5-53 ), HCG < 1 olarak bulundu. Hastaya sağ ovarial kitle ekstirpasyonu ve sağ ooferektomi yapıldı. Operasyon sonrası histopatolojik in celemede immatür teratom grade-l tanısı verildi. Sonuç: Teratomlarda immatür komponentin atlanmaması için çok sayıda parça alınması ve nöral elemanların immünohistokimyasal çalışma ile gösterilmesi gerekmektedir.
Aim: To report an immature teratoma case that was differentiated from mature teratoma. Case report: A 29 year old woman consulted to Gynecology and Obsterics clinic vvith pelvic pain. İn the histoıy of the patient, it was un- derstood that she had left sided ooferectomy due to left ovarial cyst. At that time the ovarial pathologyhad been reported as normal. İn the pelvic examination of the patient a pelvic mass that can not be differentiated from ute- rus was detected. İn the pelvic ultrasonography of the patient, at the right ovarial area a smooth bordered hete- rogenous mass that had calcified areas vvith in the body, and that was measured as to be 11x11 cm and found to have solid and cystic components was detected.İn the laboratory finding AFP: 10,5 (0-7), CEA: 6,4 (0-4,1), CA 125: 32,9 (0-21), CA19.9: 322 (0-18,4), CA 15.3 :24,5 (7,5-53 ), HCG < 1 was found. The patient had been operated, the right ovarial mass extirpation and right ooferectomy had been done. The diagnosis vvith the histopathological examination of the mass was defined as immature teratoma grade-l. Conclusion: İt is needed to get several biop- sies of the pathological spesimen in order not to skip. The immature components of the teratomas and neural com ponents should be shown vvith immunohistochemical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Down Sendromu Olan İki Yenidoğanda Konjenital Lösemi
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Hüseyin Tokgöz, Sabahattin Ertuğrul, Ümran Çalışkan, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Down Sendromu Olan İki Yenidoğanda Konjenital Lösemi
CongenItal LeukemIa In Two Newborns WIth Down Syndrome
Konjenital lösemi, doğumda veya yaşamın ilk 4 haftasında ortaya çıkan nadir bir hastalıktır. Konjenital löseminin görülme sıklığı 4,7 milyon canlı doğumda 1’dir. Konjenital lösemilerin büyük çoğunluğu akut myeloblastik lösemidir. Genellikle lökositoz, peteşi, ekimoz, kutanöz nodüller, hepatosplenomegali ve santral sinir sistemi tutulumu şeklinde bulgular vermektedir. Bu yazımızda down sendromu olan, sepsis kliniği ile gelen ve yenidoğan döneminde konjenital lösemi tanısı konulan iki olgu sunulmuştur. Bu hastaların erken dönemde tanınması ve sepsis gibi ikincil klinik tablolarının ortaya çıkmadan tedavi şansının yakalanması hayat kurtarıcı rol oynamaktadır
Congenital Leukemia is rare disease seen at birth or in the first 4 weeks of life . The incidence of Congenital Leukemia is 1 over 4.7 million live births. Most of the cases are myeloblastic leukemia. Usually symptoms like leukocytosis, petechia, echymosis, cutaneous nodules, hepatosplenomegaly and central nervous system involvement are seen. Two newborns with Down syndrome which were septic at application and diagnosed as congenital leukemia are presented in this article. The early recognition of such cases and finding opportunity to treat before the appearance of secondary complications such as sepsis play an essential role for saving life.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
Selvi Gülaşı, Ümit Çelik
Derleme
Özeti
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
The Use Of AntIfungal Drugs Used In Newborn
İnvaziv candidiyazis, çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde nozokomiyal sepsislerin yaklaşık
%10’undan sorumlu olup ciddi morbidite ve mortalite nedenidir. Son yıllarda Candida türleri
için kullanılan antifungal ilaçlarla ilgili bilgiler artış olmakla birlikte etkinlik ve güvenilirlik
ile ilgili çalışmalar ve sonuçlar hala yetersizdir. Çalışmaların çoğu farmakokinetik ve
farmakodinamik değerlendirmelere odaklanmıştır. Neonatal candidiyazisin yenidoğandaki
farklı patofizyolojisi nedeniyle etkinlik erişkin çalışmalarından yapılacak çıkarımlarla
değerlendirilemez. Şu ana kadar amfoterisin B deoksikolat, flukonazol ve mikafungin
yenidoğan invaziv candidiyazis tedavisi için önerilen ilaçlar olarak görünmektedir. Burada
tıbbi literatür taranarak yenidoğanda antifungal ilaçların kullanımı ile ilgili son bilgiler
derlenmiştir.
Invasive candidiasis is responsible for about 10% of nosocomial sepsis and it continues to be
significant cause of serious morbidity and mortality in very low birth weight infants. Alhough
the informations about the antifungal drugs which used for Candida species are increasing,
studies and conclusions about the efficacy and safety are still insufficient. Most of the studies
have focused on the pharmacokinetic and pharmacodynamic evaluations and obtained from
adult patients. However, efectiveness of the therapy can not be same in newborns due to
the different pathophysiology of neonatal candidiasis in newborn, the inferences can not
be considered from adult studies. Until now, amphotericin B deoxycholate, fluconazole and
micafungin seems to be effectivev therapy for the treatment of neonatal invasive candidiasis.
Herein, the medical literature has been scanned and compiled with the latest information
about the use of antifungal agents in newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Kazım Gezginç, Refika Selimoğlu, Fatma Yazıcı
Derleme
Özeti
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Current Management Of Premature Rupture Of Membranes
Erken membran rüptürü (EMR) obstetri pratiğinde sık karşılaştığımız bir problem olup, perinatal sonuçları önemli ölçüde etkilemektedir. Tüm preterm doğumların %20-30’u erken membran rüptürü ile ilişkilendirilmiştir. İlk başvuru sırasındaki ve doğumdaki gebelik haftası prognozun primer belirleyicisidir. Hastalar özellikle enfeksiyon varlığı ve gebelik haftası açısından dikkatlice değerlendirildikten sonra uygun tedavi planlanmalıdır. Preterm erken membran rüptürü (PEMR) perinatal morbidite ve mortalitenin en önemli sebebi ve obstetrisyenler için büyük bir problemdir. Bu sebeple PEMR tanı, tedavi ve yönetimi daha da önem kazanmaktadır. PEMR tanı, tedavi ve yönetimi çok sık tartışılmasına rağmen hala belirlenmiş bir konsensus bulunmamaktadır. Biz bu derlememizde EMR yönetiminde karşımıza çıkan problemlere literatür ışığında güncel nasıl yaklaşacağımızı tartışmayı amaçladık.
Premature rupture of membranes (PROM) is frequently encountered problems in obstetric practice and PROM is effecting perinatal outcomes. Premature rupture of membranes is associated with 20% to 30% of all preterm births. The prognosis is related primarily to gestational age at presentation and delivery. Appropriate treatment must be applied after patients were evaluated carefully, especially about gestational age and presence of infection. Preterm premature rupture of membranes (PPROM) is a major cause of perinatal morbidity and mortality and the most difficult problem for obstetricians. This reason, diagnosis, treatment and management of PPROM is very important. Diagnosis, treatment and management of PPROM is often discussed, but stil no consensus. In this review, we aimed to discuss how to approach with the support of current literature to problems we faced on PROM management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Ozge Kucur, Sultan Kavuncuoğlu, Mahmut Cem Tarakçıoğlu, Müge Payaslı, Esin Yıldız Aldemir
Araştırma makalesi
Özeti
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Neurodevelopmental Outcomes Of Moderate/late Preterm Infants At 11-12 Years Of Age
Amaç: Orta/geç preterm doğan 11-12 yaşındaki çocukların nörogelişimsel sonuçlarını ve okul başarısını araştırmayı ve prognozu etkileyen risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında izlenen orta ila geç preterm bebekler çalışmaya dahil edildi; çocuklar 2016 yılında hastanemiz pediatri polikliniğinde muayene edildi. Perinatal ve neonatal dönem öyküleri hastane veri tabanından elde edildi. Somatik büyüme özellikleri yorumlandı. Nörogelişim, Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC-R) ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Pediatrik Semptom Kontrol Listesi (PSC) uygulandı. Sosyoekonomik düzeyin nörogelişimsel sonuç üzerindeki etkisi incelendi. Okul performansı karne notları kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.6 olan 41 çocuk değerlendirildi. Somatik büyüme ile ilişkili risk faktörleri anne yaşı (>35 yaş), fetal distres ve patent duktus arteriyozus idi. Sepsis, sözel zekada bir azalma ile ilişkilendirildi; periventriküler lökomalazi hem sözel hem de performans zekası üzerinde olumsuz etkilere sahipti. Sosyoekonomik düzey, performans ve tam ölçekli zeka ile orta düzeyde bir korelasyon gösterdi. PSC puanı pozitif olan çocukların zeka bölümü anlamlı olarak daha düşüktü.
Sonuç: Orta ila geç preterm bebekler, beynin tam olgunlaşmaması ve doğum sorunları nedeniyle hem nörolojik hem de gelişimsel olarak geride kalmaktadır. Erken prematüre bebeklere benzer şekilde, bu çocuklar uzun süre izlenmelidir; aile desteği, rehabilitasyon ve özel eğitim ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Background: We aimed to investigate the neurodevelopmental outcomes and school success of 11- to 12-year-old children born as moderate/late preterm infants and identify risk factors affecting prognosis.
Methods: Moderate/late preterm infants followed in the neonatal intensive care unit between January 2004 and December 2004 were included, and the children were examined again in our pediatrics outpatient clinic in 2016. Perinatal and neonatal histories were obtained from the hospital database. Physical growth characteristics were interpreted. Neurodevelopment was evaluated using the revised Wechsler Intelligence Scale for Children (WISC-R). The Pediatric Symptom Checklist (PSC) was also applied. The effect of socioeconomic level on neurodevelopmental outcome was examined. School performance was evaluated using report card grades.
Results: Forty-one children with a mean age of 11.6 years were evaluated. Risk factors associated with physical growth outcomes were maternal age of >35 years, fetal distress, and patent ductus arteriosus. Sepsis was associated with a decrease in verbal intelligence while periventricular leukomalacia had negative effects on both verbal and performance intelligence. Socioeconomic level showed a medium correlation with performance and full-scale intelligence. The intelligence quotients of the children with positive PSC scores were significantly lower.
Conclusions: Moderate/late preterm infants lag both neurologically and developmentally due to incomplete maturation of the brain and natal problems. Similarly, to early preterm infants, these children should be monitored for extended periods, and family support, rehabilitation, and special education needs should be met.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Umbilikal Arter İçeren Umbilikal Kordon Anomalisi
Lema Tavlı, Selma Çivi, Kazım Gezginç, Cemalettin Akyürek
Olgu sunumu
Özeti
Tek Umbilikal Arter İçeren Umbilikal Kordon Anomalisi
The UmbIlIcal Cord Has The AbnormalIty Of IncludIng A SIngle UmbIlIcal Artery
Amaç: Tek umbilikal arter içeren umbilikal kordon anomalili bir olgunun sunulması. Olgu Sunumu:30 yaşında gebelik 6, doğum 1, yaşayan 0, düşük 4, 36 haftalık gebelik ve intrauterin ölü bebek tanılarıyla Kadın Doğum Kliniği’ne müracaat eden ve ölü doğum ile doğum yapan hastanın, doğum sonrasında plasentası ve bebeğin göbek kordonu incelenmek üzere Patoloji Kliniği’ne gönderildi. Patoloji laboratuvarında yapılan incelemeler son rasında göbek kordonunda sağ umbilikal arterin olmadığı tesbit edildi. Histopatolojik inceleme sonucu tüm organlarda konjesyon, barsak mukozası ve karaciğerde nekrozlar, beyin dokusunda konjesyon ve vasküler dilatasyonlarla yer yer nekroz alanları izlendi. Patolojik bulgular iskemiye bağlı doku perfüzyon yetersizliği sonu cu oluşan lezyonları içermekteydi. Sonuç: Tek umbilikal arter anomalisi özellikle sağ umbilikal arterin yokluğu son derece nadir olup, umbilikal kordon anomalilerinin tanısı prenatal dönemde doppler ultrasonografi ile kolaylıkla konulabilir. Umbilikal kordon anomalisi saptanan olgular kromozom anomalisi ve konjenital malformas- yonlar açısından dikkatli bir şekilde incelenmelidir.
Aim: To present a case in which the umbilical cord has the abnormality of including a single umbilical artery. Case report: The patient was 30 years old, has passed 6 pregnancy, 1 parturition, 4 abortions and has none alive children. At the 36 gestational week she was admitted to the clinic of obstetrics and gynecology and the patient was diagnosed as in utero ex fetus. After parturition of the dead fetus, placenta and the infant’s umblical cord was sent to the the clinic of pathology for examination. During the examinations, the absence of the right umbilical artery was determined. İn histopathologic investigation brain tissue congestion and vascular dilatation in places, necrosis areas, intestinal mucosa and liver necrosis and ali organs congestion have seen. Pathologic findings include lesions because of ischemic tissue perfusion insufficiency. Results: The abnormality of a single umbili cal artery especially the absence of right umbilical artery is rare. The abnormalities of umbilical cord are diag nosed easily during prenatal period by using doppler ultrasonography. The cases in which are diagnosed umbili cal cord abnormalities must be examined for chromosome abnormalities and congenital malformations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dilate Kardiyomyopatili Asemptomatik Bir Yenidoğanda
pulmoner Arterden Ayrılan Sol Koroner Arter (alcapa)
sendromu
Hayrullah Alp, Tamer Baysal, Abdullah Alpınar, Sevim Karaarslan
Olgu sunumu
Özeti
Dilate Kardiyomyopatili Asemptomatik Bir Yenidoğanda
pulmoner Arterden Ayrılan Sol Koroner Arter (alcapa)
sendromu
Alcapa Syndrome In An AsymptomatIc Newborn WIth DIlated
cardIomyopathy
Pulmoner arterden ayrılan sol koroner arter (ALCAPA, anomalous
left coronary artery from pulmonary artery) sendromu, nadir görülen
bir doğumsal kalp hastalığı olup sol koroner arterin pulmoner
arterden anormal çıkışına verilen isimdir. Hastalar genellikle
yenidoğan döneminde, doğumdan sonra pulmoner arter basıncı
kritik düzeye düşene kadar asemptomatiktir. Ancak, daha sonraki
dönemlerde sol ventrikül yetmezliği ve infarktüs gelişmektedir.
Kliniğimize dış merkezde üfürüm duyulması nedeniyle sevk edilen
asemptomatik bir yenidoğan vaka sunulmuştur. Ekokardiyografide
dilate kardiyomiyopati tanısı konulan ve sol pulmoner arterin anormal
olarak pulmoner arterden ayrıldığı görülen hastaya yapılan kalp
kataterizasyonu ile ALCAPA sendromu tanısı kesinleştirilmiştir.
Anomalous left coronary artery from pulmonary artery (ALCAPA)
is a rare congenital heart disease in which left coronary artery leaves
from the pulmonary artery. Patients are usually asymptomatic in
neonatal period during the pulmonary artery pressure decreases up
to a critical level. However, afterwards left ventricular failure and
infarction were present. An asymptomatic newborn patient who was
referred our clinic due to cardiac murmur was presented. Dilated
cardiomyopathy and anomalous left coronary artery from pulmonary
artery were diagnosed with echocardiography and during the cardiac
catheterization ALCAPA syndrome was confirmed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
Hilal Evcil, Mehmet Ali Malas
Derleme
Özeti
Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
The Effects Of NutrItIon In Pregnancy On The Fetal Development
Amaç: Bu derlemede, daha önce yapılan gebelikte beslenmenin fetal büyümeye etkilerinin araştırıldığı literatür çalışmalarının gözden geçirilmesi amaçlandı. Ana bulgular: Yapılan bu çalışmalarda; gebelikte, maternal yaş, beslenme ve stres gibi faktörlerin fetal gelişim üzerine olumsuz etkilerinin olabileceği belirtilmektedir. Gebelik öncesinde ve gebelikte maternal beslenmenin rolü çok önemlidir. Gebe kadınlara önerilen diyet birkaç istisna dışında normal kadınların diyetleri ile benzerdir ve tavsiye edilen sağlıklı ve dengeli beslenmedir. Bununla beraber doğum defektleri riskinin azalmasına yardımcı olan vitamin ve minerallerin gebelikte günlük alımları ile ilgili öneriler bulunmaktadır. Gebeliğin başlangıcında maternal beslenme durumu fetal büyüme ve gelişme için önemli bir belirteçtir. Literatürde maternal beslenme ile düşük doğum ağırlığı, intrauterin gelişme geriliği ve spontan abortus ile ilişki belirtilmiştir. Ayrıca maternal beslenme nöral tüp defekti, yarık damak-dudak, kardiyovasküler, respiratuvar, üriner ve santral sinir sistemi defektleri gibi doğumsal defekt çeşitleri ile de ilişkilidir. Sonuç: Bu nedenle, maternal beslenmenin fetus üzerindeki etkilerinin araştırılması için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: The aim of this review is to evaluate recent literature regarding effects of nutrition on fetal development. Main findings: Previous studies show that maternal factors such as age, nutrition, and stress are able to have negative effects on fetal development during pregnancy. The role of maternal nutrition on human pregnancy is still unclear but undoubtedly crucial. The dietary recommendations for pregnant women before and during pregnancy are similar to those for other adults, with a few exceptions. The main recommendation is to keep a healthy and balanced diet; however, there are some specific recommendations related to daily supplementation of minerals and vitamins during pregnancy to reduce the risk of birth defects. Maternal nutritional status during the period of conception is an important determinant of fetal growth and development. The relationship between maternal nutrition and low birth weight, intrauterine growth retardation, and spontaneous abortus are reported in the literature. Furthermore, maternal nutritional factors associated with different kinds of birth defects such as neural tube defects, oral cleft, cardiovascular, central neural, respiratory, and urinary system defects. Result: Therefore, further researchs are need for the effects of maternal nutrition on fetal growth
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Amenoreli Bir Vakada Nadir Bir Androjen Reseptör Gen Mutasyonu
Makbule Nihan Somuncu, Ayşe Gül Zamani, Emine Göktaş, Selman Yıldırım, Kazım Gezginç
Olgu sunumu
Özeti
Primer Amenoreli Bir Vakada Nadir Bir Androjen Reseptör Gen Mutasyonu
A Rare MutatIon In Androgen Receptor Gene WIth A Case Of PrImary Amenorrhoea
Androgen insensitivity syndrome (AIS) is an X-linked recessive disorder associated with incompatible
genotypes and phenotypes caused by mutations in the androgen receptor (AR) gene is located at
Xq11-q12. We have detected a rare mutation in the AR gene that has not been reported in the literatüre.
Clinical findings are female external genitalia at birth, abnormal secondary sexual development in puberty,
infertility in individuals with a 46, XY karyotype as typically characterized AIS. In our case, a 17-yearold
female phenotype presented with primary amenorrhoea and predominantly female external genitalia.
The patient had 46,XY with female phenotype. We detected a missense rare mutation in the first exon as
NM000044 c.5A>G variant was not found in ExAc or 1000genome population database, however, ıt was.
Substituting at position 2 to glutamic acid exchange to glycine. Glutamic acid is a polar amino acid with
a negative charge while glycine has stayed in a nonpolar hydrophobic group. So, we thought that the
mutation may cause a physical defect in protein and the native three-dimensional structure of the AR gene
Androjen duyarsızlık sendromu (AIS), Xq11-q12'de yer alan androjen reseptör (AR) genindeki
mutasyonların neden olduğu genotip/fenotip uyumsuzluğu ile seyreden X'e bağlı çekinik bir hastalıktır.
Bu çalışmada AR geninde literatürde daha önce bildirilmemiş nadir bir mutasyon saptadık. AIS’nun temel
klinik bulguları; 46,XY bireylerde, doğumda dişi dış genitalya, puberte döneminde anormal sekonder seks
karakter gelişimi ve erişkinlik döneminde görülen infertilitedir. 17 yaşında, dişi dış genitalyaya sahip hasta
primer amenore nedeniyle kromozom analizi yapılmak üzere kliniğimize yönlendirildi. Hastanın genotipi
46,XY olarak saptandı. Hastanın AR geni sekans analizinde ekzon 1’de; daha önce ExAc, 1000genome
ve diğer popülasyon veri tabanlarında bulunmayan NM000044 c.5A>G varyantı tespit edildi. Bu varyant 2.
pozisyonda glutamik asidin glisine dönüşümüne neden olmaktadır. Negatif yüklü, polar bir aminoasit olan
glutamik asidin; hidrofobik özelliğe sahip glisine dönüşümü nedeniyle, bu mutasyonun AR geninin fiziksel
yapısını ve proteinin 3 boyutlu yapısını bozabileceğini düşündü k.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
Bayram Çınar, Tuncer Süzer, Erdal Coşkun, Kadir Tahta
Olgu sunumu
Özeti
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
LymphocytIc AdenohypophysItIs FollovvIng TonsIllItIs
Lenfositik hipofizit otoimmün kökenli olduğu düşünülen, sıklıkla hipopitüitarizm bulguları ile başlayan, ve hipofiz adenomu ile karışabilen nadir bir hastalıktır. Sıklıkla hamileliğin son dönemleri ile doğum sonrası erken dönemdeki kadınlarda görülür. 29 yaşında 2 çocuk annesi kadın hasta 2 ay önce kriptik tonsilit nedeni ile tedavi görmüş. Daha sonra baş ağrıları başlayan hastanın son zamanlarda görmesinde azalma olmuş. Muayene ve radyolojik inceleme sonrası hipofiz adenomu öntanısı ile öpere edilen hastanın patoloji sonucu lenfositik adenohipofizit olarak rapor edildi. Postoperatif dönem sorunları olmayan hasta taburcu edildi. Adenomlarla karışabilen hastalığın ayırıcı tanısı tedavi planlaması açısından önemlidir. Ayırıcı tanıda hastanın hikayesi, yaş ve cinsiyeti, hormon yetersizliği tablosunun ağırlığı ve manyetik rezonans görüntüleme önemlidir. Kesin tanı histopatoloji yardımıyla koyulur. Otoimmün olduğu düşünülen hastalığın sıklıkla hamilelikle ilişkisi olduğu gibi, hamile olmayan kimselerde de yeni geçirilmiş bir enfeksiyonu takiben başlayabileceği ya da bulgu verebileceği akılda tutulmalıdır.
Lymphocytic adenohypophysitis is a rare disease associated with late pregnancy and early postpartum. Autoimmune mechanism is blamed as cause. İt is frequent in females, and may be misdiagnosed as pituitary adenoma. 29 years-old -female with 2 children presented with headache follovving cryptic tonsillitis. Recently she had problems vvith her Vision. Clinical and radiological work up including magnetic rezonance imaging revealed a mass in the sellar and suprasellar region. She undervvent surgical decompression follovving functional hormona! studies. Histopathologic evaluation of the specimen was reported as lymphocytic hypophysitis. Differential diagnosis of lymphocytic hypophysitis from that of adenoma is important in planning surgery. Relation to the pregnancy, a severe hypopituitarism, edematous anterior and posterior pituitary lobe are in favour of lymphocytic hypophysitis. But certain diagnosis is made via histopathologic diagnosis. İt is thought to be autoimmune in origin especially in pregnant or recently delivered vvomen. But in nonpregnant persons it may start or be aggravated after an infection as it is in our patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Emine Vural Yalçın, Aybars Tavlan, Sema Tuncer
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Anesthesıa Management For Cesarean In Patıent Wıth Myocardıal Infarctıon In Pregnancy
Gebelikte kalp hastalığı varlığı anne ölümlerinin halen en önemli sebeplerinden biridir. Gebelik sürecinde akut koroner sendrom gelişme riski artar. Sezaryen ile doğum kalp hastalığı olan gebelerde uygun hemodinamik izlem ve yönetim sağlar. Kalp hastalığı olan gebede uygulanacak ideal anestezi yöntemi ise tartışmalıdır. Rejyonel anestezi genellikle tercih edilen yöntem olmasına rağmen bazı özel durumlarda genel anestezi uygulanabilir. İnvaziv monitörizasyon genel anestezi uygulanan kalp hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltır. Opioid kullanımı cerrahi ve entübasyona stres cevabı azaltır. Opioidin doğumdan önce uygulanması gerekiyorsa remifentanil hızlı etki başlangıcı ve metabolizması ile tercih edilecek ajandır. Bu olguda, antikoagülan kullanımı nedeni ile rejyonel anestezinin kontrendike olduğu yüksek kardiyak riskli gebede genel anestezi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
The presence of cardiac disease in pregnancy is still one of the most important reason of maternal mortality. The possibility of acute coronary syndrome increases in pregnancy. Birth with caesarean section provides proper hemodynamic monitoring and management in parturients with cardiac disease. However the ideal anesthetic to be applied to parturient with cardiac disease is controversial. Although regional anesthesia is usually preferred method, general anesthesia may be applied in some special cases. Invasive monitoring reduces mortality and morbidity in cardiac patients undergoing general anesthesia. Opioid use reduces the stress response to surgery and intubation. If the use of opioid is required before birth, remifentanil is the ideal agent because of its rapid onset of action and metabolism. In this case, we aimed to present our general anesthesia experience on a parturient with high cardiac risk where regional anesthesia is contraindicated because of the use of anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
Mustafa Ünaldı, Gökhan Timuralp, Ekin Önder, Orhan Değer, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
An InvestIgatIon On Serum LIpIde In Cord Blood
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Doğum Kliniğinde normal olarak doğmuş, sağlıklı 150 bebeğin kordon kanından total lipid, total kolesterol ve fosfolipid tayinleri yapıldı. Elde edilen orta-lama değerler şöyle idi: Total lipid : 378.39 ± 88.02 % mg Total kolesterol: 106.48 ± 23.05 % mg Fosfolipid : 139.67 ± 39.82 % mg
In this research, the levels of iptal lipid, total cholesterol and phospholipids of 150 cord obtained from healthy newborns. Total lipid: 378.39 ± 88.02 mg % Total cholesterol: 106.48 ± 23.05 mg % Phospholipids: 139.67 ± 39.82 mg % These results vere compared with the other results belong to healthy adults and discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Uterin Myoma Tedavisi
Filiz Avşar, Serhasan Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelikte Uterin Myoma Tedavisi
GebelIkte UterIn Myoma TedavIsI
Gebelik ve myom vakası sıklığı, doğum yaşının ileri kayması ile giderek artmaktadır. Tedavide genel yaklaşımın konservatif tipte olması, cerrahi (myomektomi) yaklaşımdan mümkün olduğu kadar kaç nılması tavsiye edilmektedir.
The incidence of myoma uteri coexisting with pregnancy has increased with shifting of the child-hearing years ta the older ages. it has heen recommended tn treat these casus conservatively and ta avoid surgical approach (myo-mectomy) if possible
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğan Döneminde Tanı Alan 3 Osteogenezis İmperfecta Olgusu
Hasan Koç, Pakize Demirezici, İsmail Reisli, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğan Döneminde Tanı Alan 3 Osteogenezis İmperfecta Olgusu
Three Cases Of OsteogenesIs Imperfecta DIagnosed At Nevvborn PerIod
Osteogenesis İmperfecta kemik frajilitesinin arttığı ve sıklıkla kemik kırıklarıyla karakterize kalıtsal bir bağ dokusu hastalığıdır. En belirgin semptomları sıklıkla doğum öncesinde de tanımlanabilen patolojik kemik kırıklarıdır. Mavi sklera ve sağırlık görülebilir. Doğumda üst ve alt ekstremitelerde kısalık ve eğrilik (yaylanma) gözlenen, ikisinde akut solunum sıkıntısı olan üç vaka sunuldu. Bütün vakalarda radyografik incelemelerde; femurlarda gevreklik, tibia ve femurda belirgin açılanma, uzun kemiklerde kırıklar ve bir vakada kafa kemiklerinde, kemikleşme azlığı tespit edildi. Bu bulgularla osteogenesis imperfecta tanısı alan vakalar seyrek görülmeleri nedeniyle literatür bil gileri ışığında sunuldu.
Osteogenesis imperfecta which is a heritable connective tissue disorder characterized by increased bone fragility and frequent bone fractures. The Cardinal symptom pathologic fracture which is often recognized before birth: blue sclera and deafness may be present. İn this paper, three nevvborn were reported. They had shortening and bovving of upper and lovver limbs, and two of them suffered from acute RDS. İn ali cases, radyograms shovved characteristic crumbling of femur, marked angulation of tibia and femur, fractures of the long bones and in one case, poor ossification of the bone of the skull. These cases diagnosed with osteogenesis imperfecta are dis- cussed because of their rare presentation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1p36 Delesyon Sendromuna Eşlik Eden Şüpheli Konjenital Sitomegalovirüs Enfeksiyonlu Vaka Sunumu
Oğuz Eğil, Sevgi Pekcan, Şükrü Nail Güner, Mahmut Selman Yıldırım, Esra Hazar Sayar
Olgu sunumu
Özeti
1p36 Delesyon Sendromuna Eşlik Eden Şüpheli Konjenital Sitomegalovirüs Enfeksiyonlu Vaka Sunumu
A Case Report Of 1p36 DeletIon Syndrome And Suspected CytomegalovIrus InfectIon
\r\n 1P36 Delesyon Sendromu 1. kromozomun kısa kolundaki parsiyel delesyon ile karakterize, nadir görülen bir konjenital malformasyon sendromudur. İlk vakalar Hain ve arkadaşları ile başlayarak 1980’lerin başında yayınlanmıştır. 1987’de Magenis ve arkadaşları ilk saf vakayı tarif etmiştir. Hastalığın görülme insidansı 1/5000-1/10000 olup, kadın-erkek oranı ise 2/1’dir. Karakteristik bulguları tipik yüz görünümü, gelişme geriliği, beslenme sorunları, santral sinir sistemi anomalileri, epilepsi, mikrosefali, görme problemleri, işitme kaybı, konjenital kalp defektleri, böbrek ve iskelet anomalileridir. Konjenital Sitomegalovirüs enfeksiyonunu ise spesifik bir tedavisi bulunmayan fetüs üzerinde kalıcı etkileri bulunan bir intrauterin hastalıktır. Sitomegalovirüs enfeksiyonunun yaygın klinik bulguları peteşi, doğumda sarılık, hepatosplenomegali, mikrosefali, hipotoni, beslenme güçlüğü, sensorinöral işitme kaybı, görme anormallikleri, epilepsi, gelişimsel serebral anomaliler, intrauterin gelişme geriliği, prematürite ve ölü doğumdur. Bu olgu, 1P36 Delesyon Sendromu gibi nadir görülen bir hastalığa ve ilk kez 7 aylıkken CMV-DNA pozitifliği saptanan konjenital Sitomegalovirüs enfeksiyonuna benzer bir kliniğe sahip nadir bir vaka olması nedeniyle bildirilmiştir
\r\n
\r\n 1p36 Deletion Syndrome is a rare disease characterized by a partial deletion in the short arm of chromosome 1. The first reports of cases with microdeletion of chromosome 1p36 were published in 1980s, beginning with a report by Hain et al. The first pure case of 1p36 Deletion Syndrome was identified in the 1987 by Magenis et al. Its incidence is presumed as 1:5000 to 1:10000 and prevalence among men/women is 1/2. Characteristic signs are dysmorphic facial features, developmental delay, feeding difficulties, central nervous system anomalies, seizures, microcephaly, intellectual disability, vision problems, sensorineural deafness, congenital heart defects, skeletal and renal anomalies. Congenital Cytomegalovirus infection is an intrauterine disease with persistent effects on the fetus with no specific treatment. Common clinical findings are petechiae, jaundice at birth, hepatosplenomegaly, microcephaly, hypotonia, poor suck, sensorineural hearing loss, vision abnormalities, seizures, developmental cerebral anomalies, intrauterine development delay, prematurity and stillbirth. This case has been reported due to being a unique case having both such a rare disease like 1p36 Deletion Syndrome and a corresponding clinical picture to congenital Cytomegalovirus infection which she has firstly been determined with a positive CMV-DNA level when she was 7 months old.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Tiroid Hastalıkları
Aybike Tazegül, Bülent Şimşek
Derleme
Özeti
Gebelikte Tiroid Hastalıkları
ThyroId DIseases In Pregnancy
Gebelik öncesi ve gebelik sırasında görülen tiroid hastalıklarının tanınması ve erken tedavi edilmesi, hem anne hem de bebek için çok önemlidir. Tiroid hormon sentezinin artması, idrar ile iyot kaybı ve plasenta yolu ile fetusa iyot geçişi gebelerin günlük iyot gereksinimini arttırır. Gebelerde tiroid fonksiyonlarını değerlendirebilmek için serum serbest T4 (sT4), serbest T3 (sT3) ve TSH seviyeleri tayin edilmelidir. Maternal ve fetal tiroksin düşüklüğü geri dönüşü olmayan SSS gelişim defektlerine yol açmaktadır. Endemik kretenizm ve zekâ geriliği en önemli komplikasyonlardandır. Bu nedenle iyot tedavisine mümkünse gebelik öncesi başlanmalıdır. Hipertiroidizm durumunda ise abortus, prematüre doğum, preeklampsi ve plasenta dekolmanı gibi komplikasyonlara yol açabilir. Bu nedenle gebelik sırasında tiroid fonksiyon testleri dikkatle takip edilmelidir.
The diagnosis and the early treatment of the thyroid diseases occuring before and during pregnancy are essential for both mother and baby. Increased synthesis of the thyroid hormones, urinary iodine loss, and transfer of iodine to the fetus through the placenta increase the daily iodine requirement in pregnant women. In order to evaluate the thyroid functions in pregnant women, the serum free T4 (fT4), free T3 (fT3), and TSH levels should be determined. Low levels of maternal and fetal thyroxin, lead to irreversible central nervous system development defects, where endemic cretinism and mental retardation are the most significant complications. Therefore, if possible, iodine treatment should be initiated prior to pregnancy. On the other hand hyperthyroidism, can lead to complications such as abortion, premature birth, preeclampsia, and placenta detachment. Thus, thyroid function tests should be monitored carefully during pregnancy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Olmayan Üçlü Analit Tarama Sonucu Olan Bir Erkek Psödohermafroditizm Olgusu
Filiz Avşar, Şelal Özmen, İ. Safa Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Olmayan Üçlü Analit Tarama Sonucu Olan Bir Erkek Psödohermafroditizm Olgusu
A Case Of Male PseudohermaphrodItIsm WIth An Ahnormal TrIple Analyte ScreenIng Result
Anormal triple analyte tarama sonucu verem bir erkk psiidoherınofrodii vakası. Down sendromu için gebelikte yapılan bir ta-ramada yüksek riskli bir hasta saptandı, çünkü human katyonik gonadotropin seviyesi yüksek, an-konjuge östriol seviyesi düşüktü. Amniosentez yapıldı ve karyotip 46XY olarak bulundu. Doğumda ise bebeğe erkek psiidohermafrodit tanısı konuldu. Bunun 313-OH dehidrogenaz eksikliğine bağlı olduğu anlaşıldı. Biz hastadaki triple analyt tarama sonucunun, bu en-:imin eksikliği ile ilgili olmadığına inanıyoruz.
Duı-ing a routine screening program for Down's syndrome. a patient was detected tü be in the high-risk group, because the human chorionic go-nadotropiıı level was high and the unconjugated est-riol level was low. An amniocentesis was perfrırmed and the karyotype was 46 XY. However, at deliver), the infant was found to be a male pse-udohermaphrodite due ta 313-01-1 dehydrogenase de-ficiency. We believe that the result of the triple analyte screening can not be related ta this enzyme deficienty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Etomidate Anestezisinde Değışık Premedikasyon Yöntemlerının Karşılaştırılması
Sadık Özmen, Şeref Otelcioğlu, A. Feyza Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Etomidate Anestezisinde Değışık Premedikasyon Yöntemlerının Karşılaştırılması
ComparIng Of Several PremedIcatIon Methods At The EtomIdate AnesthesIa
Çalışmamızda Etomidate; anestezi indüksiyo-nunda klinik ve hemodinamik olarak incelendi. Etomidate'ın yan etkileri ve hemodinami üzerinde premedikasyonwı önemi araştırıldı. Etomidate bir çok olumlu etkisi ile ideale en yakın intravenöz anestezik ajan olduğu ve premedi-kasyon yöntemlerinden ise en uygununun Fentanyl + Atropin kombinasyonu olduğu sonucuna varıldı.
In our studies, we worked on the effects of Etom-idate. We searched the clinical and hemodynamic ef-fects during the induction of anesthesia. We observed the importance of premedication regarding to the side effects and hemodynamic changings of Etomidate. Our conclusions disclosed that Etomidate is the most appropriate intravenous anesthetic agent and Fentanyl + Atropin combination is also one of the most effective premedication method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
Berrak Güven, Şerefden Açıkgöz, Ülkü Özmen Bayar, İlker Sarıtekin
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
ProlIdase Enzyme ActIvItIes In PreeclampsIa
Bu çalışmada preeklampside serum ve plasental doku prolidaz
enzim aktiviteleri incelendi. Preeklampsili 24 ve sağlıklı gebe olan
25 kadından serum ve plasental doku örnekleri toplandı. Prolidaz
enzim aktivitesi fotometrik metot kullanılarak tespit edildi. Anne
yaşı, sistolik ve diyastolik kan basıncı, gebelik haftası ve fetal
doğum ağırlığı gibi veriler değerlendirildi. Preeklamptik gebelerde
kontrollere göre serum prolidaz aktiviteleri anlamlı olarak düşük
ve plasenta prolidaz aktiviteleri ise anlamlı olarak yüksek bulundu.
Plasenta prolidaz düzeyleri ve gebelik haftası, fetus doğum ağırlığı
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon arasında izlendi.
Sonuç olarak, preeklamptik plasentada kollajen turnover oranını
artmış olduğu sonucuna varıldı. Ancak preeklampside prolidazın
gebelik haftası ve fetüs gelişimini nasıl etkilediğini gösteren ileri
çalışmalara ihtiyaç vardır.
The present study investigated serum and placental tissue
prolidase enzyme activities in the preeclampsia. Serum and placental
tissue samples from 24 women with preeclampsia and 25 women
with healthy pregnancy were collected. Prolidase enzyme activity
was determined using a photometric method. Data such as maternal
age, systolic and diastolic blood pressure, gestational age and fetal
birth weight were assesed. Serum prolidase activities were found
significantly lower and placenta prolidase activities were significantly
higher in preeclamptic pregnancy than those in controls. Statistically
significant correlations were found between placenta prolidase levels
and gestational age, fetal birth weight. In conclusion, we conclude
that collagen turnover rate is increased in preeclamptic placenta.
However, further studies are needed how prolidase affect gestational
age and fetal birth weight in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
Ali Acar, Refika Selimoğlu, Halime Göktepe, M. Furkan Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
New SurgIcal TechnIque For UterIne Atony: AnalysIs Of 7 Cases
Bu çalışmada 7 uterin atoni kanamalı hastada kavite uyumlu
sütür (KUS) (∞) uygulanmasını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde 7
uterin atonili vakada vicril 1 no sütür kullanılarak kavite uyumlu
∞ sütür atıldı. Doğum sonu uterin kanamalı normal doğum yapan
3 hasta ve sezaryan (CS) olan 4 hastada uterin atoni gelişti.
Yedi hastanın üçünde palsenta fundal yerleşimli iken dördünde
plesenta previa hali mevcuttu. Yedi hastada da kanama kontrolü
sağlandı. Hastaların hiçbirinde komplikasyon izlenmedi. Hastalar
ortalama 3.9 günde taburcu edildiler. Olgular yaklaşık 18-24 ay
sonrasında normal menstrual sikluslarına ulaştılar. Uterin atoni
ciddi morbidite ve mortalite riski taşmaktadır. Bu patolojide mortalite
morbidite ve histerektomi oranı yüksektir. Yeni teknik ile 7 uterin
atonili hastada etkin şekilde kanamanın durduğu gözlemlenmiştir.
Ciddi bir komplikasyon görülmemiştir. Hiçbir hastaya histerektomi
gerekmemiştir.
We aim to evaluate the new cavity appropriate suture application in 7 patienst with uterin atony (UA) in our clinic. We applied the new cavity appropriate suture in 7 patienst with uterin atony via 1 no vicryl suture in Meram Medical School Hospital Department of Obs&Gyn. In 3 patients with normal vaginal delivery with postpartum hemorrhage and in 4 patients delivered by cesarian section atony occured. In 3 patients of 7 the plasenta was fundus -lying ,in 4 of them it was plasenta previa. Bleeding control was done in all of them. There was no complications in any of them. Patients discharged on an average 3.95 days. Menstruation syclus restored on an average 18 -24 months in theese patients. Uterin atony has a serious morbidity and mortality. In this pathology the risk of mortality, morbidity and hysterectomy is high. İn 7 patients with uterin atony we observed the bleeding stopped with our new tecnique. We observed no serious complication. No patient underwent hysterectomy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Ve Miadında Yenidoğanlarda Anterior Fontanel İle Kranyal Morfoloji Arasındaki İlişki
Mehmet Ali Malas, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Ve Miadında Yenidoğanlarda Anterior Fontanel İle Kranyal Morfoloji Arasındaki İlişki
DetermInatIon Of AnterIor Fontanel And CranIum Morphology Of Prematüre And Full Term Nevvborns AccordIng To Age And Sex, And InvestIgatIon Of The RelatIon Betvveen Them
Çalışmamızda prematüre ve miadında yenidoğanlarda anterior fontanel boyutlarının belirlenmesi ve fontanel boyutları ile kranyal morfoloji arasındaki ilişkilerin belirlenmesi amaçlandı. Yaşları 34-37 gebelik haftası yaşı arasında değişen 60 prematüre (30 erkek, 30 kız) ile yaşları 39-41 gebelik haftası yaşı arasında değişen 60 miadında yenidoğan (30 erkek, 30 kız) olgu üzerinde çalışıldı. Çalışmada bütün vakalarda baş çevresi, kafa uzunluğu ve kafa genişliği ölçüldü. Anterior fontanel köşe noktalarından fontanelin transvers genişliği ve sagittal uzunluğu ölçüldü. Daha sonra fontanel çap ortalaması ve fontanel alanı hesaplandı. Kranyal parametrelerin ölçümlerinde prematüre ve miadında yenidoğanlar arasında miadında doğanlarda prematürelerden daha büyük olmak üzere istatistiki açıdan anlamlı farklılık tespit edildi (p<0.001). Fontanel parametrelerinde ise prematüre ve miadında yenidoğanlar arasında farklılık bulunamadı. Yenidoğanlarda cinsler arasında doğum ağırlığı, boy, baş çevresi ve kafa uzunluğunda erkeklerde daha büyük olmak üzere farklılık vardı (p<0.05). Prematüre yenidoğanlarda cinsler arasında anterior fontanel sagittal uzunluğu, ortalama uzunluğu ve alanında erkeklerde daha büyük olmak üzere farklılık tespit edildi (p<0.05). Prematüre erkek yenidoğanlarda gestasyonel yaş ile fontanel transvers genişliği ve sagittal uzunluğu parametreleri arasında anlamlı ilişki olduğu belirlendi (sırasıyla: r:0.27, r:0.43). Prematüre yenidoğan her iki cinstede kranyum ölçümleri ile anterior fontanel boyutları arasında anlamlı derecede pozitif korelasyon bulundu (r: 0.67- 0.31). Çalışmamızdaki prematüre ve miadında yenidoğanlardaki ortalama anterior fontanel boyutlarının her iki cinste de yapılan diğer çalışmalardan yüksek olduğu tespit edildi. Anterior fontanel boyutlarının normal varyasyonları hakkındaki bilgiler kranyal iskelet gelişiminin patolojilerinin teşhis edilmesinde yardımcı olabilir.
İn this study, vve aimed to determine the measurements of anterior fontanel and the relation betvveen cranial morphology and anterior fontanel in prematüre and full term newborns. IVe vvere studied 60 prematüre infants (Male 30, Female 30) who vvere aged betvveen 34 and 37 post menstrual vveek, and 60 full term infants (Male 30, Female 30). İn ali cases, head circumference, head length, and head vvidth vvere measured. From the corner points of anterior fontanel, transverse vvidth and sagittal length of anterior fontanel vvere measured. Average of diameter of anterior fontanel and anterior fontanel area vvere calculated in the ali cases. The measurements of cranial parameters vvere statistically significantly different betvveen prematüre and full term infants in vvhom it vvas greater than prematüre infants (p<0.001). There vvas no difterence in anterior fontanel parameters betvveen prematüre and term infants. There vvere statistically significant differences in birth vveight, length, head circumference and head length betvveen sexes in nevvborns, that it vvas larger in males than females (p<0.05). There vvere differences in sagittal length of anterior fontanel, average of diameter of anterior fontanel and anterior fontanel area betvveen sexes in prematüre infants, that it vvas larger in males than females (p<0.05). A significant positive correlation betvveen the gestational age and anterior fontanel dimensions (fontanel transverse vvidth and fontanel sagittal length) vvas found in prematüre male infants (respectively; r:0.27, r:0.43). Betvveen the measurements of cranium and anterior fontanel dimensions, significant positive correlation vvas found both of sex in prematüre infants (r: 0.67- 0.31). The average of anterior fontanel dimensions of prematüre and term nevvborn infants vvere found higher than those found in previous studies for both sexes. Knovvledge about normal variations in anterior fontanel dimensions can help in diagnosis of pathologies of cranial skeleton development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Doğum Yapan Kadınların Doğum Yöntemleri Hakkında Düşünceleri Ve Aldıkları Bakım Memnuniyeti
Emre Yanıkkerem, Aslı Göker, Nicole Piro
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Doğum Yapan Kadınların Doğum Yöntemleri Hakkında Düşünceleri Ve Aldıkları Bakım Memnuniyeti
Women’s OpInIons About Mode Of DelIvery And SatIsfactIon WIth
hospItal Care After Cesarean SectIon
Bu çalışmanın amacı sezaryen doğum yapan kadınların doğum
yöntemleri hakkında deneyimlerini, yaptıkları doğum yönteminden
ve aldıkları bakımdan memnuniyetlerini incelemektir. Bu araştırma
sezaryen doğum yapan 140 kadın ile gerçekleştirilmiştir. Kadınların
SDAMDÖ için önerilen kesme noktası puanı 146.5 olup, kadınların
%48.6’sının memnuniyet düzeyi yüksek, %51.4’ünün memnuniyet
düzeyi düşük bulunmuştur. Kadınların SDAMDÖ ölçek puan
ortalaması 144.9±18.7 (min=90, max=105). SDAMDÖ ölçek puanın
alt faktörleri incelendiğinde puan ortalamaları sağlık ekibinin anlayışı
20.1±3.4 (min=5, max=25); sezaryene hazırlık 7.9±1.9 (min=2
max=10); rahatlama 7.8±2.9 ( min=3 max=15); kararlara katılım ve
bilgilendirme 28.2±6.9 (min=8 max=40), bebekle tanışma 7.4±3.9
(min=3 max=15), postpartum bakım 7.5±5.1 (min=7 max=30),
hastane odası 10.5±3.1 (min=3 max=15), hastane olanakları
9.9±2.9 (min=3 max =15), mahremiyete saygı 15.1±3.7 (min=8
max=20), beklentilerin karşılanması 14.6±2.9 (min=8 max=20) olarak
belirlenmiştir. Memnuniyet düzeyi ile kadınların tanıtıcı özellikleri
arasındaki ilişki incelendiğinde; epidural anestezi ile sezaryen olan
ve 26-30 yaş grubundaki kadınların doğum sonrası memnuniyet
düzeyi yüksek bulunmuştur (p<0.05). Anne bakımı verirken hasta
merkezli yaklaşım son derece önemli olup, gebelere antenatal
dönemde doğum yöntemleri hakkında bilgi vermek, annelerin doğum
yöntemleri hakkında yanlış fikirlerini ortaya çıkarıp, isteğe bağlı
sezaryen oranlarını azaltmak son derece önemli olup aldıkları bakımın
memnuniyetini de belirlemek hizmet kalitesinin arttırılmasında son
derece önemlidir.
The aim at this study is to evaluate women’s experience, opinion about mode of delivery, satisfaction with hospital care after cesarean section. This descriptive, cross-sectional study was carried out at 140 women who had cesarean section. The proposed cut off score for SMMSCB was 146.5 and 48.6% of the women had high level of satisfaction. The mean SMMSCB scale score was 144.9±18.7 (min=90, max=105). When subgroups of the scale was examined, ‘perception of health professionals’ was 20.1±3.4 (min=5, max=25); preparation for caesarean 7.9±1.9 (min=2 max=10); ‘comforting’ score was 7.8±2.9 ( min=3 max=15); ‘information and involvement in decision making’ score was 28.2±6.9 (min=8 max=40), meeting the baby 7.4±3.9 (min=3 max=15), postpartum care 7.5±5.1 (min=7 max=30), hospital room 10.5±3.1 (min=3 max=15), hospital facilities 9.9±2.9 (min=3 max =15), respect for privacy 15.1±3.7 (min=8 max=20), meeting expectations 14.6±2.9 (min=8 max =20). The level of satisfaction was found high in women who had given birth with epidural anesthesia and who were in the age group of 26-30 (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
Kamile Marakoğlu, Nisa Çetin Kargın, İsmail Marakoğlu, Canan Uçar, Tülin Çora
Olgu sunumu
Özeti
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
GIngIval Overgrowth And Dental Anomaly
an Unusual PresentatIon Of Noonan’s Syndrome
Noonan Sendromu doğumda tipik dismorfik anomalilerin
görüldüğü otozomal dominant bir hastalıktır. Etkilenen bireylerde
kardiyak defektlerle birlikte farklı bir yüz görünümü mevcuttur. Bu
olgumuzda özellikle gingiva hipertrofisi ve dental anomali ile seyreden
Noonan Sendromunu’nun farklı bir varyantını tartışmayı amaçladık.
15 yaşında kız hasta aile hekimliği polikliniğimize, gelişme geriliği
nedeni ile başvurdu. Fenotipik bulguları ile hastaya Noonan Sendromu
tanısı kondu. Noonan Sendromu, Turner benzeri fenotipik özelliklerle
seyreden kromozomal anomalilerle ilişkili olmayan sendromlardan
biridir. Bizim olgumuzda Noonan sendromuyla ilişkili oral bulgulara
ek olarak gingiva hipertrofisi ve dental anomali birlikteliği aynı anda
mevcuttu. Özellikle ağız, diş muayenelerindeki gingival hipertrofisi,
dental anomali olan vakalarda eşlik eden semptom ve bulgular var
ise noonan sendromu düşünülebilir.
Noonan syndrome is an autosomal dominant disorder that is
typically dysmorphic anamolies at birth. In many affected individuals,
this syndrome is associated with cardiac defects and a distinctive
facial appearance. We aimed to discuss a different variant of Noonan
Syndrome progressing especially with gingival overgrowth and dental
anomaly in our cases. A 15-year-old female patient presented to
our family medicine outpatient clinic with the complaint of growth
retardation. The patient was diagnosed with Noonan Syndrome with
phenotypic symptoms. Noonan Syndrome is one of the syndromes
without any chromosomal anomalies developing with Turner-like
phenotypic features. Gingival overgrowth and dental anomaly
coexistence in addition to the oral symptoms that are likely to be
related to the Noonan Syndrome was present in our case.Specifically,
if there are accompanying symptoms and findings in cases with
gingival overgrowth and dental anomalies as seen in patients’
mouth and teeth examinations, Noonan Syndrome may be taken into
consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doğum Ağırlıklı Yenidoğanların Ayak Ölçümleri
Mehmet Ali Malas, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doğum Ağırlıklı Yenidoğanların Ayak Ölçümleri
Foot Measurument Values Of Low BIrth VveIght Nevvborns.
Çalışmamızda düşük doğum ağırlıklı yenidoğan olgularda ayak morfolojine ait morfometrik değerlerin araştırılması amaçlandı. Bu çalışmada 60 (erkek:30, kız:30) düşük doğum ağırlıklı yenidoğan ile 60 (erkek:30, kız:30) normal ağırlıklı doğan olguda çalışıldı. Olguların ayak yapısında bimalleolar genişlik, topuk genişliği, ayak uzunluğu ve ayak genişliği değerlendirildi. Olgularda topuk genişliği hariç diğer ölçümler ile yenidoğan ağırlığı arasında is tatistiki açıdan anlamlı ilişki olduğu tespit edildi (p<0.001). Düşük doğum ağırlıklı olgularda cinsiyetler arasında ayak uzunluğu topuk genişliği istatiksel olarak erkeklerde daha fazla idi (p<0.05). Her iki grupta, doğum ağırlığı ile topuk genişliği dışındaki ayak ölçümleri arasında korelasyon vardı (p<0.001). Bu bulguların düşük doğum ağırlıklı yenidoğan olguların değerlendirilmesinde faydalı olacağı kanaatindeyiz. Yeni doğan döneminde ayak ölçümlerinin bilinmesi düşük doğum ağırlığının belirlenmesinde faydalı olabilir.
The aim of this study was to examine vvhether low birth weight has a relation with the physical values of foot size among nevvborns. This study was performed on 60 lovv birth vveight nevvborn infants (30 males and 30 females) and 60 normal healty nevvborns (30 males and 30 females). Bimalleolus vvidth, heel vvidth, food length and food vvidth measurements vvere evaluated. The values of ali parameters excluding heel vvidth shovved statistically sig- nificant relationship with the vveight of nevvborns (p<0.001). There is statistically significant differences foot length and heel vvidth betvveen sexes in low birth vveight of nevvborns, that it was larger from females (p<0.05). Similarly there was also statistically significant differences betvveen sexes of birth groups (p<0.001). Excluding heel vvidth a significant correlation exists betvveen birth vveight and foot measurement parameters of both groups (p<0.001). İt is concluded that measured values of foot parameters are good predictor of lovv birth vveight of nevvborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
Gamze Sarkılar, Jale Bengi Çelik, Ruhiye Reisli, Sema Tuncer, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
ComparIson Of Intrrathecal HyperbarIc BupIvacaIne And HyperbarIc BupIvacaIne+sufetanIl CombInatIon In Lower ExtremIty Surgery
Bu çalışmada alt ekstremite cerrahisinde intratekal (İT) hiperbarik bupivakaine eklenen sufentanilin etkilerinin araştırılması amaçlandı. Etik komite onayı alındıktan sonra çalışmaya ASA I-II sınıfına uyan 50 olgu alındı ve randomize olarak 25’er kişilik iki gruba ayrıldı. Grup S’e 10 mg (2 mL/10 mg) hiperbarik bupivakain+10 µg (2 mL/10 µg) sufentanil ve Grup K’ya aynı miktardaki hiperbarik bupivakain 2 mL %0.9 NaCI ile verildi. Her iki grupta da 4 mL volüm İT anestezi için uygulandı. Kalp atım hızı (KAH), sistolik arter basınçları (SAB), diastolik arter basınçları (DAB), ortalama arter basınçları (OAB) ve periferik oksijen satürasyonları (SpO2) sensoryal ve motor blok ilk 30 dakikada her 5 dakikada bir takip eden 30 dakikada 10 dakikada bir, sonraki operasyon periyotlarında ise her 15 dakikada bir kaydedildi. İntraoperatif yan etkiler ve postoperatif analjezik gereksinimleri belirlendi. Kontrol değerine göre her iki grupta KAH, SAB, DAB, OAB anlamlı derecede düştü, fakat gruplar arasında bu parametreler açısından fark yoktu. Grup S’de sensoryal blok başlama zamanı daha hızlıydı. Anlajezi süresi Grup S’de Grup K’ya göre daha uzun bulundu (p<0.05). Sonuç olarak; alt ekstremite cerrahisi için IT hiperbarik bupivakaine 10 µg sufentanil ilave edilmesi bu işlemlerde hem analjezi kalitesini artırmış hem de erken postoperatif analjezik gereksinim zamanını uzatmıştır. Bu kombinasyonla kaşıntı dışında anlamlı bir yan etki görülmediğinden alt ekstremite cerrahisinde güvenle kullanılabileceği kanaatine varılmıştır.
We aimed to evaluate the effects of intrathecal sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery. After obtaining approval from the ethics committee, fifty patients (ASA I-II) were included in this study and were allocated randomly to two groups of 25 each. 10 mg hyperbaric bupivacaine +10 µg sufentanil was injected to Group S and the same döşe of hyperbaric bupivacaine given to group K with 2 mL %0.9 NaCI, four mL solution was usen in both groups for İT anesthesia. Heart rate (HR), systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBP), mean blood pressure (MBP), peripheral oxygen saturation (SpO2), sensory and motor block were recorded every 5 minutes during first 30 min, every 10 min fort he following 30 min and every 15 min intervals in the operation period Intraoperative/postoperative side effects and postoperative analgesic requirements were recorded. HR, SBP, DBP and MBP were decreased significantly in both groups when compared with control values and no significant difference were noted between the groups. The onset time of sensory block was shorter in groups S and sensory block was higher in Groups S than Group K. The duration of analgesia was longer in Group S than Group K (p<0.05). In conclusion; intrathecal 10 µg sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery increased the duration of analgesia in the early postoperative period. 10 µg sufentanil plus hyperbaric bupivacaine provided to improve both the quality and duration of analgesia in this procedures. Bacause this combination had no adverse effect except pruritus, we concluaded that it can be used safety in lower extremity surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kocaeli Bölgesinde Yaşayan Gebe Kadınlarda Hepatit B Ve C Seropozitiflik Oranları
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş
Araştırma makalesi
Özeti
Kocaeli Bölgesinde Yaşayan Gebe Kadınlarda Hepatit B Ve C Seropozitiflik Oranları
Sero-PosItIvIty RatIos Of HepatItIs B And C In Pregnant Women LIvIng In KocaelI RegIon
Kocaeli bölgesinde yaşayan gebe kadınlarda hepatit-B ve hepatit-C seropozitiflik oranlarının belirlenmesi. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne doğum (vajinal doğum, sezaryen) için başvuran 3756 gebe kadın alındı. Tüm gebelerde makro ELİSA yöntemi ile HBs-Ag, Anti-HBs, Anti-HCV ve Anti-HIV seropozitiflikleri araştırıldı. Veriler SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Çalışmaya alınan gebelerde HBs-Ag, Anti-HBs ve Anti-HCV seropozitiflik oranları sırasıyla %2.2 , %3.7 ve %0.3 olarak saptandı. Çalışmaya alınan hiçbir gebede Anti-HIV seropozitifliği saptanmadı. Kocaeli bölgesinde hepatit-B ve hepatit-C seropozitiflik oranları Türkiye’nin diğer bölgelerinde bulunan sonuçlarla benzerlik göstermektedir.
To determine the seropositivity ratios of hepatitis-B and hepatitis-C in pregnant women living in Kocaeli region. Three thousand seven hundred and fifty-six pregnant women who applied to Izmit Women and Child Health Hospital for delivery (vaginal delivery, cesarean) were included in this retrospective study. HBsAg, AntiHBs, Anti-HCV and Anti-HIV were detected by macro ELISA system in all pregnant women. Data were analysed with the SPSS statistical programme. Seropositivity of HBs-Ag, Anti-HBs and Anti-HCV were detected 2.2%, 3.7% and 0.3% respectively in pregnant. There were no pregnant women who have seropositivity with Anti-HIV. The results detected for seropositivity of hepatitis-B and hepatitis-C in Kocaeli region are similar to those found in other regions of Turkey.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Kuzenlerde Fasial Asimetri Ve Konjenital Anomaliler
Selmin Karataylı Özgürsoy, Ulaş Onay, Emine Polat, Tülay Tos
Olgu sunumu
Özeti
Yenidoğan Kuzenlerde Fasial Asimetri Ve Konjenital Anomaliler
FacIal Asymmetry And CongenItal AnomalIes In Newborn CousIns
Yeni doğan bebeklerde fasiyal asimetri her zaman fasiyal paralizi
olduğu anlamına gelmez. Konjenital fasiyal asimetri, doğumsal
travmatik fasiyal paraliziye bağlı olabileceği gibi, “konjenital
asimetrik ağlayan yüz” olarak adlandırılan depresor anguli oris
kasının aplazisi (DAOA) nedeniyle de olabilmektedir. İzole kas
aplazilerine, iskelet, kardiyovaskuler, ürogenital, solunum ve santral
sinir sistemi anomalileri eşlik edebilir. Burada sunulan DAOA’li
hastanın kuzeninde iki elde 8 parmak aplazisi, kalça çıkığı, bilateral
ayak parmaklarında parsiyel kutanöz sindaktili ve ASD mevcuttur.
DAOA, kulak burun boğaz ve pediatri doktorları tarafından bilinmesi
gereken, etiyolojisi netleşmemiş, karşılaşıldığı vakit ek tarama tetkiki
gerektiren, konjenital bir anomalidir.
Facial asymmetry in new-born babies is not always due to facial
paralysis. Congenital facial asymmetry, might as well as be due to
depressor anguli oris muscle aplasia (DAOA), so called “congenital
asymmetric crying facies”. Additional congenital anomalies like
skeletal, cardiovascular, urogenital, respiratory or central nerve
system anomalies can also accompany this disorder. Here, we
present a case with DAOA whose cousin had aplasia of 8 fingers in
two hands, hip dislocation, partial cutaneous syndactyly in bilateral
feet fingers, and ASD. DAOA is a rare congenital anomaly with
unknown etiology; therefore, screening tests should be done when
encountered by otolaryngologists and pediatricians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Propofol Enjeksiyon Ağrısının Önlenmesinde Sufentanilin Etkinliğinin Saptanması
Tuba Berra Erdem, Hale Borazan, Sema Tuncer, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Propofol Enjeksiyon Ağrısının Önlenmesinde Sufentanilin Etkinliğinin Saptanması
DetermInIng The Effect Of SufentanIl On Propofol InjectIon PaIn
Amaç: Propofol günübirlik anestezide indüksiyon ve sedasyon amaçlı oldukça sık kullanılan bir anesteziktir, enjeksiyon ağrısı problemiyle sıkça karşılaşılmaktadır. Propofol enjeksiyon ağrısını önlemede opioidler etkili bulunmuştur. Bu çalışmada selektif bir μ reseptör agonisti olan ve analjezik etkinliği fentanilin 5-10 katı kadar olan sufentanilin, propofol ağrısına etkisini gösteren bir çalışmaya literatürde rastlanamadığından bunun belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Genel anestezi altında elektif cerrahi geçirecek olan 60 hasta etik kurul onayını takiben rastgele iki gruba ayrılıp, propofol enjeksiyonundan önce ilk gruba 2ml serum fizyolojik , ikinci gruba 5μg (2ml) sufentanil verildi. Bu ajanlar, her hastaya el sırtından açılan 20 G kanülden intravenöz yolla 10-20 saniyede yapıldı. Daha sonra oda ısısındaki propofolden 5 ml verildi. Ağrı sözlü olarak dört puanlı skala ile, ağrı yok (0), hafif (1), orta (2), şiddetli (3), değerlendirildi. Bulgular: Demografik verilerde iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Serum fizyolojik grubunda ağrı insidansı (%80), sufentanil (%46,7) grubundan yüksekti ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p< 0,05). Sonuç: Propofol enjeksiyonu öncesinde yapılan 5μg sufentanilin enjeksiyon ağrısını azaltmaktadır. Bu nedenle sufentanilin propofol enjeksiyonu öncesi kullanımının faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Aim: Propofol is a frequently used anesthetic in outpatient anesthesia and pain is often experienced when propofol is injected. Opioids are effective in preventing the propofol pain injection. In this study it’s aimed to evaluate effectivity of sufentanil, a selective μ receptor agonist 5-10 times more effective analgesic than fentanyl, in propofol injection pain. Material and method: Sixty patients scheduled for elective surgery under general anesthesia were randomly allocated to one of two groups to receive either saline 2 ml or 5μg sufentanil before propofol was injected. Each patient was given one of these agents intavenous via 20 G cannula on the dorsum of the hand in 10-20 second. Then 5 ml propofol at room temperature was injected. Pain was assesed verbally and scored none (0), mild (1), moderate (2), severe (3). Results: There was no statistically difference in demographic datas between two groups. In saline group, the incidence of pain (% 80) was higher than in the flidsufentanil group (%46,7) the result was statistically significant (p< 0,05). Conclusion: Pretreatment with 5μg sufentanil was effective in reducing the propofol injection pain. So, we thought that sufentanil can be useful for preventing propofol injection pain.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uzaklığın Doğum Hizmetine Etkisi
Selma Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Uzaklığın Doğum Hizmetine Etkisi
The Effects Of DIstance BIrth ServIces
Çubuk Eğitim ve Araştırma Sağlık Grubu Bölgesinde 1 Ocak - 31 Aralık 1981 tarihleri arasında doğum yapan kadınların sağlık hizmetlerinden yararlanmasında, yerleşim yerinde tesis veya personel bulunmasının doğum hizmetine etkisi incelendi. Hastane veya ebeye olan uzaklığın hizmetin nitelik ve niceliğini önemli ölçüde etkilediği bulundu.
We investigated the women who gaye birth during 1 - January to 31 - December in Çubuk Education and investigation Health District it was found out that the distance between the women and the health staff or hospital greatly effected the guality and quantity of health services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Rısklı Gebeliklerde Doğum Ve Perınatal Dönemın Özellıklerı
İsmail Arıcı, Selma Çivi, Mehmet Akman
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Rısklı Gebeliklerde Doğum Ve Perınatal Dönemın Özellıklerı
CharacterIstIcs Of Maternal And PerInatal PerIod In HIgh RIsk Pregnancy
Ana ve çocuk grubu içinde bazı olgular; Vücut yapıları, sosyal ve ekonomik koşulları nedeni ile gebelik ve doğum sırasında daha fazla hastalanma ve ölme tehlikesine maruzdurlar. 1987 yılında Konya Doğum ve Çocuk Bakımevi'nde doğum yapan 260 kadında kadın yaşı, kadının eğitim düzeyi ve ailenin gelir düzeyinin ana sağlığı ve yeni doğana etkisini belirlemek amacı ile kesitsel olarak tanımlayıcı ve analitik tipte bir çalışma yapıldı. Kadın yaşının 35 ve daha fazla olması başta üriner enfeksiyon ve anemi olmak üzere gebelik komplikasyonlarını artırmakta idi (p<0.01). Yine 35 ve üzeri yaşta iki gebelik arasındaki süre uzamakta idi (p>0.05). Kadının eğitim düzeyi arttıkça gebelik ve doğum sayısı azalmakta idi (p<0.01). Ailenin gelir düzeyi yeni doğanın kilosu, kadının gebelik ve düşük sayısına etkisizdi(p<0.05).
Same cases in mother and children group are more vulnarable to body constitution, social and economical conditions. A descriptive and cross-sectional study was estabhs. hed in Konya Maternity and Children Ileahh Center in 1987. The aim of the research was if there was any correlation between rnother age, educational level and famiiy income and among mother and newborn health. If the mother age was 35 and plus, urınary infection, anernia and other pregnancy complication were increased (p<0.01). Pregnancy interval was langer alsa for age of 35 and plus (p<0.05). Educational level of rnothers was reversely correlated with the number of pregnancy (p<0.01). Pregnancy and labor numbers was effected by mother educational level. Family income was not effect on newborn weight, number of pregnancy and abortions (p>0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
Hale Borazan, Elmas Kartal, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
AnesthetIc Management Of A PatIent WIth MultIple SclerosIs
Amaç: Multiple skleroz (MS), beyin ve spinal kordon farklı bölümlerinin demyelinizasyonu ve epizodik nörolojik semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Bu olguda, literatürler yardımıyla anestezik yöntemimizi anlatmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Nörojenik mesanesi olan ve mesane taşı için opere edilen primer progresif multiple sklerozlu 42 yaşındaki erkek hasta tartışıldı. Sonuç: Cerrahi ya da genel anestezi gibi stres durumları hastalığı alevlendirebilmektedir. Bu olgunun anestezisinde uyguladığımız desşuran ve remifentanil kombinasyonunu MS’da güvenle kullanılabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Multiple sclerosis (MS), is characterized by demyelination of different parts of brain and spinal cord and episodic neurologic symptoms. In this case report we aimed to present a patient, and highlighting anesthetic management for these patients. Case Report: A 42 year old man who had neurogenic bladder with primer progressive multiple sclerosis undergoing bladder stone operation is discussed. Conclusion: Stress such as surgery or general anesthesia may be associated with an exacerbation of the disease. We thought that to carry out desflurane and remifentanil combination used safely in anesthetic management for MS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Forestıer Hastalıgı Idyopatik Skeletal Hiperostozis)
O. Cem Türeli, Ömer Faruk Şendur, Önder Murat Özerbil
Araştırma makalesi
Özeti
Forestıer Hastalıgı Idyopatik Skeletal Hiperostozis)
ForestIer's DIsease (dIffuse IdIopathIc Skeletal HyperostosIs)
Senil ankilozan hiperostozis veya spondilosis hi-perostotika da denilen Forestier hastaligt genellikle spinal. bazen de ekstraspinal yerleOmli, ya§ant ka-litesini hozmayan, tedaviye iyi cevap veren hir has-Bu yazida kliniimize hel agrtst nedeniyle bapurati ye vertebra yerlepnli Difiiz Idyopatik Ske-letal Hiperostozis (DISH) tanisi alan hir olgu hil-dirmektedir.
Forestier's disease which is known senile ank-ylosing hyperostosis or spondylosis hyperostotica is generally localized spinal, sometimes extraspinal. The disease does not effect the quality of life and has a good response to treatment. In this article a Dif-fuse idiopathic Skeletal Hyperostosis (DISH) case who has low hack pain and localized in vertebrae is presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rahim İçi Araçların Komplikasyonları Perforasyon
Selma Çivi, İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Rahim İçi Araçların Komplikasyonları Perforasyon
Complıcatıons Of Intermedıate Vehıcles Perforatıon
Geri dönüşlü ve etkinliği yüksek bir yöntem ulan rahim içi araçları (RİA) da mortalite ve morbidite, istenmiyen gebeliklerin tıbbi ve sosyal riskleri ile kıyaslandığında önemli ölçüde azdır. Etkinliği yüksek yöntemlerden doğum kontrol hapları ile kıyaslandığında mortalite RİA'larda daha azdır. Buna karşın kanama, pelvisin iltihabi hastalıkları ve uterus perforasyonu nedeni ile morbiditeleri daha fazladır. RİA'ların uterusa uygun biçimde yerleştirilmemeleri gebelik, aracın atılımı, kanama, ağa, perforasyon ve infeksiyon gibi tüm büyük komplikasyonların temel nedenidir. Uterus perforasyonu RİA uygulammında ciddi bir komplikasyondur. Perforasyon tehlikesi uygulanan rahim içi aracın şekline, büyüklüğüne ve yapısına, uygulanma yöntemine, uterusun durum ve biçimine, uygulayıcının deneyim ve bilgisine bağlıdır. Tüm bu etmenlerden uygulayıcısının deneyim ve ustalığı en önemli olandır. RİA'ı uygulayan hekim ve hekim dışı sağlık personelinin (ebe, hemşire) pelvisin anatomisi, fizyolojisi, hastalıkları ve rahim içi araç konusunda özel eğitim alması gereklidir. Bu yazıda hekimlerin uyguladığı 3, ebelerin uyguladığı 3 rahim içi araca bağlı, 5 fundal, 1 servikal perforasyon olgusu sunulmuş, perforasyonu oluşturan nedenler tartışılmıştır.
Intrauterine devices (IUDs), which use a reversible and highly efficient method, significantly lower mortality and morbidity compared to the medical and social risks of unwanted pregnancies. Mortality is less in IUDs compared to birth control pills, which is one of the most effective methods. On the other hand, morbidity is higher due to bleeding, inflammatory diseases of the pelvis and uterine perforation. Failure to properly place the IUDs in the uterus is the main cause of all major complications such as pregnancy, evacuation of the vehicle, bleeding, mesh, perforation and infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryen Girişimlerinde Genel Ve Spinal Anestezinin Anne Ve Yenidoğan Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
Canan Balcı, Dilek Toprak, R. Gül Sıvacı, Simay Serin
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryen Girişimlerinde Genel Ve Spinal Anestezinin Anne Ve Yenidoğan Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of General And SpInal AnesthesIa On The Mother And Newborn In SelectIve Cesarean OperatIons
Our study was performed to compare the effects of general and spinal anesthesia on the hemodynamic values of the mother, APGAR and umbilical vein blood gases of the newborns. 128 term, pregnant volunteer womwn who were planned for cesarean section and in group ASA I-II were included in the study. The subjects randomly devided into two groups. In group I (n=60), induction was performed with iv. propofol per 2 mg kg-1 and the maintenance dose was provided with the mixture of 1% sevofluran, 50% air and 50% O2 . In group II (n=68), spinal anestesia was performed in left lateral position, by injecting 7.5 mg (1.5 ml) hyperbaric bupivacain intrathecally, through L3-L4 intervertebral space, with 24 gauce spinal needle. Spinal anesthesia elevated to T6-7 level. Both groups preloaded with 10 mL/kg-1h-1 % 0.9 NaCL solution. Systolic and diastolic blood pressures, meanterial pressures, pulse rates and peripheric oxygen saturations reported in all subjects of group I, before the induction and in 1., 2., 3., 4., 5., 10., 15. and 30. Minutes after endotracheal entubation. In spinal anesthesia group it is reported in 1., 2., 3., 4., 5., 10., 15. and 30. Minutes after the anesthesia. When we compared the pulse rates and mean arterial pressures of both groups, these values were low in spinal anesthesia group which were found to be statistically significant (p<0.05). The arterial blood gases (pCO2, pO2), pH of the mother and APGAR (1., 5., 10. minutes) scores of the newborns were better in spinal anesthesia group, and statistically significant (p<0.005). As a result, regarding the undesired effects of the spinal anesthesia on mother’s hemodynamic parameters like hypotension and bradycardia; in cesarean secion cases it must be used carefully. We can advice its safely use regarding to the results of the arterial blood gases and APGAR scores of the newborns after taking preventive measures especially against deep hypotension
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Ali Eryılmaz, Said Bodur, Seher Civcik, Yasemin Durduran
Araştırma makalesi
Özeti
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Breast ComplaInts Of Women ApplyIng To Ketem
Konya Kanser Erken Teşhis-Tarama Ve Eğitim Merkezi (KETEM)’ne 2007-2010 yıllarında başvuran kadınların mevcut ve geçirilmiş meme yakınmalarının dağılımı ve demografik değişkenlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. KETEM’in elektronik ortamdaki veri giriş paneline ait bilgiler, çalışma için gerekli olanları süzülerek ve kişisel bilgilerden arındırılarak, Excel dosyası formatında elde edildi. Bağımlı ve bağımsız değişkenler demografik özellikler ve meme şikâyetleriydi. Veriler SPSS ortamına aktarıldı ve analiz edildi. Betimleyici istatistikler kullanıldı. İlişkilerin belirlenmesinde adım adım lojistik regresyon analizi yapıldı. Konya KETEM’e 2007- 2010 yıllarında başvuran ve meme sorgusu yapılan 19600 kadının yaş ortalaması 44±12 yıl olup % 92’si sosyal güvenceye sahipti. Kadınların ilk adet yaşı ortancası 13 yıl, canlı doğum sayısı ortancası 3 çocuk, toplam emzirme süresi ortancası 36 ay idi. OKS kullananların oranı % 9, sigara içenlerin oranı % 7, şişmanlık oranı % 33 ve bitkisel ağırlıklı beslenme oranı sadece % 2 idi. Mamografi çektirme oranı % 32, kendi kendine meme muayenesi yapma oranı % 18’di. Kadınların % 44’ü herhangi bir meme şikâyetine, % 8’i de geçirilmiş meme hastalığı öyküsüne sahipti. Meme yakınması varlığı yaş, boy, canlı doğum sayısı, toplam emzirme süresi ve beslenme tipi ile ilişkili bulunurken, geçirilmiş meme hastalığı boy ve sigara kullanımı ile ilişkili bulundu (her biri için en az p
To determine the distribution and association with demographic variables of breast complaints of women in Early Diagnosis-Scanning and Education Centers (KETEM). Electronically kept data in Konya KETEM was analyzed by omitting personal information via SPSS package software in 2011. Dependent and independent variables were demographic features and breast complaints. Descriptive statistics were used, and logistic regression analysis was performed step by step to define the correlations. Mean age of women applying to KETEM between 2007 and 2010 was 44±12 years, and 92% were of social security. Median age of first menstrual cycle was 13 years, median number of living births was 3, and median total duration of breastfeeding was 36 m. The rates of OKS use, smokers, obesity and vegetative life style were 9%, 7%, 33% and 2%, respectively. The rates of mammography and self-checked breast examination were 32% and 18%, respectively. 44% had any kind of breast complaints, and 8% had a history of experienced breast disease. While the existence of complaints was associated with age, height, number of living births, total breastfeeding duration and type of nutrition, experienced breast disease was related to height and smoking (at least, p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transuretral Rezeksiyonda Kanama Ve Kanaaıa Üzerıne Etkili Faktörler
Mehmet Arslan, Celal Sönmez, Mehmet Kılınç, Recai Gürbüz, Kadir Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Transuretral Rezeksiyonda Kanama Ve Kanaaıa Üzerıne Etkili Faktörler
Factors Affectıng Bleedıng And Kanaaıa In Transuretral Resectıon
1984 - 1987 yılları arasında benign prostat hiperplazisi, rnesane boynu darlığı, prostat kanseri ve mesane tümörü teşhis edilen 57 hastaya transürethral rezeksiyon yapıldı. 45 hastaya genel, 12 hastaya spinal anestezi verildi. Bu hastalarda, genel - spinal anestezinin, çıkarılan doku miktarının, operasyon süresinin ve irrigasyon sıvısının kanama ile ilgisi araştırıldı. Operasyon süresinin kanama ile ilişkisi hem spinalde hem de genelde vardı. Çıkarılan doku miktarı ile kanama arasındaki ilişki çok önemli olarak bulundu. irrigasyon sıvısının kanama ile ilişkisi spinal anestezide önemli bulundu. Spinal anestezide kanama genel anesteziden daha az bulundu.
Transturethraltresection was carried ovt succesfully in the fifty-seven patient with benign prostatic hyperpiasie, bladder neck obstruction, cancer of the prostate and b7adcler betwen 1984 and 1987 spinal anesthesia wa2 giyen to eleyen patiens and general anesthesia forty-five patiens. T ype of anesthesia (spirıal and general), tissue size removed, operation time and irrigation fluid have been investigated cor;.e?ation with hemorraghie. There was correlation betwen operation time and hemor-raghie in both the spinal and general anesthesia. Correlation, between tissue size removed and hemorraghim was found ver} important in both. Correlati.on with hemorraghi.e of irrigation fluid was important in ()nin spinal anesthesie. The hemorraghie in the spinal anesthesia was much lessthan general anesthesia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Feto-Maternal Transfüzyon Ve Feto-Maternal Transfüzyonu Etkıleyen Faktörler
Ümran Çalışkan, Hasan Koç, Dursun Odabaş, Fatih Toksöz, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Feto-Maternal Transfüzyon Ve Feto-Maternal Transfüzyonu Etkıleyen Faktörler
Feto-Rnaternat TransfusIon And Factors InfluencIng The Feto-Maternal TransfusIon
Feto-maternal transfüzyonun araştırıldığı bu çalışmada, transfüzyon oranı %18.59 bulunurken, fetus-anne kan gruplarının uygunluğunun, primipar gebeliğin ve doğumda forseps ya da vakum uygulamalarının transfüzyonu anlamlı olarak artırdığı, ve fakat gebelikte kanamanın varlığı, preeklarnpsi, indüksiyon uygulaması, gebelik süresi, travay süresi, travayın kanama ile başlaması, prezentasyon şekli ile phisenta ve kardan Icomplikasyonları gibi faktörlerin ise herhangi bir risk oluşturmadığı gözlendi.
In this study in which feto-maternal transfusion was researched, the Tate of feto-maternal transfu-sion was 18.59%. Fetal and materna' blood group cornpatibility, prirnipar pregnancy and forceps or vacuum adminisiration were signıficanily enhanced feto-rnaternal transfusion. But, bleeding during pregnancy, preeclampsia, induction adrninistration, duration of pregnancy, duration of delivery onset, with bleeding. Fetal presentation form, placentae and cordon complications were not effective ta feto-maternal transfusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyunda Dev Schwannom
Özgül Topal, Kübra Akman, Seyra Erbek
Olgu sunumu
Özeti
Boyunda Dev Schwannom
GIant Schwannoma Of The Neck
Schwannom, benign, soliter, yavaş büyüyen kapsüllü bir tümördür ve myelinli sinir fibrilleri kılıfından köken alır. Periferik, spinal veya kranial sinirlerden gelişebilen bu tümör baş-boyun bölgesinde sıklıkla görülür. Otuzüç yaşında erkek hasta, kliniğimize sağ boyunda lokalize 10x6x6 cm boyutlarında dev kitleyle başvurdu. Kitlenin cerrahi rezeksiyonu sonrası yapılan histopatolojik inceleme ‘Schwannom’ olarak rapor edildi. Burada literatürde çok nadir rastlanan dev boyutlu schwannom olgusu ve tedavi yaklaşımları tartışılmıştır.
Schwannoma is a benign, solitary, and slowly progressive encapsulated tumor originating from the sheath of myelinated nerve fibers. The neoplasm should arise from all the peripheric, spinal or cranial nerves and frequently seen in the head and neck region. A 33 years-old male presented with a 10x10x6 cms giant mass of the right neck. A surgical resection was performed and the histopathologic examination of the mass was reported to be “schwannoma”. Here, a case of giant schwannoma, which is very rare in the literature, and treatment modalities are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
Deniz Hızlı, Saynur Sarıcı Yılmaz, Serdar Yalvaç, Ömer Kandemir
Araştırma makalesi
Özeti
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
What Is The Value Of UltrasonographIc CervIcal Length Measurement For PredIctIng Preterm BIrth In AsymptomatIc Women?
Neonatal morbidite ve mortaliteyi azaltmak için prematür doğum riski olan hastaların belirlenmesi oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı, asemptomatik düşük risk grubundaki hastalarda servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolünün belirlenmesi idi. Onaltı-yirmiiki gebelik haftasında olan ve preterm doğum öyküsü olmayan toplam 200 hasta bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Servikal uzunluk transvajinal ultrasonografi ile ölçüldü ve servikal uzunluk ölçümünün düşük riskli populasyonda preterm doğumu tahmin etmedeki rolü istatistiksel olarak değerlendirildi. Preterm doğum insidansı %4.5 (9/200) idi. Term ve preterm grupların ortalama yaşları (±S.D.) sırasıyla 27.7±6.98 ve 24.9±4.47 idi (p=0.222). Term grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (35.0±4.57 mm) ile preterm grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (36.5±6.93 mm) arasında istatistiksel fark tespit edilmedi (p=0.887). Sezaryen doğum oranı preterm grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.04). Düşük risk grubundaki asemptomatik populasyonda tek başına ultrasonografik servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolü sınırlıdır. Bu hastalarda servikal uzunluk taraması yapılmasının önerilebilmesi için kanıtlar yetersizdir. Bu nedenle taramadan fayda görecek hastaların belirlenebilmesi için prospektif geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Identification of patients who will deliver prematurely is extremely important to decrease neonatal and maternal morbidity and mortality. The aim of this study was to evaluate the value of cervical length (CL) measurement in predicting preterm birth (PTB) in asymptomatic low risk women. A total of 200 consecutive asymptomatic patients between 16-22 gestational age who had no history of PTB previously were included in this prospective study. CL was measured by transvaginal ultrasonography and the predictive value of CL for PTB was evaluated in this low risk population. The incidence of PTB was 4.5% (9/200). The mean age (±S.D.) of the preterm and term groups was 27.7±6.98 and 24.9±4.47 years, respectively (p=0.222). The CLs at 16-22 weeks were not statistically different between the term group (35.0±4.57 mm) and the preterm group (36.5±6.93 mm) (p=0.887). Cesarean delivery rate was significantly higher in preterm group (p=0.04). Ultrasonographic CL measurement alone has limited value in prediction of preterm delivery in a low risk asymptomatic population. Also there is insufficient evidence to recommend routine CL screening in this subpopulation. Further larger prospective studies are needed to identify patients that may benefit most from such screening.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yöremizde Tespıt Edılen İnfertilite Vakalarının Değerlendirilmesi (264 Olgu)
Cemalettin Akyürek, Saim Açıkgözoğlu, Ergün Onur, Osman Yılmaz, Sema Soysal
Araştırma makalesi
Özeti
Yöremizde Tespıt Edılen İnfertilite Vakalarının Değerlendirilmesi (264 Olgu)
DIscussIon Of InfertIle Cases ThaI Where LIstablIshed To Our Zone (264 Cases)
Bu çalışmada 1.1.1988 - 31.11.1989 tarihleri arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında muayene ve tedavi edilen 264 infertil vakanın genel bir değerlendirilmesi yapıldı. Bunlardan 73 hasta ilk başvuru ve muayeneden sonra incelemelere devam etmediği için çalışma gurubundan çıkarılarak 191 hastanın literatür eşliğinde değerlendirilmesi yapılarak alınan sonuçlar tartışılmıştır.
In this study, 264 infertil cases that were examined and treated in deparment of Obsletrics and Gynecology, Selçuk Üniversity Facultryof Medicine, Konya, during the period of 1.1.1988 - 31.11.1989 were surveyed. 73 cases were removed from the study group because of they were not conlinue to examine after first examine and application. 191 cases in company literatür were estimaied and !heir results were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrauterin Dönemde Mrı İle Tespit Edilen Fetal Germinal Matrix Kanaması
Suna Özdemir, Osman Balcı, Halime Göktepe, İsmet Tolu
Olgu sunumu
Özeti
İntrauterin Dönemde Mrı İle Tespit Edilen Fetal Germinal Matrix Kanaması
Fetal GermInal MatrIx Hemorrhage DIagnosed By MrI DurIng IntrauterIne PerIod
İntraventriküler kanama (İVK) preterm doğumun önemli komplikasyonlarından biridir. Lateral ventriküllerin subepandimal tabakasını oluşturan germinal matriks intraventriküler kanamanın en sık olarak görüldüğü alandır. İVK fetüste ultrasonografi ile ventrikülomegali ve hiperekojenik alan olarak yansırken, fetal manyetik rezonans görüntüleme (MRI) ile daha kolay saptanır. Fakat fetüste bunu gözlemlemek kolay değildir. Bizim burada sunduğumuz olgu, 30’uncu gebelik haftasında dış merkezden ventrikülomegali ön tanısıyla tarafımıza gönderildi. Kliniğimizde yaptığımız ultrasonografi ve MRI’da fetal kraniumda germinal matrix kanaması tespit edildi. Otuz ikinci gebelik haftasında annede ağır preeklampsi gelişti ve bu nedenle gebelik sezaryen ile sonlandırıldı. Şüpheli ventrikülomegalide teşhisi doğrulamada fetal MRI yapılmalıdır.
Intraventricular hemorrhage (IVH) is a common complication associated with delivery in preterm neonates. Germinal matrix, subependymal layer of lateral ventricle is the most occurring site of intraventricular hemorrhage. IVH is imaged as a hyperechogenic area and ventriculomegaly on ultrasonography, but it is detected easily by fetal magnetic resonance imaging (MRI). The present case was referred to our clinic due to ventriculomegaly on ultrasonography. Germinal matrix was determined on the fetal cranium with ultrasonography and intrauterine MRI at 30th weeks of gestation. The pregnancy was terminated by cesarean section due to severe preclampsia. Fetal MRI should be performed to confirm the diagnosis on the cases with suspect ventriculomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Parenteral Nutrisyon İlişkili Kolestaza Benzeyen Bir Sitomegalovirus Enfeksiyon Olgusu
Musa Silahlı, Zeynel Gökmen
Olgu sunumu
Özeti
Total Parenteral Nutrisyon İlişkili Kolestaza Benzeyen Bir Sitomegalovirus Enfeksiyon Olgusu
A Case Of CytomegalovIrus InfectIon MImIckIng Total Parenteral NutrItIon AssocIated CholestasIs
Sitomegalovirus (CMV) erken süt çocukluğu döneminde transplasental geçiş gösteren en sık karşılaşılan virüslerden biridir. Ve non-herediter sensörinöral işitme kaybı nedenleri arasında en sık karşılaşılan enfeksiyöz sebeptir. Burada 29 haftalık aşırı düşük doğum ağırlıklı (ADDA) 460 gr TPN ilişkili kolestaza benzeyen CMV enfeksiyonu geçiren olguyu sunmaktayız. Uzun süre TPN ile beslenen ADDA prematüre bebekte genellikle kolestaz ilk önce TPN ile ilişkili olduğu düşünülür. Direkt hiperbiluribinemi ve kolestaz yeni doğan döneminde sık karşılaşılan problemlerden biridir. Özellikle bu durumlar genellikle sepsis, TPN alımı, doğuştan metabolik hastalıklar ve diğer sebeplerle ilişkili olduğu düşünülür. Özellikle ADDA infantlarda ve uzun süre TPN ile beslenen bebeklerde CMV enfeksiyonları aklımızın bir köşesinde bulunmalıdır.
Title : A case of cytomegalovirus infection mimicking total parenteral nutrition associated cholestasis.\r\n\r\nCongenital cytomegalovirus (CMV) infection is the most common infection that passes trough transplacentally in the early infancy period and is the most common infectious cause of the nonhereditary sensorineural hearing loss. We know that most of these cases were asymptomatic in the neonatal period. Especially among the extremely low birth weight infants, CMV prevalence is not known. We present a 29 weeks old 460 gr extremely low birth weight (ELBW) infant with congenital CMV infection mimicking total parenteral nutrition (TPN) associated cholestasis. Usually, when we see the cholestasis in the extremely low birth weight infant feeding with long time TPN, we think that it is associated with TPN. Direct hyperbilirubinemia and cholestasis are the common situations in the newborn period. Especially this is considered to be associated with sepsis, TPN, galactosemia, inborn errors of metabolism and other causes. CMV- associated cholestasis should be kept in mind, especially in cases of premature infants with cholestasis and extremely low birth weight infants have been fed for a long time TPN.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Mustafa Kürşat Evrenos, Merve Özkaya Ünsal
Araştırma makalesi
Özeti
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Treatment Of Cutaneous MucormycosIs In PatIents WIth CortIcosteroId Treatment After Trauma
Amaç: Mukormikozis, invaziv yumuşak doku nekrozu yapabilen ve agresif seyirli nadir bir fırsatçı mantar enfeksiyonudur. Genellikle immun sistem yetersizliği olan hastalarda görülürken, nadiren immunkompetan hastalarda da karşılaşılabilir. Bu yazıda, travma sonrası kısa sureli kortikosteroid tedavisi alan ve ardından fasiyal kutanöz mukormikoz gelişen 4 immunkompetan olgunun prognoz ve tedavisi bildirilmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 2016 – 2018 yılları arasında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi’ne travma sonrasında başvuran, intrakranial veya spinal patolojileri nedeniyle kısa sureli kortikosteroid tedavisi alarak immun sistemi baskılanmış olan ve fasiyal kutanöz mukormikoz tanısı alan dört adet hasta dahil edildi. Prognoz, medikal ve cerrahi tedavi sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Malar ve maksiller bölge tutulumu olan bir hastada seri debridmanlar ve medikal tedavilerle kür sağlandı. Serbest fleplerle rekonstruksiyon yapılan hastada estetik ve fonksiyonel olarak kabul edilebilir sonuçlara ulaşıldı. 2 hastanın tedavisi tamamlandıktan sonra lokal fleplerle onarımı yapıldı. Bir hastaya, fungal osteomiyelit ve intrakraniyal inflamatuar değişiklikleri bulunması nedeniyle onarım operasyonu yapılamadı. Bu hastanın takiplerinde MR görüntülemelerinde regresyon saptandı.
Sonuç: Multitravma sonrasında, kontamine yara enfeksiyonu meydana gelen ve kısa dönem için bile olsa kortikosteroid tedavisi alan hastalarda mukormikozisin akılda tutulması gerekmektedir. Seri, tekrarlayan ve agresif debridmanlar yapılmalı, rekonstruksiyon planı enfeksiyonda kür sağlandıktan sonra yapılmalıdır.
Objective: Mucormycosis is an infrequent opportunistic fungal infection which may cause an aggressive and invasive soft tissue necrosis. It is usually developed in patients with immune system deficiency, and rarely seen in immunocompetant patients. We report prognosis and treatment of the immunocompetant patients that developed facial cutaneous mucormycosis after short term corticosteroid therapy.
Material and Method: The patients who were admitted to Manisa Celal Bayar University Hospital after multitrauma and given short term corticosteroids due to cranial and spinal injuries and became immuncompromised and diagnosed as facial cutaneous mucormycosis between 2016 and 2018 were included in the study. Prognosis, medical and surgical treatment outcomes of therapy is reported.
Results: One patient with malar and maxillary involvement was treated with medical therapy and serial debridements and infection was cured. Reconstruction with free flaps were done, acceptable functional and aesthetic results were achieved. Two patients had adequate therapy and reconstructed with local flaps. One patient was not operated due to recurrent fungal osteomyelitis and intracranial inflammatory findings, and regression in MRI was seen.
Conclusion: Mucormycosis should be kept in mind in contaminated wound infections in patients who have been treated with corticosteroids even for a short time after multitrauma. Rapid, repetitive and aggressive debridemants should be performed and reconstruction should be planned after cure of the fungi.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Riskli Gebeliklerde Fetal Ekokardiyografide Tespit Edilen
yapısal Kalp Hastalıklarının Dağılımı
Hayrullah Alp, Sevim Karaarslan, Tamer Baysal, Rengin Karataylı, Birgül Varan
Araştırma makalesi
Özeti
Riskli Gebeliklerde Fetal Ekokardiyografide Tespit Edilen
yapısal Kalp Hastalıklarının Dağılımı
The Spectrum Of CongenItal Heart DIseases DetermIned By Fetal
echocardIography In RIsky PregnancIes
Çalışmanın amacı, Haziran 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında
kliniğimizde yüksek ve düşük risk grubundaki gebelere yapılan fetal
ekokardiyografi sonuçlarını doğumsal kalp hastalıkları açısından
değerlendirmektir. Çalışmaya, ayrıntılı fetal ekokardiyografisi yapılan
351 gebe alındı. Gebeler başvuru nedenlerine göre yüksek ve düşük
risk grubu olarak ikiye ayrıldı. Her iki grupta tespit edilen doğumsal
kalp hastalıklarının tipleri ve prevelansı açısından araştırıldı.
Bulgular: Yüksek risk grubunda doğumsal kalp hastalığı prevelansı
%16.7, düşük risk grubunda %5.7 olarak saptandı. En sık tespit
edilen doğumsal kalp hastalığı ventriküler septal defektti. Düşük
risk grubunda gebelerin çoğunun kendi istekleri (%36.1) ile fetal
ekokardiyografi için başvurduğu görülürken, yüksek risk grubunda
ise maternal nedenlerden diyabet (%8.9), fetal nedenlerden
polihidroamnioz/oligohidroamnioz (%1.9), herediter nedenlerden
ise önceki gebelikte fetal anomali varlığı (%1.2) ilk sırada tespit
edilmiştir. Fetal ekokardiyografi doğumsal kalp hastalıklarının
erken tanısında, aileye danışmanlık verilmesinde ve doğum sonrası
gerekli müdahalelere hazırlanmada faydalı bir tekniktir. Yüksek risk
grubu gebeliklerde fetal ekokardiyografi deneyimli kişiler tarafından
mutlaka yapılmalıdır. Ancak, düşük risk grubunda seçilmiş vakalara
da fetal ekokardiyografinin yapılması uygun olur.
The aim of the study is to evaluate the fetal echocardiography
results of high and low risk pregnancies for congenital heart
diseases in our clinic between June 2011-January 2012. A total
of 351 pregnant who underwent a full fetal echocardiographic
examination were included in the study. Pregnant women were
classified as high and low risk groups according to their admission
reasons. The two groups were evaluated for the type of congenital
heart disease and its prevalence.The prevalence of congenital heart
disease in high and low risk pregnancies were found as 16.7% and
5.7%, respectively. The most frequently detected congenital heart
disease was ventricular septal defect. Self-admission (36.1%)
was the most frequent reason in low risk pregnancy group, while
maternal diabetes (8.9%) was the most common among maternal
factors, polihydramnios/oligohydramnios in fetal factors (1.9%) and
fetal anomalies in previous pregnancies (1.2%) in hereditary factors
were common in high risk group. Fetal echocardiography is a useful
technique for early diagnosis of congenital heart diseases, providing
consuling for families and to prepare for the required interventions
after the birth. Fetal echocardiography should be performed on
high risk pregnancies. However, in low risk pregnancies fetal
echocardiography may also be performed on selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
Tamer Baysal, Sevim Karaaslan
Derleme
Özeti
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
The HematologIcal SIgn And ComplIcatIons Of CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Amaç: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklarında hematolojik belirti ve bulgular derlenmiştir. Ana bulgular: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı hastalarda hematolojik yan etkilerin görülme ihtimali yüksektir. Polisitemi, trombositopeni, faktör eksiklikleri, demir eksikliği anemisi ve yaygın damariçi pıhtılaşması gibi birçok bulgu ve belirtiler bildirilmiştir. Siyanotik doğumsal kalp hastalarında azalmış arteriyel oksijen saturasyonu hemoglobin ve hematokrit değerlerinde kompanzatuar artışlara yol açar. Eritrositoz siyanotik doğumsal kalp hastalarında yeterli oksijenizasyonu sağlamak için ortaya çıkan bir cevaptır. Ancak hematokrit değerleri çok artmış hastalarda hiperviskozite bulguları ortaya çıkabilir. Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklarda demir eksikliği hemoglobin değerleri yüksek olduğu için gözden kaçabilir. Hemostatik anormalliklerin zamanında tespiti ve uygun tedavi yaklaşımları ile yan etkiler azaltılabilir. Sonuç: Siyanotik doğumsal kalp hastalığı olan çocuklar hem tromboz hem de kanamaya eğilimlidir. Bu çocukların hematolojik açıdan takipleri az ilgi çekmektedir. Bu hastalara yönelik olarak pratik tedavi yaklaşımları geliştirilmediği için siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklara yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: This review sought to determine the relationship between cyanosis and hematological signs and findings. Main finding: Patients with cyanotic congenital heart disease are succeptible to develope hematological side effects. Several findings, including polycytemia, thrombocytopenia, factor deficiencies, iron-deficiency anemia and disseminated intravasculary coagulation have been reported. Decreased arterial oxygen saturation in cyanotic congenital heart disease causes compensatory kurise in hemoglobin and haematocrit levels. Erythrocytosis is an adaptive response to improve oxygen transport in cyanotic congenital heart disease. However, at highly increased haematocrit levels patients may experience hyperviscosity symptoms. Iron-deficiency in cyanotic congenital heart disease patients is often overlooked due to elevated hemoglobin concentrations. The detection of a hemostatic abnormality and its correction by appropriate therapy are likely to minimize the side effects. Results: Children with cyanotic congenital heart disease are prone to both thrombosis and hemorrhage. Hematological management of cyanotic congenital heart disease has received little attention. The lack of practical therapeutic guidelines forced us to consolidate our observations on patients with cyanotic congenital heart disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dekübit Ülserlerinde Cerrahi Tedavi Sonuçlarımız
Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Sadık Şentürk, Adem Özkan, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Dekübit Ülserlerinde Cerrahi Tedavi Sonuçlarımız
Our SurgIcal ResultsIn DecubItus Ulcers
Dekübit ülserleri uzun süreli yatağa bağımlı hastalarda gelişebilir. Yaşlı ve spinal kord yaralanması olan hastalar yüksek risk grubundadır. Bu yazıda Mayıs 1994 - Ocak 2000 yılları arasında kliniğimizde öpere edilen 52 dekübit hastası ve bunlara uygulanan onarım yöntemlerimiz sunulmuştur. Çalışmaya sakral, trokanterik ve iskiyal bası yaraları dahil edilmiş olup bunun dışındaki alanlar hariç tutulmuştur. 3 iskiyal ülserli hasta nüks nedeniyle başvurmuşken sakral ve trokanterik ülserlerde hiç nükse rastlanmadı. Bu nüksün cerrahi teknikten çok basıya bağlı olduğu düşünüldü. Dekübit ülserlerinde cerrahi yaklaşımların hem nüksü önleme hem de fonksiyonel hasar oluşturmaması bakımından önemlidir. Bu yazıda 1994 - 2000 yılları arasında öpere ettiğimiz hastalar ışığında dekübit ülserleri onarımına yaklaşımlarımız sunulmuştur.
Decubitus ulcers can develop in immobilized patient. Patients with spinal cord injury and elderly patients are at high risk. We presented 36 patient with pressure sore that we operated between May 1994 and January 2000 and our reconstructive procedures. Sacral, trochanteric and ischial pressure sores we are included the study, other sites were excepted. As 3 patient with ischial ulcer were accepted because of recurrence, there were no recur- rence for sacral and trochanteric ulcers. This recurrences were not depend on surgical techniçues perhaps due to pressure. Selecting the proper surgical technique for decubitus ulcer, is important eitherpreventing recurrence and funtional loss. We revievved our experience with reconstruction of decubit ulcers betvveen 1994 and 2000 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
EvaluatIon Of Properly TImed VaccInatIon For 0-1 Years Old ChIldren AccordIng To The NatIonal VaccIne Schedule In Two TIme PoInts (1997-2007)
Çalışma, toplumun 0-1 yaş çocuk aşılamalarında ulusal aşı takvimine uyum düzeyini, bunu etkileyen faktörleri ve zaman içindeki değişimi belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma, Konya il merkezinde 1997 ve 2007 yıllarında yapıldı. Araştırmanın evreni 0-23 aylık bebek ve çocuklar olup örneklem, nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yöntemiyle belirlendi. Örnek hacimleri bir önceki dönemdeki aşılama oranları ve güç hesabı dikkate alınarak formülle elde edildi. Örneklemler 1997 için n:467 ve 2007 için n:380 olarak gerçekleşti. Veriler gözlem ve anket yardımıyla toplandı. Bulgular: 1997 yılı için yaşına göre tam aşılı bebek ve çocuk oranı %79.9’du. Ancak, gecikmesiz olarak aşı takvimine uyum oranı %35.3 düzeyindeydi. 2007 yılında ise bu oranlar sırasıyla %84.2 ve %63.7 idi. Aşı takvimine uyum durumu annenin yaşı ve öğrenim düzeyi, çocuğun yaşı ve doğum sırası, aşı kartının varlığı, aşı ile ilgili hastalık geçirme durumu ve ekonomik düzey ile ilişkili bulundu. Aşı takvimine uyum ile çocuğun cinsiyeti ve ölen kardeşinin olup olmaması arasında bir ilişki bulunamadı. Sonuç: Bu bulgulara göre çok çocuklu ailelerin aşılama konusunda yakından izlenmesi, altı aydan büyük çocuklarda aşı randevusunun hatırlatılması ve aşı kartının saklanma özelliğinin artırılmasıyla aşı takvimine uyumun artırılabileceği kanaatine varıldı.
The study was aimed to determine the ratio of properly timed vaccination according to national vaccine schedule in two time points. Method: The study was performed in Konya city center at the years 1997 and 2007. The subjects were obtained from children aged 0 to 23 months by using systematic cluster sampling. Also power estimated was received attention in this formula. Sample sizes were 467 and 380 for 1997 and 2007, respectively. The data was collected by observation and inquiry techniques. Results: Proportion of children age-appropriately immunized was 79.9 % for year 1997. However the ratio of properly timed vaccination for the vaccine schedule was only 35.3 %. These ratios for year 2007 were 84.2 % and 63.7 %, respectively. Mother’s age and educational level, children’s age and labor order, having a vaccine card, a history of sickness can be prevented by the vaccine in family members and economic status were related to the national vaccine schedule. Conclusion: We consider following families who have more children for vaccination, bringing to mind vaccination date for children aged bigger than six months and taking some cautions in order to protect vaccination card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bazı Anestezık Preparatların Mıkroorganızma Ureme Ortamı Olarak Rısk Faktoru Olusturması
Naci Kemal Kırca, Bülent Baysal, Fatma Keklikoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Bazı Anestezık Preparatların Mıkroorganızma Ureme Ortamı Olarak Rısk Faktoru Olusturması
The MIcrobIologIcal RIsk Of AnaesthetIc Pre-ParatIons Propofol Has PrevIously Been Reported To He A SuItable Culture MedIum FIr Several OrganIsms
Bu calışmada bazi anestezik preparatlartn DAZOLAM , HYPNOMIDATE, VECLIRON1LIM BROMIDE, PROPOFOL, FLUMAZENiL, FEN-TANYL CITRATE, DIHIDROBENZYLPERiDOL, KETAMIN HY DROCHLORiD) mikroorganizmalar • kin bir iireme ortarni olup olmadigini incelemek amacryia yapildt. Vecuronium bromide (V), Pro-pofol (P), Flumazenil (F), ye Fentanyl Citrate (FCida Enterobacter Sp. iireraesi gr ruldu. Mi-dazolam (M), Hypnomidate (H), Ketamin hid-roklorid (K) ve Dihidrobenzil peridol (Dida (kerne olmach.
in this study, we evaluated several other anaesthetic preparations in addition to propofol including (mi-dazolam, hypnomidate, vecuronium bromide, pro-pofol, flumazenil, fentarzyl citrate, dihidrobenzyl pe-ridol, ketamin hydrochlorid) as a growth medium for enterohacter sp. As a result, we observed the growth of en-terohacter in the vecuronium bromide, propofol, flu-mazenil, and fentanyl citrate medium. On the other hand, there was no detectable growth in midazolarn, hypnomidate, ketamin hydrochlorur, and dihydrobenzylperidol.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adneksiyal Torsiyon Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Laparoskopi Ve Laparotominin Karşılaştırılması
Osman Balcı, Mehmet Sait İçen, Alaa S. Mahmoud
Araştırma makalesi
Özeti
Adneksiyal Torsiyon Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Laparoskopi Ve Laparotominin Karşılaştırılması
ComparIson Of Laparoscopy Versus Laparotomy In The Management Of Adnexal TorsIon
Bu çalışmada amacımız, kliniğimizde adneksiyal torsiyon ön tanısı ile laparoskopi veya laparotomi yapılan hastaların değerlendirilmesi ve her iki operasyon yönteminin karşılaştırılmasıdır. Ocak 2007 ile Aralık 2009 yılları arasında, karın veya kasık ağrısı nedeniyle acil servise başvuran, akut karın bulguları olan hastalar ile diğer hastanelerden adneksiyal torsiyon ön tanısı ile kliniğimize sevk edilen ve değerlendirme neticesinde adneksiyal torsiyon ön tanısıyla operasyona alınan 72 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Laparoskopi veya laparotomi ile adneksiyal detorsiyon, kistektomi, ooferektomi, total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi (TAH-BSO) yapılan hastaların yaşları, gebelik ve doğum sayıları, adneksiyal kitle boyutu, pre-operatif ve postoperatif hemoglobin (Hb) değerleri, operasyon ve hospitalizasyon süreleri karşılaştırıldı. Laparoskopik yaklaşım ile 28, laparotomi ile 44 hasta opere edildi. Laparoskopik olarak 6 olguya detorsiyon, 17 olguya detorsiyon ve kistektomi ve 5 olguya da salpingo-ooferktomi yapılmıştır. Laparotomi grubunda ise 3 hastaya detorsiyon, 17 hastaya detorsiyon ve kistektomi, 7 hastaya salpingo-ooferektomi ve 17 hastaya da TAH-BSO uygulanmıştır. Laparoskopi grubu genç ve paritesi düşük olan hastalardan oluşmaktaydı. Operasyon süresi laparoskopi grubunda daha kısa idi ve daha kısa sürede taburcu edilmişlerdi. Ortalama adneksiyal kitle çapları laparotomi grubunda daha büyüktü. Adneksiyal torsiyon jinekolojik aciller içinde geç kalınmadan müdahale edilmesi gereken önemli bir klinik durumdur. Özellikle fertilite isteği olan hastalarda en uygun cerrahi yaklaşım laparoskopi ve organ koruyucu cerrahi yapılmasıdır.
The aim of this study was to compare laparoscopy to laparotomy in the management of patients with suspected adnexal torsion. Seventy two patients with initial diagnosis of adnexal torsion that presented to our clinic with acute abdomen or were referred from other centers between January 2007 and December 2009 were included in this retrospective analysis. Data regarding age, gravidity, parity, size of adnexal mass, pre-operative and post-operative hemoglobin values, operation time and duration of hospitalization of patients that had adnexal detorsion, cystectomy, oopherectomy, total abdominal hysterectomy and bilateral salpingo-oopherectomy (TAH-BSO) performed via laparoscopy or laparotomy were recorded. Twenty eight patients were treated laparoscopically while 44 patients had laparotomy. In the laparoscopy group 6 cases had detorsion, 17 had detorsion and cystectomy and 5 cases had salpingo-oopherectomy. In the laparotomy group 3 had detorsion, 17 had detorsion and cystectomy, 7 had salpingo-oopherectomy and 17 patients had TAHBSO. Laparoscopy group consisted of young patients with low parity, operation time was shorter in laparoscopy group and the patients were discharged more rapidly. Average adnexal mass size was bigger in laparotomy group. Adnexal torsion is one of gynecological emergency that require urgent operation the most appropriate surgical approach is laparoscopy especially in patients who want to preserve their fertility.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Toxoplasma, Rubella, Cmv, Hbv, AntIhbs, Hcv, HIv Seroprevelance
ın FIrst TrImester Pregnant Women
Çalışmadaki amacımız ilk trimester gebelerde Toksoplazma,
Rubella, Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV seroprevelanslarını
belirlemek ve parite durumları, yaş grupları ile ilişkisini araştırmak.
Kasım 2011 ile Şubat 2013 tarihleri arasında Bayrampaşa Devlet
Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğine başvuran, yaşları
16 ile 45 arasında değişen 2900 12 hafta ve altı gebe çalışmamızda
değerlendirildi. Uygun gebelerde çalışılan Toksoplazma, Rubella,
Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV sonuçları analiz edildi.
Yaş grupları, Gravide, Parite sayıları sorgulandı. Çalışmaya katılan
gebelerin yaş ortalaması 27.78±5.57 (16-45), gebelik ortalaması
2.21±1.39 (1-8), parite ortalaması 0.78±0.89 (0-5), başvurudaki
gebelik haftası ortalaması 8±3 (5-12) olarak saptandı. Çalışılan
serum örneklerinde Toksoplazma Ig G, Rubella Ig G, Sitomegalovirüs
Ig G, HbsAg, antiHbs, antiHCV, antiHİV seropozitifliği sırasıyla; %
31.2, % 95.7, % 99.2, % 2.4, % 22.1, % 0.1, % 0 iken; Toksoplazma
Ig M, Rubella Ig M, Sitomegalovirüs Ig M seropozitiflik yüzdeleri ise
sırasıyla % 0.9, % 0.15, % 0.7 olarak saptanmıştır. Toksoplazma
seropozitiflik oranı Türkiye verileriyle benzerlik göstermektedir.
Rubella seronegatifliği Türkiye verilerine oranla düşük bulunmuş
olup gebelik öncesi aşılama ile bu değer Avrupa ülkeleri seviyesine
çekilebilir. CMV seropozitifliği çalışmamızda oldukça yüksek
saptanmış olup düşük sosyoekonomik düzeyi işaret etmektedir.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti HİV düzeyleri Türkiye ortalamasına
yakın saptanmıştır. Bunlara göre rutin TORCH taramasına ek olarak
HBsAg ve anti-HBs taraması uygun görünürken, anti-HCV ve anti-HİV
taraması cost efektif değildir.
The purpose of this study was to designate the prevalences
of Toxoplasma, Rubella, Cytomegalovirus, HBV, anti-HBs, HCV,
HIV among first trimester pregnant women and investigate the
relationship between age groups, parity. This study included 2900,
under 12 gestational weeks pregnant women, ages ranging from 16 to
45 admitted to Bayrampasa State Hospital obstetrics and gynecology
outpatient department between November 2011 and February 2013.
Toxoplasmosis, rubella, cytomegalovirus, HBV, hepatitis B infection,
HCV, HIV was studied in suitable pregnant women and results were
analyzed. Age groups, gravida, parity number were questioned. The
mean age of the pregnant women participating in the study was
27.78±5.57 (16-45), mean gestation was 2.21±1.39 (1-8), mean
parity was 0.78±0.89 (0-5), mean gestational age on admission
was 8±3 (5-12). Toxoplasma IgG, Rubella IgG, Cytomegalovirus
IgG, HBsAg, antiHBs, HCV, antiHİV seropositivity were respectively
31.2%, 95.7%, 99.2%, 2.4%, 22.1%, 0.1%, 0%; and Toxoplasma IgM,
Rubella IgM, cytomegalovirus IgM seropositivity percentages, were
respectively 0.9%, 0.15%, 0.7%. Toxoplasma seropositivity rate is
similar to Turkey data. Rubella seronegativity was found lower then
the data of Turkey and with the prepregnancy vaccination this value
can be pulled the level of European countries. The high level of CMV
seropositivity in our study indicates the low socioeconomic status.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV and anti-HIV levels were close to the
average of Turkey. According to them, in addition to routine screening
of TORCH, screening for HBsAg and anti-HBs appears appropriate,
anti-HCV and anti-HIV screening is not cost effective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Ahmet Topal, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maternal Serum Progesteron Düzeyinin Preterm Doğumu Öngörmede Rolü
Yeliz Şenal, Orhan Gelişen, Metin Altay, Burak Karadağ
Araştırma makalesi
Özeti
Maternal Serum Progesteron Düzeyinin Preterm Doğumu Öngörmede Rolü
The Role Of Maternal Serum Progesterone Levels In PredIctIng
preterm Labor
Preterm doğum neonatal morbidite ve mortalitenin önde gelen
nedenlerindendir, bu nedenle preterm doğum riski yüksek gebelerin
erken dönemde tespit edilmesi önem kazanmaktadır. Çalışmamızda
preterm doğumu öngörmede erken dönemde bakılan maternal serum
progesteron düzeyinin önemi araştırıldı. Çalışmaya erken gebe
polikliniğine başvuran yaşları 18-42 arasında değişen 10-12 hafta
tek, canlı gebeliği olan 280 gebe dahil edildi ve prospektif olarak
izlendi. Serum progesteron düzeyleri çalışıldı. Bu hastalarda 16-
20. haftalar arasında tekrar maternal serum progesteron düzeyi
bakıldı ve vaginal kanama öyküsü (abortus imminens) sorgulandı ve
kaydedildi. Takibe alınan gebelerin doğumdaki gestasyonel haftaları
SAT’a göre hesaplandı ve 24-366/7 haftalar arasındaki doğumlar
preterm doğum, 37. haftadan sonraki doğumlar term doğum olarak
kabul edildi. Toplam 280 gebeliğin %10.4’ü (n=29) preterm doğum,
%89.6‘sı (n=251) term doğum olarak sonuçlandı. Maternal yaş,
daha önceki gebeliklerinde abortus öyküsü, sigara kullanım öyküsü
ve VKİ değerinin preterm doğumla ilişkisi bulunmadı. 10-12 haftada
bakılan maternal serum progesteron düzeyi ortalaması term doğum
yapan grupta 26.58 ng/ml, preterm doğum yapan grupta 23.9 ng/
ml olarak bulundu. 23ng/ml cut-off değer olarak alındığında bu
değerin altında progesteron düzeyinde gebeliklerin %15‘i preterm
doğumla sonuçlanırken, bu değerin üstündeki progesteron düzeyinde
gebeliklerin %8’i preterm doğumla sonuçlanmıştır. 23ng/ml
üstündeki progesteron düzeyinde gebeliklerin %92’si term doğumla
sonuçlanırken bu değerin altında gebeliklerin %85’i term doğumla
sonuçlanmıştır. Term doğumu öngörmede progesteron cut-off
değeri 23ng/ml olarak alındığında sensitivite %55, spesifisite %62,
negatif prediktif değer %92 olarak bulunmuştur. Progesteron düzeyi
23ng/ml üzerindeki gebeliklerde preterm doğum görülme sıklığının
%10,4’ten, %7’ye düştüğü bulunmuştur. Sonuç olarak 10-12. haftada
bakılan progesteron düzeyi 23ng/ml üstü ise gebeliklerin %92’si term
doğumla sonuçlandığı tespit edildi. Erken dönem gebelikte bakılan
progesteronun preterm doğumdaki önemini belirlemede daha geniş
kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
As preterm labor is one of the leading causes of neonatal
mortality and morbidity, it is important to determine the pregnant
women who are at high risk of preterm labor. In our study, we
investigated the importance of maternal serum progesterone levels
to predict preterm pregnancy. Two hundred eighty patients with
singleton, alive pregnancy between 10-12 weeks were included in
our study. We also evaluated serum maternal progesterone levels at
16-20 weeks and presence of vajinal bleeding was investigated. The
gestational age was calutated according to the first day of the last
menstrual period. Deliveries between 24-366/7 weeks were accepted
as preterm delivery, deliveries after 37 weeks were recorded as term
delivery. Of all pregnancies %10,4 (n=29) were preterm and % 89,6
(n=251) were term delivery. We did not find any correlation between
preterm labor and maternal age, abortion history, smoking history
and VKİ. We found correlation between history of vaginal bleeding
and preterm labor. The mean of maternal serum progesterone
levels between 10-12 weeks was 26.58 ng/ml in patients who had
term delivery and 23.9ng/ml in patients who had preterm delivery.
Twenty three ng/ml was accepted as the cut-off level, %15 of
pregnancies with progesterone below this level were resulted with
preterm delivery and above this level only %8 of pregnancies were
resulted with preterm delivery. Progesterone level above 23 ng/ml
%92 of pregnancies resulted with term delivery ,below this level %85
pregnancies resulted with term delivery. When we use cut off level
23 ng/ml to predict term birth it had 55% sensitivity, 62% specificity,
negative predictive value was 92%. Pregnants whose progesterone
levels were above 23 ng/ml preterm birth fail from 10,4% to 7%. As a
result; if progesterone values between 12 and 14 weeks was above
23 ng/ml we found that pregnancies were resulted as term in 92%
of patients. We need wide studies for maternal serum progesterone
levels in early pregnancy to predict preterm labor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağındaki Masum Üfürümlerde Ekokardiyografik İnceleme Yapalım Mı?
Derya Çimen, Bülent Oran, Semra Arıbaş, Tamer Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağındaki Masum Üfürümlerde Ekokardiyografik İnceleme Yapalım Mı?
Do We Perform EchocardIography Assesment For Innocent Heart Murmurs In ChIldhood?
Amaç: Kardiyovasküler sistem muayenesi sonucu masum üfürüm ön tanısı konulan hastaların kesin tanısında ekokardiyografinin mutlaka gerekip gerekmediğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Haziran 2007 ile Aralık 2007 tarihleri arasında fakültemiz Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine ilk kez başvuran ve yaşları 1 gün ile 17 yaş arasında değişen ve fizik muayene, elektrokardiyografi (EKG) ve telekardiyografi incelemeleri sonucunda masum üfürüm ön tanısı ile ekokardiyografik inceleme yapılan 466 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Masum üfürümlü hastaların hiçbirinde hemodinamik olarak önemli kardiyak patoloji tespit edilmedi. Ayrıca masum üfürümler tiplerine göre değerlendirildiğinde, masum pulmoner üfürümünün en yüksek oranda (%47.4) duyulduğu tespit edildi. Sonuç: Hastaların % 69’unda ekokardiyografik inceleme ile hemodinamik olarak anlamlı olmayan minör doğumsal kalp hastalıkları tespit edilmiş ve bunların %12’sinin infektif endokardit proşaksisi verilmesi gereken hastalıklar olduğu görülmüştür. Bu nedenle üfürüm duyularak polikliniğimize gönderilen hastalarda fizik muayene ile masum üfürüm düşünülse bile ekokardiyografik inceleme yapılmasının uygun olacağı sonucuna varılmıştır.
Aim: It is aimed to evaluate the necessity of echocardiographic asssesment for the patients in whom the innocent heart murmurs are heard after the cardiovascular system examination. Material and Methods: The files of 466 patients, ages varied between 1 day and 17 years-old, who were performed echocardiographic assessment and referred to our Pediatric Cardiology Outpatient Clinic because of innocent heart murmur due to physical examination, electrocardiography and telecardiograpy between June 2007- December 2007 were evaluated respectively. Result: Patients who have innocent heart murmurs were not detected any important cardiac patology for hemodynamic physiology. Also, when the innocent heart murmurs is evaluated according to types, it is determinated that the most heart murmur is the innocent pulmoner murmur (47,4%). Results: In 69% of the patients who were performed ecocardiographic assesment, minor congenital heart anomalies were establised with any hemodynamic abnormalities and also 12% of them were given infective endocarditis preventive treatment. For this reason; it is determined to be suitable that echocardiographic assesment for the children who are reffered to our outpatient clinic because of heart murmur in physical examination despite the result of innocent heart murmur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
Özlem Güner, Gül Ertem
Derleme
Özeti
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
EvIdence-Based Approachs In The Management Of Postpartum Haemorrhage
Ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi olan postpartum hemoraji; dünyada anne ölümlerinin yaklaşık ¼’ünden sorumlu olup, bebeğin doğumundan sonraki ilk 24 saat içinde genital yoldan 500 ml yada daha fazla kan kaybedilmesi olarak tanımlanırken, şiddetli postpartum hemoraji ise 1000 ml. den fazla kan kaybını ifade etmektedir. En sık rastlanan nedenleri; uterus atonisi, genital traktus yaralanmaları ve plasenta retansiyonudur. Tedavisinde uterin fundusa etkin masaj uygulanması, myometriumu kontakte eden ajanların kullanımı, hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yada embolizasyonu gibi birçok yöntem kullanılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi postpartum hemorajidir. Postpartum hemoraji bağlı yaşanan maternal mortalite oranlarını azaltmakta tedavi ve bakım da kanıt temelli yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde doğumun üçüncü evresine yönelik çeşitli uygulamalar, farmakolojik ve cerrahi yaklaşımlar kullanılmakla birlikte tüm tedavilerde yeterli düzeyde kanıta dayalı çalışmaların olmadığı görülmektedir. Postpartum hemorajinin tedavi edici yaklaşımlarının büyük bir kısmında klinik verilerin sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu derlemede postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde yer alan güncel yaklaşımları belirlemek ve uygulanan girişimlerin yeterlilik düzeyi konusunda sağlık profesyonellerinin bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır.
\r\n
Postpartum haemorrhage (PPH) which is the first cause of maternal mortality in our country is responsible for about 25% of maternal deaths in the world . While PPH is defined as loss of 500 ml or more of blood from the genital tract within 24 hours of thebirth of a baby, severe PPH is blood loss exceeding 1,000 mL. The most common causes are uterine atony, genital tract injuries and placental retention. Many methods are used such as effective implementation of the uterine fundus massage, the use of agents which myometrium contact, hypogastric and/or uterine artery ligation or embolization in its treatment. Despite this, PPH is the primer cause of maternal death in our country. To reduce maternal mortality rates caused by dependence of PPH, evidence-based approaches are important in treatment and care. Pharmacological, surgical approaches and various applications for the third stage of labour in the prevention and treatment of PPH are used. But there are no evidence-based studies at adequate levels for all treatment. The clinical data in a large part of the PPH/therapeutic approach are limited. Therefore, it is intended in this article to determine the current approaches related to the prevention of postpartum haemorrhage and to inform health professionals about the adequacy of the initiatives implemented.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Taşkırma İçin Spinal Anestezi; Hangi Durumlarda Tercih Ediyoruz?
Rafi Doğan, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Tufan Çiçek, Cengiz İşbilen, Murat Gönen, Bülent Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Taşkırma İçin Spinal Anestezi; Hangi Durumlarda Tercih Ediyoruz?
SpInal AnesthesIa For Shock Wave LIthotrIpsy; WhIch Cases Is It Preferred In?
Bu çalışmada, spinal anestezi altında yapılan başarısız üreteroskopik taş tedavisi (URS) sonrası aynı seansta planlanan beden dışı şok dalga litotripsi (SWL) işleminde mevcut spinal anestezinin etkinliği ve güvenilirliğini değerlendirmeyi amaçladık. Kliniğimizde taş tedavisi için SWL yapılan 34 hasta çalışmaya alındı. Grup 1’e, başarısız URS sonrası SWL planlanan spinal anestezi yapılmış toplam 17 hasta alındı. Grup 2 ise sedo-analjezi altında (midazolam+fentanil) SWL uygulanmış hastalardan rasgele yöntemle seçilmiş 17 hastadan oluştu. Grup 1’deki hastalar spinal anestezi ile yapılan URS sonrası vital bulguları monitorize edilerek ameliyathaneden alınıp anestezi doktoru eşliğinde SWL ünitesine götürülmüştür. Tüm hastaların taş çapları, uygulanan maksimum enerji düzeyleri, SWL, floroskopi, derlenme ve yürümeye başlama süreleri ve taşsızlık oranlarının kayıtları alınarak istatistiksel karşılaştırmaları yapıldı. Hastaların ağrı skorları verbal analog skalası (VAS) ile değrlendirildi. Hiçbir hastada SWL sırasında hipotansiyon, bradikardi, desaturasyon ve bulantıkusma gözlenmedi. Grup 1’de maksimum enerji ortalama 56,7 mjoule, Grup 2’de ise 47,6 mjoule idi(p
In this study we evaluated the efficiency and reliability of spinal anesthesia during extracorporeal shock wave lithotripsy (SWL) after the ineffective ureteroscopic lithotripsy (URL). In our clinic for 4 years, all of 17 patients who were applied SWL under spinal anesthesia (Group 1) were received to study. Also, 17 patients were administered sedo-analgesia with midazolam and fentanyl (Group 2) were included randomly into the study. Group 1 patients were transported to the SWL unit with monitoring and observance of anesthetist under spinal block after ineffective URL. The diameter of the stones, the level of the maximal energy, SWL, fluoroscopy and recovery times, the rate of stone free were recorded. The pain assessment was performed with verbal pain scale (VPS). Any patients showed hypotension, bradycardia, desaturation and nause-vomiting. There were no significant differences related to the diameter of the stones, SWL and flouroscopy times, the rate of stone free between groups. The maximal energy was 56.7 mjoule in Group 1, 47.6 mjoule in Group 2 (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
Zeynettin Kaya, Kenan Demir, Mehmet Alparslan Küçük, Hasan Kara
Olgu sunumu
Özeti
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
MyocardIal BrIdge WhIch Cause Total OcclusIon
Miyokardiyal kas bandı(MKB) koroner arterlerin doğumsal sık bir anomalisidir. MKB sıklıkla asemptomatiktir ancak göğüs ağrısına, miyokard enfarktüsüne, çok nadiren yaşamı tehdit edici aritmilere hatta ani ölüme neden olabilmektedir. Kardiyoloji kliniğimize tipik göğüs ağrısı ve elektrokardiyografide anterior iskemi bulguları ile başvuran 44 yaşında erkek hastada yapılan koroner anjiyografide sol inen koroner arter orta segmentte tam tıkanmaya neden olan kas bandı saptandı. Bizler bu vaka ile MKB’nın semptomlara neden olma mekanizmasını, mevcut medikal ve girişimsel tedavi seçeneklerini ve MKB uzun dönem takip sonuçlarını tartışmayı hedefledik.
Myocardial bridge(MB) is common congenital anomaly of coronary arteries. Altough MB is generally asymptomatic, it can manifest as angina pectoris, acute myocard infarction, very rarely fatal cardiac arrhythmias and even sudden death. 44 years old man admitted to our cardiology clinic with typical chest pain and signs of anterior ischemia at electrocardiography, coronary angiography was performed and a myocardial bridge which cause total occlusion at mid-segment of left anterior descending artery detected. In this case report we aimed to discuss mechanism of symptoms, medical and invasive theraphy options and long term follow outcomes in MB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mahmut Mutlu, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Ömer Şafak, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
The Results Of TranspedIcular FIxatIon Of Unstable Thoracolumbar Vertebral Fractures
Nisan-1990 ve Mayıs-1997 tarihleri arasında 101 hastanın vertebra kırıkları cerrahi olarak tedavi edildi. Ortalama takip süresi 27 ay idi. Yetmiş erkek ve 31 bayan hastanın ortalama yaşı 35.9 olarak bulundu. En sık birinci lumbar vertebra etkilenmişti. 94 burst kırığı, 22 kompresyon kırığı, 4 kırıklı-çıkık ve 1 emniyet kemeri yaralanması tespit edildi. Nörolojik durum, 59 hastada Frankel-E, 14 hastada Frankel-A düzeyindeydi. Ortalama lokal kifoz açısı24 derece ve anterior kompresyon yüzdesi %40.7 idi. Ortalama spinal kanal tutulumu %44.5 olarak bulundu. Ame liyatlar ortalama dörtbuçuk gün içinde yapıldı. Ameliyat sonrası tüm hastalarda korse kullanıldı. Komplikasyonlar; bir hastada sreprospinal sıvı fistülü, iki yüzeyel enfeksiyon ve bir bası yarası olarak gözlendi. Nörolojik kaybı olan onsekiz hasta kısmi olarak, iki hasta ise tam olarak düzeldi. Bu kırıkların tespitinde 394 transpediküler vida kul lanıldı. Otuzbir vida eğilmesi, 9 vida kırılması ve 19 vida yer değiştirmesi tespit edildi. Transpediküler fiksasyon to- rakolumbar vertebra kırık cerrahisinde etkili bir tedavi yöntemi olarak bulundu. Sonuç olarak, iyi seçilmiş vakalarda vertebra kırıklarının posterior yaklaşımla cerrahi tedavisi, komplikasyonları ol makla birlikte etkili bir tedavi metodu olarak bulundu.
Betvveen April 1990 and May 1997, 101 patients with unstable thoracolumbar vertebral fractures were treated operatively. The mean follow-up was 27 (3-66) months. There were 70 men and 31 women. The mean age was 35.9 (18-69) years. Etiology was falling from a height in most of them (56.4%). The delay from the original trauma to the presentation ranged from 2 hours to 7 days. First lumbar vertebra was affected mostly (35.5%). According to the Deniş classification, there were 94 burst fractures, 22 compression fractures, 4 fracture-dislocations and one seat-belt injury. Fiftynine patients had Frankel type E, and 14 had Frankel type A neurologic status. The me- dium angle of local kyphosis was 24° and the percentage of anterior compression was 40.7%. The percentage of average spinal canal involvement was 44.5%. The average time after the trauma till the operation was 4.5 days (6 hrs-20 days). The mean operative time was 135 minutes and 2.8 units of whole blood transfusion was used on the average, intraoperatively. Postoperative bracing was applied to ali of the patients. One CSF fistula, two su- perficial infections and one pressure sore were noted as early complications. Eighteen patients with neurologic deficits had partial, and two patients had full recovery. 394 transpedicular screvvs vvere used and there vvere 31 (7.8%) bent screvvs, 9 (2.2%) screvv breakages and 19 (4.8%) screvv migrations. Transpedicular fixation was found to be an effective method for thoracolumbar vertebral fracture surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntraartiküler Sufentanil, Morfin Ve Plasebonun Postoperatif Ağrı Ve Analjezik Kullanımı Üzerine Etkileri
Ruhiye Reisli, Sema Tuncer, Mustafa Yel, Gamze Sarkılar, Atilla Erol, Faruk Çiçek, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
İntraartiküler Sufentanil, Morfin Ve Plasebonun Postoperatif Ağrı Ve Analjezik Kullanımı Üzerine Etkileri
The Effects Of IntraartIcular AdmInIstratIon Of SufentanIl, MorphIne And Plasebo On PostoperatIve PaIn And AnalgesIc RequIrements
Amaç: Bu çalışmada intraartiküler sufentanil ve morfinin postoperatif ağrı ve analjezik kullanımı üzerine olan etkilerinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Artroskopik diz cerrahisi geçirecek 60 olgu üç gruba ayrıldı. Hastalara standart anestezi uygulandı. Operasyon sonunda artroskop çekilmeden, ilaçlar toplam verilecek mayi 20 cc olacak şekilde serum fizyolojik ile sulandırılarak, Grup I’de 20 cc izotonik (n:20), Grup II’de 10 mg sufentanil (n:20), Grup III’de 2mg morfin (n:20) intraartiküler uygulandı. Hastaların uyandıkları saat 0. dk kabul edilerek VAS’ları değerlendirildi. Tramadol 1mg/kg yükleme, 20 mg bolus ve 7 dk kilitli kalma süresi olacak şekilde hasta kontrollü analjezi (HKA) ile uygulandı. Bu andan itibaren 30. dk, 2.saat, 12. saat ve 24. saat larda hastaların HKA istekleri ve bir günlük tramadol tüketimleri kaydedildi. Bulgular: Sufentanil grubunda 0. dk VAS değerleri diğer gruplara göre anlamlı derecede düşüktü (p< 0.05). 30. dk kullanılan tramadol miktarı Grup II’de Grup I ve III’e göre anlamlı derecede azdı (p<0.05). ‹ntraartiküler verilen sufentanilin postoperatif tramadol kullanımını azalttıgı gözlendi. Sonuç: Sonuç olarak; intraartiküler sufentanil kullanımı artroskopik diz cerrahisinde kolay uygulanan, efektif, güvenilir ve iyi tolere edilen bir analjezik tekniktir. Bu çalışmada intraartiküler sufentanil ile etki başlangıcının daha kısa ve güçlü olduğu gösterilmiştir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the effects of intraarticular administration of sufentanil and morphine on postoperative pain and analgesic requirements after artroscopic knee procedures. Material and Method: Sixty patients scheduled for artroscopic knee surgery were randomised into three groups. A standart general anesthesia was used for all patients At the end the surgery , before the artroscope was removed the following solutions were administerd in 20 ml of normal saline. Group I:(n:20) 20 ml normal saline, Group II:(n:20) 10mg sufentanil, Group III:(n:20) 2 mg morphine. Awaken time of the patients was estimated as time 0 and Visual Analog Scale (VAS) scores were assesed. IV PCA (Patient Controlled Analgesia) was given as tramadol. The PCA deliveries at 30 min, 2 hours, 12 hours and 24 hours and total tramadol requirements for 24 hours were noted. Result: VAS scores were significantly lower in group II(p< 0.05). The consumption of tramadol at 30 min was also lower in group II when compared to group I and group III (p<0.05). Intraarticular sufentanil significantly reduced the postoperative consumption of analgesics (p<0.05). Conclusion: As a result we concluded that intraarticular sufentanil using in artroscopic knee procedures is simple, effective, safe and well tolerated analgesic techinique. This study showed that the onset of analgesia was faster and stronger with intraarticular sufentanil.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Uzamış Üriner Retansiyon
Metin Kaba, Sezen Bozkurt Köseoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Postpartum Uzamış Üriner Retansiyon
Postpartum Prolonged UrInary RetantIon
Vajinal doğum sonrası üriner retansiyon sık görülmeyen bir
komplikas-yondur. Doğum eylemin 1. ve 2. fazının uzaması, izole
2. faz uzaması, forseps veya vakum ile müdahaleli doğum, perine
laserasyonu ve nulliparite risk faktörleridir. Üriner retansiyon
doğumdan hemen sonra gelişebileceği gibi daha sonra da gelişebilir.
Tedavi mesane kateterizasyon, antibiyotik tedavisi ve belli aralıklarla
kateterin çekilerek hastanın spontan miksiyon yapması takip edilir ve
miksiyon sonrası rezidüel idrar kontrolü yapılır. Spontan miksiyonun
olduğu ve geride rezidüel idrar kalmadığında düzelme sağlanmış
olur. Bu makalede nadir görülen, aralıklı kateter takılması ile tedavi
edilen bir pospartum uzamış üriner retansiyonu olgusunu sunarak bu
konuya dikkat çekmek istedik.
Urinary retention is not seen frequently after vaginal delivery.
Prolonged first and second stage of labor, isolated second stage
prolongation, forceps or vacuum application, perianal laceration,
nulliparity are risk factor for postpartum urinary retention. Urinary
retention may occur immediately after labor or later days. Treatment
consists of urinary catheterizing, antibiotic administration and
withdrawal of the catheter at regular intervals and checking
spontaneous micturition. Treatment of urinary retention is achieved
when there is no residual urine is seen after spontaneous micturition.
In this article we presented a postpartum urinary retention case which
treated with intermittent urinary catheterization in order to draw
attention about this subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uyanık Fiberoptik Entübasyon Esnasında Deksmedetomidin Kullanımı
Atilla Erol, Aybars Tavlan, Ahmet Topal, Gökhan Aysolmaz, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Uyanık Fiberoptik Entübasyon Esnasında Deksmedetomidin Kullanımı
DexmedetomIdIne Usage DurIng Awake FIberoptIc IntubatIon
Amaç: Uyanık fiberoptik entübasyon (UFE), zor entübasyon kriterlerine uyan hastalarda tercih edilen bir entübasyon metodudur. Bu işlem esnasında sedasyon sağlamak için pek çok ajan kullanılmaktadır. Bu çalışmada alfa 2 adrenoseptör deksmedetomidin kullanımı rapor edilmiştir. Olgu Sunumu: 44 yaşında bilateral temporamandibüler eklem (TME) ankilozlu erkek hasta, gap artroplasti için kabul edildi. Hastanın ağız açıklığı 5 mm idi. Hastaya EKG, noninvaziv kan basıncı, pulsoksimetre (SpO2) ve entübasyondan sonra end-tidal karbondioksit monitorizasyonu yapıldı. Topikal anestezi lidokain gargara ile sağlandı. Sedasyon ve analjezi amacıyla midazolam ve deksmedetomidin uygulandı. Nazal yoldan spontan solunum korunarak fiberoptik entübasyon gerçekleştirildi. Hastada ameliyat ile yeterli ağız açıklığı sağlandı ve sorunsuz ekstübe edildi. Sonuç: Özenli bir preoperatif hazırlığı takiben ağız açıklığı sınırlı hastalarda spontan solunumu koruyarak problemsiz fiberoptik entübasyon uygulanabilir ve solunumsal strese neden olmadan tatmin edici düzeyde sedasyon, hasta kooperasyonu ve analjezi sağlamada deksmedetomidin kullanılabilir kanaatindeyiz.
Aim: Awake fiberoptic intubation is the preferred method of intubation for patients who fulfill criteria for difficult intubation. Numerous agents have been used to provide sedation during these procedure. In this study the use of the alpha 2 adrenoceptor agonist, dexmedetomidine has been reported. Case Report: A 44-yr-old male with bilateral ankylosis of temporomandibular joint was admitted for gap artroplasty. The patient’s interincisal distance was 5 mm. Electrocardiogram, noninvasive blood pressure cuff, a pulse oximeter and after intubation end-tidal carbon dioxide monitoring were applied. Topical anesthesia was provided by lidocaine gargle. Dexmedetomidine and midazolam were applied for sedation and analgesia. A fiberoptic intubation was nasally performed providing spontaneous breathing. Sufficient oral amount of opening was provided with surgery and he was extubated. Conclusion: We concluded that; following a careful preoperative preparation, fiberoptic intubation can be performed providing spontaneous breathing without any problem in patients having restricted mouth opening and dexmedetomidine can be used for satisfactory sedation, patient cooperation, analgesia without causing respiratory distress.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
Hüseyin Görkemli, Havvana Albeni, Çetin Çelik, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
ImmunologIc EvaluatIon Of Severe PreeclamptIc PregnancIes.
Mart 1998 ile Kasım 1998 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakütesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğine başvuran 20 kontrol ve 20 ağır preeklamptik olmak üzere toplam 40 hastanın immünolojik yönden değerlendirilebilmesi için total IgG. IgM, ASO, CHP, C3c ve RF değerlerine bakıldı. Postpartum 15 günden sonra aynı değerlere tekrar bakıldı. Kontrol grubu normal doğum için gelmiş miadındaki sağlıklı gebelerden oluşturuldu. Sonuçlar karşılaştırıldığında hem kontrol grubu ile prepartum ağır preeklamptik gebeler, hem de prepartum ve postpartum ağır preeklamptik gebeler arasında yukardaki değerler gözönüne alındığında anlamlı bir farklılık bu lunamadı (p>0.05). Bu tür immünolojik bir araştırmanın yapılabilmesi için, ELİZA yöntemi ile parametrelerin değerlendirilmesi gerekmektedir.
Betvveen March 1998 and November 1998; 20 control and 20 severe preeclamptic, totally 40 pregnant women were evaluated in Selçuk University Medical Faculty, Department of Obstetrics and Gyneacology. İn order to find out the immunologic basis of preeclampsia, total IgG, IgM, ASO, CRP, C3c and RF markers were studied. The control group was formed by healthy term pregnant women. No statistical significant difference was found be- tween the groups according to the immunologic markers (p>0.05). ELISA analysis was needed for such an immunologic study to find out the real differences between the groups.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
Esin Kasap
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
DepressIon And AnxIety Test Scores In PatIents WIth HyperemesIs GravIdarum
Amaç:Hiperemezis gravidarum (HG), gebeliğin erken döneminde, aşırı, tedavi edilmesi zor bulantı ve kusma ile kendini gösteren bir bozukluktur.. Patogenezi açık değildir. Bununla birlikte, anksiyete, depresyon ve HG arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar vardır. Ancak, hiçbiri yeterince bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmamıştır. Bu çalışmada, Türk popülasyonunda Beck depresyon ve anksiyete envanteri puanlama sistemi kullanılarak hiperemezis gravidarum olan gebelerin depresyon ve anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem:Prospektif kesitsel çalışma Ocak 2011 ile Haziran 2013 arasında Hastanemiz Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nde gerçekleştirildi.Çalışma grubunu hiperemezis gravidarumlu 50 gebe hasta oluştururken, kontrol grubunu daha önce bulantı kusması olmayan 50 sağlıklı gebe oluşturmaktaydı.Kontrol ve hasta grupları obstetrik detaylar,yaş ve vücut kitle indexi değerleri açısından eşleştirildi.Hastaların tümüne,serum TSH de dahil olmak üzere temel laboratuvar araştırmaları yapıldı.
Bulgular: Her iki grupta da demografik ve obstetrik parametreler ve başlangıçtaki laboratuvar incelemeleri açısından farklılık olmamasına rağmen, HG grubunda ortalama serum AST ve TSH düzeyleri anlamlı olarak yüksekti (p=0.015) ve (p=0.001). Ek olarak, HG grubunun BDI ve BAI skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.0001).
Sonuç: Sonuçlarımız, psikolojik stressin HG un nedenlerinden biri olabileceğini göstermiştir.Bu nedenle, gebelik sırasında HG lu hastaların tıbbi koşulları kadar duygu durumları da dikkate alınmalıdır.Ancak, bu sonuçlar prospektif ve klinik çalışmalar ile doğrulanmalıdır.
Aim: Hyperemesis gravidarum (HG) refers to a disorder of early pregnancy that manifests with extreme, difficult-to-treat nausea and vomiting. Its pathogenesis is largely obscure, and studies investigating its link with anxiety depression have remained inconclusive. Herein, we aimed to study the depression and anxiety levels of a Turkish population of pregnant women with hyperemesis gravidarum. Patients and Methods: This was a prospective sectional study conducted at our Department of Obstetrics and Gynecology between January 2011 and June 2013. There were 50 pregnant women with HG and 50 healthy pregnant women without any history of nausea and vomiting, who were matched with the study group for age, parity, and body mass index. All subjects underwent baseline laboratory investigations including serum TSH. Results: The two groups were comparable with regard to the demographic and obstetric parameters and baseline laboratory investigations although the HG group had significantly greater mean serum AST and TSH levels (p=0.015 and p=0.0001, respectively). Additionally, the HG group had significantly greater BDI and BAI scores compared to the controls (p= 0.0001). Conclusion: Our results have shown that psychological stress may be one of the causes of HG. For this reason, emotional states as well as medical conditions of HG patients during pregnancy should be considered. However, these results should be confirmed by prospective and clinical studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Anestezisinde Ketamin-Tiyopental Ve Ketamin-Midazolam Kombinasyonlarının Karşılaştırılması
Selmin Ökesli, Alper Yosunkaya, Ateş Duman, Ali Borazan, Sema Tuncer, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Anestezisinde Ketamin-Tiyopental Ve Ketamin-Midazolam Kombinasyonlarının Karşılaştırılması
The ComparIson Of KetamIne-ThIopental And KetamIne-MIdazolam CombInatIons For Ceasarean SectIon AnaesthesIa
Sezaryen ameliyatlarında kullanılan genel anesteziklerin anne ile birlikte yenidoğanı da etkilemesi anestetik ajan seçimini daha da önemli kılar. Sadece ketamin kullanılan olgularda özellikle eksitatör fenomen (EF) gibi is tenmeyen etkiler yüksek oranda görülmektedir. Bu etkilerin, düşük dozlarda azaldığı gösterilmiştir. Bu çalışmada, elektif sezaryen olgularında, indüksiyonda düşük doz ketamine tiyopental veya midazolam eklenerek, anneye ve yenidoğan APGAR skoru üzerine olan etkileri karşılaştırıldı. Elektif sezaryen operasyonu geçirecek ASA-I kla- sifikasyonuna giren 42 kadın hasta randomize olarak eşit iki gruba ayrıldı. Hastalara premedikasyon yapılmadı. İndüksiyonda; I.Gruba İV 1mg/kg ketamin+ 3 mg/kg tiyopental, II. Gruba İV 1mg/kg ketamin+0.2mg/kg mi dazolam uygulandı. Her iki gruba IV 1-1.5 mg/kg süksinil kolin verilerek entübasyon yapıldı. Bebek çıkana kadar hastalar %100O2 ile solutuldu. Doğumdan sonra idame; %50 02 +%50 N2 O+%1-1.5 ısofluran ve atrakuryum ile sağlandı. Operasyondan önce, indüksiyondan, cilt insizyonundan, bebek çıktıktan sonra kan basıncı ve kalp atım hızları kaydedildi. Yenidoğan APGAR skorları 1 ve 5. dakikalarda değerlendirildi. Operasyondan sonra an nede farkında olma ve ketamine ait yan etkiler araştırıldı. Bulgular student's t testi ile değerlendirildi. Hemodinamik parametreler açısından her iki grup arasında fark yoktu (P>0.05). I. Gruptan 2 hastada postoperatif EF gözlendi. 1. ve 5. dakikalarda kaydedilen APGAR skorlar karşılaştırıldığında gruplar arası fark tespit edilmedi (P>0.05). Se zaryen operasyonlarında kullanılan her iki yöntemin gerek annede meydana getirdiği yeterli derinlikte anestezide, gerekse yenidoğan APGAR skorları açısından birbirlerine herhangi bir üstünlüğünün olmadığı gözlendi. Fakat ke tamine midazolam ilavesinin, postoperatif ketaminin istenmeyen etkilerini azaltığı için daha uygun bir yöntem olacağı kanısına varıldı.
The choice of anaesthetics for ceasarean sections is important for both the nevvborn and the mother. Emergence phenomena (EP) is observed with clinical doses of ketamine that can be avoided with lower doses. Ketamine- thiopentone or ketamine-midazolam combinations were used for ceasarean section anaesthesia induction. Side effects and newborn APGAR scores were evaluated. After institutional approval and informed consent 42 women (ASA I) were randomly allocated to two groups . Group I (n=21) recieved induction doses of IV ketamine 1mg/ kg+thiopentone 3mg/kg, group II (n=21) recieved ketamine 1 mg/kg+midazolam 0.2mg/kg. Both groups were in- tubated with IV1-1.5mg/kg succinylcholine. The patients were ventilated with 100% 02 until the umblical cord was clamped. Anaesthesia was maintained with 50%02+50%N20, 1-1.5% isoflurane and atracurium. Heart rate, ar- terial pressures were recorded before the operation, induction, skin incision and perioperatively. The APGAR sco res were evaluated at the first and 5th minutes. The patients were intervieved 12 hours postoperatively for EP. The data was analysed with Student's t test. The two groups were hemodynamicaly comparable (p>0.05). EP was observed in 2 patients of group I. The APGAR scores were similar in both groups (p>0.05). Both anaesthetic combinations shovved similarity in APGAR scores and anaesthesia. Because of its fewer side effects ke- tamine+midazolam combination is more favourable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rokuronyum Ve Cisatrakuryum'un Oluşturduğu Nöromüsküler Bloğun Karşılaştırılması
Aybars Tavlan, Alper Yosunkaya, Sema Tuncer, Ahmet Topal, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Rokuronyum Ve Cisatrakuryum'un Oluşturduğu Nöromüsküler Bloğun Karşılaştırılması
ComparsIon Of Neuromuscular Blockade Caused By RocuronIom And CIsatracurIum
Çalışmamızda cisatrakuryum ile rokuronyumun nöromüsküler blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Fakültemiz etik kurul onayı alınan, ASA l-ll grubundan 26 erişkin hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar rastgele iki gruba ayrıldı. Anestezi indüksiyonu 2 mg/kg fentanil +5mg/kg tiyopental sodyum ile sağlandı. I.gruba 0.1mg/kg cisatrakuryum, II.gruba 0.6mg/kg dozda rokuronyum endotrakeal entübasyon için verildi. Anestezi idamesi % 1-1.5 isofturan + %50 N2O/O2 ile yapıldı. Hastalar operasyon öncesi Mallampati, operasyon sırasında ise entübasyon kalitesi yönünden Goldberg ve Cromach tesleri ile değerlendirildi. Nöromüsküler bloğa ait etkinin başlama zamanı (T95), klinik etki süresi (T25), derlenme indeksi (T25-75) kaydedildi. Verilerin istatistiksel analizinde Unpaired Student’s t testi ve Mann VVhitney U testi kullanıldı (P<0.05). Gruplar arasında demografik ve hemodinamik veriler, derlenme indeksi, entübasyon kalitesi açısından fark yoktu (P>0.05). Entübasyon zamanı ve klinik etki süresi grup ll'de kısa olarak bulundu (P<0.05). Rokuronyum ve cisatrakuryum yeterli kardiyovasküler stabilite ve entübasyon koşulları sağlamasına rağmen hızlı entübasyon gerektiren durumlarda rokuronyumun tercih edilebileceği kanaatine vardık.
n this study, we aimed to compare the effects of cisatracurium besilat and rocuronium bromide on neuromuscular block. After Faculty Ethic Committee approval, 26 adult patients from ASA l-ll class were included to the study. Patients were randomly divided into two groups. Anaesthesia induction was realized by 2mg/kg alfentanil + 5 mg/kg thiopental. Patients in group I (n:13) received 0.1 mg/kg cisatracurium, patients in group II (n:13) 0.6 mg/kg rocuronium for intubation. The maintenance of anaesthesia was done by 1-1.5 % isoflurane + 50/50 %, N2O/O2. Patients were evaluated by "Mallampati scale" before operation and by " Goldberg and Cromach scale" during operation for assesment of intubation quality. The onset of action (T95), duration of action (T25) and recovery time (T25-75) of neuromuscular blockade were recorded. Unpaired student’s t test and Mann-Whitney U test were used for statistical analysis (px0,05). There were no differences betvveen the two groups with respect to hemodynamics parameters, recovery time, quality of intubation and demografic datas (p>0,05). The onset of action and the duration of action of neuromuscular blockade were shorter in group II (p<0,05). IVe conclude that althought both cisatracurium and rocuronium provide sufficient cardiovascular stability and intubation conditions, rocuronium may be choosen at situations which is required rapid intubation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Multifokal Distoni Olgusu
Figen Güney, Hasan Hüseyin Kozak, Betigül Yürüten
Olgu sunumu
Özeti
Bir Multifokal Distoni Olgusu
A PatIent WIth MultIfocal DystonIa
Amaç: Travma, toksik maddeye maruziyet, metabolik hastal›k ya da kronik ilaç kullanım öyküsü olmayan multifokal distonili hastanın literatür ıflığında tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: Altmış iki yaşında erkek hasta boynun sağ yarısında ağrı, hassasiyet, sağda belirgin her iki elde kasılma şikayetleri ile servisimize yatırıldı. Öyküde boynun sağ yarısındaki ağrının iki yıldır mevcut olduğu ve bu ağrının hemen ardından sağ elde kasılma şikayetinin başladığı, bir yıldır da sol elde kasılma şikayetinin mevcut olduğu tespit edildi. Genel fizik muayenede boynun sağ yarısında dokunmakla hassas 1x1 cm ebadında düzgün sınırlı ele gelen kitle gözlendi. Nörolojik muayenede sağda daha belirgin her iki elde distoni mevcuttu, tonus her iki üst ekstremitede rijidite şeklinde artmıştı. Servikal MRG’de C5-6’da belirgin C5-6, C6-7’de sol paramedial protrüzyon, C5-6 seviyesinde kord basısı mevcuttu. Sonuç: Olgumuzu asıl ilgi çekici kılan boyun sağ yarısındaki ağrı ve sağ üst ekstremitedeki distoninin ortaya çıkışı arasındaki zamansal korelasyondur. Kronik ağrı, spinal internöronların hipereksitabilitesine neden olarak sessiz durumdaki spinal kordun santral pattern jeneratörünün disinhibisyonu ile distoni şeklinde hareket bozukluğuna yol açabilir.
Aim: Diagnosed with multifocal dystonia, the subjects without trauma, exposure to toxic substances, metabolic diseases or the history of chronic drug use were aimed to be discussed in light of literature. Case Report: A 62- year-old man was recruited to our clinic with the complaints of the pain on the right half of the neck, tenderness, contractions on both hands, more definite on the right. In his history, it was determined that the pain on the right half of the neck had been present for two years and the complaint of contraction on the right hand had just started after the right neck pain, and that contraction on the left hand had existed for one year. On his physical examination, a mass which could palpably be felt, in size of 1x1 cm, of neatly framed and tender was observed on the right half of the neck. On the neurologic examination, dystonia existed on both hands, more marked on the right, and tonus had increased on both upper extremities in the nature of rigidity. On the cervical MRI, definite protrusion on C5-6, left paramedian protrusion on C5-6, C6-7 and cord impression on C5-6 were present. Conclusion: What makes our case remarkable is timely correlation between pain on right half of neck and beginning of dystonia on right upper extremity. Chronic pain could lead to movement disorder in the form of dystonia by disinhibitation of the silent spinal cord central pattern generator by causing hyperexitability of spinal interneurons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş, Gupse Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Results Of Our EndometrIal SamplIngs: AnalysIs Of 400 Cases
Bu çalışmanın amacı Endometrial örnekleme yapılan olgularda, endikasyonlar ile histopatolojik sonuçlar arasındaki ilişkinin araştırılması. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne 2011 yılı içerisinde başvuran ve endometrial örnekleme yapılan 400 olgu alındı. Veriler hasta dosyalarından ve patoloji arşivinden elde edildi. Endometrial örnekleme endikasyonları, menometroraji, postmenopozal kanama, histerektomi öncesi myoma uteri ve servikal polip olarak gruplandırıldı. Sonuçlar SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Olguların yaş ortalaması 46.4 ± 8.3 yaş idi. Endometrial örnekleme endikasyonları sırasıyla menometroraji (%62.3), postmenopozal kanama (%22), histerektomi öncesi myoma uteri (%9.5) ve servikal polip (%6.2) idi. Menometroraji grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 139 (%55.8), endometrial hiperplazi 23 (%9.2) ve endometrial adenokarsinom 1 olguda (%0.4) saptandı. Bununla birlikte, postmenopozal kanama grubunda atrofik endometrium 48 (%54.5) ve adeno karsinom 6 olguda (%6.8) saptandı. Histerektomi öncesi myoma uteri grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 27 olguda (%71) saptanırken adenokarsinom hiçbir olguda saptanmadı. Servikal polip grubunda ise endometrial polip 10 olguda (%40) saptandı. Endometrial örneklemenin, postmenopozal kanama ve servikal polip saptanan olgularda yapılmasının, ancak menometroraji ve histerektomi öncesi myoma uteri olgularında daha seçici davranılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir
Aim of the recent study is to evaluate the relationship between endometrial sampling indications and histopathological results. Four hundred women who applied to Izmit Maternity and Child Health Hospital, and had endometrial sampling in 2011 were included in this retrospective study. Data was retrieved from patient’s files and pathology archives. Patients were grouped as menometrorrhagia, postmenopausal bleeding, pre-hysterectomy for myoma uteri and cervical polyp. Data was analyzed with a statistical processing program (SPSS). The mean age was 46.4±8.3 years. Indications of endometrial sampling were menometrorrhagia (62.3%), postmenopausal bleeding (22 %), pre-hysterectomy for myoma uteri (9.5%) and cervical polyp (6.2%), respectively. Of all the cases, 139 (55.8%) had menometrorrhagia with proliferative/secretory endometrium, 23 (9.2%) had endometrial hyperplasia and 1 (0.4%) had endometrial cancer for diagnosis. However, in postmenopausal bleeding group, 48 (54.5%) had atrophic endometrium, and 6 cases (6.8%) were diagnosed for endometrial adenocarcinoma. In prehsyterectomy for myoma uteri, 27 (71%) had proliferative/secretory endometrium, and no adenocancer was diagnosed. In cervical polyp group, 10 cases (40%) had endometrial polyps for diagnosis. General speaking, endometrial sampling should be applied in cases with postmenopausal bleeding and cervical polyps, but a more selective treat should be conducted in cases with menometrorrhagia and prehysterectomy for myoma uteri
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Hiperbilüribinemisinde Serbest Bilirübin Düzeyı Ve Serbest Bılırubın Düzeyını Etkıleyen Faktörler
İbrahim Erkul, Sevim Karaaslan, Dursun Odabaş, Ahmet Kınık, Ümran Çalışkan, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Hiperbilüribinemisinde Serbest Bilirübin Düzeyı Ve Serbest Bılırubın Düzeyını Etkıleyen Faktörler
The Factors Affectıng The Level Of Free Bılırubın And The Level Of Free Bılırubın In Newborn Hyperbılurbınemıa
Heperbilirübinemili yenidoğanlarda kernikterustan sorumlu en önemli faktör "Serbest bilirübin" düzeyidir. Hiper-bilirübinemili 45 yenidoğan yakasında yapılan incelemelerde serbest bilirübin düzeylerinin serum albumin düzeyleri, gestasyonel yaş, doğum tartısı, asfiksi ve indirekt ve total bilirübin düzeyleri ile yakın ilişkili olduğu görülmüştür. Serbest bilirübin düzeyleri de kan değişiminden etkilenmekte ve kan değişimi sonrası serumdaki serbest bilirübin kaybolmaktadır.
Free bilirubin level in the hyperbilirubinemia of the newborn. In the newborn with hyperbilirubinemia, the most important factor that causes the kernicterus is the free bilirubin level.In the investigation that is performed about 45 newborn cases with hyperbilirubinemia,it has been observed that the free bilirubin levels are interested in the serum albumin levels. Exchange transfusion effects free bilirubin levels and after exchange transfusion, the free bilirubin in the serum disappears.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Burak Subaşı, Halil Özcan, Serkan Pekçetin, Büşra Göker, Suphi Tunç, Beyhan Budak
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Effects Of DelIvery EducatIon On ChIldbIrth AnxIety And Fear
Bu araştırmada amaç gebelerde doğum öncesi eğitim, fizyoterapi
ve psikoterapi temelli müdahalelerin doğum süreci ile ilgili korkular ve
kaygılar üzerine etkilerini incelemektir. Gebeliğinin son trimesterinde
olup; daha önce doğum yapmamış anne adayları çalışmaya alındı.
Katılımcılar ilk olarak uzman bir psikiyatrist tarafından muayene edildi,
ardından katılımcılara sosyodemografik veri formu ile birlikte Wijma
Doğum Beklentisi/Deneyimi Ölçeği (W-DEQ), Beck Depresyon ve Beck
Anksiyete Ölçekleri (BDI ve BAI) uygulandı. Sonrasında bu kişilere
her biri 60 dakika süren 3 ayrı seansta doğum öncesi ve sonrasında
yaşanabilecek fiziksel ve ruhsal sıkıntılar, doğum sırasında doğumu
kolaylaştırmak için yapılabilecek egzersizler hakkında bilgilendirme
yapıldı ve soruları yanıtlandı. Sonuçlarda grubun yaş ortalaması
27,2±3,6 olarak bulunmuştur. Gebelik haftası ortalama 35,7±2,3
olarak bulunmuştur. Yapılan ilişki analizinde sosyodemografik
özelliklerle (yaş, gelir düzeyi, eğitim seviyesi vs.) W-DEQ puanları
ile arasında ilişki bulunmamıştır. İlk değerlendirmedeki W-DEQ puanı
(W-DEQ 1) ile BAI puanları arasında pozitif yönde ilişki saptanmıştır.
Yapılan Wilcoxon testi analizinde katılımcıların W-DEQ’dan aldıkları
puanlara bakıldığında toplam ölçek puanları da dahil tüm puanlarda
eğitim öncesi ve sonrası puanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı
farklılık vardır. Sonuç olarak doğum öncesi eğitimin son trimesterdaki
gebelerde doğum korkularının doğumla ilgili olumsuz düşüncelerinin
azalmasına yardımı olduğu bulunmuştur.
The aim of this study is exploring the effects of childbirth
education, physiotherapy and psychotherapy-based interventions on
fears and worries about childbirth and labour. Expectant mothers in
the last trimester of gestation those did not have a delivery before
were taken to the study. At first the participants were examined
by a psychiatrist than sociodemographic data form Wijma Delivery
Expectancy/Experience Questionnaire (W-DEQ), Beck Depression
and Beck Anxiety Inventories (BDI, BAI) were applied. Then 3 sessions
each taking 60 minutes on possible physical and mental problems
before birth were done, an exercise plan and recommendations for
facilitating delivery were given to participants, information about
possible physical and psychological problems after childbirth were
given and their questions on these issue were answered. In results
mean age of the group was found as 27.2±3.6. The mean gestational
age was 35.7±2.3. Socio-demographic characteristics (age, education
level, income level, etc.) was not found significantly correlated with
the W-DEQ scores. W-DEQ 1 scores were positively correlated with
BAI scores. In Wilcoxon test analyses W-DEQ 1 and W-DEQ 2 scores
including all the subscales were significantly different p<0.001. As
a conclusion on expectant mothers having their third trimester of
pregnancy, education before childbirth was found helpful in reducing
fears and negative thoughts related to childbirth.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tekrarlayan Gebelik Kaybı Bulunan Yüksek Riskli Esansiyel Trombositemili Gebede Tedavi
Kadir Acar, Murat Bağlıcakoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Tekrarlayan Gebelik Kaybı Bulunan Yüksek Riskli Esansiyel Trombositemili Gebede Tedavi
Management Of HIgh RIsk EssentIal ThrombocythemIa In Pregnant WIth Recurrent Pregnancy Loss
Esansiyel trombositemia (ET) tormbositoz, megakaryosit hiperplazisi, kanama veya tombozlar ile karaekterize bir hastalıktır. ET kadınlarda daha sık görülmektedir ve yaklaşık %15-20’sini doğurganlık çağındaki hastalar oluşturmaktadır. ET’li kadınlarda gebelik kayıpları normal popülasyona göre daha sık görülmektedir. Yaklaşık 1/3’ü erken gebelik kayıpları şeklindedir. Hidroksiüre tedavisi altında 3 adet erken gebelik kaybı, 1 adet ölü doğum gerçekleştiren, portal ven trombozu bulunan yüksek riskli bir ET hastasında interferon-alfa (IFN-α) ve düşük moleküler ağırlıklı heparin (DMAH) tedavisi ile miadında sağlıklı, canlı doğum gerçekleştiren bir olgu sunulmuştur. ET’li gebelerde tedavi amacı maternal komplikasyonların ve fetal kayıplara neden olacak vazooklüsiv olayların önlenmesi olmalıdır. Sonuç olarak ta IFN-α, aspirin ve DMAH tedavisi gebelerde güvenli olduğu ve gebelik sonuçlarını olumlu etkilediği görülmektedir.
Essantial Thrombocythemia (ET) is a disease characterized by an increased platelets count, megakaryocyte hyperplasia and increased thrombotic or hemorrhagic events. ET is frequent in women and 15-20% of patients with ET are diagnosed in childbearing age. Pregnancy loss is more in patients with ET than normal population. Early pregnancy loss occurs in 1/3 of patients with ET. We present a women, with ET complicated with portal vein thrombosis who had 3 early and 1 late pregnancy loss with hydroxyurea treatment. She had live birth after treatment with interferonalfa (IFN-α) and low molecular weight heparin (LMWH). Aims of treatment of pregnant women with ET prevent of maternal complications and pregnancy loss due to vasooclusive events. Thus, treatment with IFN-α, aspirin and LMWH are safe and improve pregnancy outcomes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akraba Evliliklerinin Doğumsal Kalp Defektlerinin Sıklığına Etkisi
Sennur Demirel, Sevim Karaaslan
Araştırma makalesi
Özeti
Akraba Evliliklerinin Doğumsal Kalp Defektlerinin Sıklığına Etkisi
The Influence Of ConsanguIneous MarrIage Upon The Frequency Of CongenItal Heart Defects
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Pediatrik Kardiyoloji Bilim Dalına Eylül 1999-Eylül 2001 tarihleri arasında başvuran ve doğumsal kalp defekti (DKD) tanısı alan 370 olgu incelendi. Literatüre uygun olarak en sık rastlanan DKD’nin ventriküler septal defekt olduğu ve bunu atriyal septal defektin izlediği görüldü. DKD’li olguların ebeveyn lerinde akraba evliliğine % 30.0 oranında rastlandı. Bu oran sağlıklı kontrollere göre anlamlı olarak daha yüksek ti. Ebeveynleri akraba olan DKD’li olguların ebeveynleri arasındaki akrabalık derecesi araştırıldığında, 3.derece akraba (birinci kuzen) evliliklerine, uzak akraba evliliklerinden anlamlı olarak daha fazla rastlandığı tespit edildi. Sonuçlarımız, özellikle 3. derece akraba evliliklerinin DKD’li çocuğa sahip olma riskini artırdığını telkin etmektedir.
Three hundred seventy patients with congenital heart defects (CHD) who were admitted to Pediatric Cardiyology Unit of Selçuk University, Meram Medical School Hospital, between September 1999 and September2001, were evaluated. Ventricular septal defect was the most common type of CHD and it was follovved by atrial septal defect as in literatüre. Consanguinity marriage was detected as 30.0 % among the parents of the patients with CHD. This ratio was significantly higher than the ratio detected from the healthy control group. As we Investigated the degree of relativity among the parents of the patients with CHD, we found that the first cousin marriage was higher than the far consanguinity marriage. These findings indicated that first cousin marriage could increase the occurence of CHD among the offsprings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Ocaklarında Çalışan Sağlık Personelinin Mesleki Doyumu
Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Ocaklarında Çalışan Sağlık Personelinin Mesleki Doyumu
Job SatIsfactIon Of Health Staff WorkIng At PublIc Health Centers
Amaç: Bu çalışma, sağlık ocaklannda çalışan sağlık personelinin iş doyum düzeylerini ve iş doyumunu et-kileyen faktörleri belirlemek amacıyla yapıldı. ll/lateryal ve metod Çalışma, bir kesit araştırması olup 1997 yılında Konya ilinde yapıldı. Küme örnekleme yöntemiyle belirlenen 27 sağlık ocağındaki 153 sağlık personeline Min-nesota iş Doğum Ölçeğinin kısa forma uygulandı. iş doyum puanı ortalaması genel olarak ve demografik özelliklere göre hesaplandı. Ayrıca, iş doyumunu oluşturan her konu için 'hoşnut' olanların oranları hesaplandı. Bulgular: Genel olarak sağlık ocağı personelinin % işinderı hoşnut olduğu belirlendi ve iş doyum puanı ortalaması 3.75iti. iş doyumunun yaş, cinsiyet, evlilik durumu, görev süresi ve görev yerinden etkilenmediği be Ebelerin hoşnutluk oranı diğerlerinden daha düşük bulundu. Sağlık personelinin iş doyumunu olumsuz yönde etkileyen en önemli etkenler çalışma şartları ve aldıkları ücretfi. Sonuç: Bu çalışmanın bulgulanna göre sağlık ocağı personelinin iş doyum düzeyinin düşük olduğu saptanmıştır. Başta çalışma şartları ve ücret olmak üzere iş doyumunu olumsuz etkileyen faktörler düzeltilmelidir.
Objective: This paper was aimed ta identify job satisfaction and its sources among health staffs (general practitioners, midwife, nurse, health functionary) working at public health centers. Materials and methods: In 1997, a self-administered questionnaire (Short form of Minnesota Satisfaction Questionnaire) was used for 153 health staffs who were working at 21 public health centers selected with cluster sampling in Konya province. Glo-bal satisfaction score was calculated generally and according ta demographic features. For each item which is constituted job satisfaction the ratio of health staff isafisfied' was calculated. Results: The percentage of health staff satistied was 59.5% and the average of global satisfaction score was 3.75. There was no relation between global satisfaction score and person's age, Bender, marital status, location of practice and job duration. The mid-wifes were less dissatisfied than the others. The working environrrıent and income were the most important fac-fors of dissatisfaction. Conclusion: According to the results health staffs working at public health center have low satisfaction score. The working condition and income salaries should be improved and the other matters which originates dissatisfaction must be considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
Ali Yavuz Karahan, Ali Sallı, Muhammed Şahin
Olgu sunumu
Özeti
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
ClaudIcatIon In GerIatrIc PatIents: AssocIatIon Of NeurogenIc And Vascular ClaudIcatIon
Geriatrik olgularda yürüme esnasında bel, kalça, diz ve diğer bölgelerin çeşitli patolojilerine bağlı farklı şekillerde izlenen yürüme güçlüğü, ağrı, uyuşma ve benzeri bulgular görülebilir. Ancak kladikasyo daha özgün bir semptomdur. Hastalar tarafından sıklıkla belirli bir mesafe yürümekle ortaya çıkan, bir veya iki bacakta, lokalize edilemeyen ağrı, güçsüzlük, uyuşma, parestezi ve kramp olarak ortaya çıkan ancak istirahat ile rahatlayan bir tablo olarak tanımlanır. Özellikle periferik arter hastalıklarında görülen vasküler kladikasyo ve lomber spinal stenoz kliniğinde izlenen nörojenik kladikasyo, bu klinik tabloların ilk ve en önemli semptomlarıdır. Geriatrik hastalarda ağrılı alt ekstremite varlığında ayırıcı tanıda akılda tutulması gereken birçok hastalık vardır. Bu yüzden hastalar tarafından tarif edilen kladikasyo göz ardı edilmemesi gereken ayırıcı tanı için uyarıcı ve yol gösterici bir semptomdur. Biz de bu yazımızda bel bacak ağrısı ile başvuran, değişken bir kladikasyo tarifleyen, ayırıcı tanıya yönelik yapılan çalışmalar sonucunda lomber spinal stenoz ve sol ana iliak arter darlığı ile seyreden periferik arter hastalığı (PAH) tanılarını bir arada koyduğumuz bir olguyu semptomdan teşhise yönelik süreci tekrar gözden geçirmek amacıyla sunduk.
Difficulty in walking, pain, numbness and other symptoms may occur in geriatric patients during walking, depending on various pathologies of waist, hips, knees and other areas. However claudication is an important symptom that is watched in specific clinic tables. That often appears by walking and it is described as not localized pain in one or two legs, weakness, numbness, parestesia and cramp by patients. Vascular claudication, especially monitored in peripheral arterial disease and neurogenic claudication monitored in lumbar spinal stenosis are the most important and initial clinical symptoms of these statements. In the presence of lower extremity pain in geriatric patients there are many diseases to be considered in the differential diagnosis. Therefore, patients with claudication should not be neglected as defined for the differential diagnosis and a guiding symptom. In this text, we present a case which described a variable claudication and diagnosed with lumber spinal stenosis and peripheral artery disease the aim of rewiewing the process from symptoms to diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hayrullah Alp, Hakan Altın, Sevim Karaaslan
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Absent Pulmonary Valve Syndrome: A Newborn Case Report
Pulmoner kapak yokluğu sendromu (PKYS) nadir görülen bir doğuştan kalp hastalığıdır (DKH). Tek başına veya diğer DKH’lıkları ile birlikte görülebilir. Siyanoz ve solunum sıkıntısı nedeniyle gelen PKYS tanısı konulan yenidoğan bir olgu sunulmuştur. İntauterin dönemde sağ ventrikülde genişleme olduğu bilinen, doğum sonrasında siyanoz ve solunum sıkıntısı gelişen yenidoğan bir kız olgusu çocuk kardiyolojiye getirildi. Doğum sonrasında ekokardiyografi ve manyetik rezonans görüntüleme ile pulmoner kapakçıkların rudimenter ve ağır pulmoner ve triküspit yetmezliğinin olduğu görüldü. Pulmoner arter ve dalları ileri derecede geniş görünümdeydi. Ne yazık ki olgu yaşamının 3. gününde yenidoğan bakım ünitesindeki tedaviye rağmen yaşamını kaybetti. Pulmoner kapak yokluğu sendromu olgularının büyük bir çoğunluğu anatomik olarak Fallot Tetralojisinin bir çeşidi olmakla birlikte klinik bulgular, seyir ve hemodinamik açıdan farklılık gösterir. Erken süt çocukluğu döneminde mekanik ventilasyon gerektirecek düzeyde ağır solunum güçlüğü olan hastalara müdahale beklenmeden uygulanmalıdır. Olgumuzun vital fonksiyonları stabil tutulamadığı için cerrahi müdahale yapılamadı. Pulmoner kapak yokluğu sendromu yenidoğan döneminde siyanoz ve solunum sıkıntısı ayırıcı tanısında düşünülmelidir. İntrauterin tanı alan olguların doğumunun çocuk kardiyoloji, kalp damar cerrahisi ve yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin bulunduğu merkezlerde gerçekleştirilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Absent pulmonary valve syndrome (APVS) is a rare congenital heart disease. It can be seen isolated or with other congenital heart diseases. Here, we presented a neonate with cyanosis and dyspnea because of APVS. A-female-newborn was referred to pediatric cardiology due to cyanosis, respiratory distress and prenatally diagnosed right ventricular dilatation. Rudimentary pulmonary valves and severe pulmonary and tricuspid regurgitations were determined postnatally with echocardiography and magnetic resonance imaging. Additionally, main pulmonary artery and its branches were seen dilated. Unfortunately she died on third day of her life, although supportive and medical treatments were administered intensively. Most of APVS cases are a variant of Tetralogy of Fallot. But clinical findings, prognosis and hemodynamic conditions can be different. Infants requiring mechanical ventilation shold be undergone operation as soon as possible. Our case could not be operated because of unstable vital functions. Absent pulmonary valve syndrome should be considered as a differential diagnosis in neonates with cyanosis and respiratory distress. If prenatal diagnosis is present, we suggest that parturition should happen in a medical center includes pediatric cardiology and cardiovascular surgery and also neonatal intensive care unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
Şule Şahin Onat, Zuhal Özişler
Olgu sunumu
Özeti
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
MultIple SclerosIs WIth DysesthesIa Symptoms
Multipl skleroz (MS), farklı klinik seyir özellikleri gösteren
heterojen hastalık grupları içermektedir. MS lezyonları, merkezi sinir
sisteminin farklı bölümlerinde oluşabildiğinden, çok çeşitli semptom
ve belirtilere neden olabilirler. Bu vakada da olgunun dizestezi
dışında herhangi bir bulgu olmadan MS tanısı almasını ve kas
iskelet sistemi semptomatolojisinde MS’in çok farklı klinik tablolara
bürünerek sinsi seyrine dikkat çekmek istedik. Yirmi iki yaşında
bayan hasta fizik tedavi polikliniğine son bir aydır olan sağ kolda
dizestezi şikayetiyle geldi. Yapılan muayenesinde tüm sağ kolda
yaygın dizestezi dışında yüzeyel ve derin duyu kaybı, motor kayıp,
derin tendon reflekslerinde kayıp,patolojik refleksi bulunmamaktaydı.
Serebellar testleri normaldi. Özgeçmiş,soygeçmişinde özellik
bulunmamaktaydı. Boyun grafisi normaldi. Bunun üzerine çekilen
magnetik rezonans görüntülemede (MRG)’de spinal kortta C2-3 ve
C3-4 düzeylerinde belirgin olmak üzere T2 sekansında hiperintens,
beyindede sol sentrum semiovalede T1’de hipo, T2 kesitlerinde
hiperintens sinyal özelliğinde olan ve İV Gad enjeksiyonu sonrası
halkasal kontrastlanan, bilteral sentrum semiovale ve periventriküler
beyaz cevherde milimetrik boyutlu demiyelinizan plaklar gözlendi.
BOS’ta bakılan oligoklonal bant pozitif,IgG indeksi 0.98 idi. Rutin
kan değerleri normaldi. Nörolojiyle birlikte değerlendirilen olgu
klinik,radyolojik görüntüleme ve laboratuvar verileri ışığında olası
diğer etiyolojilerde dışlandıktan sonra MS olarak değerlendirildi.
Klasik bulgularla başladığında MS tanısı koymak kolaydır fakat atipik
seyirde tanı koymak zorlaşmaktadır. Bu da branşımızın kapsamındaki
hastaların semptom ve bulguların ne kadar çeşitli altta yatan
hastalıkların ne kadar farklı olabileceğini göstermiştir.
Multiple sclerosis(MS) lesions can occur in different parts of the central nervous system therefore cause a variety of symptoms and signs.In this case receive a diagnosis of MS without finding anything other than dysesthesia and changed into a very different clinical pictures of musculoskeletal symptomatology of MS would like to draw attention to an insidious course. 22-year-old female patient physical therapy clinic complaining of dysesthesia that since the last 1 month in the right arm.All examination of the outside of the left arm common dysesthesia;cranial nerve,superficial and deep sensory,motor,deep tendon reflex and pathological reflexes examination was normal. There was no resume and family history feature.Neck x-ray was normal.But magnetic resonance imaging (MRI) in the spinal cord to be C2-3 and C3-4 levels hyperintense signal in the T2sequence and also in the brain in the left centrum semiovale hypointense signal in T1,hyperintense signal in T2sections,and after İV of Gad,bialteral centrum semiovale and periventricular white matter was observed enhancing rim millimeter-sized demyelinating plaques. In CSF oligoclonal bands tended positive IgGindex was 0.98. Routine blood tests was normal. After evaluating the case with neurology,clinical,radiological and laboratory data were evaluated by the MS after the exclusion of other etiology. 1000 mg/day dose intravenous methylprednisolone was given for 5 days. When the diagnosis of MS is easy to put the classic symptoms,but atypical in navigation is difficult to diagnose. This is how a variety of signs and symptoms within the scope of physical therapy clinics and how different it may indicate an underlying disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Ameliyatlarında Lokal Anestezinin Yeri
Hüsnü Alptekin
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Ameliyatlarında Lokal Anestezinin Yeri
Local AnesthesIa Usage At InguInal HernIa RepaIr
Amaç: Kasık fıtığı ameliyatlarının lokal anestezi altında yapılmasının olguların hastanede kalma süreleri, postoperatif ağrı skorları ve gelişen komplikasyonlar üzerindeki etkilerini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışma Ekim 2000-Aralık 2005 tarihlerinde tek taraşı kasık fıtığı nedeniyle lokal ve genel anestezi ile ameliyat edilen tek taraşı kasık fıtığı olan 193 hastada gerçekleştirilmiştir. Lokal anestezik madde olarak 0.5 cc/kg %1’lik prilokain solüsyonu kullanıldı. Genel anestezi için thiopentone sodium (6 mgr/kg), sucsinilycholine chloride (1 mgr/kg), atracurium besylate (0.4 mgr/kg), isoşurane kombinasyonu kullanıldı. Postoperatif dönemde analjezi, diklofenak sodyum (75 mgrx2/gün i.m.) kullanılarak sağlandı. Olgularda kullanılan anestezi yöntemi ile hastanede kalış süresi, postoperatif dönemde hissedilen ağrı, postoperatif komplikasyonlar ve hasta memnuniyeti arasındaki ilişki araştırıldı. Elde edilen sonuçlar karşılaştırıldı. Bulgular: 193 hastanın %81.87’si lokal anestezi, %18.13’ü genel anestezi altında ameliyat edildi. Lokal anestezi ile ameliyat edilen hastaların %69.7’si postoperatif birinci günde taburcu edilirken, genel anestezi ile ameliyat edilen hastaların ancak %20’si postoperatif ikinci günde taburcu edilebildi. Postoperatif 6. saatteki ağrı skoru ortalaması lokal anestezi ile ameliyat edilen hasta grubunda 2.82±0.93 iken, bu skor genel anestezi ile ameliyat edilen grupta 6.62±1.57 olarak bulundu (p<0.05). Genel anestezi ile ameliyat edilen grupta, postoperatif dönemde üriner retansiyon ve bulantı gibi komplikasyonlar daha sık görüldü. Sonuç: Kasık fıtığı onarımlarının, kolaylıkla uygulanabilen lokal anestezi altında yapılması; hastanede kalış süresini kısaltmakta, postoperatif dönemde daha az ağrı hissedilmesini sağlamakta ve üriner retansiyon ve bulantı gibi komplikasyonları azaltmaktadır.
Aim: We aimed to investigate probable effects of inguinal hernia repairing under local anesthesia on duration of hospital stay, postoperative complications and pain. Material and Method: This prospective study was conducted between October 2000 and December 2005. In 193 patients with unilateral inguinal hernia. Prilocain 1% solution was used as local anesthetic maretial. Thiopentone sodium (6 mg/kg), sucsinilycholine chloride (1 mg/kg), atracurium besylate (0.4 mg/kg), isoflurane olumcombination was used for general anesthesia. Analgesia was obtained with diclofenac sodium (75 mg x 2 per day) in postoperative period. The length of hospital stay, postoperative pain, postoperative complications, satisfaction were recorded and relation between used anesthesia method was investigated. The results obtained were compared. Results: A total 193 patients were operated under general or local anesthesia (respectively 18.13%-81.87%). Sixty-nine point seven percent of patients were discharged postoperative first day in operated under local anesthesia group but only 20% of patients were discharged postoperative second day in operated under general anesthesia group. Postoperative pain scores at sixth hour was 2.82±0.93 in local anesthesia group and 6.62±1.57 in general anesthesia group (p<0.05). In the group oparetod under general anesthesia, the postoperative complicaties such as urinery retantion and nausea were recorded more often. Conclusion: Inguinal hernia repairment under local anesthesia is suitable with less length of hospital stay, reduced postoperative pain scor and less complications such as urinary retantion and nausea.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Analjezisi
Sema Tuncer, Lütfiye Pirbudak, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Analjezisi
BIrth AnalgesIa
Bazı annelerde tolere edilemeyecek şiddette ağrıya sebep olan doğum ağrısı bilinen en şiddetli ve kontrolü zor olan ağrılardan birisidir. Bu ağrının doğal olduğu, her annenin bu ağrıyı çekmesi gerektiği yanlış inanışına karşılık doğum ağrısı mutlaka kontrol altına alınmalıdır. Çünkü diğer akut ağrılar gibi, solunum sistemi kardiyovasküler sistem, nöroendokrin ve limbik sistemler üzerine olumsuz etkilere sahiptir. Anneyi aşırı şekilde yoran, strese ve anksiyeteye neden olan, hiperventilasyon ile oksijen ihtiyacını artıran bir olaydır.
Labor pain, which causes intolerable pain in some mothers, is one of the most severe and difficult to control pains known. Despite the false belief that this pain is natural and that every mother should suffer from this pain, labor pain should definitely be controlled. Because, like other acute pains, the respiratory system has negative effects on the cardiovascular system, neuroendocrine and limbic systems. It is an event that exhausts the mother, causes stress and anxiety, and increases the need for oxygen by hyperventilation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
Erdal Yılmaz, Saadet Akarsu, Yaşar Doğan, M. Kaya Gürgöze, A. Denizmen Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
BabIes WIth Low BIrth VveIght (sga) And TheIr Problems
Düşük doğum tartılı (SGA) bebekler için risk faktörleri ve takipte karşılaşılan sorunlar gözden geçirildi. Kliniğimizde izlenen 108 SGA’lı bebek değerlendirildi. Olguların 52’si (%48.2) erkek, 56’sı (%51.8) kızdı. Bebeklerin %40.7’si prematüre olup, diğerleri term bebekti. Hastaların %53.7’si şehir merkezinden müracaat edenlerdi. Düşük sosyoekonomik seviye, anne yaşının 18’in altında olması ve preeklampsi en sık gözlenen risk faktörleriydi. Bu bebeklerin takibi sırasında en çok karşılaşılan sorunlar enfeksiyon (%32.4), asfiksi (%25.9), hipoglisemi (%21.3) ve polistemiydi (%19.4). Mortalitenin önde gelen nedenleri olarak enfeksiyon, konjenital anomali ve asfiksi saptandı.
Risk factors and encountered problems during follow-up in babies with low birth weight (SGA) were investigated. 108 babies with SGA and who were follovved by our pediatrics department vvere evaluated. 52cases vvere male (48.2%) and 56 cases vvere female (51.8%) .40.7% of ali cases vvere prematüre and others (59.3%) vvere term babies. 53.7% of ali cases vvere applied from the city çenter. Low socioeconomic level, mother’s age lovver than 18 years, and preeclampsia vvere the most freguent risk factors. Infections (32.4%) , asphyxia (25.9%), hypoglysemia (21.3%) and polycythemia (19.4%) vvere the freguent problems. Important causes for mortality vvere infections, congenital abnormalities, and asphxy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Lomber Ve Torakal Epidural Anestezi-Analjezi Deneyimlerimiz
Cemile Öztin Öğün, Ateş Duman, Esma Nur Kırgız, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Lomber Ve Torakal Epidural Anestezi-Analjezi Deneyimlerimiz
Our ExperIences On ThoracIc And Lumbar EpIdural AnesthesIa In ChIldren
Bu çalışmada, okul çağı çocuklarında sedasyon altında gerçekleştirilen lomber ve torakal epidural uygulamaları sunuldu. Torakal epidural kateterler elektif torakotomi operasyonlarından önce yerleştirilip genel anestezi ile kom bine edildiler. Lomber epidural kateterler genel anestezi kontrendikasyonu mevcut olan, acil ortopedik vakalara yerleştirilip sedasyon ile kombine edildiler.
İn this study; lumbar and thoracic epidural applications under sedation in school age children were presented. Thoracic epidural catheters were inserted before elective thoracotomies and were combined with general anes thesia. Lumbar epidural catheters were inserted in the emergency orthopedic cases that had contraindication for general anesthesia and were combined with sedation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesınde Annenın Gestasyonal Özellıklerıyle Bebek Ve Çocuk Ölümleri Arasındaki İlişkinın Araştırılması
Said Bodur, Ersin Eröktem, Orhan Demireli
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesınde Annenın Gestasyonal Özellıklerıyle Bebek Ve Çocuk Ölümleri Arasındaki İlişkinın Araştırılması
HabItual Features Of GestutIng Mothers And Its RelatIonshIp To Infant And ChIld MortalIty
Konya bölgesinde Man-Mayıs 1991 tarihlerinde yapılan bu çalışmada annelerin. gebeliklerinde sahip oldukları özelliklerle bu gebelikten doğan çocuklar-da görülen öliimler arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlandı. Çocuğu ölen ve ölmeven kadınlar, gebelik yaşı, akraba evliliği, bu gebeliği isteyip istemedi-ği, gebelik aralığı, gebelik süresi, ge-belikte ağırlık artışı, gebelikte diğer hastalıklar, kusma, beslenme, bağışıklanma, gebelik sayısı . antenetal bakım yö-nünden karşılaşurıldı. Gebelikte yaşı 15-24 arasında olan, akraba evliliği olan, gebelik aralığı 2 yıldan az, gebelik-süresi 38 haftadan az olan, gebelikte tewnoz aşısı yapılmayan, tahıl ağırlıklı beslenen ve gebelik boyunca 9 kg dan az ağırlık artışı olan, doğum öncesi bakımı almayan ve çok gebelik geçiren annelerin bebek ve çocuklarında ölüm oranları diğerlerine göre daha yüksek bulundu (p < 0.05). Gebelikte baş-ka hastalığı veya kusınası olma, beslenrneyi miktar olarak artırma ve istemeyerek gebe kalma ile bebek ve çocuk ölümleri arasındaki ilişki önemsizdi.
Pregnancy habits of motIzers and their relation to child ınortality have been studied between March and May of 1991. Mothers between 15-24 years of age, consanquinity, the intervals less than 2 years betwe-en pregnancies, pregnancy less than 38 weeks, igno-rance of tetanus immunization, meals largely related cereal nutrition and lackiness of nutritive balance, weight gain less than 9 kg, lack of prenatal health care, multiple pregnancy increased infant and child monality rate and this increase was statistically me-aningffil (p<0.05). Unspecified illnesses during pregnancy and vomiting, increase in food intake pa-rallel pregnx2ncy, and undesirable pregnancy diri not affect infant and child monality significantly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Kazım Gezginç, Fatma Yazıcı, Refika Selimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Pulmonary ThromboembolIsm In A PatIent WIth Preterm Premature Rupture Of Membranes
17. gebelik haftasında preterm EMR tanısı alıp, ailenin terminasyonu kabul etmemesi üzerine 14 hafta boyunca takip edilen hastanın sunulması. 35 yaşında, son adet tarihine göre 17 haftalık gebeliği olan hasta vajinal akıntı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın anamnezinde akıntı tariflemesi, amnion mai azalmış olması ve nitrazin testi pozitifliği sebebi ile PEMR tanısı ile kliniğimize yatırılarak takibe alındı. Aileye gebeliğin sonlandırılması önerildi ancak aile gebeliğin devamını istedi. 14 hafta boyunca hastanın antibiotik tedavi altında takibi yapıldı. 31. gebelik haftasında hastanın spontan ağrılarının başlaması, vaginal tuşesinin ilerlemesi üzerine sezaryen yapıldı. Postoperatif 1. günde hastanın sol bacağında şişlik tariflemesi üzerine çekilen sol ekstremite venöz dopplerinde akut derin ven trombozu olduğu saptandı. Hastanın nefes darlığı ve eşlik eden düşmeyen ateşi nedeniyle hastaya pulmoner tromboeemboli ön tanısı ile çekilen bigisayarlı kontrast toraks tomografisinde ve pulmoner anjiografisinde, pulmoner tromboemboli tanısı aldı. Hasta postoperative 10. gün sorunsuz olarak warfarin sodyum (Coumadin®, Zentiva, İstanbul) 5 mg/gün po. kullanmak üzere taburcu edildi. Preterm erken mebran rüptürü olan kadınlarda tromboembolik olayların prevalansı, bu tedaviyi (uzun dönem yatak istirahati) almayan gebe kadınlara kıyasla önemli ölçüde artmaktadır.
To present a patient who was diagnosed as Preterm Premature Rupture of Membrane at 17th gestational week, she didn’t accept termination of her pregnancy and followed up for 14 weeks period. The patient was 35 years old and had 17 weeks pregnancy estimated using the date of the patient’s last menstrual period, referred to our clinic with vaginal discharge. The patient hospitalized for fetal and maternal monitoring with diagnosis of Preterm Premature Rupture of Membrane because of continued vaginal discharge at anamnesis, positive result at nitrazine paper and decreasing amniotic fluid on ultrasound. The family was asked for termination of pregnancy but they wanted to continue pregnancy. The patient was followed up for 14 weeks period with giving antibiotics. The patient’s labour started spontaneously on 31 gestational age, increased cervical dilatation at vaginal examination so that the patient was delivered by cesarean section. On first postoperative day the patient complained from swelling at left leg so left extremity venous doppler was performed and acute deep vein thrombosis was detected. Because of shortness of breath with continued fever at the patient, contrast computerized tomography and pulmonary angiographytaken with the preliminary diagnosis of pulmonary thromboembolism. The absolute result was pulmonary thromboembolism. The patient was discharged without any problem on 10th postoperative day for use warfarin sodium (Coumadin®, Zentiva, İstanbul )5 mg / day po. The prevalence of thromboembolic events among women for whom extended bed rest is prescribed as part of the treatment of premature labor or preterm premature rupture of membranes is significantly increased with respect to that among pregnant women who do not receive this therapy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Analjezisinde Epidural Ve Kombinespinal-Epidural Analjezi Yöntemlerinin Karşılaştırılması
Hatice Köstekçi, Sema Tuncer Uzun, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Analjezisinde Epidural Ve Kombinespinal-Epidural Analjezi Yöntemlerinin Karşılaştırılması
A ComparIson Of EpIdural And CombIned SpInal-EpIdural AnalgesIa In Labour AnalgesIa
Amaç: Bu çalışmada doğum analjezisinde epidural (EP) ve kombine spinal epidural (KSE) analjezi yöntemlerinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya vaginal doğum yapması planlanan 50 primigravid gebe dahil edildi. Olgular Grup I: KSE analjezi, Grup II: EP analjezi grubu olacak şekilde randomize olarak iki gruba ayrıldı. Her iki grup için hasta konrollü epidural analjezide kullanılmak üzere % 0.05 bupivakain + 1.5 µg/ml fentanil solusyonu hazırlandı. KSE analjezi grubundaki gebelere spinal olarak 1.25 mg bupivakain + 12.5 µg fentanil uygulandı ve epidural kateter takıldı. EP analjezi grubunda yükleme dozunu (10 ml % 0.125 bupivakain + 50 µg fentanil) takiben hasta kontrollü epidural analjezi uygulamasına başlandı. Hemodinamik parametreler, ağrı skorları, motor blokaj, lokal anaestezik tüketimi ve yan etkiler kaydedildi. Bulgular: Analjezi tüm olgularda yeterliydi. KSE grubunda analjezinin başlama süresi EP grubuna göre çok kısaydı (p<0.05). KSE grubunda annenin hemodinamisi daha iyi korundu (p<0.05). KSE grubunda lokal anestezik miktarı EP gruba göre daha düşük, hasata memnuniyeti daha iyi bulundu (p<0.05). Sonuç: KSE ve EP analjezi yöntemleri yeterli ve güvenli bir doğum analjezisi sağladı. Ancak analjezik etkinin erken başlaması, maternal hemodinaminin daha stabil seyretmesi, doğumun 1.ve 2. evrelerinin daha kısa sürmesi, tüketilen LA miktarının daha düşük olması nedeni ile doğum analjezisinde düşük doz opioid ve lokal anestezik ile uygulanan KSE analjezi yönteminin, EP analjezi yöntemine tercih edilebileceği kanısındayız.
Aim: The aim of the study was to compare combined spinal-epidural (CSE) and epidural (EP) analgesia methods in labor analgesia. Material and Methods: The study was performed with 50 primigravid pregnant women who planned to have vaginal delivery. The patients were randomized into two equal groups: Group I: CSE analgesia group and Group II: EP analgesia group. A solution of 0.05% bupivacaine with 1.5 µg/ml fentanyl was prepared for using patient controlled epidural analgesia for both groups. Epidural catheters were introduced following the spinal administration of 1.25 mg bupivacain plus 12.5 µg fentanyl in patients in CSE analgesia group. Epidural solution infusion have been given to the EP analgesia group after the loading dose (10 ml 0.125% bupivacaine and 50 µg fentanil). Data were collected on maternal and fetal hemodynamic varibles, pain scores, motor blockade and total amount of consumed local anesthetic, the side effects. Results: Analgesia was effective in all patients. ‹nitiation time of analgesia in CSE group was much shorter than EP group (p<0.05). Better preserved maternal hemodynamics without hypotension, lower amounts of local anesthetics and beter patient satisfaction were observes in the CSE group compared with the EP group (p<0.05). Conclusion: Both CSE and EP analgesia methods used in this study were reliable and satisfactory for labor analgesia. Because of the faster initial analgesia, better maternal hemodynamics, shorter labor time in the first and second stage of labor and lower local anesthetic amounts, CSE analgesia method with lower doses of opioid and local anesthetic can be prefered to EP analgesia method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Ailede Kromozom 9qh+ Segmentinin İnversiyonu
Tülin Çora, Ayşegül Zamani, Mahmut Selman Yıldırım, Sennur Demirel
Olgu sunumu
Özeti
Bir Ailede Kromozom 9qh+ Segmentinin İnversiyonu
SpInal EpIdural PneumatosIs AssocIated WIth Spontaneous Pneumothora*
Spinal epidural hava nadiren spontan pnömotoraks ile birlikte görülebilir. Daha önceden hiçbir şikayeti olmayan, akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi ile pnömotoraks tesbit edilen olgunun spinal epidural alandaki hava odakları dikkat çekti. Bilgisayarlı tomografi ile görüntülenen bu bulgu literatür bilgileri ile birlikte tartışıldı.
Spinal epidural air associated with spontaneous pneumothorax is a rare condition. There was a pneumothorax in the patient had no history. Pneumothorax was demostrated chest X-ray and thorax CT. Moreover, CT showed also spinal air. This finding was discussed with literatüre
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğumsal Brakial Pleksus Paralizisinde Önkol Supinasyon Deformitesinin Restorasyon
Ömer Berköz, Erol Kozanoğlu, Safiye Özkan, Bora Edim Akalın, Türker Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Doğumsal Brakial Pleksus Paralizisinde Önkol Supinasyon Deformitesinin Restorasyon
RestoratIon Of Forearm SupInatIon DeformIty In BrachIal Plexus BIrth Palsy
Amaç: Doğumsal brakialpleksus paralizisi sonrası gelişen önkol supinasyondeformitesi, hem fonksiyonelliği
hem de görünümü olumsuz yönde etkileyen ciddi sekellerden biridir. Supinasyondeformitesinin erken
evrelerinin tedavisinde yumuşak doku girişimleri kullanılırken, geç dönemde kemik girişimlerine ihtiyaç
duyulur. Bu çalışmada farklı evrelerdeki önkol supinasyondeformitelerininrestorasyonu için kullanılan
yöntemler ve sonuçları incelenmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Önkol supinasyondeformitesinin restorasyonu amacıyla opere edilen toplam 43
çocuk (ortalama yaş 8.2) çalışmaya dahil edildi.Bu hastalardan 18 tanesine yumuşak doku girişimleri,
25 tanesine kemik girişimleri uygulandı.Yumuşak doku girişimi olarak 14 hastada ise brakioradialis reroutingpronatoplasti,
4 hastada biseps re-routingprosedürü; kemik girişimleri olarak 10 hastada radius
rotasyon osteotomisi, 11 hastada radius başı eksizyonuve 9 hastadadistalradio-ulnarsinositoztercih
edildi. Tüm hastaların ameliyat öncesi ve sonrası aktif ve pasif önkol supinasyon ve pronasyon dereceleri
goniometrik olarak ölçüldü.
Bulgular: Brakioradialisreroutingpronatoplasti ve bicepsreroutingtekniği için ameliyat öncesi ve sonrası
ortalama aktif pronasyon açısı sırasıyla-32,8°’den 30,7°’ye ve -40°’den 42,5°’ye yükselmiştir. Radius
rotasyon osteotomisi, radius başı eksizyonuve distalradioulnarsinostozyapılan hastaların ameliyat öncesi
ve sonrası aktif pronasyon açıları sırasıyla; -70°’den -4°’ye, -53°’den 43°’ye, -80°’den-19°’ye ilerlemiştir .
Sonuç: Doğumsal brakialpleksus paralizisinin geç dönem önkol sekellerinden olan supinasyondeformitesinin
tedavisinde kullanılan gerek yumuşak doku gerekse de kemiğe yönelik palyatif cerrahi girişimler ile tatmin
edici düzeyde fonksiyonel ve postüral düzelme elde edilebilmekt edir.
Aim: Forearm supination deformity is a serious sequela of brachial plexus birth palsy(BPBP) that affects
both functionality and apperance. In the early phase, soft tissue procedures are preferred whereas bone
procedures are preferred in the late phase. In this study, the techniques of forearm supination deformity
restoration and their results were evaluated.
Patients and Methods: Forty three children (mean age of 8.2 years) were included in the study. Eighteen
patients had soft tissue procedures and 25 patients had bone procedures. For soft tissue procedures, 14
patients had bracioradialis re-routing pronatorplasty and 4 patients had biceps re-routing procedures. For
bone procedures, 10 patients had radius rotation osteotomies, 11 patients had radial head excisions and
9 patients had distal radio-ulnar synostosis. Preoperative and postoperative active and passive forearm
supination and pronation degrees were measured goniometrically .
Results: The mean preoperative and postoperative active pronation degrees for brachioradialis re-routing
pronatorplasty and biceps re-routing changed from -32.8° to 30.7° and from -40° to 42.5° respectively.
The mean preoperative and postoperative active pronation degrees for radius rotation osteotomy, radial
head excision and distal radio-ulnar synostosis changed from -70° to -4° and from -53° to 43° and -80°
to -19° respectively .
Conclusion: Satisfactory functional and postural improvements may be obtained with palliative surgeries
that involve either the soft tissue or the bone in the setting of forearm supination deformities that are late
sequelae of BPBP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anne Ve Göbek Kordonu Dehidroepiandrosteron- Sülfat Seviyesinin Doğum Eylemi Ve İndüksiyon Başarısı İle İlişkisi
Ayişe Günenç, Ali Acar, Çetin Çelik, Hüsamettin Vatansev, Metin Çapar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Anne Ve Göbek Kordonu Dehidroepiandrosteron- Sülfat Seviyesinin Doğum Eylemi Ve İndüksiyon Başarısı İle İlişkisi
RelatIonshIp Between The Success Of Labour InductIon And Deha-S Levels In Maternal And Cordblood
Amaç : Doğum eylemi ve indüksiyon başarısı ile anne ve kord kanı serum DHEAS seviyesi arasında ilişki olup olmadığının araştırılması. Gereç ve Yöntem : Bu çalışmaya Eylül 1998-Mart 1999 tarihleri arasında kliniğimizde takip edilen ve doğum yapan, gebelik süresi 38-44 hafta arasında olan 140 gebe dahil edildi. Doğumun latent fazında an neden ve doğumda kordondan kan alınarak serum DHEAS seviyesi ölçüldü. Bulgular : Doğum eylemi spontan başlayıp spontan ilerleyen 70 gebe ile doğum eylemini başlatmak için indüksiyon uygulanan 70 gebe arasında kord kanı DHEAS seviyeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi. Anne serum DHEAS seviyesi doğum eylemi spontan başlayap grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Doğum eylemi spontan başlayıp spontan ilerleyen gebelerden 40'ında doğum eylemi 9 saatten kısa, 30ünda 9 saatten uzun sürmüştü.İki grup arasında anne ve kord kanı serum DHEAS seviyeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi. Doğum eylemini başlatmak için indüksiyon uygulanan gebelerin 40'ında indüksiyona cevap alınırken, 30ünda indüksiyona cevap alınamadı. İki grup arasında anne ve kord kanı serum DHEAS seviyesi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilmedi. Sonuç : Anne serum DHEAS seviyesi doğumun başlaması ile ilişkili olabilir, fakat doğum süresi ile anne ve kord serum DHEAS düzeyi arasında ilişki saptanmadı.
Objective : Relation betvveen progression of spontaneous labor and success of induction with serum levels of DHEAS in mother and cord blood. Material-Method : This study contains 140 pregnant women who were follovved and gave birth in our clinic betvveen September 1998-March 1999 gestational age 38-44 vveeks. Blood samples was collected from mothers in latent phase of labor and from umblical cord in labor, serum DHEAS levels were evaluated. Findings : 70 pregnant vvomen vvho were entered and progressed labor spontaneously; and 70 vvomen in whom labor induction was used, vvere compared in terms of cord blood serum DHEAS levels. No statistically important difference was found. But, statistically, mother's serum DHEAS level vvas significantly higher in first group Women vvho entered labor spon taneously, 40 of them gave birth in less then 9 hours and 30 of them labor prolayed more than 9 hours. There is no sta tistically important difference vvas found in terms of mother and cord blood serum. DHEAS levels. From 70 vvomen in whom labor induction vvas used, in 40 of them induction vvas successful and in 30 of them there vvas no ansvver to in duction. There vvas no statistically important defference in therms of mother and cord blood serum DHEAS levels bet vveen these two groups. Conclucion : There can be relation betvveen the level of mother's serum DHEAS and the be- ginning of labor. But vve could not find any relation betvveen labor time and the level of cord ant mother serum DHEAS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnömotoraks İle Birlikte Epidural Pnömatozis
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Olgun Kadir Arıbaş, Ahmet S. Poyraz, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Pnömotoraks İle Birlikte Epidural Pnömatozis
SpInal EpIdural PneumatosIs AssocIated WIth Spontaneous Pneumothora*
Spinal epidural hava nadiren spontan pnömotoraks ile birlikte görülebilir. Daha önceden hiçbir şikayeti olmayan, akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi ile pnömotoraks tesbit edilen olgunun spinal epidural alandaki hava odakları dikkat çekti. Bilgisayarlı tomografi ile görüntülenen bu bulgu literatür bilgileri ile birlikte tartışıldı.
Spinal epidural air associated with spontaneous pneumothorax is a rare condition. There was a pneumothorax in the patient had no history. Pneumothorax was demostrated chest X-ray and thorax CT. Moreover, CT showed also spinal air. This finding was discussed with literatüre
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Spinal Sinovial Kist: Vaka Takdimi
Osman Acar, Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, Abdullah Konak
Olgu sunumu
Özeti
Lomber Spinal Sinovial Kist: Vaka Takdimi
Lumbal SpInal SynovIal Cyst: A Case Report
Intraspinal synovial kistler nadir lezyonlardır. Bu makalede sol L4-5 disk mesafesinde intraspinal sinovial kisti olan 72 yaşında bayan hasta, klinik semptom ve bulguları yanı sıra manyetik rezonans görüntüleme, operasyon ve patoloji sonuçları ile birlikte sunulmuştur. Intraspinal synovial kistlerin klinik, radyolojik, patolojik özellikleri yanında tedavi seçenekleri de tartışılmıştır.
Intraspinal synovial cysts are uncommon lesions. İn this article a 72 year-old woman who developed a spinal synovial cyst at the left side of L4-5 disk space is reported. Beside her clinical signs and symptoms, magnetic resonance imaging, operative andpathological findings are presented. Treatment options, clinical, radiological and pathological aspects of intraspinal synovial cysts are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Arteriovenöz Malformasyonun Tanısında Mrg Ve Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi Anjiografi
Demet Kıreşi, Memduha Akyol, Kürşat Aydın, Mehmet Erkan Üstün
Olgu sunumu
Özeti
Spinal Arteriovenöz Malformasyonun Tanısında Mrg Ve Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi Anjiografi
MrI And MultIdetector Ct AngIography In DIagnosIs SpInal ArterIovenous MalformatIon
Amaç: Spinal vasküler malformasyonlar spinal kanalda dura boyunca uzanan nadir görülen bozukluklardır. Çok kesitli bilgisayarlı tomografi cihazları ile intravenöz kontrastlı anjiografik incelemeler son zamanlarda kullanılan tekniklerdendir. Bu sunuda 16 yaşında spinal arteriovenöz malformasyonu olan kız çocuğunun manyetik rezonans görüntüleme ve çok kesitli bilgisayarlı tomografi bulgularını sunmayı amaçladık. Olgu sunumu: MR görüntülerinde servikal 1-2 seviyesinde spinal kord ön yüzeyinde signal void özellikte yapılar ve çok kesitli bilgisayarlı tomografi’de aynı seviyede kontraslanan genişlemiş ve kıvrımlı vasküler yapılar görüldü. Spinal arteriovenöz malformasyon tanısı konan olguya embolizasyon yapıldı. Sonuç: Çok kesitli bilgisayarlı tomografi cihazı ile anjiografi yöntemi spinal vasküler anomalileri görüntülemede kullanışlı non-invaziv bir inceleme yöntemi olabilir.
Aim: Spinal arteriovenous malformation is a rare pathology located in the dura along the spinal canal. Multi-detector computed tomographic (MDCT) angiography is a recently developed imaging technique. We present findings of magnetic resonance (MR) imaging and multi-detector computed tomographic angiography in 16-year-old patient with spinal arteriovenous malformations. Case report: MR images showed signal voids dilated vessels at the surface of the spinal cord at C1-2 level. Also, multi-detector computed tomographic angiography demontrated dilated varix-like vessels. The patient was diagnosed as having a spinal arteriovenous malformation. Result: Multi-detector computed tomographic angiography can be a non-invasive usefulness technique in detect the spinal arteriovenous malformatios.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Entübasyonda Oluşan Hemodinamik Yanıtın Önlenmesinde Esmolol Ve Fentanilin Etkinliklerinin Karşılaştırılması
Hale Borazan, Tuba Berra Erdem, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Entübasyonda Oluşan Hemodinamik Yanıtın Önlenmesinde Esmolol Ve Fentanilin Etkinliklerinin Karşılaştırılması
ComperatIve Assessment On PreventIng HaemodynamIc Response Of Esmolol And Fentanyl DurIng IntubatIon
Amaç: Plasebo kontrollü, prospektif, randomize, tek-kör olarak yapılan bu çalışmada, esmolol ve fentanilin trakeal entübasyondaki hemodinamik yanıt üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: ASA I-II grubu 18-65 yaş arası 90 olgu üç grupta çalışmaya alındı (n=30). Birinci gruba 150 mg esmolol (Grup E), ikinci gruba 1,5 µg/kg fentanil (Grup F), üçüncü gruba 4 cc serum fizyolojik (SF) (Grup K) intravenöz (iv) yoldan verildi. indüksiyonda 2mg/kg propofol ve 0,6 mg/kg roküronyum verilerek entübasyon yapıldı. Hastaların sistolik, diastolik, ortalama arter basınçları ve kalp atım hızları indüksiyon öncesi, indüksiyon sonrası, entübasyon öncesi, entübasyon sonrası 1.,2., 3., 5., 7., 9., ve 11. dakikalarda ölçülüp kaydedildi. Bulgular: Gruplar arası karşılaştırmada, entübasyon sonrası kalp atım hızındaki artış Grup E’de 1, 2, 3 ve 5. dakikalarda Grup F ve Grup K’ ya göre düşük bulundu (p<0.05). Her üç grup arasında sistolik, diyastolik ve ortalama arter basınçları arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Entübasyon sonrası kalp atım hızındaki artışları önlemede esmolol fentanile göre üstün bulunsa da, kan basınçlarındaki artışı önlemede tek başına verilen her iki ajanın da tam olarak yeterli olmadığı görüldü.
Aim: We aimed to compare the effects of esmolol and fentanyl on haemodynamic responses during tracheal intubation in this placebo-controlled, prospective and single blind study. Material and Method: The ASA I-II group consisted of ninety patients, whose age ranged between 18-65, were divided into three groups. 150 mg esmolol were given to the first (Group E), 1,5 µg/kg fentanyl to the second (Group F) and 4 ml isotonic to the third group (Group K) by intravenous route. Propofol 2mg/kg and roküronyum 0,6 mg/kg was given during induction then intubation was performed. The systolic, diastolic and mean blood pressure and heart rate were measured and recorded at following times: before and after the induction, before the intubation and 1., 2., 3., 5., 7., 9. and 11. minutes after the intubation. Results: When it was compared between the groups, increasing heart rate of 1., 2., 3. and 5. minutes after the intubation were lower than both Group F and Group K (p<0.05). There were no significant results belonging to the systolic, diastolic and mean blood pressure between the groups (p> 0.05). Conclusion: As a result, in preventing increased heart rate after intubation esmolol was found to be more succcessful than fentanyl, although both esmolol and fentanyl were not found to be sufficient in preventing blood pressures alone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hasta Kontrollü Analjeziye Ondansetron Veya Metoklopramid Eklenmesi
Remziye Gül, Nurettin Lüleci, Tuna Erniçler, Cüneyt Aksakal, Ahmet Tutan
Araştırma makalesi
Özeti
Hasta Kontrollü Analjeziye Ondansetron Veya Metoklopramid Eklenmesi
AddItIon Of Ondansetron Ot RnetoclopramIde To PatIent Controlled AnalgesIa
Bu çalışmada genel anestezi altında jinekolojik ameliyat veya laparoskopi yapılmış 60 kadın hasta rastgele 20şerlik üç gruba ayrılarak kendilerine ya sadece meperidin (plasebo)J veya meperidin + antlemetik kombinasyonu (1. ve Il. gruplar) ile hasta kontrollu analjezi uygulanmış, antiemetik olarak I. grupta ondansetron, Il. grupta metoklopramid kul-lanılmıştır. Meperidinin bolus dozları 20 mg, on-dansetron ve nıetoklopramidinkiler ise sırasıyla 0,5 ve 2,7 mg ve "lockout" 5 dakika olmak üzere ayar-lanmıştır_ Ameliyatta] sonraki ilk 24 saat zaıfinda kullanılmış olan otıdansetron dozlarmın 2,9 ± 0,9 mg ve nıetoklopramid dozlarının 14,5 ± 4,3 mg okhığu izlenmiştir (ortalama ve standart sapma). Antiemetik gruplarında hulantıdan şikayet eden hasta sayısının önemli derecede daha az olduğu (ondansetron grubtıncla P <0,01 ; metoklopramid grubunda p<0.05 plasebo ile karıştırma) sap-tannuştır. Hastalarda yan etkiler izlenmemiştir. Has-taların ifadelerine göre, hasta kontrollü analjezi ile antiemetiklerin kombinasyon U halinde daha mükemmel bir analjezi sağlanabildiği kanısma vaı-ilmıştir.
In this study, 60 women who had undergone gynecologic operations or laparo~ies ımder ge-neral anaesthesia allocated randonly into three groups (which had 20 patients each) ta receive patient-controlled analgesia with either meperidine combined 141th antiemetics (in group one with on-dansetron and group two with metoclopramide) m-meperidine alone (group 3-placebo). Bolus doses of meperidine 20 mg, and ondansetron 0,5 nig or me-toclopramide 2,7 mg ?vere used with a lockout time of 5 min. During the first 24 h after surgery the mean (range) dose of ondansetron in the on-dansetron group was 2,9 ± 0,9 nıg and me-toclopramide in the metoclopramide group 14,5 ± 4,3 mg. Signıficantly ftwer patients in ondansetron and mewclopramide groups had nausea (P<0,01 and 0,05 respectively). Side effects were not ob-served in any patient. Significantly More patient had the opinion that patient controlled analgesia had provided excellent analgesia when antiemetics were used.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopik Kolesistektomi Yapılan Kadın Hastalarda Solunum Fonksiyon Testlerinin Değerlendirilmesi
Gökhan Kalaycı, Hüseyin Uysal, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopik Kolesistektomi Yapılan Kadın Hastalarda Solunum Fonksiyon Testlerinin Değerlendirilmesi
LaparoskopIk KolesIstektomI, Üst AbdomInal CerrahI, Solunum FonksIyon TestlerI.
Amaç: Bu çalışmada, laparoskopik kolesistektomi yapılan kadın hastaların solunum fonksiyonlarında ortaya çıkabilecek değişikliklerin araştırılması amaçlandı. Yöntem: Laparoskopik kolesistektomi yapılan ve yaşları 18-50 arasında (ort. 34.6 ± 10.0) değişen 20 kadın hasta çalışmaya alındı. Hastalara ameliyat öncesinde, ameliyat son rası 1. ve 7. günlerde solunum fonksiyon testleri (SFT) Sensormedics PFT Sistem 2400 cihazı ile yapıldı. Hastaların postoperatif olarak ilk 24 saatteki ağrı duyularını ölçmek için PCA (patient-controlled analgesia) cihazından yararlanıldı. Analjezik olarak meperidin kullanıldı. Ölçümler arasındaki fark tekrarlı ölçümler varyans analizi ile değerlendirildi. İkili ölçümler arası farklılığın saptanmasında a = 0.05 düzeyinde Bonferroni düzelt meli eşleştirilmiş-t testinden yararlanıldı. Bulgular: Ameliyat öncesine kıyasla ameliyat sonrası 1. günde hastaların FVC, FEV-/, PEF, MVV, VC, TLC, FRC ve DLCO değerlerinde azalma, PV değerlerinde artma gözlendi. Ameliyat sonrası 1. güne kıyasla 7. günde hastaların FVC, FEV-j, PEF, MVV, VC, TLC, FRC ve DLCO değerlerinde artma, RV değerlerinde azalma gözlendi. Ameliyat öncesine kıyasla ameliyat sonrası 7. günde ise hastaların PEF değerinde azalma gözlenirken diğer SFT değerlerinde anlamlı bir değişiklik bulunmadı. Sonuç: Laparoskopik kole sistektomi yapılan kadın hastaların solunum fonksiyon testlerinde ortaya çıkan değişikliklerin ameliyat sonrası 7. günde büyük oranda normale döndüğü kanaatine varıldı.
Objective: The aim of this study was to investigate the probable changes which may occur on the respiratory functions of the female patients undergone laparoscopic cholecystectomy. Methods: Twenty laparoscopic cholecystectomy applied patients aged 18 to 50 (average 34.6 ± 10.0) years were taken into this study. Pre- and postoperative first and seventh day respiratory function tests were performed with Sensormedics PFT System 2400. PCA (patient controlled analgesia) apparatus was used to determine the pain feelings of the patients during the first postoperative 24 hours. Meperidin was used for analgesia. Analyses of the results were evaluated with variance analyses of the differences betvveen measurements and repeated measurements. Bonferroni corrected paired t test at 0.05 level was used for the determination of the difference betvveen dublicate measurements. Results: On the first postoperative day compared to the preoperative levels a reduction on FVC, FEVj, PEF, MVV, VC, TLC, FRC and DLCO values and an increase on RV values of the patients were observed. On the seventh day of the operation compared to the first day an increase on FVC, FEVj, PEF, MVV, VC, TLC, FRC and DLCO values and a reduction on RV values of the patients were observed. VVhile PEF values on the seventh day compared to preoperative value were decreased there was no important change on the other PFT values. Conclusion: İt is concluded that the changes on the respiratory function tests of the female patients follovving laparoscopic cholecystectomy mostly returns to normal on the 7th day of the application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oro-Fasio-Dijital Sendrom I
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Sebahattin Ertuğrul, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Oro-Fasio-Dijital Sendrom I
Oro-FacIo-DIgItal Syndrome I
Oro-fasio-dijital sendrom ağız boşluğu (yarık damak ve dil, anormal diş gelişimi, yüksek damak, dilde lobulasyon, dilde hamartom), yüz (frontal çıkıklık, fasiyal asimetri, hipertelorizm, fasiyal milia) ve parmak anomalileri (sindaktili, brakidaktili, klinodaktili, polidaktili) ile ortaya çıkan gelişimsel bir bozukluk olup 9 farklı tipi tanımlanmıştır. Oro-fasio-dijital sendrom I (OFDS 1) en sık görülen tip olup ilk olarak Fransız diş hekimleri Papillon Leage ve Psaume Jean tarafından 1954 yılında tanımlanmıştır. OFDS 1 X’e bağlı dominant geçer ve erkekler için ölümcüldür. OFDS 1 nadir bir sendromdur yaklaşık 1/250.000 canlı doğumda görülmektedir. Olguların yaklaşık %75’i sporadiktir. OFDS’nun dismorfik özelliklerin cerrahi düzeltimi dışında spesifik bir tedavisi yoktur. Nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur.
Oro-facio-digital syndrome, a group of congenital anomalies, is characterized by malformations of the oral cavity (cleft palate and tongue, abnormal dentition, high arched palate, tongue lobulation, hamartomata on the tongue), face (frontal bossing, facial asymmetry, hypertelorism, facial milia), and digits (syndactyly, brachydactyly, clinodactyly, polydactyly. This syndrome has nine different types. Oro-facio-digital syndrome type I (OFDS1) is the most common type, which identified by French dentists Papillon Leage and Psaume Jean, in 1954. OFDS 1 is an X-linked dominant condition that is lethal for males. OFDS 1 is a rare syndrome, occurring in approximately 1/250,000 live births. Approximately 75% of cases are sporadic. There is no specific therapy for OFDS 1 other than surgical correction of the dysmorphic features. Being a rare entity, this paper presents a case of OFDS 1 in a newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Anadolu Bölgesınde 7868 Vakada Konjenital Major Malformasyonların Sıklığı Üzerınde Bir Çalışma
Ahmet Arslan, Ferhan Paydak, Ahmet Bülent Turhan, Erol I. Yorulmazoğlu, Andaç Argon, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Anadolu Bölgesınde 7868 Vakada Konjenital Major Malformasyonların Sıklığı Üzerınde Bir Çalışma
The IncIdence Of CongenItal Major MalformatIons In Central AnatolIa: A Study Of 7868 Newborns
Konya Doğum ve Çocuk Bakım Evinde 1988 yılının Ocak-Ekim ayları arasında 28 gebelik haftası ve üzerinde doğan tüm yeni doğan bebekler majör malformasyonlar varlığı yönünden incelenmiştir. Bu süre içinde 3762 kız ve 4106 erkek olmak üzere toplam 7868 bebek doğmuştur. 95'i kız ve 123'ü erkek toplam 218 bebek ölü doğmuştur. Gözlenen bebeklerin 75'inde (%0.9) majer malformasyon bulunmuştur. Majör malformasyonlu bebeklerin 66'sı (%88) tek anomali, 9'u (9'012) çoğul anomali göstermiştir. Malfornu2syonlu 22 kız ve 6 erkek toplam 28 bebek ölü doğmuştur. Tek malformasyon gösteren bebeklerin 20'sinin santral sinir sisteminde, 1'inin dolaşım sisteminde ve 1'inin ürogenital sisteminde malformasyon görülmüştür. Tek malformasyon görülen bebeklerin 35'i kız, 317 erkektir. Tek malformasyonlu 18 kız ve 5 erkek toplam 23 bebek ölü doğmuştur. Çoğul malformasyon gösteren bebeklerden 4'ünün santral sinir sisteminde, 3'ünün santral sinir sistemi ve kas iskelet sisteminde, 1'inin santral sinir sistemi ve sindirim sisteminde malformasyon görülmüştür. Çoğul malformasyon görülen bebeklerin 6'sı kız, 3'ü erkektir. Çoğul malformasyonlu 4 kız ve 1 erkek toplam 5 bebek ölü doğmuştur. Çalışmamızda Konya ve yöresinde bulunan bu bulguların populasyon içerisindeki olma ihtimalleri ile malformasyonlu doğumların sistemlere göre dağılımı, anne yaş grubu, anne çocuk sayısı ve anne kan grubu arasında bir ilişkinin olup olmadığı araştırılmıştır.
Major malformation screening was made in 7868 mewborns at Konya Maternity and Children Care State Hospital, Turkey, January through October in 1988. Newborns, 28 weeks old and over were subjected to physical examination and the blood type determinations when needed. Blood type determinations were made for all mothers who gave birth. During 10 months period, of the 7868 babies born 3762 were female and the remaining 4106 babies were males. Among the 218 stillborn babies, 95 of them were female and 123 were males. 75 babies born with major malformations, and 66 (88%) of 75 had single and the remaining 9 (12%) had multiple malformations. The overall incidence is found ta be 0.9% and 0.11% for single and multiple malformations, respectively. About 51% of 66 newborns had musculo-skeletal system, 30% central nervous system, 14% digestive system, 1,5% circulatory systern, 1,5% urogenital system malformations, respectively. Also, musculo-skletal system malformations were found more often in males than female infants. Similarly, pes equino-varus was predorninant among the males whereas polydactylism among the females. In musculo-skeletal malformation system, stillbirth frequency is rather low (3 females and 1 male out of 33 malformed cases). The most stillbirths were seen in central nervous system (13 female and 3 male out of 20 cases). Anencephalus seemed to appear more often in female infants !han the male ones, and anencephalus and hydrocephalus females were stillborn infants. Multiple major malformations
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İhmal Edilmiş Bir Kayıp Rahim İçi Araç Sonrası Oluşan Ve Miadında Doğan Gebelik
Osman Balcı, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud
Olgu sunumu
Özeti
İhmal Edilmiş Bir Kayıp Rahim İçi Araç Sonrası Oluşan Ve Miadında Doğan Gebelik
A Full Term Pregnancy And DelIvery That Occurred After A Neglected Lost IntrauterIne DevIce
Rahim içi araçlar (RİA), tüm dünyada özellikle de gelişmekte olan ülkelerde sık kullanılan bir kontraseptif yöntemdir. Uterin perforasyon, RİA’ların yerleştirilmesi sırasında oluşan nadir fakat önemli bir komplikasyondur. Bu olgu sunumunda; RİA takılan bir hastanın yapılan kontrollerinde, RİA ipinin görülmediği fakat gebelikten koruyacağı söylenen, daha sonra gebe kalıp miadında doğum yapan ihmal edilmiş bir kayıp RİA olgusu sunulmuştur. Otuz sekiz yaşında, 4 gebelik ve 4 vajinal doğum öyküsü olan hasta kayıp RİA nedeniyle kliniğimize sevk edildi. Hastaya 2 yıl önce normal vajinal doğumundan 6 hafta sonra bir klinikte RİA takıldığı, sonrasında ağrı şikayeti ile başvurduğu klinikte yapılan muayenesinde RİA’nın ipinin görülmediği fakat gebelikten koruyacağı söylendiği, sonrasında gebe kalıp miadında vajinal doğum yaptığı öğrenildi. Hastanın yapılan jinekolojik muayenesi normaldi. Ultrasonografide uterus ve adneksler normal, Douglasta RİA ekosu izlenmekte idi. RİA laparoskopik olarak çıkarıldı. RİA’nın takılma esnasında uterus perforasyonu olup Douglasa yerleşitirildiği düşünüldü. RİA taktırma öyküsü olan ve muayenede RİA ipleri görülmeyen hastalarda mutlaka RİA lokalizasyonu belirlenmelidir. Uterus kavitesinin boş olduğu hastalarda uterus perforasyonu akılda tutulmalıdır.
Intrauterine devices (IUDs) are the most commonly used method of contraception, worldwide, especially in developing countries. Uterine perforation by an IUD is a rare but an important complication of IUD insertion. In this case report; we present, a patient who had “a neglected lost IUD”, in whom string of IUD was not seen in her follow up examination. The patient was told that in spite of the absence of the string; it will reserve its contraceptive effect. The patient had uneventful pregnancy and delivered at term. Thirty eight years old patient who had gravida 4, parity 4 was referred to our clinic because of lost IUD. In her history she had normal vaginal delivery before 2 years, after 6 weeks IUD was introduced in a health centre. She had pelvic pain and consulted the same health centre where she was told that the string was not seen but it will reserve its contraceptive effect. The patient got pregnant and delivered a full term baby. She had normal gynecological examination uterus and adnexa were normal in ultrasonographic examination but an echo of IUD was seen in Douglas. The IUD was extracted laparoscopically. We think that uterine perforation occurred during insertion of the IUD and it passed to Douglas pouch. For patients who have IUDs with lost string we should determine the location of the IUD. Uterine perforation should be thought of when empty uterine cavity is seen.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Hıperbılırubinemısının İzlenmesinde Bilırubin Bağlama Kapasıtesının Önemı Ve Bunu Etkıleyen Faktörler
İbrahim Erkul, Sevim Karaaslan, Dursun Odabaş, Ahmet Kınık, Ümran Çalışkan, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Hıperbılırubinemısının İzlenmesinde Bilırubin Bağlama Kapasıtesının Önemı Ve Bunu Etkıleyen Faktörler
The Importance Of Bındıng Capacıty Of Bılırubın And The Factors Affectıng It In Monıtorıng Newborn Hyperbılırubınemıa
Yeni doğanda hiperbilirübinemi hâlen önemini devam ettirmektedir. Hiperbilirübinemi sonucu oluşan Kernikterusun oluşmasını birçok faktörler etkilemektedir.Bu faktörler ara-sında serum indirekt bilirübin düzeyleri, bilirübin bağlama kapasitesi, serum albumin düzeyleri, hastaların gestasyonel süreleri, doğum ağırlıkları, asfiktik ve enfeksiyonlu olup olmadıkları ve postnatal yaşam süreleri sayılabilir.
Bilirubin-binding capacity in the hyperbilirubinemia of the newborn. The hyperbilirubinemia of the newborn is still keeping its importance on. A number of factors effect the occurence of kernicterus due to hyperbilirubinemia. Serum indirect bilirubin levels, bilirubin-binding capacity, serum albumin levels, gestational age, birth weight, postnatal survival days, and whether they have infections and asphyxia or not can be considered as the influenced factors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ameliyathane Dışı Anestezi Deneyimlerimiz
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Ameliyathane Dışı Anestezi Deneyimlerimiz
Our Non-OperatIng Room AnesthesIa ExperIences
Amaç: Bu çalışmada ameliyathane dışı anestezi deneyimlerimizi ve sonuçlarını tartışmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Mayıs 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında tanı ve tedavi amacıyla ameliyathane dışında sedo-analjezi uygulaması yapılan 18 yaş üstü olguların anestezi kayıtları retrospektif olarak tarandı. Kayıtlar; demografik veriler, uygulanan işlem, işlemin süresi, sedasyon derecesi, kullanılan ilaçlar, gelişen minör ve major komplikasyonlar, kronik obstrüktif akciğer hastalığı öyküsü ve yoğunbakım ihtiyacı açısından incelendi. Komplikasyonlar ile demografik veriler ve kategorik değişkenler arasındaki ilişkiler analiz edildi.
Bulgular: Toplam 2562 hastaya sedo-analjezi uygulandı. Bu olguların 1428 (%55.7)’i kadın, 1134 (%44.3)’ü erkek idi. Yaş ortalaması 53.08±16.55 idi. Olguların 268 (%10.5)’i ASA I, 1683 (%65.7)’ü ASA II, 598 (%23.3)’i ASA III, 13 (%0.5)’ü ASA IV idi. 519 (%20.3) hastaya minimal sedasyon, 1541 (%60.1) hastaya orta derecede sedasyon, 502 (%19.6) hastaya derin sedasyon uygulandı. En uzun işlem süresi endoskopik retrograd kolanjiopankreatografide 28.7±16.3 dk, en kısa işlem süresi üst gastrointestinal endoskopide 10.3±3.1 dk olarak tespit edildi. En fazla uygulanan işlem %31 ile kolonoskopi idi. En çok kullanılan ilaç kombinasyonu 1231(%48) hastaya uygulanan midazolam+propofol+fentanil kombinasyonu idi. 148 (%5.76) hastada minör komplikasyon, 10 (%0.37) hastada major komplikasyon gelişti. Toplam 15 (%0.58) hasta prosedür sonrası yoğunbakıma devredildi. Desatürasyon; ASA III ve üzeri hastalarda,15 dakikadan uzun süren işlemlerde, 65 yaş üstü hastalarda ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığında istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksekti. İşlem sonrası yoğunbakım ihtiyacı da bu hasta gruplarında anlamlı oranda yüksekti.
Sonuç: Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarının sıklığı giderek artmaktadır. Bu uygulamalar taşıdığı riskler açısından ameliyathanedeki anestezi uygulamalarıyla benzerdir. Hasta güvenliğinin artırılması ve komplikasyonların azaltılması için işlem öncesi ayrıntılı bir değerlendirme yapılması, uygun fiziksel şartlarda doğru bir monitörize anestezi bakımı sağlanması ve ekipler arasında sağlıklı bir iletişim kurulması önemlidir.
Aim: In this study, we aimed to discuss our experience and results of non-operating room anesthesia.
Materials and Methods: Anesthesia records of patients older than 18 years who underwent sedo-analgesia outside the operating room for diagnosis and treatment between May 2017 and December 2017 were retrospectively screened. The records were examined in terms of demographic data, applied procedure, duration of the procedure, sedation grade, medications used, developing minor and major complications, chronic obstructive pulmonary disease story and intensive care need. Relationships between complications with demographic data and categorical variables were analyzed.
Results: Totally 2562 patients underwent sedo-analgesia. 1428 (55.7%) of these cases were female and 1134 (44.3%) of them were male. The average age of patients was 53.08±16.55. 268 (10.5%) of the cases were ASA I, 1683 (65.7%) were ASA II, 598 (23.3%) were ASA III and 13 (0.5%) were ASA IV. 519 (20.3%) patients were minimally sedated, 1541 (60.1%) were moderate sedated and 502 (19.6%) deep sedated. The longest procedure time in endoscopic retrograde cholangiopancreatography was 28.7 ± 16.3 min, and the shortest procedure time in endoscopy was 10.3 ± 3.1 min. The most commonly performed procedure was colonoscopy with 31%. The most commonly used drug combination was midazolam + propofol + fentanyl applied to 1231 patients (48%). 148 (5.76%) patients had minor complication, and 10 (0.37%) patients had major complication. A total of 15 (0.58%) patients underwent intensive care after the procedure. Desaturation was statistically significantly higher in patients with ASA III and above, in procedures take longer than 15 minutes, in patients older than 65 years, and in the presence of chronic obstructive pulmonary disease. The intensive care need after the procedure was also significantly higher in these patient groups.
Conclusion: The incidence of non-operating room anesthesia is increasing steadily. The risks associated with these practices are similar to the anesthesia in the operating room. In order to increase patient safety and reduce complications, it is important to carry out a thorough evaluation before the procedure, to provide proper monitored anesthesia care in appropriate physical conditions, and to establish healthy communication between the teams.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Başarısız Bel Cerrahisi Sendromlu Hastaların Demografik Özellikleri Ve Fonksiyonel Durumları
Nilay Şahin, Emel Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Başarısız Bel Cerrahisi Sendromlu Hastaların Demografik Özellikleri Ve Fonksiyonel Durumları
DemographIc Features And FunctIonal Status In PatIents WIth FaIled Back Surgery Syndrome
Bu çalışmanın amacı başarısız bel cerrahisi sendromlu (BBCS) hastaların özelliklerini değerlendirmektir. Çeşitli nedenlerle bel operasyonları geçiren, operasyon sonrası devam eden veya tekrarlayan bel, bel-bacak ve-veya bacak ağrısı şikayetleriyle polikliniğe başvuran 58 BBCS’li hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların, ağrı şiddeti visuel analog skala (VAS), fonksiyonel durumları Oswestry Disabilite İndeksi (ODİ), operasyon nedenleri ve operasyon tipleri epikrizle ve lomber mobilite lomber schober (LS) ile değerlendirildi. Hastaların yaş ortalaması 40.52±8.15 idi. % 61.3’ü kadın, % 38.7’si erkek idi. Hastaların % 88.1’i lomber disk hernisi, % 5.3’i spinal stenoz ve % 6.6’sı osteoartrit nedeniyle ameliyat edilmişti. % 55.3’üne diskektomi, % 30.5’ine diskektomi+laminektomi, % 5’ine füzyon ve % 9.5’ine laminektomi yapılmıştı. Hastaların VAS’ı 7.20±1.74 ve ODI değerleri 41.2±4.8 olarak saptandı. Hastaların % 93’ünün LS değeri 15cm’nin altında değerlendirildi. Ciddi ağrılar ve lomber hareketlerde kısıtlanma ile günlük yaşamı ve işi olumsuz etkileyen BBCS hastalar ve hekimler için önemli bir sorundur.
The aim of this study to evaluate the demographic features in patients with failed back surgery syndrome (FBSS). Material and Fifty eight patients who underwent spine surgical intervention on a variety of reasons that ongoing complaints of postoperative recurrent back, back-legs and/or legs pain that admitted to policlinic were evaluated retrospectively. The patients were assessed in terms of pain by visuel analog scale (VAS), in terms of functional status by Oswestry Disability Index (ODI), in terms of reasons of operation and types of operation by history andin terms of lumbar mobility by Lumbar Schober’s Test (LS). The mean age of the patients were 40.52±8.15. The patients were 61.3% females 38.7% males. 88.1% of the patients had been operated for lumbar disc herniations, 5.3% of the patients had been operated for spinal stenosis and 6.6% of the patients had been operated for osteoarthritis. Discectomy surgery has been performed in 55.3% of the patients, discectomy+laminectomy surgery has been performed in 30.5% of the patients, fusion surgery has been performed in 5% of the patients and laminectomy surgery has been performed in 9.5% of the patients. VAS and ODI values of the patients were 7.20±1.74, 41.2±4.8, respectively. LS was evaluated under 15cm in 93% of the patients. FBSS that affects to be negative about working and daily life with severe pain and limitation of lumbar motion is a significant problem for patients and physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
Selmin Ökesli, Ateş Duman, Hülagü Barışkaner, Ali Kart, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of The Effects Of Isoflurane And Propofol AnaesthesIa On Serum Tsh, T3 And T4 Levels
Cerrahi ve anestezinin endokrin fonksiyona etkileri iyi bilinmektedir. Ancak propofol anestezisinin tiroid fonksiyonuna etkilerini içeren detaylı bir çalışmaya rastlayamadık. Amacımız propopofol anestezisinin tiroid hormonları üzerine etkilerini araştırarak, isofluran anestezisi ile karşılaştırmaktır. ASA l-ll sınıfı, ötiroid, başka endokrin bozukluğu olmayan 30 olguda çalışma gerçekleştirildi. Rutin premedikasyon uygulanan olgularda indüksiyon 1. grupta (n=15) İ.V. 0.05 mg fentanil, 5-7 mg/kg tiyopental, II. grupta (n=15) İ.V. 0.05mg fentanil, 2 mg/kg propofol ile yapıldı*. 1 mg/kg süksinilkolin ile entübe edilen olgularda 1. grupta % 1-1.5 isofluran, II. grupta 6-10 mg/kg/saat propofol ve %50 02 + % 50 N2O ile anestezi idamesi uygulandı. Kas gevşemesi atrakuryum ile sağlandı. Serum TSH, T3, T4 ( Total, Serbest) düzeylerini saptamak için kan örnekleri indüksiyon öncesi ( kontrol) , sonrası, intraoperatif 1 .saat postoperatif 2. ve 24. saatlerde alındı. Kemilüminesans yöntemi ile elde edilen veriler student's t ile istatistiksel olarak değerlendirildi. p<0.05 Anlamlı kabul edildi. (p< 0.01) (p< 0.05). Gruplar arası karşılaştırmada 1. Gruptaki bu düşme anlamlı. Her iki grupta TSH serum düzeyleri değişmedi. Grup 1'deki postoperatif 24. saatteki T T3, FT3 serum düzeylerindeki düşme anlamlı idi (p< 0.05). TT4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif 1. saatte anlamlı yükselme oldu( p< 0.05). Gruplararası fark analizinde bir anlamlılık yoktu. F T4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif l.saat ve postoperatif 2. saatte anlamlı yükselme ( p < 0.01) (p< 0.05) tespit edildi. Gruplar arası karşılaştırmada FT41eki bu yükselmeler anlamlı bulundu (p<0.01) (p<0.05). Sonuç olarak,propofolun hipertiroidi hastalar güvenle kullanılabilecek, isoflurana iyi bir alternatif ajan olduğu kanısına varıldı.
The effects of surgery and anaesthesia on endocrine functions are well known. Hovvever detailed studies about the effects of propofol on thyroid functions are absent. The aim of this study is to study the effect of propofol anaesthesia on thyroid hormones and to compare it with isoflurane anaesthesia. This study was performed on ASA l-ll class.euthyroid 30 patients vvithout endocrine pathologies. After premedication, induction was performed in the first group (n=15) with i.v. 0,05 mg fentanyl, 5-7 mg thiopental; in the second group (n=15) with i.v. 0,05 fentanyl, 2 mg/kgpropofol. Patients were intubated with i.v. 1 mg/kg succinylcholine, maintenance was done with %1-1,5 isoflurane %50 O2-%50 N2O + atracurium in the first group and 6-10 mg/kg/h propofol + %50 O2+%50 N2O atracurium in the second group. Blood samples were obtained before induction(control), after induction, first hour intraoperatively on postoperative 2nd and 24 th hours chemiluminesance method was used for the plasma TSH,TT3, FT3,İ7'4, FT4 analyses. The TSH serum levels did not change in both groups. A significant decrease in TT3, FT3 serum levels in the 24th hour postoperatively was observed in the first group (p<0,01), (p<0,05).This decrease, in the first group was significant betvveen the groups (p<0,05). Significant increases in serum TT4 levels occured first hour intraoperatively in the first group (p<0,05). No difference was found betvveen the groups. Asignificant increases in serum FT4 levels was recorded in the 1st hour intraoperatively and 2nd hour postoperatively in the first group(p<0.01) (p<0.05)The increases was significant betvveen the groups (p<0.01)(p<0.05). We conclude that propofol is saf e alternative agent to isoflurane in hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Orbita Ve Kranyofasiyal Parametreler Arasındaki İlişkilerin Araştırılması
Mehmet Ali Malas, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Orbita Ve Kranyofasiyal Parametreler Arasındaki İlişkilerin Araştırılması
The InvestIgatIon Of The RelatIon Betvveen OrbIta And CranIofacIal Parameters In Nevvborns
Amaç: Çalışmamızda miadında, prematüre ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğanlarda orbita ve kranyofasiyal mor folojik ölçümlerin ve arasındaki ilişkilerin belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Yaşları 32-37 gebelik haftası yaşı arasında değişen 60 prematüre yenidoğan (Erkek 30, Kız 30), 60 miadında yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) ve 60 düşük doğum ağırlıklı yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) olguda çalışıldı. Bütün vakalarda baş çevresi, kafa genişliği, kafa uzunluğu, yüz yüksekliği, yüz genişliği, orbita yüksekliği, orbita genişliği, oropalpebral uzunluk ve kantal indeks belirlendi. Bütün olgularda kranyofasiyal ve orbita ölçümlerinin ortalamaları hesaplandı. Bulgular: Kranyofasiyal ve orbita ölçümlerinde prematüre ile miadında yenidoğanlar arasında, miadında olanlarda daha büyük olmak üzere istatistiksel bakımdan farklılıklar vardı (p<0.001). Cinsler arasında kranyofasiyal ve orbita ölçümlerinde farklılık vadi. Prematüre ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğanlar da orbita ile kranyofasiyal para metreler arasında müspet yönde korelasyon mevcuttu (p<0.001). Miadında yenidoğanlar da kafa genişliği ve orbi ta genişliği arasında negatif korelasyon olduğu belirlendi. Sonuç: Prematüre, miadında ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğğanlarda kranyofasiyal ve orbita ya ait parametrelerin daha fazla tanımlanması ile bireysel varyasyonlar hakkında daha fazla bilgi sunulmuş olacaktır. Kranyofasiyal ve orbita boyutlarının normal varyasyonları hakkındaki bilgiler kranyo-fasiyal iskelet gelişimindeki patolojilerin veya anomalilerin teşhis edilmesinde yardımcı olabilir.
Purpose: İn this study, we aimed to determine the measurements and the relation betvveen craniofacial morpho- logy and orbita in full term, prematüre nevvborns and nevvborn with low birth vveight. Materials and method: We vvere studied 60 prematüre nevvborns (Male 30, Female 30) who vvere aged betvveen 32 and 37 post menstrual vveek, and 60 full term nevvborns (Male 30, Female 30), and 60 nevvborn with low birth vveight (Male 30, Female 30). İn ali cases, head circumference, head length, head vvidth, face height, face vvidth, orbita height, orbita vvidth, oropalpebral length and cantal index vvere measured. Average of measurements of cranio-facial and orbita vvere calculated in the ali cases. Results: The measurements of craniofacial and orbita vvere statistically significantly dif- ferent betvveen prematüre and full term infants in vvhom it was greater than prematüre infants (p<0.001). The re vvere differences in the measurements of craniofacial and orbita betvveen sexes. A significant positive correlation betvveen the craniofacial and orbita dimensions was found in prematüre nevvborns and nevvborn with low birth vveight (p<0.001). There was negative correlation betvveen head vvidth and orbita vvidth in full term nevvborns. Conclusions: VVith more expressions of the parameter of craniofacial and orbita at prematüre and full term nevv borns and nevvborn with lovv birth vveight, more Information about individual variations vvill be given. Knovvledge about normal variations in craniofacial and orbita dimensions can help in diagnosis of pathologies or anomaly of crania-facial skeleton development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Ebru Apaydın Dogan, Figen Güney, Emine Genç, Muzaffer Mutluer, Nurhan İlhan
Olgu sunumu
Özeti
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Temporary NeurologIcal Symptoms, Headache And Csf IymphocytosIs-Handl Syndrome
Amaç: Bu vaka sunumunda, HaNDL Sendromunun (Baş ağrısı,nörolojik defesit,BOS’ ta lenfositoz) literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 20 yaşında bayan hasta, acil servise başının sol tarafında olan, bulantı-kusma, sonofobi ve fonofobinin eşlik ettiği şiddetli, zonklayıcı karakterde başağrısı nedeniyle başvurdu. Ağrının başlamasından yaklaşık olarak 30 dakika sonra vücudunun sağ tarafında, bacaklarından başlayıp kola ve yüze yayılan uyuşma ve hafif güçsüzlük ile konuşmada bozulma olduğu, bu şikayetlerinin 20-25 dakikada düzeldiği öğrenildi. Hastanın bu olaydan ortalama 2 hafta önce, yaklaşık olarak 3 gün kadar devam eden şiddetli bulantı ve diyarenin olduğu viral gastroenterit geçirdiği, hekime başvurduğu ve destek tedavi dışında bir tedavi almadığı öğrenildi. Klinikte yapılan lomber ponksiyonda lenfositik pleositoz ve protein düzeyinde yükseklik (49 mg/dL) saptandı. Hastanın acil serviste çekilmiş olan BBT’si ve kontrastlı MR’ı normaldi. BOS pleositozuna ve şiddetli başağrısına neden olabilecek diğer nedenlerin dışlanması sonucunda hastaya HaNDL Sendromu tanısı kondu. Sonuç: Benign bir sendrom olan HaNDL Sendromunun tanınması, tanı amaçlı yapılacak olan anjiografi gibi tetkiklerin getirebileceği ciddi riskler nedeniyle önem taşımaktadır.
Aim: In this case report, it is aimed to discuss the ‘HaNDL Syndrome’ with the relevant literature. Case Report: A 20 year-old woman was admitted to the emergency department with left-sided, severe, throbbing headache accompanied with nausea, vomitting, sonophophia and phonophophia. Approximately 30 minutes after the pain emerged, she had suffered numbness and mild paresis on the right side of the body including the right side of her face accompanied with difficulty in speech which improved in approximately 20-25 minutes. She reported that 2 weeks prior these symptoms, she had suffered severe nausea and diarrhea that had lasted for 3 days. A diagnosis of viral gastroenteritis had been made and supportive therapy had been advised by a doctor. In the clinic, spinal tap was performed which revealed lymphocytic pleocytosis and mild elevation of protein level (49 mg/dL). Brain computerized tomography and the contast MR were normal. After the exclusion of other conditions which may cause CSF pleocytosis and severe headache; a diagnosis of HaNDL Syndrome was made. Conclusion: Recognition of this bening syndrome, is important as performing a diagnostic angiography may cause severe complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Kist Hidatikler
Ertuğ Özkal, Faruk Temel, Mehmet Şenyüz, Kemal Ödev, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Kist Hidatikler
SpInal HydatId Cysts
Bu makalede üç spinal kist hidatik vakası takdim edilmiştir. Hastaların tümü medulla spinalis basısı şikayetleri ile müracaat etmişlerdir. Yalnız bir vakada nüks görülmüş olup, mortalite yoktur.
Thrce cases of spinal hydatid cysts are reported. Ali the patients were admitted with symptoms of compression of the spinal cord. The patients were treated surgicall, recurrens was in only one patiant and no mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Kord Yaralanırnalı Hastalarda Üriner Enfeksiyon İle Lezyon Düzeyi Ve Kateterizasyon Arasındaki İlişki
Hatice Uğurlu, Sami Küçükşen
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Kord Yaralanırnalı Hastalarda Üriner Enfeksiyon İle Lezyon Düzeyi Ve Kateterizasyon Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between UrInary Tract In-FectIon And &vel Of LesIon And CatheterIsatIon In PatIents WIth SpInal Cord Injury
Üriner sistem enfeksiyonu, ürolojik rehabilitasyonda kaydedilen ilerlemelere rağmen spinal kord yaralanması (SKY) olan hastaların rehabilitasyonu sırasında en sık karşılaşılan komplikasyonlardan biridir. Çalışmamızda kullanılan mesane boşaltım yöntemleri ve lezyon düzeyleri ile üriner enfeksiyon riski arasındaki ilişkiyi tespit etmeyi amaçladık. Çalışmaya 1994-1997 yılları arasında kliniğimizde takip edilen 22 paraplejik hasta alındı. Hastaların % 68.1'inde üriner enfeksiyon tespit edildi. Lezyon düzeyi ve kullanılan mesane boşaltım yöntemleri ile üriner enfeksiyon riski arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edilmedi.
Ahhough the inıprovements irt urologic re-urinary tract infection (UTI) is one of the most common complication eneountered during the rehabilitation of patients with spinal cord injury. In this study, we investigated the relationship bet-weeen urinafry tract infretion and level of lesion and methods of bladder drainage ir7 patients with spinal cord injurv (SCI).22 paraplegic patients followed in our ciiriic berween 1994 and 1997 were included in this study. I.rTI was observed in 68.1 pe• cent of the patients, Na significant relation was found between the incidence of UTI and the level of lesion and the meth
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Yaka Dolayısıyla Nadır Görülen Alkalescens-Dispar (a-D) Grubu Bakteriler
Halil Özerol, A. Zeki Şengil, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Yaka Dolayısıyla Nadır Görülen Alkalescens-Dispar (a-D) Grubu Bakteriler
On The OccasIon Of A Case Uneommon To Be Seen Alkalescens-DIspar (a-D) Group BacterIa
18 yaşında, vaginal akıncı ve genital bölge kaşıntısı şikayeti ile Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD polikliniğine müracaat eden bir havadan üretilen gram-negatif bakterilerden serolojik olarak Alkalescens-Dispar grubuna uyan bir suş ayırt edilmiştir. E. coli türleri ile yakın akraba olan bu türün nadir bir grup oluşu nedeniyle yayınlanması uygun görülmüştür.
A strain of bacteria has been serologically identified as Alk.alescens-Dispar from gram-negative bacteria grow from a 18 years old patient applied to Gynecology and obstetric Department witi complaints of vaginal discharge and genital area icihing. Since (his group iv cliskvely related to F. coli strains we have decided to report it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İatrojenik Spinal Epidural Apse Sonrası Gelişen Spondilodiskitis Vaka Takdimi
Ahmet Önder Güney, Osman Acar, Mehmet Erkan Üstün, Yalçın Kocaoğullar
Olgu sunumu
Özeti
İatrojenik Spinal Epidural Apse Sonrası Gelişen Spondilodiskitis Vaka Takdimi
SpondylodIscItIs After IatrogenIc SpInal EpIdural Abscess Case Report.
Spinal epidural apse seyrek görülen ve tehlikeli bir lezyondur. Biz bu yazıda bir iatrojenik spinal epidural apse sonrası gelişen spondilodiskitis olgusu sunuyoruz. Hasta cerrahi drenaj ile öpere edildi ve uygun antibiyotik tedavisine alındı. Operasyon sonrası düzelme görüldü. Bu makalede spinal epidural apse ve spondilodiskitisin, klinik gidişi, radyolojik incelemeleri ve tedavi ilkeleri literatür gözden geçirilerek tartışılmıştır.
Spinal epidural abscess is a very rare and dangerous lesion. We present here spondylodiscitis case developed follovving iatrogenic spinal epidural abscess. The patient was operated on by surgical drainage and appropriate antibiotic therapy. Improvement was seen postoperatively. İn this article, the clinical outcome, radiological findings, and management prothocoles of spinal epidural abscess and spondylodiscitis are discussed with revievv of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Narkotık Analjezıklerın Kullanımı
Sema Tuncer, Hülagü Barışkaner
Araştırma makalesi
Özeti
Narkotık Analjezıklerın Kullanımı
Use Of Narcotıc Analgesıcs
Bu gruptaki ilaclar, oldukca yaygm olarak sant-ral sinir sistemi üzerine depressif etki yaparlar ye az veya cok hepsinde Hag bagimliligt yapma po-tansiyeli mevcuttur. Narkotik analjeziklerin an-tipiretik ve antiinflamatuar etkileri yoktur. Opioidler yiiz yillardir cerrahi ile olu§an agriyi azaltmak, kro-nik agnsi bulunan hastalarda agrilanni hafifletmek, anksiyeteyi yati§tirrnak icin kullanilmaktadir. Sa-dece premedikasyon icin kullanilmayip, cerrahi ye anestezi siiresince ye sonrasinda analjezik olarak da tercih edilmektedir. Opiat sozcugunun sadece papaver somniferum'dan elde edilen morfin, kodein ye papaverin gibi maddeleri. opioid sozciiktiniin ise biitiin grubu ifade etmekte kullanilmasi daha uygundur.
Drugs in this group often have a depressive effect on the central nervous system and more or less all of them have the potential to cause Hag addiction. Narcotic analgesics do not have anti-typiretic and anti-inflammatory effects. Opioids have been used for hundreds of years to relieve pain caused by surgery, to relieve pain in patients with chronic pain, and to alleviate anxiety. It is not used only for premedication, but also as an analgesic after surgery and anesthesia. Substances of the opiate word such as morphine, codeine and papaverine obtained only from papaver somniferum. The opioid word is more appropriate to refer to the complete group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anestezi İle İnkarsere Skrotal Dev İnguinal Herni Onarımı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Ali Bal
Olgu sunumu
Özeti
Lokal Anestezi İle İnkarsere Skrotal Dev İnguinal Herni Onarımı
Local AnesthesIa WIth GIant Incarcerated Scrotal InguInal HernIa RepaIr
İnguinal herni operasyonları, genel cerrahi kliniklerinde sıkça uygulanan operasyonlardandır. Bu operasyonlar genel anestezi dışında spinal anestezi, epidural anestezi ve lokal anestezi gibi yöntemlerle de uygulanabilmektedir. Özellikle yaşlı, komorbiditesi ve ciddi anestezi riski olan hastalarda lokal anestezi ile fıtık onarımı başarıyla uygulanabilir. Literatürde lokal anestezi ile yapılan fıtık onarımlarının sonuçlarının genel anestezi ile yapılan onarımlardan farklı olmadığı bir çok çalışmada vurgulanmıştır. Bu sunumda redükte edilemeyen inguinal herni beraberinde hipertansiyon, diyabetes mellitus, konjestif kalp yetmezliği, kronik böbrek yetmezliği gibi komorbid hastalıkları olan 87 yaşında erkek hastaya acil şartlarda lokal anestezi altında yapılan fıtık onarımı tartışılmıştır. Lokal anestezi ile inguinal herni onarımı literatürde tüm yönleriyle değerlendirilmiş olmasına karşın inkarsere inguinal hernilerin lokal anestezi ile onarımı hakkında bilgi oldukça kısıtlıdır. Sonuç olarak strangülasyon riski düşük olan sıkışmış fıtıkların cerrahi tedavisinin lokal anestezi ile özellikle yaşlı ve komorbid hastalarda başarıyla uygulanabileceğini düşünüyoruz. Ancak lokal anestezi ve genel anestezi altında yapılan acil fıtık operasyonları arasında karşılaştırmalı bir çalışma yapılmasının bu konuda öneri yapabilmek adına faydalı olacağı kanısındayız.
Inguinal hernia operations are frequently performed at general surgery clinics. These procedures can be performed not only under general anesthesia but also with methods like spinal anesthesia, epidural anesthesia, and local anesthesia. Inguinal reparations can be successfully performed with local anesthesia especially on older patients, those with comorbidity and significant risk of anesthesia. An ample amount of studies in literature underline the fact that the results of hernia reparations performed under local anesthesia are no different than the results of hernia reparations done under general anesthesia. This report discusses the case of an 87-yearold male patient with comordid diseases like hypertension, diabetes mellitus, congestive heart failure, and chronic kidney failure as well as irreducible inguinal hernia who had to undergo emergency hernia reparation under local anesthesia. Although inguinal hernia reparation under local anesthesia has been comprehensively evaluated in literature, there is very limited information on the reparation of incarcerated inguinal hernias under local anesthesia. Consequently, we think that it is possible to use local anesthesia successfully to surgically treat incarcerated hernias with low risk of strangulation especially on senior and comorbid patients. However, we also believe that it would be of utmost significance to conduct a comparative study between emergency hernia operations performed under local anesthesia and general anesthesia in order to be able to recommend a safer solution on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
Emel Türk Arıbaş, Mustafa Altındiş
Araştırma makalesi
Özeti
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
ParvovIrus 819 InfectIons
Human partiovirus 819. eritema infeksivozum, aplastik kriz. hidrops fetalis ye adultlerde Awn po-liartraljiyi iceren birkar haswIdala sebep ajan ola-rak tanunlannuozr. Infeksiyonun major pa-tofizyolojik etkisinin eritrosit prektirsOrlerinin sitolitik infeksiyonuna bairn olarak eritropoezisin durmast oldugu gorithir. Hidrops fetalise bagh ne-onatal Oliint Avinda, parvovirus infek.siyordu has-talarm prognozu genellikie iyidir. B19 in-feksivonunun tams' klinik gortintimle konulabilir, fakat szklikla serum antikor testleri ile dogndannwst gerekir. Tedavi klinik durum bagh olarak des-tekleyi•i baktm, analjezik, kan transflizyonu veya int-ravendz iffinzunglobulin mulanmasi ,ceklindedir.
The human parvovirus B19 has been identified as the causative agent in several diseases, including erythema infectiosum, aplastic crisis,hydrops fetalis and a polyarthralgia that occurs in adults. The major pathophysiologk effect of infection seems to be cessation seems to be cessation of erythropoiesis a result of cytolitic infection of red cell precursors. Except for the potential of neonatal death due to fetal hydrops, the prognosis of patients with par-vovirus infection is generally good. The diagnosis of B19 infection may be established on clinical ob-servations but often requires cofirmation with serum antibody testing. Treatment strategies may include supportive care, analgesic medications, transfusions with red blood cells or administration of intravenous inuniunglobulinidepending on the clinical cir-cumstances.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Miadında Canlı Doğum Yapan Bir Uterus Didelfis Vakası
Ergün Onur, Erdal Kaya, A. Vahap Özen, Kemalettin Uygur, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Miadında Canlı Doğum Yapan Bir Uterus Didelfis Vakası
A Case Of Uterus Dıdelfıs Gıvıng A Lıve Delıvery In Mıddle
Çift uterus anomalisi olan ve opere edilmeyen vakalarda, gebeliğin terme kadar ulaşması son derece enderdir. Bu nedenle miadında canlı doğum yapan bir uterus didelfis vakası sunuldu ve tartışıldı.
It is very rare to have the pregnancy to reach fullterm labor with the case of non-operative double ut-rus anomaly. For that reason the case of uterus didelphys which resulted live birth in term is presented and discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yağli Filum Terminale Tethered Kord Sendrdomu
Osman Acar, Uğur Erongun, Mustafa Balevi, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Yağli Filum Terminale Tethered Kord Sendrdomu
ThIckened FIlum TermInale WIth LIpoma In Tethered Cord Syndrome
Yaygın olarak bilinenin aksine tethered spinal kord sendromunda konus medullarisin normal lokali-zasyonda bulunabileceği çeşitli amşurrnacılarca bildi-rilmektedi•.Bu çalışmada yağlı f 111n1 terminalesi bu-lunan ve konus medullarisin tepe noktası Lı seviyesinde olan bir tethered kord sendromu olgusu sunularak fiteratür eşliğinde tartışılmıştır.
In contrast to the common knowledge on the tethered cord synd•ome, various reports note that co-nus medullaris may have a normal location. In this manuscript a case of tethered cord syndrorrıe which has a conus at Lı level and fatty filum terminale has been presented and liwrature is reviwed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ivf Sonrası Canlı Doğumla Sonuçlanan Heterotopik Gebelik; Olgu Sunumu
Fedi Ercan, Osman Balcı, Cemre Alan, Mehmet Cengiz Colakoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Ivf Sonrası Canlı Doğumla Sonuçlanan Heterotopik Gebelik; Olgu Sunumu
HeterotopIc Pregnancy ResultIng In A LIve BIrth After Ivf; Case Report
Heterotopik gebelik, intrauterin ve ektopik gebeliğin aynı anda olmasıdır. Yardımcı üreme tekniklerinin (YÜT) uygulama sıklığı arttıkça heterotopik gebeliklerin görülme sıklığı %1-3' e kadar yükselmiştir. Heterotopik gebelik nadir bir durum olduğundan standart bir takip ya da tedavi yöntemi yoktur. Genel olarak metotreksat, RU 486 (Mifepriston) ve prostaglandinler intrauterin gebeliğin devam ettirilmesi istendiğinde embriyo üzerine potansiyel teratojen etkileri olması nedeniyle kullanılmamaktadır. Burada ektopik gebeliğin cerrahi olarak tedavi edildiği ve intrauterin gebeliğin miada ulaşıp sağlıklı bir infantın doğduğu bir heterotopik gebelik olgusu sunulmuştur.
\r\n
Heterotopic pregnancy is a condition in which intra- and extrauterine pregnancies occur at the same time. However in the last decades there has been a significant increase of heterotopic pregnancy as high as %1-3 , this raised frequency has been attributed to the extended use of assisted reproductive technologies. Because it is a rare condition,there is no standart management or treatment method for heterotopic pregnancy. Usually methotrexate, RU 486 (Mifepristone) and prostaglandins aren’t used if intrauterine pregnancy wanted to persist, because of their potantial teratogenic effects on embryo. Here we present a case with heterotopic pregnancy who were treated by surgery for ectopic pregnancy and intrauterine pregnancy ended with labour of a healthy infant in term.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Çevresınde Primer İnfertil Kadınlarda Antichlamydial Igg Antikoru Prevalansının Elısa Yöntemı İle Tespıtı
Mahmut Baykan, Bülent Baysal, Cemalettin Akyürek, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Çevresınde Primer İnfertil Kadınlarda Antichlamydial Igg Antikoru Prevalansının Elısa Yöntemı İle Tespıtı
DelectIon Of AntIchlatnydIal AntIbody Prevalence By ElIsa In PrImary InferIIle Women Around Konya
Kadınlarda infertiliteye neden olan genital enfeksiyonların etyolojisinde Chlamydia trachomatis önemli bir yer işgal etmektedir. Bu etken patojene karşı serumda oluşan IgG aniikorunun hızlı ve güvenilir bir şekilde tesbiti amacı ile 42 infertil ve 42 yeni doğum yapmış toplam 84 kadının sorum-ları ELISA yöntemi ile çalışıldı. S.Ü. Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Kln. Mikrobiyoloji rutin laboratuvartılda yapılan bu araştırnuıdaki kadınların yaş ortalaması 30 idi. Antichlarnydial IgG antikoru kontrol grubunda negatif, hasta grubunda %12 oranında (5142) pozitif bulundu. Çalışmada kullanılan ELISA yönteminin spesifite ve sensitivite açısından güvenilir olduğu gözlend
Detection of antihlarnydial IgG antibody prevalance by ELISA in pritnary enfertile women who dwell in Konya Chlamydia trachomatis plays in important role as an etiologic agent ,of genital tract infections causing infertility in women. In order to detect 1gG antibodies against this pathogenis agent rapidly, sera of 84 women of whom 42 were infertile and 42 had normal delivery were assayed by ELISA. Mean age of women involved in (his study performed in routin laboratory of Microbiology and Clinic Microbiology Departmant of Selcuk Univercity Medical School was 30. Antichlamydial IgG antibodies found to be negative in control group and positive in 12% of patients (5 of 42). We observed that ELISA had both reliable sensitivity and specifity in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigaranın Fetal Kardiyovasküler Sıstem Üzerindeki Etkileri
Sevim Karaaslan
Araştırma makalesi
Özeti
Sigaranın Fetal Kardiyovasküler Sıstem Üzerindeki Etkileri
Effects Of Smokıng On The Fetal Cardıovascular System
Sigara içmenin anne karnındaki bebeğe, en iyi bilinen olumsuz etkisi, doğum ağırlığında meydana getirdiği azalmadır (1,2). Bu konuda araştırma yapan Ahlsten ve arkadaşları (3) anneleri sigara içen bebeklerin doğum ağırlığı ortalamasını. anneleri sigara içrneyen yerıidoğan bebeklerin doğum ağırlığı ortalamasından 400 Gni daha düşük olarak tesbit ettiler. Ayrıca hamilelikleri sırasında sigara içen annelerin bebekleri arasında ablatio plasenta, plasenta previa, prematüre doğum, perinatal morbidite ve mortalite insiderısinde de bir artış olduğu bildirilmektedir (1).
The best known adverse effect of smoking on the unborn baby is the decrease in birth weight (1,2). Ahlsten et al. (3) who conducted research on this subject, mean birth weight of babies whose mothers smoked. found that the average birth weight of newborn babies whose mothers did not smoke was 400 Gni lower than the average. In addition, it has been reported that there is an increase in ablatio placenta, placenta previa, premature birth, perinatal morbidity and mortality incidence among babies of mothers who smoke during pregnancy (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebe-Postpartum Rat Uterusunda Mast Hücre Sayısı
Sabiha Serpil Kalkan, Refik Soylu, Salim Güngör, Hasan Cüce, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Gebe-Postpartum Rat Uterusunda Mast Hücre Sayısı
Mast Cell Number In The Pregnant-Postpartum Rat Uterus
Bu çalışmada, gebelikte ve doğumdan sonra rat uterusunda mast hücre sayısı araştırıldı. Sonuçta, gebeliğin 18. gününde 5. gündekinden çok fazla mast hücresi ve postnatal 1. günde yine yüksek sayıda mast hücresi olduğu tesbit edildi. Bu hücrelerin gebe-lik-doğum-postpartum,period fizyolojisi ile ilişkili olabileceği düşünüldü.
In this study, the mast cell number in pregnant and perinatal rat uterus was investigated. Conse-quently, on the 18 th. day of pregnancy, clearly a greater number of mast cells are counted when com-pared to the 5 th. day of pregnancy and the number of mast cells is stili great on the postnatal first day. It is concluded that, these cells may be associated with physiology of pregnancy-parturition-postpartum period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
Hasan Koç, İbrahim Erkul, Abdurrahman Üner, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenıdoğan İsitesı Prematüre Mortalite İstatistikleri (1990)
PrematurIty MortatIty StatIstIcs In 1990 Neonatal UnIt Of PedIatrIcs Department
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yenidoğan Ünitesine Ocak 1990-Aralık 1990 tarihleri arasında 92 Prematüre bebek kabul edildi. Mortalite oranı %30.4 olarak bulundu. Mortalite yüzdererinin, gebelik süreleri, bebeklerin doğum ağırlıkları yükseldikçe azaldığı tesbit edildi. Selçuk Üniversitesi Doğum Kliniğinde doğan prematürelerdeki mortalite oranı evden gelen, Konya içi veya dışı başka bir hastaneden getirilen prematürelere göre daha düşüktü (P<0.01). Klinik tanılarna göre en yüksek ölüm ne-denleriin Solunum Güçlüğü Sendromu, Anoksik doğum ve Sepsis olduğu görüldü. Yazıda iiniternizdeki prematüre bebek ölüm yüzdeleri lite-ratürle karşıla,qtrıldı ve yüksek olmasının nedenleri tartışıldı.
Mortality rate of 92 premature babies accepted to pediatrics department of Medical Faculty of Selçuk Oniversity between January and Decernber 1990 was investigated. Mortality rate was cletermined as 30.4 percent. The mortality rate was decreased with the duration of gestation and the weight of babies at term. Also, the mortality rate of babies born at ob-stetrics clinics of the faculty was less than those born at home or brought from other hospitals in or out of Konya. According to the clinical evaluation, the primary causes of death vere found to be respira-tory distress syndronw, anoxic birth and sepsis. Our finclings are discussed with those of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
Halil Kara, Mahmoud Almbaidheen, Ebru Sağlam
Araştırma makalesi
Özeti
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
EvaluatIon Of SocIodemographIc CharacterIstIcs, AnxIety And DepressIon Levels Of Adolescent Mothers: Sample Of Ağrı ProvInce
Amaç: Evlilik izni için yönlendirilen adölesan annelerin sosyodemografik özelliklerinin, anksiyete ve depresyon düzeylerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2018-2020 tarihleri arasında evlilik izni için polikliniğe başvurduğu dönemde anne olan 65 ergen olgu dahil edilmiştir. Olguların psikiyatrik değerlendirmelerini içeren hastane kayıtları, sosyodemografik verileri ve düzenlenmiş adli raporları retrospektif olarak incelenmiştir. Değerlendirildiği dönemde depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemek amacıyla Anksiyete ve Depresyon Ölçeği-Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) öz bildirim ölçeğini doldurmaları istenmiştir ve bilişsel gelişimin değerlendirilmesi için psikolog tarafından uygulanan Kent E-G-Y ve Porteus Labirentleri zeka testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 16,33±0,307 yıldı. Gayriresmi evlilik yaptıkları yaşlar değerlendirildiğinde ise ortalama evlilik yaşının 15,44±0,499 yıl olduğu tespit edildi. Ortalama eğitim sürelerinin 5,08± 1,461 yıl olduğu görülmüştür. Gayriresmi evlilik yapmadan önce olguların %70,8’i köyde, %29,2 kentte yaşıyorken evlilik sonrası ise olguların %53,8’i köyde, % 46,2 ‘sinin kentte yaşıyordu. Yapılan gayriresmi evliliklerin % 27,7’sinin ise akraba evliliği olduğu tespit edilmiştir. Olguların kliniğe başvurdukları esnada sahip oldukları çocukların yaş ortalaması 4,05±3,701 ay olduğu saptanmıştır. Sonuç: Erken evlilik yapan ve 18 yaş öncesi doğum yapan kızların eğitim sürelerinin ve sosyoekonomik düzeylerinin düşük, eşleri ile aralarındaki yaş farkının fazla, eşlerinin iş imkanlarının kısıtlı olduğunu ortaya koymaktadır. Erken yaş evlilikleri önlemeye yönelik müdahale programlarının ve yasal düzenlemelerin geliştirilmesi, hem ergen evliliklerin hem de ergen anne olmanın ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların engellenmesine katkıda bulunabilir.
Objective: ıt was aimed to retrospectively evaluate the sociodemographic characteristics, anxiety and depression levels of adolescent mothers who were referred for marriage leave. Material and methods: 65 adolescent cases who became mother when they applied to the outpatient clinic for marriage permission between 2018-2020. Hospital records, sociodemographic data and edited forensic reports including psychiatric evaluations of the cases were reviewed retrospectively. In order to determine their depression and anxiety levels during the evaluation period, they were asked to fill in the anxiety and depression scale-revised self-report scale and kent e-g-y and porteus labyrinths intelligence tests applied by the psychologist were applied to evaluate the cognitive development.
Results: The mean age of the subjects included in the study was 16.33±0.307 years. It was determined that the mean age at which they were married unofficially was 15.44±0.499 years. It was observed that the average education period was 5.08±1.461 years. Before the unofficial marriage, 70.8% of the cases lived in the village and 29.2% in the city, after the marriage, 53.8% of the cases lived in the village and 46.2% in the city. It has been determined that 27.7% of unofficial marriages are consanguineous marriages. It was determined that the mean age of the children of the patients when they applied to the clinic was 4.05±3,701 months.
Conclusion: Girls who married early and gave birth before the age of 18, ıt reveals that their education period is short, their socioeconomic level is low, the age gap with their spouses is high, and their spouses' job opportunities are limited. The development of intervention programs and legal regulations aimed at preventing early marriages may contribute to the prevention of both adolescent marriages and the negative consequences of being an adolescent mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Determınatıon Of The AnxIety Level In Pregnant Women Who Admınıster To The ObstetrIcs ClInIc WIthIn The Covıd-19 PandemIa PerIod
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsanda Lumbosakral Segmental Uyarılmış Elektrospinogramının Dalga Komponentleri Üzerine Fenobarbital'ın Etkisi
Ş. Fatin Reel, Cumhur Ertekin
Araştırma makalesi
Özeti
İnsanda Lumbosakral Segmental Uyarılmış Elektrospinogramının Dalga Komponentleri Üzerine Fenobarbital'ın Etkisi
The Effects Of PhenobarbItone On The SpInal Segmental Cord PotentIals In Man
10 olguda IV. yolla fenobarbital verilmesinden önce ve sonra, N. Tibialis Posterior uyartılarak, intratekal kayıtlama yöntemi ile Th10-11 , Th11-12, Th12-L1 intervertebral aralık seviyesinden, seg-mental spinal potansiyeller kaydedilmiştir. Bu po-tansiyelin komponentkri üzerine fenobarbitalin et-kisi incelenmiş, ve komponentlerin orjinleri saptanmaya çaltşılmıştır. CD tipi potansiyelin NI dalga komponenti üzerine olan inhibitör etki mi-nimal olup, % 2-6 oranında amplitüd azalışı sap-tanmıştır. Esas etki N2 komponenti üzerine olmuş olup, % 45 oranında amplitüd =alış: saptanmıştır. P2 komponenii üzerine etki ise ikisi arastnda olup %25 oranında amplitüd düşmesi görülrnüştür. Bu bulgular ışığında N2 komponentinin postsinaptik aktivite, N1 komponentinin presinaptik aktivite ile kısmen postsinaptik aktivite sonucu oluştuğu P2 komponentinin oluşmasında ise, presinaptik inhibisyon ve sinaptik olayların ilgili olduğu düşünülmüştür.
The effects of phenobarbitone on the spinal segmental cord potentials elicited by stimulation of the posterior tibiul nerve were investigated in 10 subjects. Intrathecal recording technique was used to obtain the spinal potentials. The major ellects of phenobarbitone were to be on the N2 COMponent of the CD potantials, and the amplitudes of the N2 romponent derreased to 45 % of the first value, though the N1 and P2 com-ponents were deereased about 6 % and 25 % of the first value. It was conluded that the NI component of CD potential arise from the presynaptic activily via the dorsal roots and intrameduller extentions of these afferents, and the post postsynaptir activity in the posterior horn relis. The P2 cornponent rep-resents presynaptic inhibition in the primer af-ferents, and postsynaptir activity of the posterior horn rells. The N2 components of the CD po-tentials are due to synaptic and postsynaptic ac-tivity of the spinal cord neurons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tekrarlayan Düşükler (126 Vakanın Analizi)
Cemalettin Akyürek, Metin Çapar, Hikmet Karabacak, Hakan Kaya, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Tekrarlayan Düşükler (126 Vakanın Analizi)
Recurrent AbortIons (analyses Of 126 Cases)
01.01.1990-30.05.1991 tarihleri arasında Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı polikliniğine başvuran, tekrarlayan abort yapan 126 hastanın değerlendirilmesi yapılmış, muhtemel abort sebepleri araştırılmış ve kaynakların ışığında yapılanlar ve yapılması gerekenler bu yazıda sunulmuştur.
This study was performed on 126 outpatiens admitted to the department of Gynecology and Obstetrics of Selçuk University. Faculty of Medicine between the daies of 01.01.1990 and 30.05.1991. 126 wiih recurrent abortus were evaluated and pnssible rauses of abortus were investigated. it atm.> discussed in view of literature. We also present the researches we have done what has ben done and what should be done.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
Emin Özkaya, Alaaddin Dilsiz, Hasan Koç, Aytekin Kaymakçı, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
The IncIdence Of CongenItal MalformatIons In Newborns
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın has-talıktan ve Doğum kliniğinde, Haziran 93-Temmuz 94 tarihleri arasında 20. gebelik haftası ve sonrası, doğum ağırlığı 500 gram ve üzeri ağırlıkta olan canlı ve ölü doğan tüm bebekler konjenital anomali açısından prospektif olarak incelendi. Konjenital malformasyonlu vakalar cinsiyet, annenin eğitim se-viyesi, yerleşim yeri, doğum ağırlığı, gebelik haftası, anne yaşı, akrabalık, gehelikle ilgili risk faktörleri yönünden değerlendirildi. Bu süre içerisinde doğan 1552 bebeğin 69'unda (%4.45) kojenital anomali saptandı. Majör anomali oranı %2.13, minör ano-mali oranı ise %2.32 olarak bulundu. Tek anomali oranı % 3.03 iken nıultipl anomali oranı % 1.42 idi. En sık kas-iskelet sistemi ve santral sinir sistemi anomalisine rastlandı. Ölü doğanlar ve hayatın ilk 24 saatinde ölen be-beklerde, ilçe merkezinde oturanlarda, eğitim se-viyesi düşük olanlarda, akraba evliliklerinde. doğum sayısı beş ve üzerinde olanlarda prematüre ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde, daha önce ölü doğum öyküsü olan, akrabalarında nıallorme bebek olan ve gebelik toksikozu öyküsü olan annelerin be-beklerinde konjenital malformasyon sıklığı anlanılı olarak yüksekti. Gebelikte ilaç alımı, ateşli hastalık geçirme, ka-nama öyküsünün varlığı, istenmeyen gebelik ve anne yaşının yüksekliği ile malformasyon sıklığı arasında ilişki bulunamadı.
Between lune 1993 and July 1994 all 20 weeks gestational age and over and 500 grams birthweight and over live - stillboı-n newbor-n were examined fbr the investigating •ongenital malformations, that were delivered in Gynecology and Obstetrics De-partment of Selçuk University Medical Faculty, Our work alsa evaluated relationship hetween congenital malformations and sex. maternal education levels, maternal place of residence, maternal age, hirt-hweight, gestational age. par-ental •onsenquinity and prenatal risk factoı-s. Dııring this period 69 in-tants (%4.45) were established with ınalformations in the delivered 1552 newborn. The pı-evelance of major malformations were %2.13 and minor mal-formations were %2.32. Multiple malforrnations rate %1.42 and uni malfoı-mations rate %3.03 were en-countered. Muscle - skeletal system and central ner-vous system anomalies were the highest anomalies group that we encounteı-ed. There was relationship hetween congenital mal-formation and stillborn. death in the first days of the life, maternal place of residence, education levels, parental consenquinity, parity prematurity. low hirth weight. existence of stillborn siblings and relatives with congenital malformation, eclampsia. But not r-elationship was deterınined hetween congenital ınalfflı-mation and drug adrninistration, illnesses with fever and hemorrhage during preg-nancy, maternal age and undesire pregnaney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fetal Riparietal Çap Ve Femur Boyu Ötlçümüyle Fetal Ağırlık Ve Cinsiyet İlişkisi
Cemalettin Akyürek, Sema Soysal, Metin Çapar, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Fetal Riparietal Çap Ve Femur Boyu Ötlçümüyle Fetal Ağırlık Ve Cinsiyet İlişkisi
The RelatIon Between Fetal WeIght And Sex WIth The Measurement Of The Fetal BIparIetal DIarneter And The Femur Length
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadan-Doğum kliniğinde Mart 1988-Aralik 1989 tarihleri arasinda antenatal takibi ve 38-42 haftalar arasında doğuma yaptırılan 16-40 yaş arasında sagiıklı 100 gebe kadın dosyalarından seçilmiştir, Dosyalardan 50 kız, 50 erkek fetus rastgele ayrılmıştır. Önceden ölçülen biparietal çap (BPÇ) ve femur boyu (FR) ile çocuk ağırlığı ve cinsiyeti arax!ndaki ilişki incelenmiştir.
These cases are selected from the recordings of 100 healthy pregn.ant worrıen whose ages were between 16 and 40 and were followed up antenatally between Macrh 1988 and December 1989 who delivered between 38-42 weeks in Gynecology and Obstetrics clinics of Selçuk University Medical School. 50 male and 50 female fetuses are randomly selected from the recordings. In this study we evaluated the relations arnong the values of biparietal diarneter and the femur length which ıvere measured apztenatally and fetal weight and sex.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Evre (ııı-Iv) Uterus Kanserleri
Cemalettin Akyürek, İnal Ülgenalp, Yusuf Ziya Yergök, Metin Çapar, Aydın Çorakçı, Aydın Çorakçı
Araştırma makalesi
Özeti
İleri Evre (ııı-Iv) Uterus Kanserleri
Advanced Stage (111-Iv) In Uterus CarcInorna
Bu çalışma GATA Kadın Doğum Anabilim Dalında 1972-1986 yılları arasında tanı konarak tedavi ,edilen 21 serviks ve 15 endometrial kanserli (Evre 111-IV) havayı içermektedir. Retrospektif olarak dosyalar incelenerek hasta özellikleri, tedavi uygulamaları ve literatür gözden geçirilerek sunulmuştur.
This study includes 21 cervical cancer and 15 endometrial cancer patients whom are diagnosed and treated by GATA during 1972-1986 years. The particularities of the patients, the irnplications of ihe treatment are retrospectively observed and had been published by the review of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Distal Femur Epifizi Sekonder Ossifikasyon Merkezının Sonografik Ölçümü İle Fetal Büyüme Takıbı
Sema Soysal, Kemal Ödev, Mustafa Erken, Ergün Onur
Araştırma makalesi
Özeti
Distal Femur Epifizi Sekonder Ossifikasyon Merkezının Sonografik Ölçümü İle Fetal Büyüme Takıbı
Assessment Of Fetal Growth By SonographIc Measurement Of The DIstal Femoral Secondary EpIphyseal OssIfIcatIon Center
7 Haftalık 116 normal gebe kadında so-nografık olarak ölçülen distal femur eplfzi sekonder ossifikasyon merkezi (DFE) ile yenidoğanın doğum ağırlığı arasında ilişki araştırıldı. DFE mm ol-duğunda yenidoğanın doğum ağırlığı DFE olmayan veya <5 mm ölçülenlere göre daha normal bulundu. DFE ölçümünün fetal büyümeyi takip amacı ile kul-lanılabileceği kararına varıldı.
A study was performed on the relation between the distal femoral epiphyseal secondary ossification center (DFE) measured by ultrasound and the birth weights of the newborn among ,...7weeks 116 nor-mal pregnant women. In the fetuses whose DFE? 5 mm, the birth weights of the newborn was found further normal according to the fetuses whose DFE measures
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Doğumlarını Yapan Anne Ve Bebeklerinde Kızamıkçık Igm Ve Igg Antikorlarının Araştırılması Ve Aşı Sorunu
Bülent Baysal, Emine İnci Tuncer, Halil Özerol, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
İlk Doğumlarını Yapan Anne Ve Bebeklerinde Kızamıkçık Igm Ve Igg Antikorlarının Araştırılması Ve Aşı Sorunu
Search Of Rubella AntIbodIes Of Igm And Igg Type In PrItnIpars And TheIr BabIes And VaccInatIon Problem
Özellikle kırsal kesimdeki hamile kadınların kızamıkcığa duyarlılıklarını saptamak ve doğum yapan anne ve bebekte akut bir rubella infeksiyonunu tespit etmek amacıyla ilk doğumunu yapan 106 anne ve 106 bebeğin doğumu takiben hemen alınan kanlarında kızamıkcık IgM ve IgB antikorları araştırıldı. Önemli bir halk sağlığı sorunu olan kızamıkcık ve aşıları son bilgiler ışığında tartışıldı.
In order to detect the sensitivity of pregnant women to Rubella especially in rural areas, and to determine rubella infection in these mother and their babies we searched Rubella antibodies of IgM and IgG type in sera of 106 primipars and iheir newborne soon after delivery_ In view of current knowledge, we discussed Rubella infection that is a problem of public healıh.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travayda Lumbal Epidural Analjezinin Yenıdoğan Üzerıne Etkılerı
Sadık Özmen, Sema Soysal, Mecit Suerdem, Ergün Onur
Araştırma makalesi
Özeti
Travayda Lumbal Epidural Analjezinin Yenıdoğan Üzerıne Etkılerı
The Effects Of Lumbar EpIdural AnalgesIa On The Newborn DurIng Labor
Bu çalışmada lumbal epidural analjezinin umb-likal kan Ol, kan gazlar, ve yenidoganın apgar sko-runa etkileri incelendi. Bu amaçla vakalar 3 gruba ayrıldı. 20 Olguya (1, grup) %0.25'lik bupivacain ile travayda lumbal epidural analjezi uygulandı. 20 Olguya (2.grup) %0.125'lik bupivacain + 50 mik-rogram fentanyl kombinasyonu ile travayda lumbal epidural analjezi uygulandı. Analjezi uy-gulanmadan doğum yapan 20 olgu (3.grup) kontrol grubu olarak alındı. Umblikal arter kanı asi-demisinin epidural analjezi uygulanan gruplarda kontrol grubuna göre önemli derecede azaldığı be-lirlendi. Epidural analjezi grupları arasında ise önemli bir fark bulunamadı. Alınan sonuçlar literatür verileri ile tartışıldı.
In this study, the effects of lumbar epidural anal-gesia on the umbliral blood plı, blood gases and apgar acore of the newborn were investigated. For !his purpose, the cases were divided into three gro-ups, in the first group, lumbar epiclıtral analgesia was applied during labor by giving 0.25'% of bu-pivacain to 20 cases. In the second group lumbar epidural analgesia was arhieved by giving 0.125 % bupivacain + 50 microgram fentanyl to 20 cases. A control group (third group) consisted of 20 cases were not giyen analgesia hefore labor. When com-pared with those of controls aridemia of the umb-lical arterial blood was significantly lower in the group who had epidural analgesia. However there was no significant dillerence between the groups in which epidural analgesia was applied. The results were discussed on the basis of literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lumbal Epidural Analjezinin Travay Süresine Etkısı
Hikmet Karabacak, Sema Soysal, Sadık Özmen, Ergün Onur
Araştırma makalesi
Özeti
Lumbal Epidural Analjezinin Travay Süresine Etkısı
The Effect Of Lumbar EpIdural AnalgesIa On The DuratIon Of Labor
Bu çalışmada 20 olguya %0.250'lik bupivacain, 20 olguya %0.125'l1k bupivacain ve 50 mikrogram fentanyl kombinasyonu verilerek travayda lumhal epidural analjezi. uygulandı. Analjezi tatbik edil-meden doğum yapan 20 olgu ise kontrol grubunu oluşturdu. Lumbal epidural analjezinin travay 1. ve 2. dönem sürelerine ve doğum şekline etkileri araş-tırıldı. Düşük dozlarda verilen % bupivacain ve 50 mikrogram fentanyl kombinasyonu ile do-ğumun daha iyi şartlarda gerçekleştiği ve klinikte rutin olarak uygulanmasının uygun olduğu kanaatine varıldı.
In this study, lumbar epidural analgesia was applied during the labor by giving 0.25% of bu-pivacain to 20 cases and 0.125% bupivacain +50 microgram fentanyl to other 20 cases. A control group consisted of 20 cases had no analgesia be-fare labor. The effect of lumbar epidural analgesia on the first and second stage of labor and kind of the delivery were irıvestigated. It was believed that the delivery could be at a better condition when the low concentration 0.125%bupivacain + 50 microgram fentanyl were administered during the labor and it would be app-ropriate to use it routinely in clinics.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parapleoye Yol Amayan Bır Lomber Vertebra Kırıklı-•clkıgının Posterıor Cerrahı Girisimle Tesbıtı
M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Mahmut Mutlu, Bahri Kasal, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Parapleoye Yol Amayan Bır Lomber Vertebra Kırıklı-•clkıgının Posterıor Cerrahı Girisimle Tesbıtı
A Fracture DIslocatIon Of The Lumbar SpIne WIthout ParaplegIa Treated By PosterIor SurgIcal Procedure (a Case Report)
Nadir olarak goralen parapleji nieydana ge-tirmenn4 bir lateral lumber vertebra ktrikli-cikik va-kast. sunuldu. 23 ycginda erkek hasta trafik kazast sebebiyie miiraccat etti. Ktralt ciktktn cerrahi tes-biti denemneksizin Alct Spinal Sistemiyle saglandL Limn dOnem takip (ameliyattan sonra 3 sonuclaruun cok iyi oldugu görüldü.
A rare complete lateral .fracture-dislocation of the lumbar spine without paraplegia is reported. A 23 year-old man injured by traffic accident. Fixation offracture-dislocation ti aS obtained using Abet Spi-nal System without trying reduction. Long-term fol-low up (3 years after operation) showed an excellent result.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta