Çölyak Hastalığına Diyetetik YaklaşımVolkan Özkaya, Şebnem Özgen Özkaya
Derleme ÖzetiÇölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
DIetetIc Approach To CelIac DIsease
Çölyak hastalığı hayat boyu devam eden tek besin intoleransıdır. Glutene karşı meydana gelen bu intolerans, ince bağırsağın yapısını bozmakta ve besin öğelerinin emilimini engellemektedir. Çölyak hastalığı, genellikle diğer otoimmün hastalıklarla ilişkilidir. Ülkemizde de sıklığı giderek artmaktadır. Farklı yaşlarda ve farklı klinik bulgularda karşımıza çıkabilmektedir. Günümüzde en etkili tedavi yöntemi, glutenin günlük diyetten çıkarılmasıdır. Tedavi aşamasında devreye giren glutensiz diyet, büyüme ve gelişmenin en hızlı olduğu dönemde bireyin tüm yaşantısını etkilemektedir. Glutensiz diyetin sıkı bir şekilde uygulanmasıyla hastalıkla ilişkili düşük kemik mineral yoğunluğu ve bağırsak malignite dahil bir çok komplikasyonun riski azalabilir. Ancak glutensiz diyetin çocuk veya aile tarafından uygulanması ve takip edilmesi her zaman kolay değildir. Ayrıca glutensiz diyet bazı besin ögesi fazlalığına (doymuş yağlar), yüksek kalori alımına ve belirli besin ögelerinin (lif, Folik asit, B 12 vitamini, demir, çinko, magnezyum) yetersizliğine de neden olmaktadır. Özellikle glutensiz ürünler gluten içeren muadilleriyle karşılaştırıldıklarında hem magnezyum, lif ve folik asit içeriği daha düşük hem de daha pahalıdır. Diyet tedavisine “dirençli” olduğu düşünülen birçok hastanın da gluten içeren besinleri tükettikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle glutensiz diyet iyi planlanmalı, aile ve çocuk eğitilmeli ve hasta uzun süreli takibe alınmalıdır. Bu derleme makalede çölyak hastalığı, çölyak hastalığında uygulanan diyet tedavisi, diyet tedavisinin ilkeleri, diyete uyum ve bu uyumu etkileyen faktörlere yer verilmiştir.
\r\n
Celiac disease is the only life-long continuing food intolerance. This intolerance, caused by gluten, endamages the structure of small intestine and prevents the absorption of nutritional elements. Celiac disease is usually related with other auto-immune diseases. Rate of this disease in our country is increasing in time. It can be seen in people of different ages and different clinical findings. In our day, the most efficient way of treatment is removal of gluten from daily diet. Gluten-free diet that step in treatment phase, affects the living of individual in a period in which growth and development is most rapid. By applying the gluten-free diet strictly, the risk of complications like low bone mineral density and intestine malignite related with the disease, can be decreased. However, it is not always easy to apply and keep track of gluten-free diet by family or child. Moreover, gluten-free diet can cause excess of some nutritional elements (saturated fat), gaining high calorie, and poorness of some nutritional elements (fiber, folic acid, vitamin B 12, iron, zinc, magnesium). Particularly, gluten-free products, when compared with their gluten-including equivalents, have less magnesium, fiber, and folic acid, as well as they are far more expensive. It is determined that a lot of patient considered "resistant" to diet treatment are also eating gluten-including food. Therefore, gluten-free diet should be planned and followed well, and family and child should be educated. This editted article is about, celiac disease, diet treatment for celiac disease, principles of the diet treatment, concordance to the diet, and the factors that effects this concordance.
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine EtkisiAtakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi ÖzetiB12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
Benzer Makaleler Editöre Eposta İnflamatuar Barsak Hastaliklarinda Manyetik Rezonans Enterografi Bulgulari, Tedavi Öncesi Ve Sonrasi Apparent Diffusion Coefficient Değerlerinin Farki Ve Klinik Cevap İle KorelasyonuSeyit Erol, Ramazan Dertli, Mehmet Asil, Yusuf Kenan Boyraz, Ülkü Kerimoğlu
Araştırma makalesi Özetiİnflamatuar Barsak Hastaliklarinda Manyetik Rezonans Enterografi Bulgulari, Tedavi Öncesi Ve Sonrasi Apparent Diffusion Coefficient Değerlerinin Farki Ve Klinik Cevap İle Korelasyonu
MagnetIc Resonance Enterography FIndIngs, ComparIson Of Pre- And Post-Treatment Apparent DIffusIon CoeffIcIent Values And TheIr CorrelatIon WIth Response To Treatment In Inflammatory Bowel DIsease Pat
Amaç: İnflamatuar Barsak Hastalığı(İBH) tanılı aktif bulguları olan ve remisyondaki hastalar arasında MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemelerinin ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmamıza, hastanemizde 01.12.2015 ve 31.08.2016 tarihleri arasında İBH tanısı olan hastalar dahil edilmiştir. Toplam 47 hasta olup bunların 30’u erkek (%63,8), 17’si kadındır (%36,2). Hastaların 32’sinde (%68,1) Ülseratif kolit, 15’inde (%31,9) Crohn hastalığı vardır. Hastalara yağ baskılı T2 trufi ve difüzyon ağırlıklı görüntüleme sekansları alınmıştır. Daha sonra intravenöz kontrast madde sonrası 60. saniyede T1 VİBE sekansları alınmıştır. 47 hastanın 1. grup olan 10 tanesinde aktif ve remisyonda MR incelemeleri olup, 2. gruptaki 37 hastanın ise aktif ve inflame olmayan barsak duvarından ADC, duvar kalınlıkları ve kontrastlanma miktarları karşılaştırıldı.
Bulgular: Birinci grupta aktif ve remisyon MR incelemelerindeki ADC değerleri ile aktif ve remisyondaki duvar kalınlıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p=0.005). Birinci grupta aktif ve remisyondaki barsak duvar kontrastlanmaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0.059). İkinci gruptaki aktif ve normal barsaktan ADC değerleri, duvar kalınlıkları ve kontrastlanmalarında da istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0.001).
Sonuç: MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemesi bu hastalardaki inflamasyonun derecesi ve tedaviye yanıtın belirlenmesinde yararlı olabilir.
Aim: We aimed to evaluate the relationship between magnetic resonance (MR) enterography and diffusion magnetic resonance imaging (MRI) investigations in inflammatory bowel disease (IBD) patients during active inflammation and remission phases.
Patients and Methods: We included patients diagnosed with IBD between 01.12.2015-31.08.2016 at our hospital. 47 patients were included; 30 were male (63.8%) and 17 were female (36.2%). Thirty two (68.1%) of them had ulcerative colitis and 15 (31.9%) had Crohn’s disease. Standard institutional sequences for upper and lower abdomen scan included: sagittal and axial T2 TRUFI, axial and coronal fat suppressed T2 TRUFI and coronal and axial T1 VIBE following intravenous (at 60 seconds) contrast medium administration. First group of patients (n=10) had MRI investigations both at active and remission phases, whereas in the second group of patients (n=37) apparent diffusion coefficient (ADC) values, bowel wall thickness and contrast enhancement grades were compared between actively inflamed and non-inflamed bowel segments.
Results: A statistically significant difference was found regarding ADC values and bowel wall thickness measurements in the first group of patients when compared between active and remission phase MRI investigations (p=0.005). Bowel wall contrast enhancement degree did not differ between active and remission phases in the first group (p=0.059). In the second group, there was a statistically significant difference between active and normal bowel segments regarding ADC values, bowel wall thickness and contrast enhancement (p<0.001).
Conclusion: MR enterography and diffusion MRI may be beneficial to determine the degree of inflammation and response to treatment in IBD patients.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisiÖzkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Araştırma makalesi ÖzetiÇocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
ClInIcal, Laboratory And EpIdemIologIcal CharacterIstIcs Of FamIlIal
medIterranean Fever In ChIldhood And The RelatIonshIp Between
these Features WIth GenetIc MutatIons
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) seröz zarların inflamasyonu
ile karakterize, ataklarla seyreden bir hastalıktır. MEVF gen
mutasyonlarının keşfinden sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili
bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip
arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmada
AAA hastalarının klinik özellikleri ve kolşisine yanıtlarının genotiple
ilişkisinin araştırılması amaçlandı. AAA tanısıyla izlenmekte olan
131 hastanın dosyaları retrospektif olarak taranarak demografik,
klinik veriler ve mutasyon analizleri kayıt edildi. Hastalarımızın
%52.7’si erkek, %47.3’ü kızdı. Hastalarımızın şikayetlerinin başlama
yaşı ile tanı yaşının dağılımı farklılık göstermekteydi (p=0.00). En
sık görülen semptom karın ağrısı (%94.7) ve onu sırasıyla ateş
(%91.6), artralji (%65.6) ve göğüs ağrısı (%27.5) takip ediyordu.
Enfeksiyon, stres, menstürasyon, spor gibi faktörler bazı hastalarda
atağı tetiklemekteydi. En sık görülen mutasyonlar sırasıyla M694V
(%50.4), M680I (%26.7), 148Q (%11.5) idi. Mutasyon saptanmayan
%14.5 hastamız vardı. M694V homozigot olan hastalarda bulantı
ve kusma daha az, E148Q heterozigot olan hastalarda artralji daha
fazlaydı (p<0.05). Aynı aileden kolşisine dirençli 3 hastamız vardı.
Çalışmamızda AAA hastalarının fenotip ve genotipi arasında önemli
bir ilişki gözlenmemiştir. İnfantil dönemde hastalığın tanınması
zor olup, komplikasyonları önlemek adına hastaneye sık başvuran
hastalarda AAA tanısı da akla gelmelidir.
Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by attacks
and inflammation of serous membranes. After discovery of MEVF
mutations, several studies have been carried out about the effect
of genotype to phenotype, a number of them showed relationship
between genotype and phenotype, but some of them not. The aim
of our study was to investigate the relationship between genotype
and clinical features in children with FMF. This study was performed
with 131 patients who have FMF diagnosis. The demographic data,
clinical findings, mutations were investigated retrospectively. 52.7%
of our patients were boys, 47.3% were girls. Distribution of the age
of diagnosed was different from age of onset of symptoms (p=0.00).
The most frequent symptom was abdominal pain (94.7%) and it is
followed by fever (91.6%), arthralgia (65.6%) and chest pain (27.5%).
Infection, stress, menstruation and physical training triggered the
attack in some patients. Respectively, the most common mutations
were M694V (50.4%), M680I (26.7%) and 148Q (11.5%). No mutation
was detected in 14.5% of our patients. Nausea and vomiting were
less in M694V homozygous patients, and arthralgia was higher in
E148Q heterozygous patients (p<0.05). We had 3 patients with
colchicine-resistant who were siblings. In our study, a significant
relationship between phenotype and genotype was not observed. It
is difficult to recognize the disease in infancy period, FMF should be
considered in patients with frequently admitted to hospital in order to
avoid complications.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Akut Atak, Stabil Koah Ve Kor Pulmonale Hastalarında Adma, Arjinin Ve No Düzeylerinin BelirlenmesiSaid Sami Erdem, Fikret Kanat, Ali Ünlü
Araştırma makalesi ÖzetiAkut Atak, Stabil Koah Ve Kor Pulmonale Hastalarında Adma, Arjinin Ve No Düzeylerinin Belirlenmesi
InvestIgatIon Of Adma, ArgInIne And No Levels Of PatIents WIth Acute Attack, Stable Copd And Cor Pulmonale
Bu çalışmada atak, stabil ve kor pulmonale grubu kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olanlarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA), nitrik oksit (NO) ve arjinin düzeylerindeki değişiklikleri belirlemeyi amaçladık. Çalışmamıza 25 akut atak KOAH, 25 stabil KOAH, 25 kor pulmonale hastası dahil edildi. Hastaların KOAH ve kor pulmonale dışında ek bir hastalığı yoktu. Kontrol grubu 25 sağlıklı kişiden oluşturuldu. ADMA ve Arjinin düzeyleri yüksek basınçlı likit kromatografi yöntemiyle floresans dedektörde ölçüldü. Serum nitrit/nitrat konsantrasyonları kolorimetrik metotla ölçüldü. Akut atak,(p
The aim of our study was to determine serum asymmetric dimethylarginine (ADMA), nitric oxide (NO) and arginine levels in patients with acute attack, stable and cor pulmonale Chronic Obstuctive Pulmonary disease (COPD). Twenty five acute attack of COPD, twenty five stable of COPD, twenty five cor pulmonale subjects partipicated in this study. To be selected patients had to have no other diseases. The control group was formed by twenty five appearentely healthy people. ADMA and arginine levels were measured by high performance liquid chromatoghraphy with fluorecence detection. Serum nitrite/nitrate concentrations were determined using a commercial colorimetric assay. Patients of acute (p
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Ailesel Akdeniz Ateşi Ve Romatoid Artrit BirlikteliğiŞevket Arslan, İlknur Albayrak, Fatma Ünsal, Merve Karademirci, Abdülkadir Baştürk, Adem Küçük
Olgu sunumu ÖzetiAilesel Akdeniz Ateşi Ve Romatoid Artrit Birlikteliği
CoexIstence Of FamIlIal MedIterranean Fever And RheumatoId
arthrItIs
Ailesel Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayıcı ateşli poliserozit ve
artrit ataklarıyla karakterize otoinflamatuar bir hastalıktır. Literatüre
bakıldığında AAA ve romatoid artrit (RA) birlikteliği çok nadirdir.
Burada AAA ve RA birlikteliği olan bir vaka sunuldu. Buna göre
klinisyenler AAA hastalarında sabah tutukluğu ve eroziv poliartrit
varlığında eşlik eden RA tutulumunu da akılda tutmalıdır.
Familial Mediterranean fever (FMF) is an auto inflammatory
disorder characterized by recurrent febrile polyserositis and arthritis
attacks. Coexistence of FMF and rheumatoid arthritis (RA) is very rare
in the literature. Here, we present a case with FMF and RA. Clinicians
should there fore consider the possibility of RA development in FMF
patients exhibiting morning stiffness and erosive polyarthritis.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Akut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif DeğerlendirilmesiSevim Karaaslan, Bülent Oran, Osman Başpınar, Tamer Baysal, Abdullah Yazar
Araştırma makalesi ÖzetiAkut Romatizmal Ateşli Hastalarımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
A RetrospectIve Follow-Up On The PatIents WIth The Acute RheumatIc Fever:
Akut romatizmal ateş tamlı hastalarımızın klinik ve laboratuar özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Hasta kayıtlarından akut romatizmal ateş tamlı 395 vaka seçildi. Hastaların atak anındaki başvuru yaşı 5-18 yaş (ortalama 11.3±2.8), cinsiyetleri 213 (% 53.9) erkek, 182 (%46.1) kız olarak belirlendi. Hastaların asıl klinik bulguları kardit °%70.3, artrit % 66.5, Sydenham koresi % 22.2, eritema marginatum %1 ve subkütan nodul % 0.7 şeklinde idi. Perikardiyal efüzyona % 3.5 oranında rastlanıldı. Karditli hastalarda mitral ve aort yetmezliği sırasıyla % 95.3 ve % 46.4 oranında oluştu. Takip esnasında kapak yetmezlikleri % 23.6 ve % 33 oranında kayboldu. Penisilin profiaksisinin düzensiz uygulanması bazı hastalarda tekrarlamalara neden oldu.
Patients with acute rheumatic fever, who were admitted to Pediatric Cardiology Unit of Selçuk University Meram Faculty of Medicine, were studied ret- rospectively to verify the clinical and laboratory profile of the disease. 395 cases were identified among patients admitted to the present institution. Age on admission was 5-18 years (mean 11.3±2.8), they were 213 (53.9%) boys, and 182 (46.1%) giriş. Manifestations included carditis 70.3°%, arthritis 66.5°%, Sydenham’s chorea 22.2%, eritema marginatum 1 °%,subcutaneous nodules 0.7%. Pericardial effusion was occurred in 3.5°%. Mitral insuffi- ciency and aortic insufficiency and aortic insufficiency were occurred in 95.3°% and 46.4°%, respectively. The regur- gitation disappeared in 23.6°% and 33°% of patients with mitral and aortic regurgitation, during follow-up. The caus- ing recurrence was the non-compliance with penicillin prophylaxis.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez DeneyimiAynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi ÖzetiTrombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine EtkisiYüksel Tatkan, Ersin Çiftçi, Mustafa Şahin, Serdar Yol, İlhami Çelik
Araştırma makalesi ÖzetiTıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
The Effect Of VItamIne E And UrsodeoxycholIc AcId On Immune System In ObstructIve JaundIce
Amaç: Bu çalışmada tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlarda; UDKA ve vitamin E'nin lökosit sayısı, T, B ve null lenfosit oranları ve floresans boya ile işaretli E.coli translokasyonu üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Araştırmada 70 VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlar 15'erli dört gruba ayrıldı. Birinci grup sadece tıkanma sarılığı oluşturulan gruptu. İkinci gruba 8-14. günler arası 25mg/kg ora! UDKA verildi. Üçüncü grup, aynı günler arasında bir haftalık süre içinde günaşırı 500 mg/kg int- ramüsküler (toplam 3 kez) vitamin E verilen deney grubuydu. Dördüncü gruba UDKA ve vitamin E, yukarıda be lirtilen süre ve dozda birlikte verildi. Geriye kalan 10 denekte (5. grup) sham işlemi uygulandı. 14. günde tüm sıçanlara, ml'sinde 109 bakteri içeren floresans boya İle işaretli E.coli 2 mİ olarak nazo-gastrik tüp ile verildi. Bir gün sonra steril şartlarda sakrifiye edilen sıçanlardan, histopatolojik inceleme için MLN, karaciğer, dalak, ince bar sak ve kan örnekleri alındı. Kan yaymalarında May-Grünwald-Giemsa yöntemi ile lökosit formülü, ANAE enzimi ile T, B ve null lenfosit oranları saptandı. Bilirübin, SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz çalışıldı. Barsak duvarı, MLN, ka raciğer, kan ve dalakta floresans mikroskopta işaretli E.coli'ler belirlendi. Bulgular: Lökosit formülünde 1 ve 2. grupta lenfosit oranlarında azalma vardı (p<0.05). E vitamini verilen gruplarda ise lenfosit oranları sham grubu ile benzerdi. T ve B lenfosit oranları ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda azalmıştı. Bu azalma 3 ve 4. gruplarda daha belirgindi (p<0.05). Null lenfositlerin oranı ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda artmış, E vitamini verilen gruplarda ise daha belirgin olarak artmıştı (p<0.05). İşaretli E.coli'lerin birinci grupta anlamlı yükseklik gösterdiği, diğer grup lar arasında fark olmadığı belirlendi. Sonuç: Tıkanma sarılıklarında E vitamininin lenfoproliferatif etkiyle Null len fositlerde anlamlı bir artış sağladığı, UDKA ’in immün sistem üzerine direkt bir etkisinin olmadığı, ancak işaretli E. colllerin dokulara geçişini E vitaminine eşdeğer oranda azalttığı tesbit edilmiştir.
Purpose: The aim of this study is to investigate the effect of Vitamine E and Ursodeoxycholic acid (UDCA) on the leucocyte count, the ratio of T, B and Null leymphocyte and translocation of E. coli labelled vvith flourescein in an experimental obstructive jaundice model in rats. Material and Methods: Seventy male VVistar-albino rats vvere used in this study. The animals vvere divided into four groups ineluding 15 rats and obstructive jaundice vvere per- formed in ali rats. İn the first group; obstructive jaundice was performed only, İn the second group; 25 mg/kg UDCA was given orally between 8-14 days. İn the third group; 500 mg/kg/im Vitamine E was given in every two days betvveen 8-14 days (three times). İn the fourth group Vitamine E and UDCA vvere given together as men- tıoned above. İn the left ten rats; sham procedure was performed (flfth group). Two mİ solution ineluding 109 E. coli labelled vvith flourescein was given via a naso-gastric tube at 14th day. Ali rats vvere sacrificed at 15th day and mesenteric lymphatic nodules (MLN), liver, spleen, small bovvel tissue samples and one mİ blood samples vvere taken. Leucocyte types vvere deteeted by May-Grüwald-Giemsa method and T, B and Null lemphocyte ratio vvere found by ANAE enzyme. Serum Bilirubine, SGOT, SGPT and Alkaline phosphatase levels vvere measured. Translocated E. coli number deteeted in bovvell wall, MLN, liver, spleen and blood samples by flourescein mic- roseopy. Findings: There was a significant decrease of lemphocyte ratio in group I and II (p<0.05). The lemp hocyte ratio of groups II and III was similar vvith control group. T and B lemphocyte ratio decreased in ali ja- undiced groups. The decrease vvas significant in third and fourth groups (p<0.05). Null lemphocyte ratio inereased in ali groups, but the differences vvas significant in groups III and IV (p< 0.05). E.coli translocation vvas significant in group I, and there vvas no differences in other groups. Conclusion: Vitamine E caused Null lemphocyte pro- liferation. UDCA has no direct effect on immune system, but it prevented the lebelled E.coli translocation.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün EtkisiZafer Şahin, Ahmet Özkaya, Ökkeş Yılmaz, Ahmet Orhan Görgülü
Araştırma makalesi ÖzetiHidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Effect Of GeranIol On BraIn Cholesterol, VItamIn
a And E Levels In The Hydrogen PeroxIde-Treated
rats
Amaç: Bir monoterpen olan geraniol, bazı bitkilerde yer alan doğal bir antioksidandır. Hidrojen peroksit
(H2O2) ise reaktif oksijen türlerinin (ROS) bir üyesidir. Bu çalışmada, H2O2 uygulanan sıçanlarda geraniolün
beyin kolesterolü ve yağda çözünen A (retinol) ve E (alfa (α)-tokoferol ve α-tokoferol asetat) vitaminlerine
etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada yetişkin erkek Wistar sıçanlar rastgele dört gruba ayrılarak (n=7),
geraniol (50mg/kg) ve H2O2 (16mg/kg), intraperitoneal olarak, 30 gün süresince gün aşırı uygulandı. Beyin
numuneleri homojenize edildikten sonra kolesterol, α-tokoferol, α-tokoferol asetat ve retinol düzeyleri yağ
ekstraktlarından HPLC ile analiz edildi.
Bulgular: Beyin kolesterol düzeyinin H2O2 grubunda kontrol grubuna kıyasla daha fazla olduğu belirlendi.
H2O2 ve geraniol+ H2O2 gruplarında, beyin α-tokoferol asetat düzeylerinin kontrole kıyasla daha yüksek
olduğu bulundu. Beyin retinol seviyesi bakımından grupların hiçbirisinde istatistiksel olarak anlamlı bir
değişiklik mevcut değildi.
Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, beyinde kolesterol ve α-tokoferol asetat düzeylerinin H2O2 ile oluşturulan
oksidatif stresten etkilendiğini göstermektedir. Geraniolün erkek sıçanlarda H2O2’nin etkilerini azaltma
potansiyeli olduğu söylenebilir.
Aim: Geraniol, a monoterpene, is a plant-derived natural antioxidant. Hydrogen peroxide (H2O2) is a
member of reactive oxygen species (ROS). The objective of this study is to de-termine the effect of
geraniol on brain cholesterol and lipophilic vitamins such as vitamin A (retinol) and vitamin E (alpha (α)-
tocopherol and α-tocopherol acetate) in H2O2-administrated male rats.
Materials and Methods: Adult male Wistar rats were randomly divided into four groups (n=7). Geraniol
(50 mg/kg) and H2O2 (16 mg/kg) were administered by an intraperitoneal injection for 30 days with a
1-day interval. Brain samples were homogenized and cholesterol, α-tocopherol, α-tocopherol acetate, and
retinol levels analyzed from lipid extracts by HPLC.
Results: Brain cholesterol level was found to be significantly higher in the H2O2 group than the control
group. Brain α-tocopherol acetate levels were found to be significantly higher in the H2O2 and the
geraniol+H2O2 groups than the control group. There was no difference in retinol levels between any
groups.
Conclusion: In conclusion, our results indicate that brain cholesterol and α-tocopherol acetate levels are
affected by H2O2-induced oxidative stress. Moreover, we suggest that geraniol has the potential to reduce
the effect of H2O2 in male rats.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Serum B12 Düzeyi Primer Ve Sekonder Polisitemi Ayrıcı Tanısında Etkin Bir Ayrıcı Tanı Kriteri Olarak Kullanılabilir Mi?Sinan Demircioğlu, Serkan Budancamanak, Ali Doğan
Araştırma makalesi ÖzetiSerum B12 Düzeyi Primer Ve Sekonder Polisitemi Ayrıcı Tanısında Etkin Bir Ayrıcı Tanı Kriteri Olarak Kullanılabilir Mi?
Can Serum B12 Level Be Used As An EffectIve DIfferentIal CrIterIon In DIfferentIal DIagnosIs Of PrImary And Secondary PolycythemIa?
Amaç: Polisitemia vera’da (PV) JAK2 V617F mutasyonu %95 oranında saptanmaktadır. Fakat bu test hem yüksek maliyetli hem de zaman alan bir tetkiktir. Bu çalışmada sekonder polisitemiyi (SP) dışlayabilmek için JAK2 V617F mutasyonuna ilave olarak kullanılabilecek hızlı, ucuz ve kolay ulaşılabilen bir tetkik araştırılması planlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Dünya Sağlık Örgütünün 2016 tanı kriterlerine göre tanı almış 39 PV hastası ve 51 SP hastası alındı. Hastaların demografik özellikleri, fizik muayene bulguları ve laboratuvar sonuçları tespit edildi. Bu iki grup arasında istatiksel analiz yapıldı.
Bulgular: PV grubunda, serum B12 düzeyi, eritrosit sayısı, lökosit sayısı, nötrofil sayısı, trombosit sayısı ve laktat dehidrogenaz düzeyi SP grubundan istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Serum B12 düzeyinin 343 pg/mL’nin üzerinde olması PV-SP ayrımı için eşik değer olarak saptanmıştır.
Sonuç: Yüksek serum B12 düzeyi PV ile ilişkili bulunmuştur. Fakat serum B12 düzeyinin primer ve sekonder polisitemi ayrıcı tanısında kullanılabilmesi için bu çalışmada ki verileri destekleyen daha geniş hasta serileri ile yapılan prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: JAK2 V617F mutation is determined in 95% of polycythemia vera (PV) patients. However, this test is a high-cost and time-consuming examination. In this study, a rapid, inexpensive and easily available test that can be used in addition to JAK2 V617F mutation is planned to exclude secondary polycythemia (SP).
Patients and Methods: A total of 39 PV patients and 51 SP patients, who were diagnosed according to 2016 diagnostic criteria of World Health Organization, have been included in this study. Demographics, physical examination findings and laboratory results of patients have been determined. A statistical analysis was performed between these two groups.
Results: In PV group, serum vitamin B12 level, erythrocyte count, leukocyte count, neutrophil count, platelet count and lactate dehydrogenase levels were determined to be statistically significantly higher than SP group. Serum vitamin B12 level above 343 pg/mL has been determined as the threshold value for the differentiation of PV from SP.
Conclusion: High serum vitamin B12 level was determined to be associated with PV. However, there is a need for prospective studies performed with larger patient series supporting the data obtained in this study in order for serum vitamin B12 level to be used in the differential diagnosis of primary and secondary polycythemia.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif AnaliziHarun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi ÖzetiNefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesiÜmran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi ÖzetiKliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Tinea Versicolo R' Un Ketokonazol İle Tedavisi Dr. Hüseyin Endoğru *, Dr. Şükrü BalevıHüseyin Endoğru, Şükrü Balevi
Araştırma makalesi ÖzetiTinea Versicolo R' Un Ketokonazol İle Tedavisi Dr. Hüseyin Endoğru *, Dr. Şükrü Balevı
The Treatıncnt Of TInca VersIcolor VIth Ketoconasole
Ketokonazol uyguladığımız 30 olguda tedavi sonucu ilacın %90.48 klinik ve laboratuvar Şifa vermesi (Nativ preparatta mantar menfi), ilacın çok iyi etkili olduğunun kanısıdır. Oral yoldan alınınca yan etkilerinin az ayrıca büyük bir avantajdır.
In ofr 30 cases, which were treated with ketoconazole, an antifungal agent, 90.48 perceni of :kese cases, clinical remissions ha ve been obiained. All !hese remissions, have been confirrned by cytological diagnosis which have been done by native preparation,y. Also, it's advantages were related with taking this drog orally and wilhout any adverse effects.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder BakteriyemiTuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Olgu sunumu ÖzetiRotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Secondary BacteremIa After RotavIrus InfectIon
İshal çocuklarda önemli mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Rotavirüs
enfeksiyonları bebeklerde ve küçük çocuklarda görülen şiddetli gastroenteritlerin en başta
gelen nedenlerindendir. Rotavirüse bağlı nadiren sekonder bakteriyemi olguları bildirilmiştir.
Sekiz aylık erkek hasta rotavirüs gastroenteriti ve orta derecede dehidratasyon tanılarıyla
serviste izleme alınmıştır. İntravenöz hidrasyon ve oral probiyotik saşe ile şikayetleri gerileyen
hastanın yatışının 3. gününde ateşleri tekrar yükselmiş, genel durumu kötüleşmiş ve sepsis
tanısı konulmuştur. Yoğun Bakım Ünitesinde izleme alınan ve ampirik olarak seftriakson,
amikasin ve vankomisin başlanan hastanın kan kültüründe seftriakson ve amikasine duyarlı
Klebsiella oxytoca üremesi olmuştur. Vankomisin kesilmiş, diğer tedavileri toplam 14 gün
verilmiştir. Kliniği tamamen düzelen hasta taburcu edilmiştir. Rotavirüse sekonder bakteriyel
sepsis önemli bir klinik durumdur. Kırksekiz saatten uzun süren veya düşüp tekrar yükselen
ateş uyarıcı olmalıdır. Rotavirüs aşılamasının önemi, hastalığın komplikasyonlarında azalma
sağlayabileceğinden dolayı vurgulanmalıdır.
Diarrhea goes on to be an important reason of morbidity and mortality in childhood. Rotavirus
infections are among the most common casues of severe gastroenteritis in infants and small
children. Secondary bacteremia cases after rotavirus have been rarely reported. An eight
month of boy was hospitalized due to rotavirus gastroenteritis and moderate dehydration.
After his symptoms resolved with intrevenous hydration and probiotic sachet, fever and
deteriotation in general condition were realized on the third day and sepsis was diagnosed. He
was monitorized in Intensive Care Unit and started ceftriaxone, amikacine, and vancomycine
empirically. His blood culture grew Klebsiella oxytoca which was sensitive to ceftriaxone and
amikacine. Vancomycine was stopped and other antibiotics were given for totally 14 days.
He was discharged when recovered completely. Bacterial sepsis secondary to rotavirus is an
important clinical situation. Fever lasting more than 48 hours or fever rising after remission
should be alarming. The importance of rotavirus vaccination should be emphasized because
of its probable protective effects on disease complications.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin AnaliziFatih Ersay Deniz, Fikret Özuğurlu, İlker Etikan, Muzaffer Katar, Gülgün Yenişehirli, Metin Özdemir
Araştırma makalesi ÖzetiNöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
AnalysIs Of VItamIn B12 Levels Of 289 PatIents At A Neurosurgery OutpatIent ClInIc
Vitamin B12 yetmezliği periferik nöropatiye neden olabilir, periferik nöropati distal ekstremite parestezisi mevcudiyetinin en sık karşılaşılan sebebidir. Çalışmamızda hastaların serum vitamin B12 seviyeleri ve başvuru şikâyetleri incelendi. Tüm hastalar aynı klinisyen tarafından değerlendirildi. Beyin ve sinir hastalıkları cerrahisi polikliniğine başvurmuş olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Ağrı ve/veya uyuşukluk/karıncalanma şikâyeti ile başvuran ve serum B12 düzeyi çalışılmış olan 289 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilmiş olan 289 hastanın 77 tanesinin serum B12 değeri 193 pg/ml değerinin altında tespit edildi (ort.157.82±27.45). Hastalardan 75’inin uyuşukluk/karıncalanma şikayeti ile başvurmuş olduğu ve bunların serum vitamin B12 ortalamalarının 235.69±96.19 pg/ml olduğu, geri kalan 214 hastanın serum vitamin B12 ortalamasının ise 285.29±124.50 pg/ml olduğu tespit edildi. Bu değerler normal sınırlar içinde olmakla birlikte, iki ortalama arasındaki farkın önemli olduğu tespit edildi (t=3.136, p=0.002). Düşük serum vitamin B12 değeri her zaman dokudaki vitamin B12 yetersizliği ile birlikte değildir, aynı zamanda serum değerinin normal sınırda olması doku seviyesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Vitamin B12 eksikliği, kansızlık olmaması ve serum seviyesin sınır değerler civarında olması durumunda dahi, duyu bozukluğu sebepleri arasında olabileceği düşünülmelidir.
Vitamin B12 deficiency may cause peripheral neuropathy and peripheral neuropathy is the most common cause of distal extremity paresthesias. The aim of this study was to determine the serum B12 level of the patients with complaints of pain and/or numbness/ tingling and try to demonstrate the relation between them. Patients’ files admitted to neurosurgery outpatient clinic were retrospectively analyzed. Serum vitamin B12 levels and the admission complaints of the patients were studied. A total of 289 patients with complaints of pain and/or numbness/tingling that serum vitamin B12 levels measured were included. All of the patients were evaluated by the same clinician. The serum vitamin B12 concentrations of 77 patients out of 289 were found to be below 193 pg/ml (mean 157.82±27.45). The total number of the patients with the complaint of numbness/tingling was 75 and the mean serum vitamin B12 level was 235.69±96.19 pg/ml, the mean serum vitamin B12 level of the remaining 214 patients was 285.29±124.50 pg/ml. Although these results were within the normal limits, the difference of the mean values of the two groups was found to be significant (t=3.136, p= 0.002). The low serum vitamin B12 level does not always correlate with the tissue insufficiency and also it’s serum level being normal does not indicate it’s being sufficient at the tissues. Vitamin B12 deficiency should also be thought at the etiology of sensory disorder, especially if the radiological findings are normal, even though in the absence of anemia and serum level being at borderline.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin DeğerlendirilmesiDuygu İlke Yıldırım, Kamile Marakoğlu
Araştırma makalesi ÖzetiDiyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RelatIonshIp Between VItamIn D And Hba1c Levels In DIabetIc PatIents
\r\n Amaç: Diyabet son yıllarda hızla artış gösteren, ciddi komplikasyonlara yol açan bir sağlık problemidir. D vitamini düzeyi, diyabetin kontrolüne katkıda bulunan bir faktör olarak belirtilmektedir. Bu çalışmada diyabetik hastalarda D vitamini düzeylerini ve glisemik kontrol arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Yöntem: Çalışmaya Diyabet Eğitim Polikliniği’ne Eylül 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran takip ve tedavi altında ki 330 diyabetik hasta alındı. Çalışmaya 18 yaş ve üzerinde olan hastalar dahil edildi. Hastalar vitamin D düzeylerine göre; ≤20 ng/mL, 20-30 ng/mL arasında ve ≥30 ng/mL olmak üzere üç gruba ayrılarak kategorize edildi. Bu gruplar hastaların sosyo-demografik özellikleri, kan parametreleri, diyabetile ilgili özellikleri ve diyabettedavileri yönünden karşılaştırıldı. HbA1c düzeylerine göre≤%7altıve >%7 üzeri olmak üzere iki gruba kategorize edildi. Buiki grupta da aynı parametreler ve D vitamini değerleri karşılaştırıldı. İstatistiksel sonuçlar SPSS 21.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Katılımcıların demografik bilgileri yüzde ve frekans değerleri tablolar halinde gösterildi. Önemlilik düzeyi olarak p<0.05 alındı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Bulgular: Çalışmaya alınan 330 diyabetik hastanın %51,2’si (n=169) kadın ve %48,8’i (n=161) erkekti. Hastaların yaş ortalamaları 53,79±10,2 yıl idi. Çalışmamıza alınan hastalar VKİ açısından değerlendirildiğinde %13,9’u (n=46) normal, %34,5’i (n=114) fazla kilolu ve %51,5’i (n=170) obez olarak sınıflandırılmıştır. Hastalar D vitamini düzeylerine göre gruplara ayrıldığında, vitamin D seviyesi 20 ng/mL’nin altında 286 hasta (%86.7), 20 ng/mL’nin üzerinde 44 hasta (%13.3) saptandı.Hastalar D vitamini düzeylerine göre karşılaştırıldığında D vitamini değerleri ile hastaların açlık kan şekeri (AKŞ), tokluk kan şekeri (TKŞ) arasında negatif korelasyon (-r=0.357, p<0.001, -r=0.344, p<0.001 sırasıyla) bulundu. D vitamini değerleri ile HbA1c değerleri arasında negatif korelasyon olduğu (-r=0.433, p<0.001) tespit edildi. D vitamini ile trigliserid düzeyi arasında ise negatif yönde korelasyon (-r=0.131, p<0.05) saptandı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Çalışmamızda D vitamini düzeylerine göre istatistiksel değerlendirme yapıldığında; HbA1c>%7 olanların (n=191), HbA1c<7 olanlara (n=95) göre D vitamini düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p<0,001). Bu sonuçlar D vitamini seviyelerinin diyabet hastalarında glisemik kontrolde önemli olduğu kanısını desteklemektedir.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nAim: Diabetes is a serious health problem which has increased rapidly in recent years and causes numerous complications. Vitamin D levels may be a contributing factor to the glycemic control. The aim of the study was to evaluate the relationship between vitamin D levels and glycemic control in diabetic patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nMethods: 330 patients with Diabetes Mellitus type 2, who were admitted to our outpatient clinic between September 2015 and June 2016, were included in the study. Patients were stratified into three groups according to the vitamin D levels; ≤20 ng / mL, between 20-30 ng / mL and ≥30 ng / mL. These groups were compared in terms of patients' socio-demographic characteristics, blood parameters, diabetes-related characteristics, and diabetes treatment. Patients were categorized into two groups according to the HbA1c levels; ≤7% and ≥7%. The same parameters and vitamin D values were compared between two groups. All data were recorded into the SPSS version 21. Participants' demographic datas, percentage and frequency values, were tabulated. A p value of <0.05 was the limit for statistical significance.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nResults: A total of 330 patients (51.2% females, mean age 53,79±10,2 years) with diabetes were interviewed. When evaluated in terms of body mass index, 13.9% (n = 46) were classified as normal, 34.5% (n = 114) were overweight and 51.5% (n = 170) were obese. When patients were divided into groups according to vitamin D levels, 286 (86.7%) patients with a vitamin D level below 20 ng / mL and 44 patients (13.3%) with a level above 20 ng / mL were detected. When patients were compared according to vitamin D levels, there was a negative correlation (-r = 0.357, p <0.001, -r = 0.344, p <0.001, respectively) between vitamin D levels and patients' fasting blood glucose level (FBG) and postprandial glucose level (PBG). There was a negative correlation (-r = 0.433, p <0.001) between vitamin D levels and HbA1c levels. Negative correlation (-r = 0.131, p <0.05) was found between vitamin D and triglyceride levels.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nConclusion: Vitamin D levels were significantly lower in patients with HbA1c> 7% (n = 191) when compared to those with HbA1c <7 (n = 95) (p <0.001). Vitamin D levels may be important in glycemic control of diabetic patients.
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hipokalemi İle Başvuran İki Kardeş: Ailesel Gitelman SendromuAli Karagöz, Raziye Yazıcı, Şevket Arslan, İbrahim Güney, Lütfullah Altıntepe
Olgu sunumu ÖzetiHipokalemi İle Başvuran İki Kardeş: Ailesel Gitelman Sendromu
Two ChIldren AdmItted WIth HypokalemIa: FamIlIal GItelman Syndrome
Gitelman sendromu, otozomal resesif geçişli bir renal tubuler hastalıktır. Bu sendrom, ailesel hipokalemi-hipomagnezemi olarak da adlandırılır. Prevelansı yaklaşık 1/40000 olup, erişkin yaşa kadar teşhis edilemeyebilir. Böbreğin distal toplayıcı tubülünde, tiazid duyarlı sodyum klorür taşıyıcılarındaki inaktive mutasyonlar Gitelman sendromu’na sebep olur ve bu durum azalmış kalsiyum atılımı ve hipomagnezemi ile ilişkilidir. Ayrıca mutasyonlar sodyum klorür geri emiliminde azalmaya ve hipovolemiye yol açar. Sonuçta renin-anjiotensin-aldosteron sisteminin aktivasyonu ile hipokalemi ve metabolik alkaloz görülür. Hipokaleminin en sık sebebi, potasyumun renal yolla kaybıdır. Biz burada, potasyumun renal yolla kaybedilmesi ile karakterize, Gitelman Sendromu iki (erkek kardeş) vakayı sunuyoruz.
Gitelman syndrome (GS) is an autosomal recessive renal tubuler disorder. This syndrome also referred to as familial hypokalemiahypomagnesemia. The prevalence is estimated at approximately 1/40000 and it cannot be diagnosed until adulthood. GS, is caused by inactivating mutations in the thiazide-sensitive sodiumchloride cotransporter in the distal convoluted tubule of kidney and is associated low urinary calcium excretion, hypomagnesemia. Mutations, also lead to disruption NaCl reabsorbsion and hypovolemia. Therefore hypokalemia and metabolic alkalosis occur with activated the renin angiotensin aldosterone system. The most common cause of hypokalemia is renal potassium loss. Herein, we report cases of two (brother) GS, characterized by renal loss of potassium.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Oküler Yüzey Hastalıklarında İmpresyon Sitolojisinin KullanımıGülay Turan, Pembe Oltulu, Meydan Turan, Refik Oltulu
Kısa rapor ÖzetiOküler Yüzey Hastalıklarında İmpresyon Sitolojisinin Kullanımı
The Use Of ImpressIon Cytology In Ocular Surface DIseases
İmpresyon sitolojisi (IC) selüloz asetat filtre kağıtları kullanılarak, oküler yüzeyin çeşitli bozukluklarının tanısına yardımcı olan basit, noninvaziv bir tekniktir. Bu bozukluklar arasında oküler yüzey skuamöz neoplazisi, kuru göz sendromu, limbal kök hücre eksikliği, spesifik viral enfeksiyonlar, vitamin A eksikliği, alerjik bozukluklar, konjonktival melanozis ve malign melanom yer alır. IC, oküler yüzey hastalığının teşhisine yardımcı olmak, oküler yüzey hastalığının patofizyolojisini daha iyi anlamak ve klinik çalışmalarda sonuç ölçütleri olarak kullanılmak üzere biyobelirteçler sağlamak için giderek daha fazla kullanılmaktadır.
Impression cytology (IC), using cellulose acetate filter papers is a simple, noninvasive technique that aids in the diagnosis of several disorders of the ocular surface.These disorders include ocular surface squamous neoplasia, dry eye syndrome, limbal stem-cell deficiency, specific viral infections, vitamin A deficiency, allergic disorders, conjunctival melanosis, and malignant melanoma. IC has been used increasingly to assist in diagnosis of ocular surface disease, improve our understanding of the pathophysiology of ocular surface disease, and provide biomarkers to be used as outcome measures in clinical trials.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine EtkileriHilal Evcil, Mehmet Ali Malas
Derleme ÖzetiGebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
The Effects Of NutrItIon In Pregnancy On The Fetal Development
Amaç: Bu derlemede, daha önce yapılan gebelikte beslenmenin fetal büyümeye etkilerinin araştırıldığı literatür çalışmalarının gözden geçirilmesi amaçlandı. Ana bulgular: Yapılan bu çalışmalarda; gebelikte, maternal yaş, beslenme ve stres gibi faktörlerin fetal gelişim üzerine olumsuz etkilerinin olabileceği belirtilmektedir. Gebelik öncesinde ve gebelikte maternal beslenmenin rolü çok önemlidir. Gebe kadınlara önerilen diyet birkaç istisna dışında normal kadınların diyetleri ile benzerdir ve tavsiye edilen sağlıklı ve dengeli beslenmedir. Bununla beraber doğum defektleri riskinin azalmasına yardımcı olan vitamin ve minerallerin gebelikte günlük alımları ile ilgili öneriler bulunmaktadır. Gebeliğin başlangıcında maternal beslenme durumu fetal büyüme ve gelişme için önemli bir belirteçtir. Literatürde maternal beslenme ile düşük doğum ağırlığı, intrauterin gelişme geriliği ve spontan abortus ile ilişki belirtilmiştir. Ayrıca maternal beslenme nöral tüp defekti, yarık damak-dudak, kardiyovasküler, respiratuvar, üriner ve santral sinir sistemi defektleri gibi doğumsal defekt çeşitleri ile de ilişkilidir. Sonuç: Bu nedenle, maternal beslenmenin fetus üzerindeki etkilerinin araştırılması için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: The aim of this review is to evaluate recent literature regarding effects of nutrition on fetal development. Main findings: Previous studies show that maternal factors such as age, nutrition, and stress are able to have negative effects on fetal development during pregnancy. The role of maternal nutrition on human pregnancy is still unclear but undoubtedly crucial. The dietary recommendations for pregnant women before and during pregnancy are similar to those for other adults, with a few exceptions. The main recommendation is to keep a healthy and balanced diet; however, there are some specific recommendations related to daily supplementation of minerals and vitamins during pregnancy to reduce the risk of birth defects. Maternal nutritional status during the period of conception is an important determinant of fetal growth and development. The relationship between maternal nutrition and low birth weight, intrauterine growth retardation, and spontaneous abortus are reported in the literature. Furthermore, maternal nutritional factors associated with different kinds of birth defects such as neural tube defects, oral cleft, cardiovascular, central neural, respiratory, and urinary system defects. Result: Therefore, further researchs are need for the effects of maternal nutrition on fetal growth
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Astımlı Çocuklarda Ck-Mb Ve Kardiak Troponin-I Seviyeleriİsmail Reisli, Hasibe Artaç, Sevgi Keleş, Melike Keser, Bülent Oran, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi ÖzetiAstımlı Çocuklarda Ck-Mb Ve Kardiak Troponin-I Seviyeleri
Serum Ck-Mb And CardIac TroponIn-I Levels In AsthmatIc ChIldren
Erişkinler ve çocuklarda serum myokardial kreatinin kinaz (CK-MB) seviyesinde artış saptandığında öncelikli olarak kardiyak iskemi veya kardiyak hasar akla gelmektedir. Ancak bu durumda ileri tetkikler her zaman myokard iskemisini desteklememektedir. Çalışmamızda, astım atağı sırasında yükselen CK-MB’nin önem ve kaynağını araştırmak amacıyla, 30 astımlı çocuk ve 20 sağlıklı kontrolün CK-MB ve kardiak troponin-I (cTn-I) düzeylerini değerlendirdik. Astım atağı ile başvuru sırasında CK-MB seviyeleri, kontrol grubundan ve aynı hastaların ataktan sonraki seviyelerinden daha yüksekti (p<0.05). CK-MB seviyeleri ile solunum sayısı arasında pozitif korelasyon ve başvuruda ölçülen oksijen satürasyonu arasında negatif korelasyon bulundu. CK-MB seviyelerinin yükselmesinde etkili faktörler olarak da solunum sayısının artışı ve oksijen satürasyonu düşüklüğü saptandı. Serum cTn-I, CK-MB yüksek bulunan bütün hastalarda normal bulundu. Sonuç olarak astım atağı ile başvuran çocuklarda solunum kaslarının zorlanmasına bağlı olarak CK-MB yüksekliği saptanabilir.
The elevations of serum creatine kinase myocardial bound (CK-MB) levels can be observed in children and suggest a myocardial injury. We determined serum CK-MB and cardiac troponin-I (cTn-I) levels in 30 asthmatic children to assess cardiac injury at admission for exacerbation and two weeks later. Twenty healthy age-matched children served as controls. The CK-MB levels in admission for asthmatic exacerbation were higher than control group and than the levels of the same patients after exacerbation (p<0.05). There was found to be a positive correlation between the CK-MB levels and respiratory rate and a negative correlation between the CK-MB levels and oxygen saturation measured at admission. The effective factors on CK-MB levels was found to be respiratory rate and oxygen saturation. However serum cTn-I levels were found to be normal in allpatients including those with CK-MB elevation. In conclusion, CK-MB elevation may ocur in children with acute astma attack related to the stress on respiratory muscles.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Sıgara Wen Ye Icmeyen Genclerde C Vıtamın! Kaynaoı Olan Besın Alımının Kan Ye Idrar C Vitamint Duzeylerıne Etkısının IncelenmesıEsra Teberdar, Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi ÖzetiSıgara Wen Ye Icmeyen Genclerde C Vıtamın! Kaynaoı Olan Besın Alımının Kan Ye Idrar C Vitamint Duzeylerıne Etkısının Incelenmesı
A Study On The E,ffect Of (smoker And Non-Smoker) Young People's NutrItIon Abundant In VI-TamIn C (whom Smoker And Non-Smoker) On Blood And UrIne VItamIn C Levels.
VET Konya Selcuk Universitesi Tip Fakultesi ye Egi-tim Nisan-Mayis 1993 doneminde yaplan bu aravirmada, 18-25 ya§lart arasinda, si-.gara is en 82, sigara ictneyen 163 olmak iizere 245 ogrenciden faydalantlmtpr. Deneklerin sigara icme durumlari ile birlikte, C vitamini kaynagz olan be-sinlerin ahmintn kan ye idrar C vitamini diizeylerine etkisi incelenmgtir. Ara§tirmada, genclerde sigara kullantmtnin kan C vitamini duzeyini dii§iirdiigii saptannuotr. Diyetle yetersiz miktarda C vitamini kaynagi plan besinlerin alinumn, kan C vitamini duzeyindeki der-letici etkisi oldugu tespit edilmitir. C vitamini kay-nagi olan besinlerin ahmtnin artmasi, sigara ken ye icmeyen deneklerin kan C vitamini diizeykrinin art-manna yol agni§tir. Elde edilen hulgular sonucunda, sigara is iminin insan saghgt is in tehlikeli hir sorun oldugu kabul edilmic ve bu sorunun cOzamlenmesi kin acil on-lemlerin alinmast gerektigi ifade edilmiştir.
In the research, which was made in the Medicine and Education faculties of Konya Selguk University between April 1995 and May 1995, 245 students at the age of 18-25 were examined, 82 of whom were smokers, and 163 of whom were non-smokers. In addition to smoking habits, the intake of food con-taining vitamin C and its effect on the blood and urine vitamin C levels were examined. It has been observed that smoking decreased the blood vitamin C level. It has been also observed that intake of poor vitamin C had an important effect on the decrease of the blood vitamin C level. Increase in the uptake of pod rich in vitamin C has cor-relation with the increase in the blood vitamin C level in both smokers and non-smokers. It has been understood that smoking is harmful for the human health and urgent precautions should he taken against it.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Bakteriyel Vajinosis Tedavi Protokollerinin Etkinlikleri Ve
maliyetlerinin KarşılaştırılmasıSevilay Kılıçer Nazlı, Ali Haberal, Özlem Özdeğirmenci, Burak Karadağ
Araştırma makalesi ÖzetiBakteriyel Vajinosis Tedavi Protokollerinin Etkinlikleri Ve
maliyetlerinin Karşılaştırılması
ComparasIon Of The Cost-EffectIvIty For BacterIal VagInosIs
treatment Protocols
Bakteriyel vajinozis (BV) için tedavi seçenekleri arasında yedi
gün süreyle günde iki kez 500 mg oral metronidazol veya % 2’lik
klindamisin vajinal krem veya % 0.75’lik metronidazol vajinal jel ve
alternatif tedavi olarak 2 gr oral tek doz metronidazol veya yedi gün
süreyle günde iki kez alınan oral 300 mg klindamisin bulunmaktadır.
Bu çalışmada; BV olguları randomize beş gruba ayrılarak oral
ornidazol, lokal ornidazol, lokal ornidazol ile oral ornidazol birlikte,
vitamin-C vajinal tablet ve %2’lik klindamisin vajinal kremin tedavi
etkinliklerinin ve maliyetlerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Çalışmaya alınması uygun olan 125 hasta kapalı zarf yöntemi ile
randomize edilerek 25’er kişilik beş gruba ayrıldı. Grup 1: 5 gün
süre ile günde iki kez 500 mg oral ornidazol tablet, Grup 2: 3 gün
süre ile günde bir kez 500 mg ornidazol vajinal ovül, Grup 3: 3 gün
süre ile günde bir kez 500 mg ornidazol vajinal ovül ile birlikte 5
gün süre ile günde iki kez 500 mg oral ornidazol tablet, Grup 4: 6
gün süre ile günde bir kez 250 mg vitamin-C vajinal tablet, Grup
5: 7 gün süre ile günde bir kez bir aplikatör dolusu (5 gr) %2’lik
klindamisin vajinal krem tedavisi verilen olgular şeklinde oluşturuldu.
Hastalar tedavi bitiminden 1 hafta ve 4 hafta sonra kontrole
çağrılarak ilk görüldüklerinde uygulanan muayene ve tanı yöntemleri
tekrar uygulanarak tedavi etkinlikleri değerlendirildi. Klinik iyileşme,
oral ve vajinal ornidazol kombine tedavi verilen grupta en yüksek
ve vitamin-C vajinal tablet verilen grupta en düşük bulunmuştur.
Kullanılan ilaçların maliyetlerine baktığımızda; vajinal ornidazol
tedavisi < vitamin-C vajinal tablet tedavisi < oral ornidazol tedavisi
< klindamisin vajinal krem tedavisi < oral ornidazol+vajinal ornidazol
tedavisi şeklinde bir bağıntı mevcuttur. Maliyet açısından bütün
tedavi grupları arasındaki farklılıklar istatistiksel olarak anlamlı
bulunmuştur (p<0,01). Tedavilerin maliyetlerine bakıldığında vajinal
ornidazol ovülün diğerlerine göre anlamlı düzeyde fiyatı düşük
olduğundan ve tedavi oranı benzer olduğundan sosyoekonomik
düzeyi düşük hastalarda tercih edilebilir.
The possible treatment alternatives for bacterial vaginosis are
500mg oral metronidazole twice a day for one week, vaginal cream
with 2% clindamycin, vaginal gel with 0.75% metronidazole plus
a single dose of 2gr oral metronidazole once a day or 300mg oral
clindamycin twice a day for one week. The purpose of this study is
to compare the treatment effectiveness and costs of oral ornidazole,
local ordinazole with oral ornidazole, vit-C vaginal tablet and 2%
clindamycin vaginal cream. 125 patients who were suitable for the
study were divided in 5 groups randomly with closed letter method.
Groups were formed respectively. Group 1: 500mg oral ornidazole
tablet twice a day for 5 days, Group 2: 500 mg ornidazole vaginal
ovules once a day for 3 days, Group 3: 500 mg ornidazole vaginal
ovules once a day for 3 days plus 500mg oral ornidazole tablet twice
a day for 5 days, Group 4: 250mg vitamin C (Vit-C) tablet once a day
for 6 days, Group 5: one applicator (5gr) of clindamycin vaginal cream
once a day for one week. The patients were recalled 1 week and 4
weeks later after their treatment. The effectiveness of the treatment
were assesed by repeating their inital diagnosis and treatment
methods. Clinical improvement was highest in the combined vaginal
and oral ornidazole group and lowest in the vit-C tablet group. When
we look at the costs of the medicines used in our study, they are
going in an ascending order which is vaginal ornidazole treatment,
vit-C vaginal tablet treatment, clindamycin vaginal cream treatment,
oral ornidazole plus vaginal ornidazole treatment. The differences
between the treatment groups regarding the costs were found
statistically significant (p<0,01). When its relatively low cost and
similar treatment rate of vaginal ornidazole treatment are considered,
it can be chosen for patients who have low socioeconomic level.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Solunum Yetmezliği Olmayan Koah Atakda Kısa Süreli Noninvaziv Mekanik Ventilasyonun EtkisiKürşat Uzun, Emine Kurt, Turgut Teke, Emin Maden
Araştırma makalesi ÖzetiSolunum Yetmezliği Olmayan Koah Atakda Kısa Süreli Noninvaziv Mekanik Ventilasyonun Etkisi
The Effect Of Short Term NonInvasIve MechanIcal VentIlatIon In Copd ExacerbatIon WIthout RespIratory FaIlure
KOAH atak esnasında artan hava yolu direncine bağlı dinamik hiperinflasyon ve dolayısıyla ekspiryum sonu pozitif basınç (PEEPi) gelişmektedir. Meydana gelen PEEPi ise kas yorgunluğuna ve yetersiz ventilasyona sebep olmaktadır. Şiddetli KOAH’lı hastalarda noninvaziv mekanik ventilasyonun (NIMV) solunum kaslarının dinlenmesine yardımcı olabileceği ve hastanın kendisini daha iyi hissetmesini sağlayabileceği düşünülmüştür. Biz çalışmamızda atakla gelen ancak solunum yetmezliği olmayan KOAH’lılarda NIMV’un standart medikal tedaviye ek olarak faydası olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Çalışmaya KOAH atakla gelen 45 hasta dahil edildi. Hastalar randomize olarak üç gruba ayrıldı. Birinci gruba medikal tedavi, 2. gruba medikal tedaviye ek olarak ilk gün 2 saat BiPAP tedavisi ve 3. gruba da medikal tedaviye ek olarak hergün 2 saat BiPAP tedavisi verildi. Hastaların yatış, çıkış ve 1 ay sonraki kontrollerinde olmak üzere toplam 3 kez dispne skorları hesaplandı. Yatış ve 1 ay sonraki kontrollerinde St George solunum anketi uygulandı. Bütün hastalara taburcu olurken MIP, MEP ölçümü yapıldı ve 6 dakika yürüme testi uygulandı. Her üç grupta dispne skorlarında çıkışta anlamlı azalma varken 1 ay sonraki kontrolde ölçülen azalma çıkış skoruna göre anlamlılık göstermedi. Ayrıca yatış süresi boyunca birinci ve ikinci grupda St George solunum anketinde anlamlı düzelme varken 3. grupda anlamlı değişiklik tesbit edilmedi. Her üç gruptaki tedavi arteryel kan gazlarında (AKG) anlamlı değişikliğe neden olmadı. Atakla gelen KOAH’lı hastalarda NIMV’un hastanede yatış süresi, AKG ve fonksiyonel durum üzerine standart tedaviye ek olarak anlamlı etkisinin olmadığı ve böylece de atak tedavisinde yeri olmadığı kanaatine vardık.
Positive end expirium pressure(PEEPi) develops due to dynamic hyperinflation caused by increased airway resistance during the COPD exacerbations. This PEEPi causes muscle weakness and ventilation deficiency. It is thought that noninvasive mechanical ventilation(NIMV) helps the muscle to relax and provide a better feeling in severe COPD patients. In this study we aimed to evaluate whether NIMV has additional benefit to medical therapy in patients with nonasidotic COPD exacerbations. Forty five patients presented with COPD exacerbation were divided into three groups randomly. First group received medical therapy, second group received 2 hours of BiPAP in addition to medical therapy in the first day and third group received BiPAP for two hours in addition to medical therapy every day. The dyspnea scores and StGoerge respiratory questionnaire was applied. All patients underwent MIP, MEP measurement and 6 minutes walking test before discharge. While there was significant decrease in dyspnea scores obtained during discharge compared to admission scores in all three groups, no significant difference was found between discharge and 1st month control scores. Also, while significant improvement was present in StGoerge Questionnaire of first and second groups during hospitalization, no difference was present in the third group. The treatment options caused no significant improvement in the arterial blood gas(ABG) parameters in all three groups. We found that NIMV had no additional effect on hospitalization period, ABG and functional status of the cases admitted with COPD exacerbation, so NIMV had no place in exacerbation treatment of these patients.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli OlguYavuz Atar
Olgu sunumu ÖzetiMelkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Melkersson Rosenthal Syndrome: Case WIth FacIal Edema
Melkersson Rosenthal Sendromu (MRS) seyrek görülen, etyolojisi bilinmeyen ve hastalık sınıflandırması net olmayan bir sendromdur. (1) MRS tek taraflı veya iki taraflı tekrarlayan periferik fasiyal paralizi atakları, orofasiyal ödem, dilde fissürler (lingua plicata) ile karakterize bir tablodur. Bu sendromda histolojik olarak multinükleer dev hücreler, artmış inflamatuar hücreler ile birlikte dilate lenfatik kanallar gözlenir. (2) Çocukluk çağında nadir görülen bu sendrom hayatın 2. ve 3. dekadında daha sık görülür. Klasik triadın görülmesi nadirdir ve genellikle monosemptomatik veya oligo semptomatik tutulum izlenir. Bulgulardan bir veya ikisi ile biyopside granülamatöz keilit varlığı tanı için yeterlidir. (1,2) Biz bu çalışmada tek başına fasiyal ödem bulgusu olan olguyu MRS yönünden incelemeyi amaçladık.
Melkersson Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknown etiology, undefined incidence, and inconsistent classification. (1) MRS unilateral or bilateral peripheral facial paralysis recurrent attacks, orofacial edema, fissure in the language (lingua plicata) is characterized by a table. This syndrome have been in the giant cells in histological as multinuclear, together with increased inflammatory cells and dilated lymphatic channels are observed. (2) This syndrome is rare in childhood 2 of life and 3 decad is seen more often. It is rare to see a classic triad and often monosymptomatic or oligo symptomatic involvement is monitored. It is rare to see a classic triad and often monosemptomatik or oligo symptomatic involvement is monitored. Results with one or two of the biopsy is enough to recognize the existence granulomatous chelitis. (1,2) In this study we aimed to invstigate case with alone facial edema in terms of MRS.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Yüksek Doz A Vitamininin Karaciğer Üzerine Etkileri Işık Mikroskobik ÇalışmaNeriman Çolakoğlu, Aysel Kükner
Araştırma makalesi ÖzetiYüksek Doz A Vitamininin Karaciğer Üzerine Etkileri Işık Mikroskobik Çalışma
Effects Of HIgh Doses VItamIn A On LIver
Bu çalışmada yüksek doz all-trans retinoik asidin karaciğer dokusu üzerine olan etkileri araştırıldı. Çalışmada 12 adet ergin erkek VVistar cinsi sıçan kullanıldı. Denekler 3 gruba ayrıldı. I.grup: On beş gün boyunca ora! yoldan 20 mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen sıçanlar (n:4) II.grup: On beş gün boyunca ora! yoldan 40 mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen sıçanlar (n:4) III.grup: Kontrol olarak kullanılan sıçanlardan oluşturuldu. (n:4) Deneyin sonunda sıçanlar eter anestezisi altında öldürülüp karaciğer dokuları alınıp ışık mikroskobik incelemeler için Boin solüsyonunda tespit edildi. Parafin bloklar hazırlanıp 5 mm’llk kesitler alındı. Hazırlanan kesitlere farklı boyalar uygulanıp ışık mikroskopta incelendi. Deney gruplarının karaciğer lobüllerinin periferal zonundaki hepatosit sitoplazmalarının boyanmadığı görüldü. Yine lobüllerin periferal zonlarında aktive olmuş Kupffer hücre yoğunlaşmaları görüldü. Bu bulguların paralelinde deney gruplarının lobül yapılarında bozulmalar saptandı. Yapısal değişiklikler 40mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen gruplarda daha şiddetli düzeyde idi.
The effects of excess all-trans retinoic acid on liver tissue were investigated in this study. Tvvelve adult male VVistar rats were used. The animal were divided into three groups. I. group: 20 mg/kg/day all-trans retinoic acid was given to rats (n:4) by oral gavage, during 15 days II.group: 40 mg/kg/day all-trans retinoic acid was given to rats (n:4) by oral gavage, during 15 days III.group: Pats were used as control (n:4) End of experimental study, rats were killed under ether anesthesia. Liver tissues were taken and fixed with Boin’s solution for light microscobic observation. Paraffin blocks were prepared and 5 mm sections were stained diffrent methods. Later, sections were examined with ligth microscope. İn the experimental groups, the cytoplasms of hepatocytes in the peripheral zone of liver lobules were stainless. Excess celi infiltration which were considered activated Kupffer cells, observed at the peripheral zone. Moreover, hepatic lobule structure of experimental groups were destroyed This findings were more serious for intake 40 mg/kg/day all-trans retinoic acid rats.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu EtkileriFatih Gültekin, Namık Delibaş, Süleyman Kutluhan
Araştırma makalesi ÖzetiRat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
The Changes In AntIoxIdans System Caused By ChlorpyrIphos-Ethyl In Rat BraIn And ProtectIve Effect Of MelatonIn And VItamIn C + VItamIn E
Chlorpyriphos-ethyl’e (CE) maruz kalan rafların beyin dokularında melatonin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun koruyucu etkileri araştırıldı. Deney grupları şu şekilde organize edildi: Kontrol grubu (C), CE verilen grup (CE), vitamin E + vitamin C verilen grup (Vit), melatonin verilen grup (Mel), vitamin E + vitamin C + CE verilen grup (Vit+CE) ve melatonin + CE verilen grup (Mel+CE). İlgili gruplara altı gün vitaminler ve melatonin verilirken beşinci ve altıncı gün CE verildi. Beyin dokusu homojenatlarında CE grubunda C grubuna göre tiobarbitürik asit reaktif substans yüksek iken antioksidan potansiyel düşüktü (p<0,10). Süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz aktivitelerinde CE grubunda C grubuna göre düşük bulundu (p<0,10). Sonuçta, CE'nin rat beyin dokusunda oksidatif strese neden olduğu, bu oksidatif stresin CE toksisitesinde rol oynayabileceği ve melatoninin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun CE'nin beyin üzerine toksik etkilerini anlamlı olarak azaltabileceği kanaatine varıldı.
The protective effect of melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E on the brain tissue of rats treated with chlorpyriphos-ethyl (CE) was investigated. The experimental groups were as follovvs: Control group (C), CE treated group (CE), vitamin E plus vitamin C treated group (Vit), melatonin treated group (Mel), vitamin E plus vitamin C plus CE treated group (Vit+CE), and melatonin plus CE treated group (Mel+CE). Vitamins and melatonin were administered to appropriate groups six days. CE was applied only fifth and sixth days. İn CE group, comparing with C group, thiobarbituric acid reactive substances was found to increase, vvhereas antioxidant potential was decreased (p<0, W) in brain tissue homogenates. Superoxide dismutase and glutathione peroxidase activities were high in CE group, comparing with C group (p<0,10). These results suggest that CE may cause oxidative stress in rat brain tissues, this oxidative stress may involve in CE toxicity, and melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E may decrease these toxic effects caused by CE.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik EtkileriBilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme ÖzetiD Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Vıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz OlgusuÖmer Böke, İshak Özkan, E. Böke Sarıçiçek, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi ÖzetiVıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz Olgusu
A Case Of PsychosIs Secondary To VItamIn B12 DefIcIeny
Vitamin B12 eksikligine baglt anemi ye nOrolojik belirtiler bilinmektedir. Bu yetersizlige bagli agir psikiyatrik belirtiler de rapor Bu yazida vitamin B12 eksikligine bagli anemi ve psikotik belirtilerin birlilae oldu:gubir olgu sunulmu4 ve literatiir eViginde vitamin B12 eksikligine Lag 11 psikiyatrik belirtiler ye bunlartn tedaviye yanıtları tartışılmıştır.
Anemia and neurologic symptoms due to vitamin B12 deficiency are well known. Severe psychiatric symptoms related with this deficiency are also reported. in this article a case with anemia and psychotic symptoms due to vitamin B12 deficiency is presented and psychiatric symptoms due to vitamin B12 deficiency, its respond to treatment are discussed with li-terature.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Akut Astım Atağı İle Başvuran Çocuklarda Chlamydia Pneumoniae SeroprevalansıMelike Keser, İsmail Reisli, Yavuz Köksal, Duygu Fındık, Sevim Karaarslan
Araştırma makalesi ÖzetiAkut Astım Atağı İle Başvuran Çocuklarda Chlamydia Pneumoniae Seroprevalansı
Seroprevalance Of ChlamydIa PneumonIae In ChIldren WIth Acute Asthma ExacerbatIon
Astım atağı ile başvuran çocuklarda C. pneumoniae seroprevalansını ve antikor litreleri üzerine klaritromisin tedavisinin etkisini araştırmak üzere 25 astımlı çocuk çalışmaya alındı. Kontrol grubu son üç ayd içinde solunum yolu enfeksiyonu geçirmemiş, kendisinde ve ailesinde astım ve atopi hikayesi olmayan 25 yaş - cinsiyet uyumlu çocuktan oluşturuldu. C. pneumoniae spesifik IgG ve IgA antikorlarını saptamak için astımlı hastalarda akut atak anında ve atak sonrası 4. ve 12. haftalarda, kontrol grubundan ise tek serum örneği alındı. Astımlı hastaların hep sine, uygun akut atak tedavisine ek olarak klaritromisin 15 mg/kg/gün, 10 gün verildi. C. pneumoniae spesifik IgG ve IgA seroprevalansı her iki grupta benzerdi (p>0.05). Astımlı çocuklar tedavi sonrası kendi içinde değerlendiril diğinde C. pneumoniae spesifik IgG antikor indeks değerinin giderek düşüş gösterdiği (p<0.05) saptandı. Sonuçlarımız C. pneumoniae enfeksiyonunun akut astım atağını ortaya çıkarmada önemli bir etken olmadığını, bununla birlikte klaritromisin tedavisi ile C. pneumoniae antikor indeks değerlerinin anlamlı derecede düştüğünü göstermiştir.
İn order to evaluate the role of C. pneumoniae infections in exacerbations of asthma in children and effects of clarithromycin therapy, 25 children with asthma exacerbation were enrolled in the study. Twenty-five sex and age matched children without any history of respiratory tract infection in last three months and atopy served as control group. Serum samples for the determination of C. pneumoniae spesific IgG and IgA antibody leves of C. pneu moniae were taken on admission with acute exacerbation and 4th and 12th weeks after exacerbation in asthmatic children. One serum sample was collected from Controls. Appropriate acute exacerbation therapy and clarithromycin 15 mg/kg body weight/day for 10 days were given ali asthmatic children. The prevalance of C. pneu moniae spesific IgG and IgA was similar in asthmatic children during acute exacerbation, at 4th and 12 th weeks after exacerbation and in Controls (p > 0.05). VVhen C. pneumoniae spesific antibody lndex values were evaluate in the asthmatic children after treatment, significantly decreases were detected in IgG levels (p<0.05). Our results suggest that C. pneumoniae infections is not an important cause of acute asthma exacerbations in children, however the antibody index values of IgG were significantly decreases with clarithromycin therapy.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Kronik Böbrek Yetmezliği Olgularında Hdl E Vitamini DüzeyıSadık Büyükbaş, İsmail Öztok, Mehdi Yeksan, Mustafa Ünaldı, Süleyman Türk, Mehmet Gürbilek, Mustafa Yöntem
Araştırma makalesi ÖzetiKronik Böbrek Yetmezliği Olgularında Hdl E Vitamini Düzeyı
Hdl Bound VItamIn E Levels In PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure
Kronik böbrek yetmezliği {KBY) olan 20 olguda ve 24 sağlıklı kontrol grubunda serum E vitami-ni, IIDL kolesterol ve 11DL E vitamini düzeyleri ölçüldü. Bu parametreler strastyla kontrol grubu için 1.1063 ± 0.0079 mgldl, 48 ± 4.81 mgidl ve 0.1095 ± 0.0094 mg/dl olarak ve KBY grubu için 1.0881 ±. 0.0437 mg1d1, 26.55 ± 6.21 mgldl ve 0.2657 ± 0.1209 mg/dl olarak saptandı. Bulgu-lartmtza göre KBY olgularında IIDL E vitamini düzeyi belirgin olarak yüksek ve IIDL kolesterol düzeyi belirgin olarak düşiiktür (p<0.001).
Serum vitamin E, IIDL cholesterol and IIDL bound vitamin E levels were inverstigated in 20 patients with chronic renal failure and 24 healty subjects. Vitamin E, 11DL cholesterol and IIDL bound vitamin E levels of controls were fou.nd as 1.1063 ± 0.0079 mg/dl, 48 ± 4.81 mg/dl and 0.1095 ± 0.0094 mg/dl while those of patients were 1.0881 ± 0.0437 mg/dl, 26.55 ± 6.21 mg1d1 and 0.2657 .± 0.1209 mg/dl, respectively. IIDL-bound vitamin E levels of patients were higher (p<0.001) and 1113L cholesterol levels were lower (p<0.001) than those of controls.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Multipl Miyelom Patogenezinde Puma Ve P53‘ Ün Öneminin Değerlendirilmesiİsmail Baloğlu, Aynur Uğur Bilgin
Araştırma makalesi ÖzetiMultipl Miyelom Patogenezinde Puma Ve P53‘ Ün Öneminin Değerlendirilmesi
EvalutIon Of The Puma And P53 SIgnIfIcance In PathogenesIs Of MultIple Myelom
\r\n Giriş: Multipl miyelom (MM) patogenezi tam olarak bilinmeyen bir hastalıktır. Konuyla ilgili farklı hipotezlerde ileri sürülse de son zamanlarda apopitozis yolaklarındaki mutasyonlar ön plana çıkmaktadır. PUMA p53 ile ilişkili veya ilişkisiz olarak transkripsiyon faktörlerince düzenlenen çeşitli sinyallerle apopitozisde rol alabilir. Bu çalışmada; p53 ve PUMA ekspresyonlarını çalışılmış ve p53-PUMA ekspresyonu ile hastalık patogenezi arasında bir ilişki aranmıştır.
\r\n
\r\n Metod: p53 ve PUMA ekspresyonları immunhistokimyasal yöntemle değerlendirildi. İşlem
\r\n
\r\n p53 ve PUMA’ya karşı spesifik antikor kullanılarak gerçekleştirildi. MM hastalarının tanı
\r\n
\r\n anındaki kemik iliği biyopsiler örnekleri (n=31) çalışma grubu olarak alındı. Normal
\r\n
\r\n hematopoez tespit edilen kemik iliği biyopsileri (n=12) kontrol grubu olarak alındı.
\r\n
\r\n Boyandıktan sonra pozitif boyanan her bir örneğin boyanma kuvveti hesaplandı.
\r\n
\r\n Bulgular: MM hastalarının kemik iliklerinde PUMA ekspresyonu gösteren hücrelerin
\r\n
\r\n yüzdesi, normal bireylerin kemik iliklerine göre önemli ölçüde yüksekti (p=0.000). Plazma
\r\n
\r\n hücre yüzdesi ile PUMA boyanma yaygınlığı arasında istatiksel olarak olmasada anlamlı bir
\r\n
\r\n ilişki mevcuttu (p=0.385). PUMA ekspresyonları ile hastalığın evresi arasında bir ilişki yoktu.
\r\n
\r\n Sonuç: Sonuçlarımız, MM hastalarının kemik iliği örneklerinde özellikle PUMA
\r\n
\r\n ekspresyonunun, sağlıklı kontrollere göre önemli ölçüde daha yüksek olduğunu gösterdi.
\r\n
\r\n PUMA pozitifliğinin p53’ e oranla daha fazla olması tanı anında PUMA’ nın nongentoksik
\r\n
\r\n nedenlerle indüklendiğini düşündürdü. p53 ve PUMA pozitifliğinin kontrol grubuna göre
\r\n
\r\n yüksek olması miyelom patogenezinde apopitozisin rol oynadığını düşündürmektedir.
\r\n
\r\n Introduction: Multipl myeloma is a disease of unknown pathogenesis. Although there was a different
\r\n
\r\n hypotheses on the subject, recently mutations in the pathway of apoptosis come to the fore. PUMA may play a role in apoptosis, bound or
\r\n
\r\n unbound p53. The role is regulated by various signals of transcription factors. In this study; the expressions of p53 and PUMA in bone marrow hematopoetic cells of
\r\n
\r\n have been worked and the relationship between myeloma pathogenesis with p53- PUMA was
\r\n
\r\n searched.
\r\n
\r\n Method: The expression of p53 and PUMA was evaluated using immunohistochemistry. The
\r\n
\r\n procedure was carried out using specific antibodies against p53 and PUMA. Bone marrow
\r\n
\r\n biopsies of MM patients at the time of diagnosis (n=31) were included in the study group.
\r\n
\r\n Bone marrow biopsies from individuals who had normal hematopoiesis (n=12) were included
\r\n
\r\n as control. After staining, strength was calculated of each positively staining
\r\n
\r\n cells.
\r\n
\r\n Findings: The percentage of cells showing PUMA expression was significantly higher in
\r\n
\r\n bone marrows of MM patients as compared to normal bone marrow samples (p=0.000). We
\r\n
\r\n found a correlation between the percentage of plasma cells with staining prevalence of
\r\n
\r\n PUMA, but it was not statistically significant (p=0.385). There was no correlation between
\r\n
\r\n the stage of the disease with PUMA expression.
\r\n
\r\n Results: Our results showed that specially PUMA expression is significantly higher in bone
\r\n
\r\n marrow cells of MM patients compared to healthy controls. Higher positivity of PUMA
\r\n
\r\n suggested that, PUMA induced nongenotoxic reasons at the time of diagnosis. The lack of
\r\n
\r\n p53 and PUMA positivite suggests that, apoptosis play a role in myeloma pathogenes
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi UygulamasıHale Borazan, Elmas Kartal, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu ÖzetiMultipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
AnesthetIc Management Of A PatIent WIth MultIple SclerosIs
Amaç: Multiple skleroz (MS), beyin ve spinal kordon farklı bölümlerinin demyelinizasyonu ve epizodik nörolojik semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Bu olguda, literatürler yardımıyla anestezik yöntemimizi anlatmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Nörojenik mesanesi olan ve mesane taşı için opere edilen primer progresif multiple sklerozlu 42 yaşındaki erkek hasta tartışıldı. Sonuç: Cerrahi ya da genel anestezi gibi stres durumları hastalığı alevlendirebilmektedir. Bu olgunun anestezisinde uyguladığımız desşuran ve remifentanil kombinasyonunu MS’da güvenle kullanılabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Multiple sclerosis (MS), is characterized by demyelination of different parts of brain and spinal cord and episodic neurologic symptoms. In this case report we aimed to present a patient, and highlighting anesthetic management for these patients. Case Report: A 42 year old man who had neurogenic bladder with primer progressive multiple sclerosis undergoing bladder stone operation is discussed. Conclusion: Stress such as surgery or general anesthesia may be associated with an exacerbation of the disease. We thought that to carry out desflurane and remifentanil combination used safely in anesthetic management for MS.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Friedreich AtaksisiHasan Koç, Orhan Demir, İsrafil Şimşek, M. Mansur Tatlı
Araştırma makalesi ÖzetiFriedreich Ataksisi
FrIedreIch's AtaxIa
Akraba evliliği olan bir ailenin 8 ve 10 yaşlarındaki bir kr: ve bir erkek çocuğunda gözlenen Friedreich ataksisi vakası takdim edildi. Hastalığın genetik geçişi ve başlıca özellikleri literatür ışığı altında tartışıldı.
In this article Friedreich's ataxia cases that ob-served in two childs of a family with consanguine-ous marriage. One of diem a girl 8 years of ages and the other a boy 10 years of ages. Genetic transmis-sion and main features of the disease were discussed in knowledge of literature.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisiFatih Aydın, Özge Turgay Yıldırım, Ercan Akşit, Evrin Dağtekin, Ayşe Hüseyinoğlu Aydın
Araştırma makalesi ÖzetiDirekt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
The Effect Of DIrect Oral AntIcoagulant Drugs On Platelet IndIceses And TheIr RelatIonshIp WIth BleedIng Events
Aim: Atrial fibrillation is a common disorder and is an important cause of thromboembolic events. Recently, direct oral anticoagulant drugs (DOACs) are being used to reduce the frequency of thromboembolic events among these patients. DOACs have several advantages over oral vitamin K antagonists, such as fixed dosage and fewer side effects. However, since the drugs and their affects cannot be monitored directly, difficulties are encountered in assessing drug efficacy and side effects. For this purpose, platelet indices and their relationship with DOACs may be utilized for the prediction of thromboembolic and hemorrhagic events.
Patients and Methods: 301 patients with atrial fibrillation who were using DOACs were included in the study. Platelet indices such as platelet count, platelet distribution volume, plateletcrit, platelet-large cell ratio were evaluated at the first and sixth months. The effect of DOACs on these indices and relationships with bleeding events were investigated.
Results: All groups were similar in regard to baseline platelet indices, except for lower P-LCR value among recipients of rivaroxaban. When post-treatment results were compared, all groups were found to have similar values in all parameters. However, time-bound comparisons revealed that apixaban and dabigatran significantly reduced P-LCR value after 6 months of use.
Conclusion: This study showed that apixaban, rivoraxaban and dabigatran had no effect on platelet count, MPV, PDW, PCT values in whole blood count of patients with non-valvular AF. All characteristics of those with and without hemorrhagic events were also similar of patients with non-valvular AF.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hastaneye Başvuran Malnutrisyonu Ve/veya Tekrarlayan Akciğer Enfeksiyonu Olan Çocuklarda Kistik Fibrozis Sıklığı AraştırılmasıYaşar Cesur, Murat Doğan, Sevil Arı Yuca, Erdal Peker, Mesut Okur, Sinan Akbayram, Şekibe Zehra Doğan
Araştırma makalesi ÖzetiHastaneye Başvuran Malnutrisyonu Ve/veya Tekrarlayan Akciğer Enfeksiyonu Olan Çocuklarda Kistik Fibrozis Sıklığı Araştırılması
The EveluatIon Of CystIc FIbrosIs Frequency In ChIldren WIth MalnutrItIon And/ Or Recurrent Pulmonary InfectIon
Kistik fibroz (KF), transmembran ileti regülasyonu genindeki mutasyon sonucu oluşur ve otozomal resesif kalıtım gösteren beyaz ırkın en sık rastlanan ölümcül hastalığıdır. Hastalığın sıklığı beyaz ırkta 1/2500-1/3500, Afrika kökenli Amerikalılarda 1/1700 civarındadır. KF’nin ülkemizdeki sıklığı ise bilinmemektedir. Bu çalışmada, hastaneye başvuran tekrarlayan akciğer enfeksiyonu ve/veya malnutisyonu olan çocuklarda Kistik fibrozis sıklığının bulunması amaçlanmıştır. Çalışmaya Şubat 2007 ile Ocak 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran tekrarlayan akciğer ve/ veya malnutrisyonu olan vakalar alındı. Vakalarda kistik fibrozis tanısı, kistik fibrozis kliniği ile uyumlu bulgulara sahip olma, diğer hastalıkların dışlanması ve ter testi pozitifliği esaslarına göre kondu. Çalışmaya 491 çocuk vaka alındı. Vakaların yaşları minimum 2, maksimum 216 ay olup ortalama 26,1±35.01 ay idi. Vakaların 335 (%68.3)’si erkek, 156 (%31.7)’ü kız idi. Çalışmaya alınan vakalar ter testi sonucuna göre değerlendirildiğinde pozitif ter testi vaka sayısı 35 (%7.1) idi. Tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan çocuklarda KF sıklığı %5.3, malnutrisyonu olanlarda %8.8, malnutrisyonu ve/ veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan çocuklarda ise %7.1 (%95 Confidence interval 3.9 -9.2) olarak bulundu. Bu çalışma ile biz hastaneye başvuran malnutrisyon ve/veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan olgularda Kistik Fibrozis tanısının erken konulması ve geç komplikasyonlarının önlenmesi için mutlaka akılda tutulması gerektiğini vurgulamak istedik.
Cystic fibrosis (CF) which is occurred by mutations in the gene regulation of transmembrane message shows autosomal recessive inheritance. It is also the most common fatal diseases in white race. The frequency of disease is estimated as 1/2500-1/3500 in white race, 1/1700 in African Americans. But the frequency of CF is not known for our countries. In this study, the frequency of disease was tried to find in children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections who admitted to hospital. This prospective study was conducted between February 2007 and January 2010 and children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections were enrolled the study. The diagnosis CF was made by using positive sweat test and appropriate clinical findings and rule out of other diseases which also caused recurrent pulmonary infections or malnutrition. A total of 491 children were enrolled the study. The mean age of children was 26,1±35.01 months with the range of 2-216 months. Of all children, 335 (68.3%) were male and 156 (31.7%) were female. Positive sweat test was found in 35 (7.1 %) children. The frequency of CF was found to be 5.3 % in children with malnutrition and 8.8 % in children with recurrent pulmonary infections. Finally we emphasized one more times that CF should be keep in mind in children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections due to its early diagnosis and prevention of late complications.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine EtkisiTurgut Teke, Emin Maden, Aysel Kıyıcı, Durdu Mehmet Yavşan, Hüseyin Çiçek, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi ÖzetiHiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
The Effect Of NonInvasIve VentIlatIon On Plasma BraIn NatrIuretIc PeptIde (bnp) And TroponIn In Copd PatIents WIth HypercapneIc RespIratory FaIlure
Kronik obstrüktif akciğer hastalığında (KOAH) yüksek BNP değerleri ile mortalite arasında ilişki olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada non-invaziv ventilasyonun (NIV) pro-BNP ve troponine etkisi araştırılmıştır. Bu çalışmaya KOAH’lı 58 hasta alınmıştır. Hastalar NIV uygulananlar (n:41) ve uygulanmayanlar (n:17) olarak iki gruba ayrıldı. Kontrol grubunda ve NIV uygulananlarda tedavi öncesi ve sonrası pro-BNP ve troponin değerleri ölçüldü. Başlangıçta NIV grubunda hem pro-BNP (2013.95 pg/ml) hem de troponin (0.17 ng/ml) seviyeleri kontrol grubundan (sırasıyla 328.9 pg/ml, 0.02 ng/ml) anlamlı olarak belirgin yüksekti (p0.05). Solunum yetmezliği gelişen şiddetli KOAH akut alevlenmelerinde pro-BNP ve troponin seviyeleri belirgin artmaktadır. Bu artış KOAH alevlenmelerinde alevlenmenin şiddetine bağlı olarak sağ ventrikül yüklenmesinin ve pulmoner hipertansiyonun daha fazla olabileceğini ve buna miyokard hasarının da eklenebileceğini düşündürmektedir. NIV tedavisi hiperkapnik solunum yetmezliğinin geliştiği KOAH akut alevlenmelerinde artmış pro-BNP seviyelerini miyokard hasarını arttırmadan güvenli bir şekilde düşürmektedir.
It was reported that there is relationship between high brain natriuretic peptide (BNP) levels and mortality in chronic obstructive pulmonary disease (COPD). In this study, we investigated effect of NIV to the BNP and troponin. Fifty eight cases with COPD were enrolled to this study. The patients were divided into two groups as cases receiving NIV (n:41) and cases not receiving NIV (n:17). In both groups pretreatment and posttreatment pro BNP and troponin levels were measured. Initially, in NIV group both pro-BNP (2013.95 pg/ml) and troponin (0.17 ng/ml) levels were significantly higher than those of control group (328.9 pg/ml and 0.02 ng/ml, respectively) (p0.05). In conclusion, in severe COPD acute exacerbations that develop respiratory failure, both pro-BNP and troponin levels increase significantly. This increase suggests that in COPD exacerbations, depending on severity of exacerbation right ventricle load and pulmonary hypertension may be more prominent and myocardial injury may accompany this. In COPD exacerbations, NIV treatment could safely decrease the increased pro-BNP levels without increasing the myocardial injury.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Holt-Oram SendromuHamiyet Pekel, Hidayet Durmaz
Araştırma makalesi ÖzetiHolt-Oram Sendromu
Holt-Oram Syndrome
İskelet ve kardiovasküler anomali ile ilgili Holt-Oram Sendromlu ve içe kayması olan erkek bir çocuk hasta sunuldu. Hastada; her iki kolun hipoplazik, sağ elde üç parmak, sol elde dört parmak, atrioseptal defekt ve gözlerde 35 prizm diopri içe kayma olduğu tespit edildi. Pedigri incelenmesinde, annede ortaya çıkan ilk mulasyon ile yorumlandı.
A maIe child who had a skeletal and cardiovascular anomaly relaled with Synrome and esotropia was presented. On !his palient following symptoms were observed; bilaterally hypoplasique arm, 3 fingers on the right and 4 flngers on the left hand, arrioseptal defect and on the. eye 35 prisin diopri esoıropia, in the pedigri, tl was stated that was a first mutation occurred in mother.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta 16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir PrezentasyonuAslı Akyol Gürses, Figen Güney, Bülent Oğuz Genç, Betigül Yürüten
Olgu sunumu Özeti16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
16 Years Hıstory Of Presyncope: An Unexpected Presentatıon Of Myotonıc Dystrophy
Miyotonik distrofi, erişkin çağın en sık görülen musküler distrofisidir. Hastalığın nörolojik bulguları tipik olmakla birlikte; kardiyak ve sistemik semptomların baskın olduğu olgularda tanı güçleşebilir. 16 yıldır süregelen presenkop atakları nedeniyle ilk olarak kardiyoloji bölümüne başvuran 46 yaşındaki erkek hasta, son dönemde belirginleşen yürüme güçlüğü şikayeti tanımlaması üzerine nöroloji bölümüne yönlendirilmişti. Detaylı nörolojik muayene ve elektrofizyolojik inceleme sonrasında hasta tip 1 miyotonik distrofi tanısı aldı. Mevcut olgu, sebebi bilinmeyen kardiyak ileti defekti, aritmi ve kardiyomiyopatiyle prezente olan hastalarda; özellikle de eşlik eden silik veya aşikar nörolojik şikayetler varlığında, nörolojik değerlendirmenin önemini ve gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu tip olguların ayırıcı tanısında nöromuskuler hastalıklar da akılda tutulmalıdır ve doğru tanısal değerlendirme için multidisipliner yaklaşım esastır.
Myotonic dystrophy is the most common muscular dystrophy of adulthood. Neurological manifestation of the disease is typical, however diagnosis could be challenge in patients presentig with predominant cardiac or systemic symptoms. 46 year old male was suffering from presyncope attacks for 16 years, and first examined by a cardiologist. Because of the recent complaints including walking difficulty, he was referred to neurology department. Following a detailed neurological examination and electrodiagnostic workup, he was finally diagnosed myotonic dystrophy type 1. The case highlights the necessitiy of neurological consultation in patients who present with conduction defects, arythmias or cardiomyopathies of unknown origin, accompanied by overt or subtle neurological symptoms. In such patients, neuromuscular disorders should be considered in the differential diagnosis; and in order to provide thorough diagnostic evaluation, multidisciplinary approach is essential.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisiSuna Kabil Kucur, İlay Gözükara, Havva Yılmaz, Ayşenur Aksoy, Eda Ülkü Uludağ, Hülya Uzkeser, Yasemin Kaya, Esra Ademoğlu, Ayşe Çarlıoğlu, Şenay Arıkan
Araştırma makalesi ÖzetiPolikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
CorrelatIons Of VItamIn D Level WIth Hormonal And BIochemIcal
parameters In PolycystIc Ovary Syndrome
Polikistik over sendromu (PKOS) hastalarında 25(OH)D
düzeyi ve bunun hormonal ve biyokimyasal parametrelerle ilişkisini
değerlendirmek. Çalışmaya Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesine
Mayıs - Ekim ayları arasında başvurmuş 33 PKOS tanısı almış hasta
ve 42 yaş ve vücut kitle indeksi (VKİ) uyumlu kontrol grubunu içeren
toplam 75 olgu katılmıştır. Erken folliküler fazda 12 saat açlık sonrası
total testosteron (TT), serbest testosteron (fT), 25 Hidroksi D vitamini
(25(OH)D), Dihidroepiandrostenedion sülfat (DHEAS), LH, FSH, tiroid
stimulan hormon (TSH), kortisol ve 17αOH-progesteron, açlık kan
şekeri (AKŞ) ve insülin için kan örneği alındı. HOMA-IR (açlık kan
şekeri x açlık insülini / 405) hesaplandı. PKOS hastalarında kontrol
grubuna göre 17αOH progesteron ve 25(OH)D seviyeleri istatistiksel
olarak anlamlı düşük bulundu (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT,
insulin, ACTH ve DHEAS seviyeleri PKOS grubunda anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur (p<0.01). 25(OH)D düzeyi ile PKOS, LH/FSH,
TT, fT, DHEAS ve FGS arasında negatif korelasyon izlenirken,
25(OH)D seviyesi ile yaş, VKİ ve insülin direnci arasında anlamlı
bir korelasyon bulunmadı. Çalışmamızda PKOS grubunda kontrol
grubuna göre vücut kitle indeksinden bağımsız olarak D vitamini
düzeyinin istatistiksel olarak ciddi düşük olduğu gözlendi. 25(OH)D
seviesinin hiperandrojenik tablo ile korele olduğu gözlendi. Düşük
serum 25(OH)D düzeyinin PKOS hastalarında semptomları arttıracağı
düşünülebilir. PKOS’ un yönetiminde D vitamini takviyesinin hormonal
ve klinik parametrelere etkisini araştıran geniş girişimsel çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır.
To investigate the level of 25(OH)D and association between
25(OH)D level and hormonal-biochemical parameters in Polycystic
ovary syndrome (PCOS). Thirty three patients diagnosed with PCOS
and 42 age- body mass index (BMI) matched control group admitted
to Bolge Training and Research Hospital from May to October were
included in the study. Serum total testosterone (TT), free testosterone
(fT), 25(OH)D, dihydroepiandrostenodione sulphate, LH, FSH, thyroid
stimulating hormone (TSH), cortisol, 17αOH-progesterone, fasting
glucose, insulin levels were evaluated after 12 hour fasting. HOMA-IR
(fasting glucose level x fasting insülin / 405) was calculated. Serum
17αOH progesterone and 25(OH)D levels were significantly lower in
PCOS group (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT, insulin, ACTH,
and DHEAS levels were significantly higher in PCOS group (p<0.01).
There was statistically significant negative correlation of 25(OH)D
levels with PCOS, LH/FSH, TT, fT, DHEAS ve FGS. There was no
statistically significant correlation between 25(OH)D levels and age,
body mass index and insulin resistance. The results of this study
indicated that vitamin D deficiency is highly prevalent among women
with PCOS independent of body mass index. We also demonstrated
that vitamin D deficiency was correlated with hyperandrogenism in
PCOS women. Low serum 25(OH)D levels might exacerbate PCOS
symptoms. Large intervention trials are needed to evaluate the effect
of vitamin D supplementation on hormonal and clinical parameters in
PCOS women.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Göğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın DeğerlendirilmesiOsman Güvenç, Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Bülent Oran
Araştırma makalesi ÖzetiGöğüs Ağrısı Olan 441 Çocuk Hastanın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of 441 PedIatrIc PatIents WIth Chest PaIn
Göğüs ağrısı çocuklarda sık görülen bir şikayettir. Genellikle
kardiyak bir sorunu göstermez ama hasta ve aileleri tarafından
kalp ağrısı olarak düşünülür. Bu çalışmada, 18 ay boyunca çocuk
kardiyoloji polikliniğinde göğüs ağrısı şikayetiyle değerlendirilmiş
hastalar ve göğüs ağrının nedenleri tartışıldı. Çalışmaya, Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji ve Genel Çocuk
polikliniğine Mayıs 2011- Kasım 2012 tarihleri arasında göğüs
ağrısı şikayeti ile başvuran 441 hasta, dosyaları retrospektif olarak
taranarak dahil edildi. Hastaların anamnezleri, aile öyküleri, kardiyak
fizik muayeneleri, elektrokardiyografi, ekokardiyografi, 24 saatlik
ritim holter monitorizasyonu ve laboratuar incelemeleri gibi tetkikleri
değerlendirildi. Çalışmamızdaki hastaların yaşlarının ortalaması 11
yıl (5-18 yaş), hastaların 217’si (%49.2) erkek, 224’ü (%50.8) kız
idi. Hastaların hepsinin anamnezleri alınmış, fizik muayeneleri,
elektrokardiyografik ve ekokardiyografik değerlendirmeleri
yapılmıştı. Kardiyak patoloji, hastaların 10’unda (%2.3) tespit
edildi. Göğüs ağrısına neden olan sebepler arasında; 378 hastanın
(%85.7) idiopatik göğüs ağrısı olduğu, 22 hastada (%5) psikolojik
nedenler, 20 hastada (%4.5) akciğer hastalıkları, altı hastada (%
1,4) gastrointestinal sistem hastalıkları, üç hastada (% 0.7) kas ve
iskelet sistemi hastalıkları, bir hastada (%0,2) Ailevi Akdeniz Ateşi,
bir hastada (%0.2) pektus ekskavatum olduğu ve göğüs ağrısının
bu bozukluklara bağlı oluştuğu düşünüldü. Bu çalışmaya göre
çocuklarda görülen göğüs ağrısının büyük bir çoğunluğunun kalp dışı
nedenlere bağlı olduğu görülmektedir. Kardiyak sebepli bir göğüs
ağrısının hayati sonuçları olabileceğinden ayırıcı tanının dikkatli bir
şekilde yapılması gerekmektedir. Hikaye, fizik muayene ve laboratuar
tetkikleri sonucunda kardiyak patoloji bulunmayan hastalara ve
yakınlarına bilgi verilmesi ve onların rahatlatılması da önemlidir.
Chest pain is a common complaint in children. It doesn’t usually
indicate a cardiac problem but it is considered as heartache by the
patients and their families. In this article, the patients with chest
pain in pediatric cardiology clinic for the last 18 months have been
evaluated and the etiology of chest pain has been discussed. The
study includes 441 patients with chest pain, who were admitted to
the Department of pediatrics, Division of pediatric cardiology, Faculty
of Medicine, Selçuk University between May 2011 and November
2012. The data of the patients has been reviewed retrospectively.
Medical history and family history of the patients, cardiac physical
examination, electrocardiography, echocardiography, 24-hour rhythm
holter monitoring, exercise testing and laboratory tests have been
evaluated. In our study the mean age of the patients was 11 (5-18
year-old). 217 (49.2%) of the patients were male and 224 (50.8%)
of the patients were female. Medical history, physical examination,
electrocardiography and echocardiography of all the patients have
been evaluated. Cardiac pathology has been recognized in 10 (2.3%)
of the patients. The reasons that cause chest pain are idiopathic in
378 (85.7%) patients, psychological in 22 (5%) patients, lung diseases
in 20 (4.5%) patients, gastrointestinal disorders in 6 (1.4%) patients,
musculoskeletal system diseases in 3 (0.7%) patients, Familial
Mediterranean Fever in 1 (0.2%) patient and pectus excavatum in
1 (0.2%) patient. According to this study, the etiology of chest pain
in children is extra cardiac factors in majority. Differential diagnosis
should be made carefully due to possibility of life threatening
consequences of cardiac disorders. If there is no cardiac pathology
as a result of medical history, physical examination and laboratory
tests the patient and the family should be informed about this.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik ÖzellikleriEsra Eruyar, Emine Genç, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi ÖzetiKonya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
DemographIc And ClInIcal CharacterIstIcs Of
mIgraIne PatIents In Konya
Migren toplumda sık görülen bir baş ağrısıdır. Bu kesitsel
çalışmanın amacı Konya ilinde bir üniversite hastanesine başvuran
migren baş ağrılı hastaların demografik ve klinik özelliklerini ortaya
koymaktır. Çalışmaya 2004 yılı Uluslararası Baş Ağrısı Topluluğu
kriterlerine göre migren tanısı konan 206 hasta ile cinsiyet, yaş,
medeni durum ve eğitim düzeyleri benzer olan ve ayda birden
daha sık olmamak üzere gerilim tipi baş ağrısı dışında baş ağrısı
bulunmayan 218 sağlıklı birey dahil edildi. Anket formu kullanılarak
206 migren hastasında olguların demografik profili, migren baş ağrısı
atak özellikleri, aile öyküsü ve eşlik eden semptomlar değerlendirildi.
Migren grubunda 173 kadın, 33 erkek değerlendirildi. Erkek/kadın
oranı 1:5’ti. Olguların ortalama yaşı 37.02±10.40 yıldı. %64.4’ü
aurasız migren, %35.4’ü auralı migren kriterlerini karşılıyordu.
Kadınların çoğu düşük eğitim düzeyine sahipti. Yarıdan fazlası
şiddetli ve ayda 3’ten fazla baş ağrısı atağı geçiriyordu. Atak
tedavisi sık kullanılıyordu. Çalışmamız migrenin eğitim düzeyi
düşük kadınlarda daha sık görüldüğünü desteklemektedir. Ayrıca
ilaç aşırı kullanımının zararları konusunda hastaların bilgilendirmesi
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Migraine is a frequent headache disorder in the population. The
aim of this cross-sectional study was to document demografic and
clinical features of subjects with migraine headache who admitted
to the outpatient department of a university hospital in Konya. The
study included 206 patients diagnosed as migraine according to
the 2004 International Headache Society criteria and 218 healty
controls of identical sex, age, marital status and education level
who did not suffer from frequent headaches other than tension
type with a frequency of not more than once a month. Using a
questionnaire, we evaluated patient demographics, characteristics
of migraine headache, family history and associated symptoms in
206 migraine pattients. 173 woman and 33 men were evaluated. The
male:female ratios of migraine patients were 1:5. The mean age at
consultation was 37.02±10.40 years. Of the 206 patients, 64.4%
met criteria for migraine without aura, while 35.4% met criteria for
migraine with aura. Most of the women were of lower educational
level. Approximately half of the patients had severe and more than 3
attacks per month. Attack treatment was used frequently. Result of
the study confirm that migraine is a more common disorder in women
with lower educational level. In additon; this article emphasizes the
need for informing patients of the hazards of drug overuse.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Akondroplazili Bir Olgu SunumuMehmet Emre Atabek, Kürşad Aydın, Bülent Oran, İbrahim Erkul
Olgu sunumu ÖzetiAkondroplazili Bir Olgu Sunumu
AchondroplasIa: A Case Report
Bir konjenital iskelet sistemi hastalığı olan akondroplazi, otozomal dominant kalıtımla geçmesine rağmen olguların yaklaşık % 75' i yeni mutasyonlar sonucu meydana gelmektedir. Özellikle proksimal ekstremitelerdeki kısalık, burun kökü basıklığı, baş çevresinin geniş olması, alt çenenin ve alının belirgin olması karakteristik klinik bul gulardır. Tekrarlayan üst solunum yolu enfeksiyonları ve orta kulak iltihabı yaygındır. Bu yazıda, otozomal do minant geçiş gösteren ve tekrarlayan orta kulak İltihabı olan olgu, nadir görülmesi nedeniyle sunulmuştur.
Achondroplasia, a congenital skeletal disorder, is inherited in an autosomal dominant fashion, but approximately 75 % of cases have new dominant mutations. The characteristic clinical findings are short extremities with majör shortening proximally, depressed nasal bridge, large head, bulging forehead, and prominent mandible. Recurrent upper airway infections and otitis media are common. İn this paper, a case report, who has autosomal dominant inheritence and recurrent otitis media is presented because of rare appearance.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik ÖzellikleriTamer Çelik, Remziye Eke, Ümit Çelik
Araştırma makalesi ÖzetiFebril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
The ClInIcal CharacterIstIcs Of ChIldren WIth HospItalIzed For FebrIle SeIzures
Febril nöbetler, 6-60 ay arasındaki ateşli çocuklarda, öncesinde afebril bir nöbet öyküsü, veya santral sinir sistemi enfeksiyonu olmaksızın ortaya çıkan nöbetlerdir. Bu çalışmada, Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne febril konvülziyon nedeniyle yatırılan hastaların demografik ve klinik özellikleri gözden geçirilmiştir. Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında AEAH Çocuk Hastalıkları Kliniğine yatırılan febril konvülziyon tanısı almış 56 çocuk hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. İstatistiksel analizler için SPSS Windows 16.0 paket programı kullanıldı. Hastaların 23’ü (%41.1) erkek, 33’ü (%58.9) kız olup yaş ortalaması 26.8 ay, yatış süresi ortalama 3.5 gün idi. 44 (%78.6) hastada ateş odağı üst solunum yolu enfeksiyonu, 6 (%10.7) hastada alt solunum yolu enfeksiyonu, 2 (%3.6) hastada akut otitis media, 1 hastada (%1.8) idrar yolu enfeksiyonu, 1 hastada (%1.8) akut gastroenterit, 1 hastada (%1.8) el-ayak-ağız hastalığı, 1 (%1.8) hastada roseola infantum idi. İki (%3.6) hastaya lomber ponksiyon yapıldı, bu hastaların birinde aseptik menenjit saptanırken, diğeri normal olarak değerlendirildi. Olgulardan 34’ü (%60.7) birinci atak, 12’si (%21.4) ikinci atak, 5’i (%8.9) üçüncü atak, 5’i (%8.9) tekrarlayan (>3) ataklar ile başvurmuştu. İlk atak ile gelen hastaların 4’ünde (%7.1) 24 saat içinde tekrarlayan nöbetler görüldü. Olgulardan 4’ü (%7.1) kompleks febril nöbet olup bir hastada (%1.8) febril status epileptikus mevcuttu. Çalışmamızda da olduğu gibi, febril konvülziyonların çoğu basit tipte olup, prognozları iyidir ve çoğu basit viral enfeksiyonlara bağlıdır.
Febrile seizures are seizures that occur in febrile children between the ages of 6and 60 months who do not have an intracranial infection, or history of afebrile seizures. In this study, the children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures in Antalya Education and Research Hospital (AEAH) were reviewed. 56 children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures between September 2011- January 2012 in AEAH were analysed retrospectively. Analyses were performed using SPSS 16.0 version. 23 patients (41.1%) were male, 33 (58.9%) were female , mean age was 26.8 months, mean duration of hospitalized days were 3.5 days. Fever source was upper respiratory tract infection in 44 (78.6%) patients, lower respiratory tract infection in 6 (10.7%), acute otitis media in 2 (3.6%), urinary tract infection in 1 (1.8%), acute gastroenteritis in 1 (1.8%), hand–foot-mouth disease in 1 (1.8%), roseola infantum in 1 (1.8%) patient. Lumbar punction was done in 2 (3.6%) patients, one of them had aseptic menengitis and other had normally cerebrospinal fluid findings. 34 (60.7%) patients had first attack, 12 (21.4%) had second, 5 (8.9%) had third and 5 (8.9%) had more than three attacks. 4 (7.1%) patient’s seizures who had first febrile attack occured more than once in a 24 hour period. 4 (7.1%) patients had complex febrile seizures, 1 (1.8%) patient had febrile status epilepticus. These results suggest that most febrile seizures are simple, good prognosis and mostly causes of fever is upper respiratory tract infection.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Multipl Sklerozlu Hastalarda Serum Homosistein, Asimetrik Dimetil Arginin Ve Nitrik Oksit DüzeyleriZehra Akpınar, Sevil Kurban
Araştırma makalesi ÖzetiMultipl Sklerozlu Hastalarda Serum Homosistein, Asimetrik Dimetil Arginin Ve Nitrik Oksit Düzeyleri
Serum NItrIc OxIde, HomocysteIn, AsymmetrIc DImethylargInIne Levels In PatIents WIth MultIple SclerosIs
Multipl skleroz(MS), santral sinir sisteminin otoimmünnörodejeneratif
bir hastalığıdır. Kronik inflamatuvar bir süreçle
karekterizedir. Demiyelinizasyon-remiyelinizasyon, aksonal ve
nöronal hasarla giden MS’in doğası tam olarak aydınlatılamamıştır.
Patofizyolojisinde oksidatif stresin de rol oynadığı MS’de nitrik
oksit(NO), homosistein(HCY), asimetrik dimetilarjinin(ADMA) gibi
ajanların rolü araştırılmaktadır. Bu çalışma ile relapsing remitting
seyirli MS’lilerde NO, HCY, ADMA düzeylerini ölçerek sağlıklı
kontrollerle karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmaya 28 kadın, 15 erkek
43 MS hastası ve aynı yaş grubunda olan 18 kadın, 11 erkek sağlıklı
gönüllü dahil edildi. Serum HCY seviyeleri kromosistem kit kullanılarak
ve serum ADMA seviyeleri Chen ve arkadaşlarının tariflediği metod
kullanılarak HPLC tekniği ile ölçüldü. NO ölçümü kat no: 1 756 281
kit kullanılarak gerçekleştirildi. Elde edilen verilerin istatistiksel
analizinde SPSS 16.0 paket programı kullanıldı. Serum ADMA düzeyi
ortalamaları MS hastalarında kontrollerinkinden düşük, HCY ve NO
ortalamaları ise MS lilerde kontrollerinkinden yüksek bulundu, fakat
bu farklılıklar istatistiksel olarak anlamlı değildi(p>0.05). Hastalık
süresi ve özürlülük skorları(EDSS) ile ADMA, NO, HCY ortalamaları
arasında da anlamlı bir korelasyon bulunamadı. Gelecekte bu
parametrelerin değişik MS form ve evrelerindeki hastalarda özellikle
de akut atak döneminde araştırılmasının tedavi stratejileri açısından
yol gösterebileceği düşünüldü.
Multiple Sclerosis (MS) is an autoimmune-neurodegenerative
disease of the central nervous system. It is characterized by a
chronic inflammatory process. The nature of MS, continuing with
demyelination and remyelination, axonal and neuronal damage, has
not been enlightened precisely. The oxidative stress plays role in the
pathophysiology of MS. Along with this; the role of agents such as
nitric oxide (NO), homocystein (HCY), asymmetric dimethylarginine
(ADMA) has been researched. In this study, we aimed to compare
patients of relapsing remitting MS with healthy controls by measuring
NO, HCY, ADMA levels. 43 MS patients of whom are 28 females and
15 males along with 18 healthy female, 11 healthy male volunteers
with the same age group have been included to the study. Their serum
HCY levels have been measured with chromsystem kit ( fluorescence
detector) and their serum ADMA levels have been measured with
HPLC technic by using the method described by Chen and his
friends. The NO measurement has been realized by using kit (level
no: 1 756 281). The SPSS 16.0 package program has been used
for the statistical analysis of acquired data. While the averages of
serum ADMA level have been found lower than their controls among
MS patients, the HCY and NO averages have been obtained higher
than their controls. However, these differences were not statistically
significant (p>0.05). A meaningful correlation cannot be obtained
between the period of disease and disability score (EDSS) along
with the ADMA, NO, HCY averages, either. It has been thought that
the research of these parameters among patients with various form
and phases of MS, especially in the acute attack periods, might be
indicative in terms of treatment strategies in future.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)İdris Mehmetoğlu, Abdullah Sivrikaya
Derleme ÖzetiSitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
SItosterolemIa (ß-SItosterolemIa)
Amaç: Sitosterolemi; fitosterolemi olarak da adland›r›lan, artmış plazma ve doku sterol konsantrasyonuyla karakterize, çok nadir görülen otozomal resesif kalıtsal bir hastalıktır. Erken koroner ateroskleroza eğilim gösteren, tendon ve tüberoz ksantomlarıyla karakterizedir. Bu makalede sitosterolemi hastalığı ile ilgili bilgiler derlenmiştir. Ana Bulgular: Sağlıklı kişilerde total plazma bitki sterol konsantrasyonu 1mg/dl’den daha az olduğu halde, sitosterolemi hastalarında bu oran 12-40 mg/dL kadar yükselmektedir. Sitosterolemi hastalarında, bitki sterolleri olarak başta sitosterol ve kampesterol artmış olmasına rağmen, aynı zamanda stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol ve sitositanol da bulunur. Sitosterolemi’nin ABCG8 ve ABCG5 proteinleri için genlerin herhangi birinde mutasyonlardan kaynaklandığı belirlenmiştir. ATP-bağlayıcı kaset (ABC) transport proteinleri bitki sterollerini intestinal hücrelerde bağırsak lümeni içerisine geri pompalayarak, sterol absorpsiyonunu azaltırlar. Sonuç: Sitosterolemi hastalığının teşhis ve tedavisinde yanılmamak için, şüpheli kişilerde mutlaka sitosterollerin ölçülmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Aim: Sitosterolemia -also known as phytosterolemia- is a rare autosomal, recessively inherited disease characterized by elevated plasma and tissue plant sterol concentrations. Sitosterolemia is characterized by tendon and tuberous xanthomas and by a strong propensity toward premature coronary atherosclerosis. In this article information concerning sitosterolemia disease are reviewed. Main Main Findings: In contrast to healthy subjects with total plasma plant sterols less than 1 mg/dl, patients with sitosterolemia have plasma phytosterol levels in the range of 12 to 40 mg/dl. The main plant sterols in patients with phytosterolemia are sitosterol and kampesterol but also elevated levels of stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol, sitostanol are found. Sitosterolemia has been shown to result from mutations in either of the genes for 2 proteins (ABCG5 or ABCG8). These ABC transporters preferentially pump plant sterols out of intestinal cells into the gut lumen, thereby decreasing sterol absorption. Results: We believe that it is important to measure blood sitosterol levels in suspicious patients in order to get correct diagnosis and treatment the sitosterolemia.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma SendromuSabri Hergüner, Erdinç Çiçek, Fatih Kayhan, Arzu Hergüner
Olgu sunumu ÖzetiBir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
A PedIatrIc Case WIth CyclIc VomItIng Syndrome
Döngüsel kusma sendromu (DKS), tekrarlayıcı bulantı ve kusma
atakları ile kendini gösteren bir durumdur. Belirtilerin başlangıcı
genellikle 4–6 yaş arasındadır ve kızlarda daha sık görülmektedir.
Ataklar çoğunlukla psikososyal ya da fiziksel bir tetikleyici ile ortaya
çıkar. Son yıllarda DKS ve migren arasında ortak bir patofizyoloji
olabileceği üzerinde durulmaktadır. DKS olan çocuklarda ve
annelerinde kaygı bozukluklarının sık olduğu gösterilmiştir. Bu
yazıda tekrarlayan kusma atakları nedeniyle kliniğimize başvuran 5
yaşındaki bir kız hasta sunulmuştur. Kaygı belirtileri ve kusma atakları
nedeniyle tedavi olarak bir seçici serotonin geri alım inhibitörü olan
essitalopram başlanmış ve tedaviden belirgin fayda görmüştür.
Cyclic vomiting syndrome (CVS) is characterized by recurrent
episodes of nausea and vomiting. Age at onset of symptoms ranges
between 4–6 years and there is a female predominance. CVS attacks
are generally associated with psychosocial or physical triggers. In
last years a shared pathophysiology between migraine and CVS has
suggested. Children with CVS and their mothers have elevated rates
of anxiety disorders. In this report, we presented a 5-year-old girl
who referred to our out-patient clinic because of recurrent vomiting
episodes. Because of her anxiety symptoms and vomiting attacks,
escitalopram, a selective serotonin reuptake inhibitor, was initiated
and she had significant improvement during treatment.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Melkersson-Rosenthal SendromuAli Ulvi Uca, Zehra Akpınar, Orhan Demir
Olgu sunumu ÖzetiMelkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome.
Melkersson Rosenthal sendromu (MRS), etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen, seyrek görülen bir hastalıktır. Bu sendrom tekrarlayan orofasiyal ödem, periferik fasiyal parallzi atakları ve skrotal dil ile karakterizedlr.Bu çalışmada MRS’nun klinik özelliklerini gösteren 24 yaşında bir erkek hastayı sunarak bu sendromun insidansı, etyolojisi, patolojisi, klinik özellikleri, ayırıcı tanı ve tedavisini ilgili literatür bilgileri ışığında gözden geçirdik.
Melkersson- Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknovvn etiopathogenesis. This syndrome is characterized by a triad of recurrent orofacial edema, relapsing facial palsy, and scrotal tongue. İn this report a 24 year old man with the typical clinical symptoms and signs of MRS is reported. İn addition, the literatüre on MRS is revievved with respect to incidence, etiology, clinical features, pathology, diagnosis and treatment.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Graves Hastalığının Remisyon Döneminde Sessiz Tiroidit: Bir VakaCem Onur Kıraç, Süleyman Hilmi İpekçi, Gonca Kara Gedik, Levent Kebapcılar
Olgu sunumu ÖzetiGraves Hastalığının Remisyon Döneminde Sessiz Tiroidit: Bir Vaka
A SIlent ThyroIdItIs In The RemIssIon PerIod Of Graves’ DIsease: A Case Report
\r\n Sessiz tiroidit ve Graves hastalığı otoimmün kökenli, tirotoksikoz tablosuyla karşımıza çıkabilecek, farklı tedaviler verilmesi gereken iki farklı hastalıktır. Bu iki hastalığın ayırıcı tanısında hikaye ve fizik muayene yeterli olmamakta, tiroid sintigrafisi, iyot re-uptake çalışması ve tiroid stimülan reseptör antikoru gibi ileri tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu vakada remisyonda Graves hastalığı nedeniyle takip edilen bir hastada gelişen tirotoksikoz tablosu sonucunda tetkik edilen ve sessiz tiroidit tanısı koyulan bir olgu sunulmuş ve bu iki hastalığın ayırıcı tanısının önemi vurgulanmıştır.
\r\n
\r\n Silent thyroiditis and Graves’ disease are autoimmune disorders which are common cause of thyrotoxicosis and should be given different treatments. Anamnesis and physical examination are not sufficient in the differential diagnosis of these two diseases, and advanced examinations such as thyroid scintigraphy, iodine reuptake study and thyroid stimulating receptor antibody could be needed. In this case, we present a patient diagnosed with a silent thyroiditis as a result of a thyrotoxicosis of a patient who was following up due to Graves' disease in remission and we aimed to emphasize the importance of differential diagnosis of these two diseases.
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Ailesel Akdeniz Ateşiİlhan Sezer, Hilal Kocabaş
Derleme ÖzetiAilesel Akdeniz Ateşi
FamIlIal MedIterranean Fever
Amaç: Ailesel Akdeniz Ateşi, günümüzde bilinen herediter periyodik ateş sendromları arasında en yaygın ve en iyi tanınmış olanıdır. Biz bu derlemede, yurdumuzda sıkça görülen bu hastalığı ve yeni tedavi metotlarını özetledik. Ana bulgular: Ailesel Akdeniz ateşi literatürde ilk defa 1908 yılında bir Yahudi kızında tanımlanmıştır. Çoğunlukla Ermenilerde, Sefarad Yahudilerinde, Araplarda, Anadolu Türklerinde görülür. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır. Tipik özelliği karın ağrısı, göğüs ağrısı veya eklem ağrısının eşlik ettiği akut ateş ataklarıdır. En önemli komplikasyonu ise AA tipi amiloidozdur. Spesifik bir laboratuvar veya radyolojik bulgusu yoktur. Tedavide en çok kullanılan kolşisin, akut atak sıklığını azalttığı gibi amiloidoz gelişimini önlemede de etkindir. Sonuç: Hastaların yaklaşık 1/4’ü kolşisin tedavisine dirençlidir. Bu hastalarda tedaviye eklenen interferon a, selektif seratonin reuptake inhibitörleri veya biyolojik ajanların etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır.
Aim: Familial Mediterranean fever, is the most common and well known disease in hereditary periodic fever syndromes at the present time. In this review we summarized the disease, which was seen frequently in our country, and newly treatment methods. Main findings: Familial Mediterranean fever was described in a Jewish girl in 1908. Generally it was seen in Armenians, Sefaradian Jew, Arabians and Anatolian Turks. Pathogenesis of the disease was not clear. Characteristic feature of the disease is acute fever attacks accompanied with abdominal pain, chest pain and joint pain. The most important complication is type AA amiloidosis. There is no specific laboratory or radiological finding. Colchicum which is used in the treatment, decreases frequency of attacks and prevents from development of amiloidosis. Result: Aproximately 1/4 patients are resistive to colchicum treatment. There are some studies which shows adding interferon a, selective seratonine reuptake inhibitors and biological agents to the treatment are effective in these patients.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Tavşan Torasik Aortasında Ach Gevşeme Cevapları Üzerine Siklosporin A Askorbik Asit Ve Alfa Tokoferol'ün EtkileriH. İbrahim Karabacak, Hülagü Barışkaner, Aytekin Kaymakçı, Etem Ömeroğlu, Ekrem Çiçek
Araştırma makalesi ÖzetiTavşan Torasik Aortasında Ach Gevşeme Cevapları Üzerine Siklosporin A Askorbik Asit Ve Alfa Tokoferol'ün Etkileri
The Effeets Of EyelosporIne A, AgeorbIc AcId And Tz-Tocopheral On VasodIlatatIon Responses Due To AcetyleholIne (ach) In RabbIt ThoracIc Aorta
Sunulan bu invitro çalışmada tavşan torasik aortasında asetilkolin (Ach) ile oluşan ,t;evşeıne ce-vapları üzerine Siklosporin A (Cs A), askorbik asit (Vit.C) ve ıx-tokoterol Vit.Unin etkileri araşurdnuşur. Ayrıca siklosporin A'nın tavşan ka-raciğer ve böhrekle•inde oluştıtrdun histopatolojik değişiklikler üzerine vitamin C ve vitamin E' nin et-kilerine bakılmıştır. Çalışma Cs A uygulanan (n.6), es A+ vitamin C+ vitamin E uygulanan (n-,Si. vitanrin E+ vitamin C uygulanan (n,-6) ve kontrol grubu (n=6) olmak üzere 4 grupta yapılmıştır. Kontrol grubunun dışındaki diğer griplanı 10 süre ile ilaç uy-gulanmıştır. Tüm deney gruplarında torasik aortalaı-3x10-5 M noradrenalin (NA) ile kasılarak elde edi-len maksimum kasılma cevapları (.4.100 kabul edil-miş ve kümülatif uygulanan ACh (10-9- 104 M) ile kontrol grubunda %94' lük. Cs A+ vitanıin C+ vi-tamin E verilen grupta ilk ve vitamin E+ vi-tamin C verilen grupta %64' lük bir gevş•me cevabı ahnınıştir, Cs A verilen grupta ise ACh' ne gevşeme cevabı alınınamışur. NA ile elde edilen kasıhna ce-vapları ortama 1VG- nitro- L- ar,ginin meril ester (L-NAME, 10-4 ilavesi ile CsA verilen gı-up dışında diğer gruplarda anlamlı olarak artınışur (p<0.05). Ayrıca 10-4 M L-NAME, ACh ile elde edilen gel/gine cevaplarını tüm gruplar-da inlıibe etmiştir. CsA karaciğer ve b(..;brek dokusunda his-topatolojik değişikliklere neden olmuş, vitamin C ve vitamin E ise bu değişikliklere kısmen engel olmuştur. Elde edilen sonuçlar. CsA tavşan torasik aortasında ACh bağlı gevşeme cevaplarını tamamen ortadan kahin-ıl-ken, antioksidan etkili olun askorbik asit ve ct-tokoferol buna tamaınen olmasa da kısmen engel olmaktadır.
in the present in-vitro study, the effeets of Cyclospoı-in A (Cs A), ascorbic acid (vitamin C) and tx-tocopherol (vitamin E) on the acetylcholine (Ach)- induced relayation responses in the rabbit ıhoracic
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Vitamın B12 (cobalamin) Ve EksiıkliğiYıldız Divanlı
Araştırma makalesi ÖzetiVitamın B12 (cobalamin) Ve Eksiıkliği
Vıtamın B12 (cobalamıne) And Its Defıcıency
B12 Vitamini noksanlığı; Başlıca besinde eksikliği, yetersiz folat alımı, vejetaryen ve diğer beslenme taşkınlıkları, yeşil yapraklı sebzelerin uzun süre kaynatılması ile mide ve ince bağırsağa bağlı absorbsiyon bozukluğu, intrinsek faktör noksanlığı, absorbsiyon yüzeyinin küçülmesi, malabsorbsiyon gibi metabolik bozukluklardan meydana gelir. Bütün bu hallerde megaloblastik anemi denilen anemi ortaya çıkar ki, bu aneminin tanıtanlarını açıkladık.
Le mangue de Vitamin B12 se produisent surtout dans mes cas suivants; Mangue de nourriture, action de manger de folat rnsuffisamment, du N.70tarien et celui des autres alimentations, le d«ant de l'estomac caus6par le bouillonnement des legumes aux feuilles vertes et celui de l'absorption d6rivant de l'intestin grle, le mangue du facteur intrinsque l'&troitement de la surface de l'absorption, les dUauts mfrtaboliques. A la fin de tous ces cas, rtıgaloblastique se produit, commoneus en avons mentionne" les preuves cidessus.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Erişkin Başlangıçlı Pür Mitokondrial MiyopatiEmrah Aytaç, Selçuk Çomoğlu, Bülent Kurt
Olgu sunumu ÖzetiErişkin Başlangıçlı Pür Mitokondrial Miyopati
Early Pur MItochondrIal Myopathy In Adult
Mitokondriyal hastalıklar genellikle mitokondriyal DNA (mtDNA) veya nükleer DNA (nDNA) mutasyonları sonucu gelişir. Mitokondriyal miyopatide bulgular sıklıkla iskelet kası ile sınırlı olup, ekstremitelere ait yavaş ilerleyici kas güçsüzlüğü yanısıra ekstraoküler kas zayıflığına bağlı oftalmoplejiye sık rastlanır. Kas güçsüzlüğü özellikle proksimal kaslarda belirgin olmakla birlikte distal tutulum da görülebilir. Biz bu yazıda son 10 yıl içerisinde yavaş ilerleme gösteren, izole kas tutulumu ile seyreden ve kas biyopsisi sonucunda ragged red lifler saptanan erişkin başlangıçlı mitokondriyal miyopati tanısı konulan bir vakayı sunduk.
Mitochondrial disease usually occur as a result at mitochondrial DNA (mtDNA) or nucleer DNA (nDNA) mutations.Findigs in mitochondrial myopathy are often limited with skeletel muscle symptoms, slowly progresive muscle weaknes at extremites and oftalmoplegy due to extaoculer muscle weaknes are common. Muscle weaknes is prominent in the proximal muscles but distal muscle involvement is propable. In this article, we present a patient diagnosed as adult onset mitochondrial myopathy with slow progress in 10 years , regged red fibers in muscle biopsy and ısolated muscle ınvolvement
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Travmadan 15 Yıl Sonra Tanı Alan Göz İçi Yabancı CismiEkrem Kadıoğlu, Şaban Gönül, Hasan Basri Velioğlu
Olgu sunumu ÖzetiTravmadan 15 Yıl Sonra Tanı Alan Göz İçi Yabancı Cismi
Intraocular ForeIgn Body DIagnosed 15 Years After Trauma
Penetran göz yaralanmalarının sebep olduğu göz içi yabancı cismi (GİYC), cismin lokalizasyonu, boyutu ve niteliğine göre çeşitli bulgulara sebep olabilir. Bununla birlikte nadir olarak GİYC herhangi bir şikayete neden olmadan yıllarca sessiz kalabilir. Biz bu çalışmada travmadan 13 yıl sonra sık tekrarlayan ön üveite neden olan ve kataraktın bulunduğu bir hastada tespit ettiğimiz göz içi yabancı cisim olgusunu sunuyoruz. 31 yaşında erkek hasta iki senedir mevcut olan sol gözde görme azlığı ve ataklar şeklinde gelişen ağrı, kızarıklık, ışık hassasiyeti şikayetleri ile göz hastalıkları polikliniğine basvurdu. 15 yıl önce yakınında seramik veya porselen türü bir cismin patlamasıyla sol gözünden yaralanma öyksü mevcuttu. Ön segment muayenesinde sol gözde saat 2 hizasında periferik korneada minimal nefelyon, 2x1 mm boyutlarnda periferik iris defekti, ön kamarada grade 2 hücre reaksiyonu ve arka subkapsüler katarakt mevcuttu. Orbital bilgisayarlı tomografi tetkikinde sol glob içerisinde arka kutupta yerleşen 3x2mm boyutlarında, hiperdens yabancı cisim saptandı. Nedeni açıklanamayan üveit olgularında, hasta özellikle çocuk ve genç yaş gurubunda ise göz içi yabancı cisim olasılığı her zaman akılda tutulmalıdır.
Intraocular foreign body (IOFB) caused by penetrating eye injuries may lead to various findings by depending on the location, size and nature. However, in rare cases IOFB may remain silent for years without any complaint. In this study, we present the case of IOFB causing recurrent anterior uveitis 13 years after trauma in the patient with cataract. A 31-year-old male patient admitted to Ophthalmology department with the complaint of decreased vision which have been two years and pain, redness, light sensitivity with attacks in left eye. 15 years ago, a history of left eye injury occurred with exploding an object type of ceramic or porcelain was present. On the anterior segment examination, minimal peripheral corneal nefelyon at 2 hours position, peripheral iris defect size of 2x1 mm, grade 2 cell reaction in anterior chamber and posterior subcapsular cataract were present in left eye. In computerized tomography scan was detected the hyperdense foreign body placed in the posterior pole at the size of 3x2mm within the left globe. The possibility of intraocular foreign body should be kept in mind in patients with idiopathic uveitis specially in children and young people.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Ailevi Akdeniz Ateşine Bağlı Çok Nadir Bir Göğüs Ağrısı Sebebi; KostokondritTurgut Teke, Kemal Erol, Emin Maden, Ali Sallı, Kürşat Uzun
Olgu sunumu ÖzetiAilevi Akdeniz Ateşine Bağlı Çok Nadir Bir Göğüs Ağrısı Sebebi; Kostokondrit
A Very Rare Chest PaIn Reason Due To FamIlIal MedIterranean Fever; CostochondrItIs
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA), ateş ve serozit atakları ile karakterize otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Eklem tutulumu, karın ağrısından sonra ikinci en sık görülen bulgusudur. Eklem tutulumu sıklıkla alt ekstremitelerin büyük eklemlerinde olur, ancak ayak bileği, omuz, temporomandibular eklem veya sternoclavicular eklemlerde de tutulum gözlenebilir. Burada kostokondritin eşlik ettiği 25 yaşındaki AAA’li erkek bir hastayı sunduk. Sonuç olarak AAA artriti klinik olarak kostakondrit gibi çeşitli formlarda ortaya çıkabilir
Familial mediterranean fever (FMF) is an autosomal recessivelytransmitted disease characterised by attacks of fever and serositis. Articular involvement is the second most common manifestation following abdominal pain. Articular involvement is commonly in the large joints of the lower extremities but may occur in other joints such as the ankle, shoulder, temporomandibular joint, or sternoclavicular joint. Here, we report a 25-year-old man of FMF with accompanying costochondritis. In conclusion, arthritis of FMF is clinically presented in various forms such as costochondritis
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Çocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli PsikodermatozlarAyhan Bilgiç, Özlem Bilgiç
Derleme ÖzetiÇocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli Psikodermatozlar
PsychophysIologIc Based PsychodermatosIs In ChIldren And Adolescents
Psikiyatrik bozuklukların ve stresin cilt hastalıklarının ortaya çıkması ve alevlenmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Öte yandan, cilt hastalıklarının sıklıkla anksiyete, depresyon ve yaşam kalitesinde bozulma ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu nedenle psikiyatrik durum ile cilt hastalıkları arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu varsayılabilir. Buna karşın, olguların önemli bir bölümünde cilt hastalıkları yetişkinlikten önce başlasa da çocuk ve ergenlerde cilt hastalıkları ile psikiyatrik morbidite arasındaki ilişki hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Bu makalede, psikofizyolojik kökenli çocukluk çağı psikodermatozları ve bu hastalıklar hakkındaki güncel bilimsel bakış açısı tartışılacaktır.
Psychiatric disorders and psychological stress has been implicated as a potential trigger in onset and exacerbation of dermatological diseases. Additionally, skin diseases have often been found to be associated with anxiety, depression and impaired quality of life. Therefore, it may be considered that there are a reciprocal influence between psychiatric status and skin diseases. Although significant majority of the cases begin before adulthood, limited data are available about relationship between skin disease and psychiatric morbidity in childhood and adolescence. In this article, psychodermatologic disorders in these age groups and our current scientific knowledge on these disorders will be discussed.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Nf1 Genindeki Yeni Bir Mutasyon Tespiti İle Nörofibromatozis Tip 1 Tanısı Konan Hasta: Olgu SunumuNafiz Yaşa, Büşra Eser Çavdartepe, Fahrettin Duymuş, Nadir Koçak, Tülin Çora
Olgu sunumu ÖzetiNf1 Genindeki Yeni Bir Mutasyon Tespiti İle Nörofibromatozis Tip 1 Tanısı Konan Hasta: Olgu Sunumu
A Case Report Of NeurofIbromatosIs Type 1 DIagnosed WIth A Noval MutatIon DetectIon In Nf1 Gene
Nörofibromatozis tip I (NF1), 17. kromozomda nörofibromin protein kodlayan genin mutasyonuna yol açan karmaşık bir hastalıktır. NF1 otozomal dominant bir hastalıktır. Bireylerde NF1 prevalansı yaklaşık 1: 2500 ila 1: 3500'tür. Erkekler ve kadınlarda eşit olarak görülür. Bu çalışmada çok sayıda hiperpigmente deri makülü, birden fazla café-au-lait lekesi, aksiller çillenmesi, optik gliomu, yüzlerce yumuşak deri nörofibromu ve her iki gözün irisinde lisch nodülleri bulunan 27 yaşında bir kadın hasta sunulmuştur. Klinik özelliklere göre, nörofibromatozis tip 1'den şüphelenilen hastadan, NF1 geninin dizi analizi yapıldı ve NF1 geninde bir heterozigot mutasyon c.980 T> G (p.L327R) tespit edildi. Bu mutasyon literatürde daha önce rapor edilmemiştir.
Neurofibromatosis type I (NF1) is a complex disorder caused by mutations of the neurofibromin protein-encoding gene on the chromosome 17. NF1 is an autosomal dominant disorder. The prevalence of NF1 is approximately 1:2500 to 1:3500. Both genders are equally affected. Herein, we report a 27-year-old female patient who had multiple hyperpigmented skin macules, multiple café-au-lait spots, axillary freckling, optic glioma, hundreds of soft cutaneous neurofibromas and lisch’s nodules on the iris of both eyes. According to the clinical features, we suspect from NF1 and-then sequence analysis of NF1 gene was performed. A heterozygous c.980 T> G (p.L327R) mutation was detected in the NF1 gene. This mutation has not been reported previously.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hıperbilirübinemılı Yenıdoğan Bebeklerde Serum E Vıtamını SevıyelerıÜmran Çalışkan, Abdurrahman Üner, Haluk Yavuz, Ahmet Özel, İbrahim Erkul, Hasan Koç, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi ÖzetiHıperbilirübinemılı Yenıdoğan Bebeklerde Serum E Vıtamını Sevıyelerı
VItamIn E LeveIs In Newborn Infants WIth HyperbIlIrubInemIa
Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları servisine hiperbi-lirübinemi sebebiyle yattrılan; 32 prematüre ve 32 rniadinda yenidoğan bebek üzerinde yaptIdt. Pre-matüre bebeklerde serum E vitamini seviyesi; 053 ± 0.08 mgldl, miadında doğanlarda 054 ± 0.07 mgldl olarak bulundu. Serum E Vitamini düzeylerinin cins, gebelik yaşı ve ağırlıklara göre dağılımları karşılaştırıldı.
This study was done on 32 -premature and 32 term infants with hyperbilirubinemia hospitalized in Newborn Unit of Pediatric Clinics of Medical Facul-ty of Selçuk University, Serum vitamin E leveis of premature infants' were found as 053 ± 0.08 mgldl, term infants levels were found as 054 ± 0.07 mgldl. Serum vitamin E levels were cotnpared according w sex, birth week and birth weight.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Diyabetiklerde Erıtrosıt Superoksıd Dısmutaz, Glutatyon Peroksıdaz Ile Plazma E Vıtamınının Aral5tırılmasıMehmet Gürbilek, Neşe Hayat Aksoy, İdris Akkuş, Sadinaz Kalak, Osman Çağlayan, Mehmet Aköz, Elif Zeren
Araştırma makalesi ÖzetiDiyabetiklerde Erıtrosıt Superoksıd Dısmutaz, Glutatyon Peroksıdaz Ile Plazma E Vıtamınının Aral5tırılması
InvestIgatIon Of Serum VItamIn E Level And Erythrocyte Super OxIdase And GlutathIone Pe-RoxIdase ActIvthes Of PatIents- WIIh Type Iı DI-Abetes MellItus
Divabelin komplikasyonlari, insulin ho-meostasizinde ve enerji metabolizmasuzdaki de-e4ikliklerden kaynaklanan metabolik stresin bir so-nucu olarak kabul edilmektedir. sires, oksidatif stresin a•tmaszna vol acarak komp-likasyonlarin tepik eden yapisal ye fonk-sivonel hasar oluvurmaktadir. Ozellikk ivi kontrol edilemeyen divabette oksidatif aktiVitenin artmasi serbest radikal oluyitinumi arturmaktadw. Serbest radikallerin :ararlz etkile•ine karst. organi:ntalarda antioksidan savunina sistemleri hrr-lunur. Bit calksmada, 35-75 vallarz a•asindaki 57 tip II diabetes mannish? pasta lie 34-66 yagari ara-szndaki 33 saglach kiside eritrosit ici Glutatyon pe-roksida: (GSH-P) ve Siiperoksid dismutaz (SOD) He serum E vitamini dikeyleri tayin Diabetes mellitus grubunda GSH-Px 26.7±12.8 U g Hb. SOD 550±200 U Hb. F vitamini ise 472.6 ± 183 .ugldl iken, /control grubunda GSH-Px 21 .8±6.2 U g fib. SOD 649±165 U g Hb Ye E 422_7±145 11 r d1 olarak bulundu. Her iki g•uba ait GS11-Px. SOD ye E vitamini arasuidaki lark istatistiki aculan &en& bultannadi. caltsina ile, antioksidanlarin aktivitesinde hicbir dekisiklik bulwark-IA.010cm, divabetin serhest radikallerin Uretimini en-gelleyebileceki sonu.cuna vartldt
Complications of Diabetes mellitus are beleived to be resulted from altercations in insulin ho-meostasis and energy metabolism. Metabolic stress, by increasing oxidative stress causes jimctional and structural damage which results in diabetic comp-lications. The formation of free radicals as a result of an increase in oxidative tetil.ity increases in Un-controlled diabetes mellitus. In organisms, an-tioxidant defense systems are present agains harm-ful effects Of free radicals. In the present study. sermon vitamin E and ervt-hrocyte superoxide disimuase (SOD) and ght-tathione peroxidase (GSH-P.►-) activities of 33 he-alty subjects aged between 34-b6 and 57 patients with type II diabetes mellitus under treatment and aged between 35-75 nears have been investigated. Erythrocyte SOD and GSII-Px activities and serum Otani'', E level of patients were 550±200 U g 11b. 26.7±12.8 g lib and 472.6±183 ftg ill whereas these of controls were 649±165 .. gr 21.8±6.2 U gr III and 422.7±145 fig;d1 res-pectively. The difference between the parameters of the two groups were nor significiant statistically. - Since no significiant alteration was found in the activity of antioxidants. it was concluded that tre-atment of diabetes mellitus might prevent preduction of, free radicals.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Subclinical Vitamin D Deficiency And Non-Specific Musculoskeletal SymptomsAbdul Baqi Durrani, Khalil Ahmed, İftikhar Athar Rasool, Ubaidullah Khan Barech, Nusrat Yousaf, Amir Hamza
Araştırma makalesi ÖzetiSubclinical Vitamin D Deficiency And Non-Specific Musculoskeletal Symptoms
SubclInIcal VItamIn D DefIcIency And Non-SpecIfIc Musculoskeletal Symptoms
Objective: To determine the frequency of subclinical vitamin D deficiency in patients with non specific musculoskeletal symptoms in a tertiary care hospital.
Study Design: Cross-sectional study
Place and Duration of Study: Department of Medicine, Bolan Medical Complex Hospital, Quetta from1st July 2018 to 30th June 2019.
Methodology: A total of 97 patients between 20 and 45 years of age were recruited after written consent. The subjects presenting with history of generalized body aches greater than six weeks were included in this study. The detail history was taken and clinical examination was done. Blood sample of each patient were collected to detect the vitamin D3 levels by radioimmunoassay kit.
Results: Mean age of the patients was 34.25±10.64 years. Mean duration of symptoms was 7.71±0.82 weeks. Male to female ratio was found to be 4:6. The frequency of vitamin D deficiency in patients with non-specific musculoskeletal symptoms was found to be 72(74.20%).
Conclusion: The frequency of subclinical vitamin D deficiency was significantly high in patients with non specific musculoskeletal symptoms
Objective: To determine the frequency of subclinical vitamin D deficiency in patients with non specific musculoskeletal symptoms in a tertiary care hospital.
Study Design: Cross-sectional study
Place and Duration of Study: Department of Medicine, Bolan Medical Complex Hospital, Quetta from1st July 2018 to 30th June 2019.
Methodology: A total of 97 patients between 20 and 45 years of age were recruited after written consent. The subjects presenting with history of generalized body aches greater than six weeks were included in this study. The detail history was taken and clinical examination was done. Blood sample of each patient were collected to detect the vitamin D3 levels by radioimmunoassay kit.
Results: Mean age of the patients was 34.25±10.64 years. Mean duration of symptoms was 7.71±0.82 weeks. Male to female ratio was found to be 4:6. The frequency of vitamin D deficiency in patients with non-specific musculoskeletal symptoms was found to be 72(74.20%).
Conclusion: The frequency of subclinical vitamin D deficiency was significantly high in patients with non specific musculoskeletal symptoms
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Remisyonda Akut Myeloid Lösemide Ortaya Çıkan
kolon Granülositik SarkomuMurat Bıyık, Ramazan Uçar, Gökhan Güngör, Hasan Esen, Sinan Demircioğlu, Özlem Özer Çakır, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Olgu sunumu ÖzetiRemisyonda Akut Myeloid Lösemide Ortaya Çıkan
kolon Granülositik Sarkomu
GranulocytIc Sarcoma Of Colon In A PatIent WIth Acute MyeloId
leukemIa Who Is In RemIssIon
Granulositik sarkom, lösemik hücrelerin ekstramedüller
tutulumudur ve bunun gastrointestinal sistem tutulumu oldukça
nadirdir. Bu olgular karın ağrısı, ileus, gastrointestinal sistem
kanaması ve perforasyon ile başvurabilir. Biz, karın ağrısı ile
başvuran, kemoterapi sonrası kemik iliği remisyona giren akut
miyeloid lösemi hastasında gelişen kolon granulositik sarkomu
olgusunu sunmayı amaçladık.
Granulocytic sarcoma is extramedullary infiltration of leukemic
cells and the involvement of the gastrointestinal tract is rare. These
cases may present with abdominal pain, ileus, gastrointestinal
bleeding and perforation. We present an acute myeloid leukemia
patient that admitted with abdominal pain whose bone marrow is in
remission after chemotherapy in whom the reason of abdominal pain
was granulocytic sarcoma that occurred in the colon.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi YaygınlığıSeyhan Dura, Şamil Ecirli, Süleyman Alıcı, Hakkı Polat, Ümmügülsüm Can
Araştırma makalesi ÖzetiSelçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi Yaygınlığı
Iron DefIcIency AnemIa Prevalance In The Stu-Dents Of Selçuk UnIversIty MedIcal School.
Bu çalışma 1995 yılı Ocak - Haziran aylarında S.Ü.T.F. öğrencileri aı-asında yapılan kesitsel ni-telikte bir epidemiyolojik aı-aştırmadır. Çalışmanın amacı S.O.T.F öğrencileri arasında demir eksikliği anemisi prevalansınt ve bunu etkileyen faktörleri tes-bit etmekti. Randomize olarak seçilen 62 kız ve 58 erkek öğrenci çalışmaya dahil edildi. Ögrencilerde eritrosit indekslerini de içeren tam kan sayunı, serum demiri, demir hağlama kapasitesi, ferritin, vitamin B 12 ve folik asit düzeyleri ölçümüile gaitada gizli kan ve parazit tetkikleri yapıldı. Araştırma sonucunda aneıni prevelansı kızlarda % 32. 25, erkeklerde % 5. 17 ola-rak bulundu. Kızlarda hemoglobin ortalaması 12. 8± 1.3 gidi, erkeklerde hemoglobin ortalaması 14.8±1_25 gidi olup, anemiye kızlarda erkeklere göre daha sık ra.stlandı. Bu da istaristiki olarak anlamlı idi. Araştırmamıza alınan yaş grubu ve grubun sos-yodernografik özellikleri dikkate alındığında demir eksikliği anemisinin ne denli önemli bir sağlık so-runu olduğu anlaşılmaktadır.
This study is a epidemiologic investigation performed on a group of medical school students of Sel-çuk Universty Between January and June. 1995. The purpose of this study was to evaluate the prevalence of iron deficiency anemia among the medical stu-dents and factors that affect this. Randomly selected 62 female and 58 male students involved in the study. Complete blood counts including erythrocyte indexes, serum iron, serum iron hinding capacity, ferritin. vitamin B12 and folic acid rneasurements and evaluation of o•cult blood and parasite irr jeces vere done. The prevalence of anemia was 32.25 % in fermale students 5.17 % in male students as a re-sult of the study. Mfean hemoglobin value was 12 .8± 1.3 gidi in females, 14.85 ± 1,25 gidi in males and anemia was more common in females, this difference was statistically significant (p<0.001 ). Considering age and sociodemographic properties of the studuy group, it becomes eviclent that iron de-ficiency anemia is an important health problem.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Akut Ataklar Yapan Kronık Tonsillitte Derın Ve Yüzeyel Bakterı FlorasıYavuz Uyar, Emine İnci Tuncer, Ziya Cenik, Fuat Yöndemli, Orhan Gül, Tolga Şahiner, Murat Günaydın
Araştırma makalesi ÖzetiAkut Ataklar Yapan Kronık Tonsillitte Derın Ve Yüzeyel Bakterı Florası
Suıface And Core TonsIllar MIcroflora In Recurrent TonsIllIlIs
Bu çalışmada ionsilin derin yüzeye! mikrobik fkı-rcrsrıiıır araştırılması tekrarlayan akui tonsillit atak-ları nedeniyle tonsillektomi olan 31 hasta üzerinde yapıldı. Hastaların preoperauf bogaz kültürleri ve ASO ökümü, postoperatif olarak tonsillerin yüzeye! ve derin kıstmlarından yapılan kültürleri ve ASO de-gerlerine bakıldı. Kültür sonuçlarında patojen bak-ierikrin türü açısından anlamlı bir fark görültızedi. Ancak post-operatif ASO degerleriıtde belirgin bir düşme görüldü. Tonsillerin histoparolojik tetkikleri yapıldı ve kronik tonsillit olarak rapor edildi.
This work was peıformed in 31 patieıus who had recurrent arute wnsillitis. The culture of tonsil pre-operatively and surfare and deep carried out. In ad-&don preoperative and postoperative ASO titration measured. llistopathologic examination of tonsillar tissue was alsa pefformed. Microbir 'lora taken from the suıface and the depth of the tonsillar tissue were similar, ASO titrution was meaningfully reduced after tonsillectomy. Ilistopathological examination of tonsils was reported us chronic tonsillitis.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta