Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
Serdar Karaköse, Tülay Ölçer, Turhan Cumhur, İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
The EffectIveness Of Pta Or Intravascular Stents In The Treatment Of The PatIents WIth Aorta-IlIac Occ-LusIon Or StenosIs And Empotance
Penil ereksiyonu saglayan en Onernli mekanizma plan korpus kavernozumun kanlanmaszndaki yetmezlik, organik arter hastaltklarma bagli olarak bircok olguda gorillmektedir. Common iliak arterdeki dada( ye ttkanaliklart perlditan transluminal anjioplasti (PTA), rotaks ye lumen iii stem ile redavi edilen 38-63 ya§•ar arasIndaki 27 pasta cahpnamir kapsamma alina Klinik bulgu olarak hastalarin tiimiinde alt ekstremitede kladikasyo ye 12 hastada empotans vardt. 27 hastada da ana neden atherosklerozisti. PTA veya lumen ici stent yer-le'tirilmesinden 4-12 ay sonra empotanstn norm ale doniip donntedig'i araotrtidt. Gir4imsel yontemler sonrast 12 hastamn9'unda (%75) empotans ba§artyla kavboldu. calipnamtz sonucu arteriel kokenli impotanslartn tedavisinde radyolojik giri§imsel y5ntemlerin baari h oldugu gozknnti§-tir.
According to the fundamental nature of penile erection, insufficiency of the arteriel blood supply to the corpora cavernosa caused by an organic arteriel disease is found in a large fraction of case. Our experience in the treatmen of stenoses or obstruction of the common iliac arteries with PTA, rotacs and intra-arteriel stents in 27 patients, between 38-63 years of ages, are reported. Clinical finding were lower limb claudicatio in all patients and impotence in 12 patients. The underlying disease was atherosclerosis in all 27 patients. Restitution of potency was recorded 4-12 months after the PTA or intravasccular stent application. After the intervention of procedures in 9 (%75) of the 12 patients, potency was succesliilly restored. As a results we think that radiological interventional procedures are succesfull in treatment of impotency which has arteriel etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
Ali İnal, Abdullah Karakuş, Muhammed Ali Kaplan, Mehmet Küçüköner, Zuhat Urakçı, Mehmet Serdar Yıldırım, Abdurrahman Işıkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
PrognostIc Factors In Nsclc PatIents
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık kansere bağlı ölüm nedenidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinom (KHDAK) akciğer kanser vakalarının %80 ile %85’ini oluşturmaktadır. Sistemik kemoterapinin hastaların yaşam süresi üzerine sınırlı etkisi mevcuttur. Hastalar kemoterapi için dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Bu çalışmamızda KHDAK hastaların yaşam süresi için önemli olan risk faktörlerini tespit etmeyi amaçladık. 2000- 2012 tarihleri arasında KHDAK tanısı konmuş 741 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 10 potansiyel prognostik faktör analiz edildi. Hastaların yaşam süresi ile ilişkili prognostik faktörlerin tespiti için univaryant ve multivaryant analizler yapıldı. Univaryant analiz sonucunda 10 değişken arasından prognostik öneme sahip olan 3 değişken tespit edildi; performans durumu (PD), diyabetes mellitus (DM) ve evre. Univaryant analizde bulunan 3 değişken için multivaryant analiz yapıldı. Multivaryant analiz sonucunda PD, DM ve kanser evresi hastaların yaşam süresi üzerinde bağımsız risk faktörleri olarak gösterildi. Çalışmamızda PD, DM ve kanser evresi KHDAK hastalarında önemli prognostik faktörler olarak tanımlandı. Bu bulgular tedavi öncesi hasta seçiminde ve hastaların yaşam süresini tahmin etmede kullanılabilir.
Lung cancer is the most common among cause of cancer deaths in worldwide. NSCLC represent between 80% to 85% of all the diagnosed lung cancers cases. Systemic chemotherapy for patients with NSCLC has limited impact on overall survival. Patients eligible for chemotherapy should be selected carefully. The aim of this study analyzed prognostic factors for survival in NSCLC patients. We retrospectively reviewed 741 NSCLC patients between 2000 and 2012. Ten potential prognostic variables were chosen for analysis in this study. Univariate and multivariate analyses were conducted to identify prognostic factors associated with survival. Univariate and multivariate statistical methods were used to determine prognostic factors. Among the 10 variables of univariate analysis, three variables were identified to have prognostic significance: performans status (PS), diabetes mellitus (DM) and stage. Multivariate analysis included the 3 prognostic significance factors in univariate analysis. Multivariate analysis by Cox proportional hazard model showed that PS was considered independent prognostic factors for survival, as were DM and stage. In conclusion, PS, DM and stage were identified as important prognostic factors in NSCLC patients. These findings may also facilitate pretreatment prediction of survival and can be used for selecting patients for treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
Fatma Kaya, Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Kalp Kateterizasyonu Yapılan Çocuklardaki Komplikasyonlar
ComplIcatIons Of Heart CatheterIzatIon In ChIldren
Tanı ve tedavi amaçlı kalp kateterizasyon girişimleri son zamanlarda giderek artmaktadır. Kalp kateterizasyonundan sonra özellikle kateter giriş yerinde tromboz, psödoanevrizma, arteriyovenöz fistül, kanama, enfeksiyon, distal embolizasyon gibi lokal komplikasyonlar ile verilen anestezik ajanlara bağlı solunum depresyonu, taşikardi ve bradikardi olmak üzere birçok komplikasyonlar gelişebilmektedir. Kliniğimizde Haziran 2010-Haziran 2012 yılları arasında kalp kateterizasyonu yapılan 120 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların, yaşları 9 gün ile 15 yaş arasında (ortalama 3.5 ± 4.2 yaş) olup, 58 (%48)’i kız, 62 (%52)’si erkek idi. Hastaların 102 (%85)’ine tanısal, 18 (%15)’ ine girişimsel işlem amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldı. Komplikasyonu gelişen 7 (%5.8) hastanın yaşları 9 gün ile 15 yaş (3.5 ± 4.2 yaş) arasında idi. İki hastada femoral hematom, bir hastada femoral kanama, iki hastada femoral tromboz, bir hastada bradikardi, bir hastada (midazolam ile yapılan) sedasyon sırasında solunum arresti gelişti. Femoral tromboz gelişen iki hastadan birine düşük molekül ağırlıklı heparin, diğerine düşük molekül ağırlıklı heparin ve pentoksifilin verildi. Femoral hematom gelişen iki hastaya ise lokal tedavi uygulandı. Dirençli bradikardi gelişen bir hastaya geçici pacemaker takıldı. Femoral kanama gelişen bir hastaya protamin sülfat tedavisi verildi. Midazolama bağlı solunum arresti gelişen bir hastaya solunum desteği yapıldı. Sonrasında hastalar şifa ile taburcu edildiler. Kliniğimizde kalp kateterizasyonu yapılan hastalardaki komplikasyonlar ve bu komplikasyonları artıran risk faktörleri retrospektif olarak incelendi. Kalp kateterizasyonu yapılan hastalar gelişebilecek lokal ve genel komplikasyonlar açısından yakından takip edilmelidir. Alınabilecek birtakım önlemler ile komplikasyon sıklığı azaltılabilir ve komplikasyonların erken tanı ve tedavisi ile morbidite ve mortaliteyi azaltılabilmektedir.
Diagnostic and therapeutic cardiac catheterization attempts have recently been increasing. Numerous complications may develop after cardiac catheterization, including local complications, such as thrombosis, pseudoaneurysm, arteriovenous fistula, bleeding, infection, and distal embolization at the catheter insertion site, as well as complications associated with the anesthetic agents, such as respiratory depression, tachycardia and bradycardia. A total of 120 patients, who underwent cardiac catheterization between June 2010 and June 2012 were retrospectively evaluated. The patients were aged from 9 days to 15 years (mean 3.5±4.2 years) and 58 (48%) were female and 62 (52%) were male. Of the 120 patients, 102 (85%) underwent a diagnostic cardiac catheterization procedure, whereas in 18 (15%) patients an interventional procedure was performed. Complications were encountered in 7 (5.8%) patients, aged from 9 days to 15 years (3.5±4.2 years). There were femoral hematoma in two patients, femoral bleeding in one patient, femoral thrombosis in two patients, bradycardia in one patient, and a patient developed respiratory arrest during sedation (with midazolam). Femoral venous thrombosis, which was seen in two patients, was treated with low molecular weight heparin in one case and with low molecular weight heparin and pentoxifylline in the other. Two patients who developed femoral hematoma underwent local treatment. One patient developed resistant bradycardia, for which a temporary pacemaker was inserted. A patient with femoral hemorrhage was treated with protamine sulfate. One patient, who developed respiratory arrest due to midazolam, was treated with respiratory support. All patients were discharged in a good condition after the treatment. The complications in patients who underwent cardiac catheterization in our clinic, and the risk factors for these complications were analyzed retrospectively. Patients undergoing cardiac catheterization should be closely monitored in terms of possible local and general complications. The incidence of the complications can be reduced by taking appropriate measures. The morbidity and the mortality can be reduced by early diagnosis and treatment of the complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
Ferhat Gökmen, Hakan Türkön, Ayla Akbal, Hatice Reşorlu, Yılmaz Savaş, Mustafa Reşorlu, Beşir Şahin İnceer, Muammer Müslim Köse
Araştırma makalesi
Özeti
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
The RelatIonshIp Between Inflammatory Parameters And
atherosclerosIs WIth IschemIc ModIfIed AlbumIn Levels In Sjögren
syndrome
Bu çalışmada Primer Sjögren Sendromu hastalarında (pSS)
iskemik modifiye albümin (İMA) düzeyleri ve Karotis intima media
kalınlığını (KIMK) belirlemeyi ve İMA düzeyleri ile inflamatuvar
parametreler ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmayı
amaçladık. Çalışmaya 20 pSS hastası ve 20 sağlıklı kontrol alındı.
Klinik ve laboratuvar değerlendirmede eritrosit sedimentasyon hızı
(ESH), C-reaktif prrotein (CRP), vizüel analog skalası (VAS)- ağız
ve VAS-göz kuruluğu parametrelerinden yararlanıldı. Çalışmaya
katılanların tamamı kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 46.6±9.1
yıl idi . Primer SS hastalarının yaş ortalaması 47.1±7.7 yıl, kontrol
grubunun yaş ortalaması 46.1±10 yıldı. Primer SS hastalarının
ortalama hastalık süresi 5.8±4.4 yıl idi. Hasta ve kontrol grupları
arasında İMA değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir
fark bulunmadı (Sırasıyla 506.4±52.8 AbsU vs 482.7±34.7 AbsU;
p=0.101) ve klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Karotis intima
media kalınlığının hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (Sırasıyla 0.70±0.13
mm vs 0.61±0.09 mm; p= 0.016). Karotis intima media kalınlığı ile
klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde KIMK ile yaş
(r=0.700, p<0.001) ve ESH (r=0.312, p=0.05) arasında pozitif yönlü
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak
çalışmamızda İMA değerlerinin normal, KIMK değerlerinin ise yüksek
olduğu ve her ikisi arasında herhangi bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.
Karotis intima media kalınlığının yüksek olması, kardiyovasküler
risk faktörlerine sahip olmayan pSS hastalarında kardiyovasküler
hastalıkların habercisi olabilir. Primer SS hastalarında İMA düzeylerini
değerlendirmek için daha fazla klinik çalışmaya ihtiyaç vardır.
The goal of this study was to determine ischemic modified albumin
(IMA) levels and the carotid intima-media thickness (CIMT) in Primary
Sjögren Syndrome(pSS) patients. We also aimed to search the
relationship between inflammatory parameters and atherosclerosis
with ischemic modified albumin levels. Twenty pSS patients and
20 healthy control subjects were enrolled in this study. Clinical
evaluations were done by using clinical parameters [Visual analog
scale (VAS), dryness of mouth and eyes] and laboratory parameters
[erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP)].
All patients were females. The mean age of all subjects was 46.6±9.1.
The mean age for pSS patients was 47.1±7.7 years, and 46.1±10
years for healthy subjects. The duration of disease in pSS patients
was 5.8±4.4 years. There were no statistically significant differences
between IMA levels of patients and healthy subjects (506.4±52.8
AbsU and 482.7±34.7 AbsU respectively; p=0.101). There were also
no statistically significant corelation for clinical parameters. The CIMT
were statistically significantly higher for patients when compared to
healthy subjects (0.70±0.13 mm and 0.61±0.09 mm respectively; p=
0.016). When we analyzed the relationship between CIMT and clinical
parameters, we determined statistically significant positive corelation
between CIMT and age (r=0.700, p<0.001), and ESR (r=0.312,
p=0.05). As a result, our study revealed normal IMA levels and higher
CIMT levels, and no corelation between both of them. The higher
levels of CIMT levels may be a precursor of cardiovascular disease
in PSS patients without cardiovascular risk factors. Further clinical
studies are now required to evaluate IMA levels in pSS
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hırsutızmde Kardıyovaskuler Rısk Acısından Hdl Alt Gruplarının Tayını
Mehmet Gürbilek, Mehmet Aköz, Hüseyin Vural, Mine Kaymakçı, Mahmut ay, Mürsel Gökçen
Araştırma makalesi
Özeti
Hırsutızmde Kardıyovaskuler Rısk Acısından Hdl Alt Gruplarının Tayını
The DetermInatIon Of Hdl-Cholesterol Levels As CardIovascular RIsk Factor In HIrsutIsm.
Hirsutismus'lu 23 hastada, serum total ko-lesterol, LDL- kolesterol, HDL- Kolesterol, HDL2- kolesierol ye HDL3- kolesterol seviyeleri 18 normal kadinlarazki ile karplavtrildt. Hirsutismus'lu grupta HDL-kolesterol ye HDL-2 kolesterol onemli mik-tai-da diisiiktii (p<0.01). Dugiik HDL- kolesterol ye HDL,- kolesterol seviyeleri hirsutismuslu vakalarda ateroskleroz riskini arttrabilecegi kanaatine varildt.
In this study, the serum total cholesterol, LDL-cholesterol, HDL-cholesterol. HDL2-cholesterol and HDL3- cholesterol levels of 23 hirsutic patient were compared with 18 normal women. HDL-cholesterol and HDL2-cholesterol levels were significantly lower in hirsutic group than in control (p<0.01). It is known that low levels of HDL-cholesterol can he considered as a risk marker for atherosclerozis. We conculuded that low HDL-cholesterol and HDL2- cholesterol leyel.s- in hirsutism may constitute an im-portant risk factor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
Halil İbrahim Serin, Aylin Okur, Uğur Yıldırım, Cebrail Ataş, Serkan Şenol, Dilşad Amanvermez Şenarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
The Value Of MetallIc EndoprosthesIs In Treatment Of AtherosclerotIc IlIac Artery DIsease
Bu çalışmada alt ekstremite tıkayıcı hastalıkların tedavisinde
metalik endoprotezlerin başarı oranlarını saptamak amaçlanmıştır.
Alt ekstremite tıkayıcı arter hastalığı olan, yaşları 38 ile 64 arasında
değişen,1 kadın 20 erkek, 21 hastanın 23 lezyonuna yeterli kan
akımını sağlamak amacıyla intraarteriyel stent yerleştirildi. Yirmiiki
Wallstent ve 4 Strecker stent yerleştirildi. Metalik endoprotez
yerleştirme sırasında bir olgu hariç herhangi bir teknik başarısızlık
oluşmadı. Primer teknik başarı %95.2 idi (20/21 hasta). Teknik
başarısızlık olan olguda bilateral ana ilyak arter lezyonu mevcuttu.
Perkütan Transluminal Anjiyoplasti ile yeterince geniş ve düzgün
damar lümeni elde etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu
yetersizlik PTA’dan sonra intravasküler metalik stentler ile en aza
indirilebilir.
The purpose of this study was to determine the success rate of metallic endoprosthesis in treatment of occlusive disease of lower extremities. Twenty three lesions in 21 patients (1 women, 20 men) whose age ranged from 38 to 64 years with occlusive artery disease of lower extremity placed intraarterial stent in order to provide adequate blood flow. Intraarteriel self-expandable wallstent was 22 and strecker stent was 4. We didn’t encounter any technical problem during metallic endoprosthesis placement except one case. Primary technical success rate was 95.2% (20/21). One case with technical failure had bilateral arteria iliaca communis lesion. To obtain a sufficiently wide and smooth vessel lumen may not always possible by Perkütan Transluminal Anjiyoplasti. This insufficiency may minimize by the metallic intravascular stents after from PTA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Ozge Kucur, Sultan Kavuncuoğlu, Mahmut Cem Tarakçıoğlu, Müge Payaslı, Esin Yıldız Aldemir
Araştırma makalesi
Özeti
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Neurodevelopmental Outcomes Of Moderate/late Preterm Infants At 11-12 Years Of Age
Amaç: Orta/geç preterm doğan 11-12 yaşındaki çocukların nörogelişimsel sonuçlarını ve okul başarısını araştırmayı ve prognozu etkileyen risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında izlenen orta ila geç preterm bebekler çalışmaya dahil edildi; çocuklar 2016 yılında hastanemiz pediatri polikliniğinde muayene edildi. Perinatal ve neonatal dönem öyküleri hastane veri tabanından elde edildi. Somatik büyüme özellikleri yorumlandı. Nörogelişim, Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC-R) ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Pediatrik Semptom Kontrol Listesi (PSC) uygulandı. Sosyoekonomik düzeyin nörogelişimsel sonuç üzerindeki etkisi incelendi. Okul performansı karne notları kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.6 olan 41 çocuk değerlendirildi. Somatik büyüme ile ilişkili risk faktörleri anne yaşı (>35 yaş), fetal distres ve patent duktus arteriyozus idi. Sepsis, sözel zekada bir azalma ile ilişkilendirildi; periventriküler lökomalazi hem sözel hem de performans zekası üzerinde olumsuz etkilere sahipti. Sosyoekonomik düzey, performans ve tam ölçekli zeka ile orta düzeyde bir korelasyon gösterdi. PSC puanı pozitif olan çocukların zeka bölümü anlamlı olarak daha düşüktü.
Sonuç: Orta ila geç preterm bebekler, beynin tam olgunlaşmaması ve doğum sorunları nedeniyle hem nörolojik hem de gelişimsel olarak geride kalmaktadır. Erken prematüre bebeklere benzer şekilde, bu çocuklar uzun süre izlenmelidir; aile desteği, rehabilitasyon ve özel eğitim ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Background: We aimed to investigate the neurodevelopmental outcomes and school success of 11- to 12-year-old children born as moderate/late preterm infants and identify risk factors affecting prognosis.
Methods: Moderate/late preterm infants followed in the neonatal intensive care unit between January 2004 and December 2004 were included, and the children were examined again in our pediatrics outpatient clinic in 2016. Perinatal and neonatal histories were obtained from the hospital database. Physical growth characteristics were interpreted. Neurodevelopment was evaluated using the revised Wechsler Intelligence Scale for Children (WISC-R). The Pediatric Symptom Checklist (PSC) was also applied. The effect of socioeconomic level on neurodevelopmental outcome was examined. School performance was evaluated using report card grades.
Results: Forty-one children with a mean age of 11.6 years were evaluated. Risk factors associated with physical growth outcomes were maternal age of >35 years, fetal distress, and patent ductus arteriosus. Sepsis was associated with a decrease in verbal intelligence while periventricular leukomalacia had negative effects on both verbal and performance intelligence. Socioeconomic level showed a medium correlation with performance and full-scale intelligence. The intelligence quotients of the children with positive PSC scores were significantly lower.
Conclusions: Moderate/late preterm infants lag both neurologically and developmentally due to incomplete maturation of the brain and natal problems. Similarly, to early preterm infants, these children should be monitored for extended periods, and family support, rehabilitation, and special education needs should be met.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Yöresınde Yaşayan Asemptomatik Kışılerde Serum Selenyum Düzeylerı
Ali Bayram, Mehmet Erkoç, İdris Akkuş, Aşkın Işımer, Ahmet Soyal, Ahmet Aydın, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Yöresınde Yaşayan Asemptomatik Kışılerde Serum Selenyum Düzeylerı
Serum SelenIum Level In AsymptomatIe People LIvIng In And EnvIronınent Of Konya
Konya ve yöresinde kazaların beyaz kas has-talıgının sık görüldüğü yMerde yaşayan 65 ve bu hastalığın endergön:ildüğü yerlerde yaşayan 33 olguda serum selenyum düzeyi ara,sıtrıldı. ilk grupta selen-yum düzeyi 60.425±11 .727 gl, ve ikinci grupta 70.849±12.868 pg11- olup, iki grup arasında anlamlı şekilde farklılık buundu (p<0.01). Özellikle ilk grup-taki selenyum düzeyi, yetişkinler için normal selen-yum düzeyi olarak bildirilen 78-320 pgiUlik degerin oldukça altındadır. Epidemiyolojik ve klinik çalışmalar selenyum düşüklügünün kardiyovasküler hastalıkların etyoloji-sinde rol oynayabileceğini göstermektedir. Bu neden-le; her iki grubun yaşadığı bölgelerde koroner risk faktörlerinin tesbiti, koroner kalp hastalığı insidensi-nin belirlenmesi ve konuyla ilgili prospektif çalışmalar yapılmasının uygun olacağı kanaatine varıldı.
Serum selenium levels were investigated in both 65 cases who are living where white muscle disease of lambs were often observed and 33 cases where the disease seen rarely. The selenium level was 60.425±11.727 in first group and 70.849±12.868 pıgli, in the second and statistically significant difference was observed between the two groups (p<0.01). Particulary in the first group the selenium level was lower (han the values which reported as normal (78-320 !mit) selenium levels. Epidemiological and clinical studies indicate that low selenium levels can be an etiological cause for cardiovascular disease. Therefor it may be suggested that determination of coronary risk factors, incidance of coronary heart disease and fulfilling of prospective studies relatid with the subject would be usefil.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Hastalarında Ateroskleroz Riski Daha Mı Düşük?
Lütfullah Altıntepe, Murat Demir, Halil Zeki Tonbul, Mehmet Akif Düzenli, İbrahim Güney, Süleyman Türk, Mehdi Yeksan
Araştırma makalesi
Özeti
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Hastalarında Ateroskleroz Riski Daha Mı Düşük?
Is AtherosclerosIs RIsk Lower In Capd PatIents?
Amaç: Aterosklerotik kalp hastalığı kronik böbrek yetmezliği (KBY) hastalarda morbidite ve mortalitenin başlıca nedenidir. Bu çalışmada erken dönem aterosklerozun bir bulgusu olarak yorumlanan artmış karotid arter intima media kalınlığı (İMK) ile çeşitli kardiyovasküler hastalık risk faktörlerinin sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyaliz (HD) hastalarında karşılaştırılması amaçlandı. Metod: Kliniğimizde takip edilen hastalardan rastgele örnekleme yöntemiyle seçilen 25 hemodiyaliz (12E, 13K; ortalama yaş 42.3±11.4 yıl, diyaliz süresi 32.6 f 19.5 ay) ve 28 periton diyaliz hastası (10E, 18K; ortalama yaş 41.8±9.5 yıl, diyaliz süresi 25.5±22.1 ay) çalışmaya dahil edildi. Diabetesmellitusu olan ve 10 yıldan uzun süreli diyalize giren hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Tüm hastaların ekokardiografileri ve karotis arter incelemeleri, hastaların klinik ve laboratuar bilgileri belirtilmeden aynı kardiyolog tarafından yapıldı. Bulgular: SAPD hastalarıyla karşılaştırıldığında, HD hastalarında hem homosistein düzeyi hem de karotid arter İMK anlamlı olarak arttığını saptadık (sırasıyla p=0.012 ve p=0.011). Buna karşın SAPD hastalarında total kolesterol ve trigliserid düzeyleri daha yüksek saptandı (sırasıyla p=0.0001 ve p=0.008). HD hastalarında; İMK ile homosistein düzeyi arasında pozitif ilişki saptanırken (r=0.677, p=0.001), SAPD hastalarında ise böyle bir ilişki tespit edilmedi. Sonuç: SAPD hastalarında hem erken dönem aterosklerozun bulgusu olan İMK hem de homosistein düzeyleri daha düşük olarak saptandı. SAPD tedavisi ateroskleroz gelişimi açısından daha avantajlı bir tedavi seçeneği olabilir.
Aim: Atherosclerotic heart disease is the most causes of morbidity and mortality in chronic renal failure patients. We compared CAPD and HD patients for cardiovasculer disease (CVD) risk factors and increased mean carotid artery intima media tickness (MCIMT) that results early atherosclerosis. Method: 25 HD patients (12 M, 13 F, mean age 42.3 11.4 year, dialysis time 32.6 19.5 month) and 28 CAPD patients (10 M, 18 F, mean age 41.8 9.5 year, dialysis time 25.5 22.1 month) in our clinic were included to the study. All patients bilateral carotid arteries examined by B mode ultrasonography and measured MCIMT. Patients with diabetes mellitus and more than 10 years undergo dialysis excluded. Results: In HD patients homocystein level and MCIMT are higher when compaired with CAPD patients. (in order p=0.012 and p=0.011). But in CAPD patients plasma total cholesterol and triglycerid levels are higher than HD patients. (in order p=0.001 and p=0.008) There is a positive correlation between MCIMT and homocystein level in HD patients (p=0.001, r=0.677) but not yet in CAPD patients. Conclusion: In CAPD patients MCIMT; early sign of atherosclerosis and homocystein level are lower. CAPD may be more advantageous and defender for atherosclerosis with renal replacement therapy patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
Ümit Kamış, Hamiyet Pekel, Banu Turgut Öztürk, Khaligoul Akyer
Araştırma makalesi
Özeti
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
EvaluatIon Of ClInIcal CharacterIstIcs Of Globe LaceratIons
Amaç: Göz travmaları içinde görme kaybına en çok neden olan göz küresi laserasyonlarının klinik özelliklerinin incelenmesi ve risk faktörlerinin saptanması. Gereç ve yöntem: Çalışmamız kapsamında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı’nda takibi yapılmış göz küresi laserasyonu olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimiz dosya kayıtlarından olguların yaş, cinsiyet, etkilenen göz, yaralanma esnasında yapılmakta olan aktivite, yaralanmadan sorumlu madde, yaralanma bölgesi, yaralanma sonrası kliniğimize başvurana kadar geçen süre, başlangıç görme keskinliği, yapılan cerrahi prosedür, izlem süresi sonundaki, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği ile ilgili bilgiler incelendi. Bulgular: Delici göz yaralanmasına maruz kalan 215 olgunun 168’i (%78.1) erkek, 47’si (%21.9) kadındı. Yaralanma anında yapılmakta olan en sık aktivite iş ve ev faaliyetleri (%51.6), en sık sorumlu madde ise kesici ve delici maddelerdi (% 55.8). Yaralanmaların lokalizasyona göre dağılımı incelendiğinde en sık korneal (110 olgu, %51.2) yaralanma görüldüğü saptandı. Başlangıç görme keskinliği 157 (%77.3) olguda 0.1 ve altındaydı ancak tedavi sonrası stabilleşen görme keskinlikleri değerlendirildiğinde 62 (%31.5) olguya düşmekteydi. Cerrahi prosedür olarak 149 (%69.3) olguya korneal veya korneoskleral tamir, 52 (%24.2) olguya tamirin yanı sıra katarakt ekstraksiyonu, 5 (%2.3) olguya yabancı cisim çıkarılması, 9 (%4.2) olguya ise evisserasyon uygulanmıştır. Sonuç: Teknolojik yeniliklere rağmen göz küresi laserasyonları sonrası görme kaybı oranının oldukça yüksek olması bu kazaların önlenmesinin daha önemli olduğunu göstermektedir. Çalışmamızda saptanan risk gruplarının kazalar konusunda bilgilendirilmesi ve riskli aktiviteler esnasında koruyucu önlemlerin alınması göz küresi laserasyonlarının azalmasını sağlayabilir.
To analyse the clinical characteristics of globe lacerations known as the main cause of visual loss due to ocular trauma and determine the risk factors. Material and method: This retrospective study included perforating eye injuries followed at the Ophthalmology Department of Selcuk University. The following parameters of cases are recorded from registrations of our clinic: age, sex, affected eye, activity at the time of injury, causative agent, localization of injury, the length of time from injury to the initial examination in our clinic, initial visual acuity, surgical procedure, best corrected visual acuity measured at the last visit. Result: Of the 215 cases with perforating eye injuries 168 (78.1%) were male and 47 (21.9%) were female. The most common activity at the time of injury was home and work activities in 51.6% of cases caused by cutting and perforating matters in the majority. Analysis of injury localization revealed cornea as the most comman affected region in (110 cases 51.2%). The initial visual acuity was equal to or below 0.1 in 157 (77.3%) of cases. This number of cases decreased to 62 (31.5%) when the stabilised final visual acuity was determined. The surgical intervention was corneal or corneoscleral reparation in 149 (69.3%) cases, cataract surgery in addition to reparation in 52 (24.2%) cases, foreign body extraction in 5 (2.3%) cases and evisseration in 9 (4.2%) cases. Conclusion: Despite advances in technology, the high incidence of visual loss after perforating globe injuries pointed out the importance of preventive efforts. Increasing the knowledge of risk groups about eye injuries, taking the necessary preventive measures during risky activities would decrease perforating eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
Bahar Kandemir, Mehmet Bitirgen, Emel Türk Arıbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Cases WIth Acute VIral HepatItIs HospItalIzed Between 1990-2004 In The ClInIc Of InfectIous DIseases, Meram Faculty Of MedIcIne, Selcuk UnIversIty
Amaç: 1990–2004 yılları arasında kliniğimizde akut viral hepatit tanısı ile yatan 561 olgu etyolojik, epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar özelliklerinin belirlenmesi amacı ile geriye dönük olarak değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Akut hepatit semptom ve bulguları olan hastalarda viral hepatit belirleyicilerinin saptanmasında ELISA ve PCR yöntemleri kullanıldı. Bulgular: Olgular 7–77 yaş arasında olup yaş ortalaması 26.76±14.51 idi. Olguların 297’si erkek, 264’ü kadın olup 270’i (%48.2) HAV, 233’ü (%41.5) HBV, 18’i (%3.2) HCV, 3’ü (%0.5) HDV, 1’i (%0.2) HEV, 4’ü (%0.7) HAV+HBV koinfeksiyonu, 3’ü (%0.5) diğer ve 29 tanesi (%5.2) etiyolojisi saptanamayan grupta yer aldı. Hepatit A olgularının en sık sonbahar ve kış aylarında ve daha çok öğrencilerde görüldüğü saptandı. Olguların 377 tanesinde (%67.2) bulaşma yolu saptanamadı. En sık görülen yakınmalar halsizlik (%73.8), sarılık (%67), bulantı (%66.1) ve idrar renginde koyulaşma (%56.9) idi. En sık görülen bulgular ise ikter (%85), hepatomegali (%44) ve splenomegali (%8.2) idi. Ortalama AST değeri 1433.38 (106–7963), ortalama ALT değeri 1951.96 (218–15596), total bilirübin ortalama değeri ise 9.13 (1.3–35) idi. Sonuç: Olguların büyük bir kısmında bulaş için herhangi bir risk faktörünün bulunamaması, aşılanma ile önlenebilir olması hepatit A ve B’ye karşı aşılamanın önemini ortaya koymuştur.
Aim: Patients who diagnosed acute viral hepatitis between 1990-2004 were avaluated for etiological, epidemiological, clinical and laboratory characteristics, retrospectively. Material and method: Patients who had acute symptoms and physical examination findings suggesting acute viral hepatitis were evaluated by ELISA and PCR methods. Results: Mean age of the patient group was 26.76±14.51 years (7-77). 297 of the patient groups were male, 270 of them were female. Acute viral hepatitis A, B, C, D, E were diagnosed in 270 (48.2%), 233 (41.5%), 18 (3.2%), 3 (0.5%), 1 (0.2%) patients respectively. Hepatitis A + B coinfection were diagnosed in 4 (0.7%) patients whereas; in 29 patients (5.2%) diagnosis remained obscured. Acute viral hepatitis A was tend to occur in students during autumn and winter. Route of infection could not be identified in 377 (67.2%) patients. Weakness (73.8%), jaundice (67%), nausea (66.1%) and dark urine (56.9%) are the most frequent complaints whereas; jaundice (85%), hepatomegaly (44%) and splenomegaly (8.2%) were the most common signs noted during physical examination. Mean AST, ALT, total bilurubin values were 1433.38 (106-7963), 1951.96 (218-15596), 9.13 (1.3-35) respectively. Conclusion: Value of anti-hepatitis A and B virus vaccination is underlined because of lackness of any transmission-associated risk factors in majority of acute viral hepatitis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
Halil Kunt, Hayri Dayıoğlu, Muhammed Kasım Çaycı
Araştırma makalesi
Özeti
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between Bone MIneral DensIty WIth VarIous RIsk Factors In Postmenopausal Women In Kutahya ProvInce
Osteoporozun postmenopozal kadınlarda görülme sıklığı çeşitli faktörlere bağlı olarak artmaktadır. Kütahya da yaşayan kadınlarda osteoporoza neden olan risk faktörlerini değerlendirmek amacıyla bu çalışma gerçekleştirildi. Kütahya devlet hastanesi DEXA birimine kemik mineral yoğunluğu ölçümü için başvuran menopoza girmiş yaşları 40-82 arasında değişen 103 kadının dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) cihazıyla a-p pozisyonunda lumbar omur (L1- L4) kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçümleri yapılmıştır. Çalışma verileri anket sonuçları kullanılarak elde edildi. Değerlendirme grupları Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Osteoporoz sınıflandırmasına göre DEXA ölçümleri, T skor -1,0 SD’ den büyük normal, T skor -1,0 SD ile -2,5 SD arası osteopeni ve T skor -2,5 SD’ den daha düşük olanlar osteoporoz olarak gruplandırıldı. Olguların % 86’sının ev hanımı, % 85’inin eğitiminin ilköğretim olduğu ve olguların tümünde aktivite düzeyinin düşük olduğu saptandı. Osteoporoz ve osteopeni grubunun normal gruba göre daha yaşlı olduğu saptandı (p0.05). Çalışmamızın sonuçlarından yaşa bağlı osteoporoz riskinin arttığı, yaşam stili ve sosoyodemografik karakteristiklerin kemik mineral yoğunluğundaki düşüşlerde etkili olduğu tespit edilmiştir.
Frequency of osteoporosis in postmenopausal women is rising depending on various factors. This study is aimed at to analyse the risk factors that cause osteoporosis for women living in Kütahya. The assessment of bone mineral density (BMD) of Lumbar vertebral bone (L1-L4) via dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) machine in a-p position was carried out on 103 women, aged between 40- 82 who had already been in menopause and applied to Kütahya Devlet Hastanesi (Kütahya State Hospital) department of DEXA for assessment of bone mineral density. Study data were achieved from survey results. Experimental group was evaluated according to World Health Organisation (WHO)’s Osteoporosis Classifications via DEXA assessments as T score -1,0 SD> normal, T score -1,0 SD and -2,5 SD is osteopeni and T score <-2,5 SD is osteoporosis. It was observed that all the respondents are housewifes, primary school educated and have a low activity level. It was observed again that the responders who are osteoporosis and osteopenia are older,shorter; particularly, osteoporosis group is 3 cm shorter and have less weight than normal group of people. The group of people who are osteoporosis and osteopenia have a lower age of first and last menstruation than normal people. Yet, they have a higher breast-feeding duration. It was detected that the patients have a lower T scores who had used cortisone for a long time and had bone fracture than who didn’t have any. It was detected again that the scores fell down depending on tested people’s decreasing in come, however, they rose depending on tested people’s rising education status. It was detected that the T scores of people who are leading a rural life was lower than who are leading a urban life. As a result of our study it was noticed that risk of osteoporosis rises depending on age, life style, characteristics of sociodemographic are effective on falling of bone mineral density.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Osman Serhat Tokgöz, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesinde Bası Yara İnsidansı Ve Risk Faktörleri
Pressure Ulcers IncIdence And RIsk Factors In IntensIve Care UnIt Of Norology
Bası yaraları morbidite ve mortaliteye yol açan önemli bir problemdir. Bu prospektif çalışmada nöroloji yoğun bakım ünitesinde bası yarası gelişme insidansı ve risk faktörleri araştırıldı. Bir yıl boyunca yoğun bakımda takip edilen 46 hastada bası yarası tespit edildi ve bulunan bası yaraları “National Pressure Ulcer Advisory Panel” e göre evrelendirildi. Yaş, yoğun bakımda kalış süresi, ortalama arteriyel basınç, basınç ülser derecelendirilmesi, hemoglobin ve albumin seviyeleri ve komorbid durumlar ile bası yarası ilişkisi araştırıldı. Bulgular: Nöroloji yoğun bakım ünitesinde yara gelişme insidansı %15 bulundu. Hipoalbümineminin, kas gücü kaybı şiddetinin, uzamış yoğun bakımda yatış süresinin bası yarası oluşma riskini anlamlı derecede artırdığı tespit edildi. Başta protein malnütrisyonunu önlemek olmak üzere primer koruma yaklaşımları yoğun bakım ünitelerinde üzerinde durulması gereken en önemli konulardandır.
Pressure ulcers, a major problem worldwide, cause morbidity and lead to mortality. We aimed to conduct a prospective study which includes incidence of pressure ulcer and risk factors for pressure ulcers in intensive care unit of neurology. Forty-six patients were evaluated according to National Pressure Ulcer Advisory Panel during the ICU period strictly. Age, hospitalization period, mean arterial pressure, pressure ulcer degree, hemoglobin and albumin levels, and comorbidities were evaluated. The incidence of pressure ulcer in neurologic intensive care unit was 15%, and hypoalbuminemia, low muscular strength, and prolonged stay in intensive care unit are significantly high in pressure ulcer group than the control group. Primer prevention of pressure ulcers is one of the major issues in intensive care unit, especially to prevent protein malnutrition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Afyonkarahisar’da Okul Öncesi Eğitim Merkezlerinde Astım Ve Atopik Hastalıkların Prevalansı Ve Etkileyen Faktörler
Fatma Fidan, İhsan Hakkı Çiftçi, Nihal Kıyıldı, Mehmet Ünlü, Murat Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Afyonkarahisar’da Okul Öncesi Eğitim Merkezlerinde Astım Ve Atopik Hastalıkların Prevalansı Ve Etkileyen Faktörler
Prevalence And RIsk Factors Of Asthma And AtopIc DIseases In Pre-School EducatIon Centers In AfyonkarahIsar
Amaç: Bu çalışmada Afyonkarahisar’daki okul öncesi eğitim merkezlerinde (kreş, anaokulu) astım veatopik hastalıkların prevalansını ve ilgili risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışma Afyonkarahisar ilinde, 41 ayrı okul öncesi eğitim merkezinde öğrenim görmekte olan 1288 çocuktan, çalışmaya katılması ailesi tarafından onaylanan 1084 çocukta yapıldı. Sosyodemografik özellikler, astım ve atopik hastalıklar ve bu hastalıklarla ilişkili risk faktörlerini sorgulayan standart anket formu çocukların aileleri tarafından dolduruldu. Bulgular: Bin seksen dört öğrencinin yaş ortalamaları 5.7 ± 0.7 (3-6) olup, 505’i kız (%46.6), 579’u erkek (%53.4) idi. Çalışmada astım %3.1, alerjik rinit %5.0, egzema %1.8 oranında saptandı. Ailede astım ya da atopik hastalık hikayesi, astımı olan grupta (%44.1), astımı olmayan gruba göre (%25.5) anlamlı olarak daha fazla idi (p=0.015). Bebeklikte anne sütü alma astımı olan grupta anlamlı olarak daha düşük oranda bulundu (p=0.039). Astım için ailede allerjik hastalık hikayesi olmasının 2.3 kat, bebeklikte anne sütü almamanın 2.7 kat risk oluşturduğu bulundu. Astımı olan hastalarda hışıltılı solunum ve allerjik rinit sıklığı anlamlı düzeyde daha fazla iken, egzema sıklığı açısından farklılık saptanmadı. Sonuç: Okul öncesi eğitim merkezlerinde (kreş, anaokulu) 3-6 yaş grubu çocuklarda ailede allerjik hastalık bulunması ve bebeklikte anne sütü almamış olmanın astım için anlamlı risk faktörü olduğu bulundu.
Aim: We aimed to determine the prevalence and risk factors of asthma and atopic diseases in preschool education centers in Afyonkarahisar. Material and Method: Of the 1288 children in 41 preschool education centers in Afyonkarahisar, 1084 children, whose parents have approved the study, were accepted. A standard questionnaire interrogating sociodemographical status, presence and risk factors of asthma and atopic diseases was filled by the parents of the children. Results: The mean age of 1084 children was 5.7 ± 0.7 (3-6), 505 (46.6%) of them were girls and 579 (53.4%) were boys. The prevalence of asthma was 3.1%, allergic rhinitis 5.0% and eczema 1.8%. Presence of asthma or an atopic disease in the family was significantly higher in the group with asthma (44.1%) than without (25.5 %)(P=0.015). Intake of breast milk in the infancy was significantly low in the group with asthma (P=0.039). Presence of an allergic disease in the family was found to cause a 2.3 folds and absence of breast milk intake a 2.7 folds increase in the risk for asthma. In the children with asthma, wheesing and allergic rhinitis frequency was significantly high. While there was no difference in froguency of eczema. Conclusion: Presence of an allergic disease in the family and a bsence of breast milk intake in the infancy was found as significant risk factors for asthma in 3-6 age children in pre-school education centers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
Ömer Tanyeli
Araştırma makalesi
Özeti
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
Tahsin Gökhan Telatar, Sarp Üner, Hilal Özcebe, Burcu Küçük Biçer, Özge Yavuz Sarı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
DefInIng Falls And AssocIated RIsk Factors In Elderly Among Age Groups And Sex
Amaç
Araştırmada Türkiye, Sinop ilinde yaşayan yaşlıların düşme sıklıklarının ve düşmelerle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler
Kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini 2013 yılında Sinop ilinde yaşayan ve aile hekimliği bilgi sistemine kayıtlı olan 32506 kişilik 65 yaş ve üzeri nüfus oluşturmaktadır. Cinsiyet ve yaş gruplarına (65-74, 75 ve üzeri) göre yapılan tabakalama sonucunda 2463 kişilik örnek büyüklüğü belirlenmiş ve %92,1’ine ulaşılmıştır. Yapılandırılmış bir anket formu aracılığıyla katılımcıların bazı sosyo-demografik özellikleri, düşme durumları, günlük yaşam aktivitelerindeki fonksiyonellikleri, depresyon durumları ve düşmeler konusundaki farkındalıklarını içeren veriler toplanmıştır. Risk faktörlerinin düşmelerle ilişkisi dört farklı lojistik regresyon modeli kullanılarak hesaplanmıştır.
Bulgular
Araştırmaya katılan yaşlıların 65 yaşından sonra düşme prevalansları %36,4 olarak bulunmuştur. Herhangi bir okuldan mezun olmamış olmak, mevcut sağlık durumunu düşük puanlamış olmak, sürekli olarak ilaç kullanıyor olmak, günlük kullandığı ilaç sayısının fazla olması, desteksiz olarak yürüyememek ve depresyonda olmak her iki yaş grubu ve cinsiyet için de düşme riskini artıran faktörler olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir kronik hastalığa sahip olmak, yalnız yaşamak, düşme korkusu yaşıyor olmak, düşmeler konusunda farkındalığın düşük olması, günlük yaşsam aktivitelerinde bağımsız olmamak ve düşmelerden korunma hakkında yetersiz bilgi sahibi olmak yaş ve cinsiyet gruplarının en az ikisinde düşme riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur. Daha önce gelir getiren bir işte çalışmış olmak ve halen çalışıyor olmak ile düşme riski arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç
Düşmeler yaşlılık dönemi için önemli bir halk sağlığı sorunudur ve düşmelerin önlenmesi ile risk faktörlerinin kontrolü konularında ileriye dönük müdahalelerin planlanmasında 65 yaş üzeri nüfus içerisinde yaş ve cinsiyet gibi belirleyicilere bağlı olarak risk faktörlerinin değişiklik gösterdiği göz önüne alınmalıdır.
Aim
This study aims to determine the prevalence of falls and associated risk factors among elderly living in Sinop, Turkey.
Materials and methods
The universe of this cross-sectional study consists of 32506 people older than 65 years old whom are registered to the family physicians’ information system and live in Sinop. After stratification for sex and age (65-74, 75 and over) a sample size of 2463 and 92.1% were reached. Data about some of the socio-demographic characteristics, falling status, daily living activity functionalities, depression status and awareness about falls of the participants were collected via a structuralized questionnaire. Relations between falls and associated risk factors were assessed by four different logistic regression models.
Results
The mean of falling prevalence after age 65 among elderly was 36.4%. Not being graduated from any school, having low scores for current health conditions, using more than one drug daily, not being able to walk without support and being positive for depression are found to be risk factors for falling among both sex and age groups. Having a chronic disease, living alone, having fear of falling, having low awareness about falls, being dependent in daily living activities and having inadequate knowledge about prevention from falls are found to be risk factors for at least two of the sex and age groups. There were no statistically significant relations between falling risk and previous or current employment status.
Conclusion
Falls are important public health concerns among elderly and the variability of risk factors depending on determinants such as age and sex should be considered while planning further implementations targeting fall prevention and control of risk factors for elderly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İskemik İnmede Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Gül, Metin Bircan, Abdullah Sadık Girişgin, Başar Cander, Hasan Hüseyin Kozak
Araştırma makalesi
Özeti
İskemik İnmede Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of RIsk Factors In IschemIc Stroke
Amaç: Bu çalışmanın amacı iskemik inme epidemiyolojisi ile ilgili verilere katkıda bulunmaktı. Gereç ve Yöntem: Biz iskemik inme tanısı almış 99 olguyu inme risk faktörleri yönünden inceledik. Hasta ve kontrol grubu inme risk faktörleri açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Hipertansiyon (HT), atriyal fibrilasyon (AF) ve sigara; iskemik inmeli olgularda risk faktörleri olarak kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (P<0.05). Sonuç: Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında iskemik inmeli hastalarda diyabet ve dislipideminin anlamlı risk faktörü olmadığı görüldü (P>0.05).
Aim: The aim of this study was to contribute to the data about the ischemic stroke epidemiology. Material and method: We analyzed 99 patients with ischemic stroke regarding the stroke risk factors. The patients and the controls were compared in respect to stroke risk factors. Results: Hypertension, atrial fibrillation, and cigarette smoking was statistically significant as a risk factor in the stroke group compared with the control group (P<0.05). Conclusion: Diabetes mellitus and dyslipidemia have not been found as significant risk factors in patients with stroke when compared with the control group (P>0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Yahya Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Acute MyocardIal InfarctIon DurIng Early Preg-Nancy
37 ya§inda harm. anteroseptal bOlgede akut mi-yokart infarktiisii (AM!) lie koroner yogun bakim iinitesinde yattrrldr. Son adet kanamasunn 01- madrgou burada farketti. Yaptirrlart test sonunda ge-belik oldugu anlapich. Gebeligin ilk aymdaydr. in-farktusiin akut doneminde komplikasyon olmadt. Sonraki aylarcla yaprlan takiplerinde rahattr. drizenli kullanrldi. Gebeligin sekizinci ayinda 1800 gr dogum agirlikli vaginal yoldan prernatiir dogum oldu. Gehe hammlarm gogiis agrilarr miyokart in-farktiisli yOniinden iyi degerlendirilmeli, yac, hi-pertansiyon, sigara igme, fazla kilo, wile oykiisii gihi risk faktorleri araorrilmaltchr.
A 37 - year old woman was admitted to the co-ronary care unit (CCU) with the diagnosis of acute anteroseptal myocardial infarction. Three days post admission to the coronary care unit upon history of her menstrual status a pregnancy test was done and found to he positive. Her CCU care was continued and discharged without any complications. Her later phases of pregnancy was uneventful and underwent premature vaginal delivery at 8 months. This re-inforces the idea of close follow up of pregnant women with respect to possible angina pectoris if history reveals hypertension, diabetes. SMDking. overweight and other risk factors of myocardial in-farction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
Selma Güler, Mustafa Haki Sucaklı, Orçun Altunören, Ömer Faruk Kökoglu, Hasan Uçmak, Seyyit Kus, Ekrem Doğan, Gözde Yıldırım Çetin, Hayriye Sayarlıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Yetmezlikli Hastalarda İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of UrInary Tract InfectIons In PatIents WIth Renal InsuffIcIeny
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda gelişen idrar yolu
enfeksiyonlarında (İYE) predializ ile diyaliz hastaları ve 65 yaş altı
ile üstü hasta grupları arasında üriner enfeksiyon belirteçleri ve
muhtemel risk faktörlerini araştırmayı amaçladık. Ocak 2012 ve Aralık
2012 tarihleri arasında Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
Araştırma Hastanesi Nefroloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) tanısı olan ve İYE gelişen 82 hasta
retrospektif olarak değerlendirildi. prediyaliz KBY hastalar grup 1,
sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) ve hemodiyializ hastaları grup
2, olarak sınıflandırıldı. Hastaların 58’i (%70,7) diyaliz hastası iken,
24’ ü (%29,3) ise predializ KBY hastasıydı. Hastaların yaş ortalaması
diyaliz grubunda 50±21 iken prediyaliz grubunda ise 63,6±15,4, idi.
Hastaların 36 sı (%43,9) diyabetikdi. Vakaların 37’si (%45,1 ) ≥65
yaş olup, bu grupta kolesterol, trigliserid ve albümin değerleri 65 yaş
altı gruba göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Her iki grupta
da idrar kültürlerinde en sık üreyen mikroorganizma Escherichia coli
(E. Coli) idi. Diyaliz ve prediyaliz gruplarının karşılaştırılmasında
lökosit sayımı, eritrosit sedimentasyon hızı, tam idrar tahlili ve
CRP düzeyleri açısından gruplar arasında istatistikî olarak anlamlı
fark yoktu. Ateş, piyürü ve nitrit pozitifliğinin prediyaliz ve diyaliz
gruplarında sık olmasına rağmen her iki grup arasında istatistiksel
olarak fark bulunmadı. 65 yaş üstü grupta ise eşlik eden komorbid
durumlar idrar enfeksiyonuna eğilimi arttırabilir.
We aimed to investigate the markers and possible risk factors
of urinary infection in predialysıs patients with CRF and patients
undergoing dialysis by comparing groups younger or older than 65
years of age. We evaluated 82 patients with chronic renal failure
who have been followed by nephrology and infectous disease
policlinic due to urinary infection during January 2012 and December
2012 in medical faculty of Kahramanmaras Sutcu Imam University.
The patient in the predialysis period was accepted as group I, the
patients ongoing dialysis and continuous ambulatory peritoneal
dialysis (CAPD was accepted as group II. 58 (70,7%) of these
patients were in dialysis program. 34 (29,3%) were in predialysis
patients. The average age of the patients in predialysis group was 63,
62±15,482 and the average age of the patients in dialysis group were
50, 08±21,086. (45,1%) of these patients were ≥65 years old and
compared with serum levels of the kolesterol, trigliserid ve albumin,
levels in ≥65 years old cases were statistically significant than ≤65
years old cases. Escherichia coli was microorganism that the most
commonly isolated in urinary cultures in both groups. (43.9%) of
patients were diabetic. There was no statistical difference between
the levels of serum CRP, ESR and leucocytosis between the groups
(p>0.05). Fever, pyuria and nitrite positivity between the predialysis
and dialysis groups was statistically no significant. Comorbidity in the
group above 65 years of age may increase the tendency of infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Arterıografıde Damar Tutulumu Gosteren Olgularda Testosteron Ve Dheaso4 Duzeylerı İle Hdl-C Arasındakı
Mehmet Gürbilek, Alaaddin Avşar, Mehmet Aköz, Bünyamin Kaptanoğlu, Süleyman Kaleli, Bayram Korkut
Araştırma makalesi
Özeti
Koroner Arterıografıde Damar Tutulumu Gosteren Olgularda Testosteron Ve Dheaso4 Duzeylerı İle Hdl-C Arasındakı
RelatIonshIp Between Hdl-C And Testosteron As Well As Dheaso4 Levels In Subjects WIth Ar-TerIal Involvement Documented By AnjIography
HDL-C metabolizmastmn ateroskleroz olu-Finutna herhangi hir erkisinin olup olmadtgint in-celeyen pek uk calqnza yapthnzitirfapilan ca-l7malarda ateroskleroza karcz koruyucu nfiiis oldu,Onu g5steren often& bulgular mev-iiiltur.Kadinlarda HDL-C seviyesinin erkeklerden tlAct ►iiksek oldiOu bildirilrni tir.Diisfik HDL-C se-rsirairr va.sam tarzina nu yoksa endojen hO•111011htfilla rare baglt oldugu bilinrnemektedir. • Biz de calqinalartmizda aterosklemtik koroner aster- hastahgt gelisirrri iizerine HDL-C ile erkek seks hortnonlart anistndaki araotrdik. Koroner aster hastaltgt (KAH), koroner ar-terio;rafi tle tesbit edilen ve damar tutulumuna gore bir, iki ve iic dantar hastaltgt grublart ye koroner ar-te•iogrigi ile damar tutulurnu gestermeven olgular kontrol grubu olarak secildi.Olgulartn serumlarinda total koiestercl, HDL-C,LDL-C, total tes-tosteron,serbest testosteron ye DHEA SO4 Olciimleri Tiim KAH olgularda HDL-C ile serbest tes-tcsteron arasinda onemli bir korelasyon bulundu
A number of study investigating effects of HDL-C metabolism on atherosclerosis formation have been performed. These studies have shown that HDL-C has a protective role against at-herosclerosis. It has been staded that HDL-C levels of women are higher than those of men. It is not known whether this lower level of HDL-C in men de-pends on their life-style or endogen sex hormones. In our study, we investigated effects of HDL-C and male sex hormones on atherosclerosis. Patients were classified into three classes according to the number of arteries involved by coronary angioraphy as one, two and three arteries. Control group was choisen from subjects not showing any arterial in-volvement. Levels of serum total cholesterol, HDL-C, LDL-C , total testosteron, free testosteron and DHEA SO4 were analyzed in all subjects. A significant cor-relation was observed between free testosteron and HDL-C levels of all patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Tromboembolızm
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Kazım Gürol Akyol, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Tromboembolızm
Pulmonary Thromboembolısm
Pulmoner arterin ve dallannin kan yolu ile gelen trombus hava, yag, tumor parcast gibi bir cisimle ani olarak tikanmasidir (1). ABD'lerinde her yil yakla§ik 630 bin ki§i pulmoner emboliye maruz kalmakta yakla§ik 200 bin ki§i ise olmektedir. Te§his edi-lebilen ve tedavi altina alinanlarda mortalite % 8 ci-vartnda iken, to his edilemeyenlerde % 30'a yak-la§maktadir (2). Vakalann % 331inde derin den trombozu tespit edilmi§tir (3,4). Pulmoner tromboembolizm 19. assn ba§lanndan bed bilinen bir komplikasyondur. Onceleri trom-bils'Un arterin icinde oldugu du unulmu ancak daha sonralan embolik oldugu tammlanmi§tir. 1858`de Wirchow ilk defa pulmoner trombils diye isim-lendirilen hadisenin emboli oldugunu deneylerle ispat etmi§ ve bir triad tanimlarni§nr. Buna gore damar duvannda lokal travrna, kanin pihtila§maya egilimi ye stazdrr (5). Bu faktorler etyolojide hala gegerliligini korumaktadir. ETYOLOJI Pulmoner tromboemboliye yol acan nedenler, ba§ta trombusler olmak lizere:yag, hava, amnion tumor dokusu, parazit yumurtalan, kateter gibi yabanci cisimlerdir. Mitral stenozunda ye de-kornpanze vakalarda olmak iizere ortalama 3 kardiak otopsinin l'inde pulmoner arterde emboli bu-lunmu§tur. Ka1p yetmezligi olan atrial fibrilasyonlu veya myokard infarktusii gecirmi§ vakalarda sag kalp trombiis kaynagi olabilir. Aynca ventiz trom-bozu kolayla§tiran faktorlerde pulmoner enribolinin risk faktorleri arasindadir. Pulmoner emboli riskinin arttigi durumlar.
It is the sudden occlusion of the pulmonary artery and its branches by an object such as thrombus air, fat, tumor parcast coming through the bloodstream (1). In the USA, about 630 thousand people are exposed to pulmonary embolism every year and about 200 thousand people are exposed to it. While the mortality rate is 8% in those who can be diagnosed and are treated, it approaches 30% in those who cannot be felt (2). Deep thrombosis was found in 33% of the cases (3,4). Pulmonary thromboembolism is a known complication from the beginning of the 19th pain. Previously, the thrombus was thought to be inside the artery, but later it was defined as embolic. In 1858, Wirchow first demonstrated that the so-called pulmonary thrombosis was an embolism, and he described a triad. Accordingly, local travnia at the wall of the vessel stays with the tendency of the blood to clot (5). These factors still maintain their validity in etiology. ETIOLOGY The reasons leading to pulmonary thromboembolism are mainly thrombi and lysis: fat, air, amnion tumor tissue, parasite eggs, foreign bodies such as catheters. Pulmonary artery embolism was found in 1 out of 3 cardiac autopsies on average, with mitral stenosis being in de-cornized cases. The right heart may be the source of thrombi in cases with atrial fibrillation or past myocardial infarction. In addition, factors that facilitate ventricular thrombosis are among the risk factors for pulmonary enriboli. Situations where the risk of pulmonary embolism is increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konvansiyonel Koroner Anjiografide İzole Tek Koroner Arter Anomalisi Sıklığı
Nurcan Başar, İbrahim Akpınar, Osman Turak, Mahmut Mustafa Ulaş, Gökhan Lafçı, Özgül Malçok Gürel, Ahmet İşleyen, Ayşenur Ekizler, Kumral Çağlı, Halil Lütfü Kısacık
Araştırma makalesi
Özeti
Konvansiyonel Koroner Anjiografide İzole Tek Koroner Arter Anomalisi Sıklığı
Frequency Of Isolated SIngle Coronary Artery AnomalIes DurIng ConventIonal Coronary AngIography
İzole tek koroner arter anomalili (TKAA) olgular; klinik özellikleri, anjiyografik bulguları ve tedavi yöntemleri araştırılmak üzere geriye dönük değerlendirildi. Ekim 2005 ve Ekim 2008 tarihleri arasında Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Kardiyoloji Kliniğinde 27.714 hastaya tanısal amaçlı yapılan koroner anjiyografi (KAG) kayıtları incelendi ve TKAA tanılı 10 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalamaları 60±13, (dağılım 33–77 yıl ) idi, hastalardan 4’ ü erkek (%40), 6’ sı kadındı (%60) (yaş ortalaması sırasıyla 49±14,5 yıl; dağılım 33–68 yıl ve 67±8 yıl; dağılım 60–77 yıl). Hastaların başvuru sırasındaki klinik ve demografik özellikleri ve uygulanan tedavi yöntemleri kaydedildi ve KAG kayıtları izlenerek modifiye Lipton sınıflandırmasına göre sınıflandırıldı. Çalışmaya alınan kardiyak kateterizasyon yapılmış 27.714 hastanın 10 tanesinde TKAA tespit edilmiştir. Hastalardan 9 (%90) tanesinde tek koroner arter sağ sinüs valsalvadan orjin alırken, 1 hastada (%10) tek koroner arter sol sinüs valsalvadan orjin almıştı. Hastaların 4’ ünde (%40) ciddi aterosklerotik kalp hastalığı mevcuttu ve bu hastaların 2’ sine koroner baypas cerrahisi uygulandı. Diğer hastalar medikal takibe alındı. Tek koroner arter anomalileri nadir anomaliler olmasına rağmen özellikle KAG işleminin sık yapıldığı büyük merkezlerde insidental olarak daha sık saptanırlar. Birçok olgu klinik olarak iyi seyirlidir ve medikal izlem yeterlidir. Fakat tedavi planlanırken; klinik semptomlar, aterosklerotik kalp hastalığı varlığı, koroner anomalinin tipi dikkate alınmalıdır.
Patients with isolated single coronary anomaly were retrospectively evaluated for clinical features, angiographic findings and treatment options. Medical records of 27714 patients, who had undergone diagnostic coronary angiography in Türkiye Yüksek İhtisas Hospital between October 2005 and October 2008, were researched and 10 patients with the diagnosis of isolated single coronary artery were recruited into the study. The mean age of patients were 60±13 years (ranging from 33 to 77), 4 of them were men (40%) and 6 were women (60%); mean ages 49±14,5 years (ranging from 33 to 68) and 67±8 years (ranging from 60 to 77), respectively. The patient’s clinical and demographic features on admission, the treatment method used were recorded and the records of coronary angiography were examined again and were classified according to modified Lipton’s classification. Isolated single coronary artery anomaly was diagnosed in 10 patients in the group of a 27714 patients who had undergone coronary angiography. Single coronary artery was originating from right sinus valsalva in 9 patients (90%), and from left sinus valsalva in a patient (10%). Four patients (40%) had severe atherosclerosis and 2 of them had undergone coronary by-pass surgery. The rest of the patients were followed-up under medical treatment. Although isolated single coronary artery anomaly is a rare entity, in hospitals in which coronary angiographic procedures are frequent, its incidence is incidentally more common. In most of the cases clinical outcomes are well and medical treatment and follow-up is enough. In cases which we plan coronary intervention, clinical features, presence of the atherosclerotic disease and the type of coronary anomaly should be watched out.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Uzamış Üriner Retansiyon
Metin Kaba, Sezen Bozkurt Köseoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Postpartum Uzamış Üriner Retansiyon
Postpartum Prolonged UrInary RetantIon
Vajinal doğum sonrası üriner retansiyon sık görülmeyen bir
komplikas-yondur. Doğum eylemin 1. ve 2. fazının uzaması, izole
2. faz uzaması, forseps veya vakum ile müdahaleli doğum, perine
laserasyonu ve nulliparite risk faktörleridir. Üriner retansiyon
doğumdan hemen sonra gelişebileceği gibi daha sonra da gelişebilir.
Tedavi mesane kateterizasyon, antibiyotik tedavisi ve belli aralıklarla
kateterin çekilerek hastanın spontan miksiyon yapması takip edilir ve
miksiyon sonrası rezidüel idrar kontrolü yapılır. Spontan miksiyonun
olduğu ve geride rezidüel idrar kalmadığında düzelme sağlanmış
olur. Bu makalede nadir görülen, aralıklı kateter takılması ile tedavi
edilen bir pospartum uzamış üriner retansiyonu olgusunu sunarak bu
konuya dikkat çekmek istedik.
Urinary retention is not seen frequently after vaginal delivery.
Prolonged first and second stage of labor, isolated second stage
prolongation, forceps or vacuum application, perianal laceration,
nulliparity are risk factor for postpartum urinary retention. Urinary
retention may occur immediately after labor or later days. Treatment
consists of urinary catheterizing, antibiotic administration and
withdrawal of the catheter at regular intervals and checking
spontaneous micturition. Treatment of urinary retention is achieved
when there is no residual urine is seen after spontaneous micturition.
In this article we presented a postpartum urinary retention case which
treated with intermittent urinary catheterization in order to draw
attention about this subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezlerde Ağırlık Kaybı İçin Uygulanan Elektroakupunktur Ve Diyet Tedavisinin Serum Lipid Düzeylerine Akut Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Neyhan Ergene, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Obezlerde Ağırlık Kaybı İçin Uygulanan Elektroakupunktur Ve Diyet Tedavisinin Serum Lipid Düzeylerine Akut Etkileri
Acut Effects Of Acupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon For VveIght Loss In Obese People On Levels Of Serum LIpIds.
Amaç: Obezlerde elektroakupunktur tedavisinin vücut ağırlığına, serum kolesterol, trigliserit, HDL kolesterol ve LDL kolesterol düzeylerine etkilerini incelemektir. Yöntem: Yaş ortalamaları 39.8+5.3, vücut kitle indeksleri (VKİ) 34.8±3.3 olan 22 kadına elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 42.7±3.9, VKİ’leri 34.9±3.3 olan 21 kadına diyet programı uygulandı. Ayrıca yaş ortalamaları 43.3+4.3, VKİ’leri 32.2±3.4 olan 12 kadından da kontrol grubu oluşturuldu. Elektroakupunktur kulak noktalarından hungry ve shenmen, vücut noktalarından Ll 4, Ll 11, St 25, St 36, St 44 ve Liv 3 kullanılarak, günde tek seans, 30 dakika, diyet programı ise günde 1425 kcal. diyet verilerek 20 gün süre ile uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur uygulamasıyla % 4.8, diyet uygulaması ile % 2.9 oranında ağırlık kaybı gözlenirken; EA uygulamasıyla serum kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol düzeylerinde ve diyet uygu lamasıyla serum kolesterol, trigliserit düzeylerinde azalma gözlendi. Sonuç: Obezlerde elektroakupunktur uygu lanmasının, muhtemelen serum beta endorfin düzeyinin yükselmesiyle, lipolitik etki yaparak serum kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol düzeylerini düşürmesi, obezite ile birlikte görülen risk faktörlerini azaltabileceği ve ayrıca enerji depolarını mobilize ederek ağırlık kaybına katkı sağlayabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: To investigate the effect of acupuncture therapy in obeses on body weight, levels of serum cholesterol, triglycerides, HDL cholesterol and LDL cholesterol. Methods: Electroacupuncture applied to 22 women with mean body mass index (BMI) of 34.8+3.3 and mean age of 39.8+5.3 and diet restriction to 21 women with BMI of 34.9±3.3 and mean age of 42.7+3.9. Control group also consisted of 12 vvomen with BMI of 32.2+3.4 and mean age of43.3±4.3. Electroacupuncture (EA) applied to earpoints of Hunger and Shen Men, and to body points of Ll 4, Ll 11, St 25, St 36, St 44 and Liv 3 as önce daily for 30 minutes. Diet restriction was applied for 20 days as 1425 kcalorie diet program. Results: VVeight loss of 4.8% follovving electroacupuncture application and 2.5% follovving diet restriction and also on reduction of serum levels of cholesterol, triglycerides, LDL cholesterol follovving EA and cholesterol and triglycerides follovving diet restriction were observed. Conclusion: VVe presume that elec troacupuncture application in obeses rises serum beta endorphin level and therefore possible creates lipolytical effect thus reduces the levels of serum cholesterol, triglycerides, LDL cholesterol, then this may reduces the risk factors at obesity and mobilizes the energy Stores and causes a vveight reduction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner Kollateral Gelişimi İle Endotel Fonksiyonları
arasındaki İlişki
Şahin Kaplan, Şükrü Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Koroner Kollateral Gelişimi İle Endotel Fonksiyonları
arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between EndothelIal FunctIon WIth Coronary Collateral
development
Brakiyal arterden ölçülen, endotel fonksiyonunun göstergesi
olan akımla ilişkili vasodilation (AİD) kardiyovasküler risk faktörleri
ile ilişkilidir. AİD ile koroner kollateral oluşumu arasındaki ilişki
günümüze dek incelenmemiştir. Çalışmamızda bu ilişkiyi araştırdık.
Çalışmaya yaş ortalaması 59±11 olan toplam 91 hasta (12 kadın, 79
erkek) alındı. Koroner arterlerinden herhangi birisinde %90 ve üzeri
darlık bulunan hastalar çalışmaya dahil edildi. Koroner kollateral
varlığı anjiografik olarak Rentrop sınıflamasına göre yapıldı. Hastalar
iyi gelişmemiş kollateraller (Rentrop 0-1; 42 hasta) ve iyi gelişmiş
kollateraller (Rentrop 2-3; 49 hasta) olmak üzere 2 gruba ayrıldı.
Tüm hastalarda yüksek rezolusyonlu ultrason ile AİD ve nitrogliserine
bağlı vazodilatasyon ölçüldü. AİD iki grup arasında farklı bulunmadı
(4.55±0.69 vs 4.52±0.64, p=0.83). Sonuç olarak bu çalışmada,
brakiyal arterden ölçülen AİD’nin bozulması ile zayıf kollateral
oluşumu arasında bir ilişkinin olmadığı tesbit edildi. Bunun nedeni
kollateral damar oluşumunda birçok faktörün rol alıyor olması olabilir.
Flow-mediated vasodilation (FMD) of the brachial artery, which
is indicative of endothelial function is correlated with cardiovascular
risk factors. The relationship between FMD and collateral formation
in patients with coronary artery disease (CAD) has not been
investigated up to date. In our study, we investigated this relationship.
The study enrolled 91 (12 female, 79 male) patients with a mean
age of 59±11. In patients with at least one coronary artery stenosis
of %90 or greater were included in the study In the presence of
angiographic coronary collateral classification was made according
to Rentrop. Patients were divided into 2 groups as patients with
poor collaterals vessels (Rentrop grade 0 or l; 42 patients) and good
collaterals vessels (Rentrop grade 2 or 3; 49 patients). Using highresolution
ultrasound, both the FMD and sublingual nitroglycerininduced
vasodilation in the brachial artery were measured in all
patients. FMD was not significantly different between the two groups
(4.55±0.69 vs 4.52±0.64, p= 0.83). In conclusion, in this study, lack
of association between an impairment of FMD in the brachial artery
and the presence of poor collaterals was observed. The reason for
this, collateral formation is a complex phenomenon consisting of
several distinct processes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
Gülperi Çelik, Murat Tumuklu, Ali Başcı, Ercan ok
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
EvaluatIon ArterIal StIffness In ChronIc HemodIalysIs PatIents And The Related RIsk Factors
Amaç: Arteryel sertliğin göstergelerinden olan nabız dalga hızı (NDH) ve artırma göstergesi (AG), vasküler hasarın şiddetini belirlemede kullanılan invaziv olmayan yöntemlerdir. Geniş hasta sayısı içeren bu çalışmada, kronik HD hastalarında NDH ve AG değerlendirilerek, ilişkili olduğu risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem: Kronik HD programında olan toplam 881 hasta (%44’ü kadın) çalışmaya dahil edildi. Hastaların NDH ve AG ölçümleri nabız dalga analizi cihazı (Sphygmocor) kullanılarak, tek operatör tarafından yapıldı. NDH analizi karotid-radyal mesafeden ölçüldü. Aortik AG radyal arterden derive edilen aortik nabız dalga formlarından elde edildi. Tüm hastaların ekokardiyografi ile sol ventrikül geometrisi ve bioimpedens cihazıyla volüm durumu değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun ortalama NDH değeri 10.0 ±2.5 m/s, ortalama AG % 27±11 idi. AG’nin kalp hızı ile düzeltilmiş şekli olan AG -KH75 ise %29±11 olarak saptandı. NDH hastaların %29’da, AG ise %67’de sınır değerin üstünde bulundu. AG ve NDH arasında pozitif ilişki saptandı. AG yüksek ve normal olan hastalar karşılaştırıldığında; AG yüksek olan grupta, albumin değerleri daha düşük, ortalama kan basıncı değerleri, kardiyotorasik oranları (KTO) daha yüksek ve ejeksiyon süreleri daha uzun saptandı. AG boy ve kilo negatif ilişkili idi. AG 75 kilo ve boy ile negatif ilişkiliydi. AG 75 yüksek olanlarda, sol ventrikül hipertrofili (LVH ) hasta oranı daha çoktu. NDH değeri yüksek olan grupta erkek hasta oranı ve ortalama kan basıncı değerleri yüksek bulundu. Alt grup analizinde (n:408 hasta) NDH değeri ≥ 11. 5 m/sn olan grupta, < 8. 5 m/sn olana göre belirgin artmış interdiyalitik ağırlık artışı vardı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında, NDH ve AG gibi damar sertliğinin göstergesi olabilecek ölçümler, ortalama arter kan basıncı, kardiyotorasik oran, hipoalbuminemi, interdiyalitik ağırlık artışı ile ilişkiliydi. Bu parametrelerin kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile ilişkisi hemodiyaliz hasta topluluğumuzun takipleri sırasında açıklık kazacağını düşünüyoruz.
Aim: Pulse wave velocity (PWV) and augmentation index (AI) are indicators of arterial stiffness and non invasive methods of detecting the severity of vascular injury. This study included large sample size and evaluated PWV and AI in chronic hemodialysis (HD) patients to detect the related risk factors. Method: 881 patients on chronic HD program (44% females) were included in this study. PWV and AI of the patients measured by single operator using pulse wave analysis device (Sphygmocor). Pulse wave was measured from carotid-radial distance. Aortic AI was obtained from aortic pulse wave forms derived from radial artery .for all patients, left ventricular geometry was evaluated by echocardiography and volume status was evaluated by bioimpedence device. Results: The average PWV in patient group was 10.0± 2.5 m/s, average AI was 27±11%. AI -HR75, the heart rate corrected form at 75 beat/minute of AI was found to be 29±11%. PWV and AI were found above limit value in 29% and 67% of the patients respectively. A positive relation was found between PWV and AI. when patients with high and normal AI were compared, albumin values were lower while average blood pressure values, cardiothoracic ratio(CTR) were higher and ejection time longer in patients with high AI. AI had a negative relation with height and weight. AI 75 was also negatively related to height and weight. In patients with high AI75 Araştırma Yazısı 151 more patients had left ventricular hypertrofy (LVH). Male patients percentage and average blood pressure was higher in patients with high PWV. In the analysis of PWV of the subgroup (n:408 patients), evident interdialytic weight increase was present in the group with PWV of ≥ 11.5 m/ sc compared to the group of < 8.5 m/sc. Conclusion: measures that can be used to evaluate vascular stiffness like PWV and AI are related to average arterial blood pressure, cardiothoracic ratio, hypoalbuminemia, interdialytic weight increase. We think that the relation between these parameters and cardiovascular morbidity and mortality will become clear in the follow up of our hemodialysis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lateks Allerjisi
İsmail Reisli, Ruhiye Reisli
Derleme
Özeti
Lateks Allerjisi
Latex Allergy
Son yıllarda lateks allerjisi ile ilgili olgu sunuları ve araştırmaların yayınlandığı dikkati çekmektedir. Lateks antijeni ile meydana gelen anafilaktik reaksiyonların gösterilmesi ile önemli bir tıbbi sorun haline gelen bu konu özellikle riskli grupların tanımlanması ile daha da önem kazanmıştır. Lateks alerjisinin meydana gelmesinde en büyük risk faktörleri arasında lateks içeren ürünleri (eldiven, idrar sondası, kateter, vb.) yoğun olarak kullanma, alerjik bünye, el dermatiti, bayan cinsiyet, öyküde geçirilmiş cerrahi girişim ve diş tedavisi bulunması sayılmaktır. Sağlık personeli ve lateks endüstrisinde çalışan işçiler gibi bazı meslek grupları yoğun antijenik temas nedeniyle lateks allerjisi için risk altındadır. Ayrıca lateks allerjisi ile bazı meyve (muz, avakado, ananas, k,vi, vb.) allerjileri arasında çapraz reaksiyonlar bildirilmiştir. Lateks allerjisi hafif bir dermatitten hayatı tehdit eden anafilaktik reaksiyonlara kadar ilerleyen klinik durumlara neden olabilir. Bu yüzden lateks allerjisi için risk taşıyan bireylerde lateks allerjisi araştırılmalıdır. Böylece lateks ile ilişkili alerjik reaksiyonlar için önlemler alınması ve özellikle hayatı tehdit eden klinik durumların engellenmesi mümkün olacaktır.
The latex allergy has been increasingly recognised in recent years in both adultsand children. After anaphylactic type reactions due to latex has been shown as case reports, latex allergy became an important problem especially in medical practice. The majör risk factors in latex allergy are intense exposure to latex allergens (surgical gloves, catheters, etc.), atopy hand eczema, female gender, history of multiple operations and dental interventions. Some occupational groups such as health-care workers and workers in latex industry are under greater risk due to their possible frequent contact with latex. An association between latex allergy and allergy to various fruits (banana, avocado, pineapple, kiwi, etc) has been reported. Latex allergy is responsible for a wide spectrum of clinical symptoms ranging from a mild dermatitis to severe anaphylaxis in both adults and children. There fore an allergologic investigation for latex allergy should be considered for those from high-risk groups. Then, it will be possible to take precautions in order to prevent life-threatining allergic reactions by exposure to latex
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğu Döneminde Dkç'nın Tarama Programı Ve Ilgılı Faktörler
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Orhan Büyükbebeci, Ruhuşen Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Süt Çocukluğu Döneminde Dkç'nın Tarama Programı Ve Ilgılı Faktörler
ScreenIng Program For Cdıı And Related Factors In The InfantIle PerIod
Konya'daki beş hastanede, süt çocukluğu dönemindeki (3-24 aylar arasında) 4173 çocuk muayene edilerek bir tarama programı gerçekleştirildi. Bu çalışmanın gayesi DKÇfnın insidansını ve etyoloji ile ilgili faktörleri tespit etmekti. 56 çocukta DKÇ teşhis edildi (insidansı %1.3). Bu gruptaki hastaların 40'1 kız, 16'sı erkek idi. Kız çocuklarda 3 kat fazla sıklıkta görüldü. DKÇ tespit edilen çocukların hiçbiri rnakadi olarak veya sezeryenla doğmamıştı. Teratolojik tipte DKÇ tespit edilmedi. DKÇ ile kunciak uygulanması ve birinci derecedeki akrabalarca DKÇ görülme arasındaki ilişki istatistiki olarak önemli bulundu.
A screening program was perforrned at five hospital in Konya in which 4173 infants (range 3-24 months of age) were eamined. The goal of this study was to detection of incidense and related factors in the etiology of CDH. 56 infants with CDH were found (The incidense was 1.3%). The condition was 3 times more cornmon in girls than in boys (40 girls and 16 boys in this group). There was any infant with CDH who was delivered by ceserian section or breech presentation. Any teratologic CDH was detected. The relation of CDH with a definite family history and the hips were bundled in etension and adduction was found statistically significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
İdris Mehmetoğlu, Abdullah Sivrikaya
Derleme
Özeti
Sitosterolemi (ß-Sitosterolemi)
SItosterolemIa (ß-SItosterolemIa)
Amaç: Sitosterolemi; fitosterolemi olarak da adland›r›lan, artmış plazma ve doku sterol konsantrasyonuyla karakterize, çok nadir görülen otozomal resesif kalıtsal bir hastalıktır. Erken koroner ateroskleroza eğilim gösteren, tendon ve tüberoz ksantomlarıyla karakterizedir. Bu makalede sitosterolemi hastalığı ile ilgili bilgiler derlenmiştir. Ana Bulgular: Sağlıklı kişilerde total plazma bitki sterol konsantrasyonu 1mg/dl’den daha az olduğu halde, sitosterolemi hastalarında bu oran 12-40 mg/dL kadar yükselmektedir. Sitosterolemi hastalarında, bitki sterolleri olarak başta sitosterol ve kampesterol artmış olmasına rağmen, aynı zamanda stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol ve sitositanol da bulunur. Sitosterolemi’nin ABCG8 ve ABCG5 proteinleri için genlerin herhangi birinde mutasyonlardan kaynaklandığı belirlenmiştir. ATP-bağlayıcı kaset (ABC) transport proteinleri bitki sterollerini intestinal hücrelerde bağırsak lümeni içerisine geri pompalayarak, sterol absorpsiyonunu azaltırlar. Sonuç: Sitosterolemi hastalığının teşhis ve tedavisinde yanılmamak için, şüpheli kişilerde mutlaka sitosterollerin ölçülmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Aim: Sitosterolemia -also known as phytosterolemia- is a rare autosomal, recessively inherited disease characterized by elevated plasma and tissue plant sterol concentrations. Sitosterolemia is characterized by tendon and tuberous xanthomas and by a strong propensity toward premature coronary atherosclerosis. In this article information concerning sitosterolemia disease are reviewed. Main Main Findings: In contrast to healthy subjects with total plasma plant sterols less than 1 mg/dl, patients with sitosterolemia have plasma phytosterol levels in the range of 12 to 40 mg/dl. The main plant sterols in patients with phytosterolemia are sitosterol and kampesterol but also elevated levels of stigmasterol, avenasterol, brassikasterol, kampestanol, sitostanol are found. Sitosterolemia has been shown to result from mutations in either of the genes for 2 proteins (ABCG5 or ABCG8). These ABC transporters preferentially pump plant sterols out of intestinal cells into the gut lumen, thereby decreasing sterol absorption. Results: We believe that it is important to measure blood sitosterol levels in suspicious patients in order to get correct diagnosis and treatment the sitosterolemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Ve Yöresınde Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması
Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Doğan Çiftçi, Mustafa Cirit, Süleyman Türk, Mustafa Sait Gönen, Mehmet Numan Tamer, Mehmet Polat, Andaç Argon
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Ve Yöresınde Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması
The EvaluatIon Of HypertensIon Frequency In Konya Area
Bu çalışmada Konya ve yöresinde Dünya Sağlık Örgütü'nün kriterlerine göre saha ve poliklinik grup-larında hipertansiyon sıklığı araştırılmıştır. Saha populasyonunda 1000, poliklinik populasyonunda 2036 hasta taranmıştır. Poliklinik grubunda hipertansiyon isidensi 45 yaş altında %22.5, 46-60 yaş grubunda 9'644.5, 61 yaş ve üzeri grupta %60.3, ortalama %32.5 bulunmuştur. Saha grubunda hipertansiyon insidensi 45 yaş ve altında %14.2, 46-60 yaş grubunda %42.2, 61 yaş ve üzeri grupta %44, ortalama %23.1 bulunmuştur. Yaş arttıkça hipertan-siyon insidensinin arttığı, hipertansıflerin çoğunun hafif grupta olduğu, hipertansiyonlarda şişmanlık ve diabet önemli risk faktörleri iken serebrova,sküler aksidan, kalp ve böbrek hastalığı önemli komplikasyonlar olduğu gösterilmiştir.
We investigated hypertension incidence among °at patients and the patients from the province in Konya. The first group included 1000 randomized out patients and the. second group included 2036 patients examined during health sereening studies in certain areas. We used World Health Organisation criterias for hypertension diagnosis. In first group hypertension incidence among patients under 45 years old was 22.5%, 46-60 years 44.5%, 61 years and over 60.3% and the mean 32.5%. In second group hypertension incidence among patients under 45 years oid was 14,2%, 46-60 years 42.2%, 61 years and over 44% and the mean 23,1%. The hypertension incidence increases gradually in older patients and most of them are mild cases, obesite and diabetes mellitus are important risk factors, cerebrovascular accident, cardiac and renal pathologies are the most common complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Birçok Sistemik Vasküler Hastalığı Olan Bir Hastada Retina Sinir Lifi Tabakasında İncelme
Zeynep Dadacı, Cengiz Kadıyoran, Hilal Akay Çizmecioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Birçok Sistemik Vasküler Hastalığı Olan Bir Hastada Retina Sinir Lifi Tabakasında İncelme
Decreased RetInal Nerve FIber Layer ThIckness In A PatIent WIth MultIple SystemIc Vascular DIseases
\r\n Retina sinir lifi tabakasındaki incelme başta glokom olmak üzere, çeşitli nörolojik hastalıklar, optik sinirin glokom dışı bozuklukları, retina hastalıkları, toksik, nutrisyonel veya şok optik nöropatisi gibi vasküler nedenlere bağlı gelişebilir. Dünyadaki en sık körlük nedenlerinden biri olan glokom, retina ganglion hücre ölümüne bağlı olarak retina sinir lifi tabakasında incelme, optik sinir başında çukurlaşma ve görme alanı kaybı ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokomla ilişkisi en iyi bilinen risk faktörü yüksek göz içi basıncı olmasına rağmen glokom risk faktörleri arasında yer alan sistemik vasküler bozuklukların özellikle göz içi basıncın düşük seyrettiği normotansif glokomun patogenezinde rol oynadığı düşünülmektedir. Çalışmamızda birçok sistemik vasküler hastalıkla beraber retina sinir lifi tabakasında incelme olan ve en olası tanı olarak normotansif glokom düşündüğümüz bir olguyu tarif ettik.
\r\n
\r\n A decrease in retinal nerve fiber layer thickness can be secondary to glaucoma, several neurologic diseases, optic nerve diseases other than glaucoma, retinal diseases, toxic, nutritional or vascular causes such as shock optic neuropathy. Glaucoma, which is among the commonest causes of blindness worldwide, is a progressive optic neuropathy characterized by a decrease in retinal nerve fiber layer thickness secondary to retinal ganglion cell death, cupping of optic nerve head and visual field loss. Although the best known risk factor associated with glaucoma is high intraocular pressure, it is thought that systemic vascular disorders, which are among the risk factors of glaucoma, play role especially in the pathogenesis of normotensive glaucoma where intraocular pressure is low. In our study, we described a patient with decreased retinal nerve fiber layer thickness and thought normotensive glaucoma as the most probable diagnosis, who also had multiple systemic vascular diseases.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
Erdal Yılmaz, Saadet Akarsu, Yaşar Doğan, M. Kaya Gürgöze, A. Denizmen Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
BabIes WIth Low BIrth VveIght (sga) And TheIr Problems
Düşük doğum tartılı (SGA) bebekler için risk faktörleri ve takipte karşılaşılan sorunlar gözden geçirildi. Kliniğimizde izlenen 108 SGA’lı bebek değerlendirildi. Olguların 52’si (%48.2) erkek, 56’sı (%51.8) kızdı. Bebeklerin %40.7’si prematüre olup, diğerleri term bebekti. Hastaların %53.7’si şehir merkezinden müracaat edenlerdi. Düşük sosyoekonomik seviye, anne yaşının 18’in altında olması ve preeklampsi en sık gözlenen risk faktörleriydi. Bu bebeklerin takibi sırasında en çok karşılaşılan sorunlar enfeksiyon (%32.4), asfiksi (%25.9), hipoglisemi (%21.3) ve polistemiydi (%19.4). Mortalitenin önde gelen nedenleri olarak enfeksiyon, konjenital anomali ve asfiksi saptandı.
Risk factors and encountered problems during follow-up in babies with low birth weight (SGA) were investigated. 108 babies with SGA and who were follovved by our pediatrics department vvere evaluated. 52cases vvere male (48.2%) and 56 cases vvere female (51.8%) .40.7% of ali cases vvere prematüre and others (59.3%) vvere term babies. 53.7% of ali cases vvere applied from the city çenter. Low socioeconomic level, mother’s age lovver than 18 years, and preeclampsia vvere the most freguent risk factors. Infections (32.4%) , asphyxia (25.9%), hypoglysemia (21.3%) and polycythemia (19.4%) vvere the freguent problems. Important causes for mortality vvere infections, congenital abnormalities, and asphxy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitesinde Hasta Maliyetini Etkileyen Faktörler
Orhan Önder Eren, Umut Kalyoncu, Neslihan Andıç, Yeşim Çetinkaya Şardan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitesinde Hasta Maliyetini Etkileyen Faktörler
Factors AffectIng Cost Of PatIent Care In IntensIve Care UnIt
Amaç: Bu çalışma yoğun bakımda yatan hastalarda maliyeti etkileyen faktörleri saptamak amacıyla planlanmıştır. Yöntem:01 Ağustos 2002 ve 01 Ağustos 2003 tarihleri arasında 48 saatten daha uzun süre yoğun bakımlarda yatan hastalar izlenmiştir. Bulgular : Hasta maliyetinin medyan değeri 3668 $ olarak saptanmıştır, maliyetin 3668 $‘dan fazla olması ise artmış maliyet olarak kabul edilmiştir. Artmış maliyet ile ilişkili olarak multivariate analizde hastanede kazanılmış infeksiyonlar (OR 4.2621 % 95 güven aralığı 1.688-10.735 p = 0.002) post operatif izlem için yatırılmış olma (OR2.746 % 95 güven aralığı 1.086-6.947 p=0.033 ) ve uzamış yatış süresinin (OR 3.807 % 95 güven aralığı 1.510-9.597 p= 0.005) risk faktörü olduğu saptandı. Hastalara uygulanan invazif girişimlerin, yüksek hastalık şiddet skorlarının (SAPS II ve APACHE II) ve yaşın (> 65 yaş) artmış maliyet açısından bağımsız risk faktörleri olmadıkları gösterildi. Sonuç: Yoğun bakım ünitesinde takip edilen hastalarda infeksiyonlar, post operatif izlem için yatış ve uzamış yatış süresi artmış maliyetle ilişkili olarak bulunmuştur. Anahtar kelimeler: Yoğun bakım ünitesi, maliyet, hastanede kazanılmış infeksiyon, invazif mekanik ventilasyon, post operatif izlem
Aim: This study had been planned to detect the factors affecting the cost of care in intensive care units. Methods :Between 01 August 2002 and 01 August 2003 patient who stayed more than 48 hours in the intensive care units were followed. Results :The median value of cost was (3668 $). Cost was considered to be ‘increased’ if it was more than 3668 $. In multivariate analysis factors associated with risk of increased cost were hospital acquired infections (OR 4.2621 95% confidence interval 1.688-10.735 p = 0.002), being admitted for post opertive care(OR 2.746 95% confidence interval 1.086-6.947 p=0.033) increased length of stay (OR 3.807 95% confidence interval 1.510-9.597 p= 0.005). The invasive interventions ,severity of ilness scores (SAPS II and APACHE II) and age (>65) were not detected to be independent risk factors for increased cost. Conclusion : Infections, admission for post operative care and increased length of stay were found to be associated with increased cost inpatients followed in intensive care units.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Risk Faktörü Olmadan Oluşan Bilateral Spontan Aşil Tendon Rüptürü
İsmail Hakkı Korucu, Recep Gani Göncü, Mustafa Özer, Burkay Kutluhan Kaçıra, Faik Türkmen
Olgu sunumu
Özeti
Risk Faktörü Olmadan Oluşan Bilateral Spontan Aşil Tendon Rüptürü
BIlateral Spontaneous Rupture Of AchIlles Tendons In Absence Of RIsk Factors
Aşiltendon rüptürleri yaygın kas-iskelet sistemi yaralanmalarıdır. Genellikle tek taraflı olarak aktif orta yaş bireylerde meydana gelir. Herhangi bir yatkınlık oluşturan risk faktörü olmadan oluşan spontan rüptürler nadirdir ve bunun da bilateral olması oldukça nadirdir. Biz, herhangi bir risk faktörü olmayan spontan bilateralaşiltendonrüptürü olan 32 yaşındaki erkek olguyu sunuyoruz. Rüptür halter kaldırma sonrası ağırlığa bağlı olarak bilateralgastroknemiuskompleksinde meydana gelen aşırı stres ve uzamaya bağlı olarak meydana gelmişti. Klinik tanı konduktan sonra ultrasonografi ile bilateralrüptür gösterildi. Hastaya bilateral cerrahi tamir uygulandı. Rehabilitasyon 6 hafta sonra başlandı. Ameliyattan 8 hafta sonra kısmi, 12 hafta sonra tam yük vererek mobilize olan hasta yaralanma öncesi iş ve sosyal yaşantısına sorunsuz döndü. Bilateralaşiltendonrüptürleri çok nadirdir fakat yüksek farkındalık karşı taraf rüptürlerinin gözden kaçmasını önleyebilecektir.
\r\n
Achillestendonrupture is a commonmusculoskeletalinjury. Itusuallyoccursunilaterally in activemiddle-agedindividuals. Spontaneousruptureswithoutany risk factorspredisposingthepatient is uncommonandfor it tooccurbilaterally is veryuncommon. Wereport a case of bilateralspontaneousAchillestendonrupture in a 32- year-oldmanwithnocertainpreviousandcurrentrisk factors. Therupturesoccurredafterliftingbarbell in whichtheweightcaused a severe stressandelongation of thebilaterallygastrocnemiuscomplex.After a clinicalexaminationconfirmedthediagnosis, ultrasonographyof theAchillestendonsrevealedbilateralruptures. Thepatientunderwentbilateralprimarysurgicalrepair. Rehabilitationwasbegun 6weekslater. Weallowedtheweightbearingpartially at 8 weeksaftersurgery, fully at 12 weeksaftersurgery.Thepatient'sreturntopremorbidworkandsocial life wasuneventful.BilateralAchillestendonrupturesareveryrare but increasedawarenesswouldhelpavoid a rupture of thecontralateralsidebeingmissed.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Tamer Demir, Burak Turgut, Şahap Kükner, Turgut Yılmaz, Lokman Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Perforan Göz Yaralanmalarında Prognostik Faktörler
Prognostıc Factors In Perforatıng Eye InjurIes
Amaç : Önlenebilir körlük nedenleri içinde önemli bir yere sahip olan perforan göz yaralanmalarına ait prognostik faktörlerin ortaya konup, bazı risk faktörlerinin belirlenmesine çalışılmıştır. Yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Kliniği’ ne 1994-1999 yılları arasında perforan göz yaralanması ile baş vuran 157 hastaya ait kayıtlar değerlendirilmiştir. Olguların tümüne tek ya da ikinci cerrahi işlem uygulanmıştır. Olgular; yaş, cinsiyet, mesleki dağılım, travma nedeni, travmaya uğrayan doku, travmaya eşlik eden ek patoloji, uygulanan cerrahi işlem, yaralanma anından operasyona kadar geçen süre, ikinci operasyon gereksinimi, operasyon öncesi ve sonrası görme düzeyleri ve komplikasyonlar açısından irdelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan 157 olgunun % 77.7'si erkek, % 22.3 ‘ü ise kadın olup, yaş ortalamaları 25.25 ( 4-85) olarak belirlendi. Perforan yaralanmaya en sık 0-12 yaş grubunda (%40.1) rastlanıldı. Bu oran işçilerde % 19.1, çiftçilerde ise %15.3 tespit edildi. En sık yaralanma yeri kornea olup (%62.4), en sık etkenin ise delici- kesici aletler olduğu belirlendi (%22.9). Olguların operasyona kadar geçen süreleri değerlendirildiğinde, % 76.4' ünün ilk 24 saatte öpere edildiği görüldü. İkinci operasyon olguların %27.4’ünde gerekli oldu. Operasyon öncesi görme düzeyinin en sık olarak persepsiyon- projeksiyon düzeyinde olduğu saptandı (15.9). Takiplerde en sık karşılaşılan komplikasyonun ise pupilla düzensizliği (%29) ve korneal lökom (%25.9) olduğu belirlendi. Sonuç: Perforan göz yaralanmalarında tedaviden ziyade yaralanmanın önlenmesi esastır. Bu yüzden koruyucu sağlık hizmetleri her şeyin önünde gelmektedir. Perforan göz yaralanmak hastaların hastahaneye erken başvurmaları ve erken cerrahi müdahalenin de görme prognozuna olumlu etkileri olduğu muhakkaktır.
Aim : İn this study vve aimed at determining the prognostic factors and some risk factors in perforating eye in juries which have important role in preventable blindness. Method: VVe retrospectively evaluated data from a total of 157 patients, admitted to Fırat University Medical School, Department of Ophthalmology with perforated eye injuries, betvveen 1994-1999. One or two surgical interventions were performed in ali cases. They were eva luated with respect to patients’ age, sex and occupation; etiology of trauma, affected tissue, accompanying pat- hological findings, performed surgical intervention, delay betvveen the injury and surgery, Vision level before and after surgery and complication. Result: Of the total 157patients included in this study, 77.7% was male; 22.3 % female; and mean age of patients was 25.25 (4-85) years old. Perforated eye injuries vvere frequently seen (40.1%) in young patients (0-12 years old). This ratio was found to be 19.1% in vvorkers and 15.3 % in farmers. Among the most frequently injured tissues, cornea vvas the first (62.4%) and knives and Sharp tools were res- ponsible from most of the perforations (22.9%). Of the cases 76% vvas received surgical intervention in the first 24 hours' period. Before operation, visual level frequently found to be betvveen perception and projection (15.9). Most frequent complication among the follovv up period vvas ubnormal shaped pupil (29%) and corneal leukoma (25.9%). Conclusion: İt is knovvn that in perforated eye injury treatments, prevention of injuries is more important th an cure. Therefore prevention al public health Services ar e essential. Our results suggest that, urg en t admission to the hospital and possible early surgical intervention is important determinants of visual prognosis after per forated eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
Ömer Şatıroğlu, Mehmet Bostan, Yüksel Çiçek, Mustafa Çetin, Engin Bozkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
The RelatIonshIp Between PerIpheral Artery DIsease Prevalence And AtherosclerotIc RIsk Factors
Bu çalışmada ülkemizde periferik arter hastalığı tanısı almış hastalarda, aterosklerotik risk faktörleri ile ilişkilerini belirlemek amaçlanmıştır. Risk faktörlerinin iyi bilinmesi modifiye edilebilir olanlara karşı gerekli önlemlerin alınmasını, erken tanı ve tedaviyi mümkün kılacaktır. Klinik olarak veya ultrasonografi ile periferik arter hastalığı (PAH) tanısı almış olan hastalara alt ekstremite arterleri için periferik anjiyografi yapıldı. Hastaların yaş, cinsiyet ve ateroskleroz risk faktörleri sorgulandı. Çalışmaya alınan 408 hastanın %78.4’i erkek olup, hastaların yaş ortalaması 61.5±9.5 idi. Hastaların %58.3’ünde hipertansiyon (HT), %26.7’sinde diyabetes mellitus (DM), %15.9’unda ailede koroner arter hastalığı (KAH) öyküsü mevcuttu. Hastaların %48.2’i sigara kullanıyordu, %49.7’sinde hiperkolesterolemi vardı. Periferik alt ekstremite anjiyografisinde saptanan periferik arter hastalığı yaygınlığının derecesi ile aterosklerotik risk faktörleri arasında ilişki vardır. Risk grubundaki hastalarda morbidite ve mortaliteyi azaltmak için periferik arter hastalığı açısından dikkatli olunmalı ve erken tanı için noninvaziv testler ve gerekirse invaziv testler yapılmalıdır.
The current study aimed to determine the in our country patients diagnosed peripheral arterial disease (PAD), the relationship with the atherosclerotic risk factors. A better understanding of the risk factors will make it possible to take precautions against the modifiable risk factors, and will facilitate the early diagnosis and implementation of effective therapy. The patients who had been diagnosed with PAD either clinically or by using ultrasonography underwent peripheral angiography for the arteries of the lower extremities. The patients were evaluated in terms of age, gender, and atherosclerotic risk factors. Of the 408 patients, 78.4% were males, and the mean age was 61.5±9.5 years. The patients had the following risk factors: hypertension (HT), 58.3%; diabetes mellitus (DM), 26.7%; a family history of CAD (Coronary artery disease), 15.9%; smokers, 48.2%; hypercholesterolemia, 49.7%. The extent of PAD observed during peripheral lower extremity angiography was associated with atherosclerotic risk factors. Particular attention should be focused on the co-morbidities of PAD. Non-invasive, as well as invasive tests, should be performed when indicated to decrease morbidity and mortality in patients at risk for PAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Ezgi Keser, Serpil Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Knowledge And AttItudes Of SurgIcal Nurses Towards Pressure Ulcer PreventIon
Amaç: Bu araştırmada, hareketsizlik ve beslenme sorunları gibi basınç yarası risk faktörlerine maruz kalan cerrahi hastalarına bakım veren hemşirelerin basınç yaralarını önlemeye yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemek amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, XXXX’da bir üniversite hastanesinin cerrahi klinik ve yoğun bakım ünitelerinde çalışan ve meslekte çalışma yılı en az bir yıl olan 150 hemşire ile gerçekleştirildi. Araştırma öncesi etik kuruldan ve kurumdan gerekli izinler alındı. Veriler, hasta bilgi formu, Basınç Ülserini Önlemede Bilgi Değerlendirme Ölçeği (BÜÖBDÖ) ve Basınç Ülserini Önlemeye Yönelik Tutum Ölçeği (BÜÖYTÖ) ile 1 Ekim 2018-1 Şubat 2019 tarihleri arasında toplandı. Verilerin analizinde, bağımsız gruplarda t testi, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis test, korelasyon analizi ve çoklu regresyon analizi kullanıldı.
Bulgular: Hemşirelerin yaş ortalaması 29.91±6.48 yıl olup, %65.3’ü kadın ve yarısı lisans mezunudur. BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasına (<%60) göre hemşirelerin basınç yarasını önlemeye yönelik bilgilerinin yetersiz olduğu, sadece %24’ünün bilgi puanının ≥%60 olduğu saptandı. Regresyon analiz sonuçları, hemşirelerin mesleki deneyim süresi, çalışma şekli, günlük bakım verdikleri hasta sayısı ve basınç yaralı hastaya bakım verme deneyimlerinin BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilediğini ortaya koydu (p< 0.05). BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasına (≥%75) göre hemşirelerin basınç ülserini önlemeye yönelik tutumlarının olumlu olduğu saptandı. Hemşirelerin tanıtıcı özelliklerinin BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilemediği belirlendi (p>0.05). BÜÖBDÖ ile BÜÖYTÖ toplam puan ortalamaları arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Bu araştırma, cerrahi hemşirelerinin basınç yaralarını önlemeye yönelik tutumlarının olumlu, bilgilerinin ise yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular, hemşirelerin basınç yaralarını önleme girişimleri ile ilgili kanıt temelli bilgiye erişimlerini sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine dikkati çekmektedir.
Aim: The aim of this study was to determine pressure ulcer prevention knowledge and attitudes among nurses who cared for surgical patients that were exposed to pressure ulcer risk factors such as immobilization and nutritional problems.
Materials and Method: This descriptive study was carried out with 150 nurses who were working in the surgical clinics and surgical intensive care units of a medical faculty hospital in XXXX and who had at least one year’s professional experience. Necessary permissions were obtained from the ethics committee and the institution prior to the research. Data were collected with a patient information form, the Pressure Ulcer Prevention Knowledge Assessment Instrument (PUPKAI) and the Attitude towards Pressure ulcer Prevention instrument (APuP) between October 1, 2018 and February 1, 2019. Data were analyzed with the independent-samples t-test, the Mann-Whitney U test, the Kruskal-Wallis test, the correlation analysis and the multiple regression analysis.
Results: The mean age of the nurses was 29.91±6.48 years, 65.3% were female and half of them had undergraduate degrees. According to the PUPKAI total mean score (<60%), the pressure ulcer prevention knowledge of the nurses was inadequate and only 24% had a knowledge score ≥60%. Regression analysis results showed that, nurses' professional experience duration, working style, number of patients per shift and the experiences of giving care to patients with pressure ulcers were found to have a significant effect on the PUPKAI total mean score (p<0.05). According to the APuP total mean score (≥75%), the nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention. It was also determined that the descriptive characteristics of the nurses did not significantly affect the APuP total mean score (p>0.05). There was no significant relationship between the total mean scores of the PUPKAI and APuP (p>0.05).
Conclusion: This study revealed that the surgical nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention but they had inadequate knowledge about it. These findings highlight the need for institutional arrangements to ensure that nurses have access to evidence-based knowledge about pressure ulcer prevention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Kışılerde, Glikoz Tolerans Bozukluğu Olanlarda Ve Diabetes Mellituslularda Koroner Kalp Hastaliği Rıskı
Ali Bayram, Hüseyin Kazancı, Alaaddin Avşar, Talat Tavlı, Süleyman Türk, İrfan Güner
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Kışılerde, Glikoz Tolerans Bozukluğu Olanlarda Ve Diabetes Mellituslularda Koroner Kalp Hastaliği Rıskı
The RIsk Of Coronary Heart DIsease In Normal Subjects, PatIents WIth Glucose Intolerance And DIabetes MellItus
Tip-2 diabetes mellituslu hastalardu kardiyo-vasküler morbidite ve mortalitenin yüksek olduğu bilinmektedir. Glukoz tolerans bozukluğu olanlarda hiperinsülinemi, hiperkolesterolemi, hiperırigliseri-demi, çok düşük dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyinde artış, obezite ve hipertansiyonun daha sık olduğu ve bunlara bağlı olarak koroner kalp hastalığı riskinin arttığı bildirilmiştir. Bu çalışmada; 60'ı normal, 60'1 glukoz tolerans bozukluğu olan ve 60', tip-II diabetes mellituslu top-lam 180 olgu koroner kalp hastalığı ve risk faktörleri yönünden karşılaştırıldı. Body mass indekx glukoz tolerans bozukluğu olanlarda ve diabetes mellituslularda daha yüksek bu-lundu. Sistolik ve diastolik kan basıncı değerleri glu-koz tolerans bozukluğu olanlarda ve diabetikleı-de daha yüksek idi. Açlık kan şekeri, total kolesterol ve trigliserid düzeyleri glukoz tolerans bozukluğu olan-larda ve diabetes mellituslularda daha yüksek; HDL-kolesterol düzeyi ise her iki grupta daha düşüktü. Glukoz tolerans bozukluğu olanların ve diabetes mellitusluların fizik olarak daha inaktif bir yaşam sürdükleri Sonuçta; glukoz tolerans bozukluğu olanlarda da diabetes mellituslulardaki gibi koroner kalp hastalığı risk faktörlerinin artmış olduğu kanaatine varıldı.
It is a know that morbidity of cardiovascular disorders is high in diabetic patients. Besides obesity and hypertension, increased levels of triglycerides and very low density lipoprotein cholesterol were identıfied among high risk factors in the development of coronary arter disease in patients with abnormal oral glucose tolerance test. In this study, i1 is compared with risk factors and coronary heart disease among the patients with 60 abnormal glucose tolerance test and 60 type-II diabetes mellitus and 60 normal cases. Body muss index is found high in patients with' aıabetes melliıbıç and abnormal glucose tolerance les( It was higı- levels of systolic and diastolic blood pressuı e in patients with diabetes mellitus and abnormal glucose rolerance test. The level of triglycerids and totaı s holesterol and fasting blood sugaı were high in patıenıs with diabetes mellitus and abnormal glucose tolerance test, but it was low level of high density liport.teın cholesterol in both groups. It is identıfied mort ınactivelife standart regarding life style in both Finally these results suggested that the risk tactors of coronary artery disease increased in patients with abnormal glucose tolerance test lıke diabetes mellitus
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
Sevim Yaman
Derleme
Özeti
Diabetik Maküla Ödemi Tedavisinde Selektif Lazer
SelectIve Laser In Treatment Of DIabetIc Macular Edema
Diabetes mellitus (DM), endojen insülinin mutlak veya göreceli eksikliği veya periferik etkisizliği sonucu ortaya çıkan kronik hiperglisemi, karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında bozukluk, kapiller membran değişiklikleri ve hızlanmış ateroskleroz ile seyreden kronik, progresif bir hastalıktır (1). Diabetik hastalardaki görme kaybının başlıca nedeni ise maküla ödemidir(4). Maküla ödemi tedavisinde Lazer fotokoagulasyon, VEGF inhibitörleri ve vitrektomi önerilmektedir. Koroid, nöroretina özellikle fotoreseptörlerin korunarak, RPE’in laser ile selektif hasarı uygun tedavi metodu gibi görünmektedir (24). Fundusun, µs pulse süreleri ile ardışık radyasyonu ile fotoreseptörlerin korunarak RPE’nin selektif hasarlandığı görülmüştür (26,27). RPE’ni selektif hasara uğratarak dibetik maküla ödemi tedavisini planladığımız çalışmada Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Retina Biriminde Ekim 2005-Şubat 2007 arasında DRP tanısı ile takip edilen, yapılan muayene ve tetkikler sonucunda maküla ödemi varlığı saptanan 18 yaşın üzerinde 84 hastanın 99 gözünü 2 gruba ayırarak SRL ve grid lazer tedavisi uyguladık ve 6 ay izledik. Çalşmamızın sonucunda SRL ve grid lazer DMÖ tedavisinde etkili bulunmuştur. SRL tedavisi uygulanan hastaların görme keskinliklerinde % 84.9 artış ve stabilizasyon tespit edildi. Grid lazer grubunda 6 aylık takip sonucunda görme keskinliğinde % 89.9 artış ve stabilizasyon saptandı.
Diabetes mellitus (DM) absolute or relative deficiency of endogenous insulin or resulting from peripheral ineffectiveness of chronic hyperglycemia, carbohydrate, protein and fat metabolism disorder, capillary membrane changes, and accelerated atherosclerosis associated with chronic, progressive disease (1). The main cause of vision loss in patients with diabetic macular edema(4). In the treatment of macula edema, laser photocoagulation, VEGF inhibitors and vitrectomy is recommended. Choroid, neuroretina, photoreceptors preserving particularly selective RPE laser damage seems to be the appropriate treatment method (24). It was seen that Fundus was preserved µs pulse duration and consecutive irradiation damage, selective RPE with photoreceptors (26,27). Suffered damage to the planned study of selective RPE treatment in diabetic macular edema, Afyon Kocatepe University School of Medicine, Department of Ophthalmology, Retina Unit, between October 2005 and February 2007 were followed up with a diagnosis of DRP, and triggers as a result of the examination detected the presence of macular edema over the age of 18, 99 eyes of 84 patients separated into 2 groups and administered SRL and grid laser treatment followed 6 months. As a result, SRL, and grid laser photocoagulation was effective in the treatment of DMÖ. 84.9 % increase in SRL-treated patients and stabilization of visual acuities were determined. It was confirmed that in Grid laser group and 6-month follow-up and stabilization as a result of an increase in visual acuity was 89.9%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Propranolol Ve Nıfedıpıne Tedavilerinin Serum Hdl (yüksek Dansıteli Lipoprotein) Kolsterol Düzeyıne Etkileri
Yahya Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Propranolol Ve Nıfedıpıne Tedavilerinin Serum Hdl (yüksek Dansıteli Lipoprotein) Kolsterol Düzeyıne Etkileri
Effects Of Propranolol And NIfedIpIne Treatm.ent On Serum Hdl Cholesterol Levels
Yüksek dansiteli lipoproteinlerin (HDL) ateroskleroz gelişmesini önleyici etkileri bulunmaktadır (11, 13, 24). KKH ve hipertansiyon tedavisinde uzun süreli alman ilaçlardan nifedipine ve propranolol'un plazrna HDL kolesterol konsantrasyonlarına etkilerini araştırmak için nifedipine verilen 20 hasta, propranolol verilen 20 hasta ve ilaç verilmeyen 20 kişilik sağlıklı kontrol grubu ile çalışma yapıldı. Serum HDL kolesterol konsantrasyonları koroner kalp hastalığı (KKH) olanlarda, kontrol grubundan daha düşüktü (P <0.05). İki aylık ilaç verilenlerden propranolol grubunda HDL kolesterol seviyelerinde anlamlı düşme olurken (P <0.01), nifedipine verilenlerde değişme bulunmadı. Total kolesterol değerleri anlamlı farklılık göstermedi, ilaç almması ile değişiklik olmadı. Total/HDL kolesterol oranı propranolol verilenlerde arttı, nifedipiıve verilenlerde değişmedi. K.KH ve hipertansiyonun uzun süreli tedavisi için propranolol vermenin IIDL kolesterol seviyelerini düşürdüğü, nifedipine vermekle düşme olmadığı sonucuna vardık.
High-density lipoproteins (HDL) have preventive effects from developing atherosclerosis (11, 13, 24). In order to investigate the effects of long-term drugs nifedipine and propranolol on HDL cholesterol concentrations in the treatment of CHD and hypertension, 20 patients who were given nifedipine, 20 patients who were given propranolol and 20 healthy controls were studied. Serum HDL cholesterol concentrations were lower in patients with coronary heart disease (CHD) than in the control group (P <0.05). There was a significant decrease in HDL cholesterol levels in the propranolol group (P <0.01), but no change in those given nifedipine. Total cholesterol values did not differ significantly, and there was no change with drug intake. Total / HDL cholesterol ratio increased in those given propranolol, but did not change in those given nifedipia. We concluded that administration of propranolol for long-term treatment of KH and hypertension reduces IIDL cholesterol levels, but administration to nifedipine did not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Prenatal Risk Faktörleri
Semih Erden, Kevser Nalbant
Derleme
Özeti
Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Prenatal Risk Faktörleri
AutIsm Spectrum DIsorder And Prenatal RIsk Factors
\r\n Otizm spektrum bozukluğu, sosyal etkileşim ve iletişim bozukluğu ile kısıtlı ve tekrarlayıcı davranışlarla karakterize nörogelişimsel bozukluklardan biridir. Otizm yaklaşık 68 çocukta 1 görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda görülme sıklığının arttığı bildirilmekte olup bu artışın bilgi ve farkındalığın artması ve tanı ölçütlerinin değişmesinden kaynaklandığı iddia edilmekle birlikte yapılan çalışmalarda çevresel faktörler ve bunların henüz bilinmeyen genetik bir takım etkenlerle ilişkisinin de bu artışa katkı sağladığı düşünülmektedir. Nörogelişimsel olarak önemli ve kırılgan bir dönem olan prenatal dönemde çocuğun maruz kaldığı çevresel faktörlerin otizm spektrum bozukluğu gelişmesi açısından risk etkeni olup olmadığının değerlendirilmesi önemlidir. Gebelik döneminde özellikle valproik asit, terbutalin, selektif serotonin geri alım inhibitörleri gibi ilaçlarla otizm spektrum bozukluğu arasında bir ilişki olduğu, bu dönemde ağır metal ve pestisite maruz kalmanın otizm spektrum bozukluğu riskini arttırdığı, yoğun sigara, alkol ve madde kullanımının nörogelişimsel süreci sekteye uğrattığı, gebelik döneminde geçirilen gestasyonel diyabet, otoimmun hastalıklar, enfeksiyonlar ve uzamış ateşin inflamatuar süreçler aracılığıyla otizm spektrum bozukluğu riskini artırabileceği bildirilmektedir. Göç, mevsimler ve gebelik döneminde maruz kalınan hava kirliliğininde risk artışına etkisi olduğu bildirilmiş ve daha fazla epidemiyolojik çalışmaya ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. otizm spektrum bozukluğu ile ilişkili çevresel etkenlerin tanınması, anne adaylarının bu risk etkenleri ile ilgili bilgilendirilmesinin sağlanarak bu etkenlerden uzak durmaları veya bu etkenlerin elimine edilmesi ile otizm spektrum bozukluğu riskinin azaltılmasına yardımcı olabileceğinden bu alanda yapılan çalışmaların derlenmesi ve risklerin ortaya konulması özellikle önemlidir. Bu gözden geçirmede son dönemde sayısı artan prenatal etkenler ile ilgili yapılan çalışmaların derlenerek bütüncül olarak ele almasının kolaylaştırılması hedeflemektedir.
\r\n
\r\n Autism spectrum disorder is a neuro-developmental disorder characterized by social interaction and communication, and restricted and repetitive behaviors. Autism is seen in nearly one of 68 children. The incidence is reported to increase, and the increase is suggested to arise from increased information, awareness and alterations in diagnostic criteria. However, environmental factors and their relationships to several unknown genetic factors are also considered to contribute to the increase. The assessment of whether environmental factors lead to risks for autism spectrum disorder in perinatal period, especially when children are exposed to these factors in a neurodevelopmentally important and fragile stage, is so important. It is reported that in pregnancy, there is an association between autism spectrum disorder, and exposure to such drugs as valporic acid, terbutaline and Selective Seratonin Reuptake Inhibitors.Exposure to heavy metals and pesticides increases the risk of autism spectrum disorder.Intense smoking, and alcohol consumption and drugsdisrupt neurodevelopmental process, Also, gestational diabetes may elavate the risk of autism spectrum disorder due to autoimmunal disorders, infections and inflammatory pocesse of prolonged fever. Migration, seasons and air pollution exposed in pregnancy are also reported to affect autism spectrum disorder risk. The awareness level between environmental factors and autism spectrum disorder should be increased among prospective mothers, and these mothers should be trained as to the risk factors. Because prospective mothers avoid these factors, or the elimination of these factors should be beneficial for reducing autism spectrum disorder risk, analyzing related studies and enlightening risk factors are especially important. Here, we aimed at revising recent studies related to prenatal factors from a holistic perspective.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Clinical And Radiological Characteristics Of Patients With Symptomatic Internal Carotid Artery Stenosis And Early And Late Outcomes Of Carotid Artery Stenting
Hasan Hüseyin Kozak, Osman Koç, Ali Ulvi Uca, Osman Serhat Tokgöz, Figen Güney, Mustafa Altaş
Araştırma makalesi
Özeti
Clinical And Radiological Characteristics Of Patients With Symptomatic Internal Carotid Artery Stenosis And Early And Late Outcomes Of Carotid Artery Stenting
ClInIcal And RadIologIcal CharacterIstIcs Of PatIents WIth SymptomatIc Internal CarotId Artery StenosIs And Early And Late Outcomes Of CarotId Artery StentIng
Background and Aim: Carotid artery stenting (CAS) is an alternative approach to carotid endarterectomy in cerebrovascular diseases. The applicability of this procedure has increased as a result of development of cerebral protection devices. In the trial, the clinical and radiological characteristics and early and late outcomes of patients who received CAS were investigated.
Methods: The study had a retrospective design. The clinical and radiological characteristics and early and late outcomes after CAS of 76 patients (54 male, 22 female) who were admitted to a university hospital between 2008 and 2014 due to a diagnosis of internal carotid artery stenosis (ICA) were retrospectively reviewed.
Results: All patients were symptomatic during their admissions, and after their workups were completed, ICA stenosis was determined. Unilateral (Right ICA 34.2%, left ICA 47.4%) stenosis in 62 patients and bilateral stenosis (18.4%) in 14 patients were determined. The mean degree of stenosis was 82.1 (SD:11.36, range: 60-99%). All patients were treated with stenting for ICA stenosis (technical success rate: 100%). No complications occurred during these procedures. During the one-year follow-up, no recurrent ischemic attack occurred in any patients. Carotid artery disease is highly associated with hypertension, hyperlipidemia, diabetes mellitus, coronary artery disease, a history of cerebrovascular accidents and transient ischemic attack.
Conclusions: Carotid artery disease is a critical factor with co-morbidities and history of cerebrovascular incidents. The carotid artery stenting (CAS) procedure is a method that can be used safely because its serious complication rate is low in cases that are well-selected and have had risk analyses performed regarding medical treatments.
Background and Aim: Carotid artery stenting (CAS) is an alternative approach to carotid endarterectomy in cerebrovascular diseases. The applicability of this procedure has increased as a result of development of cerebral protection devices. In the trial, the clinical and radiological characteristics and early and late outcomes of patients who received CAS were investigated.
Methods: The study had a retrospective design. The clinical and radiological characteristics and early and late outcomes after CAS of 76 patients (54 male, 22 female) who were admitted to a university hospital between 2008 and 2014 due to a diagnosis of internal carotid artery stenosis (ICA) were retrospectively reviewed.
Results: All patients were symptomatic during their admissions, and after their workups were completed, ICA stenosis was determined. Unilateral (Right ICA 34.2%, left ICA 47.4%) stenosis in 62 patients and bilateral stenosis (18.4%) in 14 patients were determined. The mean degree of stenosis was 82.1 (SD:11.36, range: 60-99%). All patients were treated with stenting for ICA stenosis (technical success rate: 100%). No complications occurred during these procedures. During the one-year follow-up, no recurrent ischemic attack occurred in any patients. Carotid artery disease is highly associated with hypertension, hyperlipidemia, diabetes mellitus, coronary artery disease, a history of cerebrovascular accidents and transient ischemic attack.
Conclusions: Carotid artery disease is a critical factor with co-morbidities and history of cerebrovascular incidents. The carotid artery stenting (CAS) procedure is a method that can be used safely because its serious complication rate is low in cases that are well-selected and have had risk analyses performed regarding medical treatments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Serkan Yıldırım, Mehmet Işık, Ömer Tanyeli, Yüksel Dereli, Niyazi Görmüş
Araştırma makalesi
Özeti
Miyokard Enfarktüsü Sonrası V Entriküler Septal Defektlerin Cerrahi Onarımı: On Beş Yıllık Tek Merkez Deneyimi
SurgIcal RepaIr Of Post MyocardIal InfarctIon VentrIcular Septal Defects: SIngle Center ExperIence Of FIfteen Years
Amaç: Miyokard infarktüsü sonrası ventriküler septal defektler (PMIVSD) nadirdir ancak son derece
yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Mortalite oranları ve risk faktörleri birçok çalışmada farklılık
göstermektedir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006 ile Nisan 2020 tarihleri arasında PMIVSD nedeniyle ameliyat edilen
hastaları geriye dönük olarak 18 yaş ve üzeri kliniğimize dahil ettik.
Bulgular: Akut miyokard infarktüsü ile başvuran 9451 hastanın 28'i 2006-2020 yılları arasında PMIVSD
nedeniyle merkezimizde ameliyat edildi. PMIVSD oranımız % 0,296 idi. Hayatta kalanlar ile hayatta
kalmayanları karşılaştırdığımızda istatistiksel olarak anlamlı olan tek şey hastanede kalış süresiydi. Sağ
kalanlarda 2 gün iken, sağ kalmayan grupta 13 gündü (p <0.001). Sağ kalan gruptaki bir hasta 107 gün
hastanede kaldı.
Sonuç: PMIVSD hastaları için ameliyatın zamanlaması hala zordur. Sol ventrikül assist device (LVAD)
veya perkütan cihazların implante edilmesi ve ameliyattan önce bir süre beklenmesi gibi diğer stratejiler,
PMIVSD hastaları için daha iyi bir yaklaşım olacaktır .
Aim: Post-myocardial infarction ventricular septal defects (PMIVSD) are rare but have extremely high
mortality and morbidity. Mortality rates and risk factors vary in many studies. We aimed to evaluate
the mortality rates and risk factors of ventricular septal defects (PMIVSD) after myocardial infarction
performed in our center .
Patients and Methods: We retrospectively enrolled the patients who underwent surgery for PMIVSD in
our clinic from January 2006 to April 2020 with the age ≥ 18.
Results: A total of 9451 patients admitted to our center with acute myocardial infarction between 2006
and 2020 were examined. Twenty-eight patients operated for PMIVSD were included in the study. Our
PMIVSD rate was 0.296%. When we compare those survivors and non-survivors the only thing which
statistically significant was length of stay in hospital. In survivors it was 13 days when it 2 days in nonsurvivors
group (p<0.001). One patient in survivor group was st ayed in hospital for 107 days.
Conclusion: Timing of the surgery for PMIVSD patients is still challenging. Further strategies like
implanting LVAD or percutaneous devices and waiting for a while before the surgery will be the better
approach for PMIVSD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
Emin Özkaya, Alaaddin Dilsiz, Hasan Koç, Aytekin Kaymakçı, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Komenital Malformasyon Sıklığı
The IncIdence Of CongenItal MalformatIons In Newborns
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın has-talıktan ve Doğum kliniğinde, Haziran 93-Temmuz 94 tarihleri arasında 20. gebelik haftası ve sonrası, doğum ağırlığı 500 gram ve üzeri ağırlıkta olan canlı ve ölü doğan tüm bebekler konjenital anomali açısından prospektif olarak incelendi. Konjenital malformasyonlu vakalar cinsiyet, annenin eğitim se-viyesi, yerleşim yeri, doğum ağırlığı, gebelik haftası, anne yaşı, akrabalık, gehelikle ilgili risk faktörleri yönünden değerlendirildi. Bu süre içerisinde doğan 1552 bebeğin 69'unda (%4.45) kojenital anomali saptandı. Majör anomali oranı %2.13, minör ano-mali oranı ise %2.32 olarak bulundu. Tek anomali oranı % 3.03 iken nıultipl anomali oranı % 1.42 idi. En sık kas-iskelet sistemi ve santral sinir sistemi anomalisine rastlandı. Ölü doğanlar ve hayatın ilk 24 saatinde ölen be-beklerde, ilçe merkezinde oturanlarda, eğitim se-viyesi düşük olanlarda, akraba evliliklerinde. doğum sayısı beş ve üzerinde olanlarda prematüre ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde, daha önce ölü doğum öyküsü olan, akrabalarında nıallorme bebek olan ve gebelik toksikozu öyküsü olan annelerin be-beklerinde konjenital malformasyon sıklığı anlanılı olarak yüksekti. Gebelikte ilaç alımı, ateşli hastalık geçirme, ka-nama öyküsünün varlığı, istenmeyen gebelik ve anne yaşının yüksekliği ile malformasyon sıklığı arasında ilişki bulunamadı.
Between lune 1993 and July 1994 all 20 weeks gestational age and over and 500 grams birthweight and over live - stillboı-n newbor-n were examined fbr the investigating •ongenital malformations, that were delivered in Gynecology and Obstetrics De-partment of Selçuk University Medical Faculty, Our work alsa evaluated relationship hetween congenital malformations and sex. maternal education levels, maternal place of residence, maternal age, hirt-hweight, gestational age. par-ental •onsenquinity and prenatal risk factoı-s. Dııring this period 69 in-tants (%4.45) were established with ınalformations in the delivered 1552 newborn. The pı-evelance of major malformations were %2.13 and minor mal-formations were %2.32. Multiple malforrnations rate %1.42 and uni malfoı-mations rate %3.03 were en-countered. Muscle - skeletal system and central ner-vous system anomalies were the highest anomalies group that we encounteı-ed. There was relationship hetween congenital mal-formation and stillborn. death in the first days of the life, maternal place of residence, education levels, parental consenquinity, parity prematurity. low hirth weight. existence of stillborn siblings and relatives with congenital malformation, eclampsia. But not r-elationship was deterınined hetween congenital ınalfflı-mation and drug adrninistration, illnesses with fever and hemorrhage during preg-nancy, maternal age and undesire pregnaney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Anadolu'daki Asemptomatik Erişkinlerde Koroner Kalp Hastaliklari Ve Rısk Faktorlerinin Araştirilmasi
Mustafa Sait Gönen, Hasan Gök, Ali Bayram, V. Gökhan Cin, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Anadolu'daki Asemptomatik Erişkinlerde Koroner Kalp Hastaliklari Ve Rısk Faktorlerinin Araştirilmasi
An InvestIgatIon Of RIsk Factors And Coronary Heart DIsease Of AsymptomatIc Adults In The Central AnatolIa In Turkey
Orta Anadolu'nun merkezinde yer alan Konya ve çevresindeki erişkin yaş ve sonrası (k40) semptom-suz bireylerde, koroner kalp hastalığı (KKII) ve bu-nun risk faktörlerinin prevalansuu belirlemek amacıyla, homojen bir yapı gösteren Bozkır Ilçe merkezini temsilen gelişigüzel örnekler seçerek top-lam 280 kişi incelendi. Çalışmaya alınan olguların tümünde kardiyovasküler sistem muayenesi yapıldı, EKG'ı ve teleradyografisi çekildi. Atherosklerotik risk faktörleri araştır-11dt. 54 olguda (%19.3) hipertansiyon, 11 olguda (%3.9) hiperglisemi, 58 erkek olguda (%59.8) sigara içimi, erkeklerin %17 ve kadınların %27'sinde obe-site, olguların %12'sinde hiperkolesterolemi %7.4'ünde hipertrigliseridemi ve 40 olguda da (%14.3) KKI I saptandı. Yaş arttıkça hipertansiyon insidensinin arttığı, sigara içim oranının değişmediği görüldü. Değiştirilebilir major risk faktörleri ile mücadelenin olumlu sonuçlarının ışığı altında; halkın periyodik taranması ve atheroskleroıik risk faktörleri ile KKI1 yönünden incelenmesi önerildi. Ayrıca koruyucu veya tedavi edici yöntemlere başvurulmasının önemi vurgulandı.
The Coronary heart disease and üs risk factors were investigated in Konya, which is placed in the central pan of Central Anatolia in Turkey. In 'his study 280 asymptomatic people, who are middle aged and over (.40), were selected randomize from Bozkır, a small town of Kon" ya, which shows a ho-mogen structure of population. All of the cases which were investigated, cardio-vascular system was examined. ECG and teleradiog-raphy were taken. In 54 cases (19.3%) hypertension, 11 cases (3.9%) hyperglisemia and 58 male cases (59.8%) smoking were found. Obesite was seen 17% of male and 27% of female. Ilypercholesterolarnia in 12% of cases and hypertrigliseridemia in 7.4% of cases were also seen. In 40 cases, coronary heart dis-ease was deterrnined. Incidence of hypefrtension was increasing with age, but the rale of cigarette-smoking was not changed. With the understanding of posiıive results of struggle -withreversible major risk factors periodic examinations in cases with high risk; furthermore investigation of risk factors medical and preventive treatment procedures were pointed out clearly as important issues which mut be followed by physidans.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta