Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Ersin Turan, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Spontaneous IdIopathIc PneumoperItoneums: Four Case Reports And
revIew Of The LIterature
Pnömoperitoneumların %90’dan fazlası gastrointestinal
perforasyonların sonucu olarak meydana gelmektedir. Ancak
bazen pnomoperitoneum visseral perforasyonla ilişkili değildir. Bu
çalışmamızda spontan idiopatik pnömoperitoneum tespit edilen 4
vakanın takdimi ve literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Yaşları 58-83 arasında değişen ve acil servise başvuruları esnasında
yapılan görüntüleme yöntemlerinde karın içi serbest hava tespit
edilen ancak etyolojisi belirlenemeyen 4 olgu takdim edilmektedir.
Bu olgulardan 3’üne cerrahi sonrası, birine ise medikal takip sonrası
spontan idiopatik pömoperitoneum tanısı konulmuştur. Olguların tümü
erkek olup özgeçmişlerinde KOAH tanıları dışında pnömoperitoneum
oluşturacak etyolojik faktör yoktu. Spontan pnömoperitoneumların
belirlenmesinde detaylı öykü, fizik muayene bulgularının da ayrıntılı
olarak değerlendirilmesi gereksiz laparotomileri engelleyebilir.
Pnömoperitoneum tespit edilen hastalarda neden bulunamamışsa
KOAH öyküsünün sorgulanması önerilir.
More than 90% of pnömoperitoneum occur as a result of
gastrointestinal perforation. However, sometime spneumoperitoneum
is not associated with visceral perforation. In this study, we aimed to
introduce the four cases of idiopathic spontaneous pneumoperitoneum
and to review the literature. Ages were between 58 and 83 years old
and intra-abdominal free air was determined during the emergency
room imaging applications with undetermined etiology. One patient
was diagnosed with idiopathic spontaneous pömoperitoneum after
medical follow-up, and the others were diagnosed after surgery.
All patients were male and did not have any etiologic factors other
than diagnosis of COPD to create pneumoperitoneum. A detailed
history and physical examination findings may prevent unnecessary
laparotomy for diagnosis spontaneous pnömoperitoneum. In
spontaneous pnömoperitoneum patients, it is suggested that COPD
history should be questioned if no other etyological factor was found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
Aynur Uğur Bilgin, Sevilay Tuncez, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
The ClInIcal SIgnIfIcance Of Cd38, Cd16, Cd56 And Zap70 Cell
surface-AntIgen ExpressIon In ChronIc LymphocytIc LeukaemIa
Kronik Lenfositer Lösemi(KLL) kan, kemik iliği, lenf nodu ve
dalakta proliferasyon özelliği olmayan olgun B lenfositlerin artışı ile
ortaya çıkan; farklı klinik seyirler gösterebilen bir hastalıktır. Rai ve
Binet tarafından oluşturulan sınıflamalar KLL’de en sık kullanılan
güncel evreleme sistemleridir. Ancak prognozu belirlemede erken
evre vakalarla sınırlı kalmaları en önemli eksiklikleridir. Bu çalışmada
amaç yeni tanı almış ve tedavi almayan KLL hastalarında ZAP70,
CD38, CD16 ve CD56 ekspresyon düzeylerinin evre ve prognoza
etkilerinin incelenmesidir. ZAP70 ekspresyonu, çalışmaya alınan 35
hastanın 5’inde pozitif olarak saptandı. Düşük ZAP70 expresyonu
gösteren hastaların erken evre vakalar olduğu ve bu hastaların
progresyonsuz sağ kalımlarının uzun olduğu tespit edildi. CD38
ekspresyonu, 3 hastada pozitif olarak saptandı. CD38 ekspresyonu
düşük hastaların da daha çok erken evre oldukları ve progresyonsuz
sağ kalım sürelerinin diğerlerinden daha uzun olduğu saptandı.
Olgularda ZAP70 ekspresyonu ile CD38 ekspresyon düzeyi
karşılaştırıldığında sadece bir olguda aynı anda her ikisinde pozitiflik
vardı. CD38 ile ZAP70 pozitifliği arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
CD56, CD16 tüm hastalarda düşük düzeyde eksprese edildi. Bu
çalışmadaki hastaların büyük çoğunluğunda ZAP70, CD38, CD16
ve CD56 antijen düzeyleri düşük bulunmuştur. Hastaların %74’nün
erken evre ve/veya tedavisiz izlemde olduğu göz önüne alındığında
sonuçlarımızın son derece anlamlı olduğu izlenmektedir. Ancak, KLL’
de hücre yüzey antijenlerinin evre ve prognoza etkilerini daha iyi
anlayabilmek için, kontrol grubu içeren daha fazla hasta sayılı ve
uzun takipli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Chronic Lymphocytic Leukemia (CLL) is a disease characterized
by increased number of mature B lymphocytes in blood stream, bone
marrow, lymph node and spleen with different clinical course. In CLL
patients, Rai and Binet classification systems are established for
determination of the necessity of treatment and prediction of survival.
However, the prognostic value of these classifications is limited in early
staged patients. The aim of this study was to investigate the effects
of surface antigens (ZAP70, CD38, CD16 and CD56) in staging and
prognosis of newly diagnosed and untreated patients with CLL. ZAP70
expression was positive in 5 of 35 investigated patients. The majority
of patients with low expression levels of ZAP70 was early stage of
disease and progression-free survival of these patients was longer
than others. CD38 expression was positive in 3 of 35 investigated
patients. The majority of patients with low expression levels of CD38
was early stage of disease and progression-free survival of these
patients was longer than others. In only one patient, both ZAP70 and
CD38 expressions were positive. There was no significant correlation
in patients between the expression of ZAP70 and CD38 CD56, CD16
was expressed at low levels in all patients. The majority of patients
in this study, expressions of surface antigens such as ZAP70, CD38,
CD16 were found as low. Our results are highly significant when
74 % of them are considered to be a early-stage and/or follow-up
without treatment. However, Long-term clinical observational studies
with control groups should be made for understanding the effects of
surface antigens in staging and prognosis of CLL.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malıgn Plevral Efuzyonlarda Cea Ve Ca 19-9 Duzeylerı
Adil Zamani, Gülden Paşaoğlu, Ümmügülsüm Can, Faruk Özer, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Malıgn Plevral Efuzyonlarda Cea Ve Ca 19-9 Duzeylerı
Cea And Ca 19-9 In MalIgnant Pleural Ef-FusIons
Seljuk Universitesi Ttp Fakiiltesi Gogiis Has-taltklart ye Tiiherkiiloz Anabilim Dalinda 1994-1995 yillart arasinda yattrzlarak tetkik edilen 89 plevral efiizyonlu ve 25 saghkli hirey calqmaya alindi. 01-. gular etyolojik tat-taw-ma gore malign ye benign ola-rak iki gruha ayrildt. Toplam 89 olgudan 35'i ma-lign, 54'il benign gruptaydi. Malign gruhun yac ortalamast 64±10.54 olup 24'ii erkek. kadm be-nign gruhun yac ortalamast 47.94±15.56 olup 34'ii erkek, 20'si kadmdt ye kontrol gruhun yak or-talantast 45.28±11.71 olup 12'si erkek, 1 kadinds. Pleural efiizyonlu hastalarm serum ye plevral si-vtlarinda CEA ye CA 19-9 degerleri ye plevral mil serum oranlart; kontrol gruhunda ise hu tumor be-lirleyicikrinin (TB) serum degerleri okiilerek ma-lign kaynaklt eftizyonlart saptamakta serum ye plev-ral sty, degerleri arasindaki ili ki argttrildt. Malign olgularda CEA'nin serum degerleri benign grup ye kontrol gruhundan istatistiksel olarak anlamIt de-recede yiiksekti (p<0.01 ye p<0.001). Pleural sly, degerleri ye plevral stvilserum oranlari malign grupta anlamh derecede yiiksekti (p<0.01). CA 19- 9'un serum degerleri normal olmastna ragmen plev-ra sty, degerleri malign grupta benign grup ye kont-rol gruhuna gore a►lamli derecede yiiksekti (p<0.005). Sonuy olarak malign efiizyonlart sap-tamada CEA ye CA19-9'un serum degerlerine ha-ktlmadan sadece plevral stvt degerlerinin yeterli olabilecegi sonucuna varildt.
This study was performed in consecutive 89 pa-tients with pleural effusions and in 25 healthy in-dividuals chosen as a control group. The patients were separated in two groups according to their ae-tiologies: malignant pleural effisions and benign pleural effusions. In 35 cases, the cause of pleural effusions was malignancy and in other 54 cases there were benign diseases. The levels of CEA and CA 19-9 were measured in serum and pleural fluid of all patients and in sera of control group. We also investigated the relationship between serum and ple-ural fluid CEA and CA 19-9 concentrations. Mean serum and pleural fluid CEA concentrations was higher in malignant pleural effusions than in benign pleural effusions than in benign pleural effusions and healthy groups (p<0.01 and p<0.001). The lev-els of CA 19-9 in pleural fluid was higher in ma-lignant pleural effusions than in benign elisions (p<0.005). In conclusion, this study demonstrated that CEA and CA 19-9 pleural fluid levels might he useful in differential diagnosis of malignant pleural
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
Serdar Karaköse, Tülay Ölçer, Turhan Cumhur, İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
The EffectIveness Of Pta Or Intravascular Stents In The Treatment Of The PatIents WIth Aorta-IlIac Occ-LusIon Or StenosIs And Empotance
Penil ereksiyonu saglayan en Onernli mekanizma plan korpus kavernozumun kanlanmaszndaki yetmezlik, organik arter hastaltklarma bagli olarak bircok olguda gorillmektedir. Common iliak arterdeki dada( ye ttkanaliklart perlditan transluminal anjioplasti (PTA), rotaks ye lumen iii stem ile redavi edilen 38-63 ya§•ar arasIndaki 27 pasta cahpnamir kapsamma alina Klinik bulgu olarak hastalarin tiimiinde alt ekstremitede kladikasyo ye 12 hastada empotans vardt. 27 hastada da ana neden atherosklerozisti. PTA veya lumen ici stent yer-le'tirilmesinden 4-12 ay sonra empotanstn norm ale doniip donntedig'i araotrtidt. Gir4imsel yontemler sonrast 12 hastamn9'unda (%75) empotans ba§artyla kavboldu. calipnamtz sonucu arteriel kokenli impotanslartn tedavisinde radyolojik giri§imsel y5ntemlerin baari h oldugu gozknnti§-tir.
According to the fundamental nature of penile erection, insufficiency of the arteriel blood supply to the corpora cavernosa caused by an organic arteriel disease is found in a large fraction of case. Our experience in the treatmen of stenoses or obstruction of the common iliac arteries with PTA, rotacs and intra-arteriel stents in 27 patients, between 38-63 years of ages, are reported. Clinical finding were lower limb claudicatio in all patients and impotence in 12 patients. The underlying disease was atherosclerosis in all 27 patients. Restitution of potency was recorded 4-12 months after the PTA or intravasccular stent application. After the intervention of procedures in 9 (%75) of the 12 patients, potency was succesliilly restored. As a results we think that radiological interventional procedures are succesfull in treatment of impotency which has arteriel etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansiyel Hipertansiyonlularda Magnezyum Metabolizması
Yıldız Divanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Esansiyel Hipertansiyonlularda Magnezyum Metabolizması
MagnesIurn MetabolIsın In PatIents WIth EssentIal HypertentIon
Esansiyel Hipertansiyonlularda Etyolojik faktörler arasında magnezyum eksikliğinin de rol oynayabileceği düşünülmüş ve bu nedenle planladığırnız bu çalışmada Esansiyel Hipertansiyonlu hastaların serum, Eritrosit ve idrarında Mg düzeyleri saptanarak intra cellüler ve ekstracellüler .1',1g düzeyindeki değişimlerin esansiyel hipertansiyondaki rolü araştırılmıştır. Mg düzeyi antihipertansif ilaç kullanmayan esansiyel Hipertansiyonlu hastalarda sağlıklı kişilere nazaran her üç materyalde de düşük bulunmuş ve eksikliği istatistiksel anlamda önemli olduğu (P <0.001) gözlenmiştir. Buna karşın sağlıklı kişilerde bulunan değerlerle antihipertansif ilaç alan esansiyel tansiyonlu hastalarda bulunan değerler arasında istatistiksel anlamda bir fark bulunmadığı (P>0.05) saptanmıştır. Mevcut literatür bilgilerin ışığında, esansiyel hipertansiyonlu hastaların bir bölümünde de görüldüğü gibi, aldosteron veya aldosteron benri düzeylerindeki artış Mg eksikliğine yol açabilir. Bu eksiklik aynı zamanda damar düz kasında hipereksitabiliteyi ve ayrıca nöroeffektör kavşakta noradrenalin salıverilmesinin artmasına yol açabilir.
It is thought that magnesium deficiency may also play a role among etiological factors in patients with Essential Hypertension, and therefore, in this study we planned, the role of intracellular and extracellular changes in .1 ', 1g levels in essential hypertension was investigated by determining Mg levels in serum, erythrocyte and urine of patients with Essential Hypertension. The Mg level was found to be lower in all three materials in essential hypertensive patients who did not use antihypertensive drugs compared to healthy individuals, and the deficiency was found to be statistically significant (P <0.001). On the other hand, it was determined that there was no statistically significant difference (P> 0.05) between the values found in healthy individuals and those found in patients with essential blood pressure taking antihypertensive drugs. In the light of current literature information, as seen in some patients with essential hypertension, an increase in aldosterone or aldosterone benri levels may lead to Mg deficiency. This deficiency can also lead to hyperexcitability in vascular smooth muscle as well as increased noradrenaline release at the neuroeffector junction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tinnitus Etyololisi
Ziya Cenik, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Tinnitus Etyololisi
Etıology Of Tınnıtus
Bu araştırmada tinnitusa sebep olan patolojileri ortaya koymayı amaçladık. Çalışmamız göstermiştir ki ilim çabalara rağmen tinnituslu hastaların önemli bir kısmında her-hangi bir patoloji saptanamamıştır. Öte yandan vakalarımızın %44'ünde akustik travma, tuba disfonksiyonu, ilaç ototoksitesi ve kafa travması tespit edilmiştir. Ayrıca 7 vakada pulsatil tinnitus bulunmuştur.
We tried to explain the patologic reason of tinnitus in 'his search. Our searchment showed that even alt efforts no pathology was observed in the rnajor wrıouni of our patients. On the other hamd we observed %44 acoustic trauma, taba dy,sfonction, ototoxicity and head traurna in our patients. Alsa pulsatil tinnitus was observed in seven cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Seluk Unıversitesi Tıp Fakultesı İnfeksiyon Hastalıkları Klıni '6ınde Izlenen Akut Vıral Hepatıt Olgularının Degerlendırılmesı
Mehmet Bitirgen, Emel Türk Arıbaş, Ekrem Çopur
Araştırma makalesi
Özeti
Seluk Unıversitesi Tıp Fakultesı İnfeksiyon Hastalıkları Klıni '6ınde Izlenen Akut Vıral Hepatıt Olgularının Degerlendırılmesı
EvaluatIon Of Cases WIth Acute VIral HepatItIs HospItalIzed In The ClInIc Of InfectIous DIseases, Faculty Of MedIcIne Selcuk UnIversIty
Selcuk Universitesi Tip Fakultesi infeksiyon Has-taliklari Kliniginde 1990-1995 yillarinda yatirilarak izlenen 182 akut viral hepatit olgusu dekerlendirildi. Olgularin % 26.40'inda akut hepatit A, % 69_231iinde akut hepatit B. % 1.62'sinde akut hepatit D (Delta ko infeksiyon ye super infeksiyon) ye % 2_75'inde de akut hepatit C saptandi.
182 cases with acute viral hepatitis hospitalized in the Clinic of Infectious Disease Faculty of Me-dicine. Selcuk University were evaluated between 1990 and 1995 acute viral hepatitis A was detected in 26.40 %, acute viral hepatitis B in 69.23 %, acute viral hepatitis D (Delta co-infection and super-infection) in 1.62 % and acute hepatitis C in 2.75 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
Hatice Türk Dağı, Mehmet Özdemir, Metin Doğan, Osman Tüfekçi, Seher Küçüksaraç, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParvovIrus B19 AntIbodIes In PatIents WIth RheumatoId ArthrItIs
Viruslarla infekte hastalarda artritik semptomlar sık görülür. Parvovirus B19 herhangi bir eklemi etkileyebilir ve artrite yol açabilir. Parvovirus B19 infeksiyonu ile ilişkili artropatinin jüvenil artrit veya romatoid artritin (RA) tanı kriterlerini taklit ettiği bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı romatoit artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığını belirlemektir. Amerikan Romatoloji Derneği’nin tanı kriterlerine göre RA tanısı alan 114 hasta ve 46 kişi kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Bu hastalarda Parvovirus B19 antikorları, Enzim Immunoassay yöntemiyle Ridascreen parvovirus IgM ve IgG kiti ile saptandı. Parvovirus B19 IgM akut artropati tanısı alan 114 hastanın 15’inde (%13.2), 46 sağlıklı kontrol grubunun 6’sında (%13) tespit edildi. Parvovirus B19 IgG, RA’lı 114 hastanın 85 (%74.5)’inde ve kontrol grubunun 29(%63)’unda pozitif olarak belirlendi. Romatoid artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığı, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Bu bulgular ışığında Parvovirus B19, RA’nın etiyolojisinde sadece yardımcı veya ilişkili faktör olabilir.
Arthritic symptoms are frequent in patients infected with viruses. Parvovirus B19 may affect any joint and cause arthritis. It was reported that arthropathy associated with B19 infections resembles the diagnostic criteria of rheumatoid arthritis (RA) or juvenile arthritis. This study was aimed to determine the frequency of human parvovirus B19 infection in patients with rheumatoid arthritis. 114 patients diagnosed RA according to criteria of American College of Rheumatology and 46 healthy people were included in control group in this study. Parvovirus B19 antibodies were detected by Enzyme Immunoassay method by Ridascreen parvovirus IgM and IgG kits. Parvovirus B19 IgM was detected in 15 of 114 (13.2%) patients with acute arthropathy and 6 of 46 (13%) healthy control group. Parvovirus B19 IgG was determined in 85 of 114 (74.5%) patients with RA and 29 of 46 (63%) control group. The frequency of parvovirus B19 infection in patients with RA as compared with control groups was not statistically significant. So parvovirus B19 might be only a contributing and/or associated factor with RA etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Ümmüye Biçer, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Turgut Teke
Olgu sunumu
Özeti
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
ChronIc EosInophIlIc PneumonIa WIth AtypIcal BronchoscopIcal And
radIologIcal PresentatIon
Eozinofilik akciğer hastalıkları (EAH), havayolu ve/veya akciğer
dokusunda eozinofillerin artması ile karakterize bir grup hastalığı
tanımlar. Bu grup hastalıkların bir kısmı ağırlıklı olarak akciğeri
etkilerken bir kısmı sistemik tutulum gösterir. Subakut veya kronik
solunumsal ve genel semptomlar, alveoler ve/veya kan eozinofilisi
ve akciğer grafisinde periferik infiltratlar varlığında kronik eozinofilik
pnömoni (KEP) düşünülmelidir. Kliniğimize 6 aydır devam eden
öksürük, ara ara olan ateş, halsizlik şikayetleri ile başvuran 53
yaşındaki erkek olgu, akciğer grafisinde iki taraflı apikal, subapikal
ve hiluslar çevresinde infiltrasyon saptanması üzerine akciğer
tüberkülozu ön tanısıyla yatırılarak değerlendirildi. Hemogramda
eozinofili, yüksek rezolüsyonlu bigisayarlı tomografi (YRBT) de
bilateral düzensiz konturlu infiltratif özellikte lezyonlar, iki taraflı kistik
bronşektazik odaklar saptandı. Bronkoskopide pürülan sekresyonlar
ve koyu mukus tıkaçları izlendi. Etyolojik değerlendirmede herhangi
bir spesifik neden saptanmadı ve olgu KEP olarak kabul edildi.
Alışılmadık bronkoskopik, ve radyolojik bulguları nedeniyle olgu
sunularak tartışıldı.
Eosinophilic pulmonary diseases (EPD) are defined as a group of
diseases characterized by the in crease of eosinophils in the air way
and/or lung tissue. While a part of the sedis orders mainly affects the
pulmonary, others show systemic in volvement. Chronical eosinophilic
pneumonia (CEP) should be kept in mind in the existence of subacute
or chronic respiratory and general symptoms, alveoler and/or bloode
osinophilia and peripheral pulmonary in filtrates on chest radiography.
A 53-year-old male patient was admitted to our clinic with on going
complaints of cough, occasional fever and malaise for six months.
When two-sided apical, subapical and the infiltration around hiluses
were detected on chest x-ray, the case was hospitalized with the
prediagnosis of pulmonary tuberculosis. Eosinophilia in hemogram,
bilateral infiltrative lesions with irregular contours and bilateral cystic
bronc hiectasis foci were detected on high resolution computed
tomography (HRCT). Bronchoscopy revealed purulent secretions and
thick mucous in hibations. No specific etiologic cause was defined
in the etiology, and the case wase valuated as CEP. Due to unusual
bronchoscopic and radiological findings, the case was presented and
discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Travmalı 255 Olgunun Analizi
Murat Öncel, Kazım Gürol Akyol
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Travmalı 255 Olgunun Analizi
AnnalysIs Of 255 Cases WIth Chest Trauma
Ocak 2005 - Temmuz 2009 yılları arasında tedavi edilen toraks travmalı hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Çalışmamıza 220 erkek, 35 kadın alındı. Bunların ortalama yaşı 38.2 idi. Toraks travmalarının nedenleri, eşlik eden toraks dışı yaralanmalar, oluşan patolojiler ve tedavi yaklaşımları incelendi. Olgulardan 167’sinde künt, 88’inde ise penetran göğüs travması mevcuttu. Künt travmalarda %78 ile trafik kazaları, penetran travmalarda ise %92 ile kesici delici alt yaralanması en sık etiyolojik nedenlerdendi. En sık rastlanan patolojiler sırayla, yumuşak doku yaralanması (%35), pnömotoraks (%29), hemopnömotoraks (%22), multipl kot fraktürü (%21) ve hemotorakstı (%17). Hastaların 60 tanesinde (%23.5) toraks dışı ek patolojilere saptandı. En sık görülenler; kafa travması (%26.1), ekstremite yaralanmaları (%24.3), abdominal yaralanmalar (%21.1) idi. Tedavi yöntemi olarak 167 vakaya (%67.49) tüp torakostomi, 35 hastaya torakotomi- diyafragma onarımı (%13.7), 53 hasta konservatif olarak takip edildi (%20.78), 3 hasta hayatını kaybetti (%1.17). Toraks travmaları önemli bir morbitide ve mortalite nedenidir. Tedavileri hızlı ve sistematik bir yaklaşımla uygulanmalıdır.
Retrospectively evaluated patient with thoracic trauma who were hospitalized and treated at chest surgery clinic from january 2005-july 2009 A total of 255 patient(220 male-35 female mean age 38.2) with thoracic trauma were evaluated with respect to etiology¬ thoracic pathologies assosiated injuries and treatment methods. Blunt and penetrating thoracic injuries were found in 167 and 88 patients .Respectively the most common cause were traffic accidents (%78) and stab wounds, (%92) for blunt and penetrating thoracic injurıes.The most frequent thoracic pathologies were soft injurıes(%35) followed by pneumothorax(%24), multpl rib fractures ,(%21) hemopneumothorax(%20) and hemothorax(%17).Extrathoracic injurıes were seen in 60(%23.5) patients .The most common being cranial(%45) ,extremity injuries(%38) and abdominal (%18.3). Treatment was conservative 53 patient (%20.78) tube thoracostomy (n- 167 %67.49)diapragmatic repair or bleeding control with thoracotomy (n-35 %13.7). Mortality occured in 3 patients (%1.17) It is important that thoracic trauma patients with increased risk of mortality and morbidity should recieve immidiate and systematic treatment
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
Mehmet Gök, Faruk Özer, Oktay İmecik, Hüseyin Vural, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
DIagnostIc Value Of AdenosIne DeamInase ActIvIty In Tuberculous Pleursy
Bu calışmada Selcuk Universitesi Tap Fakiiltesi Gogiis Hastalzklart Anabilim Dalind_a takip edilen 89 plorezili hasta ile kontrol grubu olarak secilen 15 saglxkla bireyin serum ye plevra swat adenosin deaminaz dlizeyleri araytirtlmuttr. Hastalar etyolojik tantlartna gore 4 gruba ayrilmutirr- 1- Taberkiiloz (24 olgu), 2- Malignite (27 olgu), 3- Pnamoni (28 olgu) ye 4- Konjestif kalp yetrnezligi (10 olgu). Serum ADA (SADA) aktivitesi turn hasty gruplartnda kontrol grubuna oranla anlamlz derecede yiiksek olmaszna karlin hasta gruplart arasinda anlamh farklatk gOsterrnedi. Plevra sivisz ortalama ADA aktivitesinin (PADA) taberkaloz grubunda en yiiksek (54.88 ± 5.77 U11) oldugu ye digerleri ile aralarinda anlarnh Park bulundugu saptandi. Plevra mull serum ADA oram (P/S ADA) ise tiiberkiiloz plorezilerde mal ignite ve KKY gruplartna oranla anlamh derecede Ayrzca plevra stvisinda ortalama ADAlprotein, ADAILDH , ADAlkolesterol ye ADAITotal biliriibin oranlartrun da tuberkiiloz kaynakh plorezilerde diger gruplarda bulunan degerlerden biiyiik oldugu gosterildi. Titherkiiloz plorezilerin, tliberldiloz kaynakh ol-mayanlardan ayirdedilmesinde spesifitesi en yiiksek olan parametrenin PADA (% 91), en yiiksek olantn sensitivitesi ise P/S ADA( % 88) oldugu saptandt. Diger parametrelerin ise bu ikisi ile ktyaslanabilir oranda spesifite .ve sensitiviteye sahip olduklart gazlerldi. Bulgulartnuz gore plevra stvzstnda ADA aktivitesinin tiiberkiil o z plorezilerin tantsinda kullanqh bir inceleme yonterni oldugunu gostermigir.
In this study, we measured pleural fluid and serum adenosine deaminase (ADA) activity in 89 patients with pleural of and 15 healthy person choosen as control group. Patients were divided into four groups; 1) Tuberculosis (n=24), 2) Malignancies (n=27), 3) Pneumonias (n=28),4)Congestive hearth failure (CHF) (n=10). Mean ADA activity of tuberculous effusions (54.88 ± 5.77 U/1) was significantly higher than those of malignant, pneumonic effusions and transudative effusions in CHF. With the cutoff level of 40 Ul I, we found that the sensitivity and the specifity of pleural fluid ADA activity (PADA) in discriminating between tuberculous and other effusions were 71% and 91%, respectively. Mean pleural fluid to serum ADA ratio (PIS ADA) in tuberculous pleurisy was higher than that in any other group. Pleural fluid to serum ADA ratio exceeding 2_5 appeared to have sensitivity of 88% and specifity of 72%. ADA to protein, ADA to LDH, ADA to cholesterol, and ADA to total bilirubine ratios of pleural fluids were also determined and found that the mean values in tuberculosis are all higher than those of other effusions. They also showed the sensitivity and the specifity comparable to those found in PADA and PIS ADA. It seems that these parameters can be used in establishing tuberculous pleural effusion as well as PADA and PIS ADA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
Osman Balcı, Emine Türen
Olgu sunumu
Özeti
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
GIant OvarIan LeIomyosarcoma In A Postmenapausal Woman
Primer ovarian leiomyosarkomlar genellikle post-menopozal
kadınlarda karşımıza çıkan, nadir görülen, orijini, etiyolojisi, histolojik
özellikleri, kliniği ve optimal tedavisi tam olarak açıklanamamış
tümörlerdir. Tüm over tümörlerinin %3‘ünden azını oluşturmaktadırlar.
Seyrek görülüyor olmaları ve spesifik semptomlarının olmaması tanıyı
daha da güç hale getirmektedir. Bu makalede, ovarian kitle nedeni
ile opere edilen ve patoloji sonucu ovarian leiomyosarkom gelen 66
yaşında bir hasta sunuldu. Her ne kadar ovarian leiomyosarkomlar
nadir görülen tümörler olsa da over gonadal stromal tümörlerinin
ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır.
Primary ovarian leiomyosarcomas, which are often encountered in
post-menopausal women, are rare, their origin, etiology, histological
and clinical features and optimal treatment plan have not been
fully explained tumors. They constitute less than 3% of all ovarian
tumors. Due to rarely observation and the lack of specific symptoms,
ovarian leiomyosarcomas are often difficult to be recognized. In this
article, a 66-year-old patient who was operated for ovarian mass and
pathology resulted with ovarian leiomyosarcoma, was presented.
Although ovarian tumors are rare, leiomyosarcomas ovarian gonadal
stromal tumors should be kept in mind in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehdi Yeksan, Mehmet Gök, A. Nuri Sezer, Yusuf Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktıslü Hastalarda Görülen Komplikasyonların Lokalizasyonlarla İlişkisi
The RelatIons Between The LocatIon And ComplIcatIons PatIent WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim Dalı Koroner Bakım Ünitesinde akut miyokard infarktüsü tanısı ile yatan, hastalarda oluşan komplikasyonları ve bu komptikasyonların miyokard infarktüsünün lokalizasyonuyla olan ilişkisini araştırmaya çalıştık. 50 vak'alık serimizde en çok yaygın anterior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü tespit edilmiştir, bunu inferior lokalizasyonlu miyokard infarktüsü takip etmiştir. Yine en çok kompIikasyona yaygın anterior miyokard infarktüsünde rastlanmıştır. Komplikasyonların ikinci sıklıkla görüldüğü lokalizasyon türü ise inferior rniyokard infarktüsüdür.
We tried la search for the relationship between the location of myocardial infarction and the resulting complications in patients hokspitalized in the coronary care unit of the Teaching Hospital of Selçuk University with the diagnosis of myocardial infarction. Among fifty patients most of them suffered from anteriorly localized tnyocardial infarction which was followed by inferiorly localized myocardial infarction. The most cotnrnon complications were noticed iri anteriorly localized infarction whereas complications of inferiorly localized rnyocarclial infarction was of secondary frequency.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
Harun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
97 Yaşında St Segment Yükselmeli Akut Miyokard İnfarktüsünde Primer Perkütan Girişim
Derya Tok, Nurcan Başar, İrfan Fırat Özcan, Kumral Çağlı, Sinan Aydoğdu
Olgu sunumu
Özeti
97 Yaşında St Segment Yükselmeli Akut Miyokard İnfarktüsünde Primer Perkütan Girişim
PrImary Percutaneous InterventIon In 97 Year Old PatIent
Günümüzde 80 yaş üstü insanların sayısı giderek artmaktadır.
Bu hastalar kardiyovasküler hastaların önemli bir kısmını
oluşturmaktadır. Akut koroner sendromunun sıklığı, mortalitesi ve
morbiditesi yaşla birlikte artmaktadır. Buna rağmen ST yükselmeli
miyokard infarktüsü geçiren ileri yaş bu hastalarda primer perkütan
girişim sonuçları ile ilgili kısıtlı veriler bulunmaktadır. Bu yazıda 2
saatlik göğüs ağrısı ile başvuran akut inferior miyokard infarktüsü
saptanan ve başarılı şekilde primer perkütan girişim yapılan 97
yaşında bir hasta olgu olarak sunulmuştur. Bu olgu ışığında, ileri yaş
hasta grubunda primer perkütan girişiminin yapılabilirliğini literatürü
gözden geçirmek suretiyle tartışmak amaçlanmıştır
The part of population over 80 years old has increased in the
last decades. Older population constitiutes major part of patients
with cardiovascular diseases. The mortality, the morbidity and the
frequency of acute coronary syndromes rise as the age of patients
increases. The data related with the benefit of primary coronary
intervention for old aged population is limited.Here we present 97
year old patient who applied with inferior myocardial infarction at the
second hour of his chest pain and underwent to primary percutaneous
intervention successfully. We wanted to discuss the current literature
pertinent with our case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
The Cavus DefonnIty Of The Foot And Its Therapy
Pes kavus çeşitli etyolojileri olan patornekaniği tam arlaşılrnarnış kotnpleks bir ayak cleforrnites-idir. Bu çalışmada ayaklarinda kavus deforrnitesi olan 16 hastanın cerrahi tedavisi gözden geçirildi. Llygulana cerrahi tedavi, hastanın yaşına, etyolojisine ve deforrnitenin analizine göre seçildi. Hasta-ların en az bir yıllık rakipleri sonucunda, cerrahi tedavinin %77 oranında başarılı olduğu görüldü.
Pes cavus is a complex fool deforrrzity of diverse etiologies whose pathomechanics are not comletely under,s.tood. This stu.dy reviews the surgical treatment of 16 patients with cavus foot deformity. The coice among avaible surgical procedures was dictated by the age of the patients, cuse and an analysis of the deformity. Follow-up apprasial of the patients with more !han one years' follow-up reveated more dian 77 percent suecesfully results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Headache Semptom In PractIse Of Ent
1989 yılı içinde S.Ü.T.F. KBB polikliniğine başvuran ve baş ağrısı şikayeri olan 200 hasta bu araştırma kapsamına alındı. Hastalardan alınan detaylı anamnez ve yapılan tetkikler ve ilgili klinik-lerle yapılan işbirliği sonucu 200 hastada baş agrısının etyolojik dağılımı ortaya kondu. Vakaların 85iinde (9'042.5) baş ağrısı burun ve paranazal sinüs patolojilerine bağitydı. 115 vakada (%57.5) baş ağrısının sebebi diğer patolojilere bağlandı.
In 1989, 200 patientes, admitted to ENT outpatient clinic with the cornpiani of headache were included in ihis researchment. Examinations and history in tetail taken from the patients and with the help of related clirtics the etiologic spread of headache was found out. in 85 cases headache was due to the pathology of the nose and the paranasal sinus. in 115 of cases, the cause of headache was attribuied to the other pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Melih Yıldız, Mehmet Şah İpek, Fesih Aktar, Banu Mutlu Özyurt, Reha Sermed Aygören
Olgu sunumu
Özeti
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Late DIagnosed CongenItal DIaphragmatIc HernIa
Konjenital diyafragma hernisi (KDH) tanısı sıklıkla rutin gebelik
bakımı sırasında prenatal ultrasonla konulur. Doğumdan sonra,
KDH olan bir bebeğin solunum semptomlarının şiddeti pulmoner
hipoplazinin derecesine bağlıdır. Etkilenen bebeklerin çoğunda
doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde solunum sıkıntısı gelişir.
Bununla birlikte, bazı bebekler defektin şiddetine bağlı olarak daha
geç bulgu verir. Defektler daha yaygın olarak sol taraftadır ve sağ
yerleşimli olanlarda sol yerleşimli olanlara göre prognozun daha
kötü olduğu rapor edilmiştir. Biz burada, yaşamın ikinci haftasında
solunum sıkıntısı gelişen ve karaciğer sağ lobu, barsak ve böbreği
içine kapsayan sağ yerleşimli diyafragma hernisi tanısı alan bir
yenidoğan bebek vakasını rapor ettik.
The diagnosis of a congenital diaphragmatic hernia (CDH) is
often made on a prenatal ultrasound examination at routine obstetric
care. After birth, the spectrum of respiratory symptoms in an infant
with a CDH is determined by the degree of pulmonary hypoplasia.
The most affected infants develop respiratory distress within the
first 24 hours of life. However, some of the infants with this defect
present later, depending to the severity of the defect. Defects are
more common on the left side, and it has been reported that patients
with right-sided defects have a worse prognosis than those with leftsided
defects. Here, we reported a case of a newborn infant with
respiratory distress developed on the second weeks of life, and which
diagnosed with right-sided diaphragmatic hernia containing part of
the right lobe of the liver, bowel and the kidney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
Hasan Esen, Metin Çapar, Gülşah Şafak
Olgu sunumu
Özeti
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
FlorId ReactIve LymphoId HyperplasIa (lymphoma-LIke LesIon) Of UterIne CervIx
Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazisi (lenfoma benzeri lezyon), başlıca kadınların üreme dönemlerinde görülen reaktif bir olaydır. Histolojik olarak bu lezyonlar lenfomaya benzer. Bu lezyonların etyolojileri multifaktöriyeldir fakat çoğu olguda neden tespit edilememiştir. 49 yaşında bayan hasta adet düzensizliği ve pelvik ağrı şikayetleri nedeni ile başka bir merkeze başvurmuş. Serviks biopsisi yapılmış ve biyopsi sonucu, serviks karsinomu ile uyumlu olarak rapor edilmiş. Hastanemize başvuran hastaya bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. BT’ de serviks hipodens ve volümü artmış görünümde idi. Probe küretaj, endoservikal küretaj ve vajinal smearinde spesifik bir özellik görülmedi. Mevcut bulgular ve şikayetleri sonrası hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi yapıldı. Makroskopik olarak serviks büyümüş ve düzensiz görünümdeydi. Subserozal yerleşimli bir adet 1,8 cm çapında myom tespit edildi. Histopatolojik incelemede serviks epitelinde erezyon ve epitel altında yoğun lenfoid hücre infiltrasyonu görüldü. Görünüm lenfomaya benzemekteydi fakat İmmunhistokimyasal CD3 ve CD20 boyamalarda lenfoid hücrelerde heterojen boyanma görüldü. Bu bulgular sonucunda olgu lenfoma benzeri lezyon olarak rapor edildi. Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazileri reaktif lezyonlardır. Yanlış tanıdan kaçınmak için; dikkatli klinik, histolojik ve immunfenotipik korelasyon gereklidir. İmmunhistokimyasal reseptör çalışmaları bu olgularda en güvenilir tanı yönetimidir.
Florid reactive lymphoid hyperplasia of uterine cervix is a reactive inflammatory process that mainly occurs in women during their reproductive years. These lesions are histologically similar to lymphoma. Etiology of these lesions are multifactorial but in many cases the cause has not been identified. A 49-year-old female patient admitted to another center with menstrual irregularity and pelvic pain complaints. A cervical biopsy was performed in that examination and the biopsy findings were compatible with cervix carcinoma. The patient referred to our hospital and computerized tomography(CT) was performed. At CT imaging cervix was hypodense and there was an enlargement in cervical volume. There were no specific findings in patient’s endometrial curettage, endocervical curettage and vaginal smear preparations. After the current findings and complaints of the patient, total abdominal hysterectomy and bilaterally Salpingo-oophorectomy were performed. Cervix was enlarged and it was in irregular appearance in the macroscopic examination. A subserosal located myoma in 1,8 cm diameter was detected. In the histopathological examination, erosion of cervical epithelium and dense lymphoid cell infiltration was observed under the epithelium. The appearance was similar to lymphoma, but immunohistochemical staining of CD3 and CD20 staining was heterogeneous in lymphoid cells. As a result of these findings, the case was reported as lymphoma-like lesion. Florid reactive lymphoid hyperplasia of cervix uteri are reactive lesions. Careful clinical, histologic and immunphenotypic correlations are required to avoid misdiagnosis. Immunohistochemical receptor studies are the most reliable diagnosis and management method of these cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
Zeydin Acar, Abdulkadir Kırış, Mustafa Tarık Ağaç, Hakan Erkan
Olgu sunumu
Özeti
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
PrImary Percutaneous Coronary InterventIon UsIng A Renal Stent In A Large EctatIc Coronary Artery
Koroner atardamar genişlemesi (KAG), koroner atardamarların
yerel veya yaygın çap artışıdır. Darlığın eşlik ettiği vakalarda, deri
yoluyla koroner girişimi (DYKG) hakkındaki veriler sınırlıdır. Bu
lezyonlarda, karotis, biliyer ve venöz yama damarı için tasarlanmış
farklı kafes sistemleri kullanılmıştır. Kafes yerleştirilmesi sonrası
ek genişletme gerektiğinde çevresel balon kateter kullanılmaktadır.
Bu vakada, renal kafes kullanılarak yapılan birincil DYKG ile tedavi
edilen, genişlemiş sağ koroner atardamarı olan ivegen alt duvar
yürek kası infartüslü bir hastayı bildirdik.
Coronary ectasia is localized or diffuse dilation of coronary arteries. There are limited data about the percutaneous coronary intervention (PCI) of ectatic coronary arteries with stenosis. Different stent systems such as carotid, bilier and venous graft have been used in these lesions. Post-dilation has been performed by peripheric balloon catheter, if necessary. In this case, we reported a patient with acute inferior myocardial infarction and ectatic right coronary artery who was treated with primary PCI using a renal stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
Fatih Ersay Deniz, Fikret Özuğurlu, İlker Etikan, Muzaffer Katar, Gülgün Yenişehirli, Metin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
AnalysIs Of VItamIn B12 Levels Of 289 PatIents At A Neurosurgery OutpatIent ClInIc
Vitamin B12 yetmezliği periferik nöropatiye neden olabilir, periferik nöropati distal ekstremite parestezisi mevcudiyetinin en sık karşılaşılan sebebidir. Çalışmamızda hastaların serum vitamin B12 seviyeleri ve başvuru şikâyetleri incelendi. Tüm hastalar aynı klinisyen tarafından değerlendirildi. Beyin ve sinir hastalıkları cerrahisi polikliniğine başvurmuş olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Ağrı ve/veya uyuşukluk/karıncalanma şikâyeti ile başvuran ve serum B12 düzeyi çalışılmış olan 289 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilmiş olan 289 hastanın 77 tanesinin serum B12 değeri 193 pg/ml değerinin altında tespit edildi (ort.157.82±27.45). Hastalardan 75’inin uyuşukluk/karıncalanma şikayeti ile başvurmuş olduğu ve bunların serum vitamin B12 ortalamalarının 235.69±96.19 pg/ml olduğu, geri kalan 214 hastanın serum vitamin B12 ortalamasının ise 285.29±124.50 pg/ml olduğu tespit edildi. Bu değerler normal sınırlar içinde olmakla birlikte, iki ortalama arasındaki farkın önemli olduğu tespit edildi (t=3.136, p=0.002). Düşük serum vitamin B12 değeri her zaman dokudaki vitamin B12 yetersizliği ile birlikte değildir, aynı zamanda serum değerinin normal sınırda olması doku seviyesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Vitamin B12 eksikliği, kansızlık olmaması ve serum seviyesin sınır değerler civarında olması durumunda dahi, duyu bozukluğu sebepleri arasında olabileceği düşünülmelidir.
Vitamin B12 deficiency may cause peripheral neuropathy and peripheral neuropathy is the most common cause of distal extremity paresthesias. The aim of this study was to determine the serum B12 level of the patients with complaints of pain and/or numbness/ tingling and try to demonstrate the relation between them. Patients’ files admitted to neurosurgery outpatient clinic were retrospectively analyzed. Serum vitamin B12 levels and the admission complaints of the patients were studied. A total of 289 patients with complaints of pain and/or numbness/tingling that serum vitamin B12 levels measured were included. All of the patients were evaluated by the same clinician. The serum vitamin B12 concentrations of 77 patients out of 289 were found to be below 193 pg/ml (mean 157.82±27.45). The total number of the patients with the complaint of numbness/tingling was 75 and the mean serum vitamin B12 level was 235.69±96.19 pg/ml, the mean serum vitamin B12 level of the remaining 214 patients was 285.29±124.50 pg/ml. Although these results were within the normal limits, the difference of the mean values of the two groups was found to be significant (t=3.136, p= 0.002). The low serum vitamin B12 level does not always correlate with the tissue insufficiency and also it’s serum level being normal does not indicate it’s being sufficient at the tissues. Vitamin B12 deficiency should also be thought at the etiology of sensory disorder, especially if the radiological findings are normal, even though in the absence of anemia and serum level being at borderline.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Bir İlçe Hastanesinde Ameliyat Edilen Delici
kesici Alet Yaralanması Olgusu: Kalp Nafiz Bıçaklanma
Adem Bayraktar, Alper Aytekin, Eral Mandollu, Abdülaziz Kaya, İbrahim Koç
Olgu sunumu
Özeti
Periferik Bir İlçe Hastanesinde Ameliyat Edilen Delici
kesici Alet Yaralanması Olgusu: Kalp Nafiz Bıçaklanma
A Case Of Operated PenetratIng Injury In A DIstInct HospItal:
penetratIng CardIac Injury
Kalbe penetran travmalar hayatı tehdit eden hemoraji ve kalp
tamponadı gibi ciddi klinik sonuçları nedeni ile önemli travma
acillerindendir. Vakaların önemli bir kısmı hastaneye ulaşamadan
kaybedilir. Hastaneye ulaşanlarda ise hızlı müdahele prognozu
belirler. Vakaların önemli bir bölümü ilk müdahalede geç kalınması,
transporttaki yetersizlikler ve operasyona alınırken oluşan gecikmeler
nedeni ile kaybedilmektedir. Bu olgumuzda göğüs cerrahisi ve kalp
damar cerrahisi uzmanı ile toraks setinin olmadığı periferik bir
ilçe hastanesinde genel cerrahi uzmanı tarafından erken dönemde
ameliyat edilen bir kalbe nafiz bıçaklanma olgusunu sunmayı
amaçladık.
Penetrating cardiac injuries are one of the most important urgent
traumas which can cause life-threatening hemorrhage and cardiac
tamponade. A significant number of cases die before reaching the
hospital. Rapid response to those who reached the hospital determines
the prognosis. Most of cases die because of inefficiencies in
transport, delays in transport to operation room and late intervention.
We aim to present, early operated penetrating cardiac injury case
by a general surgeon without thoracic/cardiovascular surgeon and
thorax surgery set in a distinct hospital.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2’nin Hematolojik Hastalıklar Üzerindeki Etyolojik Rolü
Atakan Tekinalp, Özcan Çeneli, Muhammed Emin Güzel, Miraç Burak Başgün, Sinan Demircioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Sars-Cov-2’nin Hematolojik Hastalıklar Üzerindeki Etyolojik Rolü
The EtIologIcal Role Of Sars-Cov-2 On HematologIc DIseases
Amaç: Çalışmanın amacı, COVID-19 enfeksiyonu sonrası hematolojik tanı alan hastalarda SARS-CoV-2 virüsü ve
hematolojik hastalıklar arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: 1 Nisan 2020 ile 1 Nisan 2021 tarihleri arasında, herhangi bir malign ya da otoimmün
hematolojik hastalık tanısı alan hastalar arasında, öncesinde COVID-19 enfeksiyonu geçirenler retrospektif olarak
değerlendirildi. Tanı öncesinde COVID-19 geçiren ve geçirmeyen hastalar karşılaşt ırıldı.
Bulgular: Yeni tanı alan 305 hastanın 24 (%7,8)’ünün öncesinde COVID-19 öyküsü olduğu tespit edildi. İki hasta
grubunda da en sık tanı non-Hodgkin Lenfoma (NHL)’ydı. NHL ve agresif seyirli NHL sıklığı istatistiksel olarak
anlamlı olmamakla birlikte öncesinde COVID-19 öyküsü olan hasta grubunda daha yüksek bulundu (%25,1’e
karşın %23,1, p=0,143 ve %66,6’ya karşın %56,9, p=0,094). Temel hematolojik değerler iki grup arasında
benzerdi. COVID-19 tanısı ile hematololojik hastalık tanısı arasında geçen medyan süre 4,1 (0,6-11,8) ay olup en
kısa süreli tanı İmmün Trombositopenik Purpura, en uzun süre ise Multipl Miyelom tanılı tanılı hastada saptandı.
Malign hasta grubunda tanıya kadar geçen medyan süre daha uzun bulundu (4,5 aya karşılık 2,5 ay, p=0,070).
Sonuç: Bu çalışma ile COVID-19 enfeksiyonunun, malign ve otoimmün patogenezli hematolojik hastalıklar için
etyolojik bir faktör olabileceğini vurguladık.
Aim: The aim of this study is to evaluate the association between hematologic diseases and SARS-CoV-2
infection in patients who have been been diagnosed with a hemat ologic disease after COVID-19 infection.
Patients and Methods: The ones who had a previously history of COVID-19 infection among the patients
diagnosed with any malign or autoimmune hematologic disease were evaluated between April 1, 2020 – April
1, 2021, retrospectively. The Patients who had the COVID-19 infection and the patients who had not were
compared.
Results: Twenty-four (7.8%) patients of 305 newly diagnosed who had a previously history of COVID-19
infection were determined. The most common diagnosis was non-Hodgkin Lymphoma in both of the groups.
Although it was not statistically significant, frequency of NHL and aggressive NHL were most common in
the patients with history of COVID-19 (25.1% vs 23.1%; p=0.143 and 66.6% vs 56.9%, p=0.094). The basic
hematologic parameters were similar between the two groups. The median time between COVID-19 infection
and the hematologic diagnosis was 4.1 (0.6-11.8) month; the minimum duration was in the patient with
Immune Thrombocytopenic Purpura and the maximum was the one with Multiple Myeloma. The median time
up until the diagnosis was longer in the malign group (4.5 vs 2.5 months; p=0.070).
Conclusions: As a result of the study, it has been emphasized that COVID-19 may have an etiological factor
for malign and hematologic diseases with autoimmune pathogenesi s.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Organofosfat Zehirlenmesine Bağlı Myokard İnfarktüsü Ve Solunum Yetmezliği Gelişen Genç Bir Olgu
Nihal Bakırkalay Aydın, Zehra Küçüktepe
Olgu sunumu
Özeti
Organofosfat Zehirlenmesine Bağlı Myokard İnfarktüsü Ve Solunum Yetmezliği Gelişen Genç Bir Olgu
Organophosphate IntoxIcatIon EmergIng Young A Case Of RespIratory
faIlure And MyocardIal InfarctIon
Organofosfat zehirlenmesi üzerine birçok araştırma bulunmakla
birlikte, organofosfat maruziyeti sonrasında akut myokard infarktüsü
ve solunum yetmezliği gelişen olgu ilk kez bildirilmektedir. 46
yaşında erkek hasta acil servise nefes darlığı, göğüs ağrısı ve bilinç
bulanıklığı şikayetleri ile getirildi. Alınan anamnezde yanlışlıkla tarım
ilacı (Dipterex SP 80 (%80 trichlorphon 0,0 dimethyl phosphonate)
uygulanan ağaçtan kiraz yedikten sonra bu şikayetlerinin olduğu
öğrenildi. Genel durumu kötü, takipneik, bilinci uykuya meyilliydi.
Hasta hemen entübe edildi ve mekanik ventilatöre bağlandı.
Elektrokardiyografisinde sinüs taşikardisi ve V1-4 ‘te patolojik Q ve
ST elevasyonu mevcuttu. Kan tahlilinde troponin yüksek bulundu. Bu
bulgularla hastada organofosfat zehirlenmesine bağlı kalp krizi ve
solunum yetmezliği düşünüldü. Pralidoksim, akut myokard infarktüsü
ve solunum yetmezliği tedavisi sonrasında hasta koroner anjiografi
olmak üzere taburcu edildi. Sonuç olarak organofosfat zehirlenmesine
bağlı gelişen akut myokard infarktüsü ve solunum yetmezliği gözardı
edilmemelidir.
In addition to the many research about organophosphate
poisoning, the fact of acute myocardial infarction and respiratory
failure that happen after organophosphate exposure is firstly
reported. A 46 years old patient was taken into emergency with the
plaint of dispne, chest pain and somnolence. By taking anamnesis,
it is understood that these plaints are occured after eating cherry of
which trees are disinfected with a pesticide (Dipterex SP 80 (%80
trichlorphon 0,0 dimethyl phosphonate). General situation was
miserable, tachypnea and his consciosness was somnolence. The
patient was immediately intubated and connected to the mechanical
ventilator. There was sinus tachycardia in his electrocardiography
and the elevation of pathologic Q and ST elevation in V1-4. Troponin
was high in his blood test. With these indications, it was supposed
that there was heart attack and respiratory failure depending on
organophosphate poisoning on the patient. After the treatment of
piralidoxime, acute myocardial infarction and respiratory failure, the
patient was discharged from hospital for being angiography. Finally,
acute myocardial infarction and respiratory failure which evolve out
of organophosphate poisoning shouldn’t be ignored.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfartüsü Sonrası Gelişen Ventriküler Arit-Mi Ve Ani Ölüm Riskinin Araştırılması
Bayram Korkut, Hasan Gök, Gülay Korkmaz, Mehmet Tokaç, Mustafa Demirkıran, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfartüsü Sonrası Gelişen Ventriküler Arit-Mi Ve Ani Ölüm Riskinin Araştırılması
PredIctIon Of VentrIeular ArrhythmIas And Sud-Den CardIac Death After MyocardIal InfarctIon
Akut miyokard infarktüsü (AMİ) geçiren 62 olgu hastaneden çıkmadan önce ekokardiyografi. Halter monitor , ve sinyal ortalamalz elektrokardiyografi (SOEKG) ile incelendi. Bir yıllık takip süresi içinde aritmi olayı (AD) (ani ölüm, ventriküler fihrilasyon, sürekli ventriküler taşikardi) yönünden değerlendirildi. AMI geçiren olgular, AO (+) [5 (%8).1 ve AO (-) [57 (%92)] gruplara ayrıldı. AD (+) grubun [sol ventrikül ejeksiyon fi•aksiyonu (LVEF): % 48±I 3.5 mmfigi tümünde (% 100) geç potansiyel (LP) po-I 'inde (%20) malign ventriküler aritmi (VA) 3 olguda (%60) LVEF S %40: AD (-) grupta (LVEF % 555±9.7) ise 28 olguda (%49) LP (+), 2(%3.5) nl guda malign VA ve 7 olguda (%12) LVEF%40 tesbit edildi (p<0,05, p>0.05, p<0.01). Bir yıllık takipleri esnasında, çalışma grubundaki LP (+) olan 33 ol-gunun ILVEF5_%40:6 (%18), malign VA 3(%9)] 5'inde (%15) ani ölüm, LP (-) olan 29 olguda [LVEF5_%40: 4(%13.7), malign VA (-)] ise ani ölüm tespit edilmedi (p>0.05, p>0.05, p<0.05). Has-taneden çıkmadan önce VA tesbit edilen 14 olgudan 11 'inde (%78.5) LP (+), 5`inde (%35.7) LVEF-40 idi ve bir yıllık takipte 4 tanesinde (%28.5) ani ölüm oluşuren, VA tesbit edilmeyen ve 22 (%45.8) LP (+), 5 (%10) LVEF%40 olgusuna sahip 48 olgunun bir yıllık takibinde sadece 1 olguda (%2) ani ölüm gelişti (P<0.05, p<0.05, p<0.01). LVEF..040 olan ve has-taneden çıkmadan önce 6 (%60) LP (+), 1 (%10) ma-lign YA gösteren 10 olgunun 3'ünde (%30) ani ölüm LVEF>%40 olan ve 27 olguda (%51.9) LP (+), 2 olguda (%3.8) malign VA tesbit edilen 52 ol-gunun bir yıllık takibinde 2 tanesinde (%3.8) ani ölüm gelişti (p>0.05, p>0.05, p<0.01 ). Sonuç olarak AM! sonrası malign VA ve ani ölüm riskinin belirlenmesinde en fazla SOEKG olmak üzere 3 yöntemin de (SOEKG, eko-kardiyografi. Holter monitor) faydalı olabileceği ka-naatine varıldı.
In order to stratificate the risk of aı-rhythmi• events (AE) such as sudden cardiac death, vent-ricular fibrillation, sustained vertricular tach-ycardia in the first year after myocardial infarction, 62 patients were evaluated with echocardiography, Holter monitorisation and high resolution signal averaged electrocarcliography (H1-RES ECG). Patients were divided into 2 subgroups according ta presence on absence of AE [AE (+): 5 (%8), AE (-): 57 (%92)]. Patients with AE [(mean left ventriculaı-eje•tion fr-action (LVEF): % 48±I 3.5 showed 5 (%100) late potentials (LP). 1 (%20) malign VA and 3 (%60) LV dysfunction with LVEF 5 %40, while the other patients with AE (-) (LVEF % 55±9.7) had 28 (49%) LP (+), 2(%3.5) malign VA ve 7 (%12) LVEF5._%40 (p<0.05, p>0.05, p<0.0I ). During the 1 year follow-up, LP (+) patients (n=33) who had 6 (18%) LVEF%40 and 3(%9) malign VA showed 5 (%15) sudden death, while LP (-) patients (n=29) who had 4 (13.8%) VEF5_%40 but no malign VA, showed nn sudden death (p>0.05, p>0.05, p<0.05). Patients with VA (n=14) who had 1 1(%78.5) LP (+) and 5.(%35.7) LVEF.40 showed 4 (%28.5) sud-den death in the first year after AMI, whereas pa-tients without VA (n=48) who had 22 (%45.8) LP ( +) and 5(%10) LVEF<%40 showed 1 (2%) sudden death (p<0.05, p<0.05, p<0.01 ). Patients with LVEF5_%40 (n=10), who had 6 (%60) LP (+) and 1 (%1 O) malign VA before hospital discharge evolved 3 (%30) sudden death, wheı-eas pa-tients with LVEF>%40 (n=52) who had 27 (%51 .9) LP (+) and 2 (%3.8) malign' VA before hospital dis•-harge, showed 2 (%3.8) sudden death in the one year follow-up period (p>0.05, p>0.05, p<0.01). In conclusion, in the risk stratification of arrhy-thmic events after AM!. alt of the thı-ee methods (ec-hocardiography, Holter, HI-RES ECG) are usefill where HI-RES ECG is more sensitive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Kazım Gezginç, Refika Selimoğlu, Fatma Yazıcı
Derleme
Özeti
Erken Membran Rüptürüne Güncel Yaklaşım
Current Management Of Premature Rupture Of Membranes
Erken membran rüptürü (EMR) obstetri pratiğinde sık karşılaştığımız bir problem olup, perinatal sonuçları önemli ölçüde etkilemektedir. Tüm preterm doğumların %20-30’u erken membran rüptürü ile ilişkilendirilmiştir. İlk başvuru sırasındaki ve doğumdaki gebelik haftası prognozun primer belirleyicisidir. Hastalar özellikle enfeksiyon varlığı ve gebelik haftası açısından dikkatlice değerlendirildikten sonra uygun tedavi planlanmalıdır. Preterm erken membran rüptürü (PEMR) perinatal morbidite ve mortalitenin en önemli sebebi ve obstetrisyenler için büyük bir problemdir. Bu sebeple PEMR tanı, tedavi ve yönetimi daha da önem kazanmaktadır. PEMR tanı, tedavi ve yönetimi çok sık tartışılmasına rağmen hala belirlenmiş bir konsensus bulunmamaktadır. Biz bu derlememizde EMR yönetiminde karşımıza çıkan problemlere literatür ışığında güncel nasıl yaklaşacağımızı tartışmayı amaçladık.
Premature rupture of membranes (PROM) is frequently encountered problems in obstetric practice and PROM is effecting perinatal outcomes. Premature rupture of membranes is associated with 20% to 30% of all preterm births. The prognosis is related primarily to gestational age at presentation and delivery. Appropriate treatment must be applied after patients were evaluated carefully, especially about gestational age and presence of infection. Preterm premature rupture of membranes (PPROM) is a major cause of perinatal morbidity and mortality and the most difficult problem for obstetricians. This reason, diagnosis, treatment and management of PPROM is very important. Diagnosis, treatment and management of PPROM is often discussed, but stil no consensus. In this review, we aimed to discuss how to approach with the support of current literature to problems we faced on PROM management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maksillo Fasial Fraktürler
Yavuz Uyar, Ziya Cenik, Levent Soley
Araştırma makalesi
Özeti
Maksillo Fasial Fraktürler
MaxIllofacIal Fractures
Kliniğimizde 1.8.1983-1.8.1989 tarihleri arasında tedavi edilen 72 Maksillo Fasial Fraktür (MFF) vakası; etyoloji, fraktürlerin lokalizasyonu ve tedavileri yönünden değerlendirilerek sonuçlar ilgili literatürle birlikte tartışılmıştır.
1972 patients with Maxillofacial Fracture (MFF) have been treated in our clinic between 1.8.1983-1.8.1989. All the patients were evalu.ated with etilogical factors, location of fractures and management; and our results were discussed with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erıtema Nodozumda Etyolojık Araştırma
Müfide Bozkürk, Hüseyin Tol, Hüseyin Endoğru, Şükrü Balevi
Araştırma makalesi
Özeti
Erıtema Nodozumda Etyolojık Araştırma
EtIologIc InvestIgatIons In Erythema Nodosum
Eritema nodozum, deride deg4ik biiyukliikte nodiillerle karakterize bir dermatozdur. Nodiiller agrtli ye eritematoz olup genellikle alt ektremitelerin on yaziinde yerlqirler. Bu calgmada, 50 eritema nodozurnlu hastada yapdan etyolojik araprmalann sonuclari sunuldu.
Erythema nodosum is a dermatose characterized by variable-sized nodules in the skin. These nodules are painfull, erythematous and generally localised on the anterior asbect of the inferior extremities. In this study, results of etiologic investigations of 50 patients with erythema nodosum was presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
Sinan Demircioğlu, Serhat Sayın, İrfan Fırat Özcan, Serdar Karaköse, Aynur Uğur Bilgin, Hakkı Polat
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
MesenterIc PannIculItIs In A PatIent WIth ChronIc LymphocytIc LeukemIa
Mezenterik pannikülit, mezenterik yağ dokusunu etkileyen inflamasyon ve fibrozis ile giden bir durumdur. Karın ağrısı, bulantı, kusma gibi semptomlar olabileceği gibi asemptomatik de olabilir. Etyolojisinde sıklıkla travma, abdominal cerrahi, enfeksiyon suçlanmakla beraber son zamanlarda malignite ile birlikteliği artış göstermiştir. Biz, literatürde birlikteliğine rastlamadığımız kronik lenfositik lösemili bir hastada asemptomatik mezenterik pannikülit olgusunu sunduk.
Mesenteric panniculitis is a situation which effects adipose tissue of the mesentery with inflammation and fibrosis. There may be symptoms like stomachache, nausea, vomiting or asymptomatic. Trauma, abdominal surgery, infection are the main causes and recently its association with the malignancy has been increased. We reported asymptomatic mesenteric panniculitis in a patient with chronic lymphocytic leukemia that hasn’t been experienced before in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
St Elevasyonlu Miyokard Enfarktüsünün Trombüs Aspirasyonuyla Tedavisi
Ahmet Lütfü Sertdemir, Abdullah İçli, Sümeyye Fatma Özer
Olgu sunumu
Özeti
St Elevasyonlu Miyokard Enfarktüsünün Trombüs Aspirasyonuyla Tedavisi
Treatment Of St ElevatIon MyocardIal InfarctIon WIth Thrombus AspIratIon
The most seen pathophysiological mechanism of acute coronary syndrome is intracoronary thrombus after plaque rupture. ST elevation myocardial infarction is caused by occlusion of coronary arteries. The treatment is based on fibrinolytic treatment or coronary intervention. If there is massive thrombus burden in coronary artery we can use manuel thrombus aspiration. In our case, we treated patient, who referred to hospital with ST elevation myocardial infarction, by manual thrombus aspiration without using stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
Ersin Turan, Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Arif Atay, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
CystIc ParathyroId Adenoma WIth Acute ParathyroId CrIsIs
Paratiroid kistleri sık görülmeyen lezyonlar olup, nadir olarak
orta düzeyde hiperkalsemiye veya çok nadir olarak da primer
hiperparatiroidizmin hayatı tehdit edebilen bir komplikasyonu olan
paratiroid krizine yol açabilirler. Bu çalışmada, akut paratiroid
krizi semptomları ile acil servise başvuran ve yapılan incelemeler
sonucunda kistik paratiroid adenomu tespit edilerek, tedavi edilen
bir olgunun sunulması amaçlandı. Bilinç bulanıklığı ile acil servise
başvuran 46 yaşında erkek hastanın yapılan tetkiklerinde kalsiyum
16.6 mg/dl ve akut böbrek yetmezliği bulguları saptandı. Radyolojik
görüntülemesinde kistik paratiroid adenomu ile uyumlu görünümü
olan hasta, minimal invaziv paratiroid adenomu eksizyonu yapılarak
tedavi edildi. Hastanın takiplerinde parathormon ve kalsiyum
seviyeleri normale döndü. Paratiroid kistleri nadir görülürler,
hiperkalsemi bulgularına göre fonksiyonel ve non-fonksiyonel olarak
sınıflandırılırlar. Fonkisyonel kistik paratiroid adenomu olguları
çok nadiren görülürler. Bu tip hastalar hiperparatiroidi veya akut
paratiroid krizi semptomları ile başvurabilirler. Fonksiyonel paratiroid
kistleri ve kistik paratiroid adenomları primer hiperparatiroidizm ve
akut paratiroid krizi etyolojisinde göz önünde bulundurulması gereken
lezyonlardır.
Cystic lesions of the parathyroid gland are uncommon. Although
majority of patients with cystic parathyroid adenoma present with
mild hypercalcemia, some may present with parathyroid crisis
which can be a life-threatening clinical condition. In this article,
we present a patient who applied to emergency service with
symptoms of acute parathyroid crisis, was diagnosed parathyroid
adenoma with cystic degeneration and treated. A 46 years old male
patient was applied to emergency service with confusion. In blood
analyses, calcium level was 16,6 mg/dl and akut kidney failure was
determined. In radiological imagination, parathyroid adenoma with
cystic degeneration was determined and patient was treated minimal
invasive parathyroidectomy.After the operation, parathormon and
calcium levels were returned the normal levels. Parathyroid cysts
are uncommon, and they are classified as functional or nonfunctional
so far as hypercalcemia. Functional cystic parathyroid adenomas
are very rare. These patients can approach with symptoms of
hyperparathyroidism or parathyroid crisis. Parathyroid adenomas
with cystic degeneration and functional parathyroid cysts should be
considered about causes of primary hyperparathyroidism and acute
parathyroid crisis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Talamik Hemoraji
Betigül Yürüten, Figen Güney
Olgu sunumu
Özeti
Bilateral Talamik Hemoraji
BIlateral ThalamIc HImorrhage
Multipl intraserebral hemoraji tüm intrakraniyal hemorajilerin %2’sidir. Multipl intraserebral hemorajinin en sık koag- ulasyon defektleri, neoplazmalar, anjiopatiler veya sinüs trombozu olan hastalarda ortaya çıktığı bilinir. Sistemik arteriel hipertansiyonu olan hastalarda farklı zamanlarda intraserebral kanama olması sıklıkla görülebilir ancak multipl kanamanın eş zamanlı ortaya çıkışı oldukça nadirdir. Bununla birlikte, herhangi bir etyoloji bulunmaksızın multipl intraserebral hematomun ortaya çıktığı da literatürde rapor edilmiştir. Bu yazıda hipertansiyonu olan ve mul tipl intraserebral hemoraji gelişen bir hasta tanımlanmıştır. Hastada lentiform nükleusa yayılan bilateral talamik hematom mevcuttu. Nörolojik muayenesinde apati, duygusal küntlük, yukarı bakış paralizisi, tetraparezi ve hiper- tansif retinopati mevcuttu. Hipertansiyon dışında multipl intraserebral hemoraji yapan diğer nedenler laboratuar testleri ile ayrıştırıldı.
Multiple intracerebral hemorrhage represents 2 % of ali intracranial hemorrhages. Multiple intracerebral hemor- rhages have been known to occur most frequently in patients with coagulation defects, neoplasms, angiopathies or sinüs thrombosis. The finding of recurrent intracerebral hemorrhages is not unusual in patients with systemic arterial hypertension, but simultaneous occurence of multiple hemorrhages is rare in these patients. However, multiple spontaneous intracerebral hemorrhages vvithout an identifiable etiology were also reported in the literatüre. Here, we describe a hypertensive patient who developed multiple intracerebral hematomas. The patient had bilateral thalamic hematoma that extended the lentiform nucleus. There was apathy, loss of emotional concern, upvvard gaze palsy, tetraparesis and hypertensive retinopathy in the neurologic examination. Conditions other than hypertension that might cause intracerebral hemorrhage were excluded by laboratuary investigations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Yöresınde Yaşayan Asemptomatik Kışılerde Serum Selenyum Düzeylerı
Ali Bayram, Mehmet Erkoç, İdris Akkuş, Aşkın Işımer, Ahmet Soyal, Ahmet Aydın, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Yöresınde Yaşayan Asemptomatik Kışılerde Serum Selenyum Düzeylerı
Serum SelenIum Level In AsymptomatIe People LIvIng In And EnvIronınent Of Konya
Konya ve yöresinde kazaların beyaz kas has-talıgının sık görüldüğü yMerde yaşayan 65 ve bu hastalığın endergön:ildüğü yerlerde yaşayan 33 olguda serum selenyum düzeyi ara,sıtrıldı. ilk grupta selen-yum düzeyi 60.425±11 .727 gl, ve ikinci grupta 70.849±12.868 pg11- olup, iki grup arasında anlamlı şekilde farklılık buundu (p<0.01). Özellikle ilk grup-taki selenyum düzeyi, yetişkinler için normal selen-yum düzeyi olarak bildirilen 78-320 pgiUlik degerin oldukça altındadır. Epidemiyolojik ve klinik çalışmalar selenyum düşüklügünün kardiyovasküler hastalıkların etyoloji-sinde rol oynayabileceğini göstermektedir. Bu neden-le; her iki grubun yaşadığı bölgelerde koroner risk faktörlerinin tesbiti, koroner kalp hastalığı insidensi-nin belirlenmesi ve konuyla ilgili prospektif çalışmalar yapılmasının uygun olacağı kanaatine varıldı.
Serum selenium levels were investigated in both 65 cases who are living where white muscle disease of lambs were often observed and 33 cases where the disease seen rarely. The selenium level was 60.425±11.727 in first group and 70.849±12.868 pıgli, in the second and statistically significant difference was observed between the two groups (p<0.01). Particulary in the first group the selenium level was lower (han the values which reported as normal (78-320 !mit) selenium levels. Epidemiological and clinical studies indicate that low selenium levels can be an etiological cause for cardiovascular disease. Therefor it may be suggested that determination of coronary risk factors, incidance of coronary heart disease and fulfilling of prospective studies relatid with the subject would be usefil.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Astımlı Çocuklarda Ck-Mb Ve Kardiak Troponin-I Seviyeleri
İsmail Reisli, Hasibe Artaç, Sevgi Keleş, Melike Keser, Bülent Oran, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Astımlı Çocuklarda Ck-Mb Ve Kardiak Troponin-I Seviyeleri
Serum Ck-Mb And CardIac TroponIn-I Levels In AsthmatIc ChIldren
Erişkinler ve çocuklarda serum myokardial kreatinin kinaz (CK-MB) seviyesinde artış saptandığında öncelikli olarak kardiyak iskemi veya kardiyak hasar akla gelmektedir. Ancak bu durumda ileri tetkikler her zaman myokard iskemisini desteklememektedir. Çalışmamızda, astım atağı sırasında yükselen CK-MB’nin önem ve kaynağını araştırmak amacıyla, 30 astımlı çocuk ve 20 sağlıklı kontrolün CK-MB ve kardiak troponin-I (cTn-I) düzeylerini değerlendirdik. Astım atağı ile başvuru sırasında CK-MB seviyeleri, kontrol grubundan ve aynı hastaların ataktan sonraki seviyelerinden daha yüksekti (p<0.05). CK-MB seviyeleri ile solunum sayısı arasında pozitif korelasyon ve başvuruda ölçülen oksijen satürasyonu arasında negatif korelasyon bulundu. CK-MB seviyelerinin yükselmesinde etkili faktörler olarak da solunum sayısının artışı ve oksijen satürasyonu düşüklüğü saptandı. Serum cTn-I, CK-MB yüksek bulunan bütün hastalarda normal bulundu. Sonuç olarak astım atağı ile başvuran çocuklarda solunum kaslarının zorlanmasına bağlı olarak CK-MB yüksekliği saptanabilir.
The elevations of serum creatine kinase myocardial bound (CK-MB) levels can be observed in children and suggest a myocardial injury. We determined serum CK-MB and cardiac troponin-I (cTn-I) levels in 30 asthmatic children to assess cardiac injury at admission for exacerbation and two weeks later. Twenty healthy age-matched children served as controls. The CK-MB levels in admission for asthmatic exacerbation were higher than control group and than the levels of the same patients after exacerbation (p<0.05). There was found to be a positive correlation between the CK-MB levels and respiratory rate and a negative correlation between the CK-MB levels and oxygen saturation measured at admission. The effective factors on CK-MB levels was found to be respiratory rate and oxygen saturation. However serum cTn-I levels were found to be normal in allpatients including those with CK-MB elevation. In conclusion, CK-MB elevation may ocur in children with acute astma attack related to the stress on respiratory muscles.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Berrin Benli Yavuz, Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Is Tumor SIze EffectIve In GastrIc Cancer PrognosIs?
Amaç: Mide kanseri tanısıyla postoperatif kemoradyoterapi uygulanan hastalarda tümör boyutunun ve preoperatif albumin düzeyinin prognozla ilişkisini belirlemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Klinikopatolojik özellikleri analiz edildi. 15.1.2010-31.12.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 199 olgu çalışmaya dahil edildi. Birincil sonlanım noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım(HS) idi. Bulgular: Ortalama takip süresi 20,43 ay idi. Uzak metastaz 50 (%25.1) hastada gelişirken, 102 hasta (%51,3) hayatta idi. Çok değişkenli analizlerde ileri evre, sigara içimi, tümör boyutunun 8cm. den büyük olması, operasyon öncesi albumin değerinin 3,5 g/dl nin altında olması GS üzerine olumsuz etkili olarak bulundu. Lenfovasküler invazyon (LVI) ve tümör boyutunun, HS üzerine olumsuz etkileri gösterildi. İstatistiki analiz için SPSS(Statistical Package for Social Sciences) 21 versiyonu kullanıldı. Sonuç: Gelişen tedavilere rağmen halen prognozu kötü olan mide kanseri hastalarda bilinen prognostik faktörlere ilave faktörlerin belirlenmesi, tedavi modalitelerinin seçimi ve hasta yaşam sürelerini tahmin etmekte kulanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the prognosis value of tumor size and preoperative albumin levels in gastric cancer patients treated with postoperative chemoradiotherapy. Patients and Methods: Patients records reviewed retrospectively. Clinicopathologic features were analyzed. 199 patients who applied to our clinic between 15.1.2010-31.12.2016 were included in this study. The primary end points of this study were to evaluate the overall survival (OS) and the disease free survival(DFS). Results: Mean follow up time was 20.43 months. Distant metastases devoloped in 50 patients and 102 patients were alive. In multivariate analyses , advanced T stage, history of smoking, preoperative albumin level less than 3.5 gr/dl and tumor size more than 8 cm were found to have poor prognostıc effect on OS. Lymphovascular invasion (LVI) and tumor size were showed negative effects on DFS. For statistical analyses SPSS( statistical package for social sciences) 21.0 statistical package was used. Conclusions: Despite recent treatment modalities the prognosis of gastric cancer is still poor and novel prognostic factors together with the current ones may be helpful to predict decision of proper treatment modalities and survival of the patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Emine Vural Yalçın, Aybars Tavlan, Sema Tuncer
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Anesthesıa Management For Cesarean In Patıent Wıth Myocardıal Infarctıon In Pregnancy
Gebelikte kalp hastalığı varlığı anne ölümlerinin halen en önemli sebeplerinden biridir. Gebelik sürecinde akut koroner sendrom gelişme riski artar. Sezaryen ile doğum kalp hastalığı olan gebelerde uygun hemodinamik izlem ve yönetim sağlar. Kalp hastalığı olan gebede uygulanacak ideal anestezi yöntemi ise tartışmalıdır. Rejyonel anestezi genellikle tercih edilen yöntem olmasına rağmen bazı özel durumlarda genel anestezi uygulanabilir. İnvaziv monitörizasyon genel anestezi uygulanan kalp hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltır. Opioid kullanımı cerrahi ve entübasyona stres cevabı azaltır. Opioidin doğumdan önce uygulanması gerekiyorsa remifentanil hızlı etki başlangıcı ve metabolizması ile tercih edilecek ajandır. Bu olguda, antikoagülan kullanımı nedeni ile rejyonel anestezinin kontrendike olduğu yüksek kardiyak riskli gebede genel anestezi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
The presence of cardiac disease in pregnancy is still one of the most important reason of maternal mortality. The possibility of acute coronary syndrome increases in pregnancy. Birth with caesarean section provides proper hemodynamic monitoring and management in parturients with cardiac disease. However the ideal anesthetic to be applied to parturient with cardiac disease is controversial. Although regional anesthesia is usually preferred method, general anesthesia may be applied in some special cases. Invasive monitoring reduces mortality and morbidity in cardiac patients undergoing general anesthesia. Opioid use reduces the stress response to surgery and intubation. If the use of opioid is required before birth, remifentanil is the ideal agent because of its rapid onset of action and metabolism. In this case, we aimed to present our general anesthesia experience on a parturient with high cardiac risk where regional anesthesia is contraindicated because of the use of anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Salim Güngör, Hilal Koral
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
The Extracapsular S Pread Of Lymph N Ode MetastasIs In Laryngeal CarcInoma
Lenf nodüllerindeki ekstrakapsüler tutulum prog-nozun zayıf olduğunun bir göstergesi sayılmaktadır. Nodüler fiksasyon ekstrakapsüler yayılımın bir göstergesi olup, hastada prognozu istatistiksel olarak düşüren bir faktördür. Diğer faktörlerden tümöral hücre diferansiasyonu ve metastatik nodül sayısı da prognoz üzerine etkili olup, burada ekstrakapsüler yayılımin prognoza olan etkisi literatürdeki retro-spektif araştırma sonuçları ile birlikte tartışılmıştır.
Extracapsular spread of lymph node metaitases ir believed to be an indicator of poor prognosis. in general it has been thought that extracapsular spread was limited to the 'fixed" nodes. The patients whose lesions had extracapsular spread had statistically reduced numbers of survival. Other factors eg, tumor dillerantiation and the number of malignant nodes ellects on prognosis. The effect of extracapsular spread on staging, the reporting of retrospective reviews and therapy are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Yavuz Atar
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Melkersson Rosenthal Syndrome: Case WIth FacIal Edema
Melkersson Rosenthal Sendromu (MRS) seyrek görülen, etyolojisi bilinmeyen ve hastalık sınıflandırması net olmayan bir sendromdur. (1) MRS tek taraflı veya iki taraflı tekrarlayan periferik fasiyal paralizi atakları, orofasiyal ödem, dilde fissürler (lingua plicata) ile karakterize bir tablodur. Bu sendromda histolojik olarak multinükleer dev hücreler, artmış inflamatuar hücreler ile birlikte dilate lenfatik kanallar gözlenir. (2) Çocukluk çağında nadir görülen bu sendrom hayatın 2. ve 3. dekadında daha sık görülür. Klasik triadın görülmesi nadirdir ve genellikle monosemptomatik veya oligo semptomatik tutulum izlenir. Bulgulardan bir veya ikisi ile biyopside granülamatöz keilit varlığı tanı için yeterlidir. (1,2) Biz bu çalışmada tek başına fasiyal ödem bulgusu olan olguyu MRS yönünden incelemeyi amaçladık.
Melkersson Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknown etiology, undefined incidence, and inconsistent classification. (1) MRS unilateral or bilateral peripheral facial paralysis recurrent attacks, orofacial edema, fissure in the language (lingua plicata) is characterized by a table. This syndrome have been in the giant cells in histological as multinuclear, together with increased inflammatory cells and dilated lymphatic channels are observed. (2) This syndrome is rare in childhood 2 of life and 3 decad is seen more often. It is rare to see a classic triad and often monosymptomatic or oligo symptomatic involvement is monitored. It is rare to see a classic triad and often monosemptomatik or oligo symptomatic involvement is monitored. Results with one or two of the biopsy is enough to recognize the existence granulomatous chelitis. (1,2) In this study we aimed to invstigate case with alone facial edema in terms of MRS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Lober Amfizem
Nuriye Tarakçı, Murat Konak, Tamer Altınok, Sevgi Pekcan, Kemal Ödev, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Konjenital Lober Amfizem
CongenItal Lobar Emphysema
Konjenital lober amfizem (KLA) yenidoğan döneminde ortaya çıkan
akciğerin nadir gelişimsel anomalisidir. Onüç günlük kız bebek primer
pulmoner hipoplazi nedeniyle ünitemize kabul edildi. Şiddetli dispne
ve siyanozu olan hastanın göğüs grafisinde ve toraks tomografisinde
KLA ve pulmoner hipoplazi saptandı. Operasyon planlanan hastada
pulmoner hipoplazi varlığı prognozu ağırlaştıracağından MR
anjiografi çekildi ve pulmoner damarlanmanın normal olması üzerine
opere edildi. Biz bu olgumuz ile KLA’e eşlik edebilecek ek patolojilerin
(pulmoner hipoplazi gibi) ileri görüntüleme yöntemlerinin kullanılması
ile saptanmasının ameliyat sonrası prognozu etkileyebileceğini
vurgulamak istedik.
Congenital lobar emphysema (CLE) is a rare anomaly of lung
development that presents in the neonatal period. A 13-day-old
girl baby was admitted to our unit because of primary pulmonary
hypoplasia. She had presented with severe dyspnea and cyanosis,
where chest radiograph and chest computed tomography showed
CLE and pulmonary hypoplasia. Pulmonary hypoplasia may worsen
prognosis of patient. There fore, we performed a pulmonary magnetic
resonance angiography in our patient. Pulmonary vasculature was
normal on magnetic resonance angiography. After ward, our patient
was operated. In here we would like to highlight that the use of
advanced imaging techniques can identify additional pathologies
which may affect prognosis after surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Frontal Sinüs Kırıkları
Yavuz Uyar, Ziya Cenik, Bedri Özer, Uğur Erongun, Hasan Uğur
Araştırma makalesi
Özeti
Frontal Sinüs Kırıkları
Frontal SInus Fractures
1989 ile 1992 yılları arasında kliniğimize müracaat eden 22 frontal sinüs fraktürlü hasta; tanı, tedavi ve komplikasyonlar açısından değerlendiril-miştir. I lastaların büyük çoğunluğunda etyoloji trafik kazası olup sıklıkla ön duvar fraktürüne rastlandı. Frontal sinüs fraktürlerinde kompüterize tomografik tetkik kırığın lokalizasyonunu belirlemede ve tedavi-nin planlanmasında yardımcı önemli bir teknik inceleme yöntemidir.
In this study, 22 cases with frontal sinüs frac-tures, between 1989 and 1992, were examined and di-agnoses, treatments and complications of frontal sinüs fractures are revised. Most of the fractures were on the anterior table and causes were traffic accidents. CT is most valuable technique in diagnoses. Espe-cially the type and localization of the fracture must be initially identified and then managed to therapy. Although our follouw-up time is short, complica-tion rate is very low.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
GIant MesenterIc LIpoma As A Rare Cause
Lipomlar tüm vücutta yaygın olarak görülen iyi huylu, matur yağ
dokusu içeren mezenkimal tümörlerdir. Fakat intestinal mezenter
kaynaklı lipomlar nadir görülür. Kırk iki yaşında bayan hasta karın sağ
tarafını dolduran kitle tanısı ile başvurdu. Laparatomi ile tüm batın içi
kitle çıkarıldı. Lipomlar semptomatik veya asemptomatik olabilirler.
Tek tedavisi cerrahi olarak tam çıkarılmasıdır. Tam çıkarıldığında çok
iyi prognoza sahiptirler.
Lipomas are benign mesenchymal neoplasm commonly occurring
throughout the whole body and comprise mature fat tissue. However,
intestinal mesentery originated lipomas are rarely seen. A 42-yearold
female patient presented with right sided abdominal distension.
Exploratory laparotomy was performed and fat tissue was excised.
Lipomas might or might not present with any symptoms. Complete
surgical excision is the only treatment with a very good prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntraserebral Kalsifikasyonlar: Olgu Sunumları Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Hasan Hüseyin Özdemir, Caner F. Demir, M. Said Berilgen, Metin Balduz
Olgu sunumu
Özeti
İntraserebral Kalsifikasyonlar: Olgu Sunumları Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Intracerebral CalcIfIcatIons: Report Of Cases And RevIew Of The LIterature
İntraserebral kalsifikasyonlar; bazal gangliyonlar, serebellum ve sentrum semiovaleye kalsiyum ve çeşitli minerallerin birikimi ile ortaya çıkar. Genellikle rastlantısal radyolojik bulgu olarak saptanırlar. En sık idiopatik, ailesel veya kalsiyum ve parathormon metabolizmasındaki bozukluklarda görülmektedir. Çok farklı semptom ve muayene bulguları ile prezente olabilirler. Bu yazıda; farklı olgu sunumları ile intraserebral kalsifikasyonların etyolojisi ve tedavi yönetimi değerlendirilmiştir.
Intracerebral calsifications revealed accumulation of calcium and various minerals in basal ganglia, cerebellum and centrum semiovale. They are usually detected as an incidental radiological finding. They are mostly seen as hereditary, idiopatic or in the disorders of calcium and parathormone metabolism. They may be presented with very different and examination findings. The etiology and management of intracerebral calcifications in different cases were evaluated in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Kıtleler
Mehmet Yeniterzi, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Cevat Özpınar, Galip Akhan, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Mediastinal Kıtleler
MedIastInal Tumors And Cysts
1984-1990 yılları arasinda S.U. Tap Fakültesi Göğüs ve. Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında tetkik ve tedavi ettiğimiz 20 mediastinal kitleli hasta değerlendirildi. Erken teşhis ve tedavi ile, ma-lign tümörlü hastalarda daha uygun prognoza sahip olunabileceği kanaatine ulaşıldı.
The cases of twenty patients, treated for turnors and cysts of mediastinurn between 1984-1990, have been investigated. it has been established that a more favourable prognosis could be obtained through early diagnosis and treatrnent of the patients with malignant turnors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ventriküler Divertikül
Ahmet Soylu, Mehmet Tokaç, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Sol Ventriküler Divertikül
Left VentrIcular DIvertIculum
Amaç: Nadir bir konjenital anomali olan sol ventrikül divertikülü vakası sunmak ve ilgili literatürü gözden geçirmek. Olgu sunumu: Subakut anterior miyokard infarktüsü tanısıyla kliniğimize yatırılan ve sol ventrikülografide inferior duvarda divertikül tespit edilmiş olan 74 yaşında erkek hasta. Sonuç: Bizim vakamızda divertiküle bağlanabilecek herhangi bir semptomun olmaması, divertikülün küçük olması ve ventrikül sistolü anında tamamen kaybolacak kadar iyi kasılması nedeniyle divertiküle yönelik bir tedavi uygulanmadı.
Aim: To present a congenital left ventricular diverticulum case a rare congenital abnormality and to review related literatüre. Case report: A 74-year-old male patient, admitted to our clinic with subacute myocardial infarction and detected the diverticulum in the inferior wall during left ventriculography. Conclusion: In our case, no treatment fort he diverticulum, small size of the diverticulum, and contraction as good as disappearing completely during ventricular systole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
Bahar Kandemir, Mehmet Bitirgen, Emel Türk Arıbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Cases WIth Acute VIral HepatItIs HospItalIzed Between 1990-2004 In The ClInIc Of InfectIous DIseases, Meram Faculty Of MedIcIne, Selcuk UnIversIty
Amaç: 1990–2004 yılları arasında kliniğimizde akut viral hepatit tanısı ile yatan 561 olgu etyolojik, epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar özelliklerinin belirlenmesi amacı ile geriye dönük olarak değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Akut hepatit semptom ve bulguları olan hastalarda viral hepatit belirleyicilerinin saptanmasında ELISA ve PCR yöntemleri kullanıldı. Bulgular: Olgular 7–77 yaş arasında olup yaş ortalaması 26.76±14.51 idi. Olguların 297’si erkek, 264’ü kadın olup 270’i (%48.2) HAV, 233’ü (%41.5) HBV, 18’i (%3.2) HCV, 3’ü (%0.5) HDV, 1’i (%0.2) HEV, 4’ü (%0.7) HAV+HBV koinfeksiyonu, 3’ü (%0.5) diğer ve 29 tanesi (%5.2) etiyolojisi saptanamayan grupta yer aldı. Hepatit A olgularının en sık sonbahar ve kış aylarında ve daha çok öğrencilerde görüldüğü saptandı. Olguların 377 tanesinde (%67.2) bulaşma yolu saptanamadı. En sık görülen yakınmalar halsizlik (%73.8), sarılık (%67), bulantı (%66.1) ve idrar renginde koyulaşma (%56.9) idi. En sık görülen bulgular ise ikter (%85), hepatomegali (%44) ve splenomegali (%8.2) idi. Ortalama AST değeri 1433.38 (106–7963), ortalama ALT değeri 1951.96 (218–15596), total bilirübin ortalama değeri ise 9.13 (1.3–35) idi. Sonuç: Olguların büyük bir kısmında bulaş için herhangi bir risk faktörünün bulunamaması, aşılanma ile önlenebilir olması hepatit A ve B’ye karşı aşılamanın önemini ortaya koymuştur.
Aim: Patients who diagnosed acute viral hepatitis between 1990-2004 were avaluated for etiological, epidemiological, clinical and laboratory characteristics, retrospectively. Material and method: Patients who had acute symptoms and physical examination findings suggesting acute viral hepatitis were evaluated by ELISA and PCR methods. Results: Mean age of the patient group was 26.76±14.51 years (7-77). 297 of the patient groups were male, 270 of them were female. Acute viral hepatitis A, B, C, D, E were diagnosed in 270 (48.2%), 233 (41.5%), 18 (3.2%), 3 (0.5%), 1 (0.2%) patients respectively. Hepatitis A + B coinfection were diagnosed in 4 (0.7%) patients whereas; in 29 patients (5.2%) diagnosis remained obscured. Acute viral hepatitis A was tend to occur in students during autumn and winter. Route of infection could not be identified in 377 (67.2%) patients. Weakness (73.8%), jaundice (67%), nausea (66.1%) and dark urine (56.9%) are the most frequent complaints whereas; jaundice (85%), hepatomegaly (44%) and splenomegaly (8.2%) were the most common signs noted during physical examination. Mean AST, ALT, total bilurubin values were 1433.38 (106-7963), 1951.96 (218-15596), 9.13 (1.3-35) respectively. Conclusion: Value of anti-hepatitis A and B virus vaccination is underlined because of lackness of any transmission-associated risk factors in majority of acute viral hepatitis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipernatremik Dehidratasyon İle İlişkili Konjenital Pilor
atrezi
Nuriye Tarakçı, Murat Konak, Hüseyin Altunhan, Müslim Yurtçu, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Hipernatremik Dehidratasyon İle İlişkili Konjenital Pilor
atrezi
HypernatremIc DehydratIon AssocIated WIth PylorIc AtresIa
Konjenital pilor atrezisi (KPA) oldukça nadir bir durumdur.
İzole olabileceği gibi eşlik eden anomaliler de bulunabilir. İzole
vakalarda prognoz iyi olup eşlik eden patolojiye bağlı olarak fatal
de olabilmektedir. Etyolojisi bilinmemektedir. Ailesel vakaların
literatürde bildirilmesi hastalığın genetik geçişli olabileceğini de
düşündürmüştür. Bu olguda intrauterin tanısı olmayan hipernatremik
dehidratasyon kliniği ile geç tanı almış bir KPA vakası nadir görülmesi
nedeni ile sunulmuştur.
Congenital pyloric atresia (CPA) is an extremely rare condition.
It may be isolated or accompanied by other abnormalities. In isolated
cases, prognosis is good but congenital pyloric atresia can be fatal
depending on another anomali. The etiology is still unknown. Since
familial cases were reported in literature, it is suggested that this
disease might be inherited. In here, we reported a delayed diagnosed
congenital pyloric atresia case that presented with hypernatremic
dehydration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Ventrıkül İnfarktüsu Düşünülen İnferior Miyokard Infarktusu Vakalarında Sağ Atrıum Arka Duvar Hareketlerının Tanı Değerı
Hasan Hüseyin Telli, Şamil Ecirli, Mehdi Yeksan, A. Nuri Sezer, Fikret Güldoğan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sağ Ventrıkül İnfarktüsu Düşünülen İnferior Miyokard Infarktusu Vakalarında Sağ Atrıum Arka Duvar Hareketlerının Tanı Değerı
The Dıagnosıs Value Of Rıght Atrıum Backwall Movements In Cases Of Inferıor Myocard Infarctus Consıdered Of Rıght Ventrıcle Infarcus
Bu çalışmada 1985-1986 yılları arasında, kliniğimiz koroner bakım linitesine yatırılıp tedavi edilen, inferior miyokard infaktüsü ve aynı zamanda sağ ventrukül infarktüsü bulunan 10 erkek hastada, M-mode ekokardiografi ile sağ atrium arka duvar hareketlerinin sağ ventrikül infarktüstinü tanımada değeri araştırıldı.
In this study, it was investigated the value of M-mode echocardiography of the right atrium posterior wall motions in diagnosing right ventricülar involvement in patiencs with acute inferior myocardial infarction. As a result, it was shown that there are no important right atrial posterior wall motions in diagnosing right ventricular involvement while together with these motions and veine pressures have diagnostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Kuzenlerde Fasial Asimetri Ve Konjenital Anomaliler
Selmin Karataylı Özgürsoy, Ulaş Onay, Emine Polat, Tülay Tos
Olgu sunumu
Özeti
Yenidoğan Kuzenlerde Fasial Asimetri Ve Konjenital Anomaliler
FacIal Asymmetry And CongenItal AnomalIes In Newborn CousIns
Yeni doğan bebeklerde fasiyal asimetri her zaman fasiyal paralizi
olduğu anlamına gelmez. Konjenital fasiyal asimetri, doğumsal
travmatik fasiyal paraliziye bağlı olabileceği gibi, “konjenital
asimetrik ağlayan yüz” olarak adlandırılan depresor anguli oris
kasının aplazisi (DAOA) nedeniyle de olabilmektedir. İzole kas
aplazilerine, iskelet, kardiyovaskuler, ürogenital, solunum ve santral
sinir sistemi anomalileri eşlik edebilir. Burada sunulan DAOA’li
hastanın kuzeninde iki elde 8 parmak aplazisi, kalça çıkığı, bilateral
ayak parmaklarında parsiyel kutanöz sindaktili ve ASD mevcuttur.
DAOA, kulak burun boğaz ve pediatri doktorları tarafından bilinmesi
gereken, etiyolojisi netleşmemiş, karşılaşıldığı vakit ek tarama tetkiki
gerektiren, konjenital bir anomalidir.
Facial asymmetry in new-born babies is not always due to facial
paralysis. Congenital facial asymmetry, might as well as be due to
depressor anguli oris muscle aplasia (DAOA), so called “congenital
asymmetric crying facies”. Additional congenital anomalies like
skeletal, cardiovascular, urogenital, respiratory or central nerve
system anomalies can also accompany this disorder. Here, we
present a case with DAOA whose cousin had aplasia of 8 fingers in
two hands, hip dislocation, partial cutaneous syndactyly in bilateral
feet fingers, and ASD. DAOA is a rare congenital anomaly with
unknown etiology; therefore, screening tests should be done when
encountered by otolaryngologists and pediatricians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatit B Aşısı Sonrası Gelişen Morfea
Recep Dursun, İnci Mevlitoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Hepatit B Aşısı Sonrası Gelişen Morfea
Morphea DevelopIng After HepatItIs B VaccInatIon
Hepatit B aşısı sonrası enjeksiyon bölgelerinde morfea gelişen iki olgu sunulmaktadır. Olgulardan kadın olanı 25 yaşındaydı. Olgu sağ kolunun dış kısmında sertleşme ve kahverengi lekelenme şikayetleri ile kliniğimize başvurmuştu. Anamnezinden olgunun kolundaki kalınlaşan bu bölgeden bir yıl önce 4 hafta ara ile iki kez hepatit B aşısı ile aşılandığı ve aşılamadan birkaç ay sonra enjeksiyon bölgelerinde kaşıntı, renk değişikliği ve sertleşmenin ortaya çıktığı, özelliklede yazın güneşte bu şikayetlerinin arttığı öğrenildi. 23 yaşında ve erkek olan diğer olgu ise sağ kolunun üst dış kısmında renk değişikliği, bölgesel sertleşme ve kıllarda dökülme şikayetleri ile polikliniğimize başvurmuştu. Hasta anamnezinde 8 ay önce birer ay ara ile iki kür hepatit B aşısı olduğunu ve aşı yapılan yerlerde 2 ay sonra yukarıda anlatılan şikayetlerin başladığını söyledi. Her iki olgudan da insizyonel biyopsi alındı. Histopatolojik inceleme sonuçları her iki olgu için de morfea ile uyumlu bulundu. Klinik olarak takip edilen hastalarda hastalığın seyrine göre kadın olan olguda plak ve yavaş ilerleyen tipte morfea ve erkek olan olguda da lineer ve hızlı ilerleyen tipte morfea tanısı konuldu. Her iki olguda da sistemik tutulum saptanmadı. Her iki hastaya da lokal ve//veya sistemik tedaviler başlandı.
Two cases of morphea which developed after hepatitis B vaccination at the sides of injection were presented. One of these two patients was a 25 years old female. She referred to our clinic with complaints of brownish spots and hardening on external side of her right arm. In her history she said that she was given hepatitis-B vaccination a year ago, on the thickened parts of her arm, twice with 4 weeks internal. Itching, discoloration and hardening started on these regions 3-4 months later, especially inceasing with exposure to sun. The other case was male and 23 years old. He referred to our clinic with complaints of discoloration, regional hardening, hair fall on the upper part of his right arm. He said that he was given two hepatitis B vaccination 8 months ago with 4 weeks interval. Two months after the innoculation he had the mentioned complaints over the innoculated regions of his arm. Incisional biopsy was taken from both of two cases. Histophathologic examinaton results were found accord with morphea. According to clinic prognosis, plaque and slowly progressive type morphea was found in the female patient and lineer and rapidly progressive type morphea was found in the male patient. Systemic involvement was not determined in both of the two patients. The local and/or systemic treatments were begun to both of the patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nedeni Bilinmeyen Ateşin Nadir Bir Nedeni: Mtfhr-C677t Gen Polimorfizminin Eşlik Ettiği Portal Ven Trombozu
Ramazan Büyükkaya, İbak Gönen, Ayla Büyükkaya, Kürşat Oğuz Yaykaşlı, Fahri Halit Beşir, Beyhan Öztürk, Davut Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Nedeni Bilinmeyen Ateşin Nadir Bir Nedeni: Mtfhr-C677t Gen Polimorfizminin Eşlik Ettiği Portal Ven Trombozu
Fever Of Unknown OrIgIn, WIth Mtfhr-C677t Gene PolymorphIsms And Portal VeIn Thrombus
Nedeni bilinmeyen ateş (NBA), üç haftadan beri devam eden, 38.3ºC’ nin üzerinde seyreden ve hastanın yatışıyla birlikte yapılan bir haftalık incelemelerde etiyolojinin aydınlatılamadığı ateş olarak tanımlanır. NBA’lı hastaların değerlendirilmesi komplekstir çünkü etiyolojide birçok neden bulunmakta ve literatüre her geçen gün yeni sebepler eklenmektedir. 24 yaşında erkek hastanın NBA ve karın ağrısı nedeniyle yapılan kontrastlı bilgisayarlı tomografi incelemesinde portal ven ve süperior mezenterik vende trombüs görüldü. Trombüs etiyolojisi araştırıldığında Metiltetrahidrofolat redüktaz C677T (MTFHR-C677T) gen polimorfizmi saptandı. Hastanın verilen Clexane 0,8 ml 2x1 tedavisinin 5. gününde ateşlerinin düşme eğilimine girdiği, karın ağrısının azaldığı, eş zamanlı takip doppler ultrasonografisinde trombüs görünümünde kısmen regresyon olduğu görüldü. Biz bu makalede NBA’ in nadir bir sebebi olan ve literatürde rastlamadığımız MTFHR-C677T gen polimorfizminin eşlik ettiği portal ve süperior mezenterik ven trombüsünün klinik ve radyolojik görüntüleme bulgularını sunmayı amaçladık..
Fever of unknown origin is defined as the following a temperature greater than 38.3°C (101°F) on several occasions, more than 3 weeks’ duration of illness, and failure to reach a diagnosis despite 1 week of inpatient investigation. Evaluation of patients with FUO is complicated because there are multiple etiologic factors and new ones are adding in literature every day. A 24years old man was performed contrast enhanced CT for FUO and abdominal pain, show trombus in portal vein and superior mezenteric vein. On examination, metiltetrahidrofolate reductase gene polimorphism is detected in the etiology of trombus. The patient’s fever and abdominal pain improved after 5 day treatment of Clexane 0,8 ml. A further doppler sonography show partial regression in trombus by which time the patient’s symptoms resolved. We aimed to present clinical and radiologic imaging findings in a case of portal and superior mesenteric vein trombus associated with MTFHR-C677T gene polimorphism which is a rare cause of FUO and we didn’t meet in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Özgür Pirgon, Ahmet Sert, Mehmet Emre Atabek, Hüseyin Tokgöz
Olgu sunumu
Özeti
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Akrep ZehIrlenmesI Olan BIr Olguda Kalp Tutulumunun KardIyak TroponIn I Ile TakIbI
Akrep zehirlenmesinde ölümlerin esas nedeni kardiyovasküler tutulumdur. Akrep zehirlenmesiyle başvuran hastalarda lokal ağrı ile birlikte kardiyovasküler sistemle ilgili semptom varsa kardiyak enzimlerine bakılmalıdır. Serum troponin I düzeyinin saptanması miyokard hasarına daha spesifiktir. Bu kalp tutulumunun hızlı bir şekilde tespitine ve tedaviye erken başlanmasına olanak sağlayabilir. Kalp tutulumu olan akrep zehirlenmelerinde takip kriteri olarak troponin I’nin kullanılması daha sonra oluşabilecek olayları önleyebilir. Burada akrep zehirlenmesi nedeniyle getirilen 7 yaşında erkek hasta sunulmuştur.
The cardiovascular involvement is the majör cause of mortality in the scorpion envenomation. Cardiac enzymes should be measured if patients with scorpion envenoming have symptoms related to cardiovascular system accompanied with local pain. Serum level of troponin I is a highly specific fort he myocardial injury. It may be allow early establishing of the cardiac involvement and starting to treatment. The using of troponin I as a follow-up criterion in the scorpion envenoming with cardiac involvement may be prevent from events that will ocur later. We presented a 7-year-old boy with scorpion envenoming.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
Aylin Orgen Çallı
Derleme
Özeti
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
The Importance Of Mıcro-Rna’s In Wılms Tumor
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ones Isınları Ile Dorudan Temas Halınde Olmayan Vucut Alanlarında Ortaya Cıkan Der' Malıgnıteler
Mehmet Oğuz Yenidünya, Hüseyin Tol, Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ones Isınları Ile Dorudan Temas Halınde Olmayan Vucut Alanlarında Ortaya Cıkan Der' Malıgnıteler
SkIn MalIgnancIes Occurred On Unexposed Areas
Stk goriikn deri maligniteleri bazo.veliikr kar-sinom. yassi hiicreli karsinom Ye malign me-lanomdur_ Bunlarin ultraviole ile degi§lk de-recelerde oldugu bilinmektedir. Ancak . bazen ultraviolenin dogrudan etkisi altinda olmayan recut alanlarinda da bu ter malignikkre rast-lanmaktadir. Bu. erg azindan ultraviole difEndaki ha4ka bazi faktorlerin de etyolojide rol aldtgrrcl gas-termektedir. Bu makalede son 5 yrlda takip ettigimiz hastalar arasindan bu c$zelliklere sahip olanlar, li-teratiir iltginda sunulmuftur.
The common skin malignancies are basal cell carcinoma, squamous cell carcinoma and malign melanoma. It is well known that they are more or less related to ultraviolet light. However one may encounter these type lesions on unexposed areas. The cases so far treated and followed -up for at least 5 years showed that apart from ultraviolet light, some other predisposing factors are influential on the onset of the diseases. In this presentation the cases that might prone to these predisposing factors are also discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
CavItary Lung DIseases: A RetrospectIve AnalysIs Of 204 PatIents
Kaviteli Akciğer lezyonları bulunan hastalar sıklıkla uzamış hospitalizasyona sebep olmakta, morbidite ve mortalite açısından yüksek risk taşımaktadır. Bu çalışmada 1995-2003 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dallarında kaviter hastalık sebebiyle yatarak izlenen 204 hasta dosyası retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların 142’si (%70) erkek, 62’si (%30) kadındı ve yaşları 6 ila 77 arasında değişiyordu. Kesin tanı göğüs radyogramı veya BT’de kaviter akciğer lezyonu varlığı ile kondu. Yaş, cinsiyet, etiyoloji ve tedavi türüne göre farklılıklar analiz edildi. En sık kaviter hastalık sebebi 73 (%36) olgu ile tüberküloz idi. Kaviter lezyon 114 (%56) olguda sağda, 74 (%36) olguda solda, 16 (%8) olguda bileteral idi. Olguların 145’ine (%71) medikal tedavi verilirken, 59’una (%29) cerrahi tedavi uygulandı. Sekiz olgu solunum yetmezliği nedeniyle eks oldu.
Patients with cavitary lung lesions have a high ris of morbidity and mortality with prolonged hospitalization. In this study 204 patients who were treated in Selcuk University, Chest Diseases and Thoracic Surgery departments between 1995-2003, are examined retrospectively. There were 142 (70%) men and 62 (30%) women aged from 6 to 77. Definite diagnosis was established by the presence of cavitary lung lesion in chest x ray or CT. Variable of age, sex, etiology and type of treatment, were analyzed. The most common cause of cavitary lesion was tuberculosis (36%). There were 114 (56%) right caviation, 74 (%36) left and 16 (8%) bilateral cavitation 59 (29%) cases were treated by a surgery, while 145 (%71) were treated by medical treatment and observation. Six cases were died due to respiratory failure
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kamptodaktili Tedavisinde Farklı Bir Yaklaşım
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Kamptodaktili Tedavisinde Farklı Bir Yaklaşım
A DIfferent Approach For Treatment Of Camptodactyly
Kamptodaktili, proksimal interfalangial (PIP) eklemin antero -posterior düzlemdeki konjenital fleksiyon deformite- sidir. Etyolojide bir çok sebep ileri sürülürken, tedavi için de bir o kadar farklı alternatif ortaya konmuştur. Kliniğimize 1993 -2001 yılları arasında başvuran ve yaş ortalaması 21 olan 11 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tamamında her iki el 5. parmakta kamptodaktili mevcut idi. Cilt kontraktürünü rahatlamak amacıyla “Z ” plasti yapıldıktan sonra dinamik splint ile her iki parmak yaklaşık 6 ay süreyle ekstansiyona alındı. Ortalama takip süresi 20 ay idi ve bu süre içinde hastaların hiç birinde rekürrens görülmedi. Böyle bir tedavinin uygun olgularda ağır cerrahimüdahalelerdeki sürprizlere kapalı ve oldukça kabul edilebilir sonuçları olan bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz.
Camptodactyly is a congenital flexion deformity of the proximal interphalangial joint in the anteroposterior plane. Many factors have been claimed for its etiology and, many alternatives have been proposed for treatment. Eleven patients with an average age of 21 were treated between 1993 and 2001 and included in this study. Ali the patients had bilateral camptodactyly in the fifth finger. After releasing the skin contracture by “Z” plasty, dynamic splint was applied for both fingers in extension for approximately 6 months. The mean follow-up time was 20 mounths and there were no recurrences in any patient. Our method of treatment has no surprises tike extensive surgical treat ment and has acceptable results in selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vezikovajinal Fistül Deneyimlerimiz
Giray Karalezli, Talat Yurdakul, Kadir Karabacak, Recai Gürbüz
Araştırma makalesi
Özeti
Vezikovajinal Fistül Deneyimlerimiz
Our VesIcovagInal Fıstula ExperIences
1983-1998 yılları arasında kliniğimizde tedavi edilen vezikovajinal fistül olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Etyolojik nedenler ve tedavi yaklaşımları tartışıldı. Olguların etyolojik olarak, % 70.6 ‘sı jinekolojik, % 29.4’ü obs- tetrik nedenlere bağlı idi. 3 olgu elektrokoagülasyon, 11 olgu transabdominal-transvezikal, 3 olguda transvajinal yaklaşımla tedavi edildi. İlk girişimler değerlendirildiğinde elektrokoagülasyonda % 66.6 (2/3), transabdominal- transvezikal yaklaşımda % 72.7 (8/11), transvajinal yaklaşımda % 100 (3/3) başarı elde edildi. Transabdominal- transvezikal yaklaşımla başarısız olunan 3 olguda aynı yöntemle yapılan ikinci girişimde başarılı olundu. Sonuçların değerlendirilmesinde morbiditenin azlığı, minimal kan kaybı, sahaya hakimiyet, hastanede kalış süresinin kısalığı ve birlikte olan stress inkontinans’ın düzeltilebilmesi gibi nedenlerle olgu sayımızın az olmasına rağmen transvajinal yaklaşımın tedavide ilk tercih edilmesi gereken yöntem olduğu düşüncesindeyiz.
Vesicovaginal fistula cases treated in our clinic betvveen 1983-1998 has been evaluated retrospectively. Etiologic causes and approaches to treatment have been discussed. 70.6 % of the cases were caused by gynecologic re- asons vvhereas the remaining 29.4 % were due to obstetric reasons. Three cases treated by electrocoagulation, eleven cases by transabdominal-transvesical approach and another three by transvaginal approach. After eva- luation of the results, 66.6% (2/3) success rate has been reached with electrocoagulation while this rate was 100% (3/3) at transvaginal methods and 72.7% (8/11) with transabdominal-transvesical approach. Three cases which failed at the first application of transabdominal-transvesical method ended up with recovery after the se- cond treatment with the same method. Although the number of cases are not enough to give a solid decision, we concluded that the transvaginal approach may be preferred as a first method in vesicovaginal fistula by con- sidering the lesser amount of morbidity, minimum blood loss, easiness of operation and control över the operated area, shorter hospital stay and simultaneous treatment of stress incontinance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Olgu Nedeniyle Negatif Basınçlı Akciğer Ödemi
İnci Kara, Jale Bengi Çelik, Seza Apilioğulları, Derya Kandemir
Olgu sunumu
Özeti
Bir Olgu Nedeniyle Negatif Basınçlı Akciğer Ödemi
NegatIve Pressure Pulmonary Edema
Üst hava yolu tıkanıklığı sonrası gelişen akciğer ödemi önceden tahmin edilemeyen nadir bir klinik durumdur. Bu çalışmada bir olgu nedeniyle negatif basınçlı akciğer ödeminde (NBAÖ) etyoloji, patofizyoloji, teşhis ve tedavi yöntemlerinin tartışılması amaçlandı. Genel anestezi altında jinekolojik cerrahi geçiren bir hastada, ekstübasyon sonrası oluşan laringospazmın çözülmesinin ardından NBAÖ gelişmiştir. NBAÖ’ de erken teşhis ve tedavi, mortalite ve morbiditeyi etkileyebilmektedir.
Pulmonary edema following the obstruction of an upper airway is an uncomman and unpredictable clinical situation. In this case report, it was aimed to discuss the ethiology, pathophsiology, diagnosis and treatment methods of negative pressure pulmonary edema (NPPE) that developed just after the resolution of laringopasm in the patient who underwent to gynecologic operation. Early diagnosis and treatment can affect the mortality and morbidity in NPPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Adem Yaşar, Kayhan Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Concha Bullosa: FIenquency In ChronIc NonallergIc SInusItIs And EffectIvIness Of EndoscopIc Surgery On PrognosIs
Konka bülloza intranazal anatominin önemli varyasyonlarından bir tanesidir. Bu çalışmada paranazal sinüs en feksiyonu olan 86 hasta lateral nazal duvar anatomik varyasyonları açısından BT ile araştırılmıştır. Hastaların %22’sinde en az bir tarafta konka bülloza tesbit edilmiştir. Paranazal sinüs enfeksiyonlarının konka büllozaya bağlı olmaksızın da gelişebildiği, konka bülloza tesbit edilen hastalardan 15’ine yapılan endoskopik cerrahi girişim sonucunda, endoskopik cerrahinin sinüzit tedavisinde yararlı olduğu görülmüştür.
Concha bullosa is a common anatomical variant of intranasal anatomy. Eighty-six patients who had paranasal sinüs infection were evaluated with CT for lateral nasal wall variations. İt was found that 22 % of the patients had concha bullosa at least on one side. İt was seen that paranasal sinüs infections developed vvithout concha bul losa and on the other hand, 15 patient that operated endoscopic surgery was shovvn that this prosedüre is useful for the treatment of sinusitis in cases with concha bullosa.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Yahya Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Acute MyocardIal InfarctIon DurIng Early Preg-Nancy
37 ya§inda harm. anteroseptal bOlgede akut mi-yokart infarktiisii (AM!) lie koroner yogun bakim iinitesinde yattrrldr. Son adet kanamasunn 01- madrgou burada farketti. Yaptirrlart test sonunda ge-belik oldugu anlapich. Gebeligin ilk aymdaydr. in-farktusiin akut doneminde komplikasyon olmadt. Sonraki aylarcla yaprlan takiplerinde rahattr. drizenli kullanrldi. Gebeligin sekizinci ayinda 1800 gr dogum agirlikli vaginal yoldan prernatiir dogum oldu. Gehe hammlarm gogiis agrilarr miyokart in-farktiisli yOniinden iyi degerlendirilmeli, yac, hi-pertansiyon, sigara igme, fazla kilo, wile oykiisii gihi risk faktorleri araorrilmaltchr.
A 37 - year old woman was admitted to the co-ronary care unit (CCU) with the diagnosis of acute anteroseptal myocardial infarction. Three days post admission to the coronary care unit upon history of her menstrual status a pregnancy test was done and found to he positive. Her CCU care was continued and discharged without any complications. Her later phases of pregnancy was uneventful and underwent premature vaginal delivery at 8 months. This re-inforces the idea of close follow up of pregnant women with respect to possible angina pectoris if history reveals hypertension, diabetes. SMDking. overweight and other risk factors of myocardial in-farction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Büyük Skrotal Lipom
Kadir Yılmaz, Selçuk Güven, Okan İstanbulluoğlu, Erkan Arslan, Hacı Hasan Esen, Mehmet Kılınç
Olgu sunumu
Özeti
Büyük Skrotal Lipom
MassIve Scrotal LIpoma
Lipomlar en sık rastlanan testis dışı skrotal kitlelerdir. Genellikle spermatik korddan gelişirler. Etyolojisi bilinmez ancak konstitisyonel faktörlere, obesiteye bağlanır. 5. ve 6. onyıllarda daha sık rastlanır. Bu olgu sunumunda 70 yaşındaki erkek hastada saptanan sıradışı, büyük bir skrotal lipom anlatılmaktadır.
Lipomas are the most common extratesticular scrotal neoplasms and they most often originate from the spermatic cord. The etiology is unknown but linked to a constitutional factors, obesity, an its presentation is more frequent in the sixth or fifth decade. In this case, an unusual massive scrotal lipoma that occured in 70 years old man is described.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Mustafa Kürşat Evrenos, Merve Özkaya Ünsal
Araştırma makalesi
Özeti
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Treatment Of Cutaneous MucormycosIs In PatIents WIth CortIcosteroId Treatment After Trauma
Amaç: Mukormikozis, invaziv yumuşak doku nekrozu yapabilen ve agresif seyirli nadir bir fırsatçı mantar enfeksiyonudur. Genellikle immun sistem yetersizliği olan hastalarda görülürken, nadiren immunkompetan hastalarda da karşılaşılabilir. Bu yazıda, travma sonrası kısa sureli kortikosteroid tedavisi alan ve ardından fasiyal kutanöz mukormikoz gelişen 4 immunkompetan olgunun prognoz ve tedavisi bildirilmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 2016 – 2018 yılları arasında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi’ne travma sonrasında başvuran, intrakranial veya spinal patolojileri nedeniyle kısa sureli kortikosteroid tedavisi alarak immun sistemi baskılanmış olan ve fasiyal kutanöz mukormikoz tanısı alan dört adet hasta dahil edildi. Prognoz, medikal ve cerrahi tedavi sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Malar ve maksiller bölge tutulumu olan bir hastada seri debridmanlar ve medikal tedavilerle kür sağlandı. Serbest fleplerle rekonstruksiyon yapılan hastada estetik ve fonksiyonel olarak kabul edilebilir sonuçlara ulaşıldı. 2 hastanın tedavisi tamamlandıktan sonra lokal fleplerle onarımı yapıldı. Bir hastaya, fungal osteomiyelit ve intrakraniyal inflamatuar değişiklikleri bulunması nedeniyle onarım operasyonu yapılamadı. Bu hastanın takiplerinde MR görüntülemelerinde regresyon saptandı.
Sonuç: Multitravma sonrasında, kontamine yara enfeksiyonu meydana gelen ve kısa dönem için bile olsa kortikosteroid tedavisi alan hastalarda mukormikozisin akılda tutulması gerekmektedir. Seri, tekrarlayan ve agresif debridmanlar yapılmalı, rekonstruksiyon planı enfeksiyonda kür sağlandıktan sonra yapılmalıdır.
Objective: Mucormycosis is an infrequent opportunistic fungal infection which may cause an aggressive and invasive soft tissue necrosis. It is usually developed in patients with immune system deficiency, and rarely seen in immunocompetant patients. We report prognosis and treatment of the immunocompetant patients that developed facial cutaneous mucormycosis after short term corticosteroid therapy.
Material and Method: The patients who were admitted to Manisa Celal Bayar University Hospital after multitrauma and given short term corticosteroids due to cranial and spinal injuries and became immuncompromised and diagnosed as facial cutaneous mucormycosis between 2016 and 2018 were included in the study. Prognosis, medical and surgical treatment outcomes of therapy is reported.
Results: One patient with malar and maxillary involvement was treated with medical therapy and serial debridements and infection was cured. Reconstruction with free flaps were done, acceptable functional and aesthetic results were achieved. Two patients had adequate therapy and reconstructed with local flaps. One patient was not operated due to recurrent fungal osteomyelitis and intracranial inflammatory findings, and regression in MRI was seen.
Conclusion: Mucormycosis should be kept in mind in contaminated wound infections in patients who have been treated with corticosteroids even for a short time after multitrauma. Rapid, repetitive and aggressive debridemants should be performed and reconstruction should be planned after cure of the fungi.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Şilotoraksla Başvuran Non-Hodgkin Lenfoma Olgusu
Fikret Kanat, Şebnem Yosunkaya, Dilek Kırbıyık, Oktay İmecik
Olgu sunumu
Özeti
Bilateral Şilotoraksla Başvuran Non-Hodgkin Lenfoma Olgusu
A Case WIth Non-HodgkIn's Lymphoma PresentIng WIth BIlateral Chylothorax
Plevral sıvı süt görünümünde ya da bulanık olduğunda, santrifüj edildikten sonra da bu halini koruduğunda, hemen daima sıvının lipit içeriği yükliği sözkonusudur. Plevral sıvı yüksek lipit seviyesi iki durumda olur:Şilöz ve şiliform sıvılar. Bu iki durumun birbirinden ayrılması önemlidir çünkü prognoz ve tedavileri farklıdır. Nontravmatik şilotorakslarda altta yatan neden genellikle malignitelerdir. Kliniğimizde yaygın mediastinal lenfadenopatiler ve bilateral şilotoraksla seyreden non-Hodgkin lenfoma (NHL) tanısı konan ve kemoterapi uygulanarak tedavi edilen 60 yaşındaki kadın hastayı sunuyoruz.
At times, pleural fluid is milky or turbid. When the milkiness or turbidity persists after cetrifugation it is almost always due to high lipid content of the pleural. High levels of lipid accumulate in the pleural fluid in two situations: Chylous and chyliform pleural effusions. It is important to differentiate these two conditions because the prognosis and management are completely different. The most common causes of the nontraumatic chylothorax are malignancies. We report a 60 year old female patient diagnosis of non-Hodgkin’s Iymphoma with huge mediastinal Iymphadenopathies and bilateral chylothorax. We treated her with chemoterapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adenoid Hiperplazisinin Seröz Otitis Media Etyolojisinde Rolü
Ahmet Eyibilen, Ziya Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Adenoid Hiperplazisinin Seröz Otitis Media Etyolojisinde Rolü
The Role Of AdenoId HyperplasIa In EtIology Of Serous OtItIs MedIa.
Adenoid hiperplazisinin seröz otitis media(SOM) oluşumundaki etkisi yıllardır tartışılmakta olan bir konudur. Önceleri adenoidin kitlesel özelliğinin SOM' a yol açtığı söylenirken, son zamanlarda enfektif özelliğinin etkisinden bahsedilmektedir. Bu çalışmada adenoidektomi uygulanan 100 çocukta ortalama adenoidal- nazofarengeal oran (0.74±0.08) bulundu ve adenoidal-nazofarengeal oranın (A NO) SOM ile ilişkisi araştırıldı. A NO ile SOM arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı (t=0.06, P>0.5). Aynı şekilde ANO ile negatif orta kulak basıncı arasında da istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı(t=0,06, P>0,05).
The influence of adenoid hyperplasia on occurence of serous otitis media(SOM) has been discussed for many years. Previously, it was thouhgt that the size of adenoid lead to serous otitis media, but recently its infective property is accussed. İn this study, Adenoidal-nasopharyngeal ratio(ANR) was found (means 0.74+0.08) in 100 children who undergone adenoidectomy operation, and also the relationship between ANR and SOM was investigated. There vvas not any statistically significant relationship betvveen ANR and SOM(t=0.06, P>0.5). At same time, there was not any statisticallysignificant relationship betvveen ANR and meadle ear pressure(t=0,06, P>0,05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Haluk Gümüş, Ekrem Akkurt, Faruk Ömer Odabaş, Halim Yılmaz, Ramazan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Moyamoya DIsease: Case PresentatIon And RevIew
Moyamoya hastalığı ön ve orta serebral arterler ile internal karotid arterler arasındaki sahada obstrüksiyon veya stenoza bağlı olarak oluşan, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve anjiyografik olarak tanımlanan bir durumdur. Erişkinlerde hemoraji, çocuklarda iskemi sıklıkla başlangıç semptomlarıdır. Bu yazımızda baş ağrısı, bulantı, kusma ve sol hemiparazi şikayetleri ile acil servisimize başvuran ve radyolojik bulguları sağ basal ganglion hemorajisini gösteren 21 yaşında erkek hastada teşhis edilen bir Moyamoya Hastalığı vakası sunuyoruz.
\r\n
Moyamoya disease is an entity, which is caused by obstruction or stenosis in the area between the internal carotid artery, and anterior and middle cerebral arteries, identified angiographically, and does not have an exactly known etiology. The most frequent symptoms of onset are hemorrhage in adults and ischemia in children. In this paper, we present a case of Moyamoya disease which was diagnosed with a 21 year old male patient who was admitted to our emergency department with headache, nausea vomiting and left hemiparasi complaints and whose radiological findings showed right basal ganglia hemorrhage.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
Kenan Demir, Hakan Akıllı
Olgu sunumu
Özeti
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
A Rare Case Of CongenItal Heart DIsease In An Unoperated Adult PatIent SIngle VentrIcule
Tek ventrikül nadir görülen bir konjenital kalp hastalığıdır. Prognozunun kötü olması nedeni ile cerrahi tedavi uygulanmadan erişkin yaşa ulaşan hasta sayısı azdır. Literatürde 5-6. dekata ulaşan vakalar bildirilmektedir. Sunacağımız vakayı ülkemizden bildirilen, opere edilmeden en ileri yaşa ulaşan tek ventrikül olgusu olması ilginç kılmaktadır.
Single ventricle is a rare congenital heart disease. The number of patients who reach to adult age without surgical operation due to poor prognosis are rare. There are publications that report cases reached to 5 to 6 decades in the literature. What makes the present case interesting is that it is the single ventricule that reaches the oldest age without operation reported in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Abdulkadir Yasir Bahar, Ülkü Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Ebv IncIdence In DIffuse Large B-Cell Lymphoma: A SIngle Center DescrIptIve Study
ÖZET
Amaç: Diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) hastalarında klinik ve prognostik heterojenite gözlendiğinden prognostik ve prediktif faktörlerin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu faktörlerin sıklığı coğrafi ve etnik farklılıklar göstermektedir. WHO 2017 revize 4. baskısına dayanarak merkezimizde R-CHOP ile tedavi edilen DLBCL hastalarının prognostik, prediktif faktörlerini ve EBV insidansını yeniden değerlendirmeyi ve tartışmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemizde 2007-2017 yılları arasında tanı almış ve R-CHOP ile tedavi edilmiş DLBCL-NOS'lu hastalar çalışmaya dahil edildi. 104 hastada; CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67 ve p53 ekspresyonlarını immünohistokimyal olarak ve EBV encoded RNA (EBER) in situ hibridizasyon ile değerlendirildi. Revize Uluslararası Prognostik İndeks (R-IPI) skoru ve genel sağkalım süresi hesaplandı.
Bulgular: Çalışmada 56 erkek (% 53,8) ve 48 kadın (% 46,2) mevcuttu. Ortanca yaş 64,5 idi. Hastaların % 59,6'sında hastalık nodal başlangıcı iken, % 40,4'ünde ekstranodal başlangıç mevcuttu. GCB subtipin % 26,5’inde, non-GCB subtipin % 43,6’sında ileri stage (III-IV) mevcuttu (p = 0,049). Yüksek R-IPI skor, GCB subtipte % 40 ve non-GCB subtipte % 54,5 oranında gözlendi (p = 0,028). Non-GCB subtipte sağkalım anlamlı olarak düşüktü (log-rank testi p = 0,003). Batı popülasyonlarında bildirildiği gibi EBV sıklığı yaklaşık % 3 idi. Double ekspressör lenfoma (DEL) sıklığı % 8,7 idi ve bu durumun inferior sağkalım ile ilişkili olduğu gösterildi (p = 0,045). De novo CD5 + DLBCL oranı % 13 olarak bulundu ve aynı zamanda inferior sağkalım ile de ilişkili idi (p = 0,013). CD30 + DLBCL oranını da % 11,5 olarak bulundu, ancak prognoz ile anlamlı bir ilişki kurulamadı.
Sonuç: DLBCL-NOS’da ayrıntılı alt tipleme ve prognostik faktörlerin detaylandırılmasını gerekmektedir. Çalışmamızda DEL durumu ve De novo CD5 + DBBHL sıklığı ile düşük sağkalım arasında ilişki gösterilirken. CD30 + DLBCL ile prognoz arasında anlamlı bir ilişki gösterilememiştir. Ayrıca EBV pozitif 3 olgu saptanmış olup bunlardan 2’si yeni sınıflamaya göre ‘EBV pozitif büyük B hücreli lenfoma’ olarak sınıflanması uygundur.
Anahtar kelimeler: Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma; Prognostik faktörler; Sağkalım
Abstract
Aim: Since clinical and prognostic heterogeneity is observed in diffuse large B-cell lymphoma (DLBCL) patients, it is vital to determine its prognostic and predictive factors. The frequency of these factors varies geographically and ethnically. We aimed to reevaluate and discuss the prognostic and predictive factors of DLBCL patients who have been treated with R-CHOP in our center based on the WHO 2017 revised 4th edition. We also investigated the incidence of EBV in DLBCL-NOS.
Patients and Methods: Patients with DLBCL-NOS diagnosed previously in our hospital between 2007-2017 and treated with R-CHOP were included in the study. We evaluated the expressions of CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67, and p53, by immunohistochemistry, and EBV encoded RNA by in situ hybridization in 104 cases of DLBCL-NOS. The Revised International Prognostic Index (R-IPI) score and the overall survival time was calculated.
Results: The study included 56 men (53.8%) and 48 women (46.2%). The median age was 64.5 years. In 59.6% of the patients, the disease had a nodal beginning, whereas in 40.4% of the patients it had an extranodal presentation. High stage (III-IV) was present in 26.5% of the GCB subtype and 43.6% of non-GCB subtype (p=0.049). A high R-IPI score was observed in 40% of GCB subtype and 54.5% of non-GCB subtype (p=0.028). Survival was significantly lower in the non-GCB subtype (log-rank test p=0.003). The EBV frequency was about 3% as it is reported in Western populations. The frequency of DEL status was 8.7%, indicating that it was associated with inferior survival (p=0.045). De novo CD5+ DLBCL ratio as 13% and it was also associated with inferior survival (p=0.013). We also found CD30+ DLBCL ratio as 11.5%, but we could not establish a significant relationship with prognosis.
Conclusion: DLBCL-NOS requires detailed subtyping and elaboration of prognostic factors. The frequency of DEL status and De novo CD5+ DLBCL indicated that it was associated with inferior survival. However, we could not establish a meaningful relationship of CD30+ DLBCL with prognosis. Three EBV positive cases were identified and two of them were classified as ‘EBV positive large B cell lymphoma’ according to the WHO 2017 revised 4th edition.
Keywords: Diffuse Large-Cell Lymphoma; Prognostic Factors; Survival
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toplumumuzda Duputytren Kontraktürü Var Mı?
İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Toplumumuzda Duputytren Kontraktürü Var Mı?
Are These Duputyren's Contractures In Our CommunIty
Kont Chigot Dupuytren tarafından (1831) tanımlandığından beri üzerinde çalışılan bu hastalığın halen etiyolojisi ve patogenezi tam açıklık kazanmamıştır. Son beş yıl içerisinde cerrahi girişim yaptığımız 21 olgumuzu kanakların ışığı altında tartıştık. Olgulardan 6'sı bilateral olmak üzere toplam 27 ele yaptığımız Z plasti veya Skoog kuadrangular deri kseileri ile regional veya total palmar fasiyektomi operasyonları, Michon-Tubiana değerlendirme tablosuna göre aldığımız sonuçlar sunuldu. Türk tıp kaynaklarında bu hastalığın yeri araştırıldığında yok denecek kadar az olduğunu saptayarak dikkati çekmek üzere konu rapor edilmiştir.
The etiology and pathogenesis of Dupuytren contractures, which have been studied and deseribed by Cont Chigot, since 1831 is not clear yet. We have discussed the 21 cases which we operated during the last five years. We compared these with the literature. We have operated on 27 hands by regional or total fasciectomy using Z plasty or Skoog's quardran-gular skin incision. We compared our results by Michon-Tubiana's clas-sification table. We have tried to draw attention to this conditions because very few cases have ben reported in Turkish Medical Literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
Zeynettin Kaya, Kenan Demir, Mehmet Alparslan Küçük, Hasan Kara
Olgu sunumu
Özeti
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
MyocardIal BrIdge WhIch Cause Total OcclusIon
Miyokardiyal kas bandı(MKB) koroner arterlerin doğumsal sık bir anomalisidir. MKB sıklıkla asemptomatiktir ancak göğüs ağrısına, miyokard enfarktüsüne, çok nadiren yaşamı tehdit edici aritmilere hatta ani ölüme neden olabilmektedir. Kardiyoloji kliniğimize tipik göğüs ağrısı ve elektrokardiyografide anterior iskemi bulguları ile başvuran 44 yaşında erkek hastada yapılan koroner anjiyografide sol inen koroner arter orta segmentte tam tıkanmaya neden olan kas bandı saptandı. Bizler bu vaka ile MKB’nın semptomlara neden olma mekanizmasını, mevcut medikal ve girişimsel tedavi seçeneklerini ve MKB uzun dönem takip sonuçlarını tartışmayı hedefledik.
Myocardial bridge(MB) is common congenital anomaly of coronary arteries. Altough MB is generally asymptomatic, it can manifest as angina pectoris, acute myocard infarction, very rarely fatal cardiac arrhythmias and even sudden death. 44 years old man admitted to our cardiology clinic with typical chest pain and signs of anterior ischemia at electrocardiography, coronary angiography was performed and a myocardial bridge which cause total occlusion at mid-segment of left anterior descending artery detected. In this case report we aimed to discuss mechanism of symptoms, medical and invasive theraphy options and long term follow outcomes in MB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Tromboembolızm
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Kazım Gürol Akyol, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Tromboembolızm
Pulmonary Thromboembolısm
Pulmoner arterin ve dallannin kan yolu ile gelen trombus hava, yag, tumor parcast gibi bir cisimle ani olarak tikanmasidir (1). ABD'lerinde her yil yakla§ik 630 bin ki§i pulmoner emboliye maruz kalmakta yakla§ik 200 bin ki§i ise olmektedir. Te§his edi-lebilen ve tedavi altina alinanlarda mortalite % 8 ci-vartnda iken, to his edilemeyenlerde % 30'a yak-la§maktadir (2). Vakalann % 331inde derin den trombozu tespit edilmi§tir (3,4). Pulmoner tromboembolizm 19. assn ba§lanndan bed bilinen bir komplikasyondur. Onceleri trom-bils'Un arterin icinde oldugu du unulmu ancak daha sonralan embolik oldugu tammlanmi§tir. 1858`de Wirchow ilk defa pulmoner trombils diye isim-lendirilen hadisenin emboli oldugunu deneylerle ispat etmi§ ve bir triad tanimlarni§nr. Buna gore damar duvannda lokal travrna, kanin pihtila§maya egilimi ye stazdrr (5). Bu faktorler etyolojide hala gegerliligini korumaktadir. ETYOLOJI Pulmoner tromboemboliye yol acan nedenler, ba§ta trombusler olmak lizere:yag, hava, amnion tumor dokusu, parazit yumurtalan, kateter gibi yabanci cisimlerdir. Mitral stenozunda ye de-kornpanze vakalarda olmak iizere ortalama 3 kardiak otopsinin l'inde pulmoner arterde emboli bu-lunmu§tur. Ka1p yetmezligi olan atrial fibrilasyonlu veya myokard infarktusii gecirmi§ vakalarda sag kalp trombiis kaynagi olabilir. Aynca ventiz trom-bozu kolayla§tiran faktorlerde pulmoner enribolinin risk faktorleri arasindadir. Pulmoner emboli riskinin arttigi durumlar.
It is the sudden occlusion of the pulmonary artery and its branches by an object such as thrombus air, fat, tumor parcast coming through the bloodstream (1). In the USA, about 630 thousand people are exposed to pulmonary embolism every year and about 200 thousand people are exposed to it. While the mortality rate is 8% in those who can be diagnosed and are treated, it approaches 30% in those who cannot be felt (2). Deep thrombosis was found in 33% of the cases (3,4). Pulmonary thromboembolism is a known complication from the beginning of the 19th pain. Previously, the thrombus was thought to be inside the artery, but later it was defined as embolic. In 1858, Wirchow first demonstrated that the so-called pulmonary thrombosis was an embolism, and he described a triad. Accordingly, local travnia at the wall of the vessel stays with the tendency of the blood to clot (5). These factors still maintain their validity in etiology. ETIOLOGY The reasons leading to pulmonary thromboembolism are mainly thrombi and lysis: fat, air, amnion tumor tissue, parasite eggs, foreign bodies such as catheters. Pulmonary artery embolism was found in 1 out of 3 cardiac autopsies on average, with mitral stenosis being in de-cornized cases. The right heart may be the source of thrombi in cases with atrial fibrillation or past myocardial infarction. In addition, factors that facilitate ventricular thrombosis are among the risk factors for pulmonary enriboli. Situations where the risk of pulmonary embolism is increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezi Sonrası Diplopi Gelişimi
Soner Demirel, Ercan Özsoy, Elvin Güner, Ahmet Yegenoğlu, Neslihan Avcı
Olgu sunumu
Özeti
Spinal Anestezi Sonrası Diplopi Gelişimi
Development Of DIplopIa After SpInal AnesthesIa
Spinal anestezi, birçok cerrahide yaygın olarak kullanılan
bir yöntemdir. Ancak, kranial sinir parezileri gibi bazı nörolojik
komplikasyonları da bildirilmektedir. Beyin omurilik sıvısının (BOS)
kaçağına bağlı olarak, VI. kranial sinir hasarına ve çift görmeye yol
açabileceği ifade edilmektedir. Diğer kranial patolojilerinden ayrımı
yapıldıktan sonra, hasta çift görmesi hakkında bilgilendirilmeli ve bol
sıvı alması önerilmelidir.
Spinal anesthesia is a widely used method in many surgeries. However, some neurological complications are reported including cranial nerve paresis. The cerebrospinal fluid (CSF) leakage was defined may lead to VI th cranial nerve damage and diplopia. After distinction from other cranial pathologies, the patient must be informed about the prognosis of diplopia and should be offered take plenty of fluids.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beslenmenın Kanser Üzerıne Etkısı
Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Beslenmenın Kanser Üzerıne Etkısı
The NutrItIon And Cancer
Normal hücrede ortaya çıkan bir "mutasyon" sonucu geliştiği kabul edilen kanserin oluşumunda bir tek değil, değişik faktörlerin rol oynadığı bilinmektedir. Kanserin geliştiği doku veya organ için bu faktörler de farklılıklar göstermektedir. Oluşan bir kanserin etiyolojisinde etkili olan faktörlerin tespit edilmesi kompleks yaklaşım ve çalışmaları gerektirir. Ancak genel olarak kanserle ilgili faktörleri, kanser riskini artıranlar, kanser riskini azaltanlar ve kansere sebep olanlar şeklinde gruplandırmak mümkün olmaktadır. Diyet her üç grupla da ilişkisi bulunan bir "faktörler topluluğunu" oluşturur. Bu derleme çeşitli organ kanserleri üzerine diyetin etkisini araştırmak ve elde edilen bilgiler ışığında alınabilecek tedbirleri ortaya koymak amacıyla hazırlanmıştır.
It is known that different factors, not a single one, play a role in the formation of cancer, which is accepted to develop as a result of a "mutation" in a normal cell. These factors also differ for the tissue or organ in which the cancer develops. Determining the factors that affect the etiology of a cancer requires complex approaches and studies. However, in general, it is possible to group cancer-related factors as those that increase the risk of cancer, those that reduce the risk of cancer, and those that cause cancer. Diet constitutes a "community of factors" associated with all three groups. This review has been prepared to investigate the effect of diet on various organ cancers and to reveal the measures that can be taken in the light of the information obtained.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mahmut Mutlu, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Ömer Şafak, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
The Results Of TranspedIcular FIxatIon Of Unstable Thoracolumbar Vertebral Fractures
Nisan-1990 ve Mayıs-1997 tarihleri arasında 101 hastanın vertebra kırıkları cerrahi olarak tedavi edildi. Ortalama takip süresi 27 ay idi. Yetmiş erkek ve 31 bayan hastanın ortalama yaşı 35.9 olarak bulundu. En sık birinci lumbar vertebra etkilenmişti. 94 burst kırığı, 22 kompresyon kırığı, 4 kırıklı-çıkık ve 1 emniyet kemeri yaralanması tespit edildi. Nörolojik durum, 59 hastada Frankel-E, 14 hastada Frankel-A düzeyindeydi. Ortalama lokal kifoz açısı24 derece ve anterior kompresyon yüzdesi %40.7 idi. Ortalama spinal kanal tutulumu %44.5 olarak bulundu. Ame liyatlar ortalama dörtbuçuk gün içinde yapıldı. Ameliyat sonrası tüm hastalarda korse kullanıldı. Komplikasyonlar; bir hastada sreprospinal sıvı fistülü, iki yüzeyel enfeksiyon ve bir bası yarası olarak gözlendi. Nörolojik kaybı olan onsekiz hasta kısmi olarak, iki hasta ise tam olarak düzeldi. Bu kırıkların tespitinde 394 transpediküler vida kul lanıldı. Otuzbir vida eğilmesi, 9 vida kırılması ve 19 vida yer değiştirmesi tespit edildi. Transpediküler fiksasyon to- rakolumbar vertebra kırık cerrahisinde etkili bir tedavi yöntemi olarak bulundu. Sonuç olarak, iyi seçilmiş vakalarda vertebra kırıklarının posterior yaklaşımla cerrahi tedavisi, komplikasyonları ol makla birlikte etkili bir tedavi metodu olarak bulundu.
Betvveen April 1990 and May 1997, 101 patients with unstable thoracolumbar vertebral fractures were treated operatively. The mean follow-up was 27 (3-66) months. There were 70 men and 31 women. The mean age was 35.9 (18-69) years. Etiology was falling from a height in most of them (56.4%). The delay from the original trauma to the presentation ranged from 2 hours to 7 days. First lumbar vertebra was affected mostly (35.5%). According to the Deniş classification, there were 94 burst fractures, 22 compression fractures, 4 fracture-dislocations and one seat-belt injury. Fiftynine patients had Frankel type E, and 14 had Frankel type A neurologic status. The me- dium angle of local kyphosis was 24° and the percentage of anterior compression was 40.7%. The percentage of average spinal canal involvement was 44.5%. The average time after the trauma till the operation was 4.5 days (6 hrs-20 days). The mean operative time was 135 minutes and 2.8 units of whole blood transfusion was used on the average, intraoperatively. Postoperative bracing was applied to ali of the patients. One CSF fistula, two su- perficial infections and one pressure sore were noted as early complications. Eighteen patients with neurologic deficits had partial, and two patients had full recovery. 394 transpedicular screvvs vvere used and there vvere 31 (7.8%) bent screvvs, 9 (2.2%) screvv breakages and 19 (4.8%) screvv migrations. Transpedicular fixation was found to be an effective method for thoracolumbar vertebral fracture surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Şamil Ecirli, Ali Borazan, Sefa Yavuz, Ahmet Temizhan, Selda Çam
Derleme
Özeti
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Report Of Two Cases Of Adult Onset StIlI DIsease And RevIevv Of The LIteratüre
Erişkin Stili Hastalığı, etiyoiojisi bilinmeyen sistemik bir hastalıktır. Klinik ve laboratuar özellikleri patognomonik değildir. Teşhisi zor olup, enfeksiyon hastalıkları, hematolojik ve otoimmün hastalıklar ekarte edildikten sonra Yamaguchi kriterlerine göre tanı konulur. Tedavisi çok iyi belirlenmemiş olup; steroidler, sistemik belirtilerin ve ateşin kontrolü için son derece etkilidir. Erişkin başlangıçtı Stili hastalığının spesifik tanı ve tedavisi için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır. Biz burada, Stili hastalığı belirlediğimiz 2 vakayı sunmayı ve literatürü gözden geçirmeyi amaçladık.
Adult onset Still’s disease is a systemic disease of unknovvn etiology. Clinical and laboratory features are not pathognomonic. The diagnosis is difficult and based upon Yamaguchi’s criteria after exclusion of infectious diseases, hematologic process or autoimmune diseases. Treatment is not well codified but steroids represent the most efficient therapy to control fever and systemic manifestations. Search for new treatments and specific markers of adult onset Still’s disease are needed. İn this study, we present the cases of two patients with adult onset Still’s disease and revievv of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
Turgut Teke, Emin Maden, Aysel Kıyıcı, Durdu Mehmet Yavşan, Hüseyin Çiçek, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
The Effect Of NonInvasIve VentIlatIon On Plasma BraIn NatrIuretIc PeptIde (bnp) And TroponIn In Copd PatIents WIth HypercapneIc RespIratory FaIlure
Kronik obstrüktif akciğer hastalığında (KOAH) yüksek BNP değerleri ile mortalite arasında ilişki olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada non-invaziv ventilasyonun (NIV) pro-BNP ve troponine etkisi araştırılmıştır. Bu çalışmaya KOAH’lı 58 hasta alınmıştır. Hastalar NIV uygulananlar (n:41) ve uygulanmayanlar (n:17) olarak iki gruba ayrıldı. Kontrol grubunda ve NIV uygulananlarda tedavi öncesi ve sonrası pro-BNP ve troponin değerleri ölçüldü. Başlangıçta NIV grubunda hem pro-BNP (2013.95 pg/ml) hem de troponin (0.17 ng/ml) seviyeleri kontrol grubundan (sırasıyla 328.9 pg/ml, 0.02 ng/ml) anlamlı olarak belirgin yüksekti (p0.05). Solunum yetmezliği gelişen şiddetli KOAH akut alevlenmelerinde pro-BNP ve troponin seviyeleri belirgin artmaktadır. Bu artış KOAH alevlenmelerinde alevlenmenin şiddetine bağlı olarak sağ ventrikül yüklenmesinin ve pulmoner hipertansiyonun daha fazla olabileceğini ve buna miyokard hasarının da eklenebileceğini düşündürmektedir. NIV tedavisi hiperkapnik solunum yetmezliğinin geliştiği KOAH akut alevlenmelerinde artmış pro-BNP seviyelerini miyokard hasarını arttırmadan güvenli bir şekilde düşürmektedir.
It was reported that there is relationship between high brain natriuretic peptide (BNP) levels and mortality in chronic obstructive pulmonary disease (COPD). In this study, we investigated effect of NIV to the BNP and troponin. Fifty eight cases with COPD were enrolled to this study. The patients were divided into two groups as cases receiving NIV (n:41) and cases not receiving NIV (n:17). In both groups pretreatment and posttreatment pro BNP and troponin levels were measured. Initially, in NIV group both pro-BNP (2013.95 pg/ml) and troponin (0.17 ng/ml) levels were significantly higher than those of control group (328.9 pg/ml and 0.02 ng/ml, respectively) (p0.05). In conclusion, in severe COPD acute exacerbations that develop respiratory failure, both pro-BNP and troponin levels increase significantly. This increase suggests that in COPD exacerbations, depending on severity of exacerbation right ventricle load and pulmonary hypertension may be more prominent and myocardial injury may accompany this. In COPD exacerbations, NIV treatment could safely decrease the increased pro-BNP levels without increasing the myocardial injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Abortuslarda Kromozomal Düzensizliklerin Rolü
Hatice Gül Dursun, Ayşegül Zamani, Aynur Acar, Mehmet Cengiz Çolakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Abortuslarda Kromozomal Düzensizliklerin Rolü
The Role Of Chromosomal AbnormalItIes On Spontaneous AbortIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Laboratuvarına gönderilen düşük materyalleri üzerinde gerçekleştirilen bu çalışmada; düşük materyallerindeki kromozom düzensizliklerinin tip ve insidansının belirlenmesi amaçlandı. Bu amaçla 54 düşük materyali geleneksel sitogenetik tekniklerle kültüre alındı ve karyotiplendi. 15 materyalde (%27.8) kromozomal düzensizlik tespit edildi. Bu düzensizlikler arasında en çok trizomilerin yer aldığı saptandı (%53.4). Trizomileri, %26.6 ile poliploidiler ve %20.0 ile monozomi X izlemiştir. Trizomiler; 15, 18 ve 21. kromozomların trizomilerini kapsarken, poliploidilerin yarısını triploidi, yarısını da tetraploidi oluşturuyordu. Çalışmadan elde edilen bulgular; kromozomal düzensizliklerin spontan abortusların etyolojisinde önemli bir paya sahip olduğunu ve bu nedenle düşük materyallerinin sitogenetik değerlendirmesinin hem hasta hem de hekim açısından önem taşıdığını göstermektedir.
İn this study that was performed on spontaneous abortions refferred to Department of Medicial Genetics of Medical Faculty of Selçuk University, detection of the incidence and type of chromosomal abnormalities in spontaneous abortions was aimed. With this aim; the specimens from 54 spontaneous abortions were successfully cultured and karyotyped by using conventional cytogenetic techniques. 27.8 % of karyotyped abortions were found to have a chromosomal abnormality. Autosomal trisomy was the predominant chromosomal abnormality and accounted for 53.4 % ali abnormal abortions, followed by poliploidy (26.6 %) and monosomy X (20.0 %). Trisomies were consist of trisomy 15, 18 and 21. One mosaic marker was observed in one aborted specimen. Detected poliploidy comprised two triploidy and two tetraploidy. The obtained findings revealed that chromosomal abnormalities have an important role on etiology of the spontaneous abortions and that for this reason cytogenetic examination of aborted specimens is useful for parent of abortions and for physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
Levent Kart, Muhammed Emin Akkoyunlu, Yasemin Akkoyunlu, Murat Sezer, Hatice Kutbay Özçelik, Fatmanur Karaköse, Turan Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of End Stage PatIent In IntensIve Care UnIt
Mevcut teknolojik imkanlar ve bilimsel veriler çerçevesinde iyileşme umudunun kaybedildiği düşünülen hastalara uygulanan tıbbi müdahaleler, hastaya sağladığı yarar ve zarar açısından etik tartışmalara neden olmuştur. Özellikle yoğun bakım gibi ülkemiz için kısıtlı olan kaynaklar açısından değerlendirildiğinde durum yönetimsel bir boyut kazanmaktadır. Çalışmamızda üniversitemiz Göğüs hastalıkları bünyesinde bulunan dahili yoğun bakım ünitemizde takip edilen, tıbben iyileşme ümidi olmayan ve hastalığın son döneminde olduğuna karar verilen hastalar ve sonuçları değerlendirilmiştir. Retrospektif olarak 25 Ekim 2010 ile 30 Nisan 2010 tarihleri arasında yoğun bakım ünitemizde 24 saatten fazla yatmış olan toplam 163 hastanın terminal dönemde olan 17’si incelenmiştir. Hastaların 11’i onkoloji hastasıydı. Bunların 6’sında akciğer, 5’inde ise diğer organ kanserlerine bağlı tedaviye yanıtsız yaygın metastaz mevcuttu. Diğer hastalardan 3’ü miyokart enfarktüsü sonrasında ejeksiyon fraksiyonunun %15’in altında olmasına bağlı genel durum bozukluğu nedeni ile nakil şansı olmayan, 1’i ileri dönem solunum kaslarının da tutulduğu musküler distrofi, 1 olgu ileri solunum yetmezliğinde olan intersitisyel akciğer hastalığı, diğeri ise tedaviye yanıtsız çoklu komplikasyonları olan karaciğer sirozu hastaydı. Onbeş hasta yoğun bakımda yaşamını yitirirken sadece 2 hasta mekanik ventilatör desteğinde taburcu edildi. Hastaların yattığı dönem içinde yapılan tıbbi müdahale maliyeti 208.200,640 TL olarak saptandı. Hastalar toplam 233 yatak/gün boyunca yoğun bakımda takip edildi. Sonuç olarak yoğun bakımımızda terminal dönem hastalarına ayrılan yatak sayısı ve yatak başı maliyet oldukça yüksek olarak saptanmıştır. Gerekli kanuni düzenlemeler ile birlikte palyatif bakım üniteleri yada hospis sistemlerinin kurulması, gerek sınırlı olan kaynakların daha akılcı kullanımı, gerekse hasta ve hasta yakınlarının ve memnuniyeti için önemlidir.
Medical interventions to the patients from whom healing expectations (with the current technological and scientific data) were considered to be lost are being ethically discussed about the benefit and loss to the patient. When it is about the limited sources of the country, particularly like the intensive care units, it becomes an administrative issue. In this study we evaluated the patients in the terminal phase of their diseases with no expectancy of healing, hospitalized in the medical intensive care unit (ICU)of our university hospital. Thirteen terminal phase patients out of 73 patients hospitalized between 25 October 2010 and 30 April 2011 were evaluated retrospectively in ICU. Eleven of the patients had oncological disease (6 lung cancers and 5 other organ cancers). These patients had widespread metastases not responding to therapy. Tree of the other patients had ejection fraction lower than 15% following myocardial infarction with no chance for transplantation due to low health status, one had advanced respiratory muscle involvement due to muscular dystrophy, the another had intersitisyel lung diseases with severe respiratory failure, the other had liver cirrhosis with multiple complications. Fifteen patients died in the intensive care unit, whereas two patient was discharged with home mechanical ventilator support. Medical cost of the patients was 208.200,640/TL. They were hospitalized for 233 bed/days. The number of beds occupied by these terminal phase patients in this period were considered to be high. Foundation of palliative care units or hospice service with necessary law evaluations, is very useful and important not only for optimal use of limited financial sources but also for comfort of patient and relatives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Ümran Yıldırım, Fahri Halit Beşir, Süleyman Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Castleman’s DIsease In The Neck
Castleman hastalığı nadir görülen etiyolojisi tam olarak bilinmeyen lenfoprolifetif bir hastalıktır. En sık mediastinal lenf nodu tutulumu görülmekle birlikte servikal, retroperitoneal, aksiller ve diğer bölgelerdeki lenf nodları da tutulabilir. Sıklıkla genç erişkinlerde görülür ve cinsiyet ayırımı göstermez. Histopatolojik olarak hiyalin vasküler ve plazma hücreli olmak üzere iki tipi bulunmaktadır. Kliniğine göre de lokalize ve sistemik (multisentrik) formları bulunmaktadır. Lokalize tip genellikle asemptomatiktir ve kitle veya şişlik ile kendini gösterir. Sistemik (multisentrik) tipte ise ateş, anemi, yaygın lenfadenopati ve hepatosplenomegali gibi nonspesifik semptomlar görülür. Lokalize tip hastalığın tedavisi kitlenin cerrahi olarak eksizyonudur. Sistemik tip hastalığın tedavisinde genellikle steroid tedavisi, kemoterapi ve radyoterapi kullanılmasına rağmen kesin tedavisi yoktur. Bu çalışmada boyunda kitle şikâyeti ile gelen ve hiyalin vasküler tip Castleman hastalığı tanısı konulan bir olgu sunuldu.
Castleman’s disease is a rare lymphoproliferative disorder of unknown etiology exactly. Although the disease most commonly appears in the mediastinal lymph nodes, it can be occur in cervical, retroperitoneal, axillary and other regions lymph nodes. There is no gender predominance and often occurs in young adults. Two histological variants as hyaline-vascular and plasma cell type have been described. Clinically it is also divided in two types: a localized type, which is usually asymtomatic and presented as a mass or swelling. Systemic (multicentric) type is characterized nonspecific symptoms such as fever, anaemia, generalized lymphadenopathy and hepatosplenomegaly Complete surgical excision is curative for localized form. Although systemic type is usually treated with radiation therapy, corticosteroids and chemotherapy, there is no certain treatment. We herein reported a neck mass diagnosed as hyaline vascular type Castleman’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preterm Eylem Ve Preterm Erken Membran Rüptüründe Serum Ferritin Düzeyleri
Emine Nuray Ulular, Salim Erkaya, Neslihan Yerebasmaz, Burak Karadağ
Araştırma makalesi
Özeti
Preterm Eylem Ve Preterm Erken Membran Rüptüründe Serum Ferritin Düzeyleri
Serum FerrItIn Levels In Preterm Labor And Preterm Rupture Of
membranes
Tedavi yöntemlerindeki gelişmelere rağmen günümüzde preterm
doğum (PD) ve preterm erken membran rüptürü (PEMR) insidansı
azaltılamamaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalar, preterm eylem
(PE) ‘in etyolojisinde enfeksiyonun yerini desteklemektedir. Bir akut
faz reaktanı olan ferritin, akut enflamasyon ve enflamatuar süreçte
yükselmektedir. Çalışmanın amacı, 25-37. gebelik haftasındaki PE
ve PEMR olgularındaki serum ferritin düzeylerinin aynı haftalardaki
sağlıklı gebelerdeki serum ferritin düzeylerine göre yüksek olup
olmadığını araştırmaktır. Çalışmamıza 25-37. gebelik haftasında olan
51 sağlıklı gebe, 51 PE ve 51 PEMR tanısı alan gebe dahil edildi.
Hemogram ve ferritin ölçümleri için venöz kan alındı. Her üç gruptaki
olguların serum ferritin, hemoglobulin, beyazküre ve platelet değerleri
karşılaştırılmıştır. Hem PE grubunun hem de PEMR grubunun ferritin
değerleri (sırasıyla 14.71±14.70 ve 12.29±10.89) sağlıklı gebe
grubuna göre (6.05±4.33) istatistiksel olarak anlamlı derecede daha
yüksektir (p<0,005). Ancak PE grubu ile PEMR grubunun ferritin
değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktur. Sonuç
olarak, bir akut faz reaktanı olan ferritin, enfeksiyonun yüksek sıklıkla
eşlik ettiği PE ve PEMR olgularında yükselmektedir. Serum ferritin
düzeyi bu olguların tanısında ve izleminde güvenli bir belirteç olarak
kullanılabilir
Despite major advances in the field of obstetrics and progress
of other obstetric complications, current treatment modalities are not
able to decrease the incidence of preterm labor (PL) and preterm
premature rupture of membranes (PPROM). Recent studies support
the role of infection in the etiology of PL. As an acute phase reactant
ferritin levels increase in acute inflammation and inflammatory
process. The aim of this study is to compare serum levels of ferritin
in patients with PL and PPROM at 25-37th weeks of gestation
and healthy controls. This study includes 51 healthy women and
51 patients with PL and/or PPROM. Venous blood samples were
taken for measurement of complete blood count and ferritin values.
Serum ferritin, hemoglobin, white blood cell and platelet values of
three groups were compared. In both PL group and PPROM group
serum ferritin levels were higher than control group (14.71±14.70,
12.29±10.89 and 6.05±4.33 recspectively) and the difference was
statistically significant (p<0.005) but serum ferritin levels showed
no statistically significant difference between the PL and PPROM
groups. In conclusion, ferritine as an acute phase reactant increases
in PL and PPROM patients. Serum ferritin levels can be used as a
marker in diagnosis and follow up of these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
Osman Güvenç, Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of 441 PedIatrIc PatIents WIth Chest PaIn
Göğüs ağrısı çocuklarda sık görülen bir şikayettir. Genellikle
kardiyak bir sorunu göstermez ama hasta ve aileleri tarafından
kalp ağrısı olarak düşünülür. Bu çalışmada, 18 ay boyunca çocuk
kardiyoloji polikliniğinde göğüs ağrısı şikayetiyle değerlendirilmiş
hastalar ve göğüs ağrının nedenleri tartışıldı. Çalışmaya, Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji ve Genel Çocuk
polikliniğine Mayıs 2011- Kasım 2012 tarihleri arasında göğüs
ağrısı şikayeti ile başvuran 441 hasta, dosyaları retrospektif olarak
taranarak dahil edildi. Hastaların anamnezleri, aile öyküleri, kardiyak
fizik muayeneleri, elektrokardiyografi, ekokardiyografi, 24 saatlik
ritim holter monitorizasyonu ve laboratuar incelemeleri gibi tetkikleri
değerlendirildi. Çalışmamızdaki hastaların yaşlarının ortalaması 11
yıl (5-18 yaş), hastaların 217’si (%49.2) erkek, 224’ü (%50.8) kız
idi. Hastaların hepsinin anamnezleri alınmış, fizik muayeneleri,
elektrokardiyografik ve ekokardiyografik değerlendirmeleri
yapılmıştı. Kardiyak patoloji, hastaların 10’unda (%2.3) tespit
edildi. Göğüs ağrısına neden olan sebepler arasında; 378 hastanın
(%85.7) idiopatik göğüs ağrısı olduğu, 22 hastada (%5) psikolojik
nedenler, 20 hastada (%4.5) akciğer hastalıkları, altı hastada (%
1,4) gastrointestinal sistem hastalıkları, üç hastada (% 0.7) kas ve
iskelet sistemi hastalıkları, bir hastada (%0,2) Ailevi Akdeniz Ateşi,
bir hastada (%0.2) pektus ekskavatum olduğu ve göğüs ağrısının
bu bozukluklara bağlı oluştuğu düşünüldü. Bu çalışmaya göre
çocuklarda görülen göğüs ağrısının büyük bir çoğunluğunun kalp dışı
nedenlere bağlı olduğu görülmektedir. Kardiyak sebepli bir göğüs
ağrısının hayati sonuçları olabileceğinden ayırıcı tanının dikkatli bir
şekilde yapılması gerekmektedir. Hikaye, fizik muayene ve laboratuar
tetkikleri sonucunda kardiyak patoloji bulunmayan hastalara ve
yakınlarına bilgi verilmesi ve onların rahatlatılması da önemlidir.
Chest pain is a common complaint in children. It doesn’t usually
indicate a cardiac problem but it is considered as heartache by the
patients and their families. In this article, the patients with chest
pain in pediatric cardiology clinic for the last 18 months have been
evaluated and the etiology of chest pain has been discussed. The
study includes 441 patients with chest pain, who were admitted to
the Department of pediatrics, Division of pediatric cardiology, Faculty
of Medicine, Selçuk University between May 2011 and November
2012. The data of the patients has been reviewed retrospectively.
Medical history and family history of the patients, cardiac physical
examination, electrocardiography, echocardiography, 24-hour rhythm
holter monitoring, exercise testing and laboratory tests have been
evaluated. In our study the mean age of the patients was 11 (5-18
year-old). 217 (49.2%) of the patients were male and 224 (50.8%)
of the patients were female. Medical history, physical examination,
electrocardiography and echocardiography of all the patients have
been evaluated. Cardiac pathology has been recognized in 10 (2.3%)
of the patients. The reasons that cause chest pain are idiopathic in
378 (85.7%) patients, psychological in 22 (5%) patients, lung diseases
in 20 (4.5%) patients, gastrointestinal disorders in 6 (1.4%) patients,
musculoskeletal system diseases in 3 (0.7%) patients, Familial
Mediterranean Fever in 1 (0.2%) patient and pectus excavatum in
1 (0.2%) patient. According to this study, the etiology of chest pain
in children is extra cardiac factors in majority. Differential diagnosis
should be made carefully due to possibility of life threatening
consequences of cardiac disorders. If there is no cardiac pathology
as a result of medical history, physical examination and laboratory
tests the patient and the family should be informed about this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğu Döneminde Dkç'nın Tarama Programı Ve Ilgılı Faktörler
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Orhan Büyükbebeci, Ruhuşen Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Süt Çocukluğu Döneminde Dkç'nın Tarama Programı Ve Ilgılı Faktörler
ScreenIng Program For Cdıı And Related Factors In The InfantIle PerIod
Konya'daki beş hastanede, süt çocukluğu dönemindeki (3-24 aylar arasında) 4173 çocuk muayene edilerek bir tarama programı gerçekleştirildi. Bu çalışmanın gayesi DKÇfnın insidansını ve etyoloji ile ilgili faktörleri tespit etmekti. 56 çocukta DKÇ teşhis edildi (insidansı %1.3). Bu gruptaki hastaların 40'1 kız, 16'sı erkek idi. Kız çocuklarda 3 kat fazla sıklıkta görüldü. DKÇ tespit edilen çocukların hiçbiri rnakadi olarak veya sezeryenla doğmamıştı. Teratolojik tipte DKÇ tespit edilmedi. DKÇ ile kunciak uygulanması ve birinci derecedeki akrabalarca DKÇ görülme arasındaki ilişki istatistiki olarak önemli bulundu.
A screening program was perforrned at five hospital in Konya in which 4173 infants (range 3-24 months of age) were eamined. The goal of this study was to detection of incidense and related factors in the etiology of CDH. 56 infants with CDH were found (The incidense was 1.3%). The condition was 3 times more cornmon in girls than in boys (40 girls and 16 boys in this group). There was any infant with CDH who was delivered by ceserian section or breech presentation. Any teratologic CDH was detected. The relation of CDH with a definite family history and the hips were bundled in etension and adduction was found statistically significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
Tamer Çelik, Remziye Eke, Ümit Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
The ClInIcal CharacterIstIcs Of ChIldren WIth HospItalIzed For FebrIle SeIzures
Febril nöbetler, 6-60 ay arasındaki ateşli çocuklarda, öncesinde afebril bir nöbet öyküsü, veya santral sinir sistemi enfeksiyonu olmaksızın ortaya çıkan nöbetlerdir. Bu çalışmada, Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne febril konvülziyon nedeniyle yatırılan hastaların demografik ve klinik özellikleri gözden geçirilmiştir. Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında AEAH Çocuk Hastalıkları Kliniğine yatırılan febril konvülziyon tanısı almış 56 çocuk hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. İstatistiksel analizler için SPSS Windows 16.0 paket programı kullanıldı. Hastaların 23’ü (%41.1) erkek, 33’ü (%58.9) kız olup yaş ortalaması 26.8 ay, yatış süresi ortalama 3.5 gün idi. 44 (%78.6) hastada ateş odağı üst solunum yolu enfeksiyonu, 6 (%10.7) hastada alt solunum yolu enfeksiyonu, 2 (%3.6) hastada akut otitis media, 1 hastada (%1.8) idrar yolu enfeksiyonu, 1 hastada (%1.8) akut gastroenterit, 1 hastada (%1.8) el-ayak-ağız hastalığı, 1 (%1.8) hastada roseola infantum idi. İki (%3.6) hastaya lomber ponksiyon yapıldı, bu hastaların birinde aseptik menenjit saptanırken, diğeri normal olarak değerlendirildi. Olgulardan 34’ü (%60.7) birinci atak, 12’si (%21.4) ikinci atak, 5’i (%8.9) üçüncü atak, 5’i (%8.9) tekrarlayan (>3) ataklar ile başvurmuştu. İlk atak ile gelen hastaların 4’ünde (%7.1) 24 saat içinde tekrarlayan nöbetler görüldü. Olgulardan 4’ü (%7.1) kompleks febril nöbet olup bir hastada (%1.8) febril status epileptikus mevcuttu. Çalışmamızda da olduğu gibi, febril konvülziyonların çoğu basit tipte olup, prognozları iyidir ve çoğu basit viral enfeksiyonlara bağlıdır.
Febrile seizures are seizures that occur in febrile children between the ages of 6and 60 months who do not have an intracranial infection, or history of afebrile seizures. In this study, the children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures in Antalya Education and Research Hospital (AEAH) were reviewed. 56 children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures between September 2011- January 2012 in AEAH were analysed retrospectively. Analyses were performed using SPSS 16.0 version. 23 patients (41.1%) were male, 33 (58.9%) were female , mean age was 26.8 months, mean duration of hospitalized days were 3.5 days. Fever source was upper respiratory tract infection in 44 (78.6%) patients, lower respiratory tract infection in 6 (10.7%), acute otitis media in 2 (3.6%), urinary tract infection in 1 (1.8%), acute gastroenteritis in 1 (1.8%), hand–foot-mouth disease in 1 (1.8%), roseola infantum in 1 (1.8%) patient. Lumbar punction was done in 2 (3.6%) patients, one of them had aseptic menengitis and other had normally cerebrospinal fluid findings. 34 (60.7%) patients had first attack, 12 (21.4%) had second, 5 (8.9%) had third and 5 (8.9%) had more than three attacks. 4 (7.1%) patient’s seizures who had first febrile attack occured more than once in a 24 hour period. 4 (7.1%) patients had complex febrile seizures, 1 (1.8%) patient had febrile status epilepticus. These results suggest that most febrile seizures are simple, good prognosis and mostly causes of fever is upper respiratory tract infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
Hasan Gök, Bayram Korkut, Ahmet Altınbaş, Mehmet Tokaç, V. Gökhan Cin, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Esansıyel Hipertansiyonlu Hastalarda Ventrikuler Aritmı Ve Prognoza Etkısı
VentrIcular ArrhythmIas And PrognostIc SIg-NIfIcance In PatIents WIth EssentIal HypertensIon
Bu Çalışmamızda esansiyel hipertansiyonlu hastalarda ventrikülar aritmi dağılımı ve yaşam süresine etkisi araştırıldı. Esansiyel hipertansiyonlu 50 olgu, eko-kardiyografik olarak interventrikiiler septum (IVS) ye sol ventrikill arka duvar (LVPW) kahnitklarina gore sol ventrikill hipertrofisi (LVH) olanlar (30 olgu) ye olmayanlar (20 olgu) ceklinde grup-landtrildt. Daha sonra 24 saatlik Holter mo-nitorizasyonu gerceklegirildi ve tesbit edilen vent-rikuler aritmiler OA) Lown stniflamasinda oldugu gibi gruplandirtldt. Anjiotensin enzim (ACE) inhibitorii tedavisi ba§lanan butan hastalar, 2 aylik aralarla 6 aylik klinik takibe LVH olan hipertansif hastalarda VA tiplerinin hepsi fazia oranda tesbit edildi, fakat Lown IVA grup VA istatistiksel olarak anlamll oranda fazla idi. Her iki hipertan.qf pasta grubunda da en sik olarak Lown IA grubu VA tesbit edildi malign VA ye ani olicm tesbit edilmedi.
In this study, we looked the distribution and prognostic significance of ventricular arrhythmias (VA) in patients with essential hypertension. Fifty patients with essential hypertension were included. After physical and laboratory exa-mination, interventricular septum (IVS) and left ventricular posterior wall (LVPW) thickness were measured in M-mode echo to detect left ventricular hypertrophy (LVH). Patients were classified into 2 main group according to presence or absence of LVH. Halter monitoring was performed and VAs seen in Halter were defined according to Lawn clas-sification_ All of the patients were followed clinically at least 6 months by 2 monthly intervals. All types of VAs were more common in LVH group, but only Lawn IVA group VA was sig-nificantly higher occurence. There were no malign VA and sudden death while Lawn IA group VAs were more common in the two group of patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polisiteminin Nadir Bir Nedeni: İdiyopatik Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon
Asiye Kanbay, Hakan Büyükoğlan, Nezihe Özdoğan, Fatma Sema Oymak, Mehmet Güngör Kaya, İnci Gülmez, Ramazan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Polisiteminin Nadir Bir Nedeni: İdiyopatik Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon
A Rare Cause Of PolycythemIa: IdIopathIc Pulmonary ArterIal HypertensIon
İdiyopatik pulmoner arteriyel hipertansiyon (İPAH), yıllık insidansı 1-2/milyon olan oldukça nadir görülen, tedavi edilmediğinde hızlı bir seyirle sağ kalp yetmezliği ve ölüme kadar giden morbidite ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Klinik bulgular tüm pulmoner hipertansiyon tiplerinde olabileceği gibi siyanoz, polisitemi ve sağ kalp yetmezliği belirtileri ile seyredebilir. Mortalitenin yüksek olması, hastalığın seyrinden ve tanının sıklıkla geç evrede konmasından kaynaklanmaktadır. Bu vakayı, özellikle genç yaşta olan olgularda polisitemi etyolojisi araştırılırken nadir görülen İPAH hastalığına dikkat çekmek için sunduk.
Idiopathic pulmonary arterial hypertension (IPAH) with an incidence of 1-2/million per-year. IPAH is a term used to define a variety of progressive conditions that have in common, increased pulmonary vascular resistance leading to right heart failure and death. Pulmonary arterial hypertension is presented with cyanosis, polyctemia and right heart failure. Increased prevelance of mortality is due to progression and late diagnosis of the disease. We present this case to alert physicians to keep in mind rare but serious disease IPAH in the differential diagnosis of polyctemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hayrullah Alp, Hakan Altın, Sevim Karaaslan
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: Yenidoğan Vaka Takdimi
Absent Pulmonary Valve Syndrome: A Newborn Case Report
Pulmoner kapak yokluğu sendromu (PKYS) nadir görülen bir doğuştan kalp hastalığıdır (DKH). Tek başına veya diğer DKH’lıkları ile birlikte görülebilir. Siyanoz ve solunum sıkıntısı nedeniyle gelen PKYS tanısı konulan yenidoğan bir olgu sunulmuştur. İntauterin dönemde sağ ventrikülde genişleme olduğu bilinen, doğum sonrasında siyanoz ve solunum sıkıntısı gelişen yenidoğan bir kız olgusu çocuk kardiyolojiye getirildi. Doğum sonrasında ekokardiyografi ve manyetik rezonans görüntüleme ile pulmoner kapakçıkların rudimenter ve ağır pulmoner ve triküspit yetmezliğinin olduğu görüldü. Pulmoner arter ve dalları ileri derecede geniş görünümdeydi. Ne yazık ki olgu yaşamının 3. gününde yenidoğan bakım ünitesindeki tedaviye rağmen yaşamını kaybetti. Pulmoner kapak yokluğu sendromu olgularının büyük bir çoğunluğu anatomik olarak Fallot Tetralojisinin bir çeşidi olmakla birlikte klinik bulgular, seyir ve hemodinamik açıdan farklılık gösterir. Erken süt çocukluğu döneminde mekanik ventilasyon gerektirecek düzeyde ağır solunum güçlüğü olan hastalara müdahale beklenmeden uygulanmalıdır. Olgumuzun vital fonksiyonları stabil tutulamadığı için cerrahi müdahale yapılamadı. Pulmoner kapak yokluğu sendromu yenidoğan döneminde siyanoz ve solunum sıkıntısı ayırıcı tanısında düşünülmelidir. İntrauterin tanı alan olguların doğumunun çocuk kardiyoloji, kalp damar cerrahisi ve yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin bulunduğu merkezlerde gerçekleştirilmesinin uygun olacağını düşünüyoruz.
Absent pulmonary valve syndrome (APVS) is a rare congenital heart disease. It can be seen isolated or with other congenital heart diseases. Here, we presented a neonate with cyanosis and dyspnea because of APVS. A-female-newborn was referred to pediatric cardiology due to cyanosis, respiratory distress and prenatally diagnosed right ventricular dilatation. Rudimentary pulmonary valves and severe pulmonary and tricuspid regurgitations were determined postnatally with echocardiography and magnetic resonance imaging. Additionally, main pulmonary artery and its branches were seen dilated. Unfortunately she died on third day of her life, although supportive and medical treatments were administered intensively. Most of APVS cases are a variant of Tetralogy of Fallot. But clinical findings, prognosis and hemodynamic conditions can be different. Infants requiring mechanical ventilation shold be undergone operation as soon as possible. Our case could not be operated because of unstable vital functions. Absent pulmonary valve syndrome should be considered as a differential diagnosis in neonates with cyanosis and respiratory distress. If prenatal diagnosis is present, we suggest that parturition should happen in a medical center includes pediatric cardiology and cardiovascular surgery and also neonatal intensive care unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
Şule Şahin Onat, Zuhal Özişler
Olgu sunumu
Özeti
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
MultIple SclerosIs WIth DysesthesIa Symptoms
Multipl skleroz (MS), farklı klinik seyir özellikleri gösteren
heterojen hastalık grupları içermektedir. MS lezyonları, merkezi sinir
sisteminin farklı bölümlerinde oluşabildiğinden, çok çeşitli semptom
ve belirtilere neden olabilirler. Bu vakada da olgunun dizestezi
dışında herhangi bir bulgu olmadan MS tanısı almasını ve kas
iskelet sistemi semptomatolojisinde MS’in çok farklı klinik tablolara
bürünerek sinsi seyrine dikkat çekmek istedik. Yirmi iki yaşında
bayan hasta fizik tedavi polikliniğine son bir aydır olan sağ kolda
dizestezi şikayetiyle geldi. Yapılan muayenesinde tüm sağ kolda
yaygın dizestezi dışında yüzeyel ve derin duyu kaybı, motor kayıp,
derin tendon reflekslerinde kayıp,patolojik refleksi bulunmamaktaydı.
Serebellar testleri normaldi. Özgeçmiş,soygeçmişinde özellik
bulunmamaktaydı. Boyun grafisi normaldi. Bunun üzerine çekilen
magnetik rezonans görüntülemede (MRG)’de spinal kortta C2-3 ve
C3-4 düzeylerinde belirgin olmak üzere T2 sekansında hiperintens,
beyindede sol sentrum semiovalede T1’de hipo, T2 kesitlerinde
hiperintens sinyal özelliğinde olan ve İV Gad enjeksiyonu sonrası
halkasal kontrastlanan, bilteral sentrum semiovale ve periventriküler
beyaz cevherde milimetrik boyutlu demiyelinizan plaklar gözlendi.
BOS’ta bakılan oligoklonal bant pozitif,IgG indeksi 0.98 idi. Rutin
kan değerleri normaldi. Nörolojiyle birlikte değerlendirilen olgu
klinik,radyolojik görüntüleme ve laboratuvar verileri ışığında olası
diğer etiyolojilerde dışlandıktan sonra MS olarak değerlendirildi.
Klasik bulgularla başladığında MS tanısı koymak kolaydır fakat atipik
seyirde tanı koymak zorlaşmaktadır. Bu da branşımızın kapsamındaki
hastaların semptom ve bulguların ne kadar çeşitli altta yatan
hastalıkların ne kadar farklı olabileceğini göstermiştir.
Multiple sclerosis(MS) lesions can occur in different parts of the central nervous system therefore cause a variety of symptoms and signs.In this case receive a diagnosis of MS without finding anything other than dysesthesia and changed into a very different clinical pictures of musculoskeletal symptomatology of MS would like to draw attention to an insidious course. 22-year-old female patient physical therapy clinic complaining of dysesthesia that since the last 1 month in the right arm.All examination of the outside of the left arm common dysesthesia;cranial nerve,superficial and deep sensory,motor,deep tendon reflex and pathological reflexes examination was normal. There was no resume and family history feature.Neck x-ray was normal.But magnetic resonance imaging (MRI) in the spinal cord to be C2-3 and C3-4 levels hyperintense signal in the T2sequence and also in the brain in the left centrum semiovale hypointense signal in T1,hyperintense signal in T2sections,and after İV of Gad,bialteral centrum semiovale and periventricular white matter was observed enhancing rim millimeter-sized demyelinating plaques. In CSF oligoclonal bands tended positive IgGindex was 0.98. Routine blood tests was normal. After evaluating the case with neurology,clinical,radiological and laboratory data were evaluated by the MS after the exclusion of other etiology. 1000 mg/day dose intravenous methylprednisolone was given for 5 days. When the diagnosis of MS is easy to put the classic symptoms,but atypical in navigation is difficult to diagnose. This is how a variety of signs and symptoms within the scope of physical therapy clinics and how different it may indicate an underlying disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Demir Eksikliği Anemisi Tespit Ettiğimiz Vakaların Klinik Değerlendirilmesi: 203 Vaka
Şamil Ecirli, Ali Borazan, Hakkı Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Demir Eksikliği Anemisi Tespit Ettiğimiz Vakaların Klinik Değerlendirilmesi: 203 Vaka
ClInIcal AnalysIs Of The Our ConfIrm Cases Of Iron DefIcIency AnemIa:203 Cases
Bu çalışmada, kliniğimizde Ocak 1996-Haziran 2000 yıllan arasında yatırılarak tetkik ve tedavi edilen 203 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların 143’ü kadın (K), 6O’ı erkek (E) ve yaş ortalaması K’larda 45.09±17.11 yıl, E’lerde 58.43±14.75 yıl idi. Hastaneye yatırıldıkları esnada ortalama eritrosit K’larda 3.673.007±677.929/mm3, Elerde 3.520.333±780.210/mm3, Hemoglobin ortalaması K’larda 8.49+2.2 g/dl, E’lerde 7.42±2.3 g/dl, Hematokrit ortalaması K’larda % 27.1 ±6.3, E’lerde % 23.9+6.3, ortalama eritrosit hacmi K’larda 70.2±9.3 fl, E’lerde 66.9±10.4 fl bulundu. Serum demiri K’larda 27.66±8.5 mcg/dl, E’lerde 25.97+8 mcg/dl iken Serum demir bağlama kapasitesi K’larda 383.94±56.11 mcg/dl, E’lerde 389.72±48.4 mcg/dl, serum ferritin düzeyi K’larda 4.73+3.3 ng/ml, E’lerde 5.05±3.3 ng/ml olarak bulundu. En sık demir eksikliği anemisi sebebi K’larda kronik gastrointestinal ve jinekolojik kanamalar, E’lerde kronik gastrointestinal kanamalar idi.
İn this study, totally 203 patients with iron deficiency anemia who had been hospitalised and became therapy in our department between January 1996-June 2000 were examined. Of the patients143 were female and 60 were male, mean age was 45.09+17.11 year in females and 58.43+14.75 year in male. The mean values of erythrocyte were 3.673.007±677.929/mm3 İn females, 3.520.333±780.210/mm3 in males, haemoglobin was 8.49+2.2 g/dl in females, 7.42±2.3 g/dl in males, hematocrit was 27.1+6.3 % İn females, 23.9+6.3 % in males, mean corpusculer volüme was 70.2±9.3 fl in female, 66.9+10.4 fl in males, serum iron was 27.66±8.5 mcg/dl in females, 25.97+8 mcg/dl in males, serum iron binding capacity was 383.94±56.11 mcg/dl in females, 389.72±48.4 mcg/dl in males, serum ferritin was 4.73+3.3 ng/ml in females, 5.05±3.3 ng/ml in males. Chronic gastrointestinal bleeding and gynecologic bleeding were found to be the most commen causes of iron deficiency anemia in females vvhereas chronic gastrointestinal bleeding in males.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bılateral Testıkuler Germ Hucrelı Tumorler
Ferhat Berkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Bılateral Testıkuler Germ Hucrelı Tumorler
BIlateral TestIcular Germ Cell Tumors
Ankara Onkoloji Hastanesinde 1985-1994 yillart arasmda tedavi edilen testikiiler germ hiicre turnorlii 789 olgunun dokuzunda bilateral tutulurn sap-tanm►vir. DOrt hastada senkron (2 seminom, 2 non-seminorn) bilateral tumor, belinde ise 8 ay ile 8 yil 11 ay arasinda de,14en siirelerde metakron tumor (4 seminom, 1 seminom ye nonseminorn) telhis edil-mi§tir. Dokuz olgunun oykiilerinden inmem4 testis nedeniyle operasyon gecirdikleri agrenilmivir. Bilateral testis tiimiirlerinin insidansi, histolojik bulgulari. tedavi ve prognozlart literatiir eViginde tartiplmivir. Bu calurna ile kontrlateral testis gelicme riskinin olmasma karpn kesin Inevaidiyeti, ikinci tumor gelicimine karp hastalarm kontrollerinin uzun yillar siirdt7rulmesr geregi, ay-rwa erken-lantda ultrasonografinin onemi actga ct-kartlmtvir.
The phenomenon of bilateral involvement of the testicles was observed nine times in a series of 789 patients with testicular germ cell tumors which were treated in Ankara Oncology Hospital from 1984 to 1994, Four patients evidenced a synchronous bi-lateral tumor (two seminomas, two non-seminomas) and in five others (4 bilateral seminomas, 1 se-minoma and nonseminoma), a second tumor oc-cured after an interval ranging between eight months and eight years eleven months. Three of nine patients had a history of undescended testes. The incidence, histologic findings, therapy and prognosis of bilateral testis tumors are discussed on the basis of a review of the literature. This study emphasizes the small but definite risk for a development of the second testicular tumor and suggests not only the significance of long-term fol-low-up period but also the importance of ult-rasorzography in the early diagnosis of a cont-rlateral tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüsünde Aritmi Oluşumunda Magnezyum Eksikliğinin Rolü.
Ahmet Kaya, Laika Karabulut, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehmet Polat, Hüseyin Kazancı, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüsünde Aritmi Oluşumunda Magnezyum Eksikliğinin Rolü.
MagnesIum DefIcIency Role In ArrhytmIas ComplIcatIng Acute MyocardIal InfarctIon
Magnezyum (Mg2+) eksikliği digital ve diüretik alan iskemik kardiyomiyopatili hastalarda, diabetiklerde, diüretik ile tedavi edilen hipertansif hastalarda akut miyokard in-farktüsü geliştiğinde muhtemelen ortaya çıkabilir. Mg2+ eksikliğine potasyum (K) yetersizliği eşlik edebilir. Akut miyokard infarktüslü (AMİ) 37 hastada serum K+ ve Mg2+ analizleri yapılarak hipomagnezemi saptanan 7 hastanın 3'ünde ventrikül kaynaklı ritm bozukluğu tesbit edildi (%42.8). Serum Mg2+ düzeyleri normal sınırlarda olan 30 kişi-lik grupda ise, ventrikül kaynaklı ritm bozukluğu 4 (%13.3) hastada saptandı.
Magnesium (Mg2 +) deficiency is likely to occur when acute myocardial infarction develops in patients with ischemic cardiomyopathy, diabetics, hypertensive patients treated with diuretics and diuretics. Potassium (K) deficiency may accompany Mg2 + deficiency. In 37 patients with acute myocardial infarction (AMI), serum K + and Mg2 + analyzes were performed and in 3 of 7 patients with hypomagnesemia, ventricular rhythm disturbances were detected (42.8%). In the group of 30 people with serum Mg2 + levels within normal limits, ventricular arrhythmia was detected in 4 (13.3%) patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
Sevgi Pekcan, Mehmet Köse, Nural Kiper, Ayşe Tana Aslan, Nazan Çobanoğlu, Özge Aydemir, Ebru Yalçın, Eda Ütine, Deniz Doğru, Uğur Özçelik
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
The FlexIble Bronchoscopy FIndIngs Of ChIldren Who Have ChronIc Cough
Amaç: Kronik öksürük, çocukluk ça¤›nda s›k karfl›lafl›lan, hasta ve aileyle birlikte hekimi de huzursuz eden bir bulgudur. Bu çal›flman›n amac›; merkezimizde kronik öksürük nedeni ile araflt›r›lan ve fleksible bronkoskopi (FB) yap›lan hastalar›n klinik, laboratuar ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan de¤erlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Hacettepe Çocuk Gö¤üs Hastal›klar› Ünitesinde Ocak 2002- Aral›k 2006 tarihleri aras›nda kronik öksürük nedeniyle izlenen, 4-6 haftadan beri öksürü¤ü olan, akci¤er grafi bulgular› spesifik olmayan bu nedenle FB yap›lan 23 hasta çal›flmaya al›nd›. Hastalar›n dosyalar› retrospektif olarak demografik, klinik ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan incelendi. Gastroözofagial reflü veya immün yetmezli¤i olan hastalar çal›flmadan ç›kar›ld›. Bulgular: Kronik öksürük nedeniyle bronkoskopi yap›lan 23 hastan›n 12’i erkek, 11’i k›zd›. Yafllar› 1-13,8 y›l aras›nda de¤ifliyordu. Ortalama yafl 5 y›l idi. Bir hasta hariç tüm hastalar›n radyolojik incelemesi normaldi. Bir hastada sanal bronkoskopide bronfl anomalisi saptand›. Yirmi üç hastan›n FB ile de¤erlendirilmesinde 10 hastada normalin d›fl›nda bulgu saptand›. ‹ki hastada sol ana bronflta yabanc› cisim ve granülasyon dokusu, 2 hastada trakeomalazi, 3 hastada enfeksiyonla uyumlu olan hiperemi ve sekresyon, 1 hastada mantar enfeksiyonu düflündüren trakeada beyaz plaklar saptand›. ‹ki hastada ise bronfl anomalisi saptand›. Fleksible bronkoskopi de patoloji tesbit edilen hastalar›n 6’›nda da BAL kültürlerinde üreme tesbit edildi. Üç hastada Bronkoalveolar lavaj (BAL) da lipid yüklü makrofaj tesbit edildi ve daha önce gastroözofageal reflü (GÖR) sintigrafisi normal olan iki hastan›n tekrarlanan GÖR sintigrafisi pozitif olarak bulunup reflü tedavisi baflland›. Sonuç: Fleksible bronkoskopi invaziv bir giriflim olmas›na ra¤men solunum sisteminin fonksiyonel, anotomik özelliklerini iyi de¤erlendiren, kronik öksürükte nedeni ayd›nlatmakta tan›ya yard›mc› bir yöntemdir.
Aim: Coughing is a common symptom in childhood. The cough last for over 4 to 6 weeks and also which makes patients the family and the doctor feel discomfort is called chronic cough. If this cough last long and repeats, it has to be investigated. After a detailed history and physical examination, distinctive studies have to be made. The purpose of this study is to evaluate the patients, which have been made flexible bronchoscopy because of chronic cough, by their clinical, laboratory and bronchoscopic findings. Material and Method: In this study we evaluated 23 patients with chronic cough; which were examined between January 2002 and December 2006 in Pediatric Chest Unit of Hacettepe University. Patients have cough for over 4 to 6 weeks, without specific chest X Ray findings, gastroesophageal reflux and problem with their immunologic system were and because of all these reasons they have been made bronchoscopy. The patients files are analyzed retrospectively by their demographic, clinic and bronchoscopic findings. Results: The study consisted of 23 patients: (12 males/11 females). The age of the patients vary between 1 and 13,8 years (mean age: 5 years). All patient’s radiological findings were normal without one patient. This patient’s have bronchial abnormalities in sanal bronchoscopy. When it is observed with flexible bronchoscopy ten patients have abnormal findings. Two patients have foreing body aspiration in their left main bronchus, two patients have tracheomalasia, three patients have hyperemia and secretions infection and two have bronchial abnormalites.In six patients’ bronchoalveolar lavage microorganism grew. Three patients have lipid laden macrophage and two patients whose previous gastroesophageal reflux scintigraphie were negative then found in and started treatment Conclusion: Although flexible bronchoscopy is an invasive technique, it evaluates respiratory system’s functional, anatomic characteristics well and it is a valuable technique in finding the etiology of chronic cough.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Klinik Bulgularla Başvuran Erişkin Still Hastalığı
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, Onur Kaya, Füsun Zeynep Akçam, Bülent Kaya, Ali Kutlucan
Olgu sunumu
Özeti
Farklı Klinik Bulgularla Başvuran Erişkin Still Hastalığı
Adult StIll’s DIsease PresentIng WIth DIfferent ClInIcal ManIfestatIons
Erişkin Still hastalığı (ESH), etiyolojisi bilinmeyen, patogenezinin henüz aydınlatılamadığı nadir bir sistemik inflamatuar hastalıktır. Tanı koydurucu spesifik bir testin olmaması nedeniyle tanı klinik olarak konulmaktadır. Bu hastalık yüksek ateş, artralji veya artrit ve geçici makülopapuler döküntü ile karakterizedir. Tedavide non-steroid antiinflamatuvar ilaçlar (NSAİİ), kortikosteroidler ve immunsupresif ajanlar kullanılmaktadır. Burada alışılmışın dışında farklı klinik tablo ile başvuran ve erişkin Stil hastalığı tanısı konulan iki olgu sunulmuştur.
Adult Still’s disease is a rare systemic inflammatory disease with unknown etiology and its pathogenesis has not been clarified yet. Since, there is no specific diagnostic test the diagnosis is made by clinical symptoms. It is characterized by high fever, arthralgia or arthiritis and transient maculopapular rash. Non-steroidal antiinflammatory drugs, corticosteroids and immunosuppressive agents are used in the treatment. Here, we present two cases with unusual clinical manifestations which are diagnosed as adult Still’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrakranial Anevrizmalarda Bt Ve Anjiografi İncelemelerinin Etkinliği
Serdar Karaköse, Aydın Karabacakoğlu, Yalçın Kocaoğulları, Mehmet Erkan Üstün, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
İntrakranial Anevrizmalarda Bt Ve Anjiografi İncelemelerinin Etkinliği
The DIagnostIc Value Of Ct And AngIography In IntracranIal Aneurysms
Subaraknoid kanamaların etyolojisinin tesbitinde çeşitli inceleme yöntemleri rutin olarak kullanılmaktadır. Bil gisayarlı tomografi (BT) subaraknoid kanama, intrakranial hematom ve intraventriküler kanamayı iyi demostre edebilmekle birlikte küçük anevrizmaların ve tromboze anevrizmaların tanımlanmasında yetersiz kalabilmektedir. Anjiografi ise invaziv bir yöntem olmakla beraber anevrizmaların saptanmasında ve cerrahi stratejinin be lirlenmesinde başarılı sonuçların alındığı bir inceleme yöntemidir. Akut nörolojik bulguları nedeniyle başvuran; BT ve anjiografik incelemeleri yapılan, anjiografide intrakranial anevrizması saptanan, 45’i erkek 53’ü kadın 98 hasta çalışma kapsamına alındı. 98 hastanın 96’sında (% 97.9) intrakranial kanama saptanırken, 98 hastadaki 103 anev rizma olgusunun ancak 24’ünde (% 23.3) BT incelemede anevrizma görüldü. BT incelemesinde intrakranial ka nama saptanan hastalarda cerrahi stratejinin belirlenmesi ve anevrizmaların ayrıntılı olarak değerlendirilmesi açısından anjiografik incelemenin yapılması gerektiği kanısındayız.
n determination the ethiology of subarachnoid haemorrhage some radiological diagnostic methods are used. Su- barachnoid haemorrhage, intracranial haemotoma and intravetricular bleeding can be correctly detected by com- puted tomography (CT), but in demostration of small aneurysm or trombosed aneurysm CT can be insufficient. Angiography which is an invasive examination also effective in the diagnosis of intracranial aneurysms and de termination of surgical strategy. 98 patients (45 M, 53 F) who have been admitted the hospital because of their acute neurological findings have intracranial aneurysms which were shown by angiography. Ali of these patients have been examined by CT also before angiography. 96 of 98 patients (97.9%) had subarachnoid haemorrhage and in 98 patients there were 103 aneurysms. Only 24 of 103 (23.3%) aneurysms were shown by CT exa- mination. We think that in patients with intracranial haemorrhage which are shown by CT examination, con- ventional angiography or digital substraction angiography remains the gold standart for detailed aneurysms de- tection and also for surgical planning.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uzun Süreli Entübasyona Bağlı Trakeal Stenoz
Bayram Altuntaş, Mahmut Subaşı, Zeynep Paçin Türktarhan, Erkan Kaba, Özkan Çinici
Olgu sunumu
Özeti
Uzun Süreli Entübasyona Bağlı Trakeal Stenoz
Tracheal StenosIs Related To Prolonged IntubatIon
Uzamış entübasyon sonrası görülen trakeal stenoz, halen önemli
bir klinik sorun oluşturmaktadır. Etyolojisinin daha iyi anlaşılması,
entübasyon tüpü ve trakeostomi kanüllerinin modifiye edilmesiyle
beraber insidansı azalmıştır. Kırkaltı yaşında erkek hastada,
uzamış entübasyon sonrasında üç boyutlu tomografi ve bronkoskopi
ile trakea stenozu saptandı ve bronkoskopik dilatsayon işlemi
uygulandı. Dilatasyon sonrası stenozu nüks eden hastaya trakeal
sleeve rezeksiyonu uygulandı. Uzamış entübasyona bağlı trakeal
stenozlarda tanı ve tedaviyi vurgulamayı amaçladık.
Tracheal stenosis related to prolonged intubation is a important
clinical problem, currently. Its incidence has decreased with
recognition of its etiology and modifications in the endotracheal
and tracheostomy tubes. A tracheal stenosis related to prolonged
intubation was detected by three dimension computed tomography
and bronchoscopy in a 46-year-old man. Although the bronchoscopic
dilatation, stenosis recurred. Therefore the tracheal sleeve resection
was performed. We aimed to emphasize the diagnosis and treatment
in the tracheal stenosis related to prolonged intubation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüsünden Sonra Uygulanan Trombolitik Tedavının Klınık Ve Laboratuvar Bulgulara Etkısının Plasebo İle Karşılaştırılması
Talat Tavlı, Bayram Korkut, Hasan Gök, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüsünden Sonra Uygulanan Trombolitik Tedavının Klınık Ve Laboratuvar Bulgulara Etkısının Plasebo İle Karşılaştırılması
ClInIcal And Laboratory Effects Of ThyrombolytIc Therapy In Acute MyocardIal InfarctIon A Placebo Controlled Study
Akut Myokard Infarktüsünden sonra Trombolitik tedavi uygulanması ile infarktüs genişliğinin azaldığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir.Bu çalışmada, Ko-roner Yoğun Bakım Ünitemizde Akut Myokard Infarktüsünü takiben trombolitik tedavi uygulanan (n=46) ve uygulanamayan (n.41) hastaların klinik ve laboratuvar sonuçlara karşılaştırdmıştır.Trombolitik tedavi (Iv Streptokinaz 1.5 milyon Ü, bir saat süresinde) göğüs ağrısının başlamasından itibaren 6 saat içinde müracaat eden hastalara uygulandı. Ilasta-nede toplam yatış süresi, trombolitik tedavi (10±4 gün) uygulananlarla plasebo (1 1 ffl gün) arasında an-lamlıbir değişiklik göstermedi (p>0.05). CK-MB en-zim düzeyi trombolitik tedaviden 6 saat sonra yükselmeye başladı (86±122 mg/dl) ve pik düzeyine 12 saat sonra (191±138 mg/dl) ulaştı (p<0.01). CPK enzim düzeyi ise (354±738 mg/dl) erişti (p<0.01). SGOT,SGPT ve LDH enzimleri trombolitik tedavi-den 18 saat sonra değişmeye başladı (p<0.05). Koles-terol trigliserit, düşük dansiteli lipoprotein (LDL) düzeylerinde önemli değişiklik olmadı. Yüksek dan-siteli lipoprotein (HDL) trombolitik tedaviden 18 saat sonra artmaya başladı
Several studies have shown that infarct size is re-duced after trombolytic treatement in patients with acute myocardial infarction. The present study was pelformed to compare clinical and laboratory results in acute myocardial infarction patients following ei-ther intravenous thrombolysis or plasebo in our Co-ronary Care Unite. We peiformed intravenous strep-tokinase (n=46) within 6 hours from onset of chest hain. Total hospitalization days were not changed between patients with thrombolytic treatement and Placebo (10±4 gün vs 11 ±5 gün, p<0.304, respectively). CK-MB started significantly to change after 6 hours (176±138 mgldl, p<0.01). CPK, reached its peak level within 12 hours after thrombolytic treate-ment. SGOT, SGPT and LDII begun significantly change within 18 hours after thrombolytic treate-ment. Cholesterol, trigliserit, LDL were not changed significantly. But HDL increased significantly in pa-tients with thrombolytic treatement within 18 hours after thrombolytic treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernilerinin Etyolojisinde Uyuma Pozisyon Alışkanlıklarının Rolü
Yalçın Kocaoğullar, Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernilerinin Etyolojisinde Uyuma Pozisyon Alışkanlıklarının Rolü
SleepIng PosItIon As An EtIologIcal Factor In Lumbar DIsc HernIatIon
Amaç: İntervertebral disk herniasyonu çok sık görülebilen bir nöroşirürjikal patolojidir. Burada bir prospektif, kontrollü kohort çalışma ile uyuma pozisyonu alışkanlıklarının lomber disk hernisi etyolojisinde önemi olup olmadığı araştırılmıştır. Uyuma pozisyonları esnasında lomber bölgeye binen rotasyonel kuvvetler farklı olabilmektedir. Yöntem: 2007-2008 yılları arasında kliniğimizde opere edilen 84 hasta üzerinde prospektif olarak çalışma gerçekleştirilmiştir. Hastalar lomber disk hernisi tanısı almadan önceki uyuma pozisyonu alışkanlıklarına göre 2 gruba ayrılmışlardır. Üstteki bacak öne çaprazlayarak yan yatanlar ve dizler bitişik yan yatanlar şeklinde gruplar oluşturulmuştur. Bulgular: Bacaklar çapraz şekilde uyuma pozisyonu alışkanlığına sahip olanlarda, dizler bitişik şekilde uyuma pozisyonu alışkanlığına sahip olanlara göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla lomber disk hernisi oluşabileceği tespit edilmiştir.
Aim: Intervertebral disc herniation is a very common neurosurgical pathology.A prospective, controlled cohort study was conducted to assess whether sleeping position is important or not in the formation of lumbar disc hernia in etiology. Because according to the sleeping position the rotational force applied to the lumbar region may differ. Method: This is a prospective study carried out between 2007-2008 in 84 patients to be operated with lumbar disc hernia at two different level. The patients were grouped into two groups according to their sleeping position habits before they get ill. Conclusion: We find that there was a statistically significant relations between cross leg position and occurance of disc herniation when compared to adjoined legs position.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Ali Ulvi Uca, Zehra Akpınar, Orhan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome.
Melkersson Rosenthal sendromu (MRS), etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen, seyrek görülen bir hastalıktır. Bu sendrom tekrarlayan orofasiyal ödem, periferik fasiyal parallzi atakları ve skrotal dil ile karakterizedlr.Bu çalışmada MRS’nun klinik özelliklerini gösteren 24 yaşında bir erkek hastayı sunarak bu sendromun insidansı, etyolojisi, patolojisi, klinik özellikleri, ayırıcı tanı ve tedavisini ilgili literatür bilgileri ışığında gözden geçirdik.
Melkersson- Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknovvn etiopathogenesis. This syndrome is characterized by a triad of recurrent orofacial edema, relapsing facial palsy, and scrotal tongue. İn this report a 24 year old man with the typical clinical symptoms and signs of MRS is reported. İn addition, the literatüre on MRS is revievved with respect to incidence, etiology, clinical features, pathology, diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antegrad Üreteral Stentleme; Endikasyon- Yöntem- Komplikasyonlar Ve Komplikasyonlara Radyolojik Yaklaşım
Süleyman Bakdık, Mehmet Giray Sönmez, Pınar Didem Yılmaz, Cengiz Kadıyoran, Necdet Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Antegrad Üreteral Stentleme; Endikasyon- Yöntem- Komplikasyonlar Ve Komplikasyonlara Radyolojik Yaklaşım
Antegrad Ureteral Stentıng; Indıcatıons - Methods - Complıcatıons And Radıologıcal Approach To Complıcatıons
ANTEGRAD ÜRETERAL STENTLEME; ENDİKASYON- YÖNTEM- KOMPLİKASYONLAR VE KOMPLİKASYONLARA RADYOLOJİK YAKLAŞIM
Özet
Amaç
Bu çalışmanın amacı malign ve benign etyolojilerin neden olduğu üreteral obstrüksiyonların ve üreteral kaçakların tedavisinde antegrad üreteral stentlemenin endikasyonlarını, başarı oranını, komplikasyonlarını , teknik başarıyı artıcak yöntemleri, retrograd ve antegradüreteralstentlemeye ikincil oluşan komplikasyonların radyolojik yönetimini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem
Bu retrospektif çalışmada Ocak 2016 ve Aralık 2018 tarihleri arasında floroskopi ve US rehberliğinde yapılan antegradüreteralstentleme işlemleri incelendi.Ortalama yaşları65,87(20-90) olan 25 kadın (%32,05)ve ortalama yaşları 68,73( 30-90) olan 53erkek (%67,94) toplam 78 hastaya 110 adet antegradüreteral stentleme ve perkütan nefrostomiyapıldı. Her hasta için demografik veriler antegradüreteralstentlemeendikasyonları, işlem sonuçları ve komplikasyonları tarandı.
Sonuç:
Antegrad üreteral stent yerleştirilmesi, retrograd üreteral stent yerleştirmenin başarısız olduğunda ve zaten perkütannefrostomi kateteri bulunan hastalarda iyi bir alternatiftir. Yüksek bir teknik başarı oranı ve düşük komplikasyon riski içermektedir. Diğer radyolojik prosedürlerde kullanılan ekipmanlardan antegradüreteralstentlemede faydalanılması teknik başarıyı artırmaktadır. Retrograd veya antegradüreteralstentlemesırasında oluşanmalpozisyon, perforasyon, kanama, ürinom, apse gibi kompliaksyonlarında radyolojik metodlarla yönetimi mümkündür.
Anahtar Kelimeler: Duble J üreteral stent, Üreteral obstrüksiyon, Perkütan, Antegrad, Hidronefroz,
ANTEGRAD URETERAL STENTING; INDICATIONS - METHODS - COMPLICATIONS AND RADIOLOGICAL APPROACH TO COMPLICATIONS
Abstract:
Objectives
The aim of this study is to evaluate the indications, success rate, complications, technical success enhancing method, methods of antegrad ureteral stenting and the radiological management of complications due to retrograde and antegrade ureteral stenting in the treatment of ureteral obstructions and ureteral leaks caused by malignant and benign etiologies.
Materials and Methods
In this retrospective study, fluoroscopy and US-guided antegrade ureteral stenting procedures between January 2016 and December 2018 were examined. The study included 110 antegrade ureteral stenting and percutaneous nephrostomy in a total of 78 patients with 25 female patients (32.05 %), a mean age of 65.87 (20-90) and 53 male patients (67.94%) with a mean age of 68.73 (30-90). Demographic data, antegrade ureteral stenting indications, procedure results and complications were evaluated for each patient.
Results
Antegrade ureteral stenting is a good alternative for patients with retrograde ureteral stent placement and already with percutaneous nephrostomy catheters. It has a high technical success rate and low complication risk. The use of the equipment used in other radiological procedures in antegrade ureteral stenting increases the technical success. Malposition, perforation, hemorrhage, urinoma, abscess complications such as retrograde or antegrade ureteral stenting can be managed by radiological methods.
Key Words: Double J Ureteral stent, Ureteral obstruction, Percutaneous, Antegrade, Hydronephrosis,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Tamer Demir, Burak Turgut, Şahap Kükner, Turgut Yılmaz, Lokman Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Prognostıc Factors In Perforatıng Eye InjurIes
Amaç : Önlenebilir körlük nedenleri içinde önemli bir yere sahip olan perforan göz yaralanmalarına ait prognostik faktörlerin ortaya konup, bazı risk faktörlerinin belirlenmesine çalışılmıştır. Yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Kliniği’ ne 1994-1999 yılları arasında perforan göz yaralanması ile baş vuran 157 hastaya ait kayıtlar değerlendirilmiştir. Olguların tümüne tek ya da ikinci cerrahi işlem uygulanmıştır. Olgular; yaş, cinsiyet, mesleki dağılım, travma nedeni, travmaya uğrayan doku, travmaya eşlik eden ek patoloji, uygulanan cerrahi işlem, yaralanma anından operasyona kadar geçen süre, ikinci operasyon gereksinimi, operasyon öncesi ve sonrası görme düzeyleri ve komplikasyonlar açısından irdelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan 157 olgunun % 77.7'si erkek, % 22.3 ‘ü ise kadın olup, yaş ortalamaları 25.25 ( 4-85) olarak belirlendi. Perforan yaralanmaya en sık 0-12 yaş grubunda (%40.1) rastlanıldı. Bu oran işçilerde % 19.1, çiftçilerde ise %15.3 tespit edildi. En sık yaralanma yeri kornea olup (%62.4), en sık etkenin ise delici- kesici aletler olduğu belirlendi (%22.9). Olguların operasyona kadar geçen süreleri değerlendirildiğinde, % 76.4' ünün ilk 24 saatte öpere edildiği görüldü. İkinci operasyon olguların %27.4’ünde gerekli oldu. Operasyon öncesi görme düzeyinin en sık olarak persepsiyon- projeksiyon düzeyinde olduğu saptandı (15.9). Takiplerde en sık karşılaşılan komplikasyonun ise pupilla düzensizliği (%29) ve korneal lökom (%25.9) olduğu belirlendi. Sonuç: Perforan göz yaralanmalarında tedaviden ziyade yaralanmanın önlenmesi esastır. Bu yüzden koruyucu sağlık hizmetleri her şeyin önünde gelmektedir. Perforan göz yaralanmak hastaların hastahaneye erken başvurmaları ve erken cerrahi müdahalenin de görme prognozuna olumlu etkileri olduğu muhakkaktır.
Aim : İn this study vve aimed at determining the prognostic factors and some risk factors in perforating eye in juries which have important role in preventable blindness. Method: VVe retrospectively evaluated data from a total of 157 patients, admitted to Fırat University Medical School, Department of Ophthalmology with perforated eye injuries, betvveen 1994-1999. One or two surgical interventions were performed in ali cases. They were eva luated with respect to patients’ age, sex and occupation; etiology of trauma, affected tissue, accompanying pat- hological findings, performed surgical intervention, delay betvveen the injury and surgery, Vision level before and after surgery and complication. Result: Of the total 157patients included in this study, 77.7% was male; 22.3 % female; and mean age of patients was 25.25 (4-85) years old. Perforated eye injuries vvere frequently seen (40.1%) in young patients (0-12 years old). This ratio was found to be 19.1% in vvorkers and 15.3 % in farmers. Among the most frequently injured tissues, cornea vvas the first (62.4%) and knives and Sharp tools were res- ponsible from most of the perforations (22.9%). Of the cases 76% vvas received surgical intervention in the first 24 hours' period. Before operation, visual level frequently found to be betvveen perception and projection (15.9). Most frequent complication among the follovv up period vvas ubnormal shaped pupil (29%) and corneal leukoma (25.9%). Conclusion: İt is knovvn that in perforated eye injury treatments, prevention of injuries is more important th an cure. Therefore prevention al public health Services ar e essential. Our results suggest that, urg en t admission to the hospital and possible early surgical intervention is important determinants of visual prognosis after per forated eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Klınıgımızde Rehabılıte Edılen Paraplejık Hasaların Tedavı Sonularının Degerlendırılmesı
İsrafil Şimşek, Önder Murat Özerbil, Ömer Faruk Şendur, Kazım Erdoğan, Sami Küçükşen
Araştırma makalesi
Özeti
Klınıgımızde Rehabılıte Edılen Paraplejık Hasaların Tedavı Sonularının Degerlendırılmesı
The Assessment Of Treatment Results Of Pa-RaplegIc PatIents That RehabIlItated In Our ClInk
Bu calışmadaada rehabilite edilen pa-raplejik hastalann tedavi sonuflan de-gerlendirilerek kaynaklarla uv:u kar-idaprildt. cah,smaya (that kadin dokuzu erkek 15 hasta altnnu,s, hastalar de►ografik vzellikleri .vamnda, lez-yon sevivesi, ekli, varalanma nedeni, vataga vataktan Aran gecif, ye yiirume mesane Ye barsak aktiviteleri ve fonksiyonel durumlan yonii►ckn de-, erlendirilini,sdi. rahismarun sonuflan kaynaklarla uvunilu bu-lundu. Parapleji etiyolojisinde can siralan 4gal eden trafik kazasi. yuksekten Arnie ve ateFli silrthla ya-ralannumm hala ulusal sorun ()Imo ko-rudugu Ye ktsttlr ko,cullarda bile rehabilitas•mla onemli cticiide iyileoneler elde edilebilecegi kanisma
In ibis study the outcomes of paraplegic patients that we rehabilitated in our clinic were evaluated and compared to previous studies. Six women and nine men, totally 15 patients were included. Beside their demographic cha-racteristics the patients were assessed according to their lesion level. cause of injury, transfer activities in bed, walking activities, bladder and bowel con-ditions and functional status. At the end of the study the results were found comparable to previous ones and factors which take primarily part in i►e etiology of paraplegia like traf-fic accident, fall from height and gunshot wounding are still thought to be an important national pmb-lent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kekemelik - Cinsiyete Bağlı Farklılıklar
Aysen Özkan, Ali C. Arık
Araştırma makalesi
Özeti
Kekemelik - Cinsiyete Bağlı Farklılıklar
StutterIng
Kekemelik konuşmanın akışını önemli ölçüde bozacak biçimde seslerin ya da hecelerin tekrarlan-ması ya da uzatılmasıdır.Bugüne kadar nevrotik bir durum, öğrenilmiş bir davranış ya da yapısal bir bo-zukluğa dayanan bir hastalık olduğu düşünülmüşse de nedeni kesin olarak saptanamamıştır. Bu çalış-mada hastalığın etiyolojisine ışık tutmak amacıyla kekerneliğin cinsiyete göre bir farklılık gösterip göstermediği araştırılmıştır. Bu amaçla kekemelik tanısı almış 45 çocuğun dosyaları gözden geçirilmiş ve farklılıklar döküme edilerek karşılaştırılmıştır. istatistiksel hesaplamalar t testine göre yapılmıştır. Çalışma sonucunda kız çocuklarda hastalık öncesi emosyonel travma, ailede psikiyatrik .hastalık öy-küsü ve geçirnsizliğin erkeklere oranla önemli dere-cede fazla bulunduğu saptanmıştır. Bu bulgular emosyonel faktörlerin özellikle kızlarda kekemelikte presipite edici ya da etiyolojik faktörler olabileceğini düşündürmüştür.
The essential feature of this disorder is a marked inzpairment in speech fluency characterized by frequent repetitions or prolongations of so. unds or syllables. [Ip until now it has been considered to be a neurotic condition, a learned behavior or structurel disorder. Never the lens, the cause of this disorder has not been established for certain.In (his study to onlighten the etiology of (his condition dıllerences related to sex has been investigated. With (his aim medical records of 45 children diagnosed as stuitering, has been reviewed, differences documented and compared. in statistical calculations t-test has been used. As a rest& of this study it has been found that in females emotional trauma prior to illness, family history of psychiatric disorder and family disharmony vere significantly more abundant compared to males. These results suggest that in stuttering emotional factor may be presipitating or etiological factors in females more so than males.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Selenyum Düzeyı
Ali Bayram, Mehmet Erkoç, Aşkın Işımer, Ahmet Soyal, Ahmet Aydın, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Selenyum Düzeyı
Serum SelenIum Levels In PatIents WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Akut miyokard infarktüslü 37 ve sağlıklı 33 ol-guda serum selenyum düzeyi araştırıldı. Ilk grupta selenyum düzeyi 49.340 9.906 Agit, ve ikinci grup-ta 70.849±12.868 pgİL olup, iki grup arasında an-lamlı farklılık bulundu (p<0.01). Selenyum düzeyi ile cinsiyet, sigara ve hipertansiyon arasında ilişki saptanamazken; selenyum düzeyi, 60 yaşın üze-rindeki olgularda 60 yaşın altındakilere göre anlamlı şekilde düşük bulundu (p<0.05). Koroner arter hastalığı ile serum selenyum düzeyi arasında anlamlı bir ilişkinin bulunduğu •ve bu ilişkinin açıklanabilmesi için prospektif çalışmalara ve hayvan deneylerine gereksinim olduğu kanaatine varıldı.
We investigated the serum selenium levels in 37 patients with acute myocardial infarction (Group I) and in 33 healthy people (Group II). The mean levels of selenium in both groups were 49.340.906 pgl L and 70.849±12.868 pgiL, respectively. There was significant difference between two groups (p<0.01). There was no relationship between selenium levels and sex, smoking and hypertension. The selenium levels showed decrease in patients older than sixty compared to those under sixty (p<0.05). In conclusion, we found that there was meaning relationship between serum selenium levels and cora onary artery disease. In order to describe the relation-ship we need prospective clinical and experimental studies with more detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniklerinde Yatan Hastalarda Hastane Enfeksiyonuna Neden Olan Mikroorganizmalar Ve Antibakteriyellere Duyarlılıkları
A. Zeki Şengil, Hatice Özenci, Emine İnci Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniklerinde Yatan Hastalarda Hastane Enfeksiyonuna Neden Olan Mikroorganizmalar Ve Antibakteriyellere Duyarlılıkları
Mıcroorganısms Causıng Hospıtal Infectıon In Patıents In The Surgıcal Clınıcs Of Selçuk Unıversıty Medıcal Faculty And Theır Sensıtıvıty To Antıbacterıals
Hastane enfeksiyonları, hastanede yapma süresi. içinde kazanılan enfeksiyonlardır (1, 7). En sık rastlanan hastane enfeksiyonları üriner sistem, cerrahi yara ve solunum sistemi enfeksiyonlardır.(1, 3, 6, 7). Neden olan mikroorganizmaları en çok bakteriler ve genellikle aerobik gram negatif basillerdir (1, 3, 5, 7). Etyolojisinde; konakcı ile ilgili faktörler, çevresel faktörler ve etken ajanın antibakteriyellere ,direnci ile faktörler rol oynar (1, 3, 4, 5, 6, 7., 8, 9, 10, 11, 12). Çalışmanın amacı, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, üroloji, ortopedi ve genel cerrahi servislerinde, hastane enfeksiyonu şüpheli materyallerden izole edilen mikroorganizmaları ve antibakteriyel duyarlılıklarını saptamaktır. Bulunan etken ajanlar: %53.5 Pseudomonas, %13.9 E. coli, %9.3 Proteus, %9.3 St. aureus, %7.0 Klebsiella„ %7.0Enterobacter idi. Yapılan antibiyotik duyarlılık test sonuçlarında bazı antibakteriyellere c92'ye varan direnç gözlendi.
Hospital infections, hospitalization time. are acquired infections in (1, 7). The most common nosocomial infections are urinary system, surgical wound and respiratory system infections (1, 3, 6, 7). The causative microorganisms are mostly bacteria and generally aerobic gram-negative bacilli (1, 3, 5, 7). In its etiology; Factors related to the host, environmental factors and the resistance of the active agent to antibacterials play a role (1, 3, 4, 5, 6, 7., 8, 9, 10, 11, 12). The aim of the study is to detect microorganisms isolated from materials with suspicious hospital infection and their antibacterial susceptibility in Selçuk University Medical Faculty Hospital, urology, orthopedics and general surgery services. The causative agents found: 53.5% Pseudomonas, 13.9% E. coli, 9.3% Proteus, 9.3% St. aureus was 7.0% Klebsiella 7.0% Enterobacter. In the antibiotic sensitivity test results, resistance up to C92 was observed against some antibacterials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Septık Artrit Va Kalarında Klınık Özellıklerın Değerlendırılmesı
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Salim Güngör, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Osman Kurtuluş, Eyüp S: Karakaş
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Septık Artrit Va Kalarında Klınık Özellıklerın Değerlendırılmesı
Acute SeptIc ArthrItIs: EvaluatIon Of The ClInIcal Features
Bu makalede. akla septik artritin prognozla olabilecek klinik özelliklerini incelemeyi amaç edindik,. Konya ve Kavseri'deki iki Ortopedi klini-ğinde tedavi edilen ve yaşları 10 günle 72 yıl ara-sında değişen 159 hasta gözden geçirildi. Karşılaş-tırmalı değerlendirme için hastalar üç yaş grubuna ayrıldılar. Birinci grupta; yaşları 12 aydan küçük 20 infant, ikinci grupta; yaşlari 1-16 yıl arasında olan 106 çocuk, üçüncü grupta; yaşları 17 yıl ve daha büyük olan 33 yetişkin hasta vardı. En fazla birinci ve ikinci grupta olmak üzere 70 hastada kalça septik artritl görüldü. Diz tutulumu 59 hastada izlendi. Diz yetişkinlerde en çok tutulan eklem olmuştur. Eklem kültürlerinde en fazla izole edilen bakteri Stafilokok aureus olmuş, bunu gram-negatif bakteriler izlemiştir.
In this article, our aim was to evaluate clinical features of acute septic arthritis in relations to its prognosis. One hundred andfifiy-nine patients whose ages ranged fr-om 10 days to 72 years were reviewed two Orthopaedic Clinics in Konya and Kayseri. A compararive analysis was made by dividing the pa-tients into three age groups. First group contained 20 infants vounger [han one year of age. One hundred and six children between 1 and 16 years of age are included in the second group. Patients older than 17 years of age, 33 of them, made up the third group. The hip joim was involved in 70 patients represented largely the first and the second group. The knee was involved in 59 patients. Majority of the third group patients had knee involvement. Microorganisms iso-lated from the cultures of these joints were predorni-nantly Staphylococcus aureus which was followed by gram-negative bactarias.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
Egemen Altan, Müjdat Adaş, Murat Tonbul, Osman Orman
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
FunctIonal Results Of ArthroscopIc Bankart RepaIr Of TraumatIc Recurrent Shoulder InstabIlIty PatIents
Travma sonrası tekrarlayan anterior-inferior glenohumeral instabilite tanısıyla artroskopik Bankart tamiri yapılan hastaların fonksiyonel sonuçları değerlendirildi. Hastaların ortalama takip süreleri 45 aydı (dağılım 32- 80 ay). Olguların 4’ü (%10) kadın, 37’si (%90) erkekti ve yaş aralıkları 24-44 (ortalama 32)’dü. Olgularımızın 27’inde (%65) sağ omuzda, 14’ünde (%35) sol omuzda patoloji gözlendi ve bunların 25’inde dominant taraf tutulumu vardı. Olgularımızın hepsinde travmatik omuz çıkığı meydana gelmiş ve travma şekli olarak düşme, futbol oynarken darbe alma, yüzme gibi aktiviteler etyolojide sıklıkla rol oynamışdır. 10 hasta düşme sonucu, 4’ü voleybol oynarken, 2’si kaledeyken, 1’i güreş yaparken, 2’si kavga sırasında, 2 hasta yüzerken, diğerleri de çeşitli travmalar sonucunda çıkık episodları geçirmiştir. Ameliyat öncesi manyetik rezonans incelemelerinde tüm hastalarda Bankart lezyonu saptandı. Hastalar Rowe ve Constant skorlama sistemlerine göre değerlendirildi. Ameliyattan sonra ortalama Rowe skoru 87 (ortalama 15-100) olarak ve Constant skoru ise 95 (dağılım 88-100) olarak bulundu. Buna göre 33 (%80.5) hastada mükemmel sonuca ulaşıldığı tespit edildi. Tekrar instabilite gelişen 8 (%19.5) hastadan 2’sine artroskopik revizyon cerrahisi 2’sine Laterjet prosedürü uygulandı. Artroskopik omuz cerrahisi uzun bir öğrenme eğrisi olan, eğitim süreci gerektiren ama aynı zamanda kanama, rehabilitasyon ve yara iyileşmesi gibi pek çok konuda avantajları olan bir yöntemdir. Sonuç olarak bu etkili yöntemle daha az komplikasyon oranları ile omuz instabilitesi olan hastalar başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir.
The purpose of this study was to present, through a retrospective case series, results of the patients who were treated arthroscopically for anterior glenohumeral instability. We evaluated 41 patients. Mean follow-up of the patients were 45 months (range 32-80). There were 4 (10%) female and 37 (90%) male with a mean age of 32 (range 24- 44). There were 27 (65%) right and 14 (35%) left shoulders. Dominant side was injured in 25 patients. All of the patients were suffered from a traumatic shoulder dislocation. Many etiological factors are responsible for these traumatic dislocations like swimming, falling on the side while playing soccer or volleyball or a direct trauma to the shoulder. MRI was performed before the surgery and it was found to be a Bankart lesion for all the patients. Also, all patients were evaluated according to Rowe and Constant scores. Postoperatively, mean Rowe score was 87 (range 15-100) and mean Constant score was 95 (range 88-100). Excellent resuls were obtained in 33 (80.5) patients. There were 8 (19.5) patients of recurrences and 2 of them had arthroscopic revision surgery and Laterjet procedure was performed for the latter 2 patients. Arthroscopic shoulder surgery is a long learning curve, requiring the training process but also has the advantages of less bleeding, easy rehabilitation and wound healing. As a result, this effective method can be performed for recurrent shoulder instability patients with less complication rates.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin Primer Anjiosarkomu
Mustafa U. Kalaycı, Ceyhan Uğurluoğlu, Hakan Bulak, Erol Eroğlu, Hüseyin Eraslan, Süleyman Oral
Olgu sunumu
Özeti
Memenin Primer Anjiosarkomu
PrImary AngIosarcoma Of Breast
Memenin primer anjiosarkomu nadir görülen, memenin perilobüler kapiller ağından köken aldığı düşünülen, erken dönemde hematojen metastaz yapan, kötü prognoza sahip bir tümör tipidir. Kırk yaşında kadın olgu, fizik mu ayenede sol memede kitle ve aksiller lenfadenopati mevcuttu. Biyopsi sonucu memenin primer anjiosarkomu ola rak değerlendirildi. Modifiye radikal mastektomi sonrasında adjuvan radyoterapi ve kemoterapi uygulandı. Olgu postoperatif 12. ayda akciğer ve kemik metastazı ile kaybedildi.
Primary angiosarcoma of breast is a rarely seen tumor type. İt considered that tumor is developing from the pe- rilobular capillary netvvork. İt metastased with hemotagen pathvvay in early State ıt shows a poor prognosis. Fourty years old woman. Left breast mass and axillary lymphadenopathy presenced in physical examination. Biopsy was reported primer angiosarcoma of the breast. After the modified radical mastectomy, adjuvant chemotheraphy and radiotheraphy was performed. Patient was tost inpostoperative 12th month with lung and bone metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Ahmet Çizmecioğlu, Burcu Yormaz, Hilal Akay Çizmecioğlu, Mevlüt Hakan Göktepe, Nijat Ahmadli, Dilek Ergun, Baykal Tülek, Fikret Kanat
Araştırma makalesi
Özeti
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Is CapIllary RefIll TIme An Early PrognostIc Factor In Covıd-19 PatIents?
Amaç: Hipoksemi, koronavirüs hastalığında (COVID-19) prognozu belirlemek için kullanılan hayati bir
kriterdir. Bu çalışmada, COVID-19 hastalarında hipoksiye bağlı hastalık şiddetini tanımlamada kapiller
dolum zamanının (KDZ) etkinliği değerlendirilmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma, COVID-19 hastaları ve yaşça eşleştirilmiş bir sağlıklı grubu
ile gerçekleştirilmiştir. Ölçüm için optimum test ortamı sağlandı ve yöntemimizi standartlaştırmak ve
ölçümleri (milisaniye cinsinden) kaydetmek için sabit bir akıllı telefon platformu kullanıldı. Kaydedilen
videolar daha sonra bir video işleme programı kullanılarak değe rlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 39 COVID-19 hastası ve 40 kontrol grubu katıldı. Hastalar hastalık
şiddetlerine göre orta (n= 25) veya ağır (n= 14) gruplara ayrıldı. Her iki orta / şiddetli grubun ortalama
oksijen satürasyonu %94'ün üzerindeydi. Hastalık şiddetine göre KDZ ölçümleri şiddetli grupta orta gruba
göre daha yüksekti (p= 0.009). Lenfopeni olmayan hastalarda (n= 18), KDZ değerlerinin şiddetli grupta
arttığı saptandı (p= 0.008). Covid-19’lu hastaların takibinde KDZ kullanımı uygulanabilirdi (AUC: 0.91;
%95 SH 0.848-0.978; P= 0.001)
Sonuç: Sonuçlarımız, COVID-19’lu hastalarda KDZ süresinin uzayabileceğini göstermektedir. Lenfopenisi
olmayan ve O2 seviyesi normal olan hastalarda, KDZ uzamasının saptanması yoğun bakıma erken kabul
için bir kriter olabilir .
Aim: Hypoxemia is a vital criterion used to determine prognosis in coronavirus disease (COVID-19)
cases. This study thus examined the effectiveness of capillary refill time (CRT) in defining hypoxiadependent
disease severity in COVID-19 patients.
Patients and Methods: This prospective study was conducted with COVID-19 patients and an agematched
healthy group. The optimum test ambiance was provided, and a stable smartphone platform
was used to record the measurements (in ms) to standardize our method. The captured videos were then
evaluated using a video processing program.
Results: In total, 39 patients with COVID-19 and 40 control groups participated in this study. The patients
were further divided into the moderate (n = 25) or severe group (n = 14) according to disease severity.
The mean oxygen saturation of both moderate/severe groups was above 94%. Per disease severity, the
CRT measurements were higher in the severe group than in the moderate group (p = 0.009). In patients
without lymphopenia (n = 18), CRT values were found to be increased in the severe group (p = 0.008).
The use of CRT in patients with Covid-19 was practicable (AUC: 0.91; 95% CI 0.848-0.978; P = 0.001).
Conclusions: Our results show that CRT prolongation can occur in patients with COVID-19. In patients
without lymphopenia and with normal O2 levels, detecting CRT prolongation may be a criterion for early
admission to ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Yöresinde Larenks Kanserlerinin Epidemiyolojik Görünümü
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Bedri Özer, Ersin Bulun
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Yöresinde Larenks Kanserlerinin Epidemiyolojik Görünümü
EpIdemIologIcal VIew Of Laryngeal Cancers In Konya RegIon
Larenks kanseri nedeniyle kliniğimize başvuran 134 hasta değerlendirildi. Larenks kanserlerinin etiyolojisinde rol oynayan faktörler ve lezyonum larenks içimdeki lokalizasyonu literatürle karşılaştırıldı.
134 patients admitted to our clinic with laryngeal cancer were evaluated. The factors that play a role in the etiology of laryngeal cancers and the localization of my lesion in my larynx were compared with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Supraventriküler Taşikardili Hastalarda Radyofrekans Ablasyonun Kök Hücre Ve Sistemik İnflamasyona Etkisi
Ahmet Lütfü Sertdemir, Halil İbrahim Erdogan, Bahadir Feyzioglu, Mehmet Tokac, İlknur Can
Araştırma makalesi
Özeti
Supraventriküler Taşikardili Hastalarda Radyofrekans Ablasyonun Kök Hücre Ve Sistemik İnflamasyona Etkisi
The Effect Of RadIofrequency AblatIon On Stem Cells And SystemIc InflammatIon In PatIents WIth SupraventrIcular TachycardIa
Amaç: Kemik iliğinde bulunan kök hücreler, doku onarımını artırmak için miyokardiyal hasar sonrası dolaşıma salınmaktadır. Başta atriyal fibrilasyon olmak üzere; kardiyak aritmilerin radyofrekans ile ablasyonu sonrası dolaşımda bulunan kök hücrelerin inflamatuar aracılar vasıtasıyla salınımının tetiklendiği gösterilmiştir. Bizim çalışmamızda, yavaş yol veya aksesuar yol gibi geniş olmayan ablasyon işlemlerinden sonra dolaşımdaki kök hücre sayısının artıp artmadığı araştırılmıştır.
Method: 26 hastaya [13 kadın, yaş 54 (18-74)] radyofrekans ablasyon işlemi uygulandı. Bu hastalardan 18’ine atriyoventriküler nodal reentran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu; 8’ine ise atriyoventriküler reentran taşikardi nedeniyle aksesuar yol ablasyonu yapıldı. Hastalarda periferikdolaşımdan alınan kan örneklerinde işlem öncesi ve işlem sonrası 7. ve 30. günlerde CD34+ hücre sayıları ve çeşitli serolojik belirteçlerin [Troponin-I (Tn-I), interlökin-6 (IL-6), Stromal deriveted faktör 1-α (SDF 1-α) ve C-reaktif protein (CRP)] düzeyleri incelendi.
Bulgular: CD34+ hücrelerin, işlem sonrası 7. günde bazal ölçüme gore anlamlı artış gösterdiği [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) hücre/mikrolitre sırasıyla, P<0.001] ve 30. günde bazal seviyelere indiği gözlendi. Ablasyon sonrası Tn-I, CRP, IL-6 ve SDF1-α düzeylerinde istatiksel anlamlı artış izlenmedi. İşlem sırasında uygulanan enerji miktarı (watt) ile işlem sonrası 30. günde artan CD34+ hücreleri arasında doğru orantı izlendi (r: 0.460; p= 0.018).
Sonuç: Çalışmamızda periferik kanda bulunan kök hücrelerin atriyal fibrilasyon ablasyonundan daha az enerji uygulanan yavaş yol veya aksesuar yol ablasyonundan sonrası 7. günde anlamlı şekilde arttığı ve izlemde 30. günde bazal seviyelerine döndüğü gösterilmiştir. Ayrıca, dolaşımda bulunan kök hücrelerdeki artışın işlem sırasında uygulanan eneji miktarı ile doğru orantılı olduğu da bulunmuştur.
Introduction: Circulating stem cells (CSCs) are released from bone marrow in to the circulation after myocardial injury to improve tissue repair. Radiofrequency ablation (RFA) of cardiac arrhythmias, particularly for atrial fibrillation, has been shown to trigger the release of CSCs through inflammatory mediators. We aimed to investigate whether CSCs are increased in the circulation following non-extensive ablation procedures such as slow pathway or accessory pathway ablations.
Methods: Twenty-six patients [13 females, 54 (18-74) years old] who underwent slow pathway ablation for atrioventricular nodal reentrant tachycardia (n=18) and accessory pathway ablation for atrioventricular reentrant tachycardia (n=8) were included. Peripheral blood CD34+ cell count and multiple serologic markers [troponin I (Tn-I), C-reactive protein (CRP), interleukin-6 (IL-6), stromal cell derived factor (SDF) 1 alpha] were evaluated before the ablation procedure and 7 and 30 days after the procedure.
Results: The CD34+ cell count was significantly increased on the 7th day after the procedure when compared to baseline [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) cells per microliter respectively, P<0.001]. The CD34+ cell count was similar to baseline on the 30th day following the procedure. Levels of Tn-I, CRP, IL-6 and SDF1-α did not change significantly following ablation. The amount of energy applied during RFA (watts) was significantly correlated with the 30th day CD34+ cell count (r: 0.460; p= 0.018).
Conclusions: Peripheral blood CSCs are increased after slow pathway or accessory pathway ablations which are less extensive ablations compared to atrial fibrillation ablation. The levels return to baseline by the 30th day following the procedure. The increase in CSCs was positively correlated with the amount of energy delivered during the procedure.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Sabri Hergüner, Arzu Hergüner
Araştırma makalesi
Özeti
Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Cholesterol Levels In ChIldren And Adolescents WIth AutIstIc DIsorder
Otizm sosyal ilişki ve iletişim alanlarında belirgin güçlükler, yineleyici-sınırlı-olağan dışı davranış ve ilgilerin olduğu nörogelişimsel bir bozukluktur. Otizmin nedeni halen net olarak bilinmemektedir fakat genetik, immünolojik, metabolik ve çevresel faktörlerin etkileşimiyle oluşan multifaktoriyel bir bozukluk olduğu düşünülmektedir. Otizmin etyolojisinde lipid metabolizmasında bozulmanın bulunduğuna dair kanıtlar giderek artmaktadır. Bu çalışmada otistik bozukluğu olan çocuk ve ergenlerin kolesterol düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya DSM – IV ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı alan 88 çocuk ve ergen alınmıştır. Bilinen her hangi bir genetik, metabolik ve/veya nörolojik hastalığı olan olgular çalışma dışı bırakılmıştır. Ortalama kolesterol düzeyi 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl olarak bulunmuştur. On altı olgunun (% 18.2) kolesterol düzeyinin iki yaşından büyük çocuklar için 5. persantil değeri olan 100 mg/dl’den düşük olduğu görülmüştür. Bu bulgular kolesterol metabolizmasında bozulmanın otistik bozukluk etyolojisinde rol alabileceğini desteklemektedir. Otizm ile kolesterol metabolizması arasında ilişkiyi inceleyen daha ileri çalışmalara gereksinin bulunmaktadır.
Autism, a neurodevelopmental disorder, is defined by core abnormalities in reciprocal social interaction and communication, and by the presence of restrictive or stereotyped interests and behaviors. Its etiology is almost unclear however a number of factors is being investigated including genetic, infectious, metabolic and environmental causes. Recent findings suggest the role of abnormal lipid metabolism in autism. The aim of this study was to investigate the incidence of cholesterol deficiency in a group of subjects with autistic dis¬order (AD). Study group included 88 children and adolescents with autistic disorder according to DSM-IV criteria. Children with any diagnosed genetic, metabolic, or neurological disorders were excluded from the study. The mean cholesterol level was 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl. Sixteen subjects (18.2 %) had a cholesterol level lower than 100 mg/dl, which is below the 5th centile. Our findings confirmed the high prevalence of abnormally low cholesterol levels in autistic disorder and support clinical significance regarding the possible role of cholesterol deficit in the etiology. Further studies are needed to investigate the relation between cholesterol metabolism and autism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mezenter İskeminin Prognozunun Belirlenmesinde Preoperatif Nötrofil Lenfosit Oranının Etkinliği
Kemal Deniz Ercan, Mehmet Aykut Yıldırım, Mustafa Şentürk, Mehmet Metin Belviranlı
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mezenter İskeminin Prognozunun Belirlenmesinde Preoperatif Nötrofil Lenfosit Oranının Etkinliği
PrognostIc Value Of The EffIcIency Of PreoperatIve NeutrophIl-To-Lymphocyte RatIo In Acute MesenterIc IschemIa PrognosIs
Özet
AMAÇ:
Akut mezenter iskemi (AMİ) yaşa bağlı olarak artış gösteren ve kötü prognozu olabilen, erken tanı ve tedavide morbidite ve mortalite oranları %10 iken, tanıve tedavide gecikmelerde %100’ e kadar mortal seyreden bir akut karın hastalığıdır. Bu çalışmada amacımız AMİ’nin prognozunu göstermede son zamanlarda kullanılmaya başlanan ve birçok hastalıkta prognostik faktör olarak kullanılan Nötrofil-Lenfosit Oranının (NLO) etkinliğini ortaya koymaktır.
GEREÇ–YÖNTEM
Bu çalışmada 2005 - 2013 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde opere edilen ve intraoperatif olarak mezenter iskemi tanısı konulan, sonrasında patolojik olarak tanısı doğrulanan 111 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif değerlendirilmesinde periferik kandan çalışılan hemogram sonuçları tarandı. Hastalara uygulanan cerrahi işlem, patoloji raporuna göre çıkarılan barsağın bölümü ve uzunluğu, hastanede yatış süreleri, sağ kalım oranları, ek hastalığın varlığı, beyaz küre sayısı, kreatinin ve NLO değerleri belirlendi.
BULGULAR
Hayatını kaybeden hastalarda NLO ortalaması 24.77 ±10.38, yaşayanlarda 17,6±10.65 olarak bulundu.
SONUÇ
Sonuç olarak AMİ gelişen görüntüleme yöntemlerine ve laboratuvar tetkiklerine rağmen halen yüksek mortaliteye sahiptir. Erken tanı için spesifik bir laboratuvar testi yoktur. AMİ şüphelenilen hastalarda preoperatif NLO’nın yüksek olması prognozun kötü olacağını gösterebilir.
Anahtar Kelimeler: Akut Mezenter İskemi, Nötrofil,Lenfosit,Oran
Abstract
INTRODUCTION
Acute mesenteric ischemia (AMI) is an acute abdominal disease which is age-related with possible bad prognosis; and while its morbidity and mortality rate is 10% in early diagnosis and treatment it may progress with 100% mortality when diagnosis and treatment are delayed.The aim of this study was to unearth the efficiency of neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) which has recently been started to be utilized in the prediction of AMI prognosis and used as a prognostic factor in many diseases.
MATERIALS and METHODS:
The data of a total of 111 patients, who had undergone surgical procedures and diagnosed with mesenteric ischemia intraoperatively at Necmettin Erbakan University Meram Medical School’s General Surgery Clinic between 2005 and 2013 and whose diagnoses had later on been confirmed pathologically, were retrospectively evaluated within the scope of the study.
The demographic data of all patients (age, sex) were recorded. The hemogram results of the patients, analyzed with peripheral blood, were reviewed for preoperative evaluation. The surgical procedure performed, the part and length of the resected bowel based on pathology results, the duration of hospitalization, survey, presence of comorbidity, white blood cell count, creatinine values, and NLR of the patients were determined. The data were statistically analyzed.
RESULTS:
The patients who did not survive had a mean NLR of 24.77 ±10.38, while the same ratio was found to be 17.6±10.65 for survivors. The NLO value was found to be high in cases with mortality.
CONCLUSION:
AMI still proves to have high mortality in spite of the developments in imaging techniques and laboratory analyses. There is no specific laboratory analysis for early diagnosis. High preoperative NLR in patients suspected to have AMI may indicate bad prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjestif Kalp Yetersızlığı Olan Hastalarda Digoxin'in Plazma Atriyal Natriüretik Peptid Düzeyine Etkısı
Nihat Okçu, Ramazan Yiğitoğlu, Bahattin Adam, Ebubekir Bakan
Araştırma makalesi
Özeti
Konjestif Kalp Yetersızlığı Olan Hastalarda Digoxin'in Plazma Atriyal Natriüretik Peptid Düzeyine Etkısı
The Effe'et Of DIgoxIne On Plasma AtrIal NatrIuretIc PeptIde Levels In PatIents WIth CongestIve Heart FaIlure
Çeşitli etyolojilere bağlı konjestif kalp yetersiz-liği olan 12 hastada (4 kadın, 8 erkek, yaş sınırları: 48-76) digoxin'in plazma atriyal natriüretik (pANP) düzeyine etkisi araştırıldı. Kontrol grubu olarak ta-mamen sağlıklı olan 10 gönüllü hastane personeli alındı. Hastalardan tedavi sonrasında 10-unda (%83) pANP düzeyi kontrollere oranla daha yüksekti. Oysa bu rakam tedavi esnasında 8 (%66) idi. Totu' hasta grubunda ortalama pANP düzeyi digoxin kullanımı esnasında 94 ± 33 pg/ml iken, bu değerin digoxin kesildikten 7 gün sonra 173 ± 67 pglınrye çıktığı bulundu (p<0.001). Diğer yandan, tedavi esnasında 91 ± 38 pg/ml olan plazma aldosteron (PA) düzeyi tedavi kesildikten sonra 75 ± 35 pg/ml'e, plazma kortizol (PK) düzeyi ise 11.4 ± 3.6 pg1di'dan 9.5 ± 2.8 pgldl'ye düşmüştü (p>O.OS PA için, p<0.05 PK için). Ayrıca 24 saatlik idrar sodyum atılım da teda-vi kesildikten sonra yükselmğti (p<0.001 ).
The effect of digoxine on plasma atrial natriuretic peptide (pANP) ıvas investigated in 12 patients (4 women, 8 men, age range: 48-76 years) with conges-tive heart failure. Of these patients, 10 (83%) had higher pANP lcvels !han apperently healthy 10 con-trols after ıvitholding the drug.1Vhereas during treat-ment, this value was 8 (66%). After 7 days of digox-ine witholding pANP levels increased from initial values (94 ± 33 pg/ml) to 173 ± 67 pglml (p<0.001),whereas plasma aldosterone (PA) and cor-tisole (PC) values decreased from initial values (91 ± 38 pglınl for PA; 11.4 ± 3.6 for PC) to 75 ± 35 pg1 ml (p>0.05), 9.5 ± 2.8 pg1d1 (p<0.05), respectively. Additionally, urinary 24-h sodium excretion increased after witholding the drug (p<0.001).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yıkanmış Spermle İntrauterin İnseminasyon Ve Gebelık
Cemalettin Akyürek, Metin Çapar, Salim Güngör, Mahmut Baykan, Hikmet Karabacak
Araştırma makalesi
Özeti
Yıkanmış Spermle İntrauterin İnseminasyon Ve Gebelık
Sperm Washed Lnatero InsemInalIon And Pregnancy
Bu çalışmada 5 gruba ayrılan 36 infertil hastaya toplam 56 kez yıkanmış spermle inutero inseminas-yon yapılarak 8 gebelik elde edilmesi takdim edil-miştir. Yıkanmı,g spermle uygulamanın oligo-astenospermi,- impotans, immunolojik infenilite, za-yıf postkoital test, anatoınik güçlüklere bağlı kıstrlık vakalarında olumlu sonuçları bildirilmektedir. Bi-zim çalışmamızda en iyi sonuç izah edilmeyen in.- fertilitede alınmıştır. Hastalardan 6'st canlı çocuk sahibi olmuşlar, 2 gebe izienınektedir. İstatistiki o-larak sonuçlar anlamlı bulunmamıştır. Herşeye rağmen metodun infertil çiftlerde belli bir oranda yararlı olacağı düşünülmektedir.
In this study, 36 patients sufteering from infenility were divided into 5 groups and verin washed inutero insemination applied on each of them and 8 of these resulted in pregnuncv. Sperm washed application was fourıd to have positive results in case of oligo-asthenospermia, impotancy, irnınunological inferti-impaired post coital test and anatomical defects. in our mudy we obtained the best result in cases of infertiliry of unknown etiology. 6 of the patients had given binh to healthy babies, 2 pregnancies are stili being monitored Results were not found to be statis-tically significant . This application is anyway thoughtbe useful for infertile couples at a certain rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Olgu Nedeniyle, Yenidoğan Bebeklerde Dissemine İntravasküler Koagulasyon
Sevim Karaarslan, Mehmet Nisanoğlu, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Olgu Nedeniyle, Yenidoğan Bebeklerde Dissemine İntravasküler Koagulasyon
Dyssemınated Intravascular Coagulatıon In Newborn Babıes Due To A Case
Yeni doğan bebeklerde kanama önemli bir sorundur, bunlardan dissemine intravasküler koagülasyonun sebep olduğu kanamalar en ağır prognoza sahip olanlarıdır. Bu raporda pediatrinin yeni doğan dönemi ile ilgili en ağır problemlerinden biri olan dissemine intravasküler koagülasyona bir vaka dolayısı ile değinilmiştir.
Bleedin in newborn infants is an important problem, among these, caused by disseminated intravascular coagulopathy has the most serious prognosis. In this report we discussed disseminated intravascular coagulopathy which is one of the most serious problem in newborn period in pediatrics.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neonatal Hemokromatozis
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Rahmi Örs
Derleme
Özeti
Neonatal Hemokromatozis
Neonatal HemochromatosIs
Neonatal hemokromatozis, ekstrahepatik siderozis ile birlikte olan ve klinikte şiddetli neonatal karaciğer hastalığı olarak tanımlanan nadir bir hastalıktır. Neonatal hemokromatozisin etiyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak fetüsta karaciğer hasarına yol açan alloimmun bir bozukluğun neden olduğu kabul edilir. Neonatal hemokromatozisin sonraki gebeliklerde tekrarlama oranı yaklaşık olarak %80’dir. Neonatal hemokromatozis koagülopati, hipoglisemi, hipoalbuminemi, hipofibrinojenemi, trombositopeni, anemi, direkt ve indirekt hiperbilirubinemi ile yaşamın ilk gününde ortaya çıkan hepatosellüler yetmezlik ile karakterizedir. Pozitif aile öyküsü, yüksek serum ferritin düzeyi, yüksek alfa-fetoprotein düzeyleri ve histolojik veya manyetik rezonans görüntüleme ile siderozisin gösterilmesi neonatal hemokromatozis tanısını koymada göz önünde bulundurulan kriterlerdir. Etkili bir medikal tedavisi olmadığı için sıklıkla karaciğer transplantasyonu gerekmektedir. Prognozu genellikle kötüdür. Bu derlemede fetüs ya da yenidoğanda karaciğer yetmezliğine yol açan neonatal hemokromatozis tartışılacaktır.
Neonatal hemochromatosis is a rare disease clinically defined as severe neonatal liver disease in association with extrahepatic siderozis. The etiology of neonatal hemochromatosis is not understood exactly. However, according to a theory neonatal hemochromatosis is accepted to be an alloimmune disorder causing liver injury in fetus. After an effected one in the pregnancy the recurrence rate of neonatal hemochromatosis is ~80%. Hepatocellular failure which occurs in the first days of life with coagulopathy, hypoglycemia, hypoalbuminemia, hypofibrinogenemia, thrombocytopenia, anemia, and direct and indirect hyperbilirubinemia characterizes neonatal hemochromatosis. In order to diagnose neonatal hemochromatosis there are some certain criteria that sould be taken into account such as a positive family history, high serum ferritin levels, high serum alpha-fetoprotein levels and siderozis demonstrated with histology or with magnetic resonance. Since an affective medical treatment has not been found yet, liver transplantation is almost always required. The prognosis of neonatal hemochromatosis is generally poor. This review will discuss neonatal hemochromatosis that leads to liver failure in the fetus or newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
Emel Türk Arıbaş, Mustafa Altındiş
Araştırma makalesi
Özeti
Parvovırus B19 Enfeksiyonları
ParvovIrus 819 InfectIons
Human partiovirus 819. eritema infeksivozum, aplastik kriz. hidrops fetalis ye adultlerde Awn po-liartraljiyi iceren birkar haswIdala sebep ajan ola-rak tanunlannuozr. Infeksiyonun major pa-tofizyolojik etkisinin eritrosit prektirsOrlerinin sitolitik infeksiyonuna bairn olarak eritropoezisin durmast oldugu gorithir. Hidrops fetalise bagh ne-onatal Oliint Avinda, parvovirus infek.siyordu has-talarm prognozu genellikie iyidir. B19 in-feksivonunun tams' klinik gortintimle konulabilir, fakat szklikla serum antikor testleri ile dogndannwst gerekir. Tedavi klinik durum bagh olarak des-tekleyi•i baktm, analjezik, kan transflizyonu veya int-ravendz iffinzunglobulin mulanmasi ,ceklindedir.
The human parvovirus B19 has been identified as the causative agent in several diseases, including erythema infectiosum, aplastic crisis,hydrops fetalis and a polyarthralgia that occurs in adults. The major pathophysiologk effect of infection seems to be cessation seems to be cessation of erythropoiesis a result of cytolitic infection of red cell precursors. Except for the potential of neonatal death due to fetal hydrops, the prognosis of patients with par-vovirus infection is generally good. The diagnosis of B19 infection may be established on clinical ob-servations but often requires cofirmation with serum antibody testing. Treatment strategies may include supportive care, analgesic medications, transfusions with red blood cells or administration of intravenous inuniunglobulinidepending on the clinical cir-cumstances.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trakeobronkomegalı
Faruk Özer, Güven Bektemur, Savaş Yaşar
Araştırma makalesi
Özeti
Trakeobronkomegalı
Tracheobronchomegaly
Trakea ile santral bronVariron geniylemesi olan trakeobronkomegali etyoloji ye patogenezi hi-linmeyen seyrek rastlanan bir patolojidir. Er-keklerde re 30-40 yallarinda daha sik rastlanir. Sik-ltkla hronpktazi ye tekrarlayan bronkopulmoner enfeksiyonlar ile hirlikte hulunur. Tani bronkografi yeya hilgisayarli tomografide trakea capinin artmg oldugunun gosterilmesi ile konur. Bu makalede klinigimilde tam konan bir olgu sunuyoruz.
Tracheobronchomegaly is a rare condition with dilatation of trachea and central bronchi. It is en-countered more commonly in men and middle aged persons. Bronchiectasis and bronchopulmonary in-fections is common in this disorder. The diagnosis is established if the dilatatiton of trachea is de-monstrated by either bronchography or com-puterised tomography. In this article, we present a case of tracheobronchomegaly established in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokard İnfarktüsünde Ve Paroksismal Supraventriküler Taşikardide Serum Magnezyumu
Aytekin Oğuz, İsmail Şahin, Koptagel İlgün, Ömer Şentürk, Reha Erkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokard İnfarktüsünde Ve Paroksismal Supraventriküler Taşikardide Serum Magnezyumu
Serum IllagnesIum In Anık MyocardIal InfarctIon And Paroxysmal S UpraventrIcular TachycardIa
Bu çalışmada akut miyokard infarktüslü (Iz: 30) ve proksismal supraventriküler taşikardili (n: 30) hastaların serum Mg düzeyleri sağlıklı kontrol grubu ile (n: 20) karşılaştırddı. Ortalama serum Mg düzeyleri (mgldl) sırasıyla 1.8 ± 0.3, 1.7 ± 0.4, 1.8 ± 0.2 idi. Gruplar arasında istatistiksel olarak bir fark yoktu (p>0.05). 11ipomagnezerni frekansı ise kontrol grubunda %10 (n: 2) akut miyokard in-farktüsünde %13.3 (n: 4)„wıpraventrikuler iaşikardili hastalarda %23.3 (n: 7) (p<0.05) idi. Bu sonuçlar özellikle supraventriküler taşikardilerde hipomagne-seminin önemli bir rolü olabileceğini telkin etmektedir.
At'this study serum Mg levels of myocardial in-farction (n: 30) and paroxysınal supraventricular tachycardia (n: 30) vere coınpared with healthy con-trol subjects (n: 20). Mean serum Mg levels (mg1d1) vere 1.8 ± 0.3, 1.7 ± 0.4, 1.8 ± 0.2 respectively. There was no staüstically significant difference among groıps (p>0.05). Frequency of hypomagnese-mia was 10% (n: 2) for the control group, 13.3% (n: 4) for patients with acute ınıocardial infarction and 23.3% (n: 7) (p<0,05 ) for patients with supraventric-ular tachycardia. These results imply that hypomag-nesemia could Alay an important role at the genesis of suprave ntricular tachycardia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Hasan Sarı, Yakup Alsancak, Selman Soylu, Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Koroner Anjiografi Laboratuvarında Nadir Karşılaşılan Bir Komplikasyon: Stent Sıyrılması
Rare ComplIcatIon In The Coronary AngIography Laboratory: Stent StrIppIng
Yabancı cisim embolizasyonu, perkütan koroner girişimin nadir bir komplikasyonu olmasına rağmen, işlem sayısının artması, bu sorunun girişimsel kardiyologlar tarafından daha sık karşılaşılmasına neden olmaktadır. Son yapılan vaka çalışmaları, stent sıyırma oranının % 1'in altında olduğunu bildirmiştir. Girişimsel kardiyologlar, günlük pratikte önemli sayıda vakayla ilgilenir ve çok çeşitli komplikasyonlarla karşı karşıya kalır. Stentin sıyrılması, acil koroner baypas cerrahisi, koroner tromboz, miyokardiyal enfarktüs, serebrovasküler olay ve ölüm gibi ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle, stent sıyırlmasının doğru yönetimi, mortalite ve morbidite riskini azaltmak için önemlidir. Bu vaka da sol ana koroner arterde stentinin sıyrılma olgusunu sunuyoruz; sıyrılan stentin kaldırma prosedürünü ve ortaya çıkan komplikasyonları tartışıyoruz.
Although foreign body embolization is a rare complication of percutaneous coronary intervention, the increase in the number of procedures results in this problem being more frequently encountered by interventional cardiologists. Contemporary case studies have reported the rate of stent stripping to be below 1%. Interventional cardiologists attend to a considerable number of cases in everyday practice and witness a diverse spectrum of complications. Stent stripping can result in severe complications such as emergency coronary bypass surgery, coronary thrombosis, myocardial infarction, cerebrovascular event and death. Thus, the proper management of stent stripping is important for reducing the risk of mortality and morbidity. In this article, we present a case of left main coronary artery stent stripping; we discuss the removal procedure and the complications that arose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Çevresınde Primer İnfertil Kadınlarda Antichlamydial Igg Antikoru Prevalansının Elısa Yöntemı İle Tespıtı
Mahmut Baykan, Bülent Baysal, Cemalettin Akyürek, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Çevresınde Primer İnfertil Kadınlarda Antichlamydial Igg Antikoru Prevalansının Elısa Yöntemı İle Tespıtı
DelectIon Of AntIchlatnydIal AntIbody Prevalence By ElIsa In PrImary InferIIle Women Around Konya
Kadınlarda infertiliteye neden olan genital enfeksiyonların etyolojisinde Chlamydia trachomatis önemli bir yer işgal etmektedir. Bu etken patojene karşı serumda oluşan IgG aniikorunun hızlı ve güvenilir bir şekilde tesbiti amacı ile 42 infertil ve 42 yeni doğum yapmış toplam 84 kadının sorum-ları ELISA yöntemi ile çalışıldı. S.Ü. Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Kln. Mikrobiyoloji rutin laboratuvartılda yapılan bu araştırnuıdaki kadınların yaş ortalaması 30 idi. Antichlarnydial IgG antikoru kontrol grubunda negatif, hasta grubunda %12 oranında (5142) pozitif bulundu. Çalışmada kullanılan ELISA yönteminin spesifite ve sensitivite açısından güvenilir olduğu gözlend
Detection of antihlarnydial IgG antibody prevalance by ELISA in pritnary enfertile women who dwell in Konya Chlamydia trachomatis plays in important role as an etiologic agent ,of genital tract infections causing infertility in women. In order to detect 1gG antibodies against this pathogenis agent rapidly, sera of 84 women of whom 42 were infertile and 42 had normal delivery were assayed by ELISA. Mean age of women involved in (his study performed in routin laboratory of Microbiology and Clinic Microbiology Departmant of Selcuk Univercity Medical School was 30. Antichlamydial IgG antibodies found to be negative in control group and positive in 12% of patients (5 of 42). We observed that ELISA had both reliable sensitivity and specifity in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aynı Taraflı Femur Ve Tibia Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Mahmut Mutlu, Recep Memik, Orhan Büyükbebeci
Araştırma makalesi
Özeti
Aynı Taraflı Femur Ve Tibia Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Management Of Ipsılateral Femur And TIbIa Fractures
1983 ve 1990 yılları arasında, yedi yıllık sürede, aynı taraf femur ve tibia kırığı olan 15 hasta Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine müracaat etti. Hastaların kayıtlarından, yaralanmanın sebebi, beraberindeki diğer yaralanmalar, tedavinin çeşiti ve korriplikasyonlar gözden geçirildi. Yaşları 13 ile 56 yaş (ortalama 31 yaş) arasında değişen hastaların hepsinde de oluş nedeni trafik kazasıydı. On beş hastadan 13jünün düzenli takipleri yapıldı. Ve en az 4 ay, en çok 72 ay (ortalama 31,5 ay) takip edildiler.
During the seven-year period from 1983 to 1990, 15 patients with ipsilateral fractures of the femur and tibia were referred to Selçuk Üniversity, Faculty of Medicine, Research and Training Hospital. The etiology of injury, associated injuries, type of treatment, and encountered complications were reviewed from the patient's recıords. The patients ages were 13 years old to 56 years old (averaging 31 years old). Al! injuries were related to car accidents. Thirteen of 15 patients continued followup program regularly from 4 months, averaging 31 1/2 rnonths.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Serkan Yıldırım, Mehmet Işık, Ömer Tanyeli, Yüksel Dereli, Niyazi Görmüş
Araştırma makalesi
Özeti
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
SurgIcal RepaIr Of Post MyocardIal InfarctIon VentrIcular Septal Defects: SIngle Center ExperIence Of FIfteen Years
Amaç: Miyokard infarktüsü sonrası ventriküler septal defektler (PMIVSD) nadirdir ancak son derece
yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Mortalite oranları ve risk faktörleri birçok çalışmada farklılık
göstermektedir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006 ile Nisan 2020 tarihleri arasında PMIVSD nedeniyle ameliyat edilen
hastaları geriye dönük olarak 18 yaş ve üzeri kliniğimize dahil ettik.
Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ile başvuran 9451 hastanın 28'i 2006-2020 yılları arasında PMIVSD
nedeniyle merkezimizde ameliyat edildi. PMIVSD oranımız % 0,296 idi. Hayatta kalanlar ile hayatta
kalmayanları karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı olan tek şey hastanede kalış süresiydi. Sağ
kalanlarda 2 gün iken, sağ kalmayan grupta 13 gündü (p <0.001). Sağ kalan gruptaki bir hasta 107 gün
hastanede kaldı.
Sonuç: PMIVSD hastaları için ameliyatın zamanlaması hala zordur. Sol ventrikül assist device (LVAD)
veya perkütan cihazların implante edilmesi ve ameliyattan önce bir süre beklenmesi gibi diğer stratejiler,
PMIVSD hastaları için daha iyi bir yaklaşım olacaktır .
Aim: Post-myocardial infarction ventricular septal defects (PMIVSD) are rare but have extremely high
mortality and morbidity. Mortality rates and risk factors vary in many studies. We aimed to evaluate
the mortality rates and risk factors of ventricular septal defects (PMIVSD) after myocardial infarction
performed in our center .
Patients and Methods: We retrospectively enrolled the patients who underwent surgery for PMIVSD in
our clinic from January 2006 to April 2020 with the age ≥ 18.
Results: A total of 9451 patients admitted to our center with acute myocardial infarction between 2006
and 2020 were examined. Twenty-eight patients operated for PMIVSD were included in the study. Our
PMIVSD rate was 0.296%. When we compare those survivors and non-survivors the only thing which
statistically significant was length of stay in hospital. In survivors it was 13 days when it 2 days in nonsurvivors
group (p<0.001). One patient in survivor group was st ayed in hospital for 107 days.
Conclusion: Timing of the surgery for PMIVSD patients is still challenging. Further strategies like
implanting LVAD or percutaneous devices and waiting for a while before the surgery will be the better
approach for PMIVSD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatık Arterıovenoz Fıstullerın Cerrahı Tedavı Takıp Sonkları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatık Arterıovenoz Fıstullerın Cerrahı Tedavı Takıp Sonkları
TraumatIc ArterIovenous FIstulas
Travmatik arterio-venoz (A-V) fistiiller co-gunlukla penetran yaralanmalar sonucu, bazen de iatrojenik nedenlerle olucur. Eyliil 1989 - ubat 1996 yillarz arastnda 8 tray-matik A-V fistiil olgusuna cerrahi tedavi uy-gulanmtwr. Hastalaruntzzn yaVart 1,5 - 44 ara-stnda olup, 2 tanesi kadin, 6 tanesi erkekti. Etyoloji, 5'inde atecli silah yaralanmast, l'nde iatrojenik (kan alma strasinda), 2'sinde kesici alet yaralanmast idi. Travmadan sonra gecen sure I giin ile 10 yll ara-stnda degilmekteydi. A-V fistul ninde sag femoral arter - ven, I 'inde sol popliteal arter - yen, Pinde sag popliteal arter - ven, l'inde sol posterior tibial arter - yen, I 'inde sag karotis- internal juguler ven, I 'inde sol brakial arter - hasilik ven arastnda idi. Fistfil kapatiltrken 5 tanesinde arteriel uc-uca anas-tomoz, 1'inde otojen yen patch anjioplasti, 1 'inde primer arteriel martin, I arteriel suni greft in-terpozisyonu yaptImuttr. Venoz onarun ise, 5'inde primer onartm, I 'inde otojen safen ven in-terpozisyonu, 2'sinde ligasyon yapilmıtır.
Treatment and Follow up Traumatic arteriovenous fistulas are mostly occur as a result of penetrating injuries and so-metimes iatrojenic causes. Surgical treatment was performed on 8 tra-umatic arteriovenous fistula cases between the dates September 1989 and February 1996. Two patients were female and six patients were male ages ranged between 1.5 to 44. Etiology was gun shut wound in 5, stuhing and penetrating wound in 2 and as a re-sult of puncture to vein in I. Time interval after tra-uma was ranged between I day and 10 years. Ar-teriovenous fistulas were ntnd in the localization of right femoral artery - femoral vein in 3, left popliteal artery - vein in 1, left posterior tibial artery - vein in 1, right carotis artery - internal juguler vein and left brachial artery - basilic vein in I. Arterial end to end anastomosis in 5, primary arterial repair in 1. ar-terial prosthetic graft intopozitions in 1 and otojen yen patch angioplasty in I were used for the closure of the arteriovenous fistulas. Venous primary repair in 5, otogen safenous vein graft interposition in I. ve-nous ligation in 2 were used for the closure of the ar-teriovenous fistulas which venous repair.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parmak Ucu Doku Defektlerinde Dijital Arter Perforatör Flebinin Kullanımı
Alper Ural, Fatma Bilgen, Mahmut Durak Ceviz, Mustafa Rıdvan Yanbaş, Mehmet Bekerecioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Parmak Ucu Doku Defektlerinde Dijital Arter Perforatör Flebinin Kullanımı
DIgItal Artery Perforator Flap Use In ReconstructIon Of FIngertIp Defects
Amaç: Parmak ucu defektlerinin rekonstrüksiyonunda dijital arter perforatör flebi kullanarak yapılanrekonstrüksiyonlar ile ilgili deneyimimizi bildirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Parmak defektleri nedeniyle ameliyat edilenve dijital arter perforatör flep ile rekonstrüksiyon yapılan 8 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar etyoloji, cinsiyet, yaş, komorbidite ve sonuçlar açısından değerlendirildi. Fleplerin boyutları 20 x10 mm ile 25 x20 mm arasındaydı.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 43,6 ( 19-66) idi. 8 flebin 6'sı tam olarak sağ kaldı ve sorunsuz iyileşti. Bir flepte kısmi cilt nekrozu yaşanırken 1 flep ise tamamen kaybedildi. Hiçbir hasta soğuk intoleransından veya eklem kontraktüründen şikayetçi değildi. Hastalardan birinde hafif tırnak deformitesi oluştu.
Sonuç: Dijital arter perforatör flebi(DAPF), komorbiditesi olmayan ve sigara içmeyen hastalarda parmak ucu defekti rekonstrüksiyonları için güvenilir ve çok yönlü bir fleptir. Tek aşamalı ameliyat prosedürü, flebi hazırlama kolaylığı, hızlı iyileşme ve dijital arterlerin korunması en önemli avantajlarıdır.
Aim: We aimed to report our experience of a digital artery perforator flap use in fingertip and pulp defects reconstruction
Materials and Methods: 8 patients underwent reconstruction with digital artery perforator flap for their finger defects were enrolled in the study. The patients were evaluated in terms of etiology, sex, age, comorbidities and outcomes. The size of the flaps ranged from 20 x10 mm to 25 x20 mm.
Results: The average age of the patients was 43,6 (range:19-66) years. 6 of 8 flaps survived completely and healed uneventfully.1 flap was totally lost where as 1 flap had partial skin necrosis. No patients complained of cold intolerance or residual joint contracture. Mild hooked nail deformity occurred in one of the patients.
Conclusions: The DAPF is a reliable and versatile flap for fingertip defect reconstructions in non smoker patients without comorbidities. Single-stage operating procedure, ease of harvest, rapid recovery and preservation of digital arteries are the most important advantages.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pankreatit
Ayşegül Bükülmez
Derleme
Özeti
Akut Pankreatit
Acute PancreatItIs
Akut pankreatit, çocuklarda akut karın ağrısının önemli bir nedenidir ve acil tedavi gerektirir çünkü hayatı tehdit edici olabilir. Akut pediatrik pankreatit insidansı artmaktadır. Her ne kadar akut pankreatit epidemiyolojisi, çocuklarda klinik bulgular ve akut pankreatit seyri genellikle yetişkinlerden farklı olsa da, yetişkin çalışmaları temelinde etiyoloji, tedavi ve sonuçlar hakkında bilgi edinilir. Çoğu durumda, inflamasyon kendini sınırlayabilir, ancak bazı durumlarda akut pankreatit, akut tekrarlayan pankreatit veya kronik pankreatit ilerleyebilir. Sekonder komplikasyonları önleyebileceğinden, çocuklarda akut pankreatit döneminde en uygun tedaviyi sağlamak gereklidir. Bu derlemede akut pankreatit epidemiyolojisi, akut pankreatit tanısında görüntüleme ve görüntüleme bulgularının rolü, tedavi yöntemleri ve tedavisi ve akut pankreatit komplikasyonları özetlenmiştir.
Acute pancreatitis is an important cause of acute abdominal pain in children and requires prompt treatment because it may become life-threatening. The incidence of acute pediatric pancreatitis is increasing. Although epidemiology of acute pancreatitis, clinical manifestations and acute pancreatitis course in children are generally different than in adults, information about etiology, management and results are obtained on the basis of adult studies. In most cases, inflammation may limit itself, but in some cases acute pancreatitis, acute recurrent pancreatitis or chronic pancreatitis may progress. It is necessary to provide optimal management in the acute period of pancreatitis in children, as this may prevent secondary conplications. In this review we summarise the epidemiology of acute pancreatitis, role of imaging and imaging findings in the diagnosis of acute pancreatitis, treatment methods and management and complications of acute pancreatitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Piyojenik Karacığer Abselerinin Tanı Ve Tedavısı
Nahit Ökesli, A. Erkan Ünal, Şükrü Bülent Özer, Mehmet Metin Belviranlı
Araştırma makalesi
Özeti
Piyojenik Karacığer Abselerinin Tanı Ve Tedavısı
The DIagnosIs And Treatment Of PyogenIc LIver A Bseesses
1984-1991 yılları arasında piyojenik karaciğer ab-sesi tanısıyla tedavi edilen 14 hasta retrospektif ola-rak incelendi. Hastaların şikayetleri, fizik muayene ve laboratuvar bulgular' ie tedavi yöntemleri literatür bilgiferiyle karşılaştırddı. Yüksekce yanılgı oranına rağmen, ultrasonografi-nin tanı ve ayirıct tanıda önemli yeri vurgulandı. Piyojenik karaciğer absesi tanısı yanısıra. etyolojide önemli rol oynayan diş safra yolu hastalıklarının da tanınması ultrasonografiye ait bir üstünlük olarak iz-lendi. Cerrahi drenaj ve antibiyotik tedavisinin özellikle dış safra yolu hastalığı bulunan kişilerde en etkili tedavi olduğu görüldü. Bunun yanı sıra ultrasonografi yardımıyla perkütan abse drenajımn da seçilmiş olgularda etkili bir tedavi yöntemi olabileceği belirtildi.
Between 1984 and 1991. 14patients treated with the diagnosis of pyogenic hepatic abcess were re-viewed retrospectively. The complaints, physical ex-aminations, laboratory results and the treatment methods of these patients were compared with the literature. The importance of U.S. in diagnosis and differan-diagnosis but also the highly incidence of error is implicated. Also the diagnostic value in extrahepatic bile duct diseases which has importance in etiology is the superiority of U.S. Operative drainage and antibiotic therapy is seen ta be the most effective treatment especially in the patients with extra-hepatic bile duet diseases. Also it is deterınined that percutanous abscess drainage under the guidance of U.S. is an effective method in sekcted cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aort Kapak Vejetasyonlarının Teşhisinde Ekokardioğrafinin Yerı
Hasan Hüseyin Telli, Şamil Ecirli, Ahmet Kaya, Mustafa Sait Gönen, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Aort Kapak Vejetasyonlarının Teşhisinde Ekokardioğrafinin Yerı
The SIgnIfıcIance Of EchocardIogrphy In The DIagnose Of Aoıta Valve VegetIon
Endokarchyumunenkksiyonu olan ity`ektif endokardit (İ.E)., etkili antimikrobial tedaviye rağmen; hald mortalite ve morbiditesini korumaktadır. Genel bir enfeksiyon tablosu ile seyrettiğinden tanının gecikmesi tedavide önemli rol oynamak-tadır. Kalb yetmediği, takikardi. kapaklarda oluşan vejetasyon ve embolik fenomenler prognoza Ekokardiografide aort k.apcılaavejetasyona rastlanması tanı yönünden önemliydi ve vakalarınuzın hepsinde vejetasyon vardı. Hemokültürde mikroorganizma ilretilemedi. Bir vakada vejetasyondan brucella bakterisi üretildi. İ.E. tanısı konan ve aort kapakda vejetasyonu bulunan üç yaka klinik yönden incelendi ve literatürle karşdaştırıldt.
Although an effective anti-microbial therapy is applied, the infective endocardit, an infection o endocardium, stili keep its mortality and morbidity. Since it progresses with a general infecsion table. the detay of its diagnos plays an inıportant role in the terapy of it. C ardiac failıa-e tachicardia, valves vegetation and embolic phenemens were effective in the prognosis. Observing vegetation at aorta valve on echocardiography was significiant for diagnose and alt the cases had ı'egatation. lklicroorganism wasn't able ro be cultivated in hemoculture. Only in one case, Brucella bakteria was cultivated from vegetation. There cases who were diagnosed injective endocardit and had aorta valve vegetation were examined and compared ith the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medial Subtalar Çıkık
M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Mustafa Mutlu, Bahri Kasal, Mehmet Arazi
Araştırma makalesi
Özeti
Medial Subtalar Çıkık
MedIal Subtalar DIslocatIon (a Case Report)
Subtalar cdakiar nadir goriilen (tkik ce-kilk Bu makalede sol avagmda rtre-dialsubtalar clkik geliFn 20 ya§Inda bir hasta SU-nulmaktathr. Bit klinik durumun etyolojisi ve yaklapnlart gOzden gecirilerek nadir gOrfilen bu ya-ralanmanin clogru bir .yekilde de•erlendirilebilmesi kin tlikkat
Subtalar dislocations are uncommon in juries. The case report. of a 20-years-old male who sus-tained a medial subtalar dislocation, is presented. In this discussion. the etiology and treatment of medial subtalar dislocation is reviewed to alert the cli-nicians for prompt evelnation
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Respiratuar Distres Sendromu
Rüstem Aşkın, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Respiratuar Distres Sendromu
Respıratory Dıstress Syndrome
Akciğerler organizmanın oksijenizasyonunu ve karbondioksitin vücuttan atılmasını sağlarlar. Mit baz dengesinin sağlanması ve birçok vazoaktif hormonun arteriyel konsantrasyonunun düzenlenmesi bu organ tarafından sağlanır. Akciğerlerin_ normal şartlarda fazla olmayan bir mekanik stres altında ve düşük bir arteriyel basınç sistemine karşı çalışmaları, lenfatik sisteminin oldukça gelişmiş olması fonksiyonlarını daha kolay yerine getirmesini sağlar. Ancak akciğerlerin kapasitesinden daha ağır bir stres altına girmesi durumunda, or-ganizmanın tüm sistemlerini de etkiliyebilen ve sonuçta ölüme yol açabilen bir dizi olayların gelişebileceği ortaya konmuştur. Birçok etyolojik nedenle gelişebilen bu tabloya Respiratuar Distres Sendromu (RDS) denilmektedir.
The lungs provide oxygenation of the organism and the removal of carbon dioxide from the body. The maintenance of myth base balance and the regulation of arterial concentration of many vasoactive hormones are provided by this organ. The lungs work under normal mechanical stress and against a low arterial pressure system, the highly developed lymphatic system allows it to perform its functions more easily. However, it has been demonstrated that if the lungs are under more stress than their capacity, a series of events can develop that can affect all the systems of the organism and ultimately lead to death. This condition, which can develop for many etiological reasons, is called Respiratory Distress Syndrome (RDS).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokart Infarktusu Sonrası Gelısen Ventrıkuler Septum Rupturu
Hasan Hüseyin Telli, Hasan Gök, V. Gökhan Cin, Mehmet Çelik, Ahmet Altıntaş, Mehmet Tokaç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokart Infarktusu Sonrası Gelısen Ventrıkuler Septum Rupturu
InterventrIcular Septum Rupture Developed After Acute MyocardIal InfarctIon
Bu makalede. Akut miyokard it farktiisiinfin en komplikasyonlardan bin olan, ituraventrikiiler septum bir vak'a takdiin edihli. Akut in-ferior mivokard irz c l ktiislt bir hastantn klinik du-rumu. Doppler ekokardivografi ile degerlendirildi. bu vara nedeniyle, akut miyokard Iikte olan intraventrikider septum riiptiirliniin curia tanist, teşhis yontemieri, prognozu 'e en iyi tedavi metodları tartışıldı
In. this article, a case with interventricular sep-tum rupture which is one of the most serious coup-lications of acute myocardial infarction was int-roduced. The clinical situation of the patient with acute inferior myocard inlarction f1 /5 evaluated with the Doppler echocardiograph. Owing to this case differential diagnosis. diagnostics methods. prognosis and the best treatment of intervetricular septum rupture with acute myocardial infarction was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Pseudoanevrizmaların Cerrahı Tedavisi
Mehmet Yeşiltay, Kadir Durgut, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Pseudoanevrizmaların Cerrahı Tedavisi
The SurgIcal Treatment Of PerIpheral Pseudoaneuryms
Bu makalede Selçuk Üniversitesi Tip Fakültesi Kalb Damar Cerrahisi Kliniğinde Ocak 1989 - Ara-lık 1995 yılları arasında tedavi edilen 22 periferik pseudoanevrizma yakası takdim edildi. Vakaların 11"i ateşli silah, 8ii kesici - delici aletle, rsi A.V. fis-tül operasyon sonrası ve 1 vakada invazif vasküler girişim sonrası oluşan pseudoanevrizmaydı. 9 ya-kaya uç uça anestomoz, 6 yakaya saphen ven replasması, 4 yakaya sentetik greft (PTFE) 3 yakaya li-gasyon uygulandı. 20 yaka Şifa ile sonuçlandı. 2 vakada postoperatif komlika.syon gelişti. Birine saphen yen replasmanı diğerine iskenıi nedeniyle dirsek altı amputasyonu yapıldı.
22 cases with traumatic peripheı-al aneurysm were treated at the Clinic of Cardiovasculer Suı-gery of Selçuk Univeı-sity Medical Faculty hetween 1989 - 1995 years. In eleyen of the cases were etiology due to injuı-ies of gun wounds, eight of them were penetrating instruments, rwo cases were after A.V. Fistüla anastomatic operation and one case was after invasiye vasculer procedure. Vein replacement was petformed in six cases and 9. Cases end ta end anastomosis was done and synthetic greft rep-lacement ta four case (PTFE) and in 3 cases were done arterial ligation. Twenty cases were resulted with healing. Postoperative compiications developed in two cases. In one of them was transposed the graft saphenous yemi!, and forearm amputation was applied to other patient..
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psorıasıs'te Sıklosporın-A
Neslihan Şendur
Araştırma makalesi
Özeti
Psorıasıs'te Sıklosporın-A
CyclosporIn-A Treatment In PsorIasIs
Psoriasis; epidermal lucre proliftrasyonu ile ka-rakterize. kronik etij7amatuar bir hastaliktir. Yaptlan son araprmalar da psoriasisin hiicresel immun ya-nittaki bir emomaliden sonra ortaya cikabikcegi fikri yogunluk kazanmaktadir. ()reale T /lucre ,fonksiyon bozukluklarimn patogenezde onemli bir yeri oldugu ileri siiriihnektedir. T Lenfosit fonksiyonlartna selektiviteleri hem keratonisitler hemde kronik enflamatuar hiic-relere etkili bit- immunsupresif olan Siklosporin-A psoriasis tedavisinde artan bir lanilmaktadtr.
Psoriasis is chronic and inflainatory diseases which characterised with epidermal cell pro-liferation. There is a common. opinion about etiology of psoriasis which is explained with faulty im-munological respons of cells. It is emphasised that impaired T cell function is responsible of pathogenesis of the diseases. It has known. that cyclosporin-A is im-munsupresif and has selective efficacy on ke-ratinocysts and chronic intlamatory cells. By this re-ason in recent years it has begun to use cyclosporin-A, more frequently to cure psoriatic patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hırschsprung Hastalığında Etyopatogenez Ve Tanı Yöntemlerı
Alaaddin Dilsiz, Fatma Çağlayan, Burhan Köseoğlu, Aytekin Kaymakçı, Osman Güler
Araştırma makalesi
Özeti
Hırschsprung Hastalığında Etyopatogenez Ve Tanı Yöntemlerı
Ethopatogenesıs And Dıagnosıs Methods In Hırschsprung's Dısease
Hirschsprung Hastalığı (111-1) etyolojisi halâ bulanık olan fonksiyonel intestinal obstruksiyondur. Bu hastalıkla ilgili daha önce vakalar yayınlanmış olmakla birlikte ilk olarak 1886 yılında Danimarkalı pediatrist Hirschsprııng, izlediği iki vakanın klinik ve otopsi bulgulanyla hastalığın konjenital bir maiformasyon olabileceğini söyledi. Bu sebeple ileriki yıllarda hastalığa onun adı verildi.
Hirschsprung's Disease (111-1) is functional intestinal obstruction with still blurred etiology. Although cases of this disease were published before, the Danish pediatrician Hirschspring said in 1886, with clinical and autopsy findings of the two cases he followed, that the disease may be a congenital malformation. For this reason, the disease was named after him in the following years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
Suat Kağızman, Serdar Yol, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Mehmet Metin Belviranlı, Mustafa Atabek, Ersin Çiftçi, Lütfi Dağdönderen
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
ClInIcal EvaluafIon Of Acute PancreatItIs And PrognostIc Factors
Akut pankreatit değişik etyolojik faktörlerin etkili olduğu basit pankreatik ödemden etraf dokulaı-da nekrozla seyreden ölümcül sonuçlara kadar de-ğişehilen retroperitoneal bir hadisedir. Bu çalışmada akut pankreatit nedeniyle kli-niğimize başvuran ve tedavi gören 28 hasta hak-kıııda tecrübelerimizi gözden geçirdik. 28 hastanın 1.5rinde safra taşı, 2'sinde alkol, 1 finde rinde pankreas başı CA vardı. 9 ta-nesinin sebebi bulunamadı. 6 hasta ex oldu, 3 has-tada perirenal ahse gelişti. 3 hastaya laparatomi yapıldı. Takiplerimiz prognostik kriterleri ile uygunluk gösterdi. Pankreatitin teşhisinde, ilaç ve antibiyotik te-davisinde gelişmelerin olmasına rağmen tedavi gi-rişimleri halen etyolojiye yönelik yapılmaktadır. Etyolojide sebebi bilinmeyen pankreatitlerin yoğunluğunu gittikçe artırdığına inanılmaktadır (1).
Acute pancıeatitis is the inflanırnation of this retcoperitoneal organ with various etiological factors varying in severity from slight edema tn peripancreatic necrosis that may deteriorate ta death. In this actiele, we eı'aluated the recolyis of 28 pa-tients with acute pancreatitis ı-etrospectively who adrnitted ta University of Selçuk. General Surgery Department, hetween .lanuaty 1992 and Novembeı-1995. Etiological factoı-s weı-e gallstone in 15, al-cohol in 2. lipe•lipidemia in one and pancreas head cancer in one. There was no identifiable cause in 9 patients. Six patients died of disease_ Three patients underwent lapaı-atomy. FollovıLtıp of the casus sho-wed good correlation with the lmrie prognosticcriterias tiCcriterias criteılas
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyojenik Şok Tedavisinde İntraaortik Balon Pompasının (iabp) Yerı
Hasan Gök, Bayram Korkut, V. Gökhan Cin
Araştırma makalesi
Özeti
Kardiyojenik Şok Tedavisinde İntraaortik Balon Pompasının (iabp) Yerı
IntraaortIc Balloon CounterpulsatIon (ıabc) In The Management Of CardIogenIc Shock
Kardiyojenik şok, çoğunlukla miyokart iıajiırktüsai sonucu gelişen ve vital organların hipoperflizyon bulgulan ile karakterize acil klinik bir durumdur. Zamanında ve yeterli tedavi yapılmazsa hemen hepsi kaybedilen bu olguların tedavisinde, İABP uygulanması, ventrikiil fonsiyonları ile koroner debiyi kısmen duzelterek hastanın kalp kateterizasvonu ve re-vasküarizasyonu için zaman kazandırmalaadır. Çoğu merkezlerde nwrtalitesi en az Ç'< 60-70 olan kar-diyojenik şokta, optinıal İABP desteği acil koroner anjioplasti veya koroner arter by-pass operasyonu ile bu mortalite oranı değişmiştir. Ayrıca akur miyokart infarktüsünün radikal tedavisinde acil koroner an-jioplastisinin, çok olumlu sonuçlarla uygulamaya girmesi, infarktüsün hastane içi mortalitesini ve kardiyojetzik şok gelişiınini de azalınuştır. Kardiyojenik şoka sebep olabilen hastalıklarda. İABP nin yeni girişimsel ve cerrahi tedavilerle mortaliteve etkisini ve İABP'mn kullanım spektrumunu incelemek maksadıyla bu yazı hazırlanmıştır
Cardiogenic shock is an emergency clinical state which is usually due to delile myocardial infarction and clzaracterized by hipoperfusion of vital organs. If the management isn'i on time- and isn't enough, patients with cardiogenic shock commonly die. Fortunately: IABC, by alleviating coroner circulation and left ventricular functions, can give the the chance ,fo• interventional cardiac procedures such as cardiac catheterization and revasvcularization.While generally accepted mortality rate is at least 60-70% in car-diogenic shock, it can be decreased with optimal IABC and revascularizarion. On the other hand, emergency PTCA in patients with acute myocardial infarction decreased the incidence of hospital mortality and cardiogenic shock. The design of this review is to investigate the clinical landnuırks• IABC and the efficacy of IABC, alone ör together with newer intervetztional cardiac procedures, on disease states that could cause cardiogenic shock.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Respiratuar Distres Sendromu
Engin Günel, Ahmet Hamdi Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Respiratuar Distres Sendromu
Respıratory Dıstress Syndrome
Akciğerler organizmanın oksijenizasyonunu ve karbondioksitin vücuttan atılmasını sağlarlar. Mit baz dengesinin sağlanması ve birçok vazoaktif hormonun arteriyel konsantrasyonunun düzenlenmesi bu organ tarafından sağlanır. Akciğerlerin normal şartlarda fazla olmayan bir mekanik stres altında ve düşük bir arteriyel basınç sistemine karşı çalışmaları, lenfatik sisteminin oldukça gelişmiş olması fonksiyonlarını daha kolay yerine getirmesini sağlar. Ancak akciğerlerin kapasitesinden daha ağır bir stres altına girmesi durumunda, organizmanın tüm sistemlerini de etkiliyebilen ve sonuçta ölüme yol açabilen bir dizi olayların gelişebileceği ortaya konmuştur. Birçok etyolojik nedenle gelişebilen bu tabloya Respiratuar Distres Sendromu (RDS) denilmektedir.
The lungs provide oxygenation of the organism and the removal of carbon dioxide from the body. Maintaining myth base balance and regulating the arterial concentration of many vasoactive hormones are provided by this organ. Under normal conditions, the lungs work under a moderate mechanical stress and against a low arterial pressure system, and the lymphatic system is highly developed, allowing it to perform its functions more easily. However, it has been demonstrated that if the lungs are under more stress than their capacity, a series of events can develop that can affect all the systems of the organism and ultimately lead to death. This condition, which can develop for many etiological reasons, is called Respiratory Distress Syndrome (RDS).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Mıyokard Infarktusunde Atrıyal Fibrilasyon Gelomi Ve Prognoza Etkısı
Hasan Hüseyin Telli, Müfid İspanoğlu, Cevat Özpınar, Mehmet Gök, Mustafa Sait Gönen, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Mıyokard Infarktusunde Atrıyal Fibrilasyon Gelomi Ve Prognoza Etkısı
AtrIal FIbrIllatIon On Acute MyocardIal In-FarctIon And PrognostIc SIgnIfIcance
Bu Çalışma, 1988-1991 tarihleri arasuzda Selcuk Universitesi Tip Fakiiltesi Koroner Bakun irni-tesinde takip ye tedavi edilen 434 akut miyokard in-farktiislii (AMI) vak'ada sebep olan faktorleri arac-urmak amactyla _vapid,. 434 valeanin 537i (%12)7nde atriyal fibrilasyon gelicirken, bunkum 41'hide (%77)'inde Atriyal fibrilasyon (AF), AMI7iniin ilk 24 saati icinde gelisti ve 33 Yaks(' (%62) ilk iki saw icinde spontan olarak sinus Hi-mine dondii. Gecirilm4 ntiyokard infarkriisii hikayesi plan ve ya.yh vak'alarda 'nth stk oldugu goriildii (p<0.05). AF gels en vakalarda. AF gelifmeyen va-kalara gore kardivak enzin degerleri daha viiksekti (p<0.05). AF gelifen vakalarm %45'inde klinik tab-loya konjestif kalp _yennezligi (KKY) eflik ediyordtt (p<0.05). AF hastane inortalitesini arttirmakla bir-likte (p<0.05), mortaliteniX AF'nun kendisinden daha rok birlikte buhindukti Ye nekroz alanintn ge-niAginin vol actigt, hemodinamik bozuklu,@1 bagh oldugu sonticuna varildı.
This search was made in the coronary care unit of medical faculty of Selciik University between 1988 and 1991. 434 cases were therapied and ob-served. The aim of this research was to examine the factors which cause atrial _fibrillation and its effect on prognosis. While atrial fibrillation out of 434 cases occured in 53 patients (12%) in 41 of them (77%). AF oc-cured in Mil in the first 24 hours. Sinusal rythm re-versed spontaneously in 33 cases of (62%) in flue first two hours. In the old cases who had a preYeiosus myo-cardial infarction history it was observed that AF was more frequent and it was an important factor in the development of atrial infarction. The cardiac enzvm values were high in the cases who went in to AF as to the ones who dindn't into AF. In 24 of the patient didn't have, AF the cardiac failure were accompanying to the congestive car-diac failure. It was concluded that it was to the hemodynantic disorder which was caused by the width of necrosis area more than AF itself, despite increasing the hospital mortalty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Plevra Sıvısı Sıl-2r Düzeyının Plörezilerin Ayırıcı Tanlsındaki Yeri
Faruk Özer, Mehmet Gök, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Plevra Sıvısı Sıl-2r Düzeyının Plörezilerin Ayırıcı Tanlsındaki Yeri
Plevral FluId Sıl-2r In DIfferentIal DIagnosIs Of Plevral EffusIons
Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalında takip edilen 89 plörezili hasta ile kontrol grubu olarak seçilen 15 sağlıklı bireyin serum ve plevra sıvısı sIL-2R düzeyleri araştirılmıştır. Hastalar etyolojik tanılartna göre 4 gruba ayrılmıştır; 1- Tüberküloz (24 olgu), 2- Malignite (27 olgu), 3- Pnömoni (28 olgu) ve 4- Konjest(f kalp yetmezliği (10 olgu). Tüm hasta gruplarında serum sIL-2R düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Hasta grupları içinde ise ortalama serum sIL-2R düzeyi tüberküloz plörezilerde en yüksek (207 ± 17 pmol1 1 olmasına karşın malignite ve pnömoni gruplarına göre anlamlı farklılık göstermemiştir. Plevra sıvısı sIL-2R düzeyi ise tüberküloz grubunda (ort.alama 385 ± 17 pmo111) diğer gruplarda bulunan değerlerden anlamlı derecede yüksektir. Hasta grupları arasında plevra sıvısı/serum sIL-2R oranları yönünden anlamlı fark yoktur. Tüberküloz plörezilerin tanısında 300 pmollryi aşan değerlerde plevra sıvısı sIL-2R 61- çümüniin spesifitesi 42 sensitivitesi % 91 olarak bulunmuştur. Bu bulgular plevra sıvısi sIL-2R düzeyi ölçümünün tüberküloz plörezilerin tanısında yararlı olabileceğini göstermektedir.
We meopstıred sIL-2R levels in serum and pleural fluids of 89 patients hospitalized with pleural effusion and 15 healthy individuals choosen as control group, at the Chest Diseases Department of Selçuk University Medical Faculty. The patients divided into four groups in respect to their final diagnosis; 1) Tuberculosis (n= 24), 2) Malignancies (n= 27), 3) Pneumonia (n= 28) and 4) Congestive hearth ftıilure (n= 10). Serum sIL-2R level in alt patient groups was increased signıficarıtly compared to the control group. Although mean serum s1L-'R level of the patients with tuberculous pleurisywas the highest, it was not statistically dıllerent from those of the malignant and pneumonic elfusions. The mean pleural fluid sIL-2R level of tuberculous ellusions was 385 ± 17 pmoll I, which was significantly higher than the levels found in other groups. There was not any significant dıfferences between the pleural fluid to serum sIL-2R ratio of alt patients group. The specifity and sensitivity of pleural fluid sIL-2R level in excess of 300 pnioll I in distinguishing tuberculous effusion were 42% and 91%, respectively. Our findings indicate that determination of sIL-2R level may be useful in the diagnosis of tuberculous pleurisy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemiğin Kist Hidatik Hastalığı
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Salim Güngör, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kemiğin Kist Hidatik Hastalığı
IlydatId DIsease Of Bone
Kist hidatik hastalığının kemik lokalizasyonu çok nadir olmasına karşın teşhis ve tedavi ile ilgili bir çok problemler görülür. Bu makalede, uzun ke-miklerde (femurda 2, tibiada 1) kist hidatik hastalığı tutulumu olan 3 hasta sunuldu. Hastaların yaşları 8- 52 yaşlar arasında idi. Bu hastalığın teşhis ve tedavi özellikleri yanında tedavi ve prognozu tartışıldı.
Although an osseous location of hydatid disease is uncommon but it causes many diagnostic and therapeutic problems. Three patients with hydatid disease in which involved the tong bones (femur 2, tibia 1) are reported in this aniele. The age of the pa-tients ranged 8 to 52 years. The diagnostic and dinical features, as well as the treatment and prognosis of ıhis disease were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maksillofasyal Fraktürlerde Klınık Yaklaşım Ve Tedavı Sonuçlarımız
Ziya Cenik, Fuat Yöndemli, Yavuz Uyar, Bedri Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Maksillofasyal Fraktürlerde Klınık Yaklaşım Ve Tedavı Sonuçlarımız
The Management Of MaxIllofacIal Fractures And Results In Our ClInIc
Temmuz 1983 ile Temmuz 1991 tarihleri ara-sında , sekiz yıllık sürede'Maksillofasyal travma ne-deniyle Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi KBB ki-müracaat eden hastalara degişik tedavi yöntemleri uygulanmıştır. Bu hastahklardaki klinik bulgular etyoloji, ilave hasarlar, uygulanan tedavi metodları, karşılaşılan komplikasyonlar ve alınan sonuçlar tartışılmıştır.
The patients with maxillofarial fracturs who re-ferred to Selçuk Oniversity Medical Fm-1411y ENT Deparment during the eight year period from july 1983 to 1991, were treated by various methods. The rliıliral manifestations, etiology , assoriated in-juries, type of treament, encountered compliacations and results were reviewed and discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Plevral Sıvı Billirubin Düzeyının Serum Bilirubin Düzeyıne Oranının Transüda Eksüda Ayrımındaki Yerı
Kemal Tahaoğlu, Sibel Boğa, Özkan Kızgın, Hatice Türker, Okşan Güner
Araştırma makalesi
Özeti
Plevral Sıvı Billirubin Düzeyının Serum Bilirubin Düzeyıne Oranının Transüda Eksüda Ayrımındaki Yerı
Pleural FluId To Serum BIlIrubIn ConcentratIon Raüo For SeperatIon Of Transudates And Exudates
Bu çalışma eıyolojik :anıları kesin 65 plevral ef-füzyonlu hasta üzerinde yapıldı. Plevra SMSt total bilurubininin serum bilirubinine oranına da-yanılarak yapılan transüda eksuda ayrımmın has-talığın etyolojik nedeni ve Light kriterleri ile uyumu araştırıldı. Bilirubin oranının etyolojiye uyarhlığı göz önüne alındığında sensitivite % 85, spesivite % 93, pozitif prediktif değer % 97 olarak he-sapla►mıştır. Ucuz ve kolay bir ölçüm olan bilirubin düzeyi tayinine dayamlarak transüda eksuda ayrımı yapılmasının Light kriterlerine alternatif bir test ola-bileceği kanısına varıldı.
in this study, specimens were obtained from 65 (siıty-five) cases and the etiology of !heir ellusions have been determined. The purpose of this study was to evaluate pleural fluid to serum bilirubin con-rentration ratio for the separation of transudates from exudates and to compare thls criterion rtith Light's criteria. When the fitting of the bilirubin con-centration ratio to the etiology is considered, values statisticaly calculated were as follows sensitivity 85 %, specifity 93 %, positive predictive value 97 %. We believe that (his criterion, which is cheap and ea-sily obtained, thus could sene as an alternative cri-terion for the seperation of transudates from exudates.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta