Kolonoskopi İle İnvajinasyonun Pnömotik Redüksiyonu
Ercüment Taşpınar, Müslim Yurtçu, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Kolonoskopi İle İnvajinasyonun Pnömotik Redüksiyonu
Colonoscopy-AssIsted PneumatIc ReductIon Of IntussusceptIon
Bu çalışmada deneysel kolokolik invajinasyonun kolonoskopi ile pnömotik redüksiyon (PR) unun değerlendirilmesi amaçlandı. Tavşanlar 14’erli 2 gruba ayrıldı. Deneklerin deneyden 1 gün önce gıda alımları durduruldu, parenteral olarak beslendi. Orta hat cilt kesisi sonrası karın duvarı açılarak kolokolik invajinasyon oluşturuldu. Tüm tavşanlara postoperatif 100 ml/kg/gün elektrolit solüsyonu verildi. Grup A 2, grup B 3 gün gözlendi. Kolonoskopi eşliğinde PR gerçekleştirildi. Grup A’da 14 tavşanın 3’ünde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 3.970±2.137 kg, redüksiyon süresi 3.97±2.47 dakika, hava basıncı 44.0±2.6 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı %100’dü. Bu grupta perforasyon gözlenmedi. Grup B’de 14 tavşanın 5’inde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 4.1±2.75 kg, redüksiyon süresi 4.01±1.71 dakika, hava basıncı 55.9±13.3 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı % 93’tü. Bu grupta 1 tavşanda perforasyon gözlendi. Grup B’de verilen hava basıncının grup A’ya göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi (p
The aim of this study was to evaluate colonoscopyassisted pneumatic reduction(CAPR) of experimental colocolic intussusception(CCI). Twenty eight rabbits were divided into 2 groups each containing 14 rabbits: Group A and B. The animals were not fed orally 1 day before the experimental study and fed parenterally. After median line skin incision, abdominal wall was opened. Colocolic intussusception was performed. 100 ml/kg liquid electrolyte solution was given to all rabbits in postoperative period. Group A was observed for 2 days and Group B for 3 days. In Group A, the “currant jelly” stools were observed. Mean weights were 3.970±2.137 kg, reduction duration 3.97±2.47 minutes, air pressure 44.0±2.6 mmHg, and the success rate of reduction 100%. Perforation was not observed in this group. In Group B, the “currant jelly” stools were observed in 5 of 14 rabbits. Mean weights were 4.111±2.754 kg, reduction duration 4.01±1.71 minutes, air pressure 55.9±13.3 mmHg, and the success rate of reduction 93%. Perforation was observed in 1 rabbit in this group. The air pressure in group B was significantly higher than group A (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Ersin Turan, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Spontaneous IdIopathIc PneumoperItoneums: Four Case Reports And
revIew Of The LIterature
Pnömoperitoneumların %90’dan fazlası gastrointestinal
perforasyonların sonucu olarak meydana gelmektedir. Ancak
bazen pnomoperitoneum visseral perforasyonla ilişkili değildir. Bu
çalışmamızda spontan idiopatik pnömoperitoneum tespit edilen 4
vakanın takdimi ve literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Yaşları 58-83 arasında değişen ve acil servise başvuruları esnasında
yapılan görüntüleme yöntemlerinde karın içi serbest hava tespit
edilen ancak etyolojisi belirlenemeyen 4 olgu takdim edilmektedir.
Bu olgulardan 3’üne cerrahi sonrası, birine ise medikal takip sonrası
spontan idiopatik pömoperitoneum tanısı konulmuştur. Olguların tümü
erkek olup özgeçmişlerinde KOAH tanıları dışında pnömoperitoneum
oluşturacak etyolojik faktör yoktu. Spontan pnömoperitoneumların
belirlenmesinde detaylı öykü, fizik muayene bulgularının da ayrıntılı
olarak değerlendirilmesi gereksiz laparotomileri engelleyebilir.
Pnömoperitoneum tespit edilen hastalarda neden bulunamamışsa
KOAH öyküsünün sorgulanması önerilir.
More than 90% of pnömoperitoneum occur as a result of
gastrointestinal perforation. However, sometime spneumoperitoneum
is not associated with visceral perforation. In this study, we aimed to
introduce the four cases of idiopathic spontaneous pneumoperitoneum
and to review the literature. Ages were between 58 and 83 years old
and intra-abdominal free air was determined during the emergency
room imaging applications with undetermined etiology. One patient
was diagnosed with idiopathic spontaneous pömoperitoneum after
medical follow-up, and the others were diagnosed after surgery.
All patients were male and did not have any etiologic factors other
than diagnosis of COPD to create pneumoperitoneum. A detailed
history and physical examination findings may prevent unnecessary
laparotomy for diagnosis spontaneous pnömoperitoneum. In
spontaneous pnömoperitoneum patients, it is suggested that COPD
history should be questioned if no other etyological factor was found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
Özkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
ClInIcal, Laboratory And EpIdemIologIcal CharacterIstIcs Of FamIlIal
medIterranean Fever In ChIldhood And The RelatIonshIp Between
these Features WIth GenetIc MutatIons
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) seröz zarların inflamasyonu
ile karakterize, ataklarla seyreden bir hastalıktır. MEVF gen
mutasyonlarının keşfinden sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili
bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip
arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmada
AAA hastalarının klinik özellikleri ve kolşisine yanıtlarının genotiple
ilişkisinin araştırılması amaçlandı. AAA tanısıyla izlenmekte olan
131 hastanın dosyaları retrospektif olarak taranarak demografik,
klinik veriler ve mutasyon analizleri kayıt edildi. Hastalarımızın
%52.7’si erkek, %47.3’ü kızdı. Hastalarımızın şikayetlerinin başlama
yaşı ile tanı yaşının dağılımı farklılık göstermekteydi (p=0.00). En
sık görülen semptom karın ağrısı (%94.7) ve onu sırasıyla ateş
(%91.6), artralji (%65.6) ve göğüs ağrısı (%27.5) takip ediyordu.
Enfeksiyon, stres, menstürasyon, spor gibi faktörler bazı hastalarda
atağı tetiklemekteydi. En sık görülen mutasyonlar sırasıyla M694V
(%50.4), M680I (%26.7), 148Q (%11.5) idi. Mutasyon saptanmayan
%14.5 hastamız vardı. M694V homozigot olan hastalarda bulantı
ve kusma daha az, E148Q heterozigot olan hastalarda artralji daha
fazlaydı (p<0.05). Aynı aileden kolşisine dirençli 3 hastamız vardı.
Çalışmamızda AAA hastalarının fenotip ve genotipi arasında önemli
bir ilişki gözlenmemiştir. İnfantil dönemde hastalığın tanınması
zor olup, komplikasyonları önlemek adına hastaneye sık başvuran
hastalarda AAA tanısı da akla gelmelidir.
Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by attacks
and inflammation of serous membranes. After discovery of MEVF
mutations, several studies have been carried out about the effect
of genotype to phenotype, a number of them showed relationship
between genotype and phenotype, but some of them not. The aim
of our study was to investigate the relationship between genotype
and clinical features in children with FMF. This study was performed
with 131 patients who have FMF diagnosis. The demographic data,
clinical findings, mutations were investigated retrospectively. 52.7%
of our patients were boys, 47.3% were girls. Distribution of the age
of diagnosed was different from age of onset of symptoms (p=0.00).
The most frequent symptom was abdominal pain (94.7%) and it is
followed by fever (91.6%), arthralgia (65.6%) and chest pain (27.5%).
Infection, stress, menstruation and physical training triggered the
attack in some patients. Respectively, the most common mutations
were M694V (50.4%), M680I (26.7%) and 148Q (11.5%). No mutation
was detected in 14.5% of our patients. Nausea and vomiting were
less in M694V homozygous patients, and arthralgia was higher in
E148Q heterozygous patients (p<0.05). We had 3 patients with
colchicine-resistant who were siblings. In our study, a significant
relationship between phenotype and genotype was not observed. It
is difficult to recognize the disease in infancy period, FMF should be
considered in patients with frequently admitted to hospital in order to
avoid complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prediyabet
Evrim Çakır
Derleme
Özeti
Prediyabet
PredIabetes
Prediyabet sıklığı tüm dünyada giderek artış göstermektedir.
2030’lu yıllarda 470 milyondan fazla kişide prediyabet izleneceği
tahmin edilmektedir. Prediyabet, glisemik değerlerin normal ile
diabetes mellitus (DM) arasında değiştiği DM gelişimi için yüksek risk
grubunu tanımlamak için kullanılır. Prediyabette insülin direnci ve beta
hücre disfonksiyonu glukoz seviyesinde aşikar değişiklik izlenmeden
başlamaktadır. Gözlemsel çalışmalarda prediyabetin kronik böbrek
hastalığı, küçük fiber nöropati, retinopati ve artmış serebrovasküler
ve kardiovaküler hastalık riski ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu
derlemede prediyabetin tanımı ve prediyabetin mikrovasküler ve
makrovasküler hastalıklarla birlikteliği değerlendirilmiştir.
The prevelans of prediabetes is increasing over the world. It is estimated that more than 470 million people will have prediabetes by 2030. Prediabetes is defined as intermediate state between normal and diabetic glycaemic values and high risk categories for DM development. Insulin resistance and beta cell dysfuction start with prediabet before marked glucose changes. In observational studies it has been reported that the relationship was found between prediabetes and chronic renal disease, small fiber neuropathy, retinopathy, serebrovascular and cardiovascular disesase. In this review, it was evaluated that the definition of prediabetes and its microvascular and macrovascular complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
Aynur Uğur Bilgin, Sevilay Tuncez, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemide Cd38, Cd16, Cd56 Ve Zap70
hücre Yüzey Antijen Düzeylerinin Klinik Önemi
The ClInIcal SIgnIfIcance Of Cd38, Cd16, Cd56 And Zap70 Cell
surface-AntIgen ExpressIon In ChronIc LymphocytIc LeukaemIa
Kronik Lenfositer Lösemi(KLL) kan, kemik iliği, lenf nodu ve
dalakta proliferasyon özelliği olmayan olgun B lenfositlerin artışı ile
ortaya çıkan; farklı klinik seyirler gösterebilen bir hastalıktır. Rai ve
Binet tarafından oluşturulan sınıflamalar KLL’de en sık kullanılan
güncel evreleme sistemleridir. Ancak prognozu belirlemede erken
evre vakalarla sınırlı kalmaları en önemli eksiklikleridir. Bu çalışmada
amaç yeni tanı almış ve tedavi almayan KLL hastalarında ZAP70,
CD38, CD16 ve CD56 ekspresyon düzeylerinin evre ve prognoza
etkilerinin incelenmesidir. ZAP70 ekspresyonu, çalışmaya alınan 35
hastanın 5’inde pozitif olarak saptandı. Düşük ZAP70 expresyonu
gösteren hastaların erken evre vakalar olduğu ve bu hastaların
progresyonsuz sağ kalımlarının uzun olduğu tespit edildi. CD38
ekspresyonu, 3 hastada pozitif olarak saptandı. CD38 ekspresyonu
düşük hastaların da daha çok erken evre oldukları ve progresyonsuz
sağ kalım sürelerinin diğerlerinden daha uzun olduğu saptandı.
Olgularda ZAP70 ekspresyonu ile CD38 ekspresyon düzeyi
karşılaştırıldığında sadece bir olguda aynı anda her ikisinde pozitiflik
vardı. CD38 ile ZAP70 pozitifliği arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
CD56, CD16 tüm hastalarda düşük düzeyde eksprese edildi. Bu
çalışmadaki hastaların büyük çoğunluğunda ZAP70, CD38, CD16
ve CD56 antijen düzeyleri düşük bulunmuştur. Hastaların %74’nün
erken evre ve/veya tedavisiz izlemde olduğu göz önüne alındığında
sonuçlarımızın son derece anlamlı olduğu izlenmektedir. Ancak, KLL’
de hücre yüzey antijenlerinin evre ve prognoza etkilerini daha iyi
anlayabilmek için, kontrol grubu içeren daha fazla hasta sayılı ve
uzun takipli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Chronic Lymphocytic Leukemia (CLL) is a disease characterized
by increased number of mature B lymphocytes in blood stream, bone
marrow, lymph node and spleen with different clinical course. In CLL
patients, Rai and Binet classification systems are established for
determination of the necessity of treatment and prediction of survival.
However, the prognostic value of these classifications is limited in early
staged patients. The aim of this study was to investigate the effects
of surface antigens (ZAP70, CD38, CD16 and CD56) in staging and
prognosis of newly diagnosed and untreated patients with CLL. ZAP70
expression was positive in 5 of 35 investigated patients. The majority
of patients with low expression levels of ZAP70 was early stage of
disease and progression-free survival of these patients was longer
than others. CD38 expression was positive in 3 of 35 investigated
patients. The majority of patients with low expression levels of CD38
was early stage of disease and progression-free survival of these
patients was longer than others. In only one patient, both ZAP70 and
CD38 expressions were positive. There was no significant correlation
in patients between the expression of ZAP70 and CD38 CD56, CD16
was expressed at low levels in all patients. The majority of patients
in this study, expressions of surface antigens such as ZAP70, CD38,
CD16 were found as low. Our results are highly significant when
74 % of them are considered to be a early-stage and/or follow-up
without treatment. However, Long-term clinical observational studies
with control groups should be made for understanding the effects of
surface antigens in staging and prognosis of CLL.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Neriman Çolakoğlu, Hüseyin Özyurt, İsmail Zararsız, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
ProtectIve Effects Of CaffeIc AcId Phenetyl Ester (cape) On Exposure Of CIgarette Smoke-Induced HIstologIcal Changes In Tar Testes
Bu çalışmada, sigara dumanına maruz kalan sıçanlara ait testislerde meydana gelen histolojik değişikliklerin incelenmesi ve bu değişiklikler üzerine kafeik asit fenetil ester (CAPE)’in etkisinin araştırılması amaçlandı. Bu amaçla 21 adet Wistar cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki hayvanlar kontrol grubu olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçalar sigara dumanına maruz bırakıldı. Grup III’deki sıçanlara ise sigara dumanına maruziyet ile birlikte günlük olarak CAPE enjekte edildi. 60 günlük deney süresi sonunda tüm sıçanlar dekapitasyonla öldürüldü. Hayvanlardan alınan kanların serumlarında testosteron analizi yapıldı. Testis doku örnekleri rutin histolojik prosedürlerden geçirilerek ışık mikroskobunda incelendi. Çalışmamızda, sigara dumanına maruz kalan sıçanların serum testosteron seviyeleri ve seminifer tubul çaplarında bir düşüşün olduğu ve bu düşüşün CAPE uygulaması ile engellendiği tespit edildi. Sigara dumanına maruz bırakılan sıçanlara ait testislerin ışık mikroskobik incelenmesinde ise, interstisyel alanlardaki damarlarda konjesyonun olduğu ve bağ dokusunun arttığı gözlendi. Ayrıca, seminifer tubullerde vakuolizasyonun olduğu ve spermatogenik hücrelerin azaldığı görüldü. Sigara maruziyeti ile birlikte CAPE uygulanan sıçanlarda ise, sigara maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin oluşmadığı tespit edildi. Sonuç olarak, sigara dumanına maruz kalan sıçanların testis fonksiyonlarında azalmanın olduğu ve bu azalmanın CAPE uygulaması ile önlendiği görüldü.
The aim of this study was to investigate the histological changes in testis of rats exposed to cigarette smoke and effects of caffeic acid phenetyl ester (CAPE) on these changes. Fort his purpose, 21 male Wistar rats were divided into three groups. Animals in Group I were used as control. Rats in Group II were exposed to cigarette smoke and rats in Group III were exposed to cigarette smoke and injected daily with CAPE. At the end of the 60-days experimental period, all rats were killed by decapitation. Serum testosterone analysis were performed in the blood samples obtained from the animals. Following routine histological procedures, testicular tissue specimenswere examined under a light microscope. In our study, serum testosterone levels and diameters of seminiferous tubules were found to be decreased in rats exposed to cigarette smoke and these were prevented by the administration of CAPE. Light microscopic examination of testis specimens from rats exposed to cigarette smoke revealed that congestion of vessels and increase of connective tissue in the interstitial space. Additionally, there was vacuolization in the seminiferous tubules and a decrease in spermatogenetic cells. Whereas, exposure of cigarette smoke induced histological changes were not seen in rats exposed to cigarette smoke and injected with CAPE. In conclusion, it was observed that testicular functions of rats exposed to cigarette smoke were decreased and this decrease was prevented by administration of CAPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Jale Öner, Ahmet Songur, Oğuz Aslan Özen, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
Effects Of MelatonIn Hormone On The ThyroId FollIcular Cells In Rats: Agnor StaInIng And Electron MIcroscopIc Study
Bu çalışma, pinealektominin ve pinealektomi sonrası uygulanan melatoninin tiroid bezi üzerine etkisinin araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 18 adet VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-pinealektomi) ve pinealektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Grup IH’deki sıçanlara da pinealektomi sonrası günlük olarak ve bir ay süresince melatonin enjeksiyonu yapıldı. Deney süresi sonunda hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Daha sonra sıçanlardan alınan tiroid doku örneklerinden bir kısmı AgNOR tekniği ile boyandı ve ışık mikroskopta incelenerek tiroid hücre çekirdeklerindeki AgNOR sayıları belirlendi. Tiroid doku örneklerinin bir kısmında da elektron mikroskobik inceleme yapıldı. Çalışmamızda, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında artışla birlikte mitoz aktivasyon artışını gösteren bulgular gözlendi. Ayrıca hücre sitoplazmalarındaki lizozom ve salgı granüllerinde artış görüldü. Melatonin enjekte edilen grupta ise, hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında düşüş olduğu belirlendi. Bununla birlikte, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücrelerinde gözlenen ve hücre aktivasyon artışını gösteren ultrastruktürel değişikliklerin melatonin uygulaması ile kaybolduğu tespit edildi. Sonuç olarak, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre proliferasyonunda ve hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği, melatonin enjeksiyonu ile de bu artışın gerilediği görüldü.
This study was undertaken to examine effects of pinealectomy and pinealectomy followed by melatonin adminis- tration on thyroid gland. For this purpose 18 male VVistar rats were used. Animals were divided into three groups. Group I and II were designated as sham-pinealectomized (control) and pinealectomized, respectively. The rats in Group III were pinealectomized and daily injected with melatonin for 1 month. At the end of the experiment, ali animals were killed by vascular perfusion. The thyroid glands of rats were removed, then some of the thyroid tissue specimens were stained with AgNOR techniçue and examined by light microscopy. AgNOR numbers in nuclei of thyroid follicular cells were counted. Some of the tissue specimens were examined by electron microscopy. İn our study, some findings proving the increase of mitoz activation along with the increase in the number of AgNOR granules in celi nuclei of thyroid epithel were observed after pinealectomy. Furthermore, lizozomes and secretory granules in the cytoplasm of thyroid follicular cells were increased. İn the melatonin injected group, the number of AgNOR granules in celi nuclei were decreased. Additionally, ultrastructural changes, which indicate the increase of celi activation and is visible in thyroid epithel cells after pinealectomy were disappeared follovving injection of melatonin. İn conclusion, it was observed that there has been an increase in thyroid epithel celi proliferation and in celi activation after pinealectomy and this increase has been reversed by melatonin injection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
Sennur Demirel, Ayşegül Zamani, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansiyel Hipertansiyonlularda Magnezyum Metabolizması
Yıldız Divanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Esansiyel Hipertansiyonlularda Magnezyum Metabolizması
MagnesIurn MetabolIsın In PatIents WIth EssentIal HypertentIon
Esansiyel Hipertansiyonlularda Etyolojik faktörler arasında magnezyum eksikliğinin de rol oynayabileceği düşünülmüş ve bu nedenle planladığırnız bu çalışmada Esansiyel Hipertansiyonlu hastaların serum, Eritrosit ve idrarında Mg düzeyleri saptanarak intra cellüler ve ekstracellüler .1',1g düzeyindeki değişimlerin esansiyel hipertansiyondaki rolü araştırılmıştır. Mg düzeyi antihipertansif ilaç kullanmayan esansiyel Hipertansiyonlu hastalarda sağlıklı kişilere nazaran her üç materyalde de düşük bulunmuş ve eksikliği istatistiksel anlamda önemli olduğu (P <0.001) gözlenmiştir. Buna karşın sağlıklı kişilerde bulunan değerlerle antihipertansif ilaç alan esansiyel tansiyonlu hastalarda bulunan değerler arasında istatistiksel anlamda bir fark bulunmadığı (P>0.05) saptanmıştır. Mevcut literatür bilgilerin ışığında, esansiyel hipertansiyonlu hastaların bir bölümünde de görüldüğü gibi, aldosteron veya aldosteron benri düzeylerindeki artış Mg eksikliğine yol açabilir. Bu eksiklik aynı zamanda damar düz kasında hipereksitabiliteyi ve ayrıca nöroeffektör kavşakta noradrenalin salıverilmesinin artmasına yol açabilir.
It is thought that magnesium deficiency may also play a role among etiological factors in patients with Essential Hypertension, and therefore, in this study we planned, the role of intracellular and extracellular changes in .1 ', 1g levels in essential hypertension was investigated by determining Mg levels in serum, erythrocyte and urine of patients with Essential Hypertension. The Mg level was found to be lower in all three materials in essential hypertensive patients who did not use antihypertensive drugs compared to healthy individuals, and the deficiency was found to be statistically significant (P <0.001). On the other hand, it was determined that there was no statistically significant difference (P> 0.05) between the values found in healthy individuals and those found in patients with essential blood pressure taking antihypertensive drugs. In the light of current literature information, as seen in some patients with essential hypertension, an increase in aldosterone or aldosterone benri levels may lead to Mg deficiency. This deficiency can also lead to hyperexcitability in vascular smooth muscle as well as increased noradrenaline release at the neuroeffector junction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Kemal Arslan, Bülent Erenoğlu, Hande Köksal, Ersin Turan, Arif Atay, Osman Doğru
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Desarda Procedure In InguInal HernIa Surgery
Kasık fıtık cerrahisinde operasyonun başarısını nüksün
yanında hasta konforuda belirlemektedir. Yama kullanılarak
geliştirilen operasyonlar nüks gelişimini belirgin olarak azaltmakla
birlikte yamaya bağlı gelişen problemler hasta konforunu olumsuz
etkileyebilmektedir. Desarda’nın tarif ettiği yamasız teknik fizyolojiye
uygunluğu, düşük nüks oranları ve yüksek hasta konforuyla dikkati
çekmektedir. Burada Desarda tekniğini uyguladığımız hastalarımızın
sonuçları sunulmaktadır. Kliniğimize 2010-2012 tarihleri arasında
kasık fıtığı şikayeti ile başvuran hastalar çalışmaya dahil edildi.
Femoral ve nüks inguinal hernisi olanlar, 18 yaşının altındakiler, yara
iyileşmesini etkileyecek sistemik hastalığı olanlar çalışmaya dahil
edilmedi. Çalışmaya alınan hastalara Desarda prosedürü uygulandı.
Hastalar demografik özellikleri, fıtık tipleri, postoperatif komplikasyon
ve nüks açısından incelendi. Toplam 72 hastaya Desarda prosedürü
uygulandı. Hastaların 71’i erkek 1’i kadındı. Ortanca yaş 51 (18-85)
idi. Vakaların 62’si tek, 10 tanesi 2 taraflı idi. Tek taraflı vakaların
18 tanesi Modifiye Rutkow-Gilbert sınıflamasına göre Tip 2, 16
tanesi Tip 4, 14 tanesi Tip 3, 9 tanesi Tip 6, 5 tanesi Tip 1 herni idi.
Ortalama operasyon süresi tek taraflı vakalarda 34.7±11.5, iki taraflı
vakalarda 76.1±15.4 idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1.02 gün
(1-2 gün), ortama takip süresi 22.0±4.2 ay idi. Bir hastada 6.ayda
erken nüks (%1.3), 1 hastada skrotal ödem (%1.3), 3 hastada kord
ödemi (%4.1), 1’i antikoagulan kullanan 2 hastada hematom(%2.7)
gelişti. Hastaların hiçbirinde erken dönemde nonsteroid aneljezikler
dışında ek narkotik analjeziklere ihtiyaç duyulmadı ve geç dönemde
nöralji görülmedi. Desarda prosedürü uygun vakalarda ucuz, kolay
ögrenilebilen ve uygulanabilen, dokuların fizyolojisine uygun, düşük
nüks ve yüksek hasta konforu ile fıtık cerrahisinde önemli bir yöntem
olarak göze çarpmaktadır.
Successful management of inguinal hernia depends on not
only prevention of recurrence but also patient comfort. Although
recurrence is lower in procedures using prosthetic meshes,
complications related to these meshes negatively affect patient
comfort. The procedure described by Desarda, draws attention due
to lower recurrence, conformance to physiology and higher patient
comfort. In this study we present results of patients treated using
desarda procedure. Seventy two patients admitted to our clinic with
inguinal hernia between 2010 and 2012 and treated using Desarda
procedure were included in this study. Patients with recurrent
inguinal hernias, femoral hernias, patients below 18 years of age and
patients with systemic disease excluded. Demographic properties,
types of hernias, postoperative complications and recurrence of the
patients were recorded. Of the patients, 71 were male and 1 was
female. Median age was 51 (range 18-85). Median operating time was
34.7±11.5 for single sided cases and 76.1±15.4 minutes for bilateral
cases. Mean hospitalization was 1.02 days (range 1-2), mean
follow up was 22.0±4.2 months. Early recurrence was observed in 1
(1.3%) patient at 6th month. One (1.3%) patient had scrotal edema,
3 (4.1%) patients had edema of spermatic cord, 2 (2.7%) patients,
one of these using anticoagulant, developed hematomas. None of
the patients required analgesics beside routinely used non-steroid
analgesics and no neuralgia was observed. Desarda procedure is
a remarkable technique for treatment of inguinal hernias of suitable
patients, which is non-expensive, easy to learn and more physiologic
technique providing lower recurrence and higher patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vizüel Bılgı Akışı, Sakkad Süresınce Supresse Mi Oluyor?
Süleyman İlhan, Nurhan İlhan, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Vizüel Bılgı Akışı, Sakkad Süresınce Supresse Mi Oluyor?
Is VIsual InfortnatIon ProcessIng Sapressed DurIng SaccadIc Eye Movements?
Bu araştırmada Türkçe bir metnin okunuşu elektrookülografik olarak incelendi. Regresyon sakkadları ve bunları izleyen ilk sakkadların ampiltüdleri arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular sakkadlar sırasında vizüel bilgi akışının supresse olmadığı düşündürdü.
Saccadic eye movernents in reading of a teıt iır Turkish were electrooculographicaily recorded, nd the arnplitudes of the saccades were Tneasured on the electrooculograrns. The relationship between ithe amplitudes of regression saccades and those of the next ()nes was investigated. The results suggested thLıt visual information proces.sing alsa occurs during reading.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Seda Özbek, Ali Sami Kıvrak, Alaaddin Nayman, Hasan Erdoğan, Mesut Sivri
Derleme
Özeti
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Ultrasound In SolId Breast Masses: BenIgn Versus MalIgn
Son yıllarda ulaşılan teknik gelişmeler sayesinde ultrasonografi (US), sadece kistik-solid lezyon ayrımında kullanılan bir inceleme yöntemi olmaktan çıkmış, hem mamografi ve manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi diğer inceleme yöntemlerine tamamlayıcı, hem tanısal açıdan etkin, hem de girişimlerde rehber bir modalite haline gelmiştir. Bu gelişmeler raporlamada uluslararası ortak bir yaklaşım ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Amerikan Radyoloji Derneği tarafında geliştirilen “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) sözlüğü, ultrasonografide kullanılan terminolojiyi standardize etmeyi, bulguları malignite risklerine göre kategorize etmeyi ve uygun klinik yaklaşımları önermeyi amaçlamaktadır. Bu sözlükte solid meme kitleleri için altı ultrasonografik morfolojik özellik tanımlanmıştır: şekil, yerleşim, kenar, sınır, eko paterni, arka akustik özellik. Benign ve malign US özelliklerinde çakışma olsa da oval şekil, üçten az yumuşak lobülasyon, homojen hiperekojenite, paralel yerleşim benignite; düzensiz şekil, antiparalel yerleşim, keskin olmayan kenar, ekojenik halo, arka akustik gölgelenme ise malignite için daha anlamlı özelliklerdir. Bu yazıda, BIRADS sözlüğünde solid kitleler için tanımlanan morfolojik US özelliklerinin, benignite ve malignite açısından etkinlikleri literatür bilgileri ışığında gözden geçirilmektedir.
With the rapid technological advances, ultrasonography (US) has become an important breast imaging procedure in the last decade. In addition to the complementary role to mammography and magnetic resonance imaging, today it has an important place in interventional situations such as guiding needle aspiration, core needle biopsy and presurgery needle localization. American College of Radiology has developed “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) lexicon to standardize the terminology in the US reports. This lexicon includes the descriptors from several feature categories, the assessment of findings and the recommendation of the action to be taken. Six morphologic features were described for solid breast masses: shape, orientation, margin, lesion boundary, internal echo pattern and posterior acoustic features. Despite the known overlap between benign and malignant features, typical signs of benignity were oval shape, gently lobulation, homogenous hyperechogenity, parallel orientation; typical signs of malignity were irregular shape, antiparallel orientation, noncircumscribed margin, echogenic halo, decreased sound transmission. The purpose of this article was to discuss reliability of these BIRADS US lexicon descriptors in the differentiation of benign from malignant solid masses of the breast.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Turner Sendromu Olgularında Karyotipik Dağılım
Ayşegül Zamani, Sennur Demirel, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Turner Sendromu Olgularında Karyotipik Dağılım
KaryotypIc DIstrIbutIon Of Turner's Syndrome Cases
Turner sendromu bulguları, primer amenore veya gelişme geriliği şikayetiyle laboratuvarımıza başvuran 37 olguda sitogenetik analizler yapılarak, X kromozom düzensizliklerinin dağılımı incelendi. Olgularımızın yaklaşık yarısını (%48.6) monozomi X oluşturuyordu. 16 olguda saptanan (%43.2) mozaik karyotiplerin dağılımı şöyle idi. Dokuz olguda 45,X/46,X,i(Xq); üç olguda 45,X/46X,r(X); bir olguda 45,X/46,X,+mar; bir olguda 45,X/46,XX/47,XXX; bir olguda 46,X,i(Xq)/47,X,i(Xq),i(Xq); bir olguda 45,X/46,XX. Mozaikler arasında gözlenen en yaygın karyotip olan 45,X/46,X,i(Xq)(%24.3) diğer merkezler tarafından bildirilen oranlardan hayli yüksekti. Ancak diğer merkezlerde sık görülen 45,X/46,XX karyotipi bizim grubumuzda sadece bir olguda saptandı.
Cytogenetic analysis of 37 patients, who were referred to our laboratory because of primary amenorrhea ,growth retardation and Turner's syndrome stigmata were performed and X chromosome abnormalities were evaluated. Monosomi X constituted approximately half of our patients(48,6%).Mosaic karyotypes were determined in 16 cases(43,2%) and they distributed like that; nine with 45,X/46,XJ(Xq), three with 45,X/46,X,r(Xq), one with 45,X/46,X,+mar,one with 45,X/46,XX/47,XXX,one with 45,X/47,X,i(Xq), i(Xq) and one with 45,X/46,X . 45,X/46,X,i(Xq) was the most common structural abnormality observed in mosaic cases and its ratio was found most frequent than other centers values.On the other hand 45,X/46,X karyotype which was reported from other centers often was determined in only one case in our study group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Nuri Çetin, Neyhan Ergene, Nimet Ünal Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Effect Of 2 Hz Electroacupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon On The Levels Of Beta EndorphIn, Acth And CortIsol In The ObesIty Treatment
Amaç: Obezlerde 2 Hz frekanstaki elektroakupunktur ve diet tedavisinin vücut ağırlığına, serum beta endorfin, adrenokortikotrop hormon (ACTH) ve kortizol düzeylerine etkilerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Yaş ortalamaları 40.95±5.08, vücut kitle indeksleri (VKİ) 33,18±2,23 olan 22 kadına diyet ve elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 43,09±3,52, VKİ’leri 33,77±2,61 olan 22 kadına sadece diyet programı uygulandı. Elektroakupunktur kulak noktalarından Hungry, Shenmen ve Stomach, vücut noktalarından KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 ve Da 3 kullanılarak, haftada bir gün kulak ve vücuttan, iki gün ise sadece vücuttan, günde tek seans ve 30 dakika olmak üzere 20 gün süre ile uygulandı. Diet programı ise 20 gün süre ile 1400 kcal olarak uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur ve diyet uygulamasıyla % 3.83, sadece diyet uygulaması ile % 3.05 oranında ağırlık kaybı gözlendi. Elektroakupunktur ve diyet uygulanan grup ile sadece diyet uygulanan gruptaki deneklerin vücut ağırlığına, ACTH, kortizol ve beta endorfin parametrelerinin etkisinin karşılaştırılması Mann Whitney U testi ile irdelendi. Ayrıca grupların temel değişkenlerle ilgili ortalamaları arasındaki farklılık da Mann Whitney U testi ile karşılaştırıldı. EA ve diyet grubunda sadece diyet grubuna göre ağırlık kaybında (P<0.001) artma gözlendi. Aynı şekilde gruplar arasında ACTH (P<0.001), kortizol (P<0.05) ve beta endorfin’in (P<0.001) serum düzeylerindeki farklar karşılaştırıldığında EA ve diyet grubunda, diyet grubuna göre artma gözlendi. Sonuç: Obezlerde diyete ek olarak 2 Hz frekansta elektroakupunktur uygulanmasının sadece diyet uygulamasından daha fazla ağırlık kaybına neden olduğu belirlendi. Bunu EA etkisi ile artan serum beta endorfin ve ACTH düzeylerinin büyük bir olasılıkla lipolitik etki yapmasına bağlamaktayız.
Aim: To evaluate the effect of EA application at 2 Hz and diet restriction on the levels of serum beta endorphin, ACTH and cortisol in obese women. Material and Method: EA application and diet restriction was applied on 22 women who had the mean age of 40.95±5.08 and Body Mass Index (BMI) of 33.18±2.23 and only diet restriction was performed on 22 women who had the mean age of 43.09±3.52 and BMI 33.77±2.61. EA was performed on ear points of Hungry, Shenmen and Stomach and body points of KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 and Da 3 once a week to ear and body points and twice a week only body points for 30 minutes for a 20 days period. Diet restriction was organized for 20 days to give a daily 1400 kcal diet. Results: Weight loss of 3,83% was observed with EA and diet application whereas 3.05% loss was observed with diet restriction alone. Comparison of effects of ACTH, cortisol and beta endorphin on body weigths of the patients in the groups of EA and diet application and diet restriction alone were made with Mann Whitney U test. Additionally the differences between the mean values of basic variables also compared with Mann Whitneyu test. An increase at the weight loss was observed in EA and diet group compared to the diet restriction group alone (p<0.001). Similarly when the differences were compared between the groups significant increases were observed in the levels of serum ACTH (p<0.01), cortisol (p< 0.05) and beta endorphin (p<0.001) in the EA and diet group compared to the diet group alone. Conclusion: It was observed that EA application at the frequency of 2 Hz in addition to diet restriction caused more weight loss than the diet restriction alone in obese individuals. This may be due to the lipolytic effect of increased beta endorphin and ACTH with EA application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
Gülcan Erk, Evrim Oral, Nermin Göğüş
Araştırma makalesi
Özeti
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of AnaesthesIa InductIon, MaIntenance, Recovery And CognItIve FonctIons In GerIatrIc PatIents DurIng MIdazolam-Fentanly And Sevoflurane AnaesthesIa.
Bu çalışma midazolam - fentanil kombinasyonu ile oluşturulan TİVA, ve sevofluran inhalasyonu ile sağlanan VİMA uygulamalarının geriatrik yaş grubunda anestezi indüksiyonu, idamesi, derlenme dönemi ve kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkilerini araştırmak amacı ile planlanmıştır. Bu amaçla, transuretral prostatektomi (TUR-P) uygulanacak olgular Grup S ve Grup M olarak ayrıldı. Anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup M olgularda midazolam ve fentanil iv uygulanması ile sağlandı. Her iki grupta da maske toleransı, indüksiyon zamanı, solunum refleksleri; ekstübasyon, göz açma ve adını söyleme süreleri; ve yan etkiler kaydedildi. Operasyon süresince ortalama arter basıncı ( OA B ) ve kalp atım hızı (K A H ) kaydedildi. Operasyondan önce; 2 ve 24 saat sonra olguların hemoglobin (Hg) ve oksijen saturasyonu (SpO2) değerleri not edildi; mental durum testi uygulandı Grup M olgularda. Grup S olgulara göre indüksiyon zamanı uzun, göz açma ve adını söyleme süreleri anlamlı olarak kısa bulundu ( p<0.05). KAH, Grup M olgularda, Grup S olgulara göre, operasyonun başlamasından sonra ve operasyonun 3O.dk'.sında anlamlı olarak düşük bulundu ( p<0.05 ). Kognitif fonksiyonları değerlendirme testi, gruplar arasında, her üç değerlendirme dönemi anında da farklılık göstermedi. Yirmi dördüncü saatte preoperatif değerleri ile arasında fark saptanmadı ( p>0.05). Sonuç olarak her iki anestezi yönteminin de bu yaş grubunda, stabil hemodinami sağlaması, hızlı ve rahat derlenme bulguları ile uygun birer tercih olabileceği, erken dönem kognitif fonksiyonlar üzerine birbirlerinden farklı etkileri olmadığı kanısına varıldı.
This study has been planned for investigating the effects of TİVA, vvhich is formed by the combination of midazolam-fentanyl and VİMA with inhalation of sevoflurane on the induction and maintenance of anesthesia, recovery period and cognitive functions of anesthesia in geriatric age. Patients undergoing to transurethral prostatectomy ( TUR-P ) were randomly divided two groups as Group M and S. İnduction vvas performed with midazolam and fentanyl in group M and inhalation ın Group S. Mask tolerance, induction time, reflexes of respiration, extubation, eye-opening time and time for telling his/her name, and advers effects were examined in both groups. The mean arterial blood pressure and heart rate vvere also recorded during the operation. The hemoglobin and 02 saturation values vvere recorded before the operation, 2 and 24 hours after the operation. The mental status test vvas applied. The induction time of Group M vvas found to be longer and eye-opening time and time for telling name vvere significantly shorter than Group S ( p<0.05). Heart rate vvas significantly lovver in group M 2 minutes after operation starts and at 30th minute of the operation ( p<0.05 ). The mental status test shovved no difference betvveen two groups in every mental status examining period ( p>0.05 ). There vvas no difference betvveen the preoperative values and postoperative 24 hours’ values.İn conclusion, each of the anesthesia methods can be a choice for this group of age by providing a heamodynamically stable anesthesia, fast and comfortable recovery. İn addition, the effects of these methods on early cognitive functions did not differ from each other.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oküler Tutulumsuz Behçet Hastalarında Erektil Disfonksiyon İle Makula Ve Radyal Peripapiller Mikrovasküler Yoğunluklar Arasındaki İlişki
Mehmet Fatih Küçük, Ayşe Ayan, Sebahat Yaprak Çetin, Muhammet Kazım Erol
Araştırma makalesi
Özeti
Oküler Tutulumsuz Behçet Hastalarında Erektil Disfonksiyon İle Makula Ve Radyal Peripapiller Mikrovasküler Yoğunluklar Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between ErectIle DysfunctIon And Macular And RadIal PerIpapIllary MIcrovascular DensItIes In Behçet's PatIents WIthout Ocular Involvement
Amaç: Oküler tutulumsuz Behçet (OTB) hastalarında Erektil disfonksiyona (ED) göre maküler mikrovasküler
(MMV) ve radyal peripapiller kapillerlerin (RPK) vasküler yoğunluklarını (VY’ları) karşılaştırmak ve hastaların
Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi (IIEF)-15'in 5 farklı cinsel fonksiyon alanında saptanan puanları ile OKTA'yla
ölçülen değerleri arasındaki korelasyonu incelemek.
Hastalar ve Yöntem: Bu kesitsel çalışma Nisan 2019 - Mart 2020 arasında yapıldı. 94 erkek Behçet hastasından
göz tutulumu olmayan ve çalışmaya alınma kriterlerine uyan 23’ü çalışmaya alındı. Kontrol grubu yaşça eşleşmiş
25 sağlıklı bireyden oluşturuldu. ED olan ve olmayan hastalarla kontroller arasında optik koherens tomografi
anjiyografi (OKT-A) ile ölçülen değerler karşılaştırıldı. Sonra, hastaların IIEF-15 anketinin 5 farklı cinsel fonksiyon
alanında tespit edilen puanları ile OKT -A’yla ölçülen değerlerinin korelasyonu incelendi.
Bulgular: Kontrollere kıyasla hem ED’lu hem de ED’suz hastalarda derin kapiller pleksusun tüm alanında VY'lar
azalmıştı. ED'lularda kontrollere ve ED'suzlara kıyasla RPK ağdaki tüm alanın tüm damarlarının VY’ları da
azalmıştı. Ayrıca ED'lularda kontrollere ve ED’suzlara göre alt kadranda Retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlıkları
da azalmış bulundu. OTB hastalarının IIEF-15’in 5 alanındaki puanlarıyla OKT-A ölçümleri arasındaki korelasyon
analizinde, RPK'nin tüm alanındaki tüm damarların VY’ları ve RSLT kalınlık değerleriyle IIEF-15’nin 4 alanındaki
puanları arasında pozitif korelasyon vardı.
Sonuçlar: ED'a neden olabilecek faktörler dışladıktan sonra, ED'lu OTB hastalarında MMV ve RPK VY'larının ve
RSLT alt kadran kalınlıklarının azaldığı bulundu. Ayrıca, OTB hastalarının cinsel fonksiyon alanlarındaki IIEF-15
puanlarıyla RPK VY’ları ve RSLT kalınlıkları arasında korelasyon bulundu.
Aim: To compare the vascular densities (VDs) of macular microvascular (MMV) and radial peripapillary
capillaries (RPC) according to Erectile dysfunction (ED) in non-ocular Behçet's (NOB) patients, and to
examine the correlation between the patients' International Index of Erectile Function (IIEF)-15 scores in 5
different sexual function domains and the values measured by OCT -A.
Patients and Method: This cross-sectional study was conducted between April 2019 - March 2020. Of the
94 male Behçet's patients, 23 without eye involvement and who met the inclusion criteria were included in
the study. The control group consisted of 25 age-matched healthy individuals. Values measured by optical
coherence tomography angiography (OCT-A) were compared between patients with and without ED and
controls. The correlation between the patients' scores in 5 different sexual function domains of the IIEF-15
questionnaire and those measured by OCT -A was examined.
Results: Compared to controls, VDs were reduced in the whole area of the deep capillary plexus in both
patients with and without ED. VDs of all vessels of the whole area in the RPC network were also decreased
in EDs compared to controls and non-EDs. In addition, retinal nerve fiber layer (RNFL) thicknesses in the
inferior quadrant were found to be decreased in patients with ED compared to controls and those without ED.
In the correlation analysis between NOB patients' scores in 5 domains of IIEF-15 and OCT-A measurements,
there was a positive correlation between the RNFL thickness values and VDs of all vessels in the whole area
of RPC, and the scores in 4 domains of IIEF-15.
Conclusions: After excluding factors that may cause ED, MMV and RPC VDs and RNFL inferior quadrant
thicknesses were found to be decreased in NOB patients with ED. In addition, a correlation was found between
IIEF-15 scores in sexual function domains and RPC VDs and RNFL thicknesses of NOB patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atopik Bronşiyal Astmalı Olgularda Prick Testi Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Nalan Sabancı, Ünal Şahin, Mehmet Ünlü, Mustafa Demirci, Ahmet Akkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Atopik Bronşiyal Astmalı Olgularda Prick Testi Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The PrIck Test And Serum SpecIfIc Ige Results In PatIents WIth AtopIc BronchIal Asthma
Kliniğimizde yapılan bu çalışmada astmalı hastalarda cilt testi, serum total ve spesifik IgE düzeyleri karşılaştırılmış ve tanısal değerleri incelenmiştir. Ayrıca prick testinde saptanan farklı her allerjen için serum total ve spesifik IgE değerlerinin sensitivite ve spesifiteleri hesaplanmıştır. Çalışma ve kontrol grubuna prick testi yapılmış ve her iki grubun total IgE düzeyleri saptanmıştır. Prick testte pozitiflik gözlenen allerjenler için spesifik IgE düzeyleri ölçülmüştür. Allerjik astmalıların serum total IgE düzeyleri (301.7+412.1 lU/ml) kontrol grubu (77.1+55.3 lU/ml) ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0.001). Hasta grubunda, cinsiyet ve ailede atopi öyküsü olmasının serum total IgE düzeylerine etkili olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Serum total IgE sensitivitesi %57 olarak hesaplanmıştır. Serum spesifik IgE düzeyinin sensitivitesi %75-100 arasında ve spesifitesi ise %100 (ev tozu akarları hariç) olarak tespit edilmiştir. Ayrıca serum total IgE yüksekliği ile serum spesifik IgE müspetliği arasında zayıf korelasyon gösterilmiştir (r=0.25). Sonuç olarak her ne kadar çalışma grubunda total IgE düzeyleri kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulunsa da, bu yüksekliğin atopinin tanısında sensitif olmadığı gösterilmiştir. Cilt prick test sonuçları ile paralellik gösteren serum spesifik IgE düzeylerinin, atopik astmalılarda rutin olarak araştırılmasının gerekmediği kanısına varılmıştır.
İn this study; skin prick test, serum total and specific IgE levels vvere compared in patients with asthma and the diagnostic values of these tests vvere investigated. İn addition sensitivity and specifity of total and specific IgE values vvere calculated for different allergen groups. Skin prick tests vvere applied to asthmatic and control cases and serum total IgE levels vvere determined in both groups. İn asthmatic and control groups, serum specific IgE levels vvere determined for allergens vvhich vvere observed positive in prick test. The serum total IgE levels of asthma group (301.7±412.1 lU/ml) vvere significantly higher vvhen compared to the control group (77.1+55.3 lU/ml). Sex and family history of atopy vvere not factors influencing the total IgE levels in asthmatic patients (p>0.05). The sensitivity of serum total IgE was 57%. The sensitivity and specifity of serum specific IgE was 75-100% and 100% (except for mites), respectively. The correlation betvveen high serum total IgE and serum specific IgE positivity was weak (r=0.25). We concluded that high serum total IgE levels are not sensitive in diagnosis of atopy in asthmatic patients. Serum specific IgE levels should not be investigated in atopic patients as routine, because of it has high specifity vvith allergens positive in skin prick tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Hakan Öner, Ahmet Songur, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
Effect Of OvarIectomy And OvarIectomy Follovved By AdmInIstratIon Of Estrogen On The PIneal Gland: A LIght MIcroscopIc Study.
Bu çalışma, ovarektominin ve ovarektomi sonrası uygulanan östrojenin pineal bez üzerine etkisinin ışık mikroskop düzeyde araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 15 adet Wistar-Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-ovarektomi) ve ovarektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Bu hayvanlara günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susamyağı enjekte edildi. Grup III deki sıçanlara da ovarektomi sonrası günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susam yağı içerisinde 0.5 mg Estradiol Beonzoate enjekte edildi. Bir aylık deney süresi sonunda tüm hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Sıçanların pineal bezleri çıkartılarak rutin histolojik yöntemlerle ışık mikroskobik preparatları hazırlandı. Çalışmamızda, ovarektomi sonrası pinealositlerde hipertrofinin oluştuğu ve bez yapısında lipid damlacıklarında artış meydana geldiği gözlendi. Ovarektomi sonrası östrojen enjeksiyonu sonucunda ise, ovarektomi sonrası gözlenen hipertrofinin ve lipid damlacıklarındaki artışın kaybolduğu tespit edildi. Ayrıca, parankima! hücreler arasındaki bağ dokuda artış gözlendi. Sonuç olarak, ovarektomi sonrası pinealosit hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği ve bu artışın östrojen enjeksiyonu ile baskılandığı görüldü.
This study was aimed to examine the effects of ovariectomy and ovariectomy follovved by estrogen administration on the pineal gland by light microscopy. For this purpose 15 female Wistar rats vvere used. Animals were divided into three groups. Group I and II vvere designated as sham-ovariectomised (Control) and ovariectomised, respectively. They received sesame oil (0.1 mİ subcutaneously) alone. The rats in Group III vvere ovariectomised and daily injected vvith Estradiol Benzoate (0.5 mg/0.1 mİ sesame oil per day s.c) for 1 months. At the end, ali animals vvere killed by vascular perfusion. The pineal glands of rats vvere removed, then processed for light microscopy. Ovariectomy caused hypertrophy in pinealocytes and an increase of lipid droplets in the structure of pineal gland. İt was observed that Estradiol administration follovving ovariectomy inhibited ovariectomy induced hypertrophy and increase of lipid droplets. Additionally, the connective tissue betvveen parenchymal cells was increased in this group. İn conclusion, increased of celi activity was seen in the pinealocytes after ovariectomy and this increase was suppressed follovving the administration of Estradiol benzoate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
Berrin Okka, Neyhan Ergene
Araştırma makalesi
Özeti
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
The Results Of Farnsworth-Munsell (fm) 100 Hue Test In DIabetIc RetInopathy
Amaç: Diabetes mellitus (DM), geç komplikasyonları nedeniyle görmeyi tehdit eder ve hatta görme kayıplarına yol açar. Bu nedenle de fonksiyonel değişikliklerin erken tanısı önem kazanmaktadır. Çalışmamızın amacı DM’lu olgularda retinal hasarın erken dönemde tespiti ve hastalığın seyrini izlemede kullanılan testlerden biri olan Farnsworth-Munsell (FM) 100 ton renk görme testinin tanısal değerinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Göz hastalıkları Anabilim Dalı polikliniği ve Türk Diabet Cemiyeti polikliniğine başvurarak takip ve tedavi edilen 100 hastanın 186 gözüne ve kontrol grubu olarak belirlediğimiz 30 sağlıklı bireyin 60 gözüne FM 100 ton testi uygulandı. FM 100 ton testi sonuçlarının değerlendirilmesinde kadran analizi yöntemi kullanıldı. Sonuçların istatistiksel aıdan değerlendirilmesinde X2 testi uygulandı, P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: DM’lu grup ile kontrol grubu karşılaştırıldığında, DM’lu hastalarda renk görmede belirgin kötüleşmenin olduğu ve bu renk görme defektlerinin hastalığın ilerlemesi ve süresi ile doğru orantılı olarak arttığı, hakim olan renk defektinin mavi-sarı renk defekti tipinde olduğu gözlendi. Sonuç: DM’lu olgularda henüz retinopati bulguları ortaya çıkmadan renkli görmede bozukluk oluştuğu, bu defektin tespitinde FM 100 ton testinin öneminin olduğu, retinopatinin tanı ve takibinde bu testin kullanılmasının hastalığın erken tanısında önemli ölçüde yardımcı olabileceği sonucuna varıldı.
Aim: The late complications of diabetes mellitus (DM) threaten the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the value of Farnsworth-Munsell (FM) 100 hue test which is used for retinopathy diagnosis in DM patients. Material and method: FM 100 hue test was performed on, 186 eyes of 100 DM patients which were admitted to Ophthalmology Outpatient Department of Meram Medical faculty, Selcuk University and Turkish Diabetes Society outpatient department. Fort he control group 60 eyes of 30 healthy subjects were tested. The results were evaluated by quadrant analysis method. X2 test was used as statistical method and P<0.05 was accepted as significant. Results: When results were compared, there was a significant difference for the degree of the deterioration of the color vision in DM patients which was correlated with the progression and the duration of the disease. The dominant colour vision defect was blue-yellow type. Conclusion: It was concluded that, functional loss occurs before diabetic retinopathy lesions ocur and FM 100 hue test is a valuable method for early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
Kazım Gezginç, Elif Utku Dalkılıç
Derleme
Özeti
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
FertIlIty SparIng Surgery In GynecologIcal Cancers
Günümüzde sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle kadınların çocuk sahibi olma yaşı giderek artmaktadır. Her ne kadar jinekolojik kanserler ileri yaşta görülseler de bunların önemli bir kısmı reprodüktif çağda karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda patoloji, cerrahi ve kemoterapi alanlarındaki gelişmelerle birlikte artık jinekolojik kanserli hastalarda düşük riskli gruplar saptanabilmektedir. Tüm bunlar sonucunda çağdaş kanser tedavisinde; hastanın duygu durumu, fiziksel görünümü, cinsel işlevleri ve fertilite isteği göz önüne alınarak fertilite koruyucu tedavi yaklaşımları ön plana çıkmaktadır.
Today, age of childbearing women is increasing because of social and economic conditions. Although gynecological cancers are seen in old age, some of them may occur in reproductive age. With recent advances in the fields of surgery, pathology and chemotherapy, low risk patient group can be identified in gynecological cancers. Fertility sparing surgery appears as a parallel development in current cancer treatment, when considering the emotional condition, physical appearance, sexual function and fertility desire of the patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
Halim Yılmaz, Gülten Erkin, Sami Küçükşen, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
CorrelatIon Between Body Mass Index And ClInIcal Parameters In FIbromyalgIa Syndrome
Fibromiyalji Sendromlu (FMS) kadın hastalarda klinik özelliklerle
vücut kitle indeksinin (VKİ) ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. 1990
Amerikan Romatoloji Cemiyeti (ACR) kriterlerine göre FMS tanısı
alan 162 kadın çalışmaya alındı. Hastalarda şikayet süresi, eğitim
düzeyleri, Vizüel Ağrı Skalası (VAS) ile ağrı şiddeti, hassas nokta
sayısı (HNS) skoru, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) skoru, Fibromiyalji
Etki Anketi (FEA) skoru belirlendi. Hastaların VKİ (kg/m²) hesaplandı.
Hastalar VKİ’ne göre normal kilolu (VKİ<25), fazla kilolu (VKİ=25-
29.9) ve obez (VKİ≥30) olarak üç gruba ayrılarak, üç grup arasında
FMS’nin klinik özellikleri karşılaştırıldı. Spearman sıra korelasyon
katsayısı kullanılarak FMS’li hastalarda VKİ ile FMS’nin klinik
özellikleri arasındaki ilişki araştırıldı. Normal kilolu grupta 52 (%
32.1) hasta, aşırı kilolu grupta 70 (% 43.2) hasta, obez grupta 40 (%
24.7) hasta yer aldı. Üç grup arasında HNS ve FEA skorları arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark mevcut iken, yaş, şikayet süresi, VAS
ve BDÖ skorları arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Korelasyon
analizinde VKİ ile HNS, FEA skoru, şikayet süresi ve yaş arasında
pozitif korelasyon, BMİ ile eğitim düzeyi arasında negatif korelasyon
saptandı. Sonuçlarımız FMS’li kadın hastalarda FEA ve HNS’nın VKİ
ile güçlü şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle yüksek
VKİ; FMS’nin şiddetini artıran bir durum gibi gözükmektedir. Biz bu
nedenle FMS’li kadın hastalarda kilo kontrolünün fiziksel fonksiyonları
ve hastalığın seyrini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz.
To investigate the correlation of body mass index (BMI) with
clinical parameters in women with fibromyalgia syndrome (FMS).
Under the criteria of 1990 American Council of Rheumatology, 162
women diagnosed with FMS were included. In each patient, duration
of complaints, level of education, pain severity via Visual Analogue
Scale (VAS), tender point counts (TPC), Beck Depression Inventory
(BDI) score, Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ) and BMI (kg/
m²) were measured. Patients were grouped as normal (BMI<25),
overweight (BMI=25-29.9) and obese (BMI≥30), and clinical
parameters of FMS were compared between groups. Via Spearman’s
ranked correlation coefficient, the association between BMI and FMS
was investigated. Fifty-two patients (34.4%) was present in group
with BMI<25, 70 (44.8%) in group with BMI=25-29.9 and 40 (%24.7)
in group with BMI≥30. While a statistically significant difference
was present as to TPC and FIQ between groups, no significant
association was found as to age, duration of complaints, VAS and
BDI scores. In the analysis, a positive correlation between BMI, and
TPC, FIQ scores, duration of complaints and age, and a negative
correlation between BMI and level of education were determined.
Our findings indicate FIQ and TPC are strongly correlated with BMI,
and higher rate of BMI seems to increase the severity of FMS. So,
it is considered that weight control may positively impact physical
functions and course of the condition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
Şebnem Yosunkaya, Faruk Özer, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
TuberkulIn SkIn Test Results In Central PrImary School ChIldren WIth And WIthout Bcg VaccInatIon Of Konya
Konya il merkezinde 10 ilkokulda birinci ve beşinci sınıflar olmak üzere iki yaş grubunda BCG skarlarına bakarak bölgedeki aşılama çalışmalarının günümüzdeki durumu, 6-12 yaş çocuklarda tüberküloz enfeksiyonunun durumu ve BCG’nin PPD testine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada ilkokul birinci ve beşinci sınıflara devam etmekte olan 2652 öğrenciye (1374’ü birinci, 1188’i beşinci sınıf) tüberkülin deri testi yapıldı ve sonuçlar aşılama durumu göz önüne alınarak karşılaştırıldı. Çalışmaya alınan öğrencilerden 414’ünün (%16.2) hiç aşılanmadığı, aşılı öğrencilerden 2029 unun (%79.2) bir kez ve 119 unun (%4.6) iki kez aşılandığı saptandı. Ortalama tüberkülin endurasyonu aşısız öğrencilerde 1.186±2.188 mm, bir aşılı öğrencilerde 4.894±4.643 mm ve iki aşılılarda 10.890±4.037 mm olarak bulundu. Ayrıca aşısız414 kişinin 9 una (%2.2) karşılık, bir aşılı 2029 kişinin 438 i (%21.6), iki aşılım 119 kişinin 85 i (%70.5) 10 mm ve üzeri reaksiyon gösterdiği bulundu. Tüm öğrenciler dikkate alındığında enfeksiyon oranının %4.2 olduğu görüldü. Aşısızlarda YER (Yıllık Enfeksiyon Riski) 7 ve 11 yaş grubunda 0.41 ve 0.56 olarak hesaplandı. Sonuç olarak, çalışmamızda Konya bölgesinde yenidoğan dönemi aşılama çalışmalarının başarılı revaksinizasyonun yetersiz olduğu, ayrıca BCG uygulamasının tüberkülin reaksiyonunu arttırdığı ve bir aşılılarda tüberkülin pozitiflik sınırının 14≤ mm olduğu enfeksiyon oranının yaş arttıkça arttığı, cinsiyetle değişmediği görülmüştür.
In this study, we have planned to determine: The vaccination situation of the two age groups of children in the first and fifth classes of the primary schools of Konya province by looking at the BCG scars; the effects of BCG vaccination to tuberculin tests; the tuberculin reaction that can distinguish the natural infection in one time vaccinated children. We have also investigated the situation of tuberculosis infection in Konya province for contituting data for our region. We have included 2652 students of first and fifth classes of the primary school (1374 and 1188). 414 (16.2%) of the children had no BCG vaccinations. 2029 (%79.2) of the vaccinated 2148 children had only one and 119 (%4.6) children had two vaccinations. Mean tuberculin endurations were respectively 1,186±2,188 mm 4,489±4,643 mm and 10.890±4.037 mm in unvaccinated and in the children who had waccinated twice. Morower, 9(%2.2) of the unvaccinated 414 children, 438 (21.6) of one time vaccinated 2029 children and 85 (%70.5) of two times vaccinated 119 children had 10mm or larger endurtions. The infection rate was %4.2 in the whole group. In the group of unvaccinated children, the risk of yearly infections was 0.22 in the 7 year old children group and 0.31 in the 11 year old children group. As a result, we have determined that vaccinations in the newborn age group are succesfull but revaccinations are not enough. BCG vaccination is increasing the tuberculin reaction and pozitive tuberculin enduration is ≤14 mm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Glokom Hastalarında Korneal Biyomekanikler: Pupilla Dilatasyonunun Etkisi
Refik Oltulu, Selman Belviranlı, Günhal Şatırtav, Orhan Altunkaya, Emine Tinkir Kayitbatmaz, Mehmet Okka
Araştırma makalesi
Özeti
Glokom Hastalarında Korneal Biyomekanikler: Pupilla Dilatasyonunun Etkisi
Corneal BIomechanIcs In PatIents WIth Glaucoma: The Effect Of PupIllary DIlatatIon
\r\n Amaç: Primer açık açılı glokomlu (PAAG) gözlerde Oküler cevap analizörü kullanılarak pupilla dilatasyonunun göziçi basıncı ve kornea biyomekaniklerine etkisinin değerlendirilmesi
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: PAAG’li 15 olgunun 28 gözünde %0.5 tropikamid uygulaması öncesi ve 30 dakika sonrasında Goldmann ile uyumlu göz içi basıncı (GİBg), korneanın biyomekanik özellikleri ile kompanse edilmiş GİB (GİBkk), kornea rezistans faktörü (KRF) ve kornea histerezisi (KH) değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Olguların ortalama yaşı 57.7±13.2 (45-65yıl) idi. Tropikamid uygulaması öncesi ortalama KH 9.5±2.2 mmHg, KRF 10.1±2.1 mmHg, GİBg 16.2±2.8 mmHg ve GİBkk 17.2±3.6 mmHg iken uygulama sonrası bu değerler sırasıyla 9.7±2.2 mmHg, 10.1±2 mmHg, 16.9±3.5 mmHg ve18.2±4 mmHg olarak tespit edildi. Tropikamid uygulaması öncesi ve sonrası GİBg ve GİBkk değerlerindeki fark istatistiksel olarak anlamlı iken (p=0.043, p=0.015, sırasıyla; paired t-test), KH ve KRF için istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p=0.057 p=0.702, sırasıyla; paired t-test).
\r\n
\r\n Sonuç: PAAG olgularında %0.5 tropikamid ile oluşturulan pupilla dilatasyonunun korneal biyomekanikler üzerine herhangi bir etkisi gözlenmezken GİB üzerine azaltıcı bir etkisi olduğu görülmektedir.
\r\n
\r\n Aim: In this study, we aimed to evaluate the effect of pupillary dilatation on intraocular pressure values and corneal biomechanical properties using Ocular response analyzer in eyes with primer open angle glaucoma.
\r\n
\r\n Patients and Methods: Goldmann correlated intraocular pressure, corneal corrected intraocular pressure, corneal hysteresis and corneal resistance factor were all respectively evaluated in 28 eyes of 15 patients with primary open angle glaucoma before and 30 minutes after tropicamide 0.5% instillation.
\r\n
\r\n Results: Their mean age was 57.7±13.2 years (range 45–65 years). The mean corneal hysteresis, corneal resistance factor, Goldmann correlated intraocular pressure and corneal corrected intraocular pressure measurements of the eyes were 9.5±2.2 mmHg, 10.1±2.1 mmHg, 16.2±2.8 mmHg, 17.2±3.6 mmHg before tropicamide instillation, and 9.7±2.2 mmHg, 10.1±2.0 mmHg, 16.9±3.5 mmHg, 18.2±4.0 mmHg after tropicamide instillation, respectively. There was statistically significant difference between pre- and post-tropicamide instillation for Goldmann correlated intraocular pressure and corneal corrected intraocular pressure (p=0.043, p=0.015, respectively; paired t-test) while no statistically significant difference was found for corneal hysteresis and corneal resistance factor (p=0.057 p=0.702, respectively; paired t-test ).
\r\n
\r\n Conclusion: Pupillary dilatation with 0.5% tropicamide seems to have a decreasing effect on on intraocular pressure while no effect was noted for corneal biomechanical properties in primer open angle glaucoma patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
Fatih Kara, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
SocIo-DemographIc CharacterIstIcso Of The PatIents Defaulted From Treatment Of TuberculosIs
Amaç: Bu çalışma, tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının akıbeti ve sosyo demografik özelliklerinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışma, 2001 yılında Konya ilini kapsayacak şekilde yapıldı. Araştırma kapsamına il genelinde tüberküloz tedavisi gören 1979 hasta alındı. Tedaviyi yarıda bırakan 164 (% 8.3) hastayla yüz yüze görüşülerek anket uygulandı. Bu görüşmede klinik sorgulama yapıldı, PPD uygulandı, akciğer grafisi çekildi ve ARB için balgam alındı. Bulgular: Tüberküloz hastalarının yaş ortalaması erkeklerde 36.8±16.5, kadınlarda 38.6±19.1 yıl idi (P>0.05). 1979 hastanın % 8.3’ünün tedaviyi yarım bıraktığı belirlendi. Bu oran, tedavisi hastanede başlayanlarda % 21.6, verem dispanserlerinde başlayanlarda % 4.5 idi. Hastaların % 26’sı ilk üç ay içinde ilaçlarını bırakmıştı. Tedaviyi terk eden hastaların % 40.6’sı okur – yazar değildi. Hastaların % 38.7’si herhangi bir sosyal güvenceye sahip değildi. Tedaviyi terk eden tüberküloz hastalarının % 39.4’ünün tüberküloz hastalığına yakalanan bir akrabası vardı. Tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının % 36.8’inin eşlik eden diğer bir hastalığının bulunduğu belirlendi. Tüberküloz tedavisini yarım bırakan erkeklerde sigara içme oranı % 61.9, kadınlarda % 14.3 idi. Sonuç: Bu bulgulara göre, genel öğrenim düzeyinin yükseltilmesi, hasta kayıt ve bildirim sisteminin iyileştirilmesi, hastalarla iletişim ve tedaviyi sürdürmede sağlık personelinin daha etkin görev alması, direkt gözlem altında tedavinin yaygınlaştırılması yoluyla tüberküloz kontrolünün başarısının artırılabileceği düşünüldü.
Aim: The aim of this study is to evaluate the outcomes of the patients with uncompleted treatment of TB, their demographical properties and to determine the reasons. Material and Method: This descriptive study was carried out throughout Konya in 2001. Total 1979 cases undergoing TB treatment were included in the study. It was established that 164 (%8.3) of the cases taking TB treatment had given up treatment too early. All these cases were interviewed face to face at their addresses registered in their files. This interview included clinical irregation, PPT application, pulmonary X-ray exemination and collection of sputum for ARB. Results: The mean age of the tuberculosis patients was 36.8±16.5 yrs in male and 38.6±19.1 yrs in female (P>0.05). Among the 1979 cases taking tbc treatment, 8.3% gave up the treatment. This rate was 21.6% among the cases whose treatment began in hospital, and 4.5% among the cases of dispensaries. 40.6 % of the patients was illiterate. 38.7 % of them did not have social security. The relatives of 39.4 % cases had a tuberculosis history. There was accompanying illness in 36.8 % of the patients. 61.9 % of the males and 14.3% of the females were smokers. Conclusion: We believe that general economical development, better education level, regular administration and follow-up systems and efforts to provide a better communication with patients may positively affect the results of efforts against the tuberculosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemik Metastazlarında Güncel Tedavi Seçenekleri
Eda Yirmibeşoğlu Erkal, Görkem Aksu
Derleme
Özeti
Kemik Metastazlarında Güncel Tedavi Seçenekleri
Current Treatment OptIons For Bone Metastases
Kemik lezyonları içinde malign destrüksiyona en sık sebep olan lezyonlar, kemik metastazlardır. Kemik metastazları sıklıkla şiddetli ve başa çıkılması zor ağrıya neden olmaktadırlar. Kemik metastazlarının neden olduğu ağrının uygun şekilde tedavi edilmesi, hastaların yaşam kalitesinin iyileştirilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Bu, derlemede kemik metastazlarına güncel tedavi yaklaşımları gözden geçirilmektedir.
Among bone lesions, bone metastases are the most common lesions leading to malignant destruction. Bone metastases commonly result in severe pain that is hard to handle. Appropriate treatment of pain associated with bone metastases is critical for the improvement of the patients’ quality of life. In this article, current treatment approaches regarding bone metastasis are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Osman Serhat Tokgöz, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Assessment The OptImum EffIcacy And NeurologIc SIde Effect(s) Of AntIhyperlIpIdemIc Drug RegImens In DyslIpIdemIc Adult PatIents
Amaç: Dispidemik erişkinlerde, antihiperlipidemik ilaç tedavilerinin optimal etki ve nörolojik yan etki yönünden araştırılması. Gereç ve Yöntem: Nöroloji ve kardiyoloji polikliniklerine başvuran 37-77 yaşları arasında 42 kadın, 87 erkek, toplam 129 dislipidemik hasta çalışmamız için seçildi. Tüm hastalara, ideal kilolarına ulaşmaları ve standart lipidden fakir beslenme diyetini uygulamaları önerildi. Hastalar 5 gruba ayrıldı. Gruplara sık kullanılan antihiperlipidemik ilaçlardan; düşük doz atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrat (200 mg) ve fenofibrat + atorvastatin kombinasyonu başlandı. 0, 3, 6 ve 12. aylarda nörolojik muayene yapıldı ve kan lipit profili, kan enzimleri izlendi. İlaç kullanımı sonrası nörolojik şikayeti olanlara, nörolojik muayenesinde patolojik bulgu tespit edilenlere ve kas enzimleri yüksek olanlara ENMG yapıldı. Bulgular: ATP III Kriterlerine göre yüksek ve sınırlı yüksek hiperlipidemi vakalarında düşük doz antihiperlipidemik ilaç kullanımı sonucu; ikinci 6 ayda fenofibrat provastatine oranla anlamlı bir şekilde Trigliserit’de (TG) düşme sağladı. İlk 3 ayda atorvastatin fenofibrata oranla LDL-K değerlerine anlamlı bir düşmeye neden oldu. İlk 6 ayda pravastatin, atorvastatine oranla kreatin kinaz seviyelerinde anlamlı artışa neden oldu. Kullanılan ilaçlar arasında diğer lipit profilleri üzerine etkiler ve yan etkileri açısından bir fark yoktu. ENMG yapılan hastalarda patolojik bulgu gözlenmedi. Sonuç: Bir yıl süreyle düşük doz kullanılan antihiperlipidemik ilaçlar çoğunlukla etki bakımından benzer konumdadır. Kas enzimleri üzerine yan etkileri miyalji ve % 4-68 oranında enzim artışı şeklindedir. Tüm ilaçlar için CK artışı literatürde belirtilen 3-10 kat yüksekliğe ulaşmamıştır. ENMG’de miyopati olmamasına rağmen miyalji, önemli bir yakınma nedenidir. Sonuçta uzun süreli statin tedavisinin yüksek risk taşıyan ve düzenli kontrol edilebilen hastalarda önerilmesinin uygun olduğu kanısındayız.
Aim: To assess the optimum efficacy and neurological side effect(s) of antihyperlipidemic drug regimens in dyslipidemic adult patients. Material and Method: Fotry-two male, eighty-seven female; totally 129 dyslipidemic patients, 37 to 77 years of age who admitted to neurology and cardiology out-patient clinics were eligible for our study. All of the patients were recommended to reach an ideal body weight and to maintain a standard low-lipid diet. Patients were divided into 5 subgroups and were assigned to receive commonly used antihyperlipidemic agents; low-dose atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrate (200 mg) and a combination of fenofibrate and atorvastatin regimen. Neurological examination was evaluated besides fasting plasma lipid profile and muscle enzyme levels at 0, 3, 6 and 12-month intervals. Electroneuromyography (ENMG) was performed in patients having neurological complaint(s), finding(s) and/or elevated muscle enzyme levels after drug administration. Results: According to ATP III criteria, in the second 6-month period, fenofibrate effectively improved the triglyceride profile in patients with high and borderline plasma lipid levels versus pravastatin therapy. In the first 3-month period, atorvastatin significanty improved LDL-C levels versus fenofibrate. In the first 6-month period, pravastatin caused a marked elevation of creatinine kinase levels versus atorvastatin. Among all the drugs, no other differences were observed either on lipid or on side effect profiles. No pathological findings were observed in patients who underwent ENMG. Conclusion: For the first year, low-dose antihyperlidemic agents have mostly similar efficacy profiles. Encountered side effects are; myalgia and elevated serum creatinine phosphokinase (CPK) levels at a range of 4-68 %. CPK elevations did not exceed to 3 to 10 times as reported in the literature with any of the drugs. In spite of myopathic changes in ENMG, myalgia was commonly reported. In conclusion we suggest that, patients at hig-risk, represent a suitable group for prolonged statin treatment with regular clinical follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türk Halkında Ganglion Hücre Kompleksinin Ve Retina Sinir Lifi Kalınlığının Yaş Ve Cinsiyete Göre Rtvue Optik Kohorens Tomografi İle Değerlendirilmesi
Mehmet Adam, Seray Aslan Bayhan, Hasan Ali Bayhan, Ersin Muhafiz, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal
Araştırma makalesi
Özeti
Türk Halkında Ganglion Hücre Kompleksinin Ve Retina Sinir Lifi Kalınlığının Yaş Ve Cinsiyete Göre Rtvue Optik Kohorens Tomografi İle Değerlendirilmesi
AnalysIs Of GanglIon Cell Complex And RetInal Nerve FIber Layer ThIcknesses AccordIng To Age And Sex UsIng Rtvue OptIcal Coherence Tomography In TurkIsh PopulatIon
Aim: To determine the effects of age and sex on retinal ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness in the eyes of healthy individuals determined using RTVue optical coherence tomography.
Patients and Methods: We evaluated 393 healthy Turkish subjects aged 10-84 years in a cross-sectional study. Linear regression analysis and Pearson’s correlation were performed to analyze the difference in the age-related changes. We evaluated the relationship between the retinal nerve fiber layer thickness and ganglion cell complex thickness using Pearson’s correlation.
Results: The whole population mean retinal nerve fiber layer thickness was 108.94±9.77 µm, and decreased by 0.101 µm/year (95% confidence interval (CI), -0.151, -0.051; linear regression analysis, p<0.001). The most significant decrease was in the supero-temporal sector (0.197 µm/year, 95% CI, -0.293, -0.101; linear regression analysis, p<0.001).There was no difference in the retinal nerve fiber layer thickness between sexes, except for the superior quadrant. The mean ganglion cell complex thickness was 97.45±6.42 µm, and decreased by 0.043 µm/year (95% CI, -0.079, -0.007; linear regression analysis, p=0.019). There was no relationship between sex and ganglion cell complex thickness. The mean retinal nerve fiber layer and ganglion cell complex thicknesses exhibited a significant correlation (p<0.001 and r=0.630).
Conclusion: The ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness decreased significantly with age but ganglion cell complex thickness was less affected. In addition, the ganglion cell complex thickness and retinal nerve fiber layer thickness were greater in the present study than in the RTVue database. These differences should be taken into consideration because they may lead to delayed diagnosis.
Amaç: Sağlıklı bireylerde yaş ve cinsiyetin ganglion hücre kompleksi ve retina sinir lifi kalınlığı üzerine etkisinin RTVue optik kohorens tomografi ile değerlendirilmesi
Hastalar ve Yöntem: Yaşları 10-84 arasında değişen 393 sağlıklı katılımcıyı bu kesitsel çalışmada değerlendirdik. Yaşa bağlı değişikler lineer regresyon analizi ve Pearson korelasyon analizi ile incelendi. Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi arasındaki ilişki pearson korelasyon testi ile değerlendirildi.
Bulgular: Tüm populasyonun ortalama retina sinir lifi kalınlığı 108.94±9.77 µm idi ve yıllık 0.101 µm (95% güven aralığında , -0.151, -0.051; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) azalmaktaydı. En önemli azalma üst temporal bölümde ve yıllık 0.197 µm (0.197 µm/yıl, 95% güven aralığı, -0.293, -0.101; lineer regresyon analizi ile, p<0.001) olarak görüldü. Üst kadran hariç retina sinir lifi kalınlığında cinsiyete göre fark bulunamadı. Ortalama ganglion hücre kompleksi kalınlığı 97.45±6.42 µm olarak bulundu ve her yıl 0.043 µm azalmaktaydı (95% güven aralığında, -0.079, -0.007; lineer regresyon analisi ile, p=0.019). Cinsiyetle ganglion hücre kalınlığı arasında bir ilişki bulunmazken retina sinir lifi ile ganglion hücre kompleksi arasında anlamlı korelasyon tespit edilmiştir (p<0.001 ve r=0.630).
Sonuç: Retina sinir lifi kalınlığı ve ganglion hücre kompleksi kalınlığı yaşla birlikte önemli ölçüde azalmaktadır ancak ganglion hücre kalınlığı daha az etkilenmektedir. Ek olarak bu çalışmada ganglion hücre kalınlığı ve retina sinir lifi kalınlığı RTVue veri tabanından yüksek bulunmuştur. Bu fark tanıda gecikmeye neden olabileceğinden dikkate alınmalıdır.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
Ömer Faruk Cihan, Ahmet Uzun, Sadice Karakaş, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
MenIngeal Structure Of The Cavernous SInüs; An AnatomIc Study.
Amaç: Bu çalışmada, sinüs cavernosus'un lateral duvarı'nın meningeal yapısı ve Dorello kanalının mikroanatomisi, lig. petrolinguale ve lig. petrosphenoidale'nin etraf yapılarla olan ilişkileri anatomik olarak çalışıldı. Bu bölgeye yapılacak openatif yaklaşımlara katkı sağlamak amacıyla yapılmıştır. Yöntem : Çalışmamız 14 erişkin insan kadavrasında Olympus operasyon mikroskobu ve stereo mikroskopla gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmamızda sinüs cavernosus'un lateral duvarı, yüzeysel ve derin olmak üzere iki tabaka halinde bulundu. Yüzeysel tabaka daha kalın ve düzenli bir yapıya sahip iken, iç tabaka ince, düzensiz, değişken ve üzerinde yer yer dural defektlerin olduğu bir yapı şeklinde idi. Sinüs cavernosus'un lateral duvarındaki derin tabakasının posteroinferior bölümünün lig. petrolinguale ile devam ettiği ve yüzeyel tabakadan kolaylıkla ayrıldığı ve arteria carotis interna (ACİ)'nın sinüs cavernosus'a bu noktadan girdiği tespit edildi. Dorello kanalının, petroclival bölgenin her iki dural yaprağı arasındaki birleşmenin içinde yer aldığı gözlendi. Sonuç: Bu çalışmamızda, sinüs cavernosus ve etraf yapılarının anatomik ve morfometrik ilişkilerinin anlaşılmasında, bölgeye yapılacak olan cerrahi yaklaşımlarda komplikasyon riskinin azaltılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
Aim: İn this study the meningeal structure of the lateral wall of the cavernous sinüs and the microanatomy of Dorell's canal, and the anatomical relations of petrolingual and petrospheonidal ligaments with the adjacent structures were studied. By aim of additional security during the surgical approach in this region this study was performed. Materials and Methods: İn the present study, the microanatomy of the cavernous sinüs and the neighbouring structures in 14 adult human cadavers were examined using for this purpose Olympus operation and stereo microscope. Findings: İn our study, the lateral wall of the cavernous sinüs was found in a form of two layers, superficial and deep. The superficial layer is more thicker and flat vvhile, the deep is in a form of thin, irregular, variable and has dural defects on some region of it. İn our study, we investigated the distances betvveen the cranial nerves and their anatomical relations with the cavernosal part of the internal carotid artery. İt was observed that, the postero-inferior part of the deep layer of the lateral wall of the cavernous sinüs has a continuity with ptrolingual ligament and indicates the site of the entrance of the internal carotid artery; this deep layer can be easily separated from the superficial layer. Conclusion: The present study may be helpful to understand clearly the anatomy of the cavernous sinüs and its relevant structures with their morphometric relationships. Therefore, it can provide a useful Information to reduce the complication risk durring operations upon this region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
Ferhat Gökmen, Hakan Türkön, Ayla Akbal, Hatice Reşorlu, Yılmaz Savaş, Mustafa Reşorlu, Beşir Şahin İnceer, Muammer Müslim Köse
Araştırma makalesi
Özeti
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
The RelatIonshIp Between Inflammatory Parameters And
atherosclerosIs WIth IschemIc ModIfIed AlbumIn Levels In Sjögren
syndrome
Bu çalışmada Primer Sjögren Sendromu hastalarında (pSS)
iskemik modifiye albümin (İMA) düzeyleri ve Karotis intima media
kalınlığını (KIMK) belirlemeyi ve İMA düzeyleri ile inflamatuvar
parametreler ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmayı
amaçladık. Çalışmaya 20 pSS hastası ve 20 sağlıklı kontrol alındı.
Klinik ve laboratuvar değerlendirmede eritrosit sedimentasyon hızı
(ESH), C-reaktif prrotein (CRP), vizüel analog skalası (VAS)- ağız
ve VAS-göz kuruluğu parametrelerinden yararlanıldı. Çalışmaya
katılanların tamamı kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 46.6±9.1
yıl idi . Primer SS hastalarının yaş ortalaması 47.1±7.7 yıl, kontrol
grubunun yaş ortalaması 46.1±10 yıldı. Primer SS hastalarının
ortalama hastalık süresi 5.8±4.4 yıl idi. Hasta ve kontrol grupları
arasında İMA değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir
fark bulunmadı (Sırasıyla 506.4±52.8 AbsU vs 482.7±34.7 AbsU;
p=0.101) ve klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Karotis intima
media kalınlığının hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (Sırasıyla 0.70±0.13
mm vs 0.61±0.09 mm; p= 0.016). Karotis intima media kalınlığı ile
klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde KIMK ile yaş
(r=0.700, p<0.001) ve ESH (r=0.312, p=0.05) arasında pozitif yönlü
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak
çalışmamızda İMA değerlerinin normal, KIMK değerlerinin ise yüksek
olduğu ve her ikisi arasında herhangi bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.
Karotis intima media kalınlığının yüksek olması, kardiyovasküler
risk faktörlerine sahip olmayan pSS hastalarında kardiyovasküler
hastalıkların habercisi olabilir. Primer SS hastalarında İMA düzeylerini
değerlendirmek için daha fazla klinik çalışmaya ihtiyaç vardır.
The goal of this study was to determine ischemic modified albumin
(IMA) levels and the carotid intima-media thickness (CIMT) in Primary
Sjögren Syndrome(pSS) patients. We also aimed to search the
relationship between inflammatory parameters and atherosclerosis
with ischemic modified albumin levels. Twenty pSS patients and
20 healthy control subjects were enrolled in this study. Clinical
evaluations were done by using clinical parameters [Visual analog
scale (VAS), dryness of mouth and eyes] and laboratory parameters
[erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP)].
All patients were females. The mean age of all subjects was 46.6±9.1.
The mean age for pSS patients was 47.1±7.7 years, and 46.1±10
years for healthy subjects. The duration of disease in pSS patients
was 5.8±4.4 years. There were no statistically significant differences
between IMA levels of patients and healthy subjects (506.4±52.8
AbsU and 482.7±34.7 AbsU respectively; p=0.101). There were also
no statistically significant corelation for clinical parameters. The CIMT
were statistically significantly higher for patients when compared to
healthy subjects (0.70±0.13 mm and 0.61±0.09 mm respectively; p=
0.016). When we analyzed the relationship between CIMT and clinical
parameters, we determined statistically significant positive corelation
between CIMT and age (r=0.700, p<0.001), and ESR (r=0.312,
p=0.05). As a result, our study revealed normal IMA levels and higher
CIMT levels, and no corelation between both of them. The higher
levels of CIMT levels may be a precursor of cardiovascular disease
in PSS patients without cardiovascular risk factors. Further clinical
studies are now required to evaluate IMA levels in pSS
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün, Tahir Kemal Şahin, Gamze Sarkılar, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Factors EffectIng PreoperatIve Fear And Worry
Bu çalışmanın amacı; preoperatif dönemde hastaların anestezi ve cerrahi girişim hakkında korku, endişe ve anksiyeteleri ile, bilgi edinme isteklerini bir anket yardımı ile değerlendirmek ve anksiyetelerinin şiddetini görsel analog skala (VAS) kullanarak ölçmeye çalışmaktı. Beşyüz otuz altı hasta (>19 yaş) bir anket kullanılarak endişeleri, korkuları ve bilgi istemleri hakkında sorgulandılar. Yanıtların istatistiksel analizi kikare ve korelasyon testleri kullanılarak yapıldı ve p<0.05 anlamlı kabul edildi. Daha az eğitimli hastaların cerrahi hakkındaki korkuları daha fazlaydı (p<0.05). Eğitim düzeyi arttıkça bilgi istemi arttı (p=0.007). Kadınlar anestezi ve cerrahiden erkek lere göre daha fazla korkuyordu (p=0.0001). Erkekler lokal anesteziyi kadınlara oranla daha fazla tercih ediyorlardı (p=0.00165). Gelir arttıkça korku ve bilgi istemi de artıyordu (p=0.01). VAS skorları kadın hastalarda, okuma yazma bilmeyenler ile ilkokul mezunlarında ve daha önce cerrahi ve anestezi deneyimi olmayan hastalarda daha fazlaydı (p<0.05) Gelir düzeyinin ve bilgi isteminin artması veya azalması ile VAS skorları arasında bir korelasyon yoktu (p>0.05). Anket uygulanan hastaların tümünün değil de yalnızca bir bölümünün anesteziden ve cerrahiden korktuğu ve bilgi istediği sonucuna varıldı Bu hastaların anestezinin ve cerrahinin sonuçları hakkında bil gilendirilmesi korku ve endişelerinin giderilmesinde faydalı olabilir. VAS skorları ile anket yöntemi ile elde edilen sonuçlar arasında pozitif korelasyon gözlenmesi, preoperatif anksiyetenin ölçümünde VAS skorlamasından yarar lanabileceğimizi düşündürdü.
The purpose of this study was to evaluate the fear, vvorry and axieties of patients about anesthesia and surgery preoperatively by using a questionaire, and to measure their anxiety by using visual analogue scale (VAS). Five hundred and thirty six patients (>19 yr of age) were questioned about their worries, fears and request of Infor mation by means of a questionaire. The ansvvers were analysed with chi-square and correlation tests and p<0.05 was considered as significant. Fear from surgery was higher in the less educated patients (p<0.05). VVomen feared from anesthesia and surgery more than men (p=0.0001). Men prefered local anesthesia more than vvomen (p=0.00165). Fear and request of Information increased with increased income (p=0.01). VAS scores vvere high er in vvomen, illeterate and primary school graduates, and patients vvithout previous surgical or anesthesia expe- rience (p<0.05). No correlation was present betvveen VAS scores and income or increase or decrease of Informa tion requests (p>0.05). İt was concluded that not ali but some patients feared of surgery or anesthesia or vvanted Information. Informing these patients on the consequences of anesthesia and surgery may be usefull in alleviating their fears or vvorries. Positive correlation betvveen the results of the questionaire and VAS scores, leads us to con- sider that VAS scores may be usefull for measuring preoperative anxiety.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
Hasan Horoz, Esma Duru, Oğuz Bülent Erol, Hasan Erbil
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
The InvestIgatIon Of The HemodynamIc Changes In The Eye Before And After Trabeculectomy OperatIon In PrImary Open Angle Glaucoma By Color Doppler Ultrasonography
Primer Açık Açılı Glokomu olan hastalarda glokom cerrahisinin etkinliğinin hemodinamik olarak gösterilmesi ve glokom fizyopatolojisine ışık tutmak. Gereç ve Yöntem: İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Kliniğinde takipte olan Primer Açık Açılı Glokom tanısı almış 45 hastanın 45 gözü çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilme kriteri olarak trabekülektomiye ihtiyaç göstermiş olmaları ve daha evvel göz ameliyatı geçirmemiş olma şartı arandı. Tüm hastalara trabekülektomi ameliyatı yapıldı. Olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Günlerdeki muayenesinde görme keskinliği değerlendirilmesi, refraksiyon muayenesi, biyomikroskopi ile ön segment muayenesi, Goldman üç aynalı lens ile gonioskopik muayene ve +90 D lensle fundus muayenesi yapıldı. Renkli doppler ultrasonografi ile oftalmik arter, nasal posterior silier arter, temporal posterior silier arterlerin hemodinamik özellikleri incelendi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Gün dakikadaki ortalama nabız sayısı ve ortalama kan basıncı değerleri kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı bir değişme saptandı. Ameliyat yapılan gözlerde göz içi basıncı değerleri ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. gün; değerleriyle kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlı azalma olduğu gözlendi. Oftalmik arterin ameliyat öncesi ve sonrası ölçüm değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Santral retinal arter ameliyat önce ve sonrası 15. ve sonrası 15. ve 60. gün hemodinamik değerleri kıyaslandığında sistolik maksimum hızda diyastol sonu hızda, ve ortalama hızda istatiksel olarak anlamlı artma ve resisitif indekste anlamlı azalma olduğu gözlendi. Sonuçlar: Glokom tedavisinde glokom cerrahisi sonrası göz içi basıncının düşürülmesi sonucunda kan akımının pozitif yönde etkilenmesi primer açık açılı glokomun fizyopatolojisinde mekanik teoriyle vasküler teorinin birlikte rol aldığını göstermektedir.
Aim: The aim of this paper is to demonstrate hemodynamically the efficacy of glaucoma surgery in patients with primary open angle glaucoma and to elucidate the pathopysiology of glaucoma. Material and method: 45 eyes from 45 patients who were diagnosed with primary open angle glaucoma in Istanbul Goztepe Training and Investigation Hospital were included into the study . The inclusion criteria were the need for trabeculectomy and no previous eye operation. All patients have undergone trabeculectomy. In the examinations before and 15 and 60 days after the operation, visual acuity evaluation, refraction examination, anterior segment examination with +90 lens were carried out. Hemodynamic characteristics of ophthalmic artery, central retinal artery, nasal posterior ciliary artery and temporal posterior ciliary artery have been investigated by color doppler ultrasonography. Results: No statistically significant change was found in mean pulse per minute and mean blood pressure of the cases between before and 15 and 60 days after the operation. In operated eyes, intraocular pressure was found to be reduced significantly 15 and 60 days after the operation compared top re operation levels. No significant difference was observed in ophthalmic artery in terms of the values before and 15 and 60 days after the operation. In the comparison of the hemodynamic values of central artery before operation and 15 and 60 days after operation, significant increase was observed in systolic maximum velocity, end diastolic velocity and mean velocity and significant decrease in resistive index. Conclusion: Positive effect on blood flow after the reduction of intraocular pressure following glaucoma operation indicates that mechanical theory and vascular theory are compatible in the pathophysiology of primary open angle glaucoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
Şebnem Yosunkaya, İbrahim Satılmaz, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of New TuberculosIs PatIents Followed In Konya Mümtaz Koru DIspensary Between Years 1998 And 2001
1998-2001 yılları arasında Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanserinde kayda alınan 395 tüberkülozlu olgudan yeni akciğer tüberkülozlu 230 olgu retrospektif olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Bunların 123'ü (%53.5) smear (+), 24'ü (%10.4) smear (-) ti, 83'ünde ise (%36.1) balgam bakılmamıştı. Yıllara göre balgam inceleme ve bakteriyolojik tanı koyma oranlarımız 1998 de %27 ve %25.3 1999'da %70 ve %51.1, 2000'de %83.3 ve %77.8, 2001'de %96 ve %74. Toplam 123 ARH+ vakanın 57'si (%46.34) kür, 55'i (%44.71) tedavi tamamlama şeklinde tedavi oldu. Yeni akciğer tüberkülozlu olgularda "kür + tedavi tamamlama" şeklindeki tedavi başarımız ve bunun içindeki kür oranlarımız 1998'de %85 ve %5 , 1999'da %91.6 ve %50, 2000'de %95.3 ve %40.5, 2001'de %89.1 ve %72.9. Akciğer tüberkülozlu olguların çoğunun erkek (%59.8) ve %54.4'ünün 15-34 yaş grubunda oldukları gözlendi. Dispanserin toplumda ortaya çıkması beklenen olguları saptama oranları düşük olmakla birlikte, bakteriyolojik tanı koyma oranları yıllar içinde giderek artmıştı. Tedavi tamamlama şeklindeki tedavi başarısı yeterli, ancak kür oranlarımız yıllar içinde giderek artsa da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hedeflerine henüz ulaşamadığımızgörülmektedir.
We evaluated retrospectively 230 new pulmonary tuberculosis from 395 tuberculosis patient that were applied to Konya Mümtaz Koru Dispansery between years 1998 and 2001. 123 patients (53.5%) was smear (+) and 24 (10.4%) was smear (-). 83 (36.1%) patients had been diagnosed without suputum test. The percentages of suputum test and bacteriological diagnosis were 27% and 25.3% in 1998, 70% and 51.1% in 1999, 83.3% and 77.8% in 2000, 96% and 74% in 2001 respectively. 57 (46.34%) of the 123 ARB (+) cases was treated as cure and 55 (44.71%) as completion of the treatment. Our total treatment success and cure rates were 85% and 5% in 1998, 91.6% and 50% in 1999, 95.2% and 40.5% in 2000, 89.1% and 72.9% in 2001 respectively. %54.4 of pulmonary tuberculosis cases were 15-34 years old. Although the rate of the application of patients to the dispansery were low between 1998 and 2001 the rate of bacteriolojical diagnosis was increased throughout the years but our cure rates did not reach to the suggecful level of WHO.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
Harun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen İlişkili Femur Kırığı: Makat Prezentasyonunun
nadir Komplikasyonu
Nilgün Altuntaş, Mert Karaduman, Tolga Akbaş, Selçuk Kıvılcım, Murat Altay
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen İlişkili Femur Kırığı: Makat Prezentasyonunun
nadir Komplikasyonu
Femur Fracture AssocIated WIth Caesarean SectIon: A Rare
complIcatIon Of Breech PresentatIon
Makat prezantasyonunda sezaryen seksiyo ile doğum travma
oluşumu açısından daha güvenli olduğu için vajinal doğuma tercih
edilmektedir. Bu olguda makat prezentasyonunun nadir komplikasyonu
olarak sezaryen ilişkili femur kırığını sunmayı amaçladık. 36 haftalık
makat prezentasyonu nedeni ile sezaryen seksiyo ile doğan erkek
bebek doğum sonrası 3. gününde sağ bacakta şişlik gözlenerek
sellülit ön tanısı ile kliniğe yatırıldı. Yapılan incelemede sağ femur
kırığı tespit edildi ve sağ bacağı atele alınan bebeğin izlemde
sekelsiz olarak iyileştiği gözlendi. Makat geliş gibi zor vakalarda
sezaryen doğum travma riskini azaltmakta ancak tamamen ortadan
kaldırmamaktadır.
Caesarean delivery is preferred to vaginal delivery in the breech
presentation because it is safer. In this case report, we aimed to
present femur fractures associated with cesarean section as a
rare complication of breech presentation. A 2670g male infant was
delivered at 36 weeks by emergency cesarean section for breech
presentation. On the third day after the birth, he was admitted to
our hospital with a preliminary diagnosis of cellulitis because of
swelling in the right leg. The examination revealed a fracture of the
right femur. A simple immobilization of the limb in extension led to
a complete healing of the fracture without sequelae. Caesarean
delivery reduces the risk of traumatic injury of the newborn compared
to vaginal delivery, but does not eliminate this possible accidental
complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Doz Seftriakson Uygulaması Sonrası Gelişen Fatal
anaflaktik Reaksiyon
Sami Çifçi, Mehmet Asıl, Murat Bıyık, Ramazan Yolacan, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Olgu sunumu
Özeti
İlk Doz Seftriakson Uygulaması Sonrası Gelişen Fatal
anaflaktik Reaksiyon
Fatal AnaphylactIc ReactIon FollowIng The FIrst Dose AdmInIstratIon
of CeftrIaxone
Seftriakson kullanımına bağlı fatal anaflaktik reaksiyon oldukça
nadir görülen bir durumdur. Ancak sefalosporinlerin özellikle betalaktam
grubu antibiyotikler ile çapraz reaksiyon verme riski olduğuda
göz önüne alınırsa çeşitli nedenler ile sefalosporin kullanacak
hastalarda alerjik yan etkiler göz ardı edilmemelidir. Biz burada
Hepatit C (HCV) ye bağlı karaciğer sirozu ile takip edilen ve pnömoni
nedeni ile kliniğimize yatırmış olduğumuz, ilk doz seftriakson
sonrası fatal seyirli anaflaktik reaksiyon gelişen bir vakayı sunduk.
Sefalosporin grubu ilaçları kullanacak hastalarda alerji öyküsü, betalaktamalerjisidedahil
olmak üzere ayrıntılı bir şekilde sorgulanması
gerekmektedir. Özellikle ilk doz ilaç uygulamalarında bile gerekli
önlemler alınmalı ve olası yan etkiler açısından hazırlık yapıldıktan
sonra ilaç uygulanmalıdır.
Fatal anaphylactic reaction due to ceftriaxone is quite rare.
Taking into consideration that cephalosporins may also cross-react
with beta-lactam antibiotics, the risk of allergic reactions in patients
using cephalosporins for serious reasons should not be disregarded.
Here, we present a patient with fatal anaphylactic reaction following
the first dose administration of ceftriaxone who had been followed
in our clinic for liver cirrhosis due to hepatitis C (HCV) and was
hospitalized for pneumonia. Detailed allergy history including betalactam
antibiotic allergy should carefully be questioned in patients
to whom cephalosporin treatment is planned. Even in the first dose
of administration, caution should be taken and drug administration
should be performed after appropriate measures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erkeklerde Meme Kanseri
Şakir Tekin, Şükrü Bülent Özer, Adnan Kaynak
Araştırma makalesi
Özeti
Erkeklerde Meme Kanseri
Mammary Cancer In MaIes: Case Report
Kliniğimize 1985-1998 yılau arası başvuran üç erkek meme kanseri olgusunun muayene bulgular, ve tedavi sonuçları sunulmaktadır. Bir hasta 13 yıldan, diğer iki hasta iki yıldan fazla süre takip edildi. Meme hacminin az olması, pektoral fasyaya yakınlığını göz önüne alarak, erkek meme kanserinde radikal mstektomiyi tercih ettik.
Between 1985 and 1998 three men with breast cancer vere treated in our depantnent, Physlcal exa-mination and treatment results of these patients are presented. Follow up period was 13 years in one pa-tient, more than two years in the other two patients. We preferred radical mastectorny in these three pa-tients because of the small volume of the breast, and the close lacotion of the pectoral fascia in men.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Halit Müstakim, Günhal Şatırtav, Refik Oltulu, Hürkan Kerimoğlu, Ahmet Özkağnıcı, Hüseyin Altunhan
Araştırma makalesi
Özeti
Prematüre Retinopatisinde Tarama Ve Tedavi
sonuçlarımız
Results Of ScreenIng And Treatment For RetInopathy Of PrematurIty
Bu çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp
Fakültesi, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi ve Göz Hastalıkları
polikliniğinde takip ve tedavisi yapılan prematüre bebeklerde,
prematüre retinopatisi görülme sıklığını saptamak ve tedavi
sonuçlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır. Ocak 2012 – Haziran
2014 tarihleri arasında takip edilen prematüre bebeklerin muayene
bulguları incelendi, doğum haftası ve doğum ağırlıklarına göre
gruplandırıldı. Bebeklerde prematüre retinopatisi gelişme oranı,
evrelere göre dağılımı ve tedavi durumları değerlendirildi. Çalışma
kapsamında 304 prematüre bebek değerlendirildi. Ortalama
gestasyonel yaş 31.1±2.3 (24-36) hafta, ortalama doğum ağırlığı ise
1587.58 ± 454.49 (490-3300) gram olarak saptandı. Bebeklerin 75
tanesinde (%24.7) prematüre retinopatisi izlendi. Hastalık en sık Zon
2’de (45 bebek) görülürken, en az Zon 1’de (1 bebek) görüldü. En
sık Evre 1 (43 bebek) hastalık görülürken, en az evre 3 (3 bebek)
görüldü. Evre 4 ve evre 5 olan hasta izlenmedi. Yalnızca 1 bebekte
agresif posterior prematüre retinopatisi tespit edildi. Prematüre
retinopatisi saptanan bebeklerin 45 tanesinde (%60) Plus hastalık
varlığı saptandı. Prematüre retinopatisi saptanan bebeklerin 22
tanesine (%29.3) argon lazer fotokoagülasyon tedavisi uygulandı.
Tedavi uygulanan tüm hastalarda başarı elde edildi. Gestasyonel
yaşı küçük ve düşük doğum ağırlıklı bebeklerde görülen prematüre
retinopatisi görme kaybına sebep olabilen ciddi bir sağlık sorunudur.
Bu hastaların takibi özenle yapılmalı ve gerekli görüldüğü durumlarda
Argon lazer fotokoagulasyon tedavisi uygulanmalıdır.
Objective of this study was to determine the incidence and
treatment results of retinopathy of prematurity among premature
infants followed in Neonatal Intensive Care Unit and Ophthalmology
Clinic, Meram Faculty of Medicine, Necmettin Erbakan University.
Premature infants followed between January 2012 and June 2014
were included in the study. Infants were grouped according to birth
weight and gestational age. Retinopathy of prematurity incidence,
stage and percentage of infants who were treated with Argon laser
were evaluated. Also, the treatment results and complications
of treatment were determined. The mean gestational age and the
mean birth weight of the 304 premature infants included in our
study were 31.1 ± 2.3 (24-36) weeks and 1587.58 ± 454.49 (490-
3300) gr, respectively. Retinopathy of prematurity was detected in
24.7% (75/304) of the followed infants. Retinopathy of prematurity
was recognized at the zone 2 (45 infants) most frequently, while
at the zone 1 (1 infant) was least frequently. Stage 1 (43 infants)
disease was occurred most frequently, however stage 3 (3 infants)
was observed least frequently. There was no premature infants in
stage 4 and stage 5. Aggressive posterior retinopathy of prematurity
was diagnosed in only one premature infant. A total of 45 (%60)
premature infants having retinopathy of prematurity had also plus
disease. Argon laser treatment was applied to 22 (%29.3) premature
infants with favorable results in all of them. As an important disease
retinopathy of prematurity composes a great risk of blindness for
infants with small gestational age and low birth weight. Argon laser
treatment of eyes with retinopathy of prematurity seems to be an
effective and safe alternative.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peters Sendromunda Anestezi: Olgu Sunumu
Hakan Erkal, Metin Özşeker, Süleyman Derman, Banu Eler Çevik
Olgu sunumu
Özeti
Peters Sendromunda Anestezi: Olgu Sunumu
AnesthesIa Management In Peters Syndrome: A Case
report
Peters sendromu başka sistemik anomalilerle birlikte görülebilen izole bir göz anomalisidir.
Bu olgu sunumunda, keratoplasti operasyonu planlanan Peters sendromlu 4 yaşındaki bir kız
çocuğunun anestezi yönetimini tartıştık.
Peters syndrome occurs as an isolated ocular abnormality, which may be seen in association
with other systemic abnormalities. In this case report, we discuss our anesthetic management
of a 4-year-old female patient with Peters syndrome who was scheduled for a keratoplasty
operation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
The Cavus DefonnIty Of The Foot And Its Therapy
Pes kavus çeşitli etyolojileri olan patornekaniği tam arlaşılrnarnış kotnpleks bir ayak cleforrnites-idir. Bu çalışmada ayaklarinda kavus deforrnitesi olan 16 hastanın cerrahi tedavisi gözden geçirildi. Llygulana cerrahi tedavi, hastanın yaşına, etyolojisine ve deforrnitenin analizine göre seçildi. Hasta-ların en az bir yıllık rakipleri sonucunda, cerrahi tedavinin %77 oranında başarılı olduğu görüldü.
Pes cavus is a complex fool deforrrzity of diverse etiologies whose pathomechanics are not comletely under,s.tood. This stu.dy reviews the surgical treatment of 16 patients with cavus foot deformity. The coice among avaible surgical procedures was dictated by the age of the patients, cuse and an analysis of the deformity. Follow-up apprasial of the patients with more !han one years' follow-up reveated more dian 77 percent suecesfully results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Köpek Safen Veninde Hipotermi İle Noradrenalin Fenilefrin Ve Serotonin Cevaplarının Artırılması Ve Bunun Ca2+ İle İlişkisi
Ayşegül Cenik, Ekrem Çiçek, Ayşe Saide Şahin, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Köpek Safen Veninde Hipotermi İle Noradrenalin Fenilefrin Ve Serotonin Cevaplarının Artırılması Ve Bunun Ca2+ İle İlişkisi
The Effect Of IlypomerınIa On NoradrenalIne PhenylephrIne And SerotonIn-Induced ContractIons Of CanIne Saphenous VeIn And Role Of CalcIum
Köpek safen veninden elde edilen spiral şeritler; oksijenlendirilmiş fizyolojik tuz solüsyonu içeren organ banyosuna konulup, noradrenalin, fenilefrin, klonidin ve serotonin ile kasıldı, Kasılmalar izometrik olarak kaydedildi. Banyo isısının 37r den 25r ye düşürülrnesiyle bu kasılmalarda amma gözlendi. Klonidin ile elde edilen kasılma cevapları hipotermi ile artmadı. 10-6 M verapamil ilavesinde, bu kasılmaların inhibe edilmediği gözlendi. Aynı işlem kalsiyumsuz ortamda tekrarlandığında, her üç agonist ile elde edilen kasılmalar öncekilere göre belirgin olarak küçüldü. Ancak kasılma hipotermi cevaplarında belirgin artışa neden oldu. Klonidin aynı ortamda kasılma oluşturmadı. Sonuç olarak, köpek safen veninde belirtilen agonistlerle oluşturulan kastima cevaplarinın hipotermi ile artışında hücre içi kalsiyum depolarının önemli rolünün olduğu söylenebilir
Canin saphenous vein strips were suspended in an organ chambers filled with oxygenated physiological salt solution, and isometric contractions were alsa recorded. Noradrenaline, phenylephrine and serotonin caused dose-dependent contractions which were enhanced by cooling of medium from 37 to 25 C. Clonidine also caused contractions but, these responses weren't enhanced by cooling. Both the contractions induced by these agonists and their augmentations by cooling weren't inhibited by 10- M verapamil. When these procedure were repeated in the Ca2 -free solutions, the agonists-induced contractions were smaller than that of obtained in normal mediurn. However except clonidine-induced contractions, these responses were enhanced by cooling. These results were suggested that intracellular calciurn pools rnay play a functional role cooling-induced contractions of canine saphenous vein.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
Yeliz Uçar Tavlı, Hacı Hasan Esen, İnci Mevlütoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
Ümit Kamış, Işık Tuncer, Ahmet Özkağnıcı, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Ocular And PerIorbItal AnthropemetrIc Measurments.
Amaç: Genç ve yetişkin olgularda oküler ve periorbital antropometrik ölçümlerin değerlendirilmesi. Yöntem: Çalışmaya alınan olgular 2 farklı yaş grubuna ayrıldı, birinci grup (genç olgular) yaşları 18 ile 21 (19.73±1.6) arasında tıp fakültesi öğrencilerinden, ikinci grup (yetişkin olgular) yaşları 42 ile 65 (52.48±9.2) arasında göz polikliğine muayeneye gelen 150 hastadan oluşturuldu. Travma yada konjenital anomali hikayesi olan olgular çalışma kapsamına alınmadı. Tüm olgularda iç kantuslararası mesafe (İKM), dış kantuslararası mesafe (DKM), interpupiller mesafe (İPM), interpalpebral fissür yüksekliği (PFY), interpalpebral fissür uzunluğu (PFU) ölçüldü. Ölçümler aynı kişi tarafından elektronik kumpas kullanılarak yapıldı. Elde edilen değerler her iki grupta cinsler arasında karşılaştırıldı, ayrıca genç ve yetişkin olgularda aynı cinsler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Ölçümlerin değerlendirilmesinde İKM, DKM, İPM açısından aynı grupta cinsler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark var iken (p<0.05), iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yok idi (p>0.0), PFM değerleri açısından aynı gruptaki cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), iki grup arasında fark yok idi (p>0.05), PFY açısından birinci grupta cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), ikinci grupta cinsler arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Gerek bu çalışma ve gerekse diğer çalışmalar oküler ve periorbital antropometrik standartların belirlenmesi için değişik yaş ve etnik grupları içeren geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Sağlıklı bireylerdeki bu ölçümler bazı morfolojik bozuklukların erken teşhisinde ve cerrahinin planlanmasında faydalı bir rehber olabilir.
Purpose: to evaluate the ocular and periorbital anthropometric measurments in young adults and adults. Methods: Our study were enrolled two different age groups, first group (young adults) was consisted of 200 medical students aged between 18 to 21(19.73±1.6) years, and second group (adults) consisted of 150 patients aged between 42 to 65 (52.48±9.2) years who were examined in department of opthalmology. Cases with history of trauma and congenital anomaly were excluded from the study. In all cases the intercanthal distance (ICD), the outercanthal distance (OCD), the interpupillary distance (IPD), the palpebral fissure height (PFH) and the palpebral fissure distance (PFD) were measured. Measurments were performed by the same examiner using a single electronic compass instrument. In both groups the measurments between males and females as well as the measurments of the same gender between the both groups were compared. Results: In the evaluation of the measurments, in ICD, OCD and IPD there was statistically significant differencess between the genders (ie male/female) in same group (p<0.05), while there was no statistically significant differencess between the gender in the same group, while there was statistically significant differencess in between the two groups (p<0.05), and in PFH there was statistically significant differencess between the genders in the first group (p<0.05), however there was no such defferencess in the second group (p>0.05). Conclusion: Our results on one hand and the contrary results of other studies on the other hand, arise the need for further studies including different ages and ethnics groups to set standarts for ocular and periorbital anthropometric measurments. These measurments in healthy subjects may be useful guide for early identification of some dysmorphological abnormalities and of planning surgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
SurgIcal 7'reatment Of CongenItal DIslocatIon Of The HIp In ClIldrert Between The Ages One Year And SIx Months And Four Years
1.5-4 yaşları arasında Doğuştan Kalça Çıkığı olan ve cerrahi tedavi uygulanan 43 çocuğun 58 kalçasının tedavi sonuçları gözden geçirildi. 35'i kız 8'i erkek olan hastalarda çeşitli cerrahi işlemler uygulandı. Ortalama 22 ay takip edilen hastalar klinik olarak Mc Kay, radyolojik olarak Severin kriterlerine göre değerlendirildi. Radyolojik olarak 48 kalça (%83) çok iyi, 6 kalça (%10) iyi, 1 kalça %2) orta ve 3 kalça (%5) kötü olarak değerlendirildi. Tek taraflı 041 olan bir kalçada normal tarafta avasküler nekroz gelişti ve bir kalçada tekrar çıkık meydana geldi.
The results in 58 congenitally dislocated hips in 43 children who were between one and a half four years okl have been reviewed. There were 35 girls and 8 boys. Open reduciion (OR) was perfortned in one hip, Salter's innornintne osteolotny (S10) was perforrned in three hips, OR and SIO were perfortned in 43 hips, OR, SfO derotation varus and fernoral shortenin were performed 11 patients. Ali of the patients have been followed at least one yer (average nventy-two months). Using Severin classification of radiographic evalualion, 48 hips (83 per cent) vere telated as excellent, 6 hips (10 per cent) as good, one hip (2 per cent) as fair and three hips (5 per cent) as failure. Clinical avaluation was made using Mc Kay's criteria and 47 hips (81 per cera) were related as excellent. Seven hips (12 per sent) as good, three hips (5 per cent) as fair, one hip (2 per cent) as failure. Avascular necrosis developed in one mortn.al side, there was one redislocation
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Ahmet ak, Muart Uğur, Adil Gökalp, Ertuğrul Kafalı, Ayşegül Bayır
Araştırma makalesi
Özeti
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Effects Of TImIng And Rate Of FluId Replacement Therapy On Renal And LIver FunctIons In Uncontrolled HaemorrhagIc Shock Model
Amaç: Kontrolsüz hemorajik şokta, kanamanın cerrahi kontrolünden önce yapılan farklı sıvı resusitasyon rejimlerinin organ fonksiyonları üzerine etkilerinin araştırılması. Gereç ve Yöntem: Toplam 37 adet Yeni-Zellanda tipi tavşan S (sham, n=7), K (kontrol, n=10), EK (erken kontrollü resusitasyon, n=10) ve EH (erken hızlı resusitasyon, n=10) olarak dört gruba ayırıldı. Denekler femoral arterden ortalama arteriyel basınç (OAB) 30 mmHg oluncaya kadar kanatıldı ve intraket çekilerek serbest kanamaya bırakıldı. S grubu sham operasyon grubu idi. K grubuna şoktan sonraki bir saatlik sürede sıvı replasmanı yapılmadı. EK grubunda serum fizyolojikle 2 cc/kg/dk hızında, OAB 60 mmHg ve EH grubuna 4 cc/kg/dk hızında, OAB 80 mmHg olması hedeflenerek resusitasyona başlandı. Çalışma gruplarında birinci saatte kanama kontrolü sağlandı ve bir saat daha resusitasyona devam edildi. Bazal, birinci ve 24. Saatlerde karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, hematokrit çalışıldı. Bulgular: Birinci saatte üre ve kreatinin değerleri K grubunda artma gösterdi. K, EK, EH gruplarının SGOT değerleri 24. saatte yüksek olarak bulundu. K, EK, EH gruplarında 24. saatte ölçülen hematokrit değerlerinde düşme oldu. Hematokrit değerlerinde en fazla düşme EH grubunda gözlendi. Sonuç: Geç veya agressif resusitasyon yapılan gruplarla karşılaştırıldığında, erken kontrollü sıvı resusitasyonunun hemorajik şokta gelişebilecek organ hasarını önlemede daha etkili olduğu sonucuna varıldı.
Objective: To investigate the effects of difFerent volüme resuscitation regimens on organ functions in uncontrol led haemorrhagic shock before surgical control of bleeding. Material and methods: Total 37 New-Zeland type rabbits divided into fourgroups designated as S(sham, n=7), C(control, n=10), ECR(early controlled resuscitation, n=10) and EFRfeariy fast resuscitation, n=10). Rabbits were let bleeding until mean arterial pressure decreased to 30 mmHg then intracut was taken out to permet free bleeding. S group is sham-operated group. Group C did not receive any volüme replacement for an hour after the onset of shock. Volüme resuscitation with şalin begin- ned at rate 2 cc/kg/min to achive MAP 60 mmHg in group ECR while volüme resuscitation with şalin beginned at rate 4 cc/kg/min to achive MAP 80 mmHg in group EFR. Bleeding was controlled at first hour in study groups and resuscitation went on foran hour. Liverand renal function tests and haematocrit values were studied basally, first hour and 24th hour respectively. Results: Urea and creatinin levels increased at the first hour in group C. SGOT levels were found to be elevated at 24 hours in group O, ECR, and EFR. Haematocrit values were decreased at 24th hour in group C, ECR, and EFR. Most severe decrease in haematocrit values were observed in group EFR. Conclusion: it is concluded that early controlled resuscitation in haemorrhagic shock is effective in preventing the organ damage that can develop during haemorrhagic shock when compared to late oragressive resuscitation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
Mehmet Ünlü, Ünal Şahin, Ahmet Akkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
InvestIgatIon Of EducatIon On MIsuse Of Inhalers By PatIents WIth ChronIc ObstructIve Lung DIsease
İnhaler steroidler ve bronkodilatörler obstrüktif havayolu hastalıklarının tedavisinde oldukça etkilidirler. Tedavi yetmezliği sıklıkla hastaların kötü uyumuna veya inhalerlerin yanlış kullanımına bağlıdır. Yatarak tedavi gören KOAH’lı hastaların sıklıkla reçete Eğitim verilmesinin hata düzeylerinde anlamlı düzeyde azalmaya yol açtığı gözlemlendi.edilen inhaler aletlerin (ölçülü doz inhaler, turbuhaler, diskus) kullanımıyla ilgili bilgi ve becerilerini araştırdık. On dört KOAH’lı olgu çalışmaya alındı. Hastalara inhaler aletlerin kullanılmasını basamaklı olarak göstermesi istendi. İnhalasyon tekniği 10 basamakta değerlendirildi. Doğru kullanma 10 puan üzerinden değerlendirildi. Çalışma sonunda olgularda inhalerlerin yanlış kullanım oranının yüksek olduğu görüldü.
Aerosol glucocorticoids and bronchodilators are highly effective in the treatment of obstructive lung disease. Treatment failures can often be attributed to poor patient compliance or incorrect use of the inhaler. IVe surveyed the patients with chronic We showed that training in application associated with demonstration and subsequent exercise reduces the error ratio to a tolerable level in COPD patients.obstructive pulmonary disease (COPD) to assess their knovvledge of and ability to use four widely used inhaler devices; metered-dose inhaler, turbuhaler and diskus. Fourteen paitents with COPD were asked to demonstrate the use of each device using placebo inhalers. The inhalation technique was assessed in ten steps. Correct use was considered if 10 points were obtained. This study showed a high incidence of incorrect usage of inhalers amongst COPD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
Samet Özer, Serap Bilge, Resul Yılmaz, Vehbi Doğan, Selim Demir, Erkan Gökçe
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
A Rare Cause Of FacIal ParalysIs: MoebIus Syndrome
Moebius sendromu ilerleyici olmayan tam ya da parsiyel
konjenital fasiyal paralizi ile karakterize bir sendromdur. Genellikle
orofasiyal malformasyonlar, kas-iskelet sistemi defektleri, beyin
sapı displazisi ve diğer kraniyal sinir felçleri ile ilişkilidir. Moebius
sendromunun ortalama insidansı 2-20/milyondur. En sık görülme
şekli bilateral lateral rektus kası felci ve fasiyal güçsüzlüktür. Sıklıkla
5., 10., 11. ve 12. kraniyal sinirler de tutulur ve öksürük, yutma ve
çiğneme güçlüğü ve solunum yetersizliğine neden olabilir. Tam veya
parsiyel fasiyal paralizi Moebius sendromu tanısı için şarttır. Dört
aylık kız hasta doğumdan itibaren sağ gözünü tam kapatamama
ve içe bakış şikayetleri ile kliniğimize getirildi. Hasta sağ gözünü
tam kapatamıyordu, dilde atrofi ve mikrognatisi vardı. İlk bakışta
her iki gözde içe bakıyordu. Dışa bakış kısıtlılığı, ayaklarda pes
ekinovarus deformitesi ve katlantılı kulağı vardı. Dismorfik özellikleri,
mikrognati ve dilde atrofi nedeni ile kraniyal manyetik rezonans
görüntüleme yapıldı. 3D FIESTA taramada bilateral fasiyal sinirler
görüntülenemedi. Bu vaka konjenital fasiyal güçsüzlükle başvuran
hastaların ayırıcı tanısında Moebius sendromunun mutlaka akılda
tutulmasını vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
Moebius syndrome is a rare, non-progressive congenital
syndrome presenting with complete or partial facial paralysis. It is
usually associated with orofacial malformations, musculoskeletal
defects, brainstem dysplasia, and other cranial nerve palsies. Mean
incidence is 2-20/million, although there is considerable regional
variation. The most common presentation is with bilateral lateral
rectus palsies and facial diplegia. Frequently, the 5th, 10th, 11th and
12th cranial nerves are involved and may cause cough, difficulty in
chewing and swallowing, and respiratory insufficiency. Complete or
partial facial nerve palsy is necessary for a diagnosis of Moebius
syndrome. A 4-month-old girl was brought to our clinic with complaints
of inability to close her right eye completely and internal deviation in
that eye, beginning from birth. She had micrognathia and an inability
to completely close the right eye. Both eyes were turned inwards
during primary gaze. She had limited lateral gaze, a pes equinovarus
deformity in her feet, and flap ears. Cranial magnetic resonance
imaging was performed because of the dysmorphic features and
revealed micrognathia and volume loss at the tongue. Bilateral facial
nerves could not be visualised by a 3D FIESTA scan, suggesting
bilateral facial nerve agenesis. This case is presented to highlight
Moebius syndrome in the differential diagnosis of cases presenting
with congenital facial weakness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prematür Apnesi Nedeniyle Kafein Tedavisi Uygulanan Yenidoğanda Gözlenen Supraventriküler Taşikardi
Murat Konak, Ali Annagür, Fatih Şap, Hüseyin Altunhan, Nuriye Tarakçı, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Prematür Apnesi Nedeniyle Kafein Tedavisi Uygulanan Yenidoğanda Gözlenen Supraventriküler Taşikardi
SupraventrIcular TachycardIa Developed In A Newborn ReceIvIng
caffeIne Therapy Due To Premature Apnea
Apne yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde çok sık karşılaşılan
bir sorundur. Özellikle prematürelerde birçok ciddi hastalığın bulgusu
olabileceği gibi solunum sisteminin immatür kontrolüne bağlı olarak
da gözlenebilir. Hastada santral apne düşünüldüğünde santral sinir
sistemi stimülanları uygulanır, ancak buna yanıt alınamazsa mekanik
ventilatör desteği verilir. Bu makalede santral apne nedeniyle kafein
tedavisi verilen ancak tedavi komplikasyonu olarak supraventriküler
taşikardi gelişen bir prematür olgusu sunulmuş ve bu stimülan
ilaçların dikkatli kullanılması vurgulanmıştır.
Apnea is a frequently observed condition in newborn intensive
care units. Especially in premature cases, it may be a sign of a
serious disease or may be observed due to immature control of
respiratory system. When central apnea is thought in the patient,
central nervous stimulants are given, however if no response is seen
mechanical ventilation support is applied. In this article, a premature
case which received caffeine therapy due to central apnea however
developed supraventricular tachycardia as treatment complication
was reported and careful use of these stimulants was emphasized.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Mustafa Özer, Ali Güleç, Bayram Yolcu
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
SeptIc ArtrItIs Development After Intra-ArtIcular Knee InjectIons
Diz dejeneratif artriti tedavisinde eklem içi enjeksiyonlar
sık kullanılmaktadır. Uygulama sonrası septik artrit gelişimi de
bilinmektedir. Bu çalışmada; diz dejeneratif artriti nedeniyle
uygulanan eklem içi enjeksiyonları sonrası oluşan septik artrit
olgularının araştırılması amaçlanmaktadır. 2010-2015 yılları
arasında dejeneratif diz artriti nedeniye, diz eklem içi enjeksiyonu
uygulanmış ve sonrası septik artrit tanısı konularak tedavi edilen
hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet,
eşlik eden hastalıkları, fizik muayene bulguları, beyaz küre sayısı,
sedimentasyon hızı, C-reaktif protein değerleri, aspirat mayii direk
bakı ve kültür sonuçları kaydedildi. On iki hastanın yaş ortalaması 60
(46-74) idi. Hastaların 7’si kadın ve 5’i erkek idi. Beyaz küre sayısı
ortalama 12.69 (8.92-15.87) K/uL, sedimentasyon hızı ortalama 50
(35-100) mm/sa ve C-Reaktif Protein seviyesi ortalama 25.9 (16-35.3)
mg/L’idi. Kültürde üç hastada Staphylococcus aureus üredi. Diğer
hastalarda etken izole edilemedi. Tüm hastaların cerrahi debridman
ve yıkama sonrası tedavileri tamamlandı. Diz içi enjeksiyonlar
tamamen güvenilir olmamakla birlikte, kısa dönemde hastaların
klinik bulgularında düzelme sağlayabilmektedir. Ancak uzun dönem
etkileri ve uygulama sonrası oluşabilecek komplikasyonlar göz önüne
alındığında osteoartirin erken evre tedavisinde başka tedavilerin
öncelikle denenmesi gerektiğine inanmaktayız.
Knee intra-articular injections are frequently used in the
treatment of degenerative arthritis. However, it is known that septic
arthritis may develop after the application. In this study; it was
aimed to investigate the cases of knee septic arthritis occurring
after intra-articular injections administered due to degenerative
arthritis. Between the years 2010-2015, patients were retrospectively
reviewed who treated with the diagnosis of septic arthritis following
intra-articular injections due to degenerative knee arthritis. Age, sex,
comorbidities, physical examination, white blood cell, sedimentation,
CRP, aspirate microscopy and culture results were recorded.
The mean age was 60 years (range, 46-74 years) of 12 patients
(7 females, 5 males). The mean white blood cell count was 12.69
(range, 8.92-15.87) billion cells/L. The mean sedimentation rate was
50 (range, 35-100) mm/hour. The mean C-Reactive Protein level was
25.9 (range, 16-35.3) mg/L. Staphylococcus aureus was isolated
in three patients. In other patients, no causative pathogen was not
isolated. All patients underwent surgical debridement. Although
intraarticular injections are not totally safe, it can provide clinical
improvement in patients in the short term. However, given the longterm
effects and complications that may occur after application in
the early stages of treatment of osteoarthritis, we believe that other
treatments should be tried first.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aromataz İnhibitörü Tedavisinin Meme Kanserli Hastalarda Serum Total Siyalik Asit Düzeylerine Etkisi
Aysel Kıyıcı, Mehmet Artaç, Hümeyra Çiçekler, Önder Eren, İdris Mehmetoğlu, Melih Cem Börüban
Araştırma makalesi
Özeti
Aromataz İnhibitörü Tedavisinin Meme Kanserli Hastalarda Serum Total Siyalik Asit Düzeylerine Etkisi
The Effect Of Aromatase InhIbItor Therapy On Serum Total SIalIc AcId Levels In Breast Cancer PatIents
Meme kanseri de dahil olmak üzere çeşitli kanserlerde serum total siyalik asit düzeylerinde yükselme olduğu daha önce yapılan çalışmalarda bildirilmiştir. Biz meme kanserli hastalarda, aromataz inhibitörü tedavisinin serum total siyalik asit düzeyine etkisini ortaya koymayı amaçladık. Total siyalik asit seviyeleri aromataz inhibitörleriyle tedavi edilen 20 meme kanser tanılı hastada kolorimetrik bir yöntemle ölçüldü. Serum total siyalik asit düzeyleri tedavi başlangıcında ve tedavinin 3. ayında sırasıyla 15,06±2,71 mmol/ml ve 8,17±5,31 mmol/ml olarak bulundu. Böylece tedavi sonrası total siyalik asit düzeylerinde anlamlı bir azalma gözlendi (p
It was reported previously that serum total sialic acid levels were increased in various cancers including breast cancer. We aimed to evaluate the effect of aromatase inhibitor therapy on serum total sialic acid levels in breast cancer patients. Total sialic acid levels were determined in sera of 20 patients with breast cancer and treated with aromatase inhibitors. Total sialic acid levels were determined by a colorimetric method. Serum total sialic acid levels were 15,06±2,71 mmol/ml and 8,17±5,31 mmol/ml at the beginning and three months after the treatment respectively. Thus, a significant decrease in total sialic acid levels was observed after the treatment (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilomatriks Karsinoma
Yaşar Ünlü, Pınar Karabağlı, Hüseyin Kılıç, Ceyhan Uğurluoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pilomatriks Karsinoma
PIlomatrIx CarcInoma
Amaç: Pilomatriks karsinoma tanısı konulan bir olgunun, nadir görülmesi nedeniyle tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: 50 yaşında erkek hastada, sol ön kolunda yerleşim gösteren pilomatriks karsinoma olgusunu sunduk. Hasta hikayesinde lezyonun bir yıl önce geliştiği, ilk 6 aydan sonra boyutlarının hızla arttığı bildirildi. Pilomatriks karsinoma tanısı başlıca histopatolojik olarak verilir. Tümör, sıklıkla atipik mitozis gösteren, nükleolusları belirgin pleomorfik hücrelerden oluşmakta ve santralde keratotik materyal, gölge hücreleri, ve nekroz alanları ile karakterizeydi. Damar veya sinir infiltrasyonu görülmedi. Hasta 22 aydır lezyondan arınmış olarak izlenmektedir. Sonuç: Pilomatriks karsinoma düşük dereceli bir tümör olup, pilomatriksoma ve tiplerinden ayırımı yapılmalıdır. Klinisyenler ve patologların uzak metastaz potansiyeli yönünden, bu olgulara dikkatli yaklaşımı gerekmektedir. Literatürü gözden geçirerek olgunun diğer deri tümörleri ile ayırıcı tanısını tartıştık.
Aim: It was aimed to discuss a rare case which was diagnossed as pilomatrix carcinoma. Case Report:We report the case of a 50-year- old man with a pilomatrix carcinoma in his left forearm. In his history the patient announced taht the lesion had developed one year ago, and its size had expanded rapidly after the first six- month period. Diagnosis of malignant pilomatricoma is essentially histopathological .The tumor was composed of pleomorphic basaloid cells with prominent nucleoli and frequent atypical mitoses accompanied by central areas with keratotic materials, shadow cells, and foci of necrosis. Vascular or perineural infiltration was not observed. The patient remained disease-free at the 22 months follow- up. Conclusion: Pilomatrix carcinoma is a neoplasm of low-grade malignancy that should be distinguished from the conventional pilomatrixoma and its variants. Clinicians and pathologists should be aware of the occurrence of pilomatrix carcinoma because of its potential for distant metastases. We reviewed the literature and comment on the histopathologic differences from other cutaneous tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kikuchi-Fujimoto Hastalığı
Ömer Erdur, İbrahim Erdim, Zahide Mine Yazıcı, Rasim Yılmazer, Fatma Tülin Kayhan
Olgu sunumu
Özeti
Kikuchi-Fujimoto Hastalığı
KIkuchI-FujImoto DIsease
Kikuchi-Fujimoto hastalığı (KFH) ya da histiositik nekrotizan lenfadenit daha çok servikal lenfadenopati ve üst solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile kendini gösteren benign seyirli bir hastalıktır.Etyolojisi tam olarak bilinmeyen, nadir gözlenen ve kendi kendini sınırlayan bu hastalığın tanısı eksizyonel lenf nodu biyopsisi ve histopatolojik bulgular ile konur. Bu çalışmada servikal lenf adenit ile kliniğimize başvuran ve yapılan eksizyonel biyopsi sonrası KFH tanısı konulan iki hastayı sunmak istedik.
Kikuchi-Fujimoto disease (KFD), also known as histiocytic
necrotizing lymphadenitis is characterized by upper airway
infection signs and lymphadenopathy, usually in the servical region.
An excisional biopsy from an effected lymph node followed by
histopathological examination was needed for diagnosis of this rare,
bening, self-limiting disease. In this article we present two cases with
servical adenopathy who diagnosed Kikuchi-Fujimoto disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanlarda Homolog Kan Embolisi Kullanılarak Oluşturulan Bir Serebral İskemi Modeli
Osman Acar, Sabiha Serpil Kalkan, Erdal Kalkan, Hamiyet Pekel, Ahmet Candan Durak
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanlarda Homolog Kan Embolisi Kullanılarak Oluşturulan Bir Serebral İskemi Modeli
A Model Of Cerebral IschemIa UsIng A Homologous Blood EmbolIsm In RabbIts
Bu çalışmada, tavşanlarda embolizan madde olarak homolog kan pıhtısının kullanıldığı modifiye bir embolik serebral iskemi modeli sunulmuştur. 16 adet tavşanın kullanıldığı çalışmada sağ karotis kournirdsarteri içine homolog kan pıhtısı enjekte edilmiştir. Tavşanların tümünde embolizasyon öncesi ve sonrası dönemlerde aralıklı olarak göz dibi muayene edilmiş, dördünde de embolinin ilerlemesini izlemek amacı ile karotis angiografi yapılmıştır. Embolizasyondan 24 saat sonra intrakardiak formaldehit verilerek öldürülen tavşanların beyinleri çıkartılmış ve alınan seri kesitlerde infarkt sahalarının lokalizasyonları ile volümleri saptanmıştır.
In this study, a modified embolic cerebral ischemia model using homologous blood clot as embolizing agent in rabbits is presented. In the study in which 16 rabbits were used, homologous blood clot was injected into the right carotid cournirdsarteri. In all rabbits, the fundus of the eye was examined intermittently before and after embolization, and carotid angiography was performed in four of them to monitor the progression of the embolism. The brains of rabbits killed by giving intracardiac formaldehyde 24 hours after embolization were removed and the localizations and volumes of the infarct sites were determined in serial sections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektromanyetik Alanın Köpek Arterlerinde Oluşturduğu İntimal Değişiklikler
Mehmet Yeniterzi, Orhan Demir, Mustafa Cihat Avunduk, Orhan Karabörk, Niyazi Görmüş, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Elektromanyetik Alanın Köpek Arterlerinde Oluşturduğu İntimal Değişiklikler
IntImal Changes Of Dog ArterIes Caused By ElectromagnetIc FIeld
Amaç: Bilişim toplumlannda elektromanyetik kirlilikteki artış sinsi ve tehlikeli bir boyutta sürmektedir. Elektromanyetik alanın zararlarını organizmada ölçebilmek kolay olmamakla birlikte arteriyel sistem üzerindeki etkilerin araştırılması hedeflendi. Materyal ve Metod: Elektromanyetik alan oluşturmak üzere elektrikli traş makinesi seçildi. Traş makinelerinin manyetik alan şiddeti 5-10 gauss arasında kabul ediliyor. Ortalama ağırlıkları 20-25 kg olan toplam 7 sokak köpeği üzerinde 5 ay boyunca sol carotis communis ve bilateral femoral arterlerin trasesi üzerinde 7 günde bir her artere 7 dakika süreyle traş makinesiyle cilde direkt temas sağlanarak traş işlemi uygulandı. Toplam 18 seans yapıldı. Çalışma sonunda karotis ve femoral arterler eksize edilip histopatolojik değerlendirmeye alındı. Bulgular: 21 deney ve 14 kontrol grubu doku örneklerinin ışık mikroskobunda incelen mesinde; elektromayetik alanın 8’inde hafif 7’sinde ağır, kontrol grubunun 3’ünde hafif düzeyde patolojik değişiklik ler gözlendi. Ki kare testinde (p<0,05) önemli bulundu. Sonuç: Kısa sürede önemli düzeyde endotelyal hasar ve subendotelyal ayrışmalar tespit edildi. Bu değişim uzun sürede aterojenik yapılanmayı aktive edip carotis arter düzeyinde atheromatöz strokları davet edebilir.
Objective: İn developed populations the increasing trend of electromagnetic pollution survives in an insidious and dangerous dimension. Although estimating the negative effects of electromagnetic field on human organism is very difficult, assessment of their effect on arteries was aimed in this experimental study. Material and Methods: An electrical shaver was choosen as a source of electromagnetic field which was estimated as having a 5-10 gauss electromagnetic field. The shaver was directly performcd on skins of left common carotid and bilateral femoral arteries of 7 Street dogs, weighing meanly 20-25 kg, vvithin a mean period of5months. This was performed on one time in every week with a period of 7 minutes. Totally, 18 periods were performed. At the end of the study carotid and femoral arteries were excised for histopathological examination. Results: Tissue examples of 21 study and 14 control specimens were examined under light microscope. İn study group 8 examples had moderate and 7 examples had severe intimal changes, while in control group 3 examples had mild intimal changes. A chi square test between these groups were considered significant (p<0,05). Conclusion: Endothelial injury and subendothe- lial seperations were significantly found in a very short period. These changes may cause stroke due to athero genesis on carotid arteries in a longer period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Doz Spinal Blok İle Doğum Analjezisi Deneyimlerimiz
Seza Apilioğulları, Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Aysu Aydoğan, Jale Bengi Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Doz Spinal Blok İle Doğum Analjezisi Deneyimlerimiz
Our ExperInces In SIngle-Shot SpInal Block For Labour AnalgesIa
Tek doz spinal analjezi (TDSA) epidural doğum analjezisi için geç kalınmış vakalarda alternatif bir metod olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, obstetri kliniğine doğumun ilerleyen dönemlerinde başvuran ve ağrısız doğum isteği olan multipar gebelerde TDSA deneyimlerimizi sunmaktır. 1 Ocak ve 30 Temmuz 2009 tarihleri arasında, doğum analjezisi için TDSA metodu uygulanan 48 multipar gebenin dosyaları geriye yönelik olarak incelendi. TDSA, 27 G kalem uçlu iğne ile oturur pozisyonda, %5 levobupivakain 2.5mg, 15µg fentanil ve 1.2 ml serum fizyolojik kombinasyonu kullanılarak gerçekleştirildi. Analjezi etki başlama zamanı, TDSA uygulamasından doğumun ikinci döneminin sonlanmasına kadar geçen süre, ek analjezik ihtiyacı olan gebe sayısı ve yan etkiler kaydedildi. TDSA tüm gebelerde başarıyla gerçekleştirildi. Ortalama analjezi başlama zamanı 2.6±0.7 dk ve TDSA uygulamasından doğumun ikinci döneminin sonlanmasına kadar geçen sure 62.2±20 dk idi. Altı gebede (% 12.5) ek analjezik ihtiyacı oldu. Gebelerin 15’inde (% 31) ortaya çıkan kaşıntı dışında yan etki gözlenmedi. Doğumun ileri evresinde analjezi isteği olan multipar gebelerde TDSA metodu hastaların % 87.5’unda yeterli analjezi sağlamaktadır. Bu metodun başarı oranının artırılması için bu metodun kolay uygulanabilir ve hızlı etkili alternatif yöntemlerle kombine edildiği ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
A single dose spinal analgesia (SDSA) has been defined as an alternative method for the cases which are late for epidural labour analgesia. This study was undertaken to present our experiences on SDSA for multiparous parturients who attended to the obstetrical ward during the advanced stages of labour and requested analgesia. The files of 48 multiparous parturients who applied for SDSA method for labor analgesia between 1 January and 30 July 2009 were retrospectively analyzed. SDSA was performed with 2.5mg levobupivacaine combined with 15µg fentanyl, and 1.2 ml normal saline, using a 27 G pencil point needle in the sitting position. Initiation time of analgesic effect, duration of the second stage of labour lasting after application of SDSA, the number of parturients who needed rescue analgesic and side effects were recorded. SDSA was successfully performed in all parturients. The mean initiation time of analgesic effect and the second stage of labour lasting after application of SDSA were 2.6±0.7/min and 62.2±20 / min, respectively. Six parturients (12.5%) needed rescue analgesic. No side effects were observed except pruritus which occurred in 15 (31%) parturients. The method of SDSA was sufficient in 87.5% of multiparous parturient who requested labour analgesia at the advanced stages of labour. Further studies that include alternative combination of easy and effective methods are needed to increase the success rate of this method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ofloxacın, Amoxıllın 4- Clavulonıc Asıd, Gentamıcın Ve Tetracyclıne'in Tüberküloz Basilleri Üzerıne In Vitro Etkılerı
Bülent Baysal, A. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
Ofloxacın, Amoxıllın 4- Clavulonıc Asıd, Gentamıcın Ve Tetracyclıne'in Tüberküloz Basilleri Üzerıne In Vitro Etkılerı
In VItro Effect Of OfloxacIn, ArnoxIllIn + ClavıtIonIc AcIde, GentaınIcIn And TetracyclIne On MetuberculosIs
Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Tuberküloz Laboratuvarzina başvuran hastalardan izole edilen 80 adet tuberküloz basilinin ofloxa-. cin, amoxcillin + clavulonic asid (AC), gentarnicin ve tetracycline'e duyarlılıkları in vitro olarak çalıştImıştır. Ayrica, bulgular antitüberküloz ilaçların etkileri ile karştlaştırılmıştır. Basiller antibiyo-tiklerin standart MIC'deki dozları içinde yalnızca ofloxacinğe duyarlı bulunmuştur (%100). AC, gen-,tarnicin ve tetracycline'e yüksek direnç görültnüş; diğer bütün ilaçlara hassas olan s9larin bunlara da hassas olduğu gözlenmiştir.
In vitro antituberculous activity of ofloxacin, amoxycillin plus clavulonic acid (AC), gentamycin and tetracycline was determined using mycobacterium tuberculozis isolated from 80 patients who were accepted to the University Hospital. The study was carried ot in the tuberculous Laboratory of Microbiology and Clinical Microbiology Department, The School of Medicine, Selçuk University, Konya. Additionaly, the sensitivity of the strains obtained from patients were also studied and determined with other antituberculous drugs. Antituberculous activity of oflaxacin was found to be 100% according to the standart MIC values and the other antibotic have shown varying degree of antituberculous activities. Higher resistances of strains were found for AC, gentamycin and tetracycline. Interestingly, the strains that are sensitive to AC, gentamycin and tetracycline are found to be sensitive to the antituberculous drugs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obsesıf Kompulsıf Eozuklukta Okuma Sırasında Elektrookulografik Inceleme
Zehra Akpınar, Rüstem Aşkın, Nazmiye Kaya, Orhan Demir, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Obsesıf Kompulsıf Eozuklukta Okuma Sırasında Elektrookulografik Inceleme
ElectrooculographIc InvestIgatIon WhIle Re-AdIng In PatIents WIth ObsessIve CompulsIve DI-Sorder
Beyin gorlimillerne cahmalart, obsesif kom-pulsif bozukluklu (0KB) ki§ilerde frontal korteks ye bazal ganglion anomalilerini ortaya koymititur. Bu bolgekrin lezyonlari amaca yonelik sakkadik gdz hareketi peiformansini etkiler: bu aculan biz obsesif kompulsif bozukluk ile okiilomotor peiformans ara-sindaki ilt kiyi aravirdik. 14 obsesif kompulsif bo-zukluklu hasra ile 10 normal hirey, okillomotor be-ceriler ve fiksasyon perfbrmansi aciszndan degerlendirildi. Obsesif kompulsif bozukluklu grup sozkonusu Olciimlerde anlamh olciide daha farkh bulundu(p<0.001). Sonuclar, obsesif kompulsif bo-zukluk ile amaca yonelik sakkadik goz hareketi be-cerilerindeki yetersiz performans arasinda ili cki ol-dugu tezini desteklemektedir.
Neuroimaging studies have shown abnormalities of the frontal cortex and basal ganglia in persons with obsessive compulsive disorder. Since lesions in the frontal cortex and basal ganglia areas affect performance on goal guidid saccadic eye mo-vements, this study investigated the relation between the diagnosis of obsessive compulsive disorder and oculomotor performance. 14 patients with the cli-nical diagnosis of obsessive compulsive disorder-and 10 normal subjects were assessed with respect to their oculomotor tasks and fixations performance. the group with obsessive compulsive disorder were significantly different from normal group on these measures(p<0,001). The results support the hypo-hesis of a relationship between impaired per-formance on goal guided saccadic eye movement tasks and the diagnosis of obsessive compulsive di-sorder.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıcak Su Epilepsisi
Erkan Ataş, Sevgi Pekcan, Ayşe Güvenç
Araştırma makalesi
Özeti
Sıcak Su Epilepsisi
Hot Water EpIlepsy
Sıcak suyun provake ettiği bir vaka gözden geçirilmiştir. Hastada jeneralize ve kompleks parsiyel tipte konvülsiyon gözlendi. Hastaya karbamazepin tedavisi başlandı.
The elinical features of hor water epilepsy were presented. In the patient generalized and complex partial seizures were seen. Carbamazepin therapy was used.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Organofosfat Zehirlenmesine Bağlı Myokard İnfarktüsü Ve Solunum Yetmezliği Gelişen Genç Bir Olgu
Nihal Bakırkalay Aydın, Zehra Küçüktepe
Olgu sunumu
Özeti
Organofosfat Zehirlenmesine Bağlı Myokard İnfarktüsü Ve Solunum Yetmezliği Gelişen Genç Bir Olgu
Organophosphate IntoxIcatIon EmergIng Young A Case Of RespIratory
faIlure And MyocardIal InfarctIon
Organofosfat zehirlenmesi üzerine birçok araştırma bulunmakla
birlikte, organofosfat maruziyeti sonrasında akut myokard infarktüsü
ve solunum yetmezliği gelişen olgu ilk kez bildirilmektedir. 46
yaşında erkek hasta acil servise nefes darlığı, göğüs ağrısı ve bilinç
bulanıklığı şikayetleri ile getirildi. Alınan anamnezde yanlışlıkla tarım
ilacı (Dipterex SP 80 (%80 trichlorphon 0,0 dimethyl phosphonate)
uygulanan ağaçtan kiraz yedikten sonra bu şikayetlerinin olduğu
öğrenildi. Genel durumu kötü, takipneik, bilinci uykuya meyilliydi.
Hasta hemen entübe edildi ve mekanik ventilatöre bağlandı.
Elektrokardiyografisinde sinüs taşikardisi ve V1-4 ‘te patolojik Q ve
ST elevasyonu mevcuttu. Kan tahlilinde troponin yüksek bulundu. Bu
bulgularla hastada organofosfat zehirlenmesine bağlı kalp krizi ve
solunum yetmezliği düşünüldü. Pralidoksim, akut myokard infarktüsü
ve solunum yetmezliği tedavisi sonrasında hasta koroner anjiografi
olmak üzere taburcu edildi. Sonuç olarak organofosfat zehirlenmesine
bağlı gelişen akut myokard infarktüsü ve solunum yetmezliği gözardı
edilmemelidir.
In addition to the many research about organophosphate
poisoning, the fact of acute myocardial infarction and respiratory
failure that happen after organophosphate exposure is firstly
reported. A 46 years old patient was taken into emergency with the
plaint of dispne, chest pain and somnolence. By taking anamnesis,
it is understood that these plaints are occured after eating cherry of
which trees are disinfected with a pesticide (Dipterex SP 80 (%80
trichlorphon 0,0 dimethyl phosphonate). General situation was
miserable, tachypnea and his consciosness was somnolence. The
patient was immediately intubated and connected to the mechanical
ventilator. There was sinus tachycardia in his electrocardiography
and the elevation of pathologic Q and ST elevation in V1-4. Troponin
was high in his blood test. With these indications, it was supposed
that there was heart attack and respiratory failure depending on
organophosphate poisoning on the patient. After the treatment of
piralidoxime, acute myocardial infarction and respiratory failure, the
patient was discharged from hospital for being angiography. Finally,
acute myocardial infarction and respiratory failure which evolve out
of organophosphate poisoning shouldn’t be ignored.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pigmenter Paravenöz Korioretinal Atrofi
Tamer Demir, Turgut Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Pigmenter Paravenöz Korioretinal Atrofi
PIgmented Paravenous RetInochoroIdal Atrophy
Amaç: Bu çalışmada pigmenter paravenöz korioretinal atrofi tanısı alan bir olgunun klinik bulguları, karakteristik özellikleri ve tanı kriterleri incelendi. Olgu: Hut in oftalmolojik muayenede pigmenter paravenöz korioretinal atrofi tanısı alan 58 yaşındaki kadın hastanın görmeleri sağ gözde 20/30, sol gözde ise 20/50 idi ve tashihle artmıyordu. Anamnezinde aile üyelerinde herhangi bir göz hastalığı mevcut değildi. Oftalmolojik muayenesinde her iki göz ön segmentı doğal, intraokuler basınçları ise normal sınırlar içerisinde idi. Fundus muayenesinde ise her iki gözde tüm kadranlarda retina pigment epitel atrofisi ve koyu renkte yoğun bon-spikul pigmentasyon izlendi. Bu pa ravenöz pigmentasyon dışında optik diskler, makulalar ve retina damarları normal görünümde idi. Floressein an jiografide pigment kümeleri arasına yayılan bir hiperfloresans izlendi. Retina damarlarından herhangi bir sızıntı mevcut değildi. Tartışma: Pigmenter paravenöz korioretinal atrofi, orijini ve sınıflaması net olarak yapılamamış nadir görülen bir hastalıktır. Bon-spikül pigmentasyon olsun veya olmasın, pigmenter paravenöz korioretinal at- rofinin tanısı tipik oftalmoskopik görünümlü olarak perivasküler lokalizasyonlu retina pigmen epitel atrofisi ve yoğun koyu renkli pigmentasyon artışı görünümü ile yapılmaktadır.
Purpose: V/e evaluated clinical features, diagnosis and characteristic findings in a cases of pigmented pa ravenous retinochoroidal atrophy. Case: Best corrected visual acuity of a 58 year old vvoman who was diagnosed on routine examination as pigmented paravenous retinochoroidal atrophy was 20/30 in the right eye and 20/50 in the left eye. No other family members are knovvn to have eye disease. Anterior segments and intraocular pres- sures were normal. İn ali qudrants, bilaterally, there was striking paravenous pigmentary retinal pigment epithelial atrophy vvith dense black bone-spicule pigmentation. The optic discs, maculas and retinal vessels outside of the pigmentary regions appeared normal. The fluorescein angiogram revealed areas of hyperfluorescence in- terspreaded vvith pigment clumps. There was no leakage from the retinal vessels. Conclusions: Pigmented pa ravenous retinochoroidal atrophy is a rare disorder that is not we understood or classified. The diagnosis of pig mented paravenous retinochoroidal atrophy is established on the opthalmoscopic appearence of a striking disturbance of the retinal pigment epithelium in a distinctly perivascular distribution vvith or vvithout bone spicule pigmentation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsülin Benzeri Büyüme Faktörleri
Ali Muhtar Tiftik, Esma Öztekin
Araştırma makalesi
Özeti
İnsülin Benzeri Büyüme Faktörleri
Ilke Growth Factors
Organizmanın büyüme ve gelişmesi, bi-potalarnus-hipofiz ekserıi boyunca bir dizi büyüme hormonlar] ve faktörleri tarafından regüle edilmesiyle aerçekleşir. Bu faktörlerden insülin benzeri büyüme faktörlerinin, hastalıkların teşhis ve tedavilerinde rol aldıkları, birçok araştırmacı tarafından be-lirtilmektedir_ Sunulan derlemede; bu faktörlerin, re-septörlerinin ve bağlayıcı proteinierinın kimyasal yapıları ve fonksiyonları hakkındaki bilgiler gözden geçirilmiştir.
Growth and development of a organism vere re-gulated by growth hormones and growth factors along the axis of hypothalarnus-pituitaıy. It was exp-ressed by lots of researchers that arnang these fac-tors, insulin like growth factors take role in diagnosis and treatment of diseases. fn this review, know-ledges abouf chemical structures and functions of re-ceptors and binding proteins of these factors have been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Hipoventilasyon Sendromlu Kadın Hastaların Değerlendirilmesi
Kürşat Uzun, Şebnem Yosunkaya, Turgut Teke, Emin Maden, Zuhal Yavuz, Levent Kart
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Hipoventilasyon Sendromlu Kadın Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Female PatIents WIth ObesIty HypoventIlatIon Syndrome
Obezite hipoventilasyon sendromu (OHS) hiperkapnik solunum yetmezliğinin (HSY) ve erken ölümün nedenidir. Bu çalışmada obstrüktif akciğer hastalığı olmayan HSY ile Göğüs hastalıkları yoğun bakım ünitesine yatırılan 29 kadın hastanın klinik ve laboratuar özellikleri tartışılmıştır. Hastaların yaş ort. 63.6±17.3 olup tümüne polisomnografi yapıldı. Hastaların ortalama vücut kitle indeksi (BMI) 41.7±9.4 idi. Tüm gece polisomnografisine göre ortalama apnehipopne indeksi 38.8±29.1, arousal indeksi 34.6±26.1 ve gece boyu saturasyon ortalaması 66.5±8.8 idi. 29 olgunun 23’üne evde kullanılmak üzere BiPAP cihazı verildi. Bu hastalara uygulanan BiPAP titrasyonunda ortalama IPAP 15.1±1.3 cmH2 O, EPAP basıncı 8.25±1.6 cmH2 O idi. Sonuç olarak noninvaziv mekanik ventilasyon OHS’da mortalite ve morbiditeyi azaltan önemli bir tedavi olduğu gözlenmiştir.
Obesity hypoventilation syndrome (OHS) is a reason of hypercapnic respiratory failure (HRF) and early death. In this study, the laboratory and clinical characteristics of 29 female patients who did not have obstructive pulmonary disease and admitted to pulmonary medicine intensive care unit due to HRF were evaluated. The mean age of the patients was 63.6±17.3 and polysomnography was applied to all of them. The mean body mass index (BMI) of the cases was 41.7±9.4. According o all night polysomnography the mean apnea-hypopnea index was 38.8±29.1, arousal index was 34.6±26.1 and the mean night saturation was 66.5±8.8. BIPAP/CPAP was given to 23 of 29 cases to use at home. The BIPAP titration of the patients demonstrated a mean IPAP of 15.1±1.3 cmH2 O and a mean EPAP pressure of 8.25±1.6 cmH2 O. In conclusion, it was observed that NIV is a therapy that decreases the morbidity and mortality in cases with OSH.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İşitme Engellilerde Okuma -Preliminer Çalışma
Nurhan İlhan, Orhan Demir, Galip Akhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
İşitme Engellilerde Okuma -Preliminer Çalışma
A PrelImInory Study Of ReadIng Process In The Deaf-Mutes
Tamamen sağır olan 5 denekte okuma sırasında göz anneleri elektrookülografik olarak kaydedildi. Elektrookülografik paternlerin büyük sakkadlar ve uzun süreli fiksasyonlar göstermesi dikkat çekiciydi. Beklendiği gibi sağır-dilsizler fonolojik olmayan okuma süreci ile okunmuş kabul edildi. Yine de sonuçlar daha fazla kantitatif çalışma için motive oldu.
Eye movernents during reading in 5 completely deaf-mute subjects were electrooculographically recorded. It was notable that electrooculographical patterns showed large saccads and fixations with long duration. As expected the deaf-mutes were considered ta read with non-phonological reading process. However the results motivated for further quantitative study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Baş Dönmesi Şikayeti İle Başvuran Sol Atrial Dev Miksoma Olgusu
Alpay Arıbaş, Mehmet Tekinalp
Olgu sunumu
Özeti
Baş Dönmesi Şikayeti İle Başvuran Sol Atrial Dev Miksoma Olgusu
Left AtrIal Huge Myxoma WIth DIzzIness ComplaInt
Baş dönmesi ayırıcı tanısında nadiren akla gelen atrial miksoma olgusunu literatür eşliğinde tartışmaktır. 65 yaşında kadın hasta dört aydır baş-layan baş dönmesi nedeni ile nöroloji polikliniğine başvurmuş. Yapılan tetkiklerde nö-olojik bir neden saptanmamış. Kardiyoloji kliniğine başvurması söylenmiş. Ayrıntılı fizik muayene sonrası yapılan Transtorasik Ekokardiyografi(TTE) de sol atriyumda, sol ventrikül giriş ve çıkış yolunda obstrüksiyona yol açan dev miksoma tespit edildi. Hastaya cerrahi önerildi ancak hasta kabul etmedi. Baş dönmesi sık karşılaşı-lan bir poliklinik başvuru şikayetidir. Nadir fakat kötü klinik sonuçlara neden olabileceğinden dolayı atrial miksoma mutlaka ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır.
The purpose of the study is to discuss an atrial myxoma case, rarely thought for the differential diagnosis of dizziness, with the help of literature. A 65 year old woman patient was admitted to neurology clinic with complaint of dizziness that started four months ago. No neurological cause was defined as the result of the examinations and the patient was referred to cardiology clinic. After a detailed physical examinaiton, a huge myxoma that lead to obstruction on the left entrance and exit ways in left atrium was defined. The patient was recommended to have a surgical operation, yet she refused to do so. Dizziness is a frequently encountered clinical complaint. Since it may cause rare but serious clinical results, atrial myxoma should definetely be taken into consideration in differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oküler Yüzey Hastalıklarında İmpresyon Sitolojisinin Kullanımı
Gülay Turan, Pembe Oltulu, Meydan Turan, Refik Oltulu
Kısa rapor
Özeti
Oküler Yüzey Hastalıklarında İmpresyon Sitolojisinin Kullanımı
The Use Of ImpressIon Cytology In Ocular Surface DIseases
İmpresyon sitolojisi (IC) selüloz asetat filtre kağıtları kullanılarak, oküler yüzeyin çeşitli bozukluklarının tanısına yardımcı olan basit, noninvaziv bir tekniktir. Bu bozukluklar arasında oküler yüzey skuamöz neoplazisi, kuru göz sendromu, limbal kök hücre eksikliği, spesifik viral enfeksiyonlar, vitamin A eksikliği, alerjik bozukluklar, konjonktival melanozis ve malign melanom yer alır. IC, oküler yüzey hastalığının teşhisine yardımcı olmak, oküler yüzey hastalığının patofizyolojisini daha iyi anlamak ve klinik çalışmalarda sonuç ölçütleri olarak kullanılmak üzere biyobelirteçler sağlamak için giderek daha fazla kullanılmaktadır.
Impression cytology (IC), using cellulose acetate filter papers is a simple, noninvasive technique that aids in the diagnosis of several disorders of the ocular surface.These disorders include ocular surface squamous neoplasia, dry eye syndrome, limbal stem-cell deficiency, specific viral infections, vitamin A deficiency, allergic disorders, conjunctival melanosis, and malignant melanoma. IC has been used increasingly to assist in diagnosis of ocular surface disease, improve our understanding of the pathophysiology of ocular surface disease, and provide biomarkers to be used as outcome measures in clinical trials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
Abdülkadir Kandemir, Mahmud Zahid Ünlü, Mehmet Balasar, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
GIant SImple Renal Cyst AssocIated WIth Dyspnea
Basit böbrek kistleri; genellikle tedavi gerektirmeyen, yaygın,
benign, asemptomatik kitlelerdir. Ancak zamanla bu basit kistler
büyüyebilir, semptomatik hale gelebilir ve komplikasyonlar geliştirip
tedavi gerektirebilir. Çalışmamızda, nefes darlığı, karın ağrısı ve
asimetrik karın şişliği kliniği ile başvuran 63 yaşındaki erkek hastayı
sunmayı amaçladık. Abdominal ultrasonografi (USG) görüntülemede
195x180 mm boyutuna ulaşmış ekzofitik böbrek kisti saptandı.
Hastaya devamlı perkütan drenaj eşliğinde sklerozan madde
uygulandı ve takibinde nefes darlığı geriledi. Altı ay sonraki USG
takibinde kistin kaybolduğu gözlendi.
Simple kidney cysts are common, benign and asymptomatic
masses and usually unrequire any treatment. However, this simple
cyst can grow over time, may become symptomatic and develop
complications they may require treatment. In our study, we aim to
present, the 63 -years-old male patient admitted to our clinic with
dyspnea, abdominal pain and asymmetric abdominal distension.
Abdominal ultrasonography (USG) showed that exophytic renal
cyst reached 195x180 mm. We underwent sclerosing agents in the
presence of continuous percutaneous catheter drainage and dyspnea
decreased at the follow-up. Subsequent USG after six months
revealed disparition of the cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
Çağatay Han Ülkü, Yavuz Uyar, Salim Güngör
Olgu sunumu
Özeti
Dil Kökünde Adenoid Kistik Karsinom
AdenoId CystIc CorcInoma Of The Base Of The Tongue
Tükrük bezi tümörleri nadirdir ve çoğunlukla parotis bezinde gelişirler. Minör tükrük bezi tümörleri, majör tükrük bezi tümörlerinden yaklaşık 10 kez daha az görülürler. Buna karşın, malignite insidansları daha yüksektir. Malign minör tükrük bezi tümörleri en sık sert damakta gelişir. Bunu dil kökü lokalizasyonu izler. Histopatolojik olarak çoğunluğunu adenoid kistik karsinom ve mukoepidermoid karsinom oluşturur. Bu çalışmada, dil kökünde adenoid kistik karsinom tanısı alan 53 yaşındaki bir bayan hasta, nadir bir olgu olması nedeniyle sunulmuştur. Literatür göz den geçirilerek tümörün karakteristikleri tartışılmıştır.
Salivary gland tumours are rare, and majority occur in the parotid gland. Minör salivary gland tumors are approx- imately 10 times less frequent than the majör salivary gland tumors. However they have a higher incidence of malignancy. The most common site of malignant minör salivary gland tumors is the hard palate. The base of tongue is the second common site. The majority of these tumours are adenoid cystic carcinoma and mucoepider- moid carcinoma. We present here a 53-year-old female with adenoid cystic carcinoma of the base of the tongue as a rare case. The literatüre was revievved and characteristics of this tümör are discussed
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tarsorafide Doku Hasarını Azaltıcı Bir Materyal: Silikon Rod
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Zekeriya Tosun, Nedim Savacı
Olgu sunumu
Özeti
Tarsorafide Doku Hasarını Azaltıcı Bir Materyal: Silikon Rod
A MaterIal Decreased TIssue Damage In Tarsorraphy: SIlIcone Rod
Amaç: Tarsorafi göz kapaklarının yaklaştırılması ile kapak adezyonu yapmaktır. Göz kapağı anatomisi ve hatta fonksiyonları adezyon sırasında sütür kullanılmasından dolayı hasarlanabilir. Çalışmamızın amacı tarsal yapılar, göz kapağı mimarisi ve fonksiyonunda hasar oluşturmaksızın kolaylıkla güvenli bir metot ile kapak adezyonunu sağlamaktır. Olgu sunumu: Silikon rod (Hunter prosthesis, ROT 001 R03- Rio de Janeiro- Brezilya) 2001–2005 yılları arasında kliniğimizde yaşları 10–65 arasında 11 hastada tarsorafi uygulamalarında kullanıldı. Tarsorafi ameliyat sonrası takiplerde hastalarda herhangi bir komplikasyon olmaksızın uygulandı. Sonuç: Silikon rod göz kapağı ve tarsal yapılarda hasarı önlemek için alternatif bir tarsorafi materyalidir.
Aim: Tarsorraphy is formation of lids adhesion by approaching the eyelids. Not only eyelid’s anatomy but also functions can be damaged because of using suture during adhesion. The aim of our study is to adhese the eyelid in a safe method easily without disturbing the tarsal structures, eyelid architecture and function. Case report: The silicone rod was used in the process of tarsorraphy application for eleven patients whose ages were ranging from 10 to 65 in 2001-2005 in our clinic. Tarsorraphy was used without any complications in postoperative follow-up period in all patients. Conclusion: Silicone rod is an alternative tarsorraphy material in order to prevent the damage to eyelids and tarsal structures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ünal Şahin, Hüseyin Yorgancıgil, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberculous SpondylItIs WIth BIlateral Pleural EffusIon
Pott hastalığının ve bilateral plevral effüzyonun birlikte olduğu 67 yaşında bir erkek olgu sunulmuştur. Öksürük, dispne ve sırt ağrısı yakınmalarıyla ilk başvurduğu doktor tarafından hasta nonspesifik pleuritis tanısıyla tedaviye alınmıştır. Bu başvurusundan 4 ay sonra sırt ağrısında artış ve alt extremitelerde güç azalması nedeniyle merkezimize başvurmuştur. İleri tetkikler sonucunda hastaya 7. ve 8. trokal vertebraları tutan tüberküloz spondilitis tanısı konmuştur. Nörolojik bulgular nedeniyle olguya cerrahi ve aynı zamanda anti-tüberkülo tedavi uygulandı. Hastanın yapılan son kontrolünde klinik ve radyolojik olarak tedaviye çok iyi yanıt verdiği gözlendi.
We were reported a case of Pott's disease with bilateral pleural effusion in a 67-year- old male patient. The primary çare physician commenced anti-microbial therapy by considering the non-specific pleuritis. hovvever, four months after his first complatins, Progressive back pain and weakness of lower limbs was occured. By further examination, we diagnosed an active tuberculous spondylitis of the 7th and 8th thoracic vertebrae. Operative intervention was undertaken because of neurological findings. VVe also started anti-tuberculous chemotherapy. A proper clinical and redaiological response to chemoterapy and surgery was observed at the last follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
Muammer Müslim Köse, Murat Karkucak, Erhan Çapkın, Bayram Serdar Budak, Arzu Çapkın, Savaş Yaylı, Ferhat Gökmen, Adem Karaca
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
The Frequency And ClInIcal Features Of PsorIatIc ArthrItIs In PatIents
wIth PsorIasIs
Bu çalışmanın amacı Psöriyazis (Ps) hastalarında Psöriyatik
Artrit’in (PsA) sıklığı ve klinik özelliklerini değerlendirmektir.
Çalışmaya Dermatoloji polikliniğinde takip edilen 104 Ps hastası
dahil edildi. Klinik ve sosyodemografik özellikler kaydedildi. Hastalar
Classification criteria for psoriatic arthritis (CASPAR) kullanılarak
PsA açısından değerlendirildi. 10 hastada (% 9.6) PsA tespit edildi.
5 hastada ilk başvuru şikayeti cilt lezyonlarıydı. Hem PsA grubunda
hem sadece cilt tutulumu olan hastalarda en sık gözlenen Ps tipi
plak tip Ps idi. 9 hastada periferik eklem tutulumu tespit edildi. En
sık görülen PsA formu oligoartiküler formdu (4 hasta), diğer formalar
ise sırasıyla; poliartiküler form (3 hasta), spondiloartropatik form
(2 hasta), distal interfalangial (DİF) eklem tutulumu ile giden form
(1 hasta) idi. The psoriasis area and severity index (PASI) skoru
PsA’lı 4.92±5.3 ve Ps’li hastalarda 4.87±3.3 olarak gözlemlendi. El
tırnak tutulumunun ise PsA’lı (%100) hastalarda Ps’lilere (% 53.2)
göre daha sık görüldüğü tespit edildi. Sonuç olarak Ps hastalarında
PsA sıklığı % 9.6 olarak bulundu. Tırnak tutulumu PsA’ lı hastaların
tümünde gözlemlendi.
The aim of this study was to evaluate the frequency and clinical
characteristics of psoriatic arthritis (PsA) in patients with psoriasis
(Ps). One hundred and four patients who are following with psoriasis in
Dermatology outpatients were included. The patients were examined
for PsA according to Classification criteria for psoriatic arthritis
(CASPAR). Psoriatic arthritis was determined in 10 (% 9.6) patients.
The first presenting symptom was skin lesion in five patients. The
most common type of skin lesion was plaque Ps both Ps and PsA.
Peripheric joint involvement was detected in 9 patients. The most
common manifestation pattern is oligoarthritis (4 patients), followed
by polyarthritis (3 patients), spondyloarthropathy (2 patients) and
distal interphalangeal (DIP) arthritis (1 patient). The psoriasis area
and severity index (PASI) was observed similarly in patients with PsA
(4.92±5.3) and those without PsA (4.87±3.3). Nail involvement was
significantly more common in patients with PsA (%100) than those
without PsA (%53.2). As a result; the frequency of PsA in patients
with Ps was found as % 9.6. Nail involvement was observed in all
patients with PsA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Sezaryen Esnasında Myomektomi Yapılan Hastaların Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Alaa S. Mahmoud, Elmas Taşçı
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Sezaryen Esnasında Myomektomi Yapılan Hastaların Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of MyomectomIes Performed DurIng Caesarean SectIon In Our ClInIc
Kliniğimizde sezaryen esnasında myomektomi yapılan hastaların değerlendirilmesi. Haziran 2006–Ocak 2010 yılları arasında kliniğimizde sezaryen esnasnda myomektomi yapılan 44 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Hasta yaşları, gebelik sayıları, abortus, gebelik haftaları, sezaryen endikasyonları, sezaryen esnasında saptanan myom veya myomaların yerleşim yerleri, büyüklükleri, pre-operatif ve post-operatif hemoglobin (Hb) değerleri, hemoglobin değerleri arasındaki farklar, hemoraji olup olmadığı, kan transfüzyonu gereksinimi, operasyon süresi, hastanede kalış süreleri ve myomektomi materyallerinin patolojik tanıları incelenmiştir. Hastaların ortalama yaşı 33.3±4.9 (25–44) ve ortalama gebelik haftaları 37.5±2.3 (28–41) idi. Ortalama myom büyüklüğü 6.61±2.7 cm (3–18 cm) idi. En çok subseröz ve sıklıkla korpus ve fundusa yerleşim gösteren myomlar gözlenmiştir. Hastaların pre-operatif ve post-operatif Hb değerleri sırasıyla 11.9±0.9 g/dl ve 10.2±1.1 g/ dl idi ve fark istatistiksel anlamlıydı (p
The evaluation of patients who had myomectomy performed during caesarean section in our clinic. The data of 44 patients who had myomectomy performed during caesarean section in our clinic between June 2006 and January 2010 were analyzed retrospectively. Data regarding patient age, gravidity, abortions, gestational age, indication for caesarean section, the position and size of fibroids detected during caesarean section, hemoglobin value before and after the operation and the difference between the two values, intraoperative hemorrhage, need for blood transfusion, duration of the operation, days of hospitalization and the results of histopathological examination of myomectomy materials. The average age of patients was 33.3±4.9 (25-44) and average gestational age was 37.5±2.3 (28-41) weeks. The average size of the fibroids was 6.61±2.7 cm (3-18 cm). Subserous myoms were the most frequently seen ones with fundal or corporal localization in most of the instances. The preoperative and post-operative values of hemoglobin were 11.9±0.9 g/ dL and 10.2±1.1 g/dL respectively and the difference was statistically significant (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Abdulkerim Kasım Baltacı, Rasim Moğulkoç, Cem Şeref Bediz, Halil Sünlü, Selim Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Çalışma, interferon alta - 2b ve octreotid uygulamasının ratlarda bazı hormonal parametreleri nasıl etkilediğinin ortaya konulabilmesi amacıyla planlandı. Araştırma kontrol (n = 12), interferon alta - 2b (n = 12) ve octreotid (n 12) uygulanan toplam 36 adet Wistar - Albino cinsi erkek ratlar üzerinde gerçekleştirildi. Kontrol grubu hayvanlara herhangi bir uygulama yapılmazken, interferon grubundaki ratlara gün aşırı 250.000. IU interferon alta - 2b, oct-reotid grubundaki ratlara da günde üç kez 7 gün boyunca 10 mikrogram octreotid deri altı olarak uygulandı. Çalışmanın bitiminde, bütün deney hayvaniannın kanında TSH, total T4, total T3, testosteron ve büyüme hormonu düzeyleri tayin edildi. Plazma TSH düzeylerinin interferon alfa - 2b grubunda kontrol grubuna göre düşük se-viyede olduğu görüldü (P<0.05). T3 - T4 sevıyelerinde istatistiksel olarak fark bulunmadı. Testosteron değerlerinin mukayesesinde interferon affa - 2b ve octreotid uygulanan grupların kontrol grubuna oranla daha düşük değerlere sahip bulunduğu tespit edildi (P.<0.05). Deney gruplarının karşılaştınlması sonucunda interferon alta - 2b grubunun octreotid uygulanan gruba oranla düşük testosteron seviyesine sahip bulunduğu gözlenirken (P<0.05), total T3, total T4 ve büyüme hormonu düzeylerinin gruplar arasında önemli bir farklılık göstermediği belirlendi. Gerçekleştirilen araştırmanın sonucunda elde edilen bulgular interferon alta 2b ve octreotid uygulamalarının rat-larda bazı hormonal parametreleri değişik şekillerde etkileyebileceğini düşündürmektedir.
This study was designed to determine the effects of interferon alpha - 2b and octreotid treatments on some hormonal parameters in rats. Total 36 Wistar - Albino male rates were used as control (n = 12), interferon alpha -2b (n = 12) and octreotide (n = 12) groups. 250.0001U of interferon alpha - 2b was introduced to interferon group rats at intervals of 48 hrs. To the octreotide group rats, 3 times in a day (8 hrs intervals) for 7 days, 10 mg oct-reotide was injected subcutaneously with a insulin ınjector. The levels of TSH, total T4, total T3, testosteron and growth hormone were determined in blood samples of the rats by RIA. Plasma TSH levels of interferon alpha-2b group was found lower than that of control group (P<0.05). However, no significant difference in T3 and T4 levels were determined among control, ocreotid and interferon treated groups. (P<0.05). It was established that in-terferon alpha - 2b and octreotide treated groups have lower testosteron levels than that of control group (P<0.05). Inteıferon alpha 2b group had lower testosteron levels comparing to octreotide treated group (P<0.05). Nevertheless, there was no significant difference in the growth hormone levels of the groups_ The results of the study showed that the treatments of interferon alpha 2b and octreotide can be affect some hormonal parameters in the rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mehmet Okka
Derleme
Özeti
The Intraocular Pressure (ıop) LowerIng Effects Of ProstaglandIns And ProstaglandIn Analogs
Prostaglandins (PG) are very effective ocular hyper-and hypotensive agents in the mammalian eye, with the direc- tion and magnitude of the intraocular pressure (IOP) change varying by species, PG and dose. İt is generally agreed that these drugs reduce intraocular pressure primarily by increasing uveoscleral outflovv. They may also increase trabecular outflovv facility though available evidence is less convincing. İt has been hypothesized that PGs may increase facility of uveascleral outflow in addition to their other mechanisms, but this has not yet been test- ed. Its potent ocular hypotensive action in primates, including man, Prostaglandin F2 alfa has received substantial study as a potential anti-glaucoma therapeutic agent, but the specific PG receptor(s) involved in ali aspects of the response are unknovvn. In studying prostaglandin and prostaglandin analogs, there are a diverse variety of prostanoid receptor selective agonists. These included DP, EP (EP-ı, EP2 EP3), FP, İP and TP receptor selective compounds.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Venöz Mikroanastomoza Eritropoietinin Etkileri
Adem Özkan, Zekeriya Tosun, Mustafa Cihat Avunduk, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Venöz Mikroanastomoza Eritropoietinin Etkileri
The Effects Of ErythropoIetIn On Venous MIcroanastomosIs
Mikrocerrahide hızlı ilerlemeler olmasına rağmen venöz mikroanastomoz alanındaki problemler hala devam etmektedir. Serbest doku transferleri ve replantasyon komplikasyonlarının major nedeni venöz mikroanastomoz trombozudur. Eritropoietin, eritroid progenitor ve endotelyal hücrelerin proliferasyonu ve farklılaşmasından sorumlu en önemli hematopoietik düzenleyicidir. Bu çalışmanın amacı venöz mikroanastomoz alanındaki komplikasyonları gözlemlemek ve eritropoetinin buna karşı koruyucu etkisini araştırmaktır. Yetmiş sekiz adet Sprague- Dawley cinsi erkek rat kontrol ve eritropoietin olarak iki gruba ayrıldı; bu iki grup da 3., 5. ve 7. gün olmak üzere üç alt gruba ayrıldı. Çalışma modeli olarak rat dorsal penil veni kullanıldı. Tüm eritropoietin gruplarına anastomoz anında ve her 48 saatte bir 150 IU/kg dozda eritropoietin uygulandı. Venöz anastomoz sonrası 3., 5. ve 7. günlerde değerlendirilmek üzere penil ven anastomoz hattı ve kan örnekleri alındı. Her bir venöz segmentin morfometrik analizi aynı araştırıcı tarafından Clemex® analiz programı ile yapılarak neointima ve media alanları ölçüldü ve neointima/media oranları hesaplandı. 3., 5. ve 7. günlerde tüm ratların hematokrit değerleri ölçüldü. 3. ve 5. günlerde eritropoietin gruplarında kontrol gruplarına göre intima/media oranları anlamlı derecede daha düşük bulundu. 7. gün için kontrol ve eritropoietin grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. Hematokrit değerleri için 3., 5. ve 7. günlerde kontrol ve eritropoietin grupları arasında fark bulunmadı. Çalışmamız rat dorsal penil veninde mikrovasküler anastomoz sonrası eritropoietin uygulamasının endotelyal rejenerasyonu hızlandırarak intimal formasyonu ve trombüs riskini önemli derecede azalttığını göstermiştir.
Although microsurgery has rapid advanced, problems at the site of venous microanastomosis still continue. Thrombosis of the venous microanastomosis is the major reason for free tissue transfer and replantation complications. Erythropoietin is a principal hematopoietic regulator responsible for the proliferation and diferentiation of erythroid progenitor cells and endothelial cells. Aim of this study is to observe the complications of microvenous anastomosis line and to investigate the protective effects of erythropoietin. Seventy eight Sprague-Dawley rats were divided into two groups (Control and Erythropoietin), and the groups were subdivided into three groups (3rd, 5th and 7th days). Rat dorsal penil vein was the study model. One-hundred-fifty IU/kg Erythropoietin was administrated via subcutaneously instantly venous anastomosis and every 48 hours to all Erythropoietin groups. Penil vein anastomosis line samples and blood samples were taken for assesment at 3rd, 5th and 7th days, after venous anastomosis. Morphometric analysis of each venous segment was done with a Clemex analysis program by the same examiner. Neointimal and medial areas were measured in each section and the neointima/media ratio was calculated. Haematocrit values were measured in all rats for 3rd, 5th and 7th days. The ratio of intima to medial areas were significantly less in Erythropoietin groups for 3rd and 5th days compared to control groups for the same days. There were no significant difference for the ratio of intima to medial areas between the contol and erythropoietin groups for 7th day. There were no significant difference for haematocrit levels between the the control and erythropoietin groups at 3rd, 5th and 7th days. Our study has shown that erythropoietin administration markedly reduced intimal formation and risk of thrombosis with accelerated endothelial regeneration after microvascular anastomosis in rat dorsal penil vein.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
Ersin Turan, Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Arif Atay, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
CystIc ParathyroId Adenoma WIth Acute ParathyroId CrIsIs
Paratiroid kistleri sık görülmeyen lezyonlar olup, nadir olarak
orta düzeyde hiperkalsemiye veya çok nadir olarak da primer
hiperparatiroidizmin hayatı tehdit edebilen bir komplikasyonu olan
paratiroid krizine yol açabilirler. Bu çalışmada, akut paratiroid
krizi semptomları ile acil servise başvuran ve yapılan incelemeler
sonucunda kistik paratiroid adenomu tespit edilerek, tedavi edilen
bir olgunun sunulması amaçlandı. Bilinç bulanıklığı ile acil servise
başvuran 46 yaşında erkek hastanın yapılan tetkiklerinde kalsiyum
16.6 mg/dl ve akut böbrek yetmezliği bulguları saptandı. Radyolojik
görüntülemesinde kistik paratiroid adenomu ile uyumlu görünümü
olan hasta, minimal invaziv paratiroid adenomu eksizyonu yapılarak
tedavi edildi. Hastanın takiplerinde parathormon ve kalsiyum
seviyeleri normale döndü. Paratiroid kistleri nadir görülürler,
hiperkalsemi bulgularına göre fonksiyonel ve non-fonksiyonel olarak
sınıflandırılırlar. Fonkisyonel kistik paratiroid adenomu olguları
çok nadiren görülürler. Bu tip hastalar hiperparatiroidi veya akut
paratiroid krizi semptomları ile başvurabilirler. Fonksiyonel paratiroid
kistleri ve kistik paratiroid adenomları primer hiperparatiroidizm ve
akut paratiroid krizi etyolojisinde göz önünde bulundurulması gereken
lezyonlardır.
Cystic lesions of the parathyroid gland are uncommon. Although
majority of patients with cystic parathyroid adenoma present with
mild hypercalcemia, some may present with parathyroid crisis
which can be a life-threatening clinical condition. In this article,
we present a patient who applied to emergency service with
symptoms of acute parathyroid crisis, was diagnosed parathyroid
adenoma with cystic degeneration and treated. A 46 years old male
patient was applied to emergency service with confusion. In blood
analyses, calcium level was 16,6 mg/dl and akut kidney failure was
determined. In radiological imagination, parathyroid adenoma with
cystic degeneration was determined and patient was treated minimal
invasive parathyroidectomy.After the operation, parathormon and
calcium levels were returned the normal levels. Parathyroid cysts
are uncommon, and they are classified as functional or nonfunctional
so far as hypercalcemia. Functional cystic parathyroid adenomas
are very rare. These patients can approach with symptoms of
hyperparathyroidism or parathyroid crisis. Parathyroid adenomas
with cystic degeneration and functional parathyroid cysts should be
considered about causes of primary hyperparathyroidism and acute
parathyroid crisis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Aydin Akyuz, Ramazan Uygur, Seref Alpsoy, Veli Caglar, Dursun Cayan Akkoyun, Bilal Burak Baltaci
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Anomaly Of RIght Coronary, Lad, And Cx ArterIes OrIgInatIng From
rIght SInus Valsalva
Tek koroner arter bütün koroner arter anomalileri içerisinde
yaklaşık olarak % 2-4 oranında gözlenir. Bizim vakamızda, 48
yaşında bayan hastada egzersize bağlı göğüs ağrısı ve yorgunluk
vardı. Hastanın egzersiz elektrokardiogramında 9 mets iş gücünde ST
depresyonu sonrası, biz koroner anjiografide orijinal sol ana koroner
arterin yerinde olmadığını sol ön inen arterin ve sirkumfleks arterin
sağ sinus Valsalvadan sağ koroner arterle birlikte çıktığı çok nadir bir
tek çıkışlı koroner arter anomalisi olduğunu gösterdik. Medikal tedavi
olarak beta bloker ile hastanın semptomları düzeldi. Bu tip koroner
arter anomalileri oldukça seyrektir ve ani ölüm sebebi olabilir.
Single coronary artery is observed in approximately 2-4% of all
coronary artery anomalies. In our case, 48 years old female patient
had exercise-induced angina pectoris and fatigue. After her exercise
electrocardiogram revealed ST depression during 9 mets, we
demonstrated a single coronary artery as an extremely rare anomaly
of coronary artery in which there was no original left main artery as
well as right coronary artery, left anterior descending and circumflex
arteries were originated from right sinus Valsalva. On medical
treatment with beta blocker, her symptoms had recovered. This type
of coronary anomalies is very infrequent and may be a reason of
sudden death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
Hilal Evcil, Mehmet Ali Malas
Derleme
Özeti
Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
The Effects Of NutrItIon In Pregnancy On The Fetal Development
Amaç: Bu derlemede, daha önce yapılan gebelikte beslenmenin fetal büyümeye etkilerinin araştırıldığı literatür çalışmalarının gözden geçirilmesi amaçlandı. Ana bulgular: Yapılan bu çalışmalarda; gebelikte, maternal yaş, beslenme ve stres gibi faktörlerin fetal gelişim üzerine olumsuz etkilerinin olabileceği belirtilmektedir. Gebelik öncesinde ve gebelikte maternal beslenmenin rolü çok önemlidir. Gebe kadınlara önerilen diyet birkaç istisna dışında normal kadınların diyetleri ile benzerdir ve tavsiye edilen sağlıklı ve dengeli beslenmedir. Bununla beraber doğum defektleri riskinin azalmasına yardımcı olan vitamin ve minerallerin gebelikte günlük alımları ile ilgili öneriler bulunmaktadır. Gebeliğin başlangıcında maternal beslenme durumu fetal büyüme ve gelişme için önemli bir belirteçtir. Literatürde maternal beslenme ile düşük doğum ağırlığı, intrauterin gelişme geriliği ve spontan abortus ile ilişki belirtilmiştir. Ayrıca maternal beslenme nöral tüp defekti, yarık damak-dudak, kardiyovasküler, respiratuvar, üriner ve santral sinir sistemi defektleri gibi doğumsal defekt çeşitleri ile de ilişkilidir. Sonuç: Bu nedenle, maternal beslenmenin fetus üzerindeki etkilerinin araştırılması için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: The aim of this review is to evaluate recent literature regarding effects of nutrition on fetal development. Main findings: Previous studies show that maternal factors such as age, nutrition, and stress are able to have negative effects on fetal development during pregnancy. The role of maternal nutrition on human pregnancy is still unclear but undoubtedly crucial. The dietary recommendations for pregnant women before and during pregnancy are similar to those for other adults, with a few exceptions. The main recommendation is to keep a healthy and balanced diet; however, there are some specific recommendations related to daily supplementation of minerals and vitamins during pregnancy to reduce the risk of birth defects. Maternal nutritional status during the period of conception is an important determinant of fetal growth and development. The relationship between maternal nutrition and low birth weight, intrauterine growth retardation, and spontaneous abortus are reported in the literature. Furthermore, maternal nutritional factors associated with different kinds of birth defects such as neural tube defects, oral cleft, cardiovascular, central neural, respiratory, and urinary system defects. Result: Therefore, further researchs are need for the effects of maternal nutrition on fetal growth
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trizomi 21 İle Birlikte Resiprokal Translokasyon 5;12 Taşıyan Bir Olgu
Ayşe Gül Zamani, Hatice Gül Dursun, Sennur Demirel, Aynur Acar
Olgu sunumu
Özeti
Trizomi 21 İle Birlikte Resiprokal Translokasyon 5;12 Taşıyan Bir Olgu
RecIprocal TranslocatIon 5;12 CarIer In A Case WIth TrIsomy 21
Translokasyonlar ve diğer kromozoma! yeniden düzenlenmelerin mayotik mekanizmayı etkileyerek, translokasyon kromozomları dışındaki kromozomların işe karıştığı trizomik ürünlerin ortaya çıkma eğilimini arttırdığı öne sürülmektedir. Bu görüşe uygun olarak, Down sendromu ön tanısıyla laboratuvarımıza başvuran bir olguda karyotipin 47,XY,t(5;12)(5pter->5q11 ::12q24->12qter;12pter->12q24::5q11->5qter),+21 olduğu saptandı. Olgu, Down sendromu dışında fenotipik bulgu göstermediğinden dengeli translokasyon taşıyıcısı olarak değerlendirildi. Translokasyonun paternal orijinli olduğu anlaşıldı ve daha sonraki gebelikler için aileye prenatal tanı önerildi. Olgu nedeni ile parental orijinli translokasyonların mayotik ayrılamamaya muhtemel etkileri gözden geçirildi.
İt was suggested that translocations and other chromosomal rearrangements disturb meiotic disjunction mechanism and increase predisposition to trisomic offsprı'ngs. VVe report a case with Down syndrome whose karyotype was 47,XY,t(5;12)(5pter->5q11 ::12q24->12qter;12pter->12q24::5q11-> 5qter),+21. Because of the absence of any phenotypic findings, except Down syndrome stigmata, he has been accepted as a balanced translocation carrier with trisomy 21. His father was a carrier of this translocation so, the possible effect of parental translocations to the meiotic disjunction was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Stilohyoid Sendrom
Levent Soley, Fuat Yöndemli, Salim Güngör, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Stilohyoid Sendrom
The StylohyoId Syndrome
Stilohyoid sendrom semptomatik uzun stiloid proçes ve stiloid ligamentte kalsifikasyon sonucu oluşan klinik tablocluı.. Stilohyoid sendrom tanısıyla opere ettiğimiz 43 hastada en sık tespit edilen şikayet hastaların %79'unda görülen boğazda ağrı, kuruluk, yabancı (-isim hissiydi. Koınpüterize tomogralide hastaların %70.3 ünde uzun stiloid proçes , % 29.6 sında stilohyoid li-gamentte kalsifikasyon • ossifikasyon ve segmente uzun stiloid proçes tespit edildi. Spesmenlerin histopatolojik tetkikinde ligament dokusunda kal-siyum kristallerinin birikimi gözlendi. Hastaların %95 .3 ünde operasyondan sonra şikayetlerinde iyileşme görüldü.
The Stylohyoid syndrome is a clinical o•cuı-ance which is resulted due to elongated styloid process and calcified stylohyoid ligament . The main complaints in the opeı-ated 43 patients with the diagnosis of stylohyoid syndrome were sore thı-oat, foreign body sensation. Evaluation of computerized tomographic findings revealed that elongated styloid process (70.3%) followed hy ligament calcıfication (29,6%) were the ıngior causes of styloid syndrome. Evaluation of the pos toperat ive specimens histopathologically showed the calsite crystal depositions in ligament Postoperative follow- up revealed complete recovery of the complaints in 95.3% of patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oestrus Ovis'in Neden Olduğu Eksternal Oftalmomiyazis
Beyza Saraçlıgil, Zeynep Dadacı, Salih Macin
Olgu sunumu
Özeti
Oestrus Ovis'in Neden Olduğu Eksternal Oftalmomiyazis
External OphthalmomyIasIs Caused By Oestrus OvIs
\r\n Eksternal oftalmomiyazis oküler yüzeyin sinek larvaları tarafından infestasyonudur. Bu yazıda sağ gözünde yabancı cisim hissi, kaşıntı ve kızarıklık şikayeti ile başvuran 47 yaşında bir olguyu tarif ettik. Yarıklı lamba biyomikroskopisinde konjonktival yüzeyde hareket eden küçük larvalar izlendi. Toplamda dört larva topikal anestezi altında çıkarılarak laboratuvara gönderildi ve oestrus ovis birinci evre larvaları olarak tanımlandı. Topikal antibiyotik-steroid kombinasyonu damla reçete edildi. Hastanın takip muayenelerinde herhangi bir şikayeti olmadı. Miyazisin şehir merkezlerinde yaşayan sağlıklı bireylerde de gelişebileceği göz önünde tutularak kırmızı gözün ayırıcı tanısında eksternal oftalmomiyazis hatırlanmalıdır.
\r\n
\r\n External ophthalmomyiasis is infestation of ocular surface with fly larvae. In our report, we described a 47-year-old man who presented with complaints of foreign body sensation, itching and redness in the right eye. Slit-lamp biomicroscopy revealed tiny larvae crawling on the conjunctival surface. A total of four larvae were removed under topical anesthesia and sent to laboratory where they were identified as first stage larvae of oestrus ovis. Topical antibiotic-steroid combination drop was prescribed. The patient had no complaints in the follow-up examinations. External ophthalmomyiasis should be remembered in the differential diagnosis of red eye as myiasis may also occur in healthy people living in city centers.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
Tuğrul Çakır, Cemal Özben Ensari, Arif Aslaner, Burhan Mayir, Mehmet Tahir Oruç
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
RIght SIded Zenker DIvertIculum
Zenker’in divertikülü (Faringeal poş) krikofaringeal kas üstündeki
farenks mukozasının nadir görülen bir pulsiyon divertikülüdür.
Sıklıkla sol tarafta ve yaşlı hastalarda görülür. Başlıca tipik belirtileri
disfaji, regürgitasyon, kronik öksürük, aspirasyon ve kilo kaybıdır.
Semptomatik büyük divertikülü olan olguların cerrahi olarak tedavi
edilmesi gerekmektedir. Son yıllarda endoskopik tedaviler ile başarılı
sonuçlar bildirilse de divertikülektomi ve myotomi halen en iyi tedavi
yöntemi olarak gözükmektedir. Bu çalışmada 36 yaşında kadın
hastada sağ taraf yerleşimli bir Zenker divertikül olgusu, kliniği ve
tedavi yönetimi literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
The Zenker’s diverticulum (pharyngeal pouch) is a rare
pulsion diverticulum of the mucosa of the pharynx just above the
cricopharyngeal muscle. It occurs at the left side and was commonly
seen in elderly patients. Maintypical symptoms include dysphagia,
regurgitation, chronic cough, aspiration and weight loss. Symptomatic
patients with large diverticulum should be treated surgically. Although
in recent years successful results with endoscopic therapy has been
reported, diverticulectomy and myotomy are still seems to be the best
treatment. In this study, a case of 36 years old woman with rightsided
Zenker’s diverticulum, clinical presentation, and management
are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akrosentrik Kromozomlardaki Satellit Asosiayonunun Tesadüfi Olup Olmadığının Araştırılması
Aynur Acar, Sennur Demirel, Hasan Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Akrosentrik Kromozomlardaki Satellit Asosiayonunun Tesadüfi Olup Olmadığının Araştırılması
A Study On The SatellIte AssocIatIon In AcrocentrIc Chromosomes: Is It A RandomIzed Phenomena ?
10 sağlıklı yeni doğan bebeğin kordon kanından elde edilerek çeşitli konsantrasyonlardaki Bromodeoxyuridine (BrdU) mevcudiyetinde üretilen hücrelerde akrosentrik kromozom asosiasyonları incelendi ve değerler BrdU ilave edilmeyen hücrelerdeki değerlerle karşılaştırıldı. Sonuçta, BrdU ilave edilen ve edilmeyen hücrelerdeki Satellit Asosiasyon oranları arasında önemli farklılıklar mevcut olmadığı görüldü. BrdU mevcudiyetinde üretilen hücrelerde gözlenen asosiasyonlar kromozom grupları ve asosiasyon tiplerine göre sınıflandırıldığında ne BrdU konsantrasyonunun ne de asosiasyon tipinin satellit asosiasyonlarının frekansına etki etmediği görüldü. BrdU mevcudiyetinde üretilen hücrelerde, asosiasyon halindeki akrosentrik kromozomlarda kromatidlerin tesadüfi olmayan bir şekilde davrandığına dair herhangi bir delil elde edilemedi.
Acrocentric chromosome associations obtained from the cord blood of 10 healthy newborns in the presence of Bromodeoxyuridine (BrdU) at various times were examined and the values were compared with the values in cells without BrdU. As a result, significant differences were seen between Satellite Association with and without BrdU added. When classified according to the association types observed in some cells in the presence of BrdU, it was observed that neither BrdU nor the association type had an effect on the frequency of satellite association. In the presence of BrdU, no evidence could be obtained that the chromatids behave in an unintentional way in the parent cells and in the acrocentric chromosomes in association.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malnutrısyonlu Süt Çocuklarında Tiroid Fonksiyonları
İbrahim Erkul, Dursun Odabaş, Sadettin Açar, Ümran Çalışkan, Sevim Karaarslan, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Malnutrısyonlu Süt Çocuklarında Tiroid Fonksiyonları
ThyroId FunctIons In ChIldren WIth ProteIn - Energy MalnutrItIon
Protein-enerji malnütrisyonlu çocukların vücutlarında tüm sistemlerde değişiklikler olmaktadır. Bu arada endokrin sistemde değişiklikler olmaktadır. Endokrin sistemden hipofiz, sürrenaller, pankreas ve tiroid fonksiyonlarındaki değişikler ilgi çekicidir. Tiroid hormonlarından T3 ve T4 'de anlamlı azalmalar gözlenirken rT3 (non fonksiyonel T3) te de artmalar görülmektedir.Durum fonksiyonel bir hipotiroidiye benzemektedir. Anoreksia nervoza, deneysel uzun süreli açlıkta ve şişmanların zayıflamak için uyguladıkları açlık rejimlerinde tiroid metabolizmasındaki değişiklikler araştırılmıştır" .
In protein-energy malnutrition,some changes occur in all of the systems of body, however, in the endocrine system as well. The functional changes in the pituitary, pancreas, adrenal and thyroid glands are interesting. While the significant decreases in T3 and T4 hormones, rT3 (nonfunctional thyroid hormone) increases. This situation looks like a functional hypothyroidism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptojenik Organize Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Turgut Teke, Resul Altuntaş, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Pınar Doğan
Olgu sunumu
Özeti
Kriptojenik Organize Pnömoni
CryptogenIc OrganIzIng PneumonIa
Organize pnömoni (OP) histopatolojik olarak respiratuar bronşiol
ve alveollerde fibroblast kümeleri ve immatür kollojenlerin birikimi
ile karakterizedir. Genellikle öksürük ve dispne gibi nonspesifik
semptomları vardır. Radyolojik olarak OP sıklıkla bilateral yer
değiştirebilen yamalı infiltrasyonlar şeklinde görülür. Kriptojenik
organize pnömoni (KOP) nonspesifik semptomları olan ve OP’nin
herhangi bir sebebe bağlanamadığı alt grubu olarak tariflenebilir.
Kırk dokuz yaşında kadın hasta, 2 yıldır efor dispnesi ve 20 gündür
kuru öksürük şikayeti ile başvurdu. Pnömoni tanısıyla uygulanan
antibiyoterapiler ile hastanın şikayetlerinde ve akciğer grafilerinde
düzelme olmadı. Hastanın fizik muayenesi, rutin laboratuvar
incelemeleri ve bronkoskopisi normaldi. Akciğer grafisinde sol üst
zonda 4 adet yaklaşık 1 cm boyutlarında nodüler dansite artışı
mevcuttu. Toraks BT’sinde her iki akciğer üst lobda ve sol alt lob
superiorda düzensiz konturlu en büyüğü 35X7 mm ebadında multiple
nodüller izlendi. Bronko alveolar lavajda ARB negatifti. Kollojen doku
belirleyicileri normaldi. Hasta klinik ve radyolojik olarak KOP olarak
değerlendirildi. Sistemik kortikosteroid tedavisi başlandı. Tedavinin
altıncı ayında tam klinik düzelme gözlendi ve çekilen kontrol toraks
BT’de nodüler lezyonların kaybolduğu gözlendi. Antibiyoterapiye
cevap alınamayan, radyolojik olarak yer değiştiren ve geçici
infiltrasyonları olan hastalarda ayırıcı tanıda KOP akılda tutulmalıdır.
Organizing pneumonia (OP) is characterized histopathology cally
by tufts of fibroblasts and immature collagen filling of respiratory
bronchioles and alveoli. Symptoms are usually nonspecific and
include cough and dyspnea. Radiograph cally, OP frequently
manifests as patchy bilateral infiltrates that can be relapsing and
migratory. Cryptogenic organizing pneumonia (COP) may be defined
as having non-specific symptoms which can ultimately be described
as a subset of the OP that cannot be attributed to any reason.
Forty-nine-year-old female patient admitted with the complaints of
2 year exertional dyspnea and 20 day dry cough. The patient was
diagnosed of pneumonia and prescribed with antibiotics; however,
no improvement was observed in her complaints and lung graphics.
The physical examination of the patient, routine laboratory analyses,
collagen tissue markers and bronchoscopy were normal. In chest
X-Ray, there were 4 nodular density approximately 1 cm in size, in
the upper zone. In thorax CT, there were irregular contours multiple
nodules, and the biggest one was approximately 35x7 mm in the
upper lobes and in the superior of the left lower lobe of lungs. Acid
fast bacteria was negative at bronchoalveolar lavage. The patient
was diagnosed COP as clinically and radiologically. Then, systemic
cortico steroid therapy was started. A complete clinical recovery was
observed in the sixth month of the treatment and at the control thorax
CT displayed that nodular lesions were disappeared completely. In
the cases that were not respond to antibiotic therapy and patients
having radiologically mobile and temporary infiltrations may be taken
into consideration in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
Ayhan Uğur, Gülcan Erk, Bayazıt Dikmen
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
The Effects Of DIfferent AnaesthetIc Methods On Nausea-VomItIng And Recovery In The MIddle Ear Surgery.
Bu çalışmada, orta kulak cerrahisinde sevofluran ve propofol uygulanan anestezi yöntemlerinin postoperatif bulantı kusma ve derlenme üzerindeki etkilerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Bu amaçla orta kulak cerrahisi planlanan 38 olgu rastgele seçimle Grup S ( n=19 ) ve Grup P ( n= 19) olarak iki gruba ayrıldı. Her iki gruba da 0.1 mg/kg İM midazolam ile premedikasyon uygulandıktan sonra, anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup P olgularda ise 2.5 mg/kg İV propofol ile sağlandı. 0.1 mg/kg İV vekuronyum ile nöromusküler blok sağlandıktan sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Anestezi idamesi Grup S de %1-3 sevofluran %70 N20/O2 inhalasyonu, Grup Pde 8 mg/kg/saat propofol ve %70 N2O/O2 inhalasyonu ile yürütüldü.Operasyonun bitiminde anesteziklerin kesilmesinden itibaren ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi, derlenme süresi kaydedildi. Bulantı, kusma ve öğürme postoperatif 0-2, 2-6, 6-12, 12-18 ve 18-24. Saatlerde değerlendirildi. Gruplar arasında ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi ve derlenme süreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı ( p>0.05). Bulantı kusma ve öğürme 0-2, 2-6 ve 12-18. Saatlerde Grup S olgularda istatistiksel anlamda yüksek bulunurken ( p<0.05 ), 6-12. Saatlerde farklılık saptanmadı ( p>0.05 ). 18-24. Saatlerde her iki grupta da bulantı kusma ve öğürme görülmedi. Sonuç olarak bu farklı anestezi yöntemlerinin postoperatif derlenme üzerinde belirgin farklılıkları olmamasına rağmen, Grup P olgularda bulantı kusma oranının belirgin olarak az olması nedeniyle, postoperatif bulantu kusma riski yüksek olan orta kulak girişimlerinde propofolün iyi bir alternatif olabileceği kanısına varıldı.
The aim of this study is to investigate the effects of sevoflurane and propofol anesthesia on postoperative nausea vomiting and recovery in the middle ear surgery. The patients undergoing to middle ear surgery were randomly divided into two groups as Group S ( n=19) and Group P ( n=19). AH the patients are premedicated with 0.1 mg/kg İM midazolam and the induction was done with sevoflurane in Group S and 2.5 mg/kg İVpropofol in Group P. After the blockage with vecuronium 0.1 mg/kg, entübation was performed. Anesthesia maintenance was done with sevoflurane 1-3% in Group S and 8 mg/kg /h IV propofol infusion in Group P and 70% N2O/O2 inhalation in both. At the end of the operation, after quitting the anesthetics, the extubation times, spontaneous eye opening and recovery times were recorded. Postoperative nausea vomiting were evaluated in 2nd, 6th, 12th,18th and 24th hours. There were no significant differences found betvveen the groups according to spontaneous eye opening and recovery times ( p>0.05 ). Nausea-vomiting rate was found to be high in 0-2, 2-6, 12-18 hours in Group S ( p<0.05), but there was no difference in 6-12 hours ( p>0.05). Nausea-vomiting was not seen in any of the groups in 18-24 hours. İn conclusion no differences were found betvveen these anesthesia methods according to postoperative recovery, although nausea-vomiting rates appearently lovver in Group P. For this reason propofol anesthesia was decided to be an alternative for the middle ear surgery which has a high incidence ofpostoperative nausea and vomiting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nd-Yag Lazer İridotomi Sonuçlarımız
Süleyman Okudan, Mehmet Okka, Ahmet Özkağnıcı, Nazmi Zengin, Mehmet Kemal Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Nd-Yag Lazer İridotomi Sonuçlarımız
The Results Of The Nd-Yag Laser IrIdotomy
Dar açı glokomlu 23 (% 67.6), sekonder açı kapanması glokomlu 6 (% 77.6) (travma, üveit vb. sebeplerle oluşan sekonder açı kapanması glokornu), akut glokom krizi ile başvuran 5 olguya (% 14.7) Nd-YAG lazer iri-dotomi uygulandı. iridotomi için damarsız veya az damarlı, tercihan üst nazal veya üst tempora/ periferik iris bölgesi seçildi, Ortalama olgu başına uygulanan lazer enerjisi 63.7±18.4 mJ düzeyinde idi. Kapanma eğilimi olan 3 olgunun (ki bunlar akut glokom krizi nedeniyle başvuran olgulardı) korneal ödem nedeniyle küçük açılan iri-dotomileri genisietildi. Olguların 27 (5'<, 79.4)'sinde minimal ve orta derecede hemoraji oluştu. Olguların 26 (% 76.5)'sında 1-5 gün arasında intis oluştu. İridotomi sonrası 15 (% 44.1) olguda ilk 24 saat içinde göz içi basıncında yükselme oldu. Aylık takıpler sırasında görme keskinliği ve görme alanı tetkiklerinde değişiklik olmadığı tespit edildi.
Nd-YAG laser iridotomy was applied to 23 (676 %) patients with narrow angle glaucoma, 6 (17.6 %) patients with secondary angle closure glaucoma (secondary angle closure caused by trauma, uveitis etc.) and 5 (14.7 %) patients with acute glaucoma crisis. Because of avascularity or little vascularity, preferentially upper nasal or upper temporal pe-ripheral iris regions were chosen for the iridotomies. The mean laser energy applied to the patients was 63.7±18.4 mJ. Small irldotomies were enlarged because of corneal edema in three patients with angle closure glaucoma. Ir) 27 (79.4 %) patients, mild to moderate hemorrhage was observed. In 26 (76.5 %) patients, iritis developed within 1-5 days pos-toperatively. After iridotomy, a rise in intraocular pressure in the first 24 hours was observed in 15 patients (44.1 %). During monthly follow-up. there were no changes in visual acuity and visual field analysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İdrar Kültürlerinde, Enfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik
direnç Oranları
Mehmet Balasar, Metin Doğan, Abdülkadir Kandemir, Bahadır Feyzioğlu, Zamin Haşimov, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
İdrar Kültürlerinde, Enfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik
direnç Oranları
InfectIon Agents And AntIbIotIcs ResIstance RatIos At UrIne Cultures
Bu çalışmada idrar yolu infeksiyonu semptomları ile üroloji
kliniğine başvuran hastalardan alınan idrar örneklerinden izole edilen
bakteriler ve antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Temmuz 2010- Temmuz 2013 yılları arasında kliniğimize başvuran,
idrar yolu infeksiyonu olabileceği düşünülen 5162 hastanın idrar
örnekleri, kültür ve antibiyogramlarının değerlendirilmesi amacıyla
çalışmaya alınmıştır. Tüm idrar örnekleri kanlı agar ve eozin metilen
blue (EMB) agara ekilmiştir. Üreme olan bakterilerin tanımlaması
konvansiyonel yöntemlerle yapılmıştır. Antibiyotik duyarlılıkları disk
difüzyon yöntemi ile test edilmiştir. Toplam 5162 idrar örneğinin
759’unda (%14.7) üreme gözlenmiştir. İdrar örneklerinden en sık izole
edilen bakteri E.coli (%62.6) olmuştur. Bunu sırası ile Enterococcus
spp. (%10.8), Proteus spp. (%6.9), Enterobacter spp. (%6.4),
Klebsiella spp. (%6) ve koagülaz negatif stafilokok (KNS) (%2.8)
takip etmiştir. Proteus spp., Klebsiella spp. suşlarının tümü
imipeneme karşı duyarlı iken, E. coli, Proteus spp., Klebsiella
spp., Enterobacter spp. suşlarında ampisilin (%73) ve sefalotin’in
(%59.4) en az duyarlı iki antibiyotik olduğu gözlenmiştir. İzole
edilen Enterococcus spp. suşlarının tümü (n:82) linezolid duyarlı
iken, %1.2 oranında vankomisin ve yine aynı oranda da teikoplanin
direnci saptanmıştır. Ayrıca Enterococcus spp. suşlarında
%79 (n:65) oranında eritromisin %69.5 (n:57) oranında tetrasiklin,
%57.3 (n:47) oranında siprofloksasin, %56 (n:46) oranında penisilin
direnci saptanmıştır. İdrar yolu infeksiyonlarının tedavisinde, direnç
gelişimini engellemek açısından kültür ve antibiyogram yapılmasının
ve tedavide dar spektrumlu antibiyotiklerin seçilmesinin faydalı
olacağı kanaatine varılmıştır.
It is aimed to determine of antibiotic susceptibility ratios and
isolated bacteria in urine samples of Patients who admitted to
urology clinic with symptoms of urinary tract infection in this study.
Urine samples of 5162 patients who admitted to the hospital between
July 2010 and July 2013 and have urinary tract infection symptoms
were studied in order to evaluate cultures and antibiotic susceptibility
test. All urine samples were inoculated on eosin methylene blue
(EMB) agar and 5% blood agar. The isolated bacteria were identified
by using conventional methods. Antibiotic susceptibility tests were
performed by disk diffusion method. The bacteria were isolated in
759 (14.7%) of 5162 urine sample. The most frequently isolated
bacteria (62.6%) were E.coli in urine samples. Enterococcus
spp. (10.8%), Proteus spp. (6.9%), Enterobacter spp. (6.4%),
Klebsiella spp. (6%) and coagulase-negative staphylococci (CNS)
(2.8%) respectively followed these bacteria. While all isolated
strains of Proteus spp. and Klebsiella spp. were susceptible to
imipenem, Proteus spp. Enterobacter spp. and Klebsiella
spp. susceptibility percentage to ampicillin and sefalotin with
the least of susceptibility ratio were observed to be 73% to 59.4%
respectively. While all isolated strains of Enterococcus spp.
were susceptible to linezolid, resistance ratio of nitrofurantoin,
penicillin, and erythromycin were found to be 7.6%, 17.0%, and
28.3% respectively. In the treatment of urinary tract infections, it is
concluded that the antibiotics treatment should be ordered according
to performed culture and sensitivity tests to prevent the development
of resistance and choosing of narrow-spectrum antibiotics in
treatment should be more useful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Akut Batın Nedeni; Dev Over Kisti
Ali Kagan Coşkun, İbrahim Alanbay, Zafer Kılbaş, Tahir Özer, Taner Yiğit, Orhan Kozak, Turgut Tufan
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Akut Batın Nedeni; Dev Over Kisti
A Rare Cause Of Acute Abdomen: GIant OvarIan Cyst
Over kistleri sık görülmekle beraber nadiren büyük boyutlara ulaşırlar. Büyük over kistleri mezenter kistleriyle, lenfanjiomalarla, loküle asit birikimleriyle veya peritoneal inklüzyon kistleri ile karışabilmektedir. Bu makalede klinik ve radyolojik bulguları nedeniyle lenfanjioma olarak değerlendirilen ancak yüksek oran da benign natürlü bir tip over kisti olan endometriotik kist tanısı konulan olgu sunulmuştur. Akut batın bulguları ile gelen hastalarda, fizik muayene ve laboratuar tetkikleri neticesinde nadiren pelvik yerleşimli dev kistik kitleler saptanabilir. Bu olguların ayırıcı tanısında gonadal yapılardan kaynaklanan kistler de göz önünde bulundurulmalıdır. Hastanın fertilite durumuna özel tedavi algoritması disiplinler arası koordineli bir çalışma ile çizilmelidir.
Ovarian cysts rarely reach enormous dimensions. The giant ones could be get mixed with mesenteric cysts, lymphangioma, local ascites or peritoneal inclusion cysts. We presented a case in which the preoperative evaluations revealed a lymphangioma eventhough the final hystopathological diagnosis was an endometriotic cyst (a type of benign ovarian cyst). Cystic lesions related to gonadal structures should be kept in mind when you’re dealing with giant cystic structures which are encountered rarely as a result of physical and laboratory examination at acute abdomen. The fertility situation and wish of patient should be considered when the treatment algoritm with an interdisciplinary approach are drawn .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
İsmihan İlknur Uysal, Ahmet Kağan Karabulut, Muzaffer Şeker, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
The Effects Of Ethanol On Development And MorphogenesIs Of The MammalIan Embryos At The Stage Of Early OrganogenesIs And The Role Of Free RadIcals In ThIs Effect
Gebe kadınların aşırı alkol almaları Fötal Alkol Sendromu adı verilen ve etanolün prenatal dönemde embriyotoksik etkileri sonucu ortaya çıkan bir patolojiye neden olmaktadır. Etanol’ün bu dönemde hücresel ve moleküler düzeydeki etki mekanizmaları ise tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada etanolün embriyonik büyüme ve gelişme ile morfolojik yapı üzerine olan etkileri ve serbest radikallerin bu etkilerdeki rolünün araştırılması amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi hayvan laboratuvarından elde edilen Wistar ratlardan gebeliklerinin 9.5 uncu gününde diseke edilerek çıkartılan embriyoların rat serumu içerisinde 48 saat süreyle kültürü yapıldı. Kültür ortamı olarak; kontrol grubu için normal rat serumu kullanılırken, deney grupları için rat serumuna değişen konsantrasyonlarda etanol (250-500 mg%) ilave edildi. Ayrıca etanol’ün toksik etkisinin tüm parametreleri etkilediği dozu ile birlikte antioksidan superoksid dismutaz (SOD) kültür ortamına ilave edildi. Her bir konsantrasyon için 10 rat embriyosu kullanıldı. Etanol’ün rat embriyolarının gelişim parametreleri (total morfolojik skor, yolk salk çapı, tepe-kıç mesafesi, somit sayısı, embriyo ve yolk salk protein içerikleri) üzerine doz bağımlı etkileri, morfolojik ve biyokimyasal yöntemlerle karşılaştırıldı. Embriyolar malformasyon varlığı açısından da değerlendirildi. Kontrol embriyoları ile karşılaştırıldığında etanol’ün doz bağımlı olarak bütün gelişimsel parametreleri gerilettiği (P<0.05) ve genel morfolojide bozukluklara sebep olduğu gözlendi. Özellikle nöral tüp olmak üzere değişik bölgelerde hematomlar gözlendi. Kültür ortamına etanol ile birlikte SOD eklendiğinde büyüme ve gelişme parametrelerinde artış (P<0.05) ve malformasyon sıklığında azalma (P<0.05) tespit edildi. Etanol’ün organogenez dönemindeki rat embriyoları üzerine doz bağımlı gelişimsel toksisiteye sebep olduğu ve bu etkilerde serbest oksijen radikallerinin rol oynayabileceği belirlendi.
The excessive maternal alcohol drinking results in Fetal Alcohol Syndrome which is a pathology caused by the embryotoxic effects of ethanol in prenatal period. The mechanisms of ethanol action at the cellular or molecular levels are scarce. In this study it was aimed to investigate the effects of ethanol on growth and development of mammalian embryos as well as the morphological structure and the role of free radicals on these effects. Wistar rats were obtained from the Selcuk University Experimental Medicine Research Center and their 9.5 days embryos were explanted and cultured for 48 hours in rat serum. Whole rat serum used as a culture medium fort he control group while different concentrations of ethanol (250-500 mg%) were added tor at serum fort he experimental groups. Also, the lowest effective concentration of ethanol for all parameters was added to the culture media in the presence of an antioxidant superoxide dismutase (SOD). Ten embryos were used for each experimental condition. Dose-dependent effects of ethanol on embryonic developmental parameters such as; total morphological score, yolk sac diameter, crown-rump length, somite number, embryo and yolk sac protein contents were compared using morphological and biochemical methods. Each embryo was evaluated for the presence of any malformations. Compared to the control embryos, ethanol significantly decreased all developmental parameters döşe-dependently (p<0.05) with an increase in overall dismorphology. The haematoma in different regions, especially in the neural tube was most frequently observed. When the SOD was added to theculture media in the presence of ethanol, growth and developmental parameters were improved (p<0.05) and there was a decrease in the incidence of malformations (p<0.05). A döşe dependant developmental toxicity of ethanol on rat embryos during organogenesis wasdetermined, these effects might involve free oxygen radicals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dalakta Tanısı Gecikmiş Subkapsüler Hematom
Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse, Ergün Deniz, Ayşe Yüceaktaş, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Dalakta Tanısı Gecikmiş Subkapsüler Hematom
Delayed DIagnosIs Of Subcapsular Hematoma Of The Spleen
Günümüzde künt karın travması olan hastalarda batın ultrasonografik incelemesi rutin olarak yapılmaktadır. Batın içinde serbest sıvı saptanmaması, ultrasonografik incelemenin suboptimal şartlarda yapılması ve travma son rasında dikkatin santral sinir sistemi yaralanmalarına yöneltilmesi nedeniyle dalakta subkapsüler kanaması olan olgular kolaylıkla gözden kaçabilmektedir. Travmadan hemen sonra rutin batın ultrasonografik incelemeleri yapılan ve dalakta patolojik bulgu saptanmayan, 3 olgunun farklı zamanlarda (1 hafta-1 yıl), değişik şikayetleri ne deniyle yapılan üst abdominal bilgisayarlı tomografik incelemelerinde dalakta subkapsüler hematom saptandı. Da lakta subkapsüler hematom tanısı gecikmiş olgularda, geç dönemlerde rüptür olabileceğinden dolayı künt karın travması ile başvuran hastaların kontrol radyolojik incelemelerinin uygun olacağı kanısındayız.
Novvadays, patients suffering from blunt abdominal trauma are examined by abdominal ultrasonography, routinly. Subcapsular bleeding of the spleen in these patients can be overlooked if there isn't free fluid in the abdominal cavity, ultrasonographic examination carried out in suboptimal contitions and after the trauma attention was in- tensified on the Central nervous system injury. İn 3 cases who have been examined by abdominal ult rasonography just after the trauma, any pathological finding was not been determined related with their spleen also examined by upper abdominal computed tomography because of their some complaints after the trauma (1 wk-1 yr) and splenic subcapsular hematomas were establised in these patients. İn patients with delayed de- velopment of splenic subcapsular hematoma following abdominal trauma can cause late rupture of the spleen, so we think that the patients suffering from blunt abdominal trauma must be examined by the control radiological methods after the trauma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsanlarda Arteria Hepatica Propria'nın İntrafıepatik Dalları Arasında Anastomozlar
Ahmet Salbacak, Taner Ziylan, Şükrü Bülent Özer, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
İnsanlarda Arteria Hepatica Propria'nın İntrafıepatik Dalları Arasında Anastomozlar
Anastomoses Among The IntrahepatIc Branches Of Proper HepatIc Artory In Men
Plastik enjeksiyon ve korrozyan kart metodu uygulayarak çıkarılan kastların elastikiyet ve da-yanıklılığının arttırılması suretiyle intrahepatik arter dalları arasında artastomozların araşitrılması amaçlanan bu çalışmada 13 arter sistemi kastırtın 4'iirıde (%37.07) değişik tip ve bölgelerde anasto-rnoziar tespit edilmiştir. Karaciğer üzerinde yapılacak cerrahi operasyonlarda subsegmental varyasyonların yanında intra-hepatik anastomozlarin da olabileceğinin gözününde bulundurulması ve preoperaiif olarak gerekli önlemlerin alınmasının daha emin ve etkili ensizyon imkanı sağlayacağı sonucuna varılmıştır.
By means of increasing the flexibility and resistancy of the casts which were found oul applying plastic injection and corrosion cast m.ethod, in this work where an investigation of anastornoses arnong intrahepatic artery branches was airned, anastomoses were determined in dıfferent types and areas in four of the thirteen artery systems casts. That the taking into consideration of the presence of intrahepatic anastornoses near subsegmental variations at surgical operations which will be applied art the liver and taking the necessary preoperative precautions will be safer and will supply more effective incision possibility has been advised.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Zeynep Karaçor Altuntaş, Nedim Savacı
Derleme
Özeti
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
UnIque Ekstensor HallusIs Muscle Infarct In DIabetIc PatIent
Bacakta lokal ağrı, hassasiyet ve şişlikle kendini gösteren diyabetik kas infarktı, tip 1 insüline bağımlı diyabetik hastalarda nadir görülen bir komplikasyondur. Bu bulgular kliniğimize diyabetik ülser nedeniyle yattıktan beş gün sonra 72 yaşındaki erkek hastamızda görüldü. Kitle önce bir abse odağı olarak düşünülmüşken cerrahi eksplorasyonda izole ekstensor hallusis longus kas infarktı olduğu gözlendi. Nekroze kas eksize edilerek defekt alan ince kalınlıkta cilt grefti ile kapatıldı. Bu yazıda literatürde ilk kez diyabetik hastada ekstensor hallusis longus kas intaktı olgusu sunulmuştur.
Diabetic muscle infarct is a rare complication of type 1 insulin dependent diabetic patient, resenting with focal thigh pain, tenderness, swelling and erythema. These pathologic findings were observed in 72 years old male patient, 5 days after he was accepted to our clinic because of diabetic foot ulcer. The mass was thought that on abscess at first but unixue extensor hallucis muscle infarct was observed by surgical exploration.Necrosed muscle was excised and defect area was reconstructed with split thickness skin graft. V/e have presented a case of extensor hallucis longus muscle infarction in a diabetic patient first in the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Yavuz Atar
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Melkersson Rosenthal Syndrome: Case WIth FacIal Edema
Melkersson Rosenthal Sendromu (MRS) seyrek görülen, etyolojisi bilinmeyen ve hastalık sınıflandırması net olmayan bir sendromdur. (1) MRS tek taraflı veya iki taraflı tekrarlayan periferik fasiyal paralizi atakları, orofasiyal ödem, dilde fissürler (lingua plicata) ile karakterize bir tablodur. Bu sendromda histolojik olarak multinükleer dev hücreler, artmış inflamatuar hücreler ile birlikte dilate lenfatik kanallar gözlenir. (2) Çocukluk çağında nadir görülen bu sendrom hayatın 2. ve 3. dekadında daha sık görülür. Klasik triadın görülmesi nadirdir ve genellikle monosemptomatik veya oligo semptomatik tutulum izlenir. Bulgulardan bir veya ikisi ile biyopside granülamatöz keilit varlığı tanı için yeterlidir. (1,2) Biz bu çalışmada tek başına fasiyal ödem bulgusu olan olguyu MRS yönünden incelemeyi amaçladık.
Melkersson Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknown etiology, undefined incidence, and inconsistent classification. (1) MRS unilateral or bilateral peripheral facial paralysis recurrent attacks, orofacial edema, fissure in the language (lingua plicata) is characterized by a table. This syndrome have been in the giant cells in histological as multinuclear, together with increased inflammatory cells and dilated lymphatic channels are observed. (2) This syndrome is rare in childhood 2 of life and 3 decad is seen more often. It is rare to see a classic triad and often monosymptomatic or oligo symptomatic involvement is monitored. It is rare to see a classic triad and often monosemptomatik or oligo symptomatic involvement is monitored. Results with one or two of the biopsy is enough to recognize the existence granulomatous chelitis. (1,2) In this study we aimed to invstigate case with alone facial edema in terms of MRS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğan Döneminde Tanı Alan 3 Osteogenezis İmperfecta Olgusu
Hasan Koç, Pakize Demirezici, İsmail Reisli, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğan Döneminde Tanı Alan 3 Osteogenezis İmperfecta Olgusu
Three Cases Of OsteogenesIs Imperfecta DIagnosed At Nevvborn PerIod
Osteogenesis İmperfecta kemik frajilitesinin arttığı ve sıklıkla kemik kırıklarıyla karakterize kalıtsal bir bağ dokusu hastalığıdır. En belirgin semptomları sıklıkla doğum öncesinde de tanımlanabilen patolojik kemik kırıklarıdır. Mavi sklera ve sağırlık görülebilir. Doğumda üst ve alt ekstremitelerde kısalık ve eğrilik (yaylanma) gözlenen, ikisinde akut solunum sıkıntısı olan üç vaka sunuldu. Bütün vakalarda radyografik incelemelerde; femurlarda gevreklik, tibia ve femurda belirgin açılanma, uzun kemiklerde kırıklar ve bir vakada kafa kemiklerinde, kemikleşme azlığı tespit edildi. Bu bulgularla osteogenesis imperfecta tanısı alan vakalar seyrek görülmeleri nedeniyle literatür bil gileri ışığında sunuldu.
Osteogenesis imperfecta which is a heritable connective tissue disorder characterized by increased bone fragility and frequent bone fractures. The Cardinal symptom pathologic fracture which is often recognized before birth: blue sclera and deafness may be present. İn this paper, three nevvborn were reported. They had shortening and bovving of upper and lovver limbs, and two of them suffered from acute RDS. İn ali cases, radyograms shovved characteristic crumbling of femur, marked angulation of tibia and femur, fractures of the long bones and in one case, poor ossification of the bone of the skull. These cases diagnosed with osteogenesis imperfecta are dis- cussed because of their rare presentation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
A. Ferdane Oğuzöncül, Yüksel Güngör, Yasemin Açık, Leyla Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
Pregnancy DIabetes ScannIng In Pregnant Women Who LIve In Elazığ YenImahalle TraInIng And Research Health Department RegIon
Bu çalışmada; Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocağı (YMEASO) bölgesinde yaşayan ve 24-28. gebelik haftasında bulunan gebelere glikoz tarama testi uygulayarak anormal glikoz değerlerini tespit etmek amaçlanmıştır. YMEASO bölgesinde Haziran 2001 tarihinde 24-28. gebelik haftasında bulunan 205 gebe bulun makta olup tespit edilen gebeler ebeler tarafından sağlık ocağına davet edilmiştir. Bu gebelerden 201’1 (%98) tara ma testini uygulamayı kabul etmişlerdir Çalışmamızdaki gebelerin yaş ortalaması 26.9± 5.5 idi. Pozitif Glikoz Tarama Testi (GTT) oranımız %18.9; pozitif Oral Glikoz Tolerans Testi oranımız ise %4.5 olarak bulundu. Yaş, ailede diabet varlığı, makrozomi öyküsü, obezite ve parite ile GTT pozitifliği arasında bir ilişki saptanamadı (p>0.05). Sonuç olarak; YMEASO bölgesinde yaşayan gebelerin %18.9’unda GTT pozitif tespit edilmiştir. Yaş, parite, geçmişte iri bebek doğurma öyküsü, VKİ ve ailede diabet öyküsü testin sonucunu değiştirmediği gözlendi. Bu nedenle 24. gebelik haftasını geçen tüm gebelere GTT’nin uygulanması gerektiği kanısına varıldı.
İn this study, the pregnant women live in Yenimahalle Training and Research Health Department (YMTRHD) region, at the 24-28 th pregnancy week were applied the Glucose Scanning Test in order to determine the abnor- mal glucose values. On June 2001 and in YMTRHD region, there has been 205 pregnant women at the midwives. 201 of them (98%) was accepted to fulfill the scanning test. The mean age of the pregnant vvomen was 26.9±5.5. İn the study we found the rate of positiveness in Glucose Scanning Test (GST) as 18.9%; and the rate of positive- ness in Oral Glucose Tolerance Test as 4.5%. İt is observed that GSTpositiveness has no relation with diabetes- existence, macrosomia story, obesity and parity (p>0.05). Consequently, Gst was determined positive in the 18.9% of the pregnant women who live in YMTRHD region. İt is observed that parity, aprevious history of overweight born baby, Body Mass lndex (BMI) and diabetes history in the family do not change the result of the test. For this rea- son, it has been determined that GST should be applied to ali the pregnant women who exceed 24th week of preg nancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
Osman Yılmaz, Adil Kartal, Özden Vural, Lema Tavlı, Dinçer Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
The RelatIon Between GastrIc Cancer And Ulcer
Midedeki peptik ülserlerin komplikasyonlarından biri de malign transformasyondur. Bu çalışmamızda, peptik ülser ile bundan gelişebilecek mide karsinomu arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu çalışmada, S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1987-1988 yıllarında, midesindeki ülser şeklindeki lezyon nedeni ile parsiyel gastrektomi yapılmış ve Patoloji Anabilim Dalı laboratuvarına gönderilmiş, 15 adet, ülser şeklinde lezyonu olan mide piyesi incelendi. Bunların 7'si peptik ülser, karsinom, 3'ü de tabanı ve duvarlarından birinde, küçük bir alanda karsinom hücreleri olan, eptik ülsere benzer, ülserkarsinom şeklindeki lezyonlardı. Bu lezyonlar temel kabul edilerek peptik ülser ile ülseröz mide karsinomu arasındaki ilişkiler, literatür gözden geçirilerek tartışıldı.
One of the complications of gastric peptic ulcer is, malignant transformaiion. in this study, we have investigated the relation between peptic ulcer and gastric carcinorna that develops in chronic :gastric ulcer. Fifteen surgically resected stornachs, with ulcer were studied. Seven of those ulcers were peptic ulcer, five were carcinorna, but there were lesions like uncer-carcinoma. Those lesions had malignant cells in the sinan area at the base or margin of the ulcer. The ulcer-carcinotnas showed that carcinorna !might develop in the chronic gastric ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Ümit Dündar, Alper Murat Ulaşlı, Ömer Dikici, Tuğba Şenay, Selma Eroğlu, Hasan Toktaş, Özlem Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Does FIbromyalgIa Syndrome Affect The Treatment And DIsease
actIvIty In RheumatoId ArthrItIs?
Romatoid artritli (RA) hastalarda eşlik eden fibromiyalji sendromu
(FMS) varlığı %14-17 olarak bildirilmiştir. RA’da tedavi kararı
verilirken en sık başvurulan yol hastalık aktivitesini hesaplamaktır.
Hastalık aktivitesi hastalık aktivite skoru (DAS 28) ile belirlenmektir.
Yapılan çalışmalarda RA hastalarında FMS varlığında hastalık
aktivitesinin daha şiddetli olduğu rapor edilmiştir. Bundan dolayı FMS
varlığı göz ardı edilirse bu hastalara daha agresif tedavi yaklaşımları
uygulanabilir. Bu çalışmanın amacı RA’ya eşlik eden FMS sıklığını
belirlemek ve FMS’nin RA hastalık aktivitesine ve RA’da uygulanan
tedavi yaklaşımına etkisini değerlendirmektir. Çalışmaya toplamda
74 kadın hasta alındı ve hastalar FMS varlığına göre iki gruba (Grup
1: sadece RA, Grup 2: RA+FMS ) ayrıldı. Hastalarının hassas (HE)
ve şiş eklem (ŞE) sayıları, eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), ağrı
düzeyi için vizüel analog skala (VAS) değerleri kaydedilerek DAS 28
skorları RA hastalık aktivitesi için hesaplandı. Ayrıca hastaların FMS
hassas nokta muayeneleri yapıldı. Grup 1’de 44 hasta, Grup 2’de
30 hasta bulunmaktaydı. Grup 2’de ortalama DAS 28 skoru (3.41 &
4.77, p:0,000), ortanca HE değeri (4 & 11) (p:0,000) ve ortalama VAS
(21,81 & 45,00) (p:0,000) anlamlı olarak farklıydı. Ancak ortanca ŞE
değeri (0 & 0) (p:0,240) ve ortalama ESH (24.93 ± 18 & 30.33 ± 25
mm/h) (p:0,869) arasındaki fark anlamlı değildi. RA hastalarındaki
FMS’nin varlığı medikal tedavinin tipini değiştirmiyordu. Bu çalışmada
RA hastalarında FMS varlığında HE sayısının, ortalama VAS ve DAS
28 skorunun daha yüksek olduğu gözlendi. RA hastalık aktivitesi
DAS 28 ile ölçüldüğünde FMS varlığında abartılmış olabilir ve bu da
uygunsuz tedavi kullanımına yol açabilir. Ancak bizim kliniğimizde
FMS varlığı gözardı edilmediği için uygulanan medikal tedaviler
arasında fark bulunmamıştır.
In patients with rheumatoid arthritis (RA), concomitant
fibromyalgia syndrome (FMS) has been reported in 14-17% of
cases. Several methods are used to evaluate the outcomes in RA.
Among them, disease activity score (DAS 28) is the most frequently
used. The previous studies demonstrated that the presence of FMS
is associated with a significant increase in the DAS 28 scores in
patients with RA. Therefore if, the presence of FMS is ignored if more
aggressive treatment approach can be applied to these patients. The
aim of this study was to assess the frequency of FMS and evaluate
the effect of FMS to disease severity and treatment approach in RA
patients. A total of 74 female RA patients were enrolled to the study
and they were separated in two groups with regards to presence
of concomitant FMS (Group 1 only RA, and group 2 RA with FMS).
The number of tender (TJ) and swollen joints (SJ), erythrocyte
sedimentation rate (ESR) and for pain visual analog scale (VAS)
levels were noted and DAS 28 scores were calculated for RA disease
severity. Additionally, the patients were examined for the presence
of pain in 18 FMS tender points. Group 1 included 44 patients, while
there were 30 patients in group 2. The mean DAS 28 score (3.41 &
4.77, p:0,000), the median number of TJ (4 & 11) (p:0,000) and mean
VAS (21,81 & 45,00) (p:0,000) were significantly higher in group 2.
However, the difference in SJ (0 & 0) and ESR (24.93 ± 18 & 30.33
± 25 mm/h) values were not significant. The type of medication used
for treatment (DMARD or Anti-TNF drug) did not differ according
to FMS existence in RA patients or not whether having FMS or not
in RA patients. This study revealed that, the number of TJ, mean
VAS and mean DAS 28 score are higher in in RA patients having
concomitant FMS in RA patients. RA severity evaluated with DAS28
score may be overestimated due to concomitant FMS which may lead
to inappropriate treatment approaches. There was no difference in
terms of medical treatments because the presence of FMS considered
in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
Ümit Kamış, Hamiyet Pekel, Banu Turgut Öztürk, Khaligoul Akyer
Araştırma makalesi
Özeti
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
EvaluatIon Of ClInIcal CharacterIstIcs Of Globe LaceratIons
Amaç: Göz travmaları içinde görme kaybına en çok neden olan göz küresi laserasyonlarının klinik özelliklerinin incelenmesi ve risk faktörlerinin saptanması. Gereç ve yöntem: Çalışmamız kapsamında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı’nda takibi yapılmış göz küresi laserasyonu olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimiz dosya kayıtlarından olguların yaş, cinsiyet, etkilenen göz, yaralanma esnasında yapılmakta olan aktivite, yaralanmadan sorumlu madde, yaralanma bölgesi, yaralanma sonrası kliniğimize başvurana kadar geçen süre, başlangıç görme keskinliği, yapılan cerrahi prosedür, izlem süresi sonundaki, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği ile ilgili bilgiler incelendi. Bulgular: Delici göz yaralanmasına maruz kalan 215 olgunun 168’i (%78.1) erkek, 47’si (%21.9) kadındı. Yaralanma anında yapılmakta olan en sık aktivite iş ve ev faaliyetleri (%51.6), en sık sorumlu madde ise kesici ve delici maddelerdi (% 55.8). Yaralanmaların lokalizasyona göre dağılımı incelendiğinde en sık korneal (110 olgu, %51.2) yaralanma görüldüğü saptandı. Başlangıç görme keskinliği 157 (%77.3) olguda 0.1 ve altındaydı ancak tedavi sonrası stabilleşen görme keskinlikleri değerlendirildiğinde 62 (%31.5) olguya düşmekteydi. Cerrahi prosedür olarak 149 (%69.3) olguya korneal veya korneoskleral tamir, 52 (%24.2) olguya tamirin yanı sıra katarakt ekstraksiyonu, 5 (%2.3) olguya yabancı cisim çıkarılması, 9 (%4.2) olguya ise evisserasyon uygulanmıştır. Sonuç: Teknolojik yeniliklere rağmen göz küresi laserasyonları sonrası görme kaybı oranının oldukça yüksek olması bu kazaların önlenmesinin daha önemli olduğunu göstermektedir. Çalışmamızda saptanan risk gruplarının kazalar konusunda bilgilendirilmesi ve riskli aktiviteler esnasında koruyucu önlemlerin alınması göz küresi laserasyonlarının azalmasını sağlayabilir.
To analyse the clinical characteristics of globe lacerations known as the main cause of visual loss due to ocular trauma and determine the risk factors. Material and method: This retrospective study included perforating eye injuries followed at the Ophthalmology Department of Selcuk University. The following parameters of cases are recorded from registrations of our clinic: age, sex, affected eye, activity at the time of injury, causative agent, localization of injury, the length of time from injury to the initial examination in our clinic, initial visual acuity, surgical procedure, best corrected visual acuity measured at the last visit. Result: Of the 215 cases with perforating eye injuries 168 (78.1%) were male and 47 (21.9%) were female. The most common activity at the time of injury was home and work activities in 51.6% of cases caused by cutting and perforating matters in the majority. Analysis of injury localization revealed cornea as the most comman affected region in (110 cases 51.2%). The initial visual acuity was equal to or below 0.1 in 157 (77.3%) of cases. This number of cases decreased to 62 (31.5%) when the stabilised final visual acuity was determined. The surgical intervention was corneal or corneoscleral reparation in 149 (69.3%) cases, cataract surgery in addition to reparation in 52 (24.2%) cases, foreign body extraction in 5 (2.3%) cases and evisseration in 9 (4.2%) cases. Conclusion: Despite advances in technology, the high incidence of visual loss after perforating globe injuries pointed out the importance of preventive efforts. Increasing the knowledge of risk groups about eye injuries, taking the necessary preventive measures during risky activities would decrease perforating eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Hasan Acar, Saadet Demirören
Olgu sunumu
Özeti
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Two Types Of ChronIc MyeloId LeukemIa In ChIldhood, Two Cases Report.
Kronik myelositer lösemi (KML) çocukluk çağı lösemilerinin %2-5’ini oluşturur. Adult tip ve juvenil tip şeklinde iki formu vardır. Juvenil tipi (J-KML) çocukluk çağı tüm myelodisplastik sendrom vakalarının %18’ini oluşturmaktadır. Adult tip ise (A-KML) çocukluk çağında juvenil tipten iki kat daha fazla görülür. Lökositoz, splenomegali, lenfadenopati, periferik yaymada kemik iliği elemanlarının görülmesi ortak bulgulardır. Ciltte döküntü, monositoz, fetal hemoglobinin %10’dan fazla oluşu ve Philadelphia (Ph) kromozomunun olmayışı J-KML için tipik bulgular olup, kemik iliğinde megakaryosit ve eozinofilik serinin artmış olması, lökosit sayısının 100000/ mm 3 den fazla oluşu ve Ph kromozomu varlığı A-KML için karakteristik bulgulardır. Çocukluk çağında kronik lösemilerin nadir görülmesi dolayısıyla, bahsedilen bulgulara sahip, biri üç yaşında olup juvenil tip, diğeri dört yaşında olup adult tip KML tanısı alan iki vakayı literatür bilgilerini gözden geçirerek sunmayı düşündük.
Chronlc myeloid leukemia accounts for 2-5% of cases of childhood leukemia. There are two types: adult type (A-CML) and juvenile type (J-CML). Juvenile type accounts for 18% of cases of the childhood myelodysplastic syndrome. Adult type is seen in the childhood period two fold of juvenile type. Leucocytosis, splenomegaly, lymphadenopathy, bone marrow elements in the periferic smear are the common findings. Skin rash, monocytosis, fetal hemoglobin above 10% and absence of Philadelphia (Ph) chromosome are the typical findings of J-CML and increase in the number of the megakaryocytic and eosinofilic series in the bone marrow, leucocytosis above 100.000/mm 3 and existence of Ph chromosome are the typical findings of A-CML. Since the chronic leukemia cases are rarely seen in the childhood period, we aimed to present two cases having mentioned symptoms, one of which is a 3 years old boy diagnosed as J-CML, the other is 4 years old boy diagnosed as A-CML.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Bezının Iğne Biyopsisi
Şakir Tavlı, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Bezının Iğne Biyopsisi
Needle BIopsy Of The ThyroId Gland
Soğuk tiroid nodülü tanısı ile Uludağa Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğine yatan 32 hastaya Vim Silverman iğnesi ile kesici iğne biopsisi uygulanmış, tüm olgular operasyona alınarak sonuçlar ameliyat materyalinin histopatolojik tanısı ile karşılaştırılmıştır. 32 olgudan 2'sinde iğne biopsisi ile yeterli doku örneği sağlanamamış, 30 olguda iğne biopsisi ve ameliyat materyalinin hisiopatolojik tanıları arasında uygunluk görülmüştür. Literatürdeki iğne biopsisi serileri de gözden geçirilerek bu yöntemin güvenilir, tehlikesiz ve gereksiz tiroidektorni oranını azaltma yönünde kullanılması gerekli bir yöntem olduğu vurgulanmıştır.
We performed cutting needle biopsy with Vim Silverman needle to 32 patients with cold thyroid nodules in Department of Surgery, Faculty of Medicine, University of Uludağ. All patients underwent operation and the resulis of biopsies were compared with the histopailıological diagnosis of the operation material. in iwo of 32 patienıs, sufficient material tikusv not available with cuning needle biopsy and histopathological diagnosis of 30 patients were compambie with biopsies. as in previous _r_e32)2z1,,-swccQuitıble and avpids patients 1 rom unnecessary ihyroidectomies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntraserebral Kalsifikasyonlar: Olgu Sunumları Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Hasan Hüseyin Özdemir, Caner F. Demir, M. Said Berilgen, Metin Balduz
Olgu sunumu
Özeti
İntraserebral Kalsifikasyonlar: Olgu Sunumları Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Intracerebral CalcIfIcatIons: Report Of Cases And RevIew Of The LIterature
İntraserebral kalsifikasyonlar; bazal gangliyonlar, serebellum ve sentrum semiovaleye kalsiyum ve çeşitli minerallerin birikimi ile ortaya çıkar. Genellikle rastlantısal radyolojik bulgu olarak saptanırlar. En sık idiopatik, ailesel veya kalsiyum ve parathormon metabolizmasındaki bozukluklarda görülmektedir. Çok farklı semptom ve muayene bulguları ile prezente olabilirler. Bu yazıda; farklı olgu sunumları ile intraserebral kalsifikasyonların etyolojisi ve tedavi yönetimi değerlendirilmiştir.
Intracerebral calsifications revealed accumulation of calcium and various minerals in basal ganglia, cerebellum and centrum semiovale. They are usually detected as an incidental radiological finding. They are mostly seen as hereditary, idiopatic or in the disorders of calcium and parathormone metabolism. They may be presented with very different and examination findings. The etiology and management of intracerebral calcifications in different cases were evaluated in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
Alper Kılıçaslan, Feride Karakuş, Ruhiye Reisli, Esra Goger
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
BIlevel-BIlateral Sacral Erector SpInae Plane Block For ChronIc PaIn Management: A Case Report And Short LIterature RevIew
Son yılların popüler rejyonel anestezi tekniklerinden biri olan erektor spina plan bloğu (ESPB), ilk olarak üst torasik nöropatik ağrı için kullanılmıştır. Daha sonra birçok farklı endikasyonda, farklı seviyelerden (alt torasik ve lomber) hem akut hem kronik ağrı tedavisinde, kullanılmıştır.
Sınırlı deneyimimiz, bilevel biletaral uygulanan sakral ESPB'nun, perianal kronik intermittan (aralıklı) ağrının tedavisinde kolay ve etkili bir teknik olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, uygulama noktası, lokal anestezik volümü, duyusal blokaj alanı gibi araştırılması gereken birçok konu mevcuttur. Klinik araştırmaların yetersizliği nedeniyle, bu inceleme şu anda sakral ESPB blok etkinliğinin kanıtını ve rutin kullanımını destekleyememektedir. Sakral ESPB bloğunun etkinliği ve etki mekanizmasını açıklığa kavuşturmak için anatomik radyolojik ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Erector spinae plane block (ESPB), one of the popular regional anesthesia techniques in recent years, has first been used for upper thoracic neuropathic pain. Later, it has been used in many different indications for both acute and chronic pain treatment at different lower thoracic and lumbar levels. Our limited experience demonstrates that bilevel bilateral sacral ESPB is an easy and effective method in the treatment of perianal chronic intermittent pain. However, many issues, such as the application site, the volume of local anesthetics and the sensory blockade, still remain being investigated. Due to the lack of clinical research, our review is currently unable to support the evidence and routine use of sacral ESPB. We consider that anatomical radiological and clinical studies are needed to elucidate the efficacy and mechanism of action of sacral ESPB
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
Nezahat Yıldırım
Araştırma makalesi
Özeti
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) ExpressIon In Cutaneous KeratInous Neoplasms
Proliferasyon belirleyicilerin büyük çoğunluğunda taze dokuya ihtiyaç vardır. Bu nedenle retrospektif çalışma mümkün olamamaktadır. Prolifere olan hücre nükleus antijeni (PCNA) ise parafin kesitlere kolayca uygulana bilmektedir. Bu çalışmada, keratinöz deri tümörlerinde PCNA’nın 19A2 klonu immunohistokimyasal boya uygula narak incelendi. Skuamöz hücreli karsinom (SHK)’ da PCNA pozitifliği tüm keratinositlerin nüvelerinde görüldü. Verruka vulgaris’te de benzer PCNA görüntüsü izlendi. PCNA pozitifliğinin diğer keratinositik tümörlerle karşılaştırıldığında SHK ve VV 'te belirgin olarak arttığı gözlendi.
Usually markers for proliferating cells need freshly frozen tissues for evaluation; therefore retrospective study is impossible. Proliferating celi nuclear antigen (PCNA) isapplicable to formalin-fixed, paraffin embedded tissues. İn this study, PCNA expression in cutaneous keratinous neoplasms were determined by immunohistochemical stain- ing using the 19A2 done. Sçuamous celi carcinoma (SCC) a unique expression of PCNA, which frequently involved the nuclei of ali keratinocytes vvithin the lesion was found. PCNA expression in verruca vulgaris (VV) and found a pattern similar to that in SCC. SCC and VV showed significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared with other keratinocytic neoplasms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
Nadire Ünver Doğan, İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan
Araştırma makalesi
Özeti
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
The Course And The VarIatIons Of RadIal Nerve And Its Muscular Branches In Human Fetuses’ Arms And Forearms
Amaç: İnsan fetuslarında, n. radialis’in ve musküler dallarının seyri ve varyasyonlarını tespit etmek. Gereç ve yöntem; Nevrus radialis diseksiyonları 100 fetusun (50 difli ve 50 erkek) 200 kol ve önkolunda yapıldı. Uzunluk, kalınlık ve uzaklık ölçümleri 0.01 mm hassas dijital kumpas kullanılarak aynı kişi tarafından alındı. Bulgular: Tüm kollarda n. radialis’ten ilk olarak ramus musculares’in medial dalı ayrılıyordu. Bu dal 153 kolda (%76.5) n. radialis’in arka üst bölümünden, 47 kolda (%23.5) ise n. radialis’in ön üst bölümünden çıkıyordu. Önkollarda n. radialis’ten çıkan ilk dalların m. Brachioradialis ve m. extensor carpi radialis longus’a gittiği gözlendi. M. extensor carpi radialis brevis’i innerve eden musküler dalın %48 r. profundus’tan, %42 n. radialis’ten (r. superficialis ve r. profundus’un ayrım yeri), %10 r. superficialis’ten çıktığı tespit edildi. Ayrıca, n. radialis’ten m. brachialis’in inferolateral segmentine giden musküler bir dal (%26) gözlendi. Fetuslarda n. radialis seyri ve humerus gövdesi ile ilişkisi incelendiğinde proksimal (üst 0.18’i) ve distal (alt 0.17’si) kısımlarda ilişki tespit edilmedi. Sonuç: Nervus radialis’in seyri, musküler dalları, innervasyon paternleri ve varyasyonlarının bu bölgenin cerrahisiyle uğraşan uzmanlar tarafından iyi bilinmesi gerekmektedir. Özellikle, bu çalışmada tespit edilen, fetuslarda n. radialis’in humerus arka yüzündeki spiral geçişi için güvenli alanın erişkine göre daha az olduğunun bilinmesi önemlidir.
Aim: To determine the course and the variations of radial nerve and its muscular branches in human fetuses. Material and Method: Radial nerve dissections were made on the 200 arms and forearms of 100 fetuses (50 males and 50 females). Length, thickness and distance measurements were taken by the same person using a 0.01 mm sensitive digital compass. Results: In all arms, primarily, the medial branch of muscular branch was separating from radial nerve. This branch was originating from posterior superior part of radial nerve in 153 arms (76.5%) and anterior superior part of radial nerve in 47 arms (23.5%). On forearms it was observed that the first branches of radial nerve reached to the brachioradialis muscle and extensor carpi radialis longus muscle. It was found that the motor branch which innervates extensor carpi radialis brevis muscle exit from deep branch in 48% of the arms, from radial nerve (separating location of the deep and superficial branches) in 42% of the arms, and from superficial branch in 10% of the arms. Also it was observed, in 26% of the cases, that a muscular branch originated from radial nerve and reached to the inferolateral segment of brachial muscle. It was found that there was no relationship between radial nerve and humerus body’s upper (superiorly 0.18) and lover (inferiorly 0.17) parts. Conclusion: The course, muscular branches, innervation patterns and variations of radial nerve should be well known by the specialists especially dealing with the local surgery of this region. In the fetuses, the knowledge of the spiral course of the radial nerve on the posterior face of humerus is crucial to determine the operation approach point, and this area is less safer than adults in the fetuses, according to our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Hiperkolesterolemi'li Kışılerde Lovastatın'ın Etkılerı
Ali Bayram, Ali Koşar, Alaaddin Avşar, Talat Tavlı, Bayram Korkut
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Hiperkolesterolemi'li Kışılerde Lovastatın'ın Etkılerı
The Effects Of LovastatIn On PrImary HypercholesterolemIc Subjects
Bu çalışma 25'i kadın (%65 .8), 13'ü erkek (%34.2) olmak üzere toplam 38 primer hiperkoles-terolemili olgu üzerinde gerçekleştirildi. Olgulara 6 hafta süreyle akşam yemeği ile birlikte 20 mg Lo-vastatin uygulandı. Tedaviye bağlı olarak total kolesterol 295± mgl dL'den 230±7 mgldL'ye, LDL-kolesterol 203±4 mg1 dL'den 150±5 mgldL'ye trigriserid düzeyi 243±15 mg/dL'den 165±12 mgldL'ye ve VLDL-kolesterol 48±19 mg/dL'den 33±15 mgldL'ye indi; dört para-metre için de tedaviye bağlı değişim istatistiksel yönden ileri derecede önemli idi (p<0.00I). IIDL-kolesterol düzeyi tedavi öncesi 45.9±1.7 mgldL iken, tedavi sonrasında 50.2±1.8 mgldL'ye yükseldi. Aradaki fark istatistiksel yönden önemsiz olmakla birlikte (p>0.05), total kolesterol ve LDL-kolesterol değerlerinde düşmeyle birlikte olduğundan ERF, LDL-K/HDL-K ve HDL oranı önemli düzey-lerde olumlu değişiklikler gösterdi; değişim istatis-tiksel açıdan ileri derecede anlamlı idi (p<0.001). Iltica bağlı klinik veya biyokimyasal ciddi hiçbir yan etki gözlenmedi. Primer hiperkolesterolemili kişilerde günde 20 mg Lovastatin'in hem total hem de LDL- kolesterol düzeyylerini etkili şekilde düşürdüğü, ilaca tahammülün iyi olduğu ve bu amaçla güven içinde kullanılabileceği kanaatine varıldı.
This study has done in subjects with primary hy-percholesterolemia with 25 female (65.8%) and 13 male (34.2). Subjets have taken 20 mg lovastatin with dinner during the six weeks. It reduced from 295 5 mgldL to 230±7 mgldL with cholesterol and 203±4 v.s. 150±6 mgldL with LDL-cholesterol and 243±15 v.s. 165 -±I2 mgldL with triglyceride and 48±19 v.s. 33±15 mgldL with VLDL- cholesterol after lovastatin therapy. These changes were found statistically highly signıficant (p<0.001). IIDL-cholesterol increased from the level of 45.9-±1.7 mgldL to the level of 50.2±1.8 mgldL af-ter treatmet. This difference was not statistically sig-nificant, but ERF and LDL-KIIIDL-K and HDL ratio changed statistically highly significant (p<0.001). There were no clinical or biochemical side effect related to this drug. It is in conclusion that 20 mg lovastatin is a safe, well-tolerated drug, which has been shown to lower LDL-cholesterol and total cholesterol level in subjetcs with primary hypercholesterolemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
Emre Korkut, Onur Gezgin, Hazal Özer, Raif Alan, Yağmur Şener
Araştırma makalesi
Özeti
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
QualIty Of LIfe Effects In ChIldren UndergoIng Dental Treatment
under General AnesthesIa
Erken çocukluk çürüğü bulunan 0-72 ay aralığındaki çocuklarda,
dental işlemlerin uygulanması sırasında yaşa bağlı kooperasyon
bozukluğu, anksiyete gelişmesi, işlem seanslarının uzun olması
gibi sebeplerden dolayı genel anestezi yöntemi sıklıkla tercih
edilmektedir. Erken çocukluk çürüklerinin, çocuk hastaların ve
ailelerinin yaşam kalitelerini önemli düzeyde etkilediği bilinmektedir.
Yaşam kalitesi değerlendirmelerinde çocuklar ve ebeveynleri için
günümüze kadar birçok farklı anket geliştirilmiştir. Günümüzde 6
yaş altındaki çocuklar için Ebeveyn Algı Anketi ve Aile Etki Ölçeği
olmak üzere iki kısımdan oluşan Erken Çocukluk Çürüğü Ağız Sağlığı
Ölçeği kullanılmaktadır. Çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi,
Diş Hekimliği Fakültesi, Pedodonti Anabilim Dalında genel anestezi
altında dental tedavileri gerçekleştirilen 158 hasta ve ebeveynleri
dahil edildi. İşlem öncesi hastaların demografik bilgileri ve dmft
değerleri kaydedildi. İşlem öncesinde ve işlemi takip eden 2. ve 4.
haftalarda ebeveynlerden ilgili anketi doldurmaları istendi. Veriler
SPSS programı ile istatistiksel olarak analiz edildi. Etki boyutu
0.7’den büyükse, veride meydana gelen değişim büyük bir değişim
olarak kabul edildi. Verilerin değerlendirilmesi sonucu genel anestezi
altında yapılan tedaviler sonrasında tüm değerlerde istatistiksel
olarak anlamlı bir azalma gözlendi. Çocuğun oral semptomları ve
fonksiyonel durumuna ait bölümlerdeki azalmanın diğer bölümlere
kıyasla daha fazla olduğu tespit edildi. Sonuç olarak erken çocukluk
çürüğü gözlenen çocuklarda genel anestezi altında gerçekleştirilen
dental işlemlerin hastalar ve ailelerinin yaşam kalitelerini arttıracak
yönde etki ettiği görülmektedir.
In 0-72 months aging children with early childhood caries,
general anesthesia is often preferred due to the following reasons;
the non-cooperation based on age, anxiety development during the
dental procedures and long treatment sessions. It is known that early
childhood caries have a significant impact on the quality of life of
child patients’ and their families’. In the assessment of quality of life
scores, different questionnaires were developed for children and their
parents. Today, Parental Perception Questionnaire and Family Impact
Scale, which are composed of two parts including Early Childhood
Oral Health Impact Scale, is used for children under 6 years old
age. This study included 158 patients who received comprehensive
oral rehabilitation under general anesthesia in Necmettin Erbakan
University, Department of Pediatric Dentistry and their parents.
Demographic information and dmft values of the patients were
recorded before the procedure. Parents were asked to complete
the relevant questionnaire at the beginning of the procedure and
at the 2nd and 4th weeks following the procedure. The data were
statistically analyzed by the SPSS program. It was considered that
if the effect size was greater than 0.7, a major change occurring in
the data exchange. A statistically significant decrease in all values
was observed after the treatments performed under the general
anesthesia. The greatest reduction was found in the oral symptoms
and functional status of the child. In conclusion, dental procedures
performed under general anesthesia in children with early childhood
caries appear to have a positive impact on the quality of life of
patients and their families.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
Ali Acar, Refika Selimoğlu, Halime Göktepe, M. Furkan Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
New SurgIcal TechnIque For UterIne Atony: AnalysIs Of 7 Cases
Bu çalışmada 7 uterin atoni kanamalı hastada kavite uyumlu
sütür (KUS) (∞) uygulanmasını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde 7
uterin atonili vakada vicril 1 no sütür kullanılarak kavite uyumlu
∞ sütür atıldı. Doğum sonu uterin kanamalı normal doğum yapan
3 hasta ve sezaryan (CS) olan 4 hastada uterin atoni gelişti.
Yedi hastanın üçünde palsenta fundal yerleşimli iken dördünde
plesenta previa hali mevcuttu. Yedi hastada da kanama kontrolü
sağlandı. Hastaların hiçbirinde komplikasyon izlenmedi. Hastalar
ortalama 3.9 günde taburcu edildiler. Olgular yaklaşık 18-24 ay
sonrasında normal menstrual sikluslarına ulaştılar. Uterin atoni
ciddi morbidite ve mortalite riski taşmaktadır. Bu patolojide mortalite
morbidite ve histerektomi oranı yüksektir. Yeni teknik ile 7 uterin
atonili hastada etkin şekilde kanamanın durduğu gözlemlenmiştir.
Ciddi bir komplikasyon görülmemiştir. Hiçbir hastaya histerektomi
gerekmemiştir.
We aim to evaluate the new cavity appropriate suture application in 7 patienst with uterin atony (UA) in our clinic. We applied the new cavity appropriate suture in 7 patienst with uterin atony via 1 no vicryl suture in Meram Medical School Hospital Department of Obs&Gyn. In 3 patients with normal vaginal delivery with postpartum hemorrhage and in 4 patients delivered by cesarian section atony occured. In 3 patients of 7 the plasenta was fundus -lying ,in 4 of them it was plasenta previa. Bleeding control was done in all of them. There was no complications in any of them. Patients discharged on an average 3.95 days. Menstruation syclus restored on an average 18 -24 months in theese patients. Uterin atony has a serious morbidity and mortality. In this pathology the risk of mortality, morbidity and hysterectomy is high. İn 7 patients with uterin atony we observed the bleeding stopped with our new tecnique. We observed no serious complication. No patient underwent hysterectomy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alport Sendromu
Ahmet Özel
Derleme
Özeti
Alport Sendromu
Alport Syndrome
Alport sendromunun moleküler temelleri, tanı ve tedavisindeki yenilikleri gözden geçirildi, kollajen IV protein dizisi ve ilgili genlerin yerlerinin bulunması, Alport sendromundaki çok farklı klinik bulgu ve belirtilen açıklanmasını sağlamış, tanı ve tedavide yeni yaklaşımların geliştirilmesine yardımcı olmuşutru. İmmünohistokimyasal incelemeler Alport sendromunun X'e bağlı ve otozomal şekillerinin ayırdedilmesinde yardımcı olur. Şüpheli durumlarda genom ik incelemeler yapılabilir, halen etkili bir tedavisi olmayan hastalıkla gen tedavisi ile ilgili çalışmalar gelecek için ümit vadetmektedir.
The recent developments involving the molecular basis, diagnosis and treatment of Alport's syndrome was reviewed. The determination of the nature of type IV collağen and localisation of its genes have provided new insights in the understanding of the different sign and symptoms of Alport's syndorme and helped to reach new approaches in diagnosis and treatment. Immunohistochemical examinations may help to distinguish the X linked and autosomal forms of Alport's syndrome. The genomic investigations may be reçuired in suspected cases. İn this disease with no effective treatment the gene therapy is promising.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Insanlarda Arteria Hepatica Propriaının İntrahepatik Dağılımı Ve Karaciğerin Subsegmentasyonu
Ahmet Salbacak, Refik Soylu, Taner Ziylan, Muzaffer Şeker, Selçuk Duman, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Insanlarda Arteria Hepatica Propriaının İntrahepatik Dağılımı Ve Karaciğerin Subsegmentasyonu
Intra HerapIc DIst RIbutIon Of The Proper LlepaIIe Artery And Subsegmentatıon Of The Tıver In Man
Plastik enjeksiyon ve korrozyon kast metodu uygulayarak a. hepatica propria.nın intrahepatik dağılımı incelenen bu çalışmada, fonksiyonel olarak karaciğeri sağ ve sol loblara ayıran esas lobar fissürün yüzeye! ozelliklere göre yapılan bölümlenrne çizgisine uymadığı ve fossa vesica biliaris'ten sulcus vena cava inferior'e uzanan çizginin projeksiyonuna karşılık geldiği gözlenmiştir. Subsegmentasyon seviyesinde değerlendirilebilen IS arter sistemi kadının 7'sinde (%46.66) hafif ve ileri derecede, ayrıca lobus caudatus'u besleyen arter dalcıklarının orijinlerinde varyasyonlar olduğu görülmüştür. Karaciğer üzerinde yapılacak cerrahi operasyonlarda subsegmental varyasyonlarin olabileceğinin göz önünde bulundurularak pre-operatif önlemlerin alınmasının yararlı olacağı sonucuna varılmıştır.
This study was caried out to determine the intrahepatic distributıon of the proper hepatit artery by using plastic enjection and corrosion casting methods. It was observed that the main lobar fissure, whic functional divided the liver int() right and left lobes, didn't correspond to the line that is defined based on the surface features and the main lobar fıssure correspond to the line extendıng from gal! bladcler to the fossa for the inferior vena cava. At the origin of the caudate lobe arteries and in seven fifteen casis (46.66%) of arterıal systems, which could be evaluated at the segmentation level, slight and marked size variations were observed. This results showed that it will be useful to establish the necessary precautions preoperatively because there might be subsegmental variations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ventriküler Divertikül
Ahmet Soylu, Mehmet Tokaç, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Sol Ventriküler Divertikül
Left VentrIcular DIvertIculum
Amaç: Nadir bir konjenital anomali olan sol ventrikül divertikülü vakası sunmak ve ilgili literatürü gözden geçirmek. Olgu sunumu: Subakut anterior miyokard infarktüsü tanısıyla kliniğimize yatırılan ve sol ventrikülografide inferior duvarda divertikül tespit edilmiş olan 74 yaşında erkek hasta. Sonuç: Bizim vakamızda divertiküle bağlanabilecek herhangi bir semptomun olmaması, divertikülün küçük olması ve ventrikül sistolü anında tamamen kaybolacak kadar iyi kasılması nedeniyle divertiküle yönelik bir tedavi uygulanmadı.
Aim: To present a congenital left ventricular diverticulum case a rare congenital abnormality and to review related literatüre. Case report: A 74-year-old male patient, admitted to our clinic with subacute myocardial infarction and detected the diverticulum in the inferior wall during left ventriculography. Conclusion: In our case, no treatment fort he diverticulum, small size of the diverticulum, and contraction as good as disappearing completely during ventricular systole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Direkt Coombs Test Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
Zehra Karataş, Mehmet Arif Akşit, Neslihan Tekin
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Direkt Coombs Test Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon WIth PosItIve DIrect Coomb’s Test In Newborn
Son yıllarda kan grubu uyuşmazlığı olmayan yenidoğanlarda pozitif direkt Coombs (DC) test sıklığındaki artış dikkati çekmektedir. Bu artışa neden olan faktörleri değerlendirmek amacıyla bu çalışma yapılmıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan ünitesinde Haziran 2004-Kasım 2006 yılları arasında takip edilen 2362 bebekten DC test pozitifliği saptanan 97 vakanın dosyası retrospektif olarak incelendi. DC test pozitiflik prevalansı %4.1 olarak bulundu. Olguların 26’sı prematüre idi. 41 hastada hemoliz vardı. 22 hastada başlangıçta negatif olan DC testi sonradan pozitifleşti. Prematürelerin %34.6’sında, matür bebeklerin ise %14’ünde DC pozitifliği sonradan saptandı. Kan grup uyuşmazlığı olmayan 35 hastada, intrauterin ve postpartum sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) ve/veya enfeksiyon, çeşitli antenatal riskler, intravenöz immünglobulin (IVIG) tedavisi ve antibiyotik kullanımı tespit edildi. Yenidoğanlarda DC test pozitifliğine, kan grubu uyuşmazlığından sonra en sık SIRS ve/ veya enfeksiyon, kan ve kan ürünlerinin transfüzyonu, intravenöz IVIG tedavisi, daha nadir olarak ta çeşitli nedenlerle ortaya çıkan antikorlar neden oluyor gibi gözükmektedir.
In recent years, increase in the frequency of positive direct Coomb’s (DC) test in newborns without blood incompatibilitiy is remarkable. The objective of the present study is to determine the associated factors that causing this increase. Ninety-seven patients with positive DC test from 2362 newborns who were hospitalized in Neonatology Unit of Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine between June 2004-November 2006 have reviewed retrospectively. The prevalance of positive DC test was 4.1%. Twenty-six patients were premature. Hemolysis was determined in 41 patients. In 22 patients DC test was negative initially, but became positive in time. The DC test were became positive during the time, in 34.6% of premature and 14% of term newborns respectively. In 35 patients without blood incompatibility; intrauterine and postpartum systemic inflammatory response syndrome (SIRS) and/or infection, various antenatal risks, intravenous immunoglobulin (IVIG) therapy and antibiotic use were determined. In the newborns with positive DC test, the most common etiologic factors after blood group incompatibility are SIRS and/or infection, transfusion of blood and blood products, IVIG therapy and more rarely the resulting antibodies from various reasons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Skleroz Ve Kognitif Bozulma
Zehra Akpınar, Zahide Betül Gündüz
Derleme
Özeti
Multipl Skleroz Ve Kognitif Bozulma
MultIple SclerosIs And CognItIve ImpaIrment
Bu derlemede Multipl sklerozda sık karşılaşılan, ancak diğer semptomların daha baskın olması nedeni ile geri planda kalan kognitif bozulmaya dikkat çekilmesi amaçlanmıştır. Multipl sklerozda görülen kognitif bozulma özellikle hastalığın progresif formlarında ve ilerleyen dönemlerinde daha belirgin olmak üzere tüm formlarında ve tüm dönemlerinde görülebilir. Hastaların yaklaşık %40-65 ‘ini etkiler ve tipik olarak bellek, dikkat, bilgi işleme fonksiyonlarında bozulma gözlenir. Multipl sklerozda ortaya çıkan özürlülüğün önde gelen sebeplerindendir. Etyopatogenezi henüz netlik kazanmamıştır ve etkin bir tedavisi bulunmamaktadır. Multipl sklerozlu hastalarda kognitif bozulma sık görülen ve yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyen bir sorundur. Bu konu üzerinde son yıllarda yoğunlaşan çalışmalar gelecekte etyopatogenezin aydınlatılması ve uygun tedavilerin geliştirilmesi yönünde umut vericidir.
The aim of this review is call attention to cognitive impairments in Multiple sclerosis which is seen frequently but not ignored sufficiently because of dominancy of the other symptoms. Cognitive impairements in multiple sclerosis can be seen in all type and period of disease especially in progressive forms. 40-65% of patients are affected, deformation typically occurs in memory, attention, and informationprocessing functions. It is the main cause of disability in multiple sclerosis. Etiopathogenesis is not clear yet and treatment is not so effective. Cognitive impairement in patients with multiple sclerosis is a frequent problem that affects life quality. Studies on this subject which are concetrated at the recent years ,are hopeful for future illuminating ethiopathogenesis and developing suitable treatement .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
Adil Kartal, Mehmet Yeniterzi, Selçuk Duman, Yüksel Tatkan, Tahir Yüksek, Muzaffer Şeker, Mustafa Şahin, Yüksel Arıkan, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
The Effects Of The IlepatotrophIc Factor In SystemIc CIrculaüon On The LIver Atrophy
Portakaval şantlardan sonra karaciğerde görülen atrofi portal kanın ihtiva ettiği hepa-totrofik faktörden karaciğer hücrelerinin yoksun kalması ile izah edilmektedir. Değişik portakaval şantlarda karaciğerde nasıl bir etki oluştuğunu incelemek amacıyla köpeklerde bir deneysel çalışma yapıldı. Köpekler 15, 10 ve 10 deneklik 3 gruba ayrıldı. Her gruba ;farklı işlemler uygulandı. Denekler postoperatif 15. gün sakrifiye ertilde. Karaciğer makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi. Ilistopatolojik incelemelerde her 3 grupta da portal venin sol dalı bağlı olmayan lobta hepatositlerde lipid birikimi, hiperkromatozis ve mitotik aktivite artışı izlenirken, yalnız portal venin sol dalı bağlanan deneklerde sol lobta yaygın hemo-rajik infarkt ve nekrotik odaklar gözlendi. Sol dal bağlama ve şant uygulanan deneklerde ise sol lobda atrofinin minitnal düzeyde tespit edilmesi resirküle eden kandaki hepatotrofik faktörün etkisi ile izah edilebilir.
Liver atrophy after portacaval shunt is explained by lack of the liver from hepatotrophic factors. This study is undertaken to evolve the (2hanges in liver atter portac.aval shunt. The animals were calegorized in 3 groups each including 15, 10 and 10 animals respectivefy and we performed dillerent interventions. Anitnaly were sacrified at 15th day. Ilisiopathological exarnination revealed lipid accumulation, hyperchrornatosis and increasing of rnitotic activity in liver lobes which left branch of portal yein were not ligated and diffuse haernorrhagic infarct and necrosis in left kbes of the anirnais which had only ligation of the left branch of porta! yein. We deiermined only rninimal atrophic changes in left
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Alaa S. Mahmoud, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The LaparoscopIcally Treated EctopIc PregnancIes
Bu çalışmada kliniğimizde laparoskopik yaklaşımla tedavi ettiğimiz ektopik gebelik olgularımızın değerlendirilmesini amaçladık. Ocak 2007 – Aralık 2009 yılları arasında kliniğimizde ektopik gebelik tanısı konulan ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 56 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, transvajinal ultrasonografi (TVUSG) bulguları, tedavi öncesi ve sonrası ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) değerleri, tedavi öncesi ve sonrası hemoglobin (Hb) değerleri, uygulanan laparoskopik yöntemler, transfüzyon yapılıp yapılmadığı ve ek tedavi uygulanıp uygulanmadığı açısından incelendi. Hastaların ortalama yaşı 30.4±4.2 ve ortalama gebelik haftaları 6.6±1.4 hafta idi. Başvuru sırasında ortalama ß-hCG değerleri 2932.4±2276.8 IU/L idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı ve vajinal kanama ile başvurmuşlardır. Hastalarda TVUSG bulguları olarak sıklıkla adneksiyal kitle ve hemoperitoneum gözlenmiştir. En sık ampuller gebelik tanısı konmuştur. Hastaların çoğuna tuba koruyucu cerrahi tedavi uygulanırken, sadece %10.7’sine salpenjektomi uygulanmıştır. Post-operatif kanama nedeniyle 2 hasta yeniden laparoskopiye alınırken, 10 hastaya da kan transfüzyonu yapılmıştır. Hastaların tamamında 1. ayın sonunda ß-hCG değerlerinin normal sınırlara döndüğü görülmüştür. Sonuç olarak hemodinamik açıdan stabil ve laparoskopik tedaviye uygun özellikle de genç ve fertilite isteği olan ektopik gebelik hastalarında, en iyi tedavi yaklaşımının konservatif laparoskopi olduğunu düşünmekteyiz.
In this study, we aimed the evaluation of the laparoscopically treated ectopic pregnancy cases in our clinic. This retrospective study included 56 cases that were diagnosed to have ectopic pregnancy and treated by laparoscopy between January 2007 and December 2009. Patients characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, preoperative and post-operative serum ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) and hemoglobin levels, type of laparoscopic surgery, blood transfusion and additional treatments were recorded. The average age of the patients was 30.4±4.2 years, the average gestational age was 6.6±1.4 weeks, and the average ß-hCG value at presentation was 2932.4±2276.8 IU/L. The patients presented usually with pelvic pain and abnormal vaginal bleeding. Adnexal mass and hemoperitoneum were mostly seen by sonographic evaluation. Ampuller pregnancy was the most common. Most of patients had conservative surgery; salpingectomy was applied to 10.7% of patients. Ten patients received blood transfusion and 2 patients underwent re-laparoscopy because of postoperative bleeding. Serum ß-hCG levels returned to normal at the end of the 1st month after surgery in all patients. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for young patients with ectopic pregnancy who are hemodynamically stable and wish to preserve their fertility
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anestezi Ve İmmun Sistem
Mustafa Altındiş, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Anestezi Ve İmmun Sistem
AnesthesIa And The Immune System
Gerek anestezi gerekse cerrahi girişimin sa-vunma sistemi üzerine olan etkisi, günümüzde hasta ve anestezistler açısından önem kazanmıştır. Ame-liyat sonrası hastalarda görülen immun değişikliklerin çoğu, ya anestezik ajanların direkt et-kisi ile ya da bu ilaçların cerrahi travma ve endokrin cevaba katkıda bulunması sonucu ortaya çıkmaktadır. Cerrahinin etkisi, operasyonun boyutu ve bireyin stres cevabına göre değişirken; anes-tezinin etkisi, stres cevabın kırılma düzeyi, bireyin immun durumu, anestezik ajanla karşılaşma süresi, kullanılan preparatin kimyasal yapısı ve anestezi yöntemine göre değişebilmektedir (1,2,3). Yapılan birçok çalışmada postoperatif dönemde görülen immünodepresyondan cerrahi kaynaklı stresin so-rumlu olabileceği öne sürülmüş olmasına karşın, bazı invitro çalışmalarda anestezik ajanların da et-kisi olduğu gözlenmiştir. Yapılan in vivo çalışmalarda temel güçlük, anestezik ajana özgül olan etkilçr ile çok sayıda intraoperatif faktörün et-kilerini(cerrahinin tipi-süresi, vücut ısısı, kan ve plazma infüzyonlan, diğer hastalıklar, bazal immünolojik durum, beslenme) ayırmaktır(4,5).
The effects of both anesthesia and surgical intervention on the defense system have gained importance for patients and anesthetists today. Most of the immune changes seen in patients after surgery are caused either by the direct effect of anesthetic agents or as a result of these drugs contributing to surgical trauma and endocrine response. While the effect of surgery varies according to the size of the operation and the individual's stress response; The effect of anesthesia may vary depending on the breakdown level of the stress response, the immune status of the individual, the time of exposure to the anesthetic agent, the chemical structure of the preparation used and the anesthesia method (1,2,3). Although it has been suggested in many studies that surgical stress may be responsible for immunodepression seen in the postoperative period, some in vitro studies have also observed that anesthetic agents have an effect. The main difficulty in in vivo studies is to distinguish the effects specific to the anesthetic agent and the effects of many intraoperative factors (type-duration of surgery, body temperature, blood and plasma infusions, other diseases, basal immunological status, nutrition) (4,5).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Bilsev İnce, Zeynep Dadaci, Zeynep Altuntas, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen
Olgu sunumu
Özeti
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Usage Of BIpedIcle Flap And MIdface LIft In The Treatment Of Lagophthalmus Developed After Blepharoplasty: Case Report
Lagoftalmus, göz kapaklarını tamamen kapatamamak nedeniyle korneanın açıkta kalmasına bağlı (sclera görülmesi) ortaya çıkan, korneal skar ve görme kaybı ile sonuçlanabilecek yetersizliktir. Üst göz kapağının derisinin yumuşak ve esnek yapısı göz kırpmayı kolaylaştırır. Üst göz kapağını yumuşak ve esnek yapısına döndürmek için tedavi seçenekleri olarak, Z-plasti, V-Y ilerletme flepleri, tam kalınlıkta deri greftleri ve pediküllü flepler tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, bleferoplasti sonrası üst göz kapağının dikey kısalığına bağlı gelişen lagoftalmus tedavisinde alternatif bir seçenek olarak bipediküllü flep ve orta yüz kaldırmanın kullanımını göstermektir.
Lagophthalmus is the inability to close the eyelids completely leading to exposed cornea (scleral show) which can result in corneal scar formation and vision loss. The skin of upper eyelid is soft and flexible, so this makes winking easier. To return the upper eyelid its soft and flexible structure, Z-plasty, VY advancement flaps, full-thickness skin grafts, and pedicle flaps are defined as treatment options. The aim of this study was to demostrate the usage of bipedicle flap and midface lift as an alternative treatment option for lagophthalmus that is related to the vertical shortness of upper eyelid developed after blepharoplasty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Günde Tek Doz Enalaprilin Antihipertansif Etkınlığının 24 Saatlık Ambulatuvar Kan Basincı Ölçüm Teknığı İle Değerlendırılmesı
Oktay Ergene, Ömer Kozan, Ali Bayram, İsmet Dindar, Serdar Aksöyek, Oral Pektaş
Araştırma makalesi
Özeti
Günde Tek Doz Enalaprilin Antihipertansif Etkınlığının 24 Saatlık Ambulatuvar Kan Basincı Ölçüm Teknığı İle Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of AntIhypertensIve EffIcacy Of SIngle Dose EnalaprIl WIth 24 Hour A Nıbulatory Blood Pressure MonItorIng
Çalışma, Mart 1992 ile Eylül 1992 tarihleri arasında Koşuyolu kalb ve Araştırma Hastanesi Kar-diyoloji polikliniğine başvuran hafif ve orta derecede hipertansiyonu olan 39 hastada gerçekleştirildi. Günde tek doz enalapril verilen hastaların tedavi öncesi ve sonrası 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı ölçümleri yapıldı. Hastalara enalapril üst doz 20 mg olacak şekilde uygulandı. Cevabın yetersiz kaldığı olgularda diüretik eklendi. Bu şekilde olguların %74'iinde cevap alındı. Cevap alınan 28 hastada teda-vi öncesi ortalama 148.195±4 mm1Hg olan kan basıncının 136187-±4 nım Ilg'ya düştüğü gözlendi. (p<0.001 ). Tedavi öncesi gece 23-07 saatleri arasındaik ortalama 138192±3 mmllg olan kan basıncının da tedavi sonrası 130ffi184±4 mmHg'ya indiği saptandı (p<0.01). Bir olguda yan etki nede-niyle tedavi durdurulmak zorunda kalındı. Sonuç olarak tek doz enalaprilin kan basıncı kontrolünde etkin bir antihipertansif ajan olduğu gözlendi.
Thirty-nine patients with mild to moderate hypertension were studied at Koşuyolu Heart and Research Hospital between March 1992 and September 1992. The patients were giyen increasing doses of enalapril to a maximum dose of 20 mglday and if necessary diuretic. Ambulatoly pressures were monitored at base line and at the end of 4 weeks of treatment in the case of responders. Total responder rate was 74%. Pre and post treatment mean arterial pressures were 148±9/95±4 and 136±5/87±4 mmHg, respectively (p<0.001). Between 2300-0700 hours these values were 138±5192±3 and 130±5/84±4 mmlig, respectively (p<0.01). Treatment was stopped in one case because of adverse drug effect. In summary enalapril is well tolerated and once daily administiration appeared to be ellective in mild to moderate hypertension
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
Fatma Kaya, İlhan Çiftci, Ayşe Nazlı Seçkin
Olgu sunumu
Özeti
Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
A Rare Method For TakIng The Swallowed ForeIgn BodIes
out Of The ChIldren
Çocuğun çevresini tanımasının ve onunla ilişki kurmasının bir
yolu da, eline geçen her cismi ağzına götürerek tadına bakmasıdır.
Bu nedenle çocuklar hiç akla gelmeyecek tip ve büyüklükteki yabancı
cisimleri yutmaktadır. Yabancı cisim yutan büyük yaştaki çocukların
önemli bir bölümünde zeka özrü veya ruhsal sorunlar vardır. Klinik
olarak öksürük, dispne, ses kısıklığı, solunum güçlüğü, solunum
seslerinde azalma, ağızdan bol tükrük gelmesine neden olabilir.
Bu yabancı cisimler içerisinde madeni parayla sık karşılaşılır.
Yabancı cisim aspirasyonunda alternatif tedaviyi paylaşmak istedik.
Bu makalede dört yaşında, Down sendromlu bir hastada yabancı
cisim aspirasyonuna alternatif bir yaklaşım sunuldu. Müdahale
sırasında komplikasyon gelişmeyen hasta önerilerle taburcu
edildi. Çocukluk çağında yabancı cisim aspirasyonu sıktır. Yabancı
cisimlerin çoğunluğunu metal paralar oluşturmaktadır. Yabancı cisim
aspirasyonuna yaklaşımda hastanın kliniği, yabancı cismin tipi,
takıldığı yer, aspirasyon süresi ve müdahale şartlarına göre tedaviye
karar verilir. Tedavi yaklaşımını endoskopi, gözlem veya cerrahi
oluşturmaktadır. Acil müdahalenin gerektiği hastalarda foley kateter
ile balon ekstraksiyonu gibi alternatif yöntemler deneyimli cerrahlar
tarafından kullanılabilir.
One of the ways for the child to get familiar with its surrounding
environment and to build up relations with the same is bringing
any possible object to the mouth for tasting. Thus, the children
happen to swallow foreign bodies of sorts and sizes unimaginable.
A great portion of the grown up children swallowing foreign bodies
demonstrate mental deficiencies or psychological problems. The
clinic symptoms may be coughing, dyspnoea, hoarseness, breathing
difficulty, weakened respiratory sounds and hyper saliva in the
mouth. The foreign bodies are usually coins. We want to share an
alternative treatment in foreign body aspirations. In this article is
demonstrated an alternative approach for foreign body aspiration in
four years old patients with down syndrome. The patient developed no
complications during the medical intervention and discharged under
recommendations. Foreign body aspiration is common in childhood.
The majority of foreign bodies are coins. Approach to foreign body
aspiration in a patient’s clinical presentation, type of foreign bodies,
inserted in the aspiration time and the response shall be decided
to treatment according to the conditions. Approaching treatment
is endoscopy, observation or operation. In emergency alternative
methods can be used such as balloon extraction with foley catheter
by experienced surgeons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Mesut Ünal, Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Sema Tuncer, Mustafa Cihat Avunduk, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran AnestezIsInIn YetIşkIn Rat KaracIğer Ve BöbreğI ÜzerIne EtkIlerI
Deneysel çalışm alar sevofluranın tekrarlanan uygulamalarının toksik olabileceğini belirtmektedir. Bu anestezik ajanın direk etkisinden olabileceği gibi, sevofluranın sodalaym tarafından parçalanm ası sonucu oluşan toksik ürün lere bağlı da gelişebilir. Bu çalışmanın amacı, erişkin raflarda sodalaymlı ve sodalaym sız devrelerde tekrarlanan sevofluran anestezisinin, karaciğer ve böbrek üzerine etkilerini araştırmaktır. Lokal hayvan etik kurul kararı alındıktan sonra 30 adet erişkin VVistar rat 3 gruba ayrıldı. Batlar özel olarak yaptırılm ış transparan plastik kutuya a lın d ıla r. Kontrol grubu olan Grup K ’ya %100 O2 verildi. Sodalaymsız anestezi devresinde sevofluran uygulanan gruba Grup S %100 O2 içinde % 2.5- 2.7 konsantrasyonda sevofluran uygulanırken, aynı gaz karışımı sodalaymlı anestezi devresinde Grup S S ’e uygulandı. Batlara, gün aşırı toplam 5 kez olm ak üzere 60 dakika sevofluran anestezisi uygulandı. Kan örneklerinden Üre, kreatinin, SGOT, SG PT ve alkalen fosfataz değerleri elde edildi. 10. günde raflar sakrifiye edildikten sonra, karaciğer ve böbrek doku örnekleri ışık m ikroskobisi ile histopatolojlk olarak değerlendirildi ve preparatların ortalama hasar skorları (OHS) hesaplandı. Grup S ve Grup SS’de SG PT değerleri grup C ’ye göre yüksek bulundu (p<0.05). Karaciğer histopatolojisinde ise istatistiksel olarak anlamlı olmayan m i nimal değişiklikler mevcuttu. BU N ve kreatinin düzeylerindeki değişiklikler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu. Grup S ve grup S S ’in böbrek OHS’ları, grup C den yüksekken (p<0.05), grup S ve grup SS arasında fark yoktu. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin O HS’na göre karaciğer üzerine m inim al etkisi olduğu, %100 O2 ile sodalaymlı devrede uygulanan sevofluranın histopatolojik olarak karaciğer hasarını artırmadığı gözlendi. Sodalaym ın ek karaciğer hasarına sebep olmadığı kanaatine varıldı. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin, erişkin rat böbrek dokularına toksik etkisi olduğu ve bu toksisiteyi sodalaymın artırdığı saptandı.
Experimental studies showed that recurrent exposure to sevoflurane can be toxic. İt may be either related with direct effects of this anaesthetic agent or with the degradation of sevoflurane by soda lime which is also known to produce toxic products. The aim of this study was to investigate the effect of repeated sevoflurane anaesthesia on kidney and liver in rats vvith or vvithout soda lime. After local ethical comitte aproval thirty adult VVistar rats vvere divided into three groups. The rats were placed in a specially prepared transparant plastic box. Group C was the control group. Theyreceived 100% O2 . İn the anaesthesia circle vvithout soda-lime sevoflurane in 2.5 -2 .7 % concentration vvith O2 (100 %) were administered directly in group S, vvhile the same gas mixture was applied through the soda lime in group SS. Bepeated anesthesia (five times) was applied to the rats for sixty nainutes vvith two days intervals. Blodd ürea nitrogene, creatinin, SGOT, SGPT and ALP levels were assessed from the blood sample. Follovving sacrifice, kidneys and livers vvere obtained from the rats for examination using light microscopy for histopathological evaluation and mean damage scores (MDS) of the specimens vvere calculated. SGPT values were higherin group S and SS vvhen compared vvith group C (p<0.05). There vvere only minimal changes in histopathological evaluation of liver vvhich was not statistically significant. The changes in BUN and creatinin levels vvere not significant among the groups. The MDS’s in renal tissues vvere significantly higher in group S and SS vvhen compared vvith group C, vvhile there vvere no dif- ferences betvveen group S and SS. İt vvas concluded that repeated exposure to sevoflurane has minimal effects in liver accord- ing to mean damage score and in the presence of soda lime, sevoflurane anaesthesia vvith 100 % oxygene did not signifi cantly increased histopathological damage to liver. The toxic effects of sevoflurane on renal tissue vvere greater in rats espe- cially vvhen sevoflurane vvas administered through the sodalime
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
Neriman Çolakoğlu, Aysel Kükner, Enver Ozan
Araştırma makalesi
Özeti
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
LIght MIcroscopIc ObservatIon Of Effects Of StarvatIon On IntestInal Mucosa.
Bu çalışmada açlık ve açlık sonrası beslenmenin ince bağırsak ileum mukozasına olan etkileri incelendi. Çalışmada toplam 42 adet ergin erkek sıçan kulan ildi. Üç grup oluşturuldu. Birinci gruptaki hayvanlar 1, 2, 3, 5, 9, 11 ve 14 gün aç bırakıldı. İkinci gruptaki hayvanlar belli açlık sürelerini takiben doyurulup 1, 2, 3, 5 ve 12 gün sonra kesildi. Üçüncü gruptaki denekler kontrol olarak kullanıldı ve normal beslendi. Aç bırakılma süresince deneklere sadece su verildi. Denekler açlık süresi boyunca günlük .olarak tartıldı. Deney süreleri sonunda eter anestezisi altında öldürülen deneklerin ileum bölgelerinden ışık mikroskopta incelemek üzere doku örnekleri alındı. Hazırlanan parafin kesitlere çeşitli boyalar uygulandı. Ayrıca villus'uzunlukları oküler mikrometre ile ölçülerek değerlendirildi. Yapılan mikrometrik ölçümler sonucunda açlığın 3. gününden itibaren açlık süresinin artışına paralel olarak villus boylarında giderek kısalma gözlendi. Bunun yanında vucut ağırlıklarında azalma saptandı. Uzun süren açlık dönemlerinde (5, 9, 11 ve 14 gün) villusların lamina propriasındaki lenfatiklerde genişleme, kan damarlarında dolgunluk gözlendi. Paneth hücrelerinin ve içerdikleri granül yapılarının kontrol grubuna göre artmış olduğu tespit edildi. Açlık sonrası doyurulan gruplarda villus uzunluklarında uzama saptandı. Paneth hücrelerinin ve salgı granüllerinin yoğunlukları devam etmekteydi.
The effects of starvation and refeeding on intestinal mucosa nere studied in ileum of rat intestine. Forty-two adult male rats nere used in this study. Animals nere divided into three groups. First groups of twenty-one rats nere starved for 1, 2, 3, 5, 9, 11 and 14 days. Second group of fifteen rats nere refed after a period of starvation and then decapitated after 1, 2, 3, 5 and 12 days. Third groups of three rats nere used as control animals. Starved rats nere alloned to drink nater ad libitum. Control animals had free access to nater and to chon pellets until the time of killing. Animals nere neighed daily during the fasting period. Animals nere killed under ether anesthesia. Ileal sections nere stained. Ileal villi size nere measured by ocular micrometre. After 3-day fasting, villi heigth nas observed to be gradually decreased nith days of fasting. Body neigth and after 3-day-fasting villi heigth gradually decreased nith days of fasting. Lymphatics nere dilated (5, 9, 11 and 14 day fasting), blood vessels nere fulled up nith erytrocyte at the long term fasting (9, 11 and 14- day fasting). Paneth cells and their granules nere gradually increased nith days of fasting. Ileal villus nere determined to height increased after refeeding. Paneth cells and their dense granules nere persistent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Tutulum Gosteren Beret Olgusu
Şükrü Balevi, Hüseyin Endoğru, İnci Mevlitoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Renal Tutulum Gosteren Beret Olgusu
Beret Case Wıth Renal Involvement
Oral, Viz, dell, genital tuitulum ilk belirti olabilir. Hastultgin markeri yoktur. Renal tutulum enderdir. Fokal nekrotizan glomentIonefritis epitel hiicreli proliferatif glornerulnefritis nieydato gelebilir.
Involvement of the eye, skin, genitalia, oral may be the initial pre sentation. There is no marker for the disease. Renal involvement is rare. Focal hecrotizing glomerulonephritis and diffuse proliferative glo-merulonephritis with epithelial cell crescent formation can occur
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Appendiks Epididimis Torsiyonu
Recai Gürbüz, Mehmet Kılınç, Mehmet Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Appendiks Epididimis Torsiyonu
Appendıks Epıdıdımıs Torsıon
Akut ağrılı skrotum hastalıklarında ayırıcı teşhiste düşünülmesi gereken appendiks epididiinis torsiyonu klinikte çok nadir görülür. Literatür gözden geçirildiğinde çoğu appendiks testis torsiyonları ile birlikte rapor edilmiş birkaç appendiks epididimis vakası vardır.
Torsion of appendix epididymis is a rare entity and the possibilitıj of this condition should be considered in differantial diagnosis of acute scrotal pain and swelling. A few torsions of appendix epididymis have been reported with the most of torsions of appendix testis when the literature is reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Hasan Solak, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Dıagnosıs And Treatment Methods In Bronchıc Cancers
Bronş kanserlerinin morbiditesi, genel kanser morbiditesi içinde yaklaşık %20'lik bir orandadır. Bu oranla bronş kanserleri sıralamada gastrointestinal kanserlerden sonra ikinci sırayı almaktadır. Bazı istatistiklerde erkeklerde ilk sırayı almaktadır (4). Son yıllarda diğer kanser türlerinde duraklama - şayet varsa çok az bir yükselme - gözlenirken, bronş kanserlerinde aşırı oranda yükselme dikkati çekmektedir. Yapılan çeşitli araştırmalarda, kanserden ölenlerin 1/3 - 4'ünde sebep; bronş kanserleridir (2).
In this article, we researched 87 patients in our clinic with primary bronch carcinoma for diagnosis and treatment methods. Seventy-five of the cases were men (86.2 %) and 12 of them (13.7 %) were women. 72 of thern smokers of different numbers and times. 15 of the cases were passive smokers. Most of the patients were applied often 5 or more months that the symptoms began because of the patients' uneducation and the physicians uncare. In our research, the best diagnostic technic is the endoscopy and biopsy together in 69 cases (79.3 %). Thoracotomy were applied in 25 cases. We couldn't know about the 5 years survey because the patients never come to control. The mortality rate was 4 % with 1 death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farmakogenetik Yönden Bireyler Arası Farmakokinetik
varyasyonlar
Mevra al, Mehmet Kılıç, Ayşe Saide Şahin, Burak Cem Soner
Derleme
Özeti
Farmakogenetik Yönden Bireyler Arası Farmakokinetik
varyasyonlar
PharmacogenetIc Dependent InterIndIvIdual PharmacokInetIc
varIatIons
Farmakogenetik (PGx), genetik varyasyonlar ve bunların
bireyler arasında oluşturduğu ilaç yanıtı farklılıkları ile ilgilenir.
İlaç metabolizmasından sorumlu enzimlerin keşfi ve bu enzimleri
kodlayan DNA dizilimlerinin araştırılması bireysel tedavi
stratejilerinin oluşturulmasını sağlar. İlaç metabolizmasından
sorumlu sitokrom 2B6, sitokrom 2C9, sitokrom 2C19, sitokrom 2D6,
sitokrom 3A4, N-asetil transferaz, dihidropirimidin dehidrogenaz,
tiopurin metiltransferaz, 5’-difosfat (UDP)-glukuronoziltransferaz ve
katekol-O-metil transferaz enzim polimorfizleri ilacın farmokokinetik
özelliğini etkileyerek bireyler arası ilaç yanıtı farklılıklarına neden
olabilirler. PGx çalışmaların temelini oluşturan ilk örnekler N-asetil
transferaz ve sitokrom 2D6 polimorfizmleridir. İlaç seçiminde ciddi
farmakokinetik farklılıklara neden olan enzim polimorfizmlerinin göz
önünde bulundurulması tedavi başarısını artırmak ve advers/toksik
reaksiyon riskini önlemek açısından önemlidir. Yaklaşık 50 yıl önce
temelleri atılan farmakogenetik ile ilgili çalışmalar gen teknolojisinin
gelişmesi ile günümüzde daha önemli bir hale gelmiştir. Teknolojik
gelişmeler sayesinde hızlanan farmakogenetik çalışmalar ile bireye
özgü ilaç seçimi farmakogenetiğin ikinci 50 yılı içerisinde daha fazla
gelişme kaydederek önemli bir parametre olacaktır.
Pharmacogenetics deals with genetic variations and individual
response differences of drugs. The discovery of enzymes responsible
for drug metabolism and the research to DNA sequences encoding
these enzymes enable the creation of individual treatment strategies.
Cytochrome 2B6, cytochrome 2C9, cytochrome C19, cytochrome
2D6, cytochrome 3A4, N-acetyltransferase, dihydropyrimidine
dehydrogenase, thiopurine methyltransferase, UDP-glucuronyl
transferase and catechol-O-methyltransferase enzymes are
mainlyresponsible from drug metabolism and polymorphisms in
enzyme activities affect the pharmacokinetic properties of the drug
which leads to differences in drug response between individuals.
First examples that form of the basis of pharmacogenetic studies
are N-acetyltransferase and cytochrome 2D6 polymorphisms.
Consideration of enzyme polymorphisms that may result with
pharmacokinetic differences during drug choice is important to
increase the success of treatment and to prevent adverse/toxic
reaction risk. The studies about pharmacogenetics, which was studied
about 50 years ago, has become more important nowadays with the
development of gene technology. Individual drug choice will be an
important parameter by further development of pharmacogenetics
in the second 50 years through pharmacogenetic studies that is
accelerated due to technological developments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Behçet Hastalığı Ve Amiloidoz Birlikteliği
İlknur Albayrak, Adem Küçük, Sinan Bağçacı, Sami Küçükşen, Recep Tunç
Olgu sunumu
Özeti
Behçet Hastalığı Ve Amiloidoz Birlikteliği
Behçet’s DIsease And AmyloIdosIs
Behçet hastalığı (BH) tekrarlayan oral, genital ülser ve göz
tutulumuyla seyreden, ayrıca eklem, kardiyovasküler, nörolojik,
gastrointestinal sistem ve böbrek tutulumunun da görüldüğü sistemik
bir vaskülittir. Böbrek tutulumu genelde amiloidoz olarak kendini
gösterir. Bu vaka sunumunda BH tanısıyla takip edilirken proteinüri
saptanması üzerine yapılan biyopsi sonrasında amiloidoza bağlı
böbrek tutulumu tespit edilen bir hastadan bahsedilmiştir.
Behçet’s disease (BD), is characterised with recurrent oral and
genital ulcers and eye involvement, as well as joint, cardiovascular,
neurological, gastrointestinal and renal involvement may be seen in
systemic vasculitis. Renal involvement usually manifests itself as
amyloidosis. In this paper we report a case of BH presenting with
proteinuria due to amyloidosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yari-Otomatik Bir Yazilim Kullanilarak Yapilan Korneal Subbazal Sinir Pleksusu Analizlerinin Güvenilirliği
Selman Belviranlı, Ali Osman Gündoğan, Enver Mirza, Mehmet Adam, Refik Oltulu
Araştırma makalesi
Özeti
Yari-Otomatik Bir Yazilim Kullanilarak Yapilan Korneal Subbazal Sinir Pleksusu Analizlerinin Güvenilirliği
RelIabIlIty Of Corneal Subbasal Nerve Plexus Analyses UsIng SemI-Automated Software
Amaç: Bu çalışmanın amacı yarı-otomatik bir yazılım kullanılarak yapılan kantitatif korneal subbazal sinir
pleksusu (KSSP) analizlerinin gözlemciler-arası ve gözlemci-içi güvenilirliğinin değerlendirilmesidir .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları
Bölümüne 20 Aralık 2021 – 20 Ocak 2022 tarihleri arasında başvuran 40 gönüllü dahil edildi. Katılımcıların
sağ gözlerinden Heidelberg Retina Tomografisi III ile entegre Rostock Kornea Modülü kullanılarak
KSSP’nu gösteren görüntüler alındı. Her bir gözden en kaliteli üç görüntü seçildi. ImageJ yazılımı için
NeuronJ eklentisi ile sinir lifleri işaretlendi ve sinir lifi uzunluğu (SLU), sinir lifi dansitesi (SLD) ve sinir
dalı dansitesi (SDD) hesaplandı. Tüm bu ölçümler iki farklı gözlemci tarafından yapıldı ve bir gözlemci
tarafından bir hafta ara ile ikinci kez tekrar edildi ve sınıf-içi korelasyon katsayısı (SKK) kullanılarak
gözlemciler-arası ve gözlemci-içi güvenilirlik analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 12’si kadın, 28’i erkek 40 katılımcının ortalama yaşı 34.70±5.86 yıldır.
Gözlemciler-arası güvenilirlik analizinde SKK değerleri SLU için 0.967 (95% CI 0.939-0.982), SLD için
0.826 (95% CI 0.696-0.904) ve SDD için 0.949 (95% CI 0.906-0.973) tespit edilmiş olup iyi-mükemmel
güvenilirliği göstermekteydi. Gözlemci-içi güvenilirlik analizinde SKK değerleri SLU için 0.964 (95% CI
0.932-0.981), SLD için 0.803 (95% CI 0.657-0.891) ve SDD için 0.890 (95% CI 0.802-0.941) tespit edilmiş
olup iyi-mükemmel güvenilirliği göstermekteydi.
Sonuç: Yarı-otomatik yazılım kullanılarak yapılan kantitatif KSSP analizlerinin gözlemciler-arası ve
gözlemci-içi güvenilirliği yüksektir ve bu sayede hem klinik pratikte, hem de klinik çalışmalarda, kornea
sinirlerinin iyilik halinin ve hasarının tespitinde, takibinde ve tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde
kullanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the interobserver and intraobserver reliability of quantitative
corneal subbasal nerve plexus (CSNP) analyses using semi-automa ted software.
Patients and Methods: Forty volunteers who applied to the Ophthalmology Department of the Necmettin
Erbakan University Meram Medical Faculty between 20 December 2021 and 20 January 2022 were
enrolled in the study. Images showing CSNP were obtained from the right eyes of the participants by using
Heidelberg Retina Tomograph III with Rostock Cornea Module. Three best quality images were selected
from each case. NeuronJ plugin for ImageJ software was used to trace nerve fibers and calculate nerve
fiber length (NFL), nerve fiber density (NFD), and nerve branch density (NBD). All these measurements
were performed by two different observers, and repeated for the second time by one of the observers
with an interval of one week, and interobserver and intraobserver reliability were determined using the
intraclass correlation coef ficient (ICC).
Results: The mean age of 40 participants (12 female and 28 male) was 34.70±5.86 years. The ICCs
for interobserver reproducibility were 0.967 (95% CI 0.939-0.982) for NFL, 0.826 (95% CI 0.696-0.904)
for NFD, and 0.949 (95% CI 0.906-0.973) for NBD indicating good to excellent reliability. The ICCs for
intraobserver repeatibility were 0.964 (95% CI 0.932-0.981) for NFL, 0.803 (95% CI 0.657-0.891) for NFD,
and 0.890 (95% CI 0.802-0.941) for NBD indicating good to excel lent reliability.
Conclusion: Quantitative CSNP analyzes using semi-automated software have high interobserver and
intraobserver reliability and can therefore be used in both clinical practice and clinical studies for detection
and follow-up of corneal nerves’ well-being, damage, and evaluation of response to treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proteın Enerjı Malnütrisyonlu Hastalarda Lipidli Ve Lipidsiz Total Parenteral Beslenme (tpb) İle Alınan Sonuçlar
Yüksel Tatkan, Adil Kartal, Adnan Kaynak, Mehmet Metin Belviranlı, Ömer Karahan, Adem Özdemir, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Proteın Enerjı Malnütrisyonlu Hastalarda Lipidli Ve Lipidsiz Total Parenteral Beslenme (tpb) İle Alınan Sonuçlar
The Results Of Total Parenteral NutrItIon (tpn) WIth Fat And Fat-Free SolutIons In The PatIents WIth ProteIn Energy MalnutrItIon
Protein-enerji malnutrisyonlu 8 hastada lipidli ve lipidsiz total parenteral nutrisyon solüsyonlartnın etkisi araştırıkiı. Lipidsiz gruptaki bezoara bağlı rekürren barsak obstrük.siyonlu bir hasta dışındakiler kilo aldı. Lipidli grupta karaciğer fonksiyonlarında bazı önemsiz değişiklikler gözlendi. Total parenteral beslenmeden kısa bir süre sonra karaciğer fonksiyonları normale döndü.
The effect of total parenteral nutrition (TPN) with fat and fat-free solutions in eight patients who had protein-energy malnutrition was investigated. All patients gained weight except one in fat-free group with recurrent bowel obstruction due ta bezoar. Some unirnportant changes in liver functions was observed in fat group. Liver functions returned to normal values, in a short time after TPN.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözün Hemodinamiğindeki Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
Yaşar Sakarya, Nevbahar Tamçelik, Canan Akman
Araştırma makalesi
Özeti
Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözün Hemodinamiğindeki Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
InvestIgatIon Of Changes In Ocular HemodynamIcs WIth Color Doppler Ultrasounography Before And After Trabeculectomy OperatIon In Open Angle Glaucoma
Açık açılı glokomda trabekülektomi ameliyatı sonrası santral retina arter, oftalmik arter ve posterior silier arterin akım özelliklerinde ortaya çıkabilecek hemodinamik değişikliklerin renkli doppler ultrasonografi ile belirlemek. On beş hastanın 15 gözü çalışma gurubuna dahil edildi. Ameliyattan önce ve ameliyattan 2. ve 10. hafta sonra oküler hemodinamik özellikler renkli doppler ultrasonografi (RDU) ile incelendi. Çalışma gurubunu ameliyat olan gözler oluştururken, ameliyat olmayan gözler kontrol grubunu oluşturdu. Oftalmik arter, santral retinal arter, nazal ve temporal posterior silier arterlerin sistolik maksimum hızı, diastol sonu hızı, ortalama hızı ve resisitif indeks değerleri ameliyat öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldı. Oftalmik arterin ölçüm değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı hiçbir değişiklik izlenmedi. Santral retinal arterin, temporal ve nazal silier arterlerin ameliyat öncesi ve sonrası 2. ve 10. haftadaki ölçüm değerleri karşılaştırıldığında, diastol sonu hız ve ortalama hızda istatistiksel olarak anlamlı artma izlenirken, resisitif indekste istatistiksel olarak anlamlı azalma izlendi. RDU glokom patofizyolojisinde vasküler yapıların incelenmesinde ve glokom takibinde alternatif bir ölçüm metodu olarak kullanılabilir.
To evaluate changes in flow characteristics of central retinal artery, ophthalmic artery, and posterior ciliary arteries with color Doppler ultrasounography (CDU) before and after trabeculectomy surgery in open angle glaucoma. Fifteen eyes of 15 patients included in this prospective study and ocular haemodynamic characteristics were investigated with CDU preoperatively and at postoperative 2.nd and 10.th weeks. Operated eyes were included in study group while unoperated eyes in the control group. Preoperatively and postoperative values of systolic maximum velocity, end diastolic velocity, mean velocity, and resistive index values of ophthalmic artery, central retinal artery, nasal and temporal ciliary artery were compared. No statistical change was observed in ophthalmic artery measurement parameters. However, when compared preoperative values, there were statistically significant increase in end diastolic velocity, mean velocity values and decrease in resistive index values of ophthalmic artery, central retinal artery, nasal and temporal ciliary artery at postoperative 2.nd and 10.th weeks. CDU can be used in investigation of vascular structures in glaucoma pathophysiology and for follow up of glaucoma as an alternative measurement method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Hastada Posterior Mediasten Yerleşimli
ekstraplevral Abse
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Diabetik Hastada Posterior Mediasten Yerleşimli
ekstraplevral Abse
Extrapleural Abscess In The PosterIor MedIasten In The DIabetIc
patIent
57 yaşında erkek hasta kliniğimize dahiliye yoğun bakım servisinden, 1 haftadır tedaviye dirençli plevral ampiyem ön tanısı ile septik durumda alındı. Hasta 13 yıldır tip 2 diyabet hastası ve son 2 yıldır insülin kullanmakta olup, son 10 gündür solunum sıkıntısı, sağ yan ağrısı, ateş ve regüle olmayan bir kan şekeri profili mevcuttu. Hastanın tansiyonu 85/60 mmHg, nabzı 120/dk, laboratuar tetkiklerinde beyaz küresi: 23.000 mm3, kan şekeri 470gr/dl idi. Çekilen akciğer grafisi ve bilgisayarlı toraks tomografisinde sağ posterior mediastende ekstraplevral hava sıvı seviyesi veren abse rapor edildi. Torasentez neticesi pürülan mayii gelen hastaya sıvının en rahat geldiği sağ skapula altından 28 nolu göğüs tüpü kondu, 1700 cc pürülan mayi alındı ve hastanın klinik durumunda dramatik düzelme gözlendi. Kan şekerleri regüle oldu, her gün 300 cc rifosinli mayi ile poş yıkandı. 10 günde pet altı takip yapıldı ve birinci ayın sonunda kliniği tamamen düzeldi. Bu olgu sunumu akciğer absesinin nadir görüldüğü posterior mediastende oluşu ve sadece göğüs tüpü ile tedavi edilebilmesi nedeniyle yapıldı.
57 years old male patient who admitted our clinic from the intensive care unit because of the one week refracter of the treatment pleural effusion with the septic situation. The patient is a diabetic (type 2) for 13 years and lastly two years use insulin and last 10 days he has dispne, right costal pain, fever and don’t regulate blood glucose profile. The patients tension arteriale was 85/60 mmHg, heart rate was 120/min; leucocytosis 23000 and blood glucose level 470 in laboratory. PA chest film and computed thoracic tomography were reported lung abscess which the right posterior mediastineum and extrapleural look the air-fluid level. As a result of thoracentesis pleural empyema in a patient with pure liquid under the most comfortable coming right scapula chest tube (no 28) was inserted 1700 cc of purulent fluid was taking and in this case was achieved dramatic clinical improvement. Blood sugar was regulated daily pouch was washed with 300 cc riphosine fluid 10 days later, tube made under a pet. The situation is completely stable at the end of the first month.This is a rare case report of lung abscess, and being seen in the posterior mediastinum was only due to be treated with chest tube
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopik Kolesistektomide Önemli Özellikler
Şükrü Bülent Özer, Ersin Çiftçi, Suat Kağızman, Levent Orman
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopik Kolesistektomide Önemli Özellikler
Important Features In LaparoscopIc Cholecystectomy
Laparaskopik kolesistektomi (LC) ilk kez 1987'de Du Bois (1) tarafından tanıtıldı. Ancak li-teratürde ilk yayın 1882'den Langenbuch'a aittir (2). 1990'dan sonra Amerika ve Avrupada tercih edilen metod oldu. Ülkemizde de 1992-1993 'ten itibaren yaygın olarak kullanılmaya başlandı. LC hastaya daha az rahatsızlık veren, hastanede kali§ süresi kısa, yara problemi olmayan veya mi-nimal olan kısa sürede hastayı topluma ve iş hayatına kazandıran üstünlüklere sahiptir. Kozmetik sonuçları ise mükemmeldir. Ancak bu üstünlüklere karşın riskleri de vardır. Bunlar: - Safra kesesinin yukarı traksiyonu ile aşağıdaki birleşik safra kanalının uzaması, yanlış bir izlenim olarak "uzun sistik kanal" gibi algınalanabilir. - Yara bakımı ve emeği azdır. - Cerrahın gözü (yani kamera) porta hepatis se-viyesindedir. - Açıkta olduğu gibi karaciğer, kolon, edonumu retrakte etmeye gerek yoktur. Hepatik kanalın üst 1/3'ü ve karaciğer hilusu bazen çok iyi vizualize edilemez. Zira "deıinlik algılaması" yoktur. - Özellikle sağ hepatik kanalla, sistik kanal arasındaki mesafeyi algılamak zordur. - Açık kolesistektomide sistik kanalla birleşik safra kanalı kesişme yerini aşikar ortaya ko-yabilmekteyiz Laparoskopik kolestektomi'de ise: göbekteki kamera ile birleşik safra kanalı görünümü tanjansiyerdir. LC sırasında bu durum hatırda tu-tulmalıdır. Gerekirse umblikal laaroskopi sağ alt tro- karı 10'luğa çevirip ortaya alırsak görüş daha mükemmelleşmektedir.
Laparoscopic cholecystectomy (LC) was first introduced in 1987 by Du Bois (1). However, the first publication in literature belongs to Langenbuch from 1882 (2). It became the preferred method in America and Europe after 1990. It has been widely used in our country since 1992-1993. LC has advantages that cause less discomfort to the patient, short hospital stay, no wound problem or minimal, and bring the patient to society and business life in a short time. Cosmetic results are excellent. However, despite these advantages, there are also risks. These are: - The extension of the bile duct combined with the upward traction of the gallbladder can be perceived as a "long cystic duct" as a false impression. - Wound care and labor is less. - The surgeon's eye (ie camera) is at the level of the portal hepatis. - There is no need to retract the liver, colon and edion as in the open. The upper third of the hepatic canal and the liver hilum sometimes cannot be visualized very well. Because there is no "perception of depth". - It is difficult to perceive the distance between the right hepatic canal and the cystic canal. - In open cholecystectomy, we can clearly reveal the intersection of the bile duct associated with the cystic duct. In laparoscopic cholestectomy: the view of the bile duct combined with the camera in the umbilicus is tangential. This should be borne in mind during LC. If necessary, if we turn the lower right trocar to 10 by umbilical laaroscopy and reveal it, the vision becomes more perfect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Chorea Ve Romatizmal Kalp Hastalığı
Ümran Çalışkan, Hacer Çalışkan, Şencan Özme, Ali Ertuğrul
Araştırma makalesi
Özeti
Chorea Ve Romatizmal Kalp Hastalığı
Chorea And Romatısm Heart Dısease
Bu çalışmada 1975 - 1980 yılları arasında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kardiyoloji Ünitesinde Sydenham Chorea tanısı alan 135 yaka retrospektif incelenip takdim edilmiş, romatizmal kalp hastalığı ile ilişkisi gözden geçirilmiş ve sonuçlar tartışılmıştır.
In this investigation, it has been introduced Orle kundred and thirty five cases wich vere retrospective//y diagvosed as Sydenham Chorea iri cleparment of pediatric cardiology of Hacettepe medical faculty between 1975 and 1980. It has been reviewed its relation with the heart disease and it has been discussed t.he results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Androgenetik Alopesi Tedavisinde Otolog Prp Uygulanan Hastalarda Hiperaljezi Gelişimi
Mehmet Emin Cem Yıldırım, Bilsev İnce, Orkun Uyanık, Mehmet İhsan Okur, Mehmet Dadacı
Araştırma makalesi
Özeti
Androgenetik Alopesi Tedavisinde Otolog Prp Uygulanan Hastalarda Hiperaljezi Gelişimi
Development Of HyperalgesIa In PatIents WIth AndrogenetIc AlopecIa Treated WIth Autologous Prp
Amaç: Platelet zengin plazmanın (PZP) etkisini trombositlerin alfa granüllerinde bulunan büyüme faktörleri ile yüksek trombosit konsantrasyonuna bağlı olarak gösterdiği düşünülmektedir. Tekrarlayan girişimlerde artan ağrı hissi, PZP’nin hipersensitizasyonla ilişkili hiperaljeziye neden olabileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Literatürde tekrarlayan PZP enjeksiyonunun neden olduğu periferik duyarlılığı bildiren yayın yoktur. Bu çalışmada, androjenik saç kaybı olan PZP hastalarında hipersensitizasyona bağlı hiperaljezinin olup olmadığını araştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2016-2017 yılları arasında androgenetik alopesisi olan 25-35 yaşları arasında 10 erkek hasta dahil edildi. Otolog PZP, frontal ve parietal bölge derisine cm2 başına 1 mL enjekte edildi ve enjeksiyon birinci, ikinci ve altıncı ayda tekrarlandı. Hastaların ağrılı uyaranlara verdiği cevaplar, tüm enjeksiyonlardan hemen önce ve ilk yılda, değişken olarak Von Frey filamentleri kullanılarak araştırıldı. Her bir ölçümün hiperaljezi skorları, iki cerrahın ortalama sonuçları ile belirlendi. Saç kaybı olan hastalar dermoskopi ile değerlendirildi. Birim alandaki saç folikülü sayısı tespit edildi ve hastaların her bir kontrolünde fotoğraf çekildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 29,4 idi. Hastalar hiperaljezi açısından değerlendirildiğinde, her PZP uygulamasından sonra, PZP enjeksiyonu öncesi ile karşılaştırıldığında ağrının daha az g stimülasyonu ile hissedildiği gözlendi (P < 0.05). Hiperaljezinin en yüksek periyodu PZP’den sonraki ilk yıldaydı (P < 0.05). Saç yoğunluğundaki artış, ilk tedaviden sonra 1., 2., 6. ve 12. aylarda % 6,4 , 9,4 , 21 ve 27,6 olarak hesaplandı.
Sonuç: Hastalarda tekrarlayan PZP enjeksiyonları nedeniyle hiperaljezi ortaya çıkabilir. Bu hastalarda hiperaljezinin gelişimi PZP içeriğindeki büyüme faktörlerine bağlı olabilir. Tekrarlanan PZP enjeksiyonlarından sonra ortaya çıkan hiperaljezinin nedenini belirlemek için ileri deneysel ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Platelet-rich plasma (PRP) is thought to exerts its effect through the growth factors present in the alpha granules of the platelets, depending on its high platelet concentration. The increasing feeling of pain in recurrent attempts raises the question that PRP may cause hyperalgesia associated with hypersensitization. There is no publication in the literature reporting peripheral sensitization caused by any recurrent injection of PRP. In this study, we aimed to investigate whether hyperalgesia occurs due to hypersensitization in PRP patients with androgenetic alopecia.
Patients and Methods: Between 2016 and 2017, 10 male patients aged 25-35 years who had androgenetic alopecia were included in the study. Autologous PRP was injected intradermally as 1 mL per cm2 in the diseased frontal and parietal area of scalp, and then the injection was repeated at the first, second and sixth months. Patients’ responses to painful stimulus were investigated immediately before all injections and at the first year using Von Frey filaments in variable. Hyperalgesia scores of each measurement were determined by averaging results of the two surgeons. Patients who had hair loss were evaluated with dermoscopy. The number of hair follicles per unit area was detected and the patients’ photographs were taken at each control.
Results: The mean age of the participants was 29.4 years. When patients were evaluated for hyperalgesia, it was observed that after each PRP application, pain was felt with less amount of g stimulation compared to before PRP injection (p <0.05). The highest period of hyperalgesia was in the first year after PRP (P <0.05). The increase in hair density was calculated as 6.4, 9.4, 21, and 27,6% at 1st, 2nd, 6th, and 12th months after the first treatment.
Conclusion: We determined that hyperalgesia may occur in patients because of repeated PRP injections. The development of hyperalgesia in these patients may be due to growth factors in the PRP content. Further experimental and clinical studies are needed to determine the cause of hyperalgesia occurring after repeated PRP injections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Temporamandibular Eklem İç Yapı Bozukluklarında Klinik Ve Manyetik Rezonans Bulgularının Korelasyonu
Ganime Dilek Emlik, Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse, Nurhan Güler, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Temporamandibular Eklem İç Yapı Bozukluklarında Klinik Ve Manyetik Rezonans Bulgularının Korelasyonu
ClInIcal DIagnosIs Compared WIth FIndIngs Of MagnetIc Resonance ImagIng In Internal Derangement Of The TemporomandIbular JoInt.
Temporamandibular eklemin (TME) iç yapı bozuklukları disk, artiküler eminens, fossa ve mandibular kondil arasındaki anormal ilişki olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızda TME iç yapı bozukluklarının tanısında klinik muayene ile manyetik rezonans görüntüleme bulgularının korelasyonu araştırıldı. TME şikayeti olan 100 hasta (179 eklem) Manyetik Rezonans Görüntüleme'de (MRG) ağız kapalı ve açık T1, T2 ve proton ağırlıklı oblik sagittal; ağız kapalı T1 ağırlıklı koronal kesitler alınarak incelendi. Eklemler MR bulgularına göre normal, redükte (RA), irredükte (IRA) ve beraberinde dejeneratif değişikliklerin gözlendiği dört gruba; klinik bulgularına göre erken, ara ve geç dönem olmak üzere üç gruba ayrıldı. Sıklıkla geç (%43) ve ara (%37) dönem olgularla karşılaşıldı. Ara dönemdeki eklemlerin %42'si normal, %44’ü redükte anterior (RA), %14'ü irredükte anterior (IRA); geç dönemdekilerin çoğu IRA (%67), 0%23'ü RA, %10ü normaldi. Erken dönemdekilerin ise %66’sı normal, %26’sı RA, %8’i IRA olarak saptandı. IRA’lı eklemlerin klinik muayenelerinde %83'ünde ağrı, %66'sında ağız açıklığında azalma, %39ünda krepitasyon, %26'sında klik; RA'lı eklemlerin ise %64'ünde ağrı, %62 sinde klik, %23'ünde ağız açıklığında azalma ve % 11'inde krepitasyon bulundu. Kemik komponentlerdeki dejenerasyon sıklıkla IRA ’lı ve krepitasyon bulunan eklemlerde izlendi. Klinik muayenede klik sesi redükte, kronikleşmiş ağrı ve ağız açıklığında azalma irredükte disk yer değiştirmesi için anlamlı bulunmuştur. Ayrıca klinik muayenede değerlendirilemeyen osseoz değişikliklerin saptanması özellikle tedavi seçiminde ve cevabında önemli olduğu için TME disfonksiyonlarında klinik muayene ile MRG bulguları birlikte değerlendirilmelidir.
İnternal derangement of temporomandibular joint (TMJ) has been described as abnormal relationship beetween the disc, articular eminence, fossa and condyl. İn this study it vvas compared to magnetic resonance imaging and clinical findings of internal derangement of TMJ. Hundered seventy nine joints of hundered patients, who vvere referred from Selçuk University Faculty of Dentistry with daim of internal derangement in their TMJ vvere examined by MRI. Examination vvas performed at closed and opened mouth position in T1, T2, proton vveighted oblique sagittal plane and closed mouth position in coronal plane. These joints vvere joints vvas divided into four groups as normal, reducted (RA), İrreducted (IRA) and with or vvithout degenerative joint changes according to MRI findings. Clinically they vvere classified as in early, intermediate and late stage. Most of the cases vvere in intermediate (%37) and late (%43) stages. İn early, intermediate, late stages the joints vvere determined normal: 66%, 42%, 10%; RA .26%, 44%, 23%; IRA: 8%, 14%, 67% by MRI respectively. İn RA and IRA joints pain 64%, 83%, limited mouth opening 23%, 66%, clicing 62%, 26%, crepition 11%, 39% vvere found by clinical examination, respectively. Degenerative change of osseos component at the joints vvere freçuently seen in the joints vvith IRA and crepitation. İn the clinical examination of TME vvere significant findings. Also the presence of osseos degenerative changes, vvhich could not be determined by clinical examination, are very important. Because they influence the treatment type and effctivity. We think that in determination of TME joint disfunction, clinical examination and MR findings should be evaluated together.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anti-Vegf Ajanlar Ve Göz Hastalıklarındaki
kullanım Alanları
Harun Çakmak, Müjdat Karabulut, Tolga Kocatürk
Derleme
Özeti
Anti-Vegf Ajanlar Ve Göz Hastalıklarındaki
kullanım Alanları
AntI-Vegf Agents And The Uses Of These Agents In Eye DIseases
Vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), yeni damar oluşumu
sırasında düzenlenen anjiyogenezisin en önemli mediyatörlerinden
biridir. Anti-VEGF ajanlar da neovasküler yaşa bağlı makula
dejeneresyonu, diyabetik retinopati, maküler ödem, neovasküler
glokom, korneal neovaskülarizason gibi birçok göz hastalığında
kullanılmaktadır. Bu derlemede VEGF biyokimyasından ve anti-VEGF
ajanların göz hastalıklarındaki kullanımından bahsedilmiştir.
Vascular endothelial growth factor (VEGF), one of the most
important mediators of angiogenesis, is upregulated during
neovascularization. In fact, anti-VEGF agents have efficacy in the
treatment of neovascular age-related macular degeneration, diabetic
retinopathy, macular edema, neovascular glaucoma, and corneal
neovascularization. In this review, which discusses the biochemistry
of VEGF and the use of the anti-VEGF agents in eye diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kıskançlık - Boşanma - Eşi Öldürme Üçgeni
Kriton Dinçmen, Murat Bilgili, Ümit Biçer
Araştırma makalesi
Özeti
Kıskançlık - Boşanma - Eşi Öldürme Üçgeni
Jealousy-DIvorce-Spouse-MurderIng TrIanglurIty
Kıskançlık nedeniyle eşini öldürmüş veya öldürmeye tam teşebbüs etmiş olan akli du-rumlarının tetkiki ve dolayısıyla ceza ()Niyetlerinin tayini için Adli Tıp Kurumu 1V. ihtisas kuruluna gönderilmiş olan vakalaı-ın tetkikinde. suçu işleme tarihinden önceki dönemde (eşlerinden ayrılma) girişimtnde bulunmuş olanlara sıklıkla rastlannuş olması, son beş yıla ait bütün dosyaların bu açıdan araştırılmasına ii eden olmuştur. Sözü edilen araştırmalarda ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Şöyle ki: aklen salim veya akıl hastası olsun. tüm olguların akli durumları herhangi bir hususiyet gözetmeksizin bu husu.vta gözlenmiş oldukları davranış faktörleri tamamen aym olmuştur. Her iki grubtaki olguların %41.3'ii, davalı bulundukları suçu işlemeden önce (eşlerinden ayrılma) gibi sosyal bir kuruma başvurarak kendilerini katil ve eşlerini de maktül ol-malarından korumaya çalışrınşlardır. ancak, sosyal baskılar boşanma başvıtrustmun mahkemece reddi reyahut aile çevrelerinin bu husustaki olumsuz tu-nunları şahısların bu "sosyal açıdan makbul" girişimlerine mani olarak "sosyal açıdan makbul ol-mayan" suçun önlenmesine _neden olmuştur. Bu açıdan bu araştırmanın tıbbi yanının dışında önemli bir sosyal yanının da bulunduğıı konuma varılmıştır.
In this article the restdts of a research study the relations between jealousy-divorce murdering the spouse done hy Psychian-ic Speciality Committee of the Supreme Council of Forensic Medicine of Turkey aı-e discussed.From 242 cases (207 male and 35 lemale) examined hy the Committee, the 138 were found as not possessing penal respons.ihility for psychiatric ı-easons; on the other hand, the rest 104 cases were accepted tü possess a full res-ponsibility tovvards the erime the)' committed. The main goal of the study was the determination of the percentage of the criıninals, who. before committing the erime had attempted to divorce their spouses. These people were forced to continue their common maı-ital life, eithe• becatıse their attemptsr were re-jected by the Court as not heing based on an ac-curate cause, ni- their wishes for divor-ce were found tü be unsuitable with te current social norms by their families. it is ve)); interesting tü find that. in both groups -sane or insane, responsible or ir-responsible- about the same percentage of 41. before conımitting crimes. tried to prevent themselves fr onı becoming murderers and their spouses Irom being kil-led, hy trying to get divorced. However, as their at-tempts 1,1,ere rejected. they had tü continue their for-ced coe.vistence and forced cohabitation, and as a result, after a while, not heing ahle to master their normal or delusion jealousy anymore. had to commit crimes. From this point of view. it is put forward that, such cases in which jealous people -sane ni" in-sane- reach to the point of asking for divorce, ac-cepting it will prohahly have a positive qffect on the prevention of such crimes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Talus Dislokasyonu
Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Total Talus Dislokasyonu
Total Talus Dıslocatıon
Total talus dislokasyonu hemen her zaman ayakta sakatlık bırakan bir yaralanmadır. Çok şükür nadir görülmektedir. Bu yazıda bir total talus dislokasyonu vakası takdim edildi ve konu kısaca gözden geçirildi.
The Total dislocation of talus is a traurna that results always alrnos disabling. Fortunately it is rare. In this paper a cese 'with total dislocation of talus was presented and the subject was reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Sırasında Üroloji Kliniklerine Normal Ve Acil Başvurulardaki Azalma: Gözlemsel Bir Çalışma
Mehmet Yılmaz Salman, Orhun Sinanoğlu, Göksel Bayar
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Sırasında Üroloji Kliniklerine Normal Ve Acil Başvurulardaki Azalma: Gözlemsel Bir Çalışma
The Decrease In Regular And Emergency VIsIts To Urology ClInIcs DurIng Covıd-19 PandemIc: An ObservatIonal Studythe Decrease In Regular And Emergency VIsIts To Urology ClInIcs DurIng Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu önce ve sonra çalışmasının amacı, 2019 ve 2020'nin aynı döneminde pandemi öncesi ve sonrası
ürolojik konsültasyon ve acil durumlardaki değişiklikleri iki g rup olarak karşılaştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Hasta dosyaları geriye dönük olarak taranmış ve konsültasyon, ameliyat ve yatış
sayıları değerlendirilmiştir. İki grup triyaj renk kodları ve nihai kararlar açısından karşılaştırılmıştır. Hastaların
yaş ve cinsiyet gibi demografik verileri, triyaj renk kodu, konsültasyon kliniği, vizit tipi (düzenli vs kontrol) ve
operasyon verileri (ameliyat tipi, profilaksi durumu, ameliyat yeri vb.) kaydedilmiştir.
Bulgular: 2019 yılında 50 günlük dönemde acil servise toplam 89.674 hasta, 2020 yılında ise aynı dönemde
53.745 hasta başvurmuştur. Aynı dönemde acil servise başvuran hasta sayısı bir önceki yıla göre %40,07
azalmıştır. Yeşil triaj kodlu hastaların oranı 2020 yılında 2019 yılına kıyasla %30 azalırken, aynı dönemde
sarı triaj kodlu hastaların oranı ise %28.9 artmıştır. Üroloji vizitlerinde 2020'de %85.91 gibi dramatik bir düşüş
yaşanmıştır.
Sonuç: COVID-19 pandemisi hala devam etmekte olup, aşılama programları ve kısa sürede kullanıma
sunulacak olan yeni ilaçlar dahil olmak üzere tüm çabalara rağmen bir süre daha devam edecek gibi
görünmektedir. Pandemi ile birlikte üroloji kliniğine konsülte edilen hastal arın sayısında azalma olmuştur .
Aim: In this pre-and post- study, we aimed to compare changes in urological consultations and emergencies
between before and after the pandemic at the same time period o f 2019 and 2020 as two groups.
Patients and Methods: Patient files were retrospectively screened and numbers of consultations, surgeries
and admissions were evaluated. The two groups compared in terms of triage color codes, and final decisions.
Patients’ demographic data such as age and gender, triage color code, consultation order clinic, type of visit
(regular vs control), and operational data (type of surgery, prophylaxis status, place of OR etc) were recorded.
Results: A total of 89,674 patients presented to the emergency department in the 50-day period in 2019 and
53,745 patients in the same period of time in 2020. The number of patients presenting to the emergency
department decreased by 40.07% within the same period compared to the previous year. The percentage of
patients with the green triage code was decreased in 2020 by 30% compared to 2019, while the percentage
of yellow triage code was increased in 2020 by 28.9% compared to 2019. There was a dramatic fall in urology
visits in 2020 by 85.91%.
Conclusion: The COVID-19 pandemic is still ongoing, and it seems likely to continue for some time, despite
all efforts including vaccination programs and novel drugs that will also become available in a short time. The
number of patients cosulted with urology outpatient clinic has decreased during the pandemic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Mustafa Keskin, Mustafa Güçlü
Araştırma makalesi
Özeti
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kikuchi Lenfadeniti. Bir Olgu Sunumu Ve Türkiye’den Bildirilmiş Olguların Değerlendirmesi.
Halil Kıyıcı, Erdal Karagülle, Eda Ermişler
Olgu sunumu
Özeti
Kikuchi Lenfadeniti. Bir Olgu Sunumu Ve Türkiye’den Bildirilmiş Olguların Değerlendirmesi.
KIkuchI’s LymphadenItIs. A Case Report And EvaluatIon Of Cases Reported From Turkey
Kikuchi lenfadeniti tanısı konan bir olgunun sunumu eşliğinde Türkiye’den bildirilmiş aynı tanıya sahip olguların topluca değerlendirilmesi. 26 yaşında, koltuk altında ele gelen kitle ve ateş şikayetleriyle başvuran kadın hastada tüberküloz lenfadeniti klinik ön tanısıyla eksizyonel lenf nodu biyopsisi yapılmıştır. Patolojik incelemede lenf nodlarında düzensiz keskin sınırlı nekroz odakları görülmüştür. Bu odaklarda yoğun histiyosit proliferasyonu saptanmış, nötrofil lökosit infiltrasyonu görülmemiştir. Enfeksiyöz lenfadenitlerin ve lenfomanın ekarte edildiği bu olguda klinik ve morfolojik bulguların Kikuchi lenfadeniti ile uyumlu olduğu görülmüştür. Nadir görülen bir lenfadenopati olan Kikuchi hastalığı, özellikle lenfoma ile ayırıcı tanıya girmesi sebebiyle özel bir öneme sahiptir. Bu hastalık, klinik ön tanılar içine pek konulmadığından dolayı patolojik değerlendirmede mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu olgu sunumu ile birlikte Türkiye’den bildirilen toplam 31 olgunun yaş ortalaması 31’dir. Bu olgularda kadın / erkek hasta oranı 1.45’tir. En sık saptanan klinik bulgular ele gelen şişlik ve ateştir. Şişlik, ağrılı veya ağrısız olabildiği gibi, ateş de subfebril olabilmektedir. En sık servikal bölge, ikinci sıklıkta aksiller bölge tutulmaktadır. Laboratuvar bulgusu olarak sıklık sırasıyla ESR, CRP, LDH yüksekliği ve lökopeni görülür. Bu patoloji, özellikle lenfoma ve sebebi bilinmeyen ateş klinik ön tanıları olan, servikal – aksiller lenfadenopatisi bulunan olguların ayırıcı tanısına dahil edilmelidir.
Evaluation of Turkish cases reported as Kikuchi lymphadenitis, together with an additional case report. Excisional lymph node biopsy is performed on a 26 years old female patient, who is admitted to the hospital with complaints of a palpable mass at axilla and fever. Pathological examination revealed multiple foci of necrosis with sharp, irregular borders. Dense histiocytic proliferation without presence of neutrophil leukocytes is seen in these foci. Clinical and morphological findings of this case are found to be concordant with Kikuchi’s lymhadenitis. As a rare type of lymphadenitis, Kikuchi’s disease has a special importance due to its inclusion in differential diagnosis of lymphoma. Since it is uncommon to be counted in clinical pre-diagnosis, it must be absolutely taken into consideration in pathological evaluation. Together with this case report, mean age of totally 31 cases from Turkey is 31. Female to male ratio of these cases is 1.45. The most common clinical findings are palpable mass and fever. Masses may be painful or painless, as if fever may be subfebrile. Most common location is cervical region and the second common location is axillary region. As laboratory findings, ESR, CRP and LDH levels are increased and leukopenia is found. This pathology must be included especially in differential diagnoses of cases with clinical pre-diagnoses of lymphoma and fever of unknown origin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Feto-Maternal Transfüzyon Ve Feto-Maternal Transfüzyonu Etkıleyen Faktörler
Ümran Çalışkan, Hasan Koç, Dursun Odabaş, Fatih Toksöz, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Feto-Maternal Transfüzyon Ve Feto-Maternal Transfüzyonu Etkıleyen Faktörler
Feto-Rnaternat TransfusIon And Factors InfluencIng The Feto-Maternal TransfusIon
Feto-maternal transfüzyonun araştırıldığı bu çalışmada, transfüzyon oranı %18.59 bulunurken, fetus-anne kan gruplarının uygunluğunun, primipar gebeliğin ve doğumda forseps ya da vakum uygulamalarının transfüzyonu anlamlı olarak artırdığı, ve fakat gebelikte kanamanın varlığı, preeklarnpsi, indüksiyon uygulaması, gebelik süresi, travay süresi, travayın kanama ile başlaması, prezentasyon şekli ile phisenta ve kardan Icomplikasyonları gibi faktörlerin ise herhangi bir risk oluşturmadığı gözlendi.
In this study in which feto-maternal transfusion was researched, the Tate of feto-maternal transfu-sion was 18.59%. Fetal and materna' blood group cornpatibility, prirnipar pregnancy and forceps or vacuum adminisiration were signıficanily enhanced feto-rnaternal transfusion. But, bleeding during pregnancy, preeclampsia, induction adrninistration, duration of pregnancy, duration of delivery onset, with bleeding. Fetal presentation form, placentae and cordon complications were not effective ta feto-maternal transfusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kelimelerin Cümle İçinde Ve Izole Okunuşunda Vizüel Fiksasyon
Zehra Akpınar, Betigül Yürüten, Orhan Demir, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kelimelerin Cümle İçinde Ve Izole Okunuşunda Vizüel Fiksasyon
VIsual FIxatIon In ReadIng Sentences And Isolated Words
Bir metnin okunmasında, gözler kelime identifi-kasyonu için satır üzerindeki en uygun noktaya fikse edilir. Fiksasyon süresi ve sakkad ı.tzunlukları, farklı kişileıin okuyuşlarında ve aynı kişinin okuyuşlarında önemli değişkenlikler göstermektedir. Ingilizce ve Fransızca kaynaklarda bahsedilen değişiklikler bu çalışma ile Türk dilinde de görülmüş bulunuyor. Ayrıca fiksasyon noktaları, izole kelimelerde metin içindekilere göre daha ısrarlı olarak sol yarıya düşmektedir. Bu sonuçlar, parafoveal algt ve kontekstüel etki-lerle ilgili bilgilerin ışığında tartışıldı.
In reading of a text the eyes fixate on the most apprepriate point on the line for word identification. There is a great deal of variability both within and between subjects in respects of saccade lenghts and fixation duration. The variabilites mentioned in the relevant English and French literature are also detected in Turkish language by this study. Additionaly, fixation point is more persistent on the left half of the isolated words than on the ie.?ft half of the contectual ones. This results is disscussed in the light of rhe knowledge about parafoveal perception and contectual effects
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İshalli Çocuklarda Etken Dağılımı Ve Etkenlere Yönelik Özellikler
Hanefi Demirtaş, Muhsin Atık
Araştırma makalesi
Özeti
İshalli Çocuklarda Etken Dağılımı Ve Etkenlere Yönelik Özellikler
The DIstrIbutIon Of The EtIologIc Agents Of DI-Arrhoea And TheIr Seasonal Features
Ishal şikayeti ile polikliniğe başvuran 113 ishalli çocuğun dişi(' örneklerinden, etkeni saptamaya yönelik çalışmarnızda; %28.3 oranında Rotavirüs, %10.6 oranında S. typhimurium, %7 oranında EPEC. %2.7 oranında S. ,flexneri ve birer hastada Candida (%0.8) ve Gardia (0.8) eken olarak sap-tanmıştır. C. jejuni tüm vakalada araştırılmasına rağmen izole edilememiştir. Etken izole edilen ya-kaların %83.2'sinin 0-12 ay grubunda olduğu gözlenmiştir. ishale neden olan hakteriyel et-kenlerin kışa göre, sonbahardaki sıklığı anlamlı oranda (p<0.05) yüksek bulunmuştur. Bulgularımıza göre, ishalin, ülkemizde yaşına kadar olan çocuklarda hala önemli bir sağlık sorunu olduğu ve Rotavirüslerin, özellikle soğuk mevsimlerde, ishal et-keni olarak ilk sırayı aldığı sonucuna varılmıştır.
From stools of 113 childiren, who carne owing to complain of diarı-hoea to ouı- outpatient depaı-tment. microbiolojic cultures have heen made to identify the etiologic agent. From this cultures, 28.3 % Ro-tavirus has heen identıfied. The otheı- agents were S. typhimurium (10.6 %), EPEC (7 %), S. flexneri (2.7 %), Candida (0.8 %) and Giaı-dia (0.8 %). C jejuni has heen searched, but from nobody could be ide-ified. 83.2 % of this childı-en wer-e 1-12 monts old. In autumn, the incidence qf pathologic agents were sig-nificantly higheı- as in winter (p< 0.05). According to our fiı-ıdings, diarrhoea is stili an important di-sease among the childiren who are 0-2 vears old and the rotavirus is the most fi-equent cause of di-arrhoea rn childiren, specially in cold seasons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Keratokonus Progresyonunun Önlenmesinde Korneal Kollajen Çapraz Bağlama Tedavisinin Etkinliği
Sibel İnan, Ersan Çetinkaya, Reşat Duman, Bünyamin Kutluksaman, Mustafa Doğan, Güliz Fatma Yavaş
Araştırma makalesi
Özeti
Keratokonus Progresyonunun Önlenmesinde Korneal Kollajen Çapraz Bağlama Tedavisinin Etkinliği
The EffIcacy Of Corneal Collagen Cross-LInkIng For The Treatment Of ProgressIve Keratoconus
Amaç: İlerleyici keratokonusu bulunan hastalarda korneal kollajen çapraz bağlama tedavisinin etkinliğinin araştırılması amaçlanmıştır.Bulgular: 6 aylık takip süresinin sonunda, korneal topografide, tüm hastaların Sim K max değeri ortalama 0,95±0,22 D azalma göstermiştir. Sim K min değeri ise 8 gözde (%80) azalırken (ortalama 0,39 D) 2 gözde (%20) değişiklik olmamıştır. Santral kornea kalınlıkları ise ortalama 10,1±1,37μm azalma göstermiştir. En iyi düzeltilmiş görme keskinlikleri tedavi öncesi ve sonrasına göre incelendiğinde 6 hastada (%20) tedavi öncesine göre artış gösterdiği, 4 hastada (%40) ise görme keskinliklerinin sabit kaldığı tespit edilmiştir.Sonuç: Apollon cihazı ile kliniğimizin ilk uygulamalarının sonuçlarına göre korneal kollajen çapraz bağlama tedavisi keratokonus progresyonunu durdurmada etkili bir yöntem olarak görünmektedir. Tedavinin kalıcılığının değerlendirilebilmesi için uzun dönemli geniş serili, prospektif çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Aim: The aim of the study was to investigate effectiveness of corneal collagen cross-linking treatment in patients with progressive keratoconus. Patients and Methods: Ten patients (6 female and 4 male) who showed progression in the parameters of Keratoconus were included in the study. Complete ophthalmological examinations including uncorrected and best-corrected visual acuities (UCVA and BCVA), slit-lamp anterior and posterior segment investigation and intraocular pressure was performed in all patients. Corneal topographic measurements were done by Sirius Corneal Topography system. All patients underwent an intervention of corneal collagen cross-linking procedure with riboflavin and UV-A. Results: Sim K max value of all patients in topographic measurement decreased (mean 0,95±0,22 D) after 6 month follow-up. The value of sim K min decreased (mean 0.39 D) in 8 patients, while it showed no change in 2 patients (20%). A decrease of mean of 10,1±1,37μm central corneal thickness was observed. In 6 eyes (60%), BCVA showed improvement when compared to the baseline values, while BCVA in 4 (40%) eyes remained stable during the follow-up period. Conclusion: Corneal collagen cross-linking treatment as a first applications of our clinic using Apollon device seems to be effective in prevention of keratoconus progression according to our experience in our small series. Long-term, prospective, large studies are needed to display the long-term effectiveness of this treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalıklılarda Sinir İletim Çalışması
Bülent Oğuz Genç, Savaş Yaşar, Emine Genç, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalıklılarda Sinir İletim Çalışması
Nerve ConductIon Study In PatIents WIth ChronIc ObstructIve Pulmonary DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (K0A1-1) bulunan 46 hastada (yaş ort:62.63±7.41) kronik solunum yet-mezliğinin motor ve duysal sinir iletimleri üzerine etkisi araştırıldı. Hastaların % 13'ünde klinik ve anamnestik ola-rak nöropati düşündüren bulgular gözlendi, %35'inde ise elektrofizyolojik olarak alt ekstremitelerde ve duysal si-nirlerde belirgin demiyelinizan tipte bir nöropatinin varlığını düşündüren bulgular elde edildi. Yaş, hipokseminin derecesi, hastalık ve sigara kullanım süreleri ile sinir iletim hızlarındaki yavaşlama arasında anlamlı bir korelasyon bulunma& Bu elektrofizyolojik sonuçlar alt ekstremitelerde ve duysal liflerde belirgin olup derniyelinitif etkilenişi düşündürmektedir ve literatürle uyumludur.
Fourty six patients with chronic obstructive pulmonary disease(COPD), mean age 62.63±7.41, were studied to determine the effect of chronic respiratory insufficiency on penpheral sensory and motor nerve conduction. 13% of patients showed clinical symptomps or signs suggestive of neuropathy. Abnormal nerve conduction studles were found in 35% of patients suggesting a predominantly distal and sensory neuropathy of demyelinating type. Age, degree of hypoxemia, duration of disease and cigarette consumption did not significantly correlate with slowing of nerve conduction velocities. These electrophysiologic results are suggestive of a predominantly clistal and sensory neuropathy of demyelinating type that is in agreement with literature knowledge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
Ülkü Kerimoğlu, Deniz Akata, Tuncay Hazırolan, Faruk Köse, Enis Özyar, Lale Atahan
Araştırma makalesi
Özeti
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
SonographIc EvaluatIon Of RadIotherapy Response In CervIcal Cancer: CorrelatIon Of Mrı FIndIngs WIth ResIstIve IndIces
Amaç: Bu prospektif çalışmada serviks karsinomunun radyoterapiye cevabının değerlendirilmesinde transvajinal renkli doppler ultrasonografi ile ölçülen rezistiv indeksin rolünü incelemek ve manyetik rezonans bulguları ile karşılaştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: İleri evre (>IIA) serviks kanseri histopatolojik tanı alan 13 hastaya radyoterapi öncesi ve 6 ay sonrası MRG ve TVRDUS yapıldı. Tümör santral ve perifer kesiminden ölçülerek ortalaması alınan rezistiv indeks tedavi öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldı. Bu değerler MRG bulguları ve kontrol grubunun rezistiv indeks değerleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: B-mod transvajinal ultrasonografi (TVUS) ile tedavi öncesi tüm hastalarda tümöral kitle görüntülenebildi.Tedavi öncesi ve sonrası rezistiv indeks değerleri sırasıyla 0.20-0.82(ortalama: 0.52), 0.70-0.99 (ortalama:0.81) olarak ölçüldü. 13 hastadan 11’i tedaviye tam cevap verdi ve MR tetkikinde hiçbir kitle saptanmadı. TVUS ile yapılan incelemede servikste kitle gözlenmedi. 2 hastada ise MR tetkiki ve ultrasonografi ile rezidüel kitle izlendi. Tedaviye tam cevabı olanlarda radyoterapiye bağlı rezistiv indeks değerindeki artış istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.001). Rezidüsü olan 2 hastada ise rezistiv indeksler artmadı. Kontrol grubunun rezistiv indeks ortalaması 0.65 olarak ölçüldü ve hastaların tedavi öncesi rezistiv indeks değerinden istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksekti. Sonuç: TVRDUS ile elde edilen spektral değerler serviks karsinomunun tedaviye cevabının değerlendirilmesinde MRG’ye iyi bir alternatif olabilir çünkü MRG bulguları ile rezistif indeks değerleri anlamlı korelasyon göstermektedir.
Aim: To assess prospectively the role of resistive indicies (RI) in determining the response to radiotherapy by transvaginal color doppler ultrasound (TVCDUS) and to correlate the results with MRI findings. Material and Method: 13 patients with advanced stage (>stage IIA) cervical cancer evaluated by MRI of the pelvis and TVUS before and 6 months after radiotherapy treatment. The mean resistive indicies before and after daiotherapy were measured from the periphery and the center of the tumor and were compared. These values were further correlated with both MR findings and RI values of the control group. Results: B mode TVUS identified the mass of all patients before therapy. RI measured 0.20-0.82 (mean=0.52) and 0.70-0.99 (mean=0.81) before and after the radiotherapy respectively in 13 patients. 11 showed full response clinically and accordingly, MR showed no residual tumor. MR examination and US showed residual tumor in two patients. The increase in RI before and after the radiotherapy was statistically significant (p=0.001) in the full response group. RI did not increase in two patients with residua. The mean RI measured from the control group was 0.65 and was significantly higher than the RI of the patients measured before therapy. Conclusion: Spectral features of TVCDUS can be a good alternative in the follow up response of cervix carcinoma to therapy, since a significant correlation between MRI findings and RI measurements are found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
(sulbactam-Ampicillin), (clavulanic Acid-Amoxycillin) Ve Ampicillinpin Xn Vitro Etkinliklerinin Karşılaştırılması
Naci Kemal Kırca, Bülent Baysal, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
(sulbactam-Ampicillin), (clavulanic Acid-Amoxycillin) Ve Ampicillinpin Xn Vitro Etkinliklerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of In VItro EjfeclIveness Of (sulbactam-AmpIcIIIIn), (arnoxycIllIn-ClavulanIc AcId) And AmpIcIllIn
Bu çalışmada disk diffüzyon tekniği kullanılarak 120 Staphylococcus aureus suyuna karşı Ampicillin-Sulbactam, Amoxycillin-Clavulanic acid kombinasyonları ile Ampicillin'in etkinliklerini karşılaştırdık. Her iki kombinasyonun da Staph.aureus'a karşı, Ampicillin'in antibakteriyel etkinliğini ve Amoxycillin'in antibakteriyel etkinliğini artırdıklarını gözledik.
in this study, we compared the effectiveness of Sulbactarn-Ampicillin, Clavulanic acid-Amo•ycillin. and Ampicillin against to 120 Staphylococcus aureus strains by tneans of disk diffusiorı technic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrauterin Dönemde Mrı İle Tespit Edilen Fetal Germinal Matrix Kanaması
Suna Özdemir, Osman Balcı, Halime Göktepe, İsmet Tolu
Olgu sunumu
Özeti
İntrauterin Dönemde Mrı İle Tespit Edilen Fetal Germinal Matrix Kanaması
Fetal GermInal MatrIx Hemorrhage DIagnosed By MrI DurIng IntrauterIne PerIod
İntraventriküler kanama (İVK) preterm doğumun önemli komplikasyonlarından biridir. Lateral ventriküllerin subepandimal tabakasını oluşturan germinal matriks intraventriküler kanamanın en sık olarak görüldüğü alandır. İVK fetüste ultrasonografi ile ventrikülomegali ve hiperekojenik alan olarak yansırken, fetal manyetik rezonans görüntüleme (MRI) ile daha kolay saptanır. Fakat fetüste bunu gözlemlemek kolay değildir. Bizim burada sunduğumuz olgu, 30’uncu gebelik haftasında dış merkezden ventrikülomegali ön tanısıyla tarafımıza gönderildi. Kliniğimizde yaptığımız ultrasonografi ve MRI’da fetal kraniumda germinal matrix kanaması tespit edildi. Otuz ikinci gebelik haftasında annede ağır preeklampsi gelişti ve bu nedenle gebelik sezaryen ile sonlandırıldı. Şüpheli ventrikülomegalide teşhisi doğrulamada fetal MRI yapılmalıdır.
Intraventricular hemorrhage (IVH) is a common complication associated with delivery in preterm neonates. Germinal matrix, subependymal layer of lateral ventricle is the most occurring site of intraventricular hemorrhage. IVH is imaged as a hyperechogenic area and ventriculomegaly on ultrasonography, but it is detected easily by fetal magnetic resonance imaging (MRI). The present case was referred to our clinic due to ventriculomegaly on ultrasonography. Germinal matrix was determined on the fetal cranium with ultrasonography and intrauterine MRI at 30th weeks of gestation. The pregnancy was terminated by cesarean section due to severe preclampsia. Fetal MRI should be performed to confirm the diagnosis on the cases with suspect ventriculomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akne Vulgarisli Hastalarda Sistemik İzotretinoin’in Oküler Yan Etkilerinin Araştırılması
Demet Ersivri, Sevil Alan, Erol Çenesizoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Akne Vulgarisli Hastalarda Sistemik İzotretinoin’in Oküler Yan Etkilerinin Araştırılması
EvaluatIon Of Ocular SIde Effects Of SystemIc IsotretInoIn In PatIents
wIth Acne VulgarIs
Bu çalışmanın amacı sistemik izotretinoin ile tedavi edilen
akne vulgarisli hastalarda ilacın etkinliğini ve oküler yan etkilerini
değerlendirmek idi. 38 akne vulgarisli hastaya toplam dört ay
boyunca 1 mg/kg/gün dozunda sistemik izotretinoin verildi. Tedavinin
başlangıcında ve bitiminde hastalar, ilacın etkinliği yönünden global
akne derecelendirme sistemi (GADS) kullanılarak değerlendirildi.
Başlangıçta, ikinci ayda ve dördüncü ayda oftalmolojik muayeneleri
yapıldı ve subjektif şikayetleri kaydedildi. Biyomikroskobik muayene,
fundus muayenesi, Schirmer 1 testi, anestezili Schirmer testi,
gözyaşı kırılma zamanı testi yapıldı. Tedavinin başlangıcında
30,65±4,74 olan GADS puanı, tedavinin bitiminde 1,26±3,78 olarak
saptandı. Tedavinin ikinci ayında 24 hastada (%63,15) subjektif göz
şikayetleri tespit edildi. Tedavinin dördüncü ayında ise ikinci ayda
şikayeti olmayan 14 hastanın 11’inde göz şikayeti oldu. Tedavi
süresince Schirmer 1, anestezili Schirmer ve gözyaşı kırılma zamanı
testlerinde anlamlı bir azalma tespit edildi. İzotretinoin tedavisi
planlanan hastaların tedavinin başlangıcında ve tedavi süresince
oküler şikayetler ve yan etkiler açısından en az bir kere oftalmolojik
muayenelerinin yapılmasının faydalı olacağı düşüncesindeyiz.
Evaluation of ocular side effects of systemic isotretinoin in
patients with acne vulgaris The aim of the study was to evaluate
effectiveness and ocular side effects of systemic isotretinoin
treatment. 1 mg/kg/day systemic isotretinoin was given to the 38
patient with moderate-severe-very severe acne vulgaris. Patients were
evaluated by using Global Acne Grading System. At baseline, second
and forth months subjective complaints of patients were recorded
and ophthalmological examinations were performed in ophthalmology
clinic. Biomicroscopical examination, fundus examination, Schirmer 1
test, Schirmer test with anesthesia, tear-film break-up time tests were
performed at baseline second and forth months. GADS values were
30,65±4,74 at the beginning and 1,26±3,78 at the end of the therapy.
This decrease was statistically significant. Subjective complaints
were observed in 24 patients (63.15%) at the end of second month
of treatment. At the end of forth month 11 of 14 patients who did
not have any complaints at second month had some complaints.
A significant decrease was seen in Schirmer 1 test, Schirmer test
with anesthesia, tear-film break-up time tests. In cases considering
isotretinoin treatment, we think that the ophthalmologic examination
performed at least once may be helpful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
Fahri Halit Beşir, Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Abdullah Belada
Araştırma makalesi
Özeti
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
DIagnosIs And Therapy PlanIng Of ParotId Gland Masses WIth ImagIng TechnIques
Parotis kitlesi ile gelen hastaların tanısında ve tedavinin planlanmasında görüntüleme tetkiklerinin önemi araştırılmıştır. On altı hasta (10 kadın, 6 erkek; 13-75 yaşları arasında; ortalama yaş 41.12±16.97) retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik özellikleri, preoperatif yapılan radyolojik tetkikler, yapılan görüntüleme tetkiklerinde kitlenin lokalizasyonu, karakteristik özellikleri, çevre dokularla ilişkisi ve cerrahi spesmenlerin histopatolojik tanıları gözden geçirildi. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların tamamına benign parotis tümörü tanısı konulup malign parotis tümörü görülmedi. Histopatolojik tanılar 11 hastada (%68.75) pleomorfik adenom iken, 5 hastada (%31.25) Warthin tümörü idi. Parotis kitlesi 8’inde (%50) sağ parotis bezinde diğer 8’inde de (%50) sol parotis bezinde yerleşim gösteriyordu. Hastaların 7’sinda preoperatif ultrason (US) yapılırken, 9’unda bilgisayarlı tomografi (BT) ve 5’inde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılmıştı. Parotiste kitle ile gelen bir hastada ucuz, efektif, ulaşımı kolay, radyasyon içermeyen, non-invaziv, sedasyon gerektirmeyen bir tetkik olduğu için, parotis kitlelerinin büyük bir kısmı süperfisiyal lobdan orijin aldığından ve süperfisiyal lobda yerleşim gösteren tümörleri değerlendirmede etkili olduğu için öncelikle US yapılmalıdır. Derin lob yerleşimli tümörlerde ve maliniteden şüphelenildiğinde BT veya MRG’den birisi tercih edilmelidir. Hasta geldiğinde BT veya MRG’den herhangi biri varsa diğerinin yapılmasına gerek yoktur.
To determine the contribution of imaging techniques for diagnosis and therapy planning of patients with parotid masses. 16 patients (10 female, 6 male; between 13-75 age; mean age 41.12±16.97 years) were evaluated retrospectively. Age, gender, clinical characteristics of patients, imaging studies which were performed preoperatively, location and characteristics of masses and invasion to the surrounding tissue, histopathologic examination of surgery specimens were evaluated in the current study. Histopathologic examinations of specimens revealed that all cases were benign. Histopathologic findings revealed no malignancy. Histopathologically, lesion was diagnosed as pleomorphic adenoma in 11 patients (%68.75) and Warthin tumor in 5 patients (%31.25). The mass was located in left parotid gland in 8 (%50) patients and in right parotid gland in 8 (%50) patients. Preoperative, ultrasound (US) was performed in 7 patients; computed tomography (CT) was performed in 9 patients; magnetic resonance imaging (MRI) was performed in 5 patients. US should be the initial investigation of choice for patients with parotid masses because of superficial location. US is effective, inexpensive, nonradiation, non-invasive, practical and does not require sedation in diagnosis parotid masses. Deeply located tumors and malign tumors should be evaluated with CT or MRI. CT or MRI alone is sufficient for evaluation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Resiprokal Translokasyon (18;20) (p11.3;q11.2) Taşıyan Bir Olgu
Pelin Taşdemir, Ayşegül Zamani, Sennur Demirel, Aynur Acar
Olgu sunumu
Özeti
Resiprokal Translokasyon (18;20) (p11.3;q11.2) Taşıyan Bir Olgu
A Case Who CarrIes RecIprocal TranslocatIon (18;20) (p11.3;q11.2)
Dengeli resiprokal translokasyonlar, çiftlerde tekrarlayan düşüklerden sorumlu olan kromozomal düzensizliklerin en büyük grubunu oluşturur. Bir tanesi ikiz olmak üzere beş adet ilk trimester spontan abortusu olan 27 ve 29 yaşında bir çift sitogenetik inceleme ve genetik danışma için gönderildi. Kromozomal incelemelerden sonra kadının karyotipinin normal, erkeğin karyotipinin 46,XY,t(18;20)(p11.3;q11.2) olduğu saptandı. Üreme kayıplarının en önemli sebebinin var olan translokasyonun dengelenmemiş ürünlerinden kaynaklanabileceği düşünüldü. Bu dengeli translokasyonda bu bölgeye lokalize genler literatür ışığında gözden geçirilerek dengelenmemiş karyotipli gebelik riskleri tartışıldı.
Balanced reciprocal translocations are the largest group of chromosomal aberrations responsible for recurrent abortions in couples. A couple, aged 27 and 29 years referred for cytogenetic analysis and counseling for five first trimester spontaneous abortions which one of them was a twin. After the chromosomal analyses the women’s karyotype was determined normal and the man’s was 46,XY,t(18;20)(p11.3;q11.2). The main cause of the loss of reproduction was tought to be the reason of the unbalanced product of this translocation. The genes localized on the region of this balanced translocation was looked over based on the literatüre and the risk of unbalanced karyotyped pregnancies were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnfantta Paroksismal Supra Ventriküler Takikardia
Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul, Dursun Odabaş, Hacer Çalışkan
Araştırma makalesi
Özeti
İnfantta Paroksismal Supra Ventriküler Takikardia
Infantta Paroxısmal Supra Ventrıcular Tachcardıa
Paroksismal supra ventriküler takikardi (P.S.V.T.) pediatrik yaş grubunda da görülebilen bir kardiak aritmidir. Bu yazıda bir paroksismal supra ventriküler takikardi vakası takdim edildi ve konu kısaca gözden geçirildi.
Paroxysmal supra ventricular tachycardia is a cardiae aritmia which can alsa be occurred in pediatric popullation. in this article a patient with supra ventricular tachycardia has been presented and this subject has been shortly reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medulloblastomalarda Bilgisayarlı Tomografinin Tanı Krıterlerı
Bilge Çakır, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Medulloblastomalarda Bilgisayarlı Tomografinin Tanı Krıterlerı
DIagnostIcal CrIlerIa Of Computed Tomography In The Medulloblastomas
Bilgisayarlı tornografik (BT) incelemede, posterior fossada orta hat kitlesi ile karakterize olan subaraknoid da farz ve nodüler melastaz tesbit edilen iki medulloblastorna olgusu nedeni ile literatür gözden geçirildi. Medulloblastomaların BT bulguları ve ayrıca tanısı tartışıldı.
in this study, two cases were presented that is characterized by centrally located mass lesion of the posterior fossa with diffuse and nodular subaraknoid seeding on the CT examination. le was reviewed literature. We discıtssed characteristic CT scan appearances of medulloblasıomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okuma Sırasında Binoküler Eog
Süleyman İlhan, Zehra Akpınar, Betigül Yürüten, Orhan Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Okuma Sırasında Binoküler Eog
Recent StudIes Of Eye Movements In ReadIng
Bu çalışmada okuma sırasında gözlerin satır üzerindeki fiksasyon noktaları ve süreleri on denekte binoküler kayıtlama ve elektrookülografi ile sap-tandı. Addüksiyon yapan gözün daha hızlı hareket yaptıgı ve abdüksiyon yapan göze göre daha ileri fiksasyon yaptığı saptandı
In this study, the fixation point and fixation du-ration during reading, has been determined on 10 suhjects by using electrooculographical ınethods and binocular recordings. We observed that the adducting eye was faster and itsfixation point was further than that of the abducting one. The results have been re-viewed in the light of the relevant literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
Tamer Baysal, Sevim Karaaslan
Derleme
Özeti
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
The HematologIcal SIgn And ComplIcatIons Of CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Amaç: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklarında hematolojik belirti ve bulgular derlenmiştir. Ana bulgular: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı hastalarda hematolojik yan etkilerin görülme ihtimali yüksektir. Polisitemi, trombositopeni, faktör eksiklikleri, demir eksikliği anemisi ve yaygın damariçi pıhtılaşması gibi birçok bulgu ve belirtiler bildirilmiştir. Siyanotik doğumsal kalp hastalarında azalmış arteriyel oksijen saturasyonu hemoglobin ve hematokrit değerlerinde kompanzatuar artışlara yol açar. Eritrositoz siyanotik doğumsal kalp hastalarında yeterli oksijenizasyonu sağlamak için ortaya çıkan bir cevaptır. Ancak hematokrit değerleri çok artmış hastalarda hiperviskozite bulguları ortaya çıkabilir. Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklarda demir eksikliği hemoglobin değerleri yüksek olduğu için gözden kaçabilir. Hemostatik anormalliklerin zamanında tespiti ve uygun tedavi yaklaşımları ile yan etkiler azaltılabilir. Sonuç: Siyanotik doğumsal kalp hastalığı olan çocuklar hem tromboz hem de kanamaya eğilimlidir. Bu çocukların hematolojik açıdan takipleri az ilgi çekmektedir. Bu hastalara yönelik olarak pratik tedavi yaklaşımları geliştirilmediği için siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklara yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: This review sought to determine the relationship between cyanosis and hematological signs and findings. Main finding: Patients with cyanotic congenital heart disease are succeptible to develope hematological side effects. Several findings, including polycytemia, thrombocytopenia, factor deficiencies, iron-deficiency anemia and disseminated intravasculary coagulation have been reported. Decreased arterial oxygen saturation in cyanotic congenital heart disease causes compensatory kurise in hemoglobin and haematocrit levels. Erythrocytosis is an adaptive response to improve oxygen transport in cyanotic congenital heart disease. However, at highly increased haematocrit levels patients may experience hyperviscosity symptoms. Iron-deficiency in cyanotic congenital heart disease patients is often overlooked due to elevated hemoglobin concentrations. The detection of a hemostatic abnormality and its correction by appropriate therapy are likely to minimize the side effects. Results: Children with cyanotic congenital heart disease are prone to both thrombosis and hemorrhage. Hematological management of cyanotic congenital heart disease has received little attention. The lack of practical therapeutic guidelines forced us to consolidate our observations on patients with cyanotic congenital heart disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Traumatık Perikard Yaralanması
Hasan Solak, Ali Ersöz, Yüksel Tatkan, Kemal Ödev, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Traumatık Perikard Yaralanması
Traumatıc PerIcard Injury
Pure pericardial rupture witiwut additional intrathoracic injuries is a rare entity. Such cases are usually diagnosed as post mortem. This article describes such a cases with an uneventful surgical result.
Künt travmayı izleyen perikard rüptürü çok nadir olarak meydana gelmektedir. Perikard rüptürünün tarihçesi 19. yüzyıla dayanmaktadır. Stokes, 1831 yılında, su çarkının kolu tarafından yaralanan genç bir has-tada perikard yaralanmasını teşhis etmiştir (2). Morel Lavalle, 1864 yılında, düşme sonucu göğüs travmasına maruz kalan 3 hastanın birinde dinleme bulgusu olarak su çal kahin suya çarpması sonucu çıkan sese benzeyen bir ses bulmuştur. Otopside bu 3 vak'ada da perikard yırtığı görülmüştür (2). Crynes ve Hunter, 1939 yılında, «travmatik perikard rüptürü» teşhisini almış 58 vak'anın raporlar= topladılar, fakat bunla-rın hiçbirisi ölümden önce tespit edilernemişti. Perikardial yırtıklar ancak otopsi ile teşhis edilmiş ve vak'aların ölüm nedeni bu .yırtıklardan oluşan kalp herniasyonuna baglanmıştır. Bu yazarlar kendi kurumlarındaki 4107 otopside. 22 pelikard rüptürü vak'ası gördüler. Crynes ve Hunter'in gözlemlerinden bugüne kadar literatür taraması sonucunda 142 vak'a toplanmıştır (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kozmetik Kaygı Sonucu Oluşmuş Traksiyonel Alopesi Vakası
Ömer Faruk Taner, Abdulmuttalip Keser, Ramazan Erkin Ünlü, Sertaç Şener
Olgu sunumu
Özeti
Kozmetik Kaygı Sonucu Oluşmuş Traksiyonel Alopesi Vakası
A Case Of TractIonal AlopecIa Caused By AesthetIc AnxIety
Kişide ruhsal rahatsızlık yaratan estetik bir kusurun, operasyon ile düzeltilmesi alışılagelmiş bir durumdur. Ancak, estetik kusur sayılamayacak bir durum kişinin psikolojik durumunu bozuyor ve hatta kişide patolojik değişikliklere sebep oluyor ise dikkat çekicidir. Biz kliniğimize gelen bir hastada benzer bir durumla karşılaştık. Biz bu yazımızda kaşlarını kaldırmak istediği için saçlarını çok gergin bağlayan ve bu sebeple traksiyonel alopesi gelişen hastamızı sunmak istedik.
Surgical correction of an aesthetic deficit causing, a psychological problem, is routinely performed. On the other hand, if a complaint that can not be regarded as an aesthetic deficit, causes psychological, or even pathological changes, it is unfamiliar. İn this report we present a patient who has tied her hair tightly in order to lift her eyebrows and has caused tractional alopecia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Kurulu Raporlarına Göre Diyarbakır Bölgesindeki
görme Kaybının Sebepleri
Muhammed Şahin, Harun Yüksel, Alparslan Şahin, Abdullah Kürşat Cingü, Fatih Mehmet Türkçü, Yasin Çınar, Zeynep Gürsel Özkurt, Ahmet Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Kurulu Raporlarına Göre Diyarbakır Bölgesindeki
görme Kaybının Sebepleri
Causes Of VIsual Loss In The DIyarbakIr CIty Area AccordIng To The
health CommIttee’s Reports
Diyarbakır ve çevre illerden görme kaybı sebebiyle sağlık kuruluna
başvuran hastaların görme kaybının etiyolojik ve anatomik olarak
değerlendirmesi. Mayıs 2011-Nisan 2013 tarihleri arasında Dicle
Üniversitesi Araştırma hastanesi sağlık kurulu başkanlığına herhangi
bir sistemik hastalığı olmaksızın yalnızca az görme sebebiyle özür
raporu almak için başvuran hastaların kayıtları retrospektif olarak
tarandı. Hastaların demografik özellikleri, düzeltmesiz ve düzeltmeli
en iyi görme keskinliklerini içeren bilgileri kaydedildi. Düzeltmeli en
iyi görme keskinlikleri 0,5’ten düşük olanlar Dünya Sağlık Örgütü’
nün görme kaybı sınıflandırmasına göre 4 gruba ayrıldı. Grup 1
(düzeltmeli en iyi görme keskinlikleri <0,05) değerlendirmeye alındı.
Hastaların görme kaybı çift taraflı ve tek taraflı körlük olarak 2
gruba ayrıldı. Körlük etiyolojileri kornea ve ön segment patolojileri,
retina hastalıkları, optik disk hastalıkları, simülasyon varlığı, glob /
refraksiyon ilgili bozukluklar olarak 5 gruba ayrıldı. Çalışmaya 167
hasta alındı. Hastaların 88’inin (% 52,6) çift taraflı, 79‘unun (%
47,4) tek taraflı körlüğü vardı. Çift taraflı körlüğün en sık sebebini
retina hastalıkları oluşturmaktaydı. Bu grubun içinde 15 hastayla
retinitis pigmentosa ilk sırada idi. Tek taraflı körlüğün en sık sebebi
kornea ve ön segment patolojileri idi. Bu grupta 11 hastayla katarakt/
konjenital katarakt en sık alt grubu oluşturmaktaydı. İkinci en sık
sebep olarak travma ve refraksiyonla ilgili bozukluklar idi. Diyarbakır
ve çevre illerinden görme kaybı sebebiyle sağlık kuruluna başvuran
hastalarda en sık etiyolojinin retina hastalıkları özellikle de herediter
retina distrofileri olduğunu saptadık. Bunun yakın akraba evliliğinden
kaynaklanabileceğini düşünmekteyiz. Halkın bilinçlendirilmesi ve
travmanın önlenmesi bu sonuçlara maruz kalmayı azaltabilir.
To evaluate the etiologic and anatomic aspects of the patients
who admitted a university clinic with vision loss from Diyarbakir and
surrounding cities. Between May 2011-April 2013, the records of
patients who admitted Dicle University Hospital Chairman of the Board
Health with low vision and without any systemic disease were reviewed
retrospectively. Demographic characteristics of patients, uncorrected
and the corrected best visual acuity were recorded. Patients with
best corrected visual acuity less than 0.5 were divided into 4 groups
according to the classification of World Health Organization’s vision
loss. Group 1 (best corrected visual acuity <0.05) were evaluated.
Those patients were divided into 2 groups as bilateral and unilateral
according to visual loss. The etiologies of vision loss in patients
were classified into 5 groups as anterior segment pathology, retinal
disease, optic disc disease, simulation, globe/refraction related
disorders.167 patients were enrolled.88(52.6%) patients had bilateral
and 79(47.4%)had unilateral visual loss. The most common cause
of bilateral blindness was retinal diseases. The most common
retinal disease was retinitis pigmentosa. The most common cause
of unilateral blindness was anterior segment pathologies in which
cataract/congenital cataracts were consist of the most common
subgroup. The second most common cause was perforating of trauma
and refraction disorder. In this study the most frequent etiologic
factor was found to be retinal diseases especially hereditary retinal
dystrophies in patients. We thought that might be due to particularly
from the marriage between closely related individuals. Public
awareness about marriage between closely related individuals and
prevention of trauma is likely to reduce exposure to these results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Friedreich Ataksisi
Hasan Koç, Orhan Demir, İsrafil Şimşek, M. Mansur Tatlı
Araştırma makalesi
Özeti
Friedreich Ataksisi
FrIedreIch's AtaxIa
Akraba evliliği olan bir ailenin 8 ve 10 yaşlarındaki bir kr: ve bir erkek çocuğunda gözlenen Friedreich ataksisi vakası takdim edildi. Hastalığın genetik geçişi ve başlıca özellikleri literatür ışığı altında tartışıldı.
In this article Friedreich's ataxia cases that ob-served in two childs of a family with consanguine-ous marriage. One of diem a girl 8 years of ages and the other a boy 10 years of ages. Genetic transmis-sion and main features of the disease were discussed in knowledge of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
EvaluatIon Of Properly TImed VaccInatIon For 0-1 Years Old ChIldren AccordIng To The NatIonal VaccIne Schedule In Two TIme PoInts (1997-2007)
Çalışma, toplumun 0-1 yaş çocuk aşılamalarında ulusal aşı takvimine uyum düzeyini, bunu etkileyen faktörleri ve zaman içindeki değişimi belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma, Konya il merkezinde 1997 ve 2007 yıllarında yapıldı. Araştırmanın evreni 0-23 aylık bebek ve çocuklar olup örneklem, nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yöntemiyle belirlendi. Örnek hacimleri bir önceki dönemdeki aşılama oranları ve güç hesabı dikkate alınarak formülle elde edildi. Örneklemler 1997 için n:467 ve 2007 için n:380 olarak gerçekleşti. Veriler gözlem ve anket yardımıyla toplandı. Bulgular: 1997 yılı için yaşına göre tam aşılı bebek ve çocuk oranı %79.9’du. Ancak, gecikmesiz olarak aşı takvimine uyum oranı %35.3 düzeyindeydi. 2007 yılında ise bu oranlar sırasıyla %84.2 ve %63.7 idi. Aşı takvimine uyum durumu annenin yaşı ve öğrenim düzeyi, çocuğun yaşı ve doğum sırası, aşı kartının varlığı, aşı ile ilgili hastalık geçirme durumu ve ekonomik düzey ile ilişkili bulundu. Aşı takvimine uyum ile çocuğun cinsiyeti ve ölen kardeşinin olup olmaması arasında bir ilişki bulunamadı. Sonuç: Bu bulgulara göre çok çocuklu ailelerin aşılama konusunda yakından izlenmesi, altı aydan büyük çocuklarda aşı randevusunun hatırlatılması ve aşı kartının saklanma özelliğinin artırılmasıyla aşı takvimine uyumun artırılabileceği kanaatine varıldı.
The study was aimed to determine the ratio of properly timed vaccination according to national vaccine schedule in two time points. Method: The study was performed in Konya city center at the years 1997 and 2007. The subjects were obtained from children aged 0 to 23 months by using systematic cluster sampling. Also power estimated was received attention in this formula. Sample sizes were 467 and 380 for 1997 and 2007, respectively. The data was collected by observation and inquiry techniques. Results: Proportion of children age-appropriately immunized was 79.9 % for year 1997. However the ratio of properly timed vaccination for the vaccine schedule was only 35.3 %. These ratios for year 2007 were 84.2 % and 63.7 %, respectively. Mother’s age and educational level, children’s age and labor order, having a vaccine card, a history of sickness can be prevented by the vaccine in family members and economic status were related to the national vaccine schedule. Conclusion: We consider following families who have more children for vaccination, bringing to mind vaccination date for children aged bigger than six months and taking some cautions in order to protect vaccination card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
Serhat Türkoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
DIagnosIs Of PatIents ReferrIng To A ChIld And Adolescent
psychIatry OutpatIent ClInIc
Bu araştırmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine başvuran
hastaların tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Ordu
Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümüne Ocak
2012-Nisan 2013 tarihleri arasında başvuran 2109 hastanın dosyaları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların daha çok erkek olduğu
(%59.6) ve 7-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerden (%78.6) oluştuğu
saptanmıştır. Başvuran olguların %74.8’sine bir ya da birden çok
tanı konmuştur, 0-6 yaş arası olgularda tanı konma oranının %44.8,
7-11 yaş arası olgularda %84.6, 12-18 yaş arası olgularda %80.3
olduğu saptanmıştır. Olguların %9.7’sinin birden fazla tanı aldığı
saptanmıştır. Eştanı saptanma oranının en sık dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (DEHB) grubunda olduğu belirlenmiştir. En
sık saptanan tanılar, sırasıyla DEHB, depresyon, yaygın anksiyete
bozukluğu, enürezis ve zeka geriliğidir. Tanıların cinsiyete göre
dağılımı değerlendirildiğinde, erkek çocuklarda en sık DEHB,
enürezis, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, zeka geriliği;
kızlarda ise DEHB, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, enürezis,
zeka geriliği tanısının olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda en sık
saptanan tanılar dışavurum bozuklukları olmakla birlikte, cinsiyetler
arası farklılıklar gözlenmektedir. Eştanı oranı da dikkate değer
düzeyde saptanmıştır. Eştanıların birlikteliğinde hastalığın şiddeti
daha ağır olmakta, psikososyal işlevsellikte daha ciddi bozulmalar
görülmektedir. Hangi tanıların daha sık olduğunun bilinmesi, yaş
grupları ve cinsiyetler arası tanı farklılıklarının belirlenmesi, çocuk
ve ergen psikiyatrisi poliklinik hizmetlerinin iyileştirilmesine katkıda
bulunacaktır
The aim of the present study is to identify the diagnoses of
patients who referred to a child and adolescent psychiatry outpatient
clinic. Medical records of 2109 patients referred to the Children and
Adolescent Psychiatry outpatient clinic at Ordu States Hospital,
between January 2012 and April 2013 were studied retrospectively. It
was found that the patients were mostly male (59.6 %) and within 7 to
18 years of age (78.6%). It was also determined that 74.8% of patients
had at least one diagnosis. The diagnosis rate of 44.8% in patients
between the ages of 0-6, 84.6% of patients aged 7-11 were determined
as 80.3% in patients aged 12-18. Of the cases, 9.7% were diagnosed
with multiple conditions. They were mainly in the attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) group. The most common diagnosis
was attention deficit hyperactivity disorder followed by depression,
anxiety disorders, enuresis and mental retardation, respectively.
When the distribution of the diagnoses to sex were assessed, the
most common diagnoses in boys are ADHD, enuresis, depression,
generalized anxiety disorder and mental retardation respectively,
they were ADHD, depression, generalized anxiety disorder,
enuresis and mental retardation in girls. In our study, although the
externalizing disorders are the most frequent diagnoses, there are
differences between genders. The rate of comorbid diagnosis was
found to be considerable. In the presence of comorbid diagnoses, the
disorder is experienced more heavily and psychosocial functionality
gets deteriorated. To know the most common diagnoses, diagnosis
differences within genders and possible diagnoses for certain age
groups will be useful for improving child and adolescent psychiatry
services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Özlem Düzenli, Ganime Dilek Emlik, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Ct And MrI FIndIng Of Langerhans Cell HIstIocytosIs DIsease
Langerhans hücreli histiyositoz, kemik iliği kökenli Langerhans hücresinin anormal çoğalması ile karakterize ve nedeni bilinmeyen bir hastalık grubudur. Bu çalışmada nadir görülen akciğer, yaygın kemik, hipofiz, dalak tutulumu olan ve biyopsi sonucu Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşen iki yaşındaki erkek olgunun BT ve MR bulguları sunulmuştur. Öksürük, ateş, kusma, ishal, solukluk, halsizlik, ve ciltte döküntü yakınmaları ile hastaneye başvuran 2 yaşındaki erkek çocuğun akciğer grafisinde her iki akciğerde retikülonodüler infiltrasyon gözlendi. Toraks BT’de akciğer parankim alanlarında yaygın mikro ve makronodüler karakterde infiltratif lezyonlar ile direkt grafi, BT ve MR tetkiklerinde kafatasında, vertebralarda, iliak kemiklerde yaygın litik lezyonlar görüldü. Hipofiz MRG’de ise T1A görüntülerde nörohipofize ait hiperintensite izlenmedi ve stalkta hafif kalınlaşma vardı. Batın BT’de ise dalakta hipodens nodül saptandı. İliak kemikten yapılan biyopsi ile Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşti. BT ve MRG’de yaygın akciğer,kemik,hipofiz bezi,dalak tutulumu tespit edilen olgularda Langerhans hücreli histiyositoz ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir
Langerhans cell histiocytosis is a group of idiopathic disorders characterized by the abnormal proliferation of specialized bone marrow-derived Langerhans cells. In this report, we present a rare case of Langerhans cell histiocytosis with CT and MRI in a 2 yearold-boy who developed symptomatic diabetes insipidus and multiple bone ,cranial, lung and spleen metastases during the disease course. A 2-year-old male patient was hospitalized due to complaints of cough, fever, vomitting, diarrhea, achromasia, weakness and rash. Chest X-ray revealed reticulonodular infiltration in both lung fields. Thorax CT revealed diffuse micro and macro nodular type infiltration in both lung parenchyma. On CT and MRI revealed common lytic lesion of skull, vertebra and iliac bone. There are infundibular thickening and absence of posterior pituitary intensity on MRI of pituitary gland. The spleen involvoment is determined by abdominal CT. The diagnosis is confirmed with biopsy of iliac bone. Langerhans cell histiocytosis should be in the differential diagnosis in children having widespread lung, bone, pituitary gland, and spleen involvement on MRI and CT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trizomi 18 Sendromu
Sennur Demirel, Nurettin Başaran, Nail Alp, Sevim Karaarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Trizomi 18 Sendromu
TrIsomy 18 Syndrome
Hastanemize başvuran 11 günlük bir erkek bebekte yapılan kromozom araştırması sonucunda trizomi 18 sendromu tespit edilmiştir. Bu vaka ile ilgili klinik ve sitogenetik bulgular gözden geçirilmiş, literatür bilgileri ile tartışması yapılmıştır.
Trisomy 18 syndrome is detected at the end of a chromosorne study of an infant - boy admitted to our hospital. Related chnical and cytoge-netic findings have been reviewed and discussed in the light of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
SurgIcal Treatment In Portal HypertensIon
1989-1992 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde portal hipertansiyon tanısı alan 12 olguya; 3 selektıf, 8 nonselektıf şant, 1 özofagogastrik transseksiyon ve 2 Sugiura-Futagawa işlemi olmak üzere 14 cerrahi girişim uygu-lanmıştır. Özofagogastrik transseksiyon uygulanan 1 ve Su-giura -Futagawa işlemi uygulanan 2 olgu dışında tüm girişimler efektif şartlarda yapılmıştır. Sugiura işlemi uygulanan 2 olgu dışında operatif mortalite olmamış, 3 ay-2 yıllık takiplerde hiçbir ol-guda tekrarlayan kanama gözlenmemiştir.
Between 1989 and 1992 in University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 12 patients were diagnosed with portal hypertension. 14 surgical intervention (3 selective and 8 nonselective shunt, 1 eosophageal transsection and 2 Sugiura-Fwagawa procedure) were peıforıned ta these patients. Except 1 oesophageal transsection and 2 Sugiura-Futagawa operation, all operations were peıformed in elective conditions. Expect 2 cases underwent Sugiura-Futagawa operation, there were no operative mortality. Ir wasn't developed the recurrent hemorrhage in following 3 mounts to 2 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalça Protezi Uygulamaları Anında Solunum Ve Dolaşım Fonksiyonlarında Meydana Gelen Değişiklikler
Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kalça Protezi Uygulamaları Anında Solunum Ve Dolaşım Fonksiyonlarında Meydana Gelen Değişiklikler
The Changes In The Respıratory And Cardıovascular Functıons Durıng The Applıcatıons Of The Hıp Replacement
Kalça protezi işlemleri anında solunum ve dolaşım sistemlerinde çeşitli reaksiyonlar ortaya çıkabilir. Bu reaksiyonların sebeplerini açıkmak amacı ile çeşitli klinik ve deneysel araştırmalar yapılmıştır. Bu yazıda, yapılmış klinik ve deneysel çalışmaların ışığı, altında konu gözden geçirilmiştir.
Several putmonary and cardiovascular reactions may be appeared during the surgery of the hip replacement. Many clinical and experimen-tal investigations have been made to explain the causes of these reactions and many views have been suggested. In this paper, the subject has been reviewed in the light of clinical and experimental studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lansoprazole Bağlı Anaflaktik Şok
Hasan Hüsnü Yüce
Olgu sunumu
Özeti
Lansoprazole Bağlı Anaflaktik Şok
Lansoprazole Induced AnaphylactIc Shock
Proton pompa inhibitörleri (PPİ), asit salınımı ile ilişkili hastalıkların tedavisinde yaygın şekilde kullanılan potent gastrik asit sekresyon inhibitörleridir. Minimal yan etki profiline sahip oldukları kabul edilen bu ilaçlar ile nadir de olsa anaflaksiye kadar gidebilen hipersensitivite reaksiyonları bildirilmiştir. Klinisyenler, bu ilaçlarla hayatı tehdit eden anaflaktik reaksiyonlar ortaya çıkabileceğini göz önünde bulundurmalıdırlar. Bu olgu sunumunda oral lansoprazol alımı ile gelişen anaflaktik şok tedavi yaklaşımlarının incelenmesi amaçlandı.
Proton pump inhibitors, are potent inhibitors of gastric acid secretion which are widely used in treatment of acid related disorders. They are believed to have minimal side effect profile. Although hipersensitivity reactions are rare, anaphylaxia have been reported. Clinicians should be kept in mind that anaphylactic reactions with these drugs might be seen. In this case report we aimed to discuss treatment modalities of anaphylaxia after taking oral lansoprazole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migrende Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
Figen Güney, Emine Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Migrende Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
BlInk Reflex AlteratIons In MIgraIne
Amaç: Migrende nörovasküler teoriye göre ağrı ve nörojenik inşamasyona trigeminovasküler sistem stimulasyonu neden olmaktadır. Göz kırpma reşeksi de trigeminal sinir oftalmik dalının supraorbital stimulasyonu ile migrende trigeminal sinir fonksiyonunu değerlendirmede oldukça iyi bir yöntemdir. Bu çalışmada migrenli hastalarda göz kırpma reşeksi değişikliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya yaş ortalaması 34,76±8,23 olan 25 migrenli hasta alındı. Migrenli hastalarda göz kırpma reşeksi latans değişiklikleri yaş ortalaması 35,5±8 olan 25 nörolojik veya psikiyatrik rahatsızlığı olmayan kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Sonuçlar unpaired Student t test ile değerlendirildi. Bulgular: Migrenli hastalarda ipsilateral R1 latansı 11,22±1,64 ms, ipsilateral R2 latansı 31,33±4,12 ms , kontralateral R2 latansı 32,3±3,34 ms bulundu. Kontrol grubunda ipsilateral R1 latansı 10,21±1,42 ms, ipsilateral R2 latansı 31,09±2,4 ms, kontralateral R2 latansı 32,31±3,34 ms bulundu. Migrenli hastalarda ipsilateral R1 latansı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında anlamlı derecede uzun bulundu (p=0,025). Sonuç: Migren patogenezinde beyinsapı ve trigeminovasküler bağlantılarının önemli rol oynadığı bu sonuçlarla desteklenmektedir.
Aim: According to the neurovascular theory, stimulation of the trigeminovascular system is the cause of neurogenic inflammation and pain in migraine. The blink reflex that is elicited by supraorbital stimulation of trigeminal ophthalmic division is a useful method to study the functioning of trigeminal system. The purpose of this study was to examine the blink reflex in migraine patients. Material and method: In this study, blink reflex latencies were evaluated in 25 migraine patients (average age 34,76±8,23 yrs) and compared to those of 25 healthy controls (average age 35,5±8 yrs). Statistical analysis was performed using unpaired Student t test. Results: Results obtained from migraine patients were as follows; ipsilateral latency component R1:11,22±1,64 msec, ipsilateral latency component R2:31,33±4,12 msec, contralateral latency component R2:33,12±5,18. Results obtained from healthy controls were as follows; ipsilateral latency component R1: 10,21±1,42 msec, ipsilateral latency component R2 31,09±2,4 msec, contralateral latency component R2: 32,31±3,34 nmsec. Ipsilateral R1 latencies were found to be significantly prolonged than those of the healthy controls. Conclusion: The results might suggest a dysfunction in trigeminal networks in brainstem bof migraineurs and support the trigeminovascular theory of migraine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Telenjiektatik Osteosarkoma
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Salim Güngör, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Telenjiektatik Osteosarkoma
TelangIectatIc Osteosarcoma : A Case Report
Telenjiektatik osteosarkomlarda, radyolojik olarak minimal .sklerozla beraber, osteolitik ve deskniktif görünüm vardır. Mikroskopisinde; ince fibröz septalarla ayrılmış, kanla dolu kitik boşluklar ve septalarda sarkom hücreleri izlenir. Telenjiektatik osteosarkomların, yaş ve cinsiyet dağılımı, klinik bulgu ve semptomlan diğer osteosarkomlarla benzerlik gösterir. Femurun proksimal metafizine yerleşmiş bir telenjiektatik osteosarkom vakası sunularak, ilgili literatür gözden geçirildi.
The radiologic apperance of telangiectatic osteosarcoma is usually a osteolitic and destructive lesion with only minimal ituralesional sclerosis. Histologically, large cvstic blood spaces seperated bv thin fibrous septa and lined .sarcoma cell were noted. The age and sex distnibition or clinical signs and semptoms are the same as those of ordinaty osteosarcomas. An example of telangiectatic osteosarcoma, localised on the proximal pan of femur has been presemed. The new siglus on the entity has been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Ahmet Topal, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Ömer Erdur, Mehmet Şentürk, Nurdoğan Ata, Ersen Koç, Gültekin Övet, Necat Alataş
Olgu sunumu
Özeti
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Extramedullary Plasmacytoma In The Nasopharynx
Seksen yaşında erkek hasta kliniğimize, burundan nefes
alma güçlüğü, burun kanaması ve nadiren ağızdan kan gelmesi
şikayetleri ile başvurdu. Hastanın oral, anterior rinoskopik ve
otoskopik muayenelerinde özellik saptanmazken yapılan fiberoptik
nazofaringoskopik incelemede nazofarinkste kitle gözlendi. Alınan
derin nasofarinks biyopsisi ile hastaya ekstramedüller plazmasitom
tanısı konuldu. Plazmasitomalar plazma hücresi tümörleri olup
soliter olarak kemik iliği dışında ortaya çıkarlar ve multipl myelom ile
ilişkili olabilirler. Baş boyun bölgesinde ekstramedüller plazmasitom
(EMP) olguları nadiren gözlenir. Nazofarinksin malign tümörleri
cerrahi ve/veya radyoterapi ile tedavi edilirler. Ekstramedüller
plazmasitomlar radyosensitif olarak bilinmelerine rağmen birçok
yazar tarafından kombine cerrahi ve radyoterapi önerir. Hasta ile
tüm tedavi seçenekleri paylaşıldığında hasta cerrahiyi kabul etmedi.
Bunun üzerine radyoterapiye yönlendirilen hastanın yirmidokuz aylık
kontrollerinde nüks saptanmadı. Burun tıkanıklığı, epistaksis gibi
şikayetlerle başvurun ileri yaş hastalarda daha dikkatli olunmalı ve
mutlaka nazofarinks ve nazal kavite endoskopik olarak detaylı bir
şekilde değerlendirilmeli.
Eighty year old, male patient presented to our clinic with
symptoms of difficult nose breathing, epistaxis and rarely
hemoptysis. No abnormalities were seen during oral, anterior nasal
and ear examination of the patient. A mass in the nasopharynx was
observed during the fiberoptic nasopharyngoscopic examination. The
patient was diagnosed as extramedullary plasmacytoma based on the
deep biopsy from nasopharynx. Plasmacytomas are tumors of plasma
cells, develop outside the bone marrow as solitary masses and they
may be associated with multiple myeloma. Cases of extramedullary
plasmacytoma (EMP) in the head-neck area develops rarely.
Malignant tumors of the nasopharynx are treated surgically and/or via
radiotherapy. Extramedullary plasmacytomas are known to be radiosensitive,
however, many authors recommend a combined therapy of
surgery and radiotherapy. All the treatment options were explained to
the patient, however, the patient did not accept surgery. Therefore,
the patient was started on radiotherapy and no recurrences were
observed during the twenty-nine-month follow-up period. More
caution should be exercised for elderly patients presenting with nasal
obstruction, epistaxis, and their nasopharynx as well as nasal cavity
should be endoscopically assessed in detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Murat Koşan, Tufan Çiçek, Bülent Öztürk, Hakan Özkardeş
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
UsIng Laparoscop DecortIcatIon Of Renal Cyst WIth UltrasonIc DevIce: A Safe And EffectIve Method
Toplumda sık olarak gözlenen basit böbrek kistleri genellikle asemptomatikdirler ancak bazen yan ağrısı, hipetansiyon, idrar yolu enfeksiyonu ve toplayıcı sisteme bası gibi semptomlar verirler. Laparoskopi bu kistlerin tedavisinde iyi tanımlanmış bir yöntemdir. Bu çalışmada laparoskopik kist dekortikasyonu sırasında ultrasonik enerjinin güvenilirliği ve etkinliği gösterilmek istenmiştir. Kliniğimizde ocak 2006 ve şubat 2010 yılları arsında toplam 14 hastaya böbrek kisti nedeniyle transperitoneal laparoskopik kist dekortikasyonu uygulanmıştır. Periton içine girildikten sonra told hattı açılmış gerota fasyası açılarak kist ortaya konulmuştur, daha sonra kist duvarının kesme ve mühürleme işleminde ultrasonic enerji ile çalışan harmonic™ cihaz kullanılmıştır. Hastaların ortalama yaşı 58.1 idi ve hastaların 8’si kadın 6’sı erkek idi. Operasyon süresi 59.2 hastanede kalış süresi ort 1.57 olarak bulundu. Hiç bir hastada 4. trokara ihtiyaç kalmadan operasyon tamamlandı ve hiç bir hastada komplikasyon gelişmedi. Uzun dönem takiplerinde 1 hastada semptomatik nüks görülürken yine 1 hastada radyolojik nüks gözlendi. Ultrasonik enerji kullanarak laparoskopik kist dekortikasyonun etkin ve güvenilir bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz ancak diğer enerji kaynaklarınıda değerlendirecek karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Simple renal cysts are asymptomatic incidental findings; however, for a small subset of benign renal cysts, patients may present with pain, hematuria, urinary infection, pyelocaliceal obstruction or hypertension. Laparoscopic cyst ablation is an effective minimally invasive modality for the treatment of benign renal cyst. Our aim was to show the ultrasonic energy safe and effective method during laparoscopic renal cyst excision. In our clinic 14 patients underwent operated laparoscopic renal cyst excision with transperitoneal approach between January 2006 and February 2010. Trocar port for camera was inserted to the peritoneum in order to open the told line, gerato fascia and fat over the cyst. Harmonic™ scissor with the cautery was used to incise the cyst wall. Mean age of the patients was 58,1 years. Mean operation and hospitalization times were 59,2 minutes and 1,57 days, respectively. We did not need the fourth trocar during operation and the operation was finished. There was no complication in this procedure. Mean follow-up time was years. In long-term follow-up period symptomatic recurrence was observed in one patient and someone else be observed radiologic recurrence. We believe that using ultrasonic device is safe and effective method in laparoscopic cyst decortication. However, prospective controlled trials are needed to evaluate the other energy sources.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetiklerde Trombosit Agregasyonları
Çiğdem Kavun, Neyhan Ergene, Yıldız Divanlı, Erdoğan Özkal, Yusuf Erdoğan, Gülden Gedikoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diabetiklerde Trombosit Agregasyonları
Platelel AggregatIon Rate In DIabetIc PalIents
Bu çalışma diabetik hastalarda in vivo trombosit agregatların kantitatif tayini amacı ile yapılmıştır. Kontrol ve diabetik gruplar olarak toplam 100 kişi üzerinde yapılan trombosit agregasyon oranı (T.A.D.) sonuçları sunuldu. Yaş dağılımı göz önüne alınmaksızın yapılan istatistiksel karşılaştırrnada, diabetiklerde T.A.O'nın kontrol grubuna oranla anlamlı bir düşme gösterdiği belirlendi. T.A.O'ndaki düşmenin yaş, boy, ağırlık, diabet süresi ve açlık kan şekeri (AKŞ) düzeyi ile direkt bir ilişki görülemedi. Diabetik gruplar arasındaki karşılaştırmada trombosit sayılarının yaşla orantılı olarak azaldığı izlendi.
This study was carried out for the quaniitative deterrnination of in vivo platelet aggregation rate in diabetics and ta corrıpare with the healthy controls. The study was performed on a total of 100 ir?eople divided as control and diabetic groups. Platelet aggregation rate was found to be significanily lower in the diabetic group. The decrease on the platelet aggregation rale in diabetics was not related directly with age, body, weight, duration of diabetes and the fasting blood sugar level. in diabetic group, platelet aggregation rate showed a proportiorzal decrease with ageing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Haluk Gümüş, Ekrem Akkurt, Faruk Ömer Odabaş, Halim Yılmaz, Ramazan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Moyamoya DIsease: Case PresentatIon And RevIew
Moyamoya hastalığı ön ve orta serebral arterler ile internal karotid arterler arasındaki sahada obstrüksiyon veya stenoza bağlı olarak oluşan, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve anjiyografik olarak tanımlanan bir durumdur. Erişkinlerde hemoraji, çocuklarda iskemi sıklıkla başlangıç semptomlarıdır. Bu yazımızda baş ağrısı, bulantı, kusma ve sol hemiparazi şikayetleri ile acil servisimize başvuran ve radyolojik bulguları sağ basal ganglion hemorajisini gösteren 21 yaşında erkek hastada teşhis edilen bir Moyamoya Hastalığı vakası sunuyoruz.
\r\n
Moyamoya disease is an entity, which is caused by obstruction or stenosis in the area between the internal carotid artery, and anterior and middle cerebral arteries, identified angiographically, and does not have an exactly known etiology. The most frequent symptoms of onset are hemorrhage in adults and ischemia in children. In this paper, we present a case of Moyamoya disease which was diagnosed with a 21 year old male patient who was admitted to our emergency department with headache, nausea vomiting and left hemiparasi complaints and whose radiological findings showed right basal ganglia hemorrhage.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Infantil Akalazyada Endoskopik Dilatasyon
Celalettin Vatansev, Adnan Abasıyanık, İlhan Çiftçi, Ahmet Tekin
Derleme
Özeti
Infantil Akalazyada Endoskopik Dilatasyon
EndoscopIc DIlatatIon In InfantIle AchalosIa
Çocuklarda özofagusta akalazya, özellikle bir yaşın altında oldukça nadir ve teşhisi zor bir lezyondur. On bir aylık bir kız çocuğu endoskopik balon dilatasyonuyla başarılı bir şekilde tedavi edildi. Baryumlu grafide özofagus kali bresi normale döndü ve komplikasyon gelişmedi. On iki aylık takip sonrasında kusma, beslenme sorunu ve rekür- rens gözlenmedi.
Esophageal achalasia in childhood especially in whom below one year of age is a rare lesion and difficult to diag- nose. An 11 months age female infant has been treated successfully by pneumatic dilatation, after returning of the esophagus to it’s normal calibre there was no complications seen in the barium study that performed later. After a follow up period of 12 months there was no vomiting or feeding problems or recurrence of the achalasia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
Muhammet Güzel Kurtoğlu, İhsan Hakkı Çiftçi, Hamza Bozkurt, Oğuz Tuncer, Hanefi Körkoca, Mustafa Berktaş
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Three Kluyvera StraIns Isolated From PedIatrIcs Cases
Amaç: Enterobacteriaceae familyasında yer alan Gram negatif bir bakteri olan Kluyvera sp. Çocuklarda üriner sistem infeksiyonları, enterit, yumuflak doku infeksiyonları ve sepsis gibi birçok infeksiyona sebep olabilmektedir. Kluyvera türlerinin immunsupresif hastalarda olduğu kadar immunkompetanlar için de fırsatçı bir patojen olduğu bilinmektedir. Kluyvera infeksiyonları ile ilgili bundan sonra yapılacak olan çalışmalara ışık tutacağı düşünülerek Kluyvera hakkında yapılan literatür çalışmaları da gözden geçirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kluyvera izolat verileri klinik mikrobiyoloji kayıtlarının retrospektif analizi ile elde edilmiştir. Bulgular: Retrospektif incelemede üç izolatın birinin idrar, ikisinin umblikal apse örneklerinden soyutlandığı saptandı. Çalışmada, klinik öneme sahip Kluyvera izolatlarının antibiyotik duyarlılıkları, (birinci ve ikinci kuşak sefolosporinler ve ampisiline karşı dirençli olmaları ile amikasin, siproşoksasin, gentamisin ve trimetroprim+sulfametoksazol’e duyarlılıkları) literatürde rapor edilen paternlerle benzerlik gösterdi. Sonuç: Hem bizim verilerimiz hem de literatür bilgilerinin bir sonucu olarak Kluyvera gibi nadir ve fırsatçı organizmalar çocuklarda önemli infeksiyon etkeni olabileceği sonucuna varılmıştır.
Aim: Kluyvera sp., a Gram-negative bacterium in Enterobacteriaceae family, may give rise to such infections as urinary system infections, enteritis, soft tissue infections and sepsis in children. It is known that Kluyvera species is an opportunistic pathogen detected in immunosuppressed hosts as well as in immunocompetent ones. Considering that it may enlight future studies related to Kluyvera infections, studies in the literature have been scanned. Material and Method: The data about Kluyvera spp. isolates were obtained retrospectively from clinical microbiology records. Result: It was seen that, of the 3 Kluyvera isolates, 1 was a urine specimen, and the other 2 were from umbli cal area. In this study, antimicrobial susceptibility studies of the clinically significant Kluyvera isolates showed susceptibility patterns similar to those reported in the medical literature, namely trends of resistance to ampicillin and first- and second-generation cephalosporins. Moreover none of the clinically significant isolates were resistant to amikacin, ciprofloxacin, gentamycin, and trimethoprim+sulfametoxazole. Conclusion: It was concluded in the light of both the studies in the literatüre and this study that rare and opportunistic organisms, such as Kluyvera may be an infection cause in children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kornea Alkalı Yanıklarında Deksametazon Sodyum Fosfat Ve Dıklofenak Sodyumun Yara Iyılesmesıne Etkılerı
Nazmi Zengin, Emine Kurt, Özden Vural, Süleyman Okudan, Mehmet Okka, Mehmet Kemal Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Kornea Alkalı Yanıklarında Deksametazon Sodyum Fosfat Ve Dıklofenak Sodyumun Yara Iyılesmesıne Etkılerı
The Effects Of Dexamethasone SodIum Phosp-Hate And DIclofenac SodIum On Wound HealIng In Corneal AlkalI Burns.
Kornea alkali yamklari gi5zun game fonk-siyonunun ve anatomik kaybina yol acabilir. Bu cahrmada 18 eriEkin albino tav§.amn 36 goziinde oluourdugumuz alkali yamk modelinde to-pikal deksametazon sodyum fosfat ye diklofenak sod-yumn vara iyilepnesine etkilerini dOerlendirdik. Her iki &win epitel iyilesmesi ye fibroblast pro-liferasyonuna etkileri arasinda fork bulunmach ancak diklofenak sodyumla tedavi edilen grupta enf-lamatuar hiicre infiltrasyonu daha harizdi. Ve-rilerimiz kornea alkali yamklarmin tedavisinde dek-sametazonun diklofenak sodyumdan daha potent oldugunu di4lindiirmektedir.
Alkali burns of the cornea can result in loss of vi-sual function and anatomical integrity of the eye. In the present study, we evaluated the effect of topical dexamethasone sodium phospate and diclofenac so-dium on wound healing in an akali-burn model using 36 eyes of 18 adult albino rabbits. No dic ference was noted between the effects of two drugs on epithelial healing and fibroblast proliferation, but inflammatory cell infiltration was more pro-minent in the group treated with diclofenac sodium. Our data suggest that dexamethasone sodium phosp-hate is more potent than diclofenac sodium in the treatment of corneal alkali burns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İzole Tavşan Mesane Detrusor Düz Kasında Hipotermi İle Karbakol Cevaplarının Arttırılması Ve Bunun Ca2+, K+ Ve Na+ Kanalları İle İlişkisi
Kısmet Esra Atalık, Ayşe Saide Şahin, Mehmet Kılıç, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
İzole Tavşan Mesane Detrusor Düz Kasında Hipotermi İle Karbakol Cevaplarının Arttırılması Ve Bunun Ca2+, K+ Ve Na+ Kanalları İle İlişkisi
The Effect Of HypothermIa On Carbachol-Induced ContractIons Of The RabbIt Isolated Detrusor Smooth Muscle And The Role Of CalcIum, PotassIum And SodIum Channels In ThIs ActIon
İzole tavşan mesane detrusor düz kasında yapılan bu çalışmada, 10'6 M konsantrasyonda uygulanan karbakol ile oluşturulan kasılma cevaplarına hipoterminin etkisini, bu etkiden sorumlu olan kalsiyum (Ca2 + ) kaynağını ve yine bu etkide potasyum (KT) ve sodyum (Na+ ) kanal blokörlerinin rolünü araştırmak amaçlanmıştır. 10'6 M kon santrasyonda uygulanan karbakol ile oluşan kasılmalar, banyo ısısının 37°C den 28°C ye düşürülmesiyle anlamlı olarak artmıştır. W '6 M verapamil ilavesinde, bu kasılmaların inhibe edilmediği ve 3x10'4 M kafein varlığında ise hipotermiye bağlı kasılma cevabının arttığı gözlenmiştir. Ca2 + ile aktive edilen K* kanallarının blokörü tet- raetilamonyum (TEA, 10'4 M) varlığında hipotermiye bağlı cevap artışı değişmezken, Na+ kanal blokörü pilsikainid (10'7M) varlığında hipotermiye bağlı cevap artışı anlamlı olarak azalmıştır. Ca2 + 'suz ortamda ise karbakol ile elde edilen kasılma kontrole göre belirgin olarak azalmıştır. Ancak hipotermi, kasılma cevaplarında belirgin artışa neden olmuştur. Sonuç olarak izole tavşan mesanesi detrusor düz kasında yapılan bu çalışmada, karbakol ile oluşturulan kasılma cevaplarının hipotermi ile artışında hücre içi kalsiyum depolarının ve membranda bulunan Na+ kanallarının rollerinin önemli olduğu, bunun yanısıra Ca+ 2 ' a bağımlı K* kanallarının rolünün olmadığı be lirtilebilir.
İn this study, the effect of hypothermia on the carbachol-induced contractions and the role of calcium, potassium and sodium channels in this effect were investigated in the rabbit isolated detrusor smooth muscle of urinary blad- der. The contractions induced by 10'6 M carbachol were enhanced by cooling of medium from 37 to 28°C. The hypothermia-induced contractions were not inhibited by 10'6 M verapamil and tetraethylammonium (TEA, 10'4 M) the blocker of Ca2 + -activated K* channels but were enhanced in the presence of 3x10'4 M caffeine and reduced by the sodium-channel blocker pilsicainid ( W 7 M) significantly. When these procedures were repeated in the Ca2 + -free Solutions, the carbachol-induced contractions were smaller than that of obtained in normal medium and these responses were enhanced by cooling. These results suggest that, intracellular Ca2 + pools and memb- ranal Na+ channels but not Ca -activated /C channels may play a functional role in the cooling-induced cont ractions of rabbit detrusor smooth muscle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroideal Metastaz: Usg, Doppler Usg, Mrg
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Nazmi Zengin, Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse
Olgu sunumu
Özeti
Koroideal Metastaz: Usg, Doppler Usg, Mrg
ChoroIdal Meta S Ta SI S: Us, Doppler Us, Mrı
Nadir görülen koroideal metastazlı üç olgunun ultrasonografi, renkli Doppler ultrasonografi ve manyetik rezonans görüntüleme bulgulan değerlendirildi. İkisi kadın, biri erkek üç olguda sırasıyla pankreas, meme ve bronkoalveolar Ca ve bunlara bağlı göz metastazları mevcuttu. Olguların ikisi görme azalması şikayeti ile incelemeye alındı. Bronkoalveolar Ca’lı olguda beyin metastazı için manyetik rezonans incelemesi sırasında göz metastazı saptandı. Ultrasonografide glob posterior duvarında, glob içine protrüze olan lezyonlar olguların 2 ’sinde hiperekoik, Tinde kısmen hipoekoik kitleler şeklindeydi. Renkli doppler ultrasonografide tarif edilen lezyonlarda kanlanma bulguları tespit edildi. Lezyonların manyetik rezonans incelemelerinde ise TTde Tinde izointens 2 ’sinde ise hiperintens; T2de tüm olgularda hipointens görünüm mevcuttu. Göz şikayetleri olan primer maligniteli olgularda göz metastazlarının ayırdedici tanısında radyoloijk görüntüleme faydalı olacaktır.
Ultrasonography, Doppler ultrasonography and magnetic resonance imaging findings of three cases with choroidal metastasis were evaluated. Two of the cases were women, and one was man. They had pancreas, breast and bronchoalveolar carcinomas, respectively. Two cases presented with blurred Vision. The case with bronchoalveolar carcinoma was detected during the magnetic resonance imaging procedure for cerebral metastasis. İn one of the three patients immediate hypoechogenic, in the remaining two patients hyperechogenic lesions vvhich were protrused to the posterior wall of the globe determined by ultrasography. Doppler ultranography demonstrated that the lesions were vascularised. The lesions were hyperintense in two, and isointense in one case; ali of them were hypointense on T2- vveighted images. İn cases of primary malignancy with eye complaints, radiologic evaluation can be helpful in the elimination of eye metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanımız Gerçekten Krup Mu?
Sevgi Pekcan, Aslıhan Adabalı, Mehmet Akif Eryılmaz, Meltem Energin
Olgu sunumu
Özeti
Tanımız Gerçekten Krup Mu?
Is Our DIagnosIs Really Croup?
Krup,öksürük, ses kısıklığı ,inspiratuar stridor ve havlar tarzda
öksürükle karakterize bir sendromdur ve obstrüksiyonun derecesine
göre değişik şiddetde solunum sıkıntısıyla gözükür. Yabancı cisim
aspirasyonları, retrofarengeal apse, bakteriyel trakeit ve epiglottit de
krup benzeri akut solunum yolu obstrüksiyon nedenlerindendir. Bu
vakada acil servise bi fazik stridoru olan, solunum sesleri azalmış,
akciğer grafisinde havalanma artışı olan bir hasta sunuldu. Medikal
tedaviye cevap vermediği için 3 yaşındaki bu çocuğa laringoskop
uygulandı ve vokal kord düzeyinde bir adet karanfil bulundu.
Croup syndrome is a term that defines barking cough ,
hoarseness, inspiratory stridor, and presenting with changeable
severity of respiratory distress according to the l (severity) of
obstruction, Foreign body aspirations, retropharyngeal abscess,
bacterial tracheits and epiglottitis are also reasons for croup like acute
airway obstructions. We a 4 years old child with biphasic stridorwho
admitted to the Pediatric Emergencydepartment In consequence of
unresponsive medical treatment pati endoscophic examination has
performed and a Szygium aromaticum at the level of vocal cordswas
found The foreign body had removed with general anesthesia by
endoscophy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metatarsofalanjıal Eklem Çıkıkları
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Mahmut Mutlu, M. İ. Safa Kapıcıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Metatarsofalanjıal Eklem Çıkıkları
DIslocatIon Of The MetaIarsophalangeal JoInts
Ayakta çok nadir görülmesi sebebiyle, lateral ınetatarsofalanjicd eklemlerm dorsal çıkığt olan iki yaka sunularak, literatür gözden geçirildi.
Two cases of dorsal dislocation of rhe lateral metatarso-phalangeal joints is reported because it is a very rare dislocation and the literatüre is reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalça Çıkığının 0-18 Aylar Arasındaki Konservatif Tedavisi
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalça Çıkığının 0-18 Aylar Arasındaki Konservatif Tedavisi
Treattnent Of CongenItal DIslocatIon Of The IlIp From BIrdh Tü EIghteen Monllıs Of Age
Doğuştan kalça çıkığının teşhis ve tedavisi bakımından ilk 18 aylık dönem çok önemlidir. Bu dönem de erken tedavi halinde çok iyi sonuçlar alınabilir, Tedavinin gayesi femur başı ile asetabulum arasındaki normal ilişkinin sağlanması, devamı v. epatolojik değişikliklerin düzeltilmesidir. Yaşları 6 gün ile 17 ay arasında değişen 97 hastanın 164 kalçasına ait klinik ve radyolojik erken sonuçlar gözden geçirildi. Bunlardan yaşları .6 gün ile 6 ay arasında olan 68 hasta ara beni, Frejka yastığı ve Von Rosen cihazı ile tedavi edildiler, 1,5 ay ile 17 aylar arasındaki 29 hastaya ise kapalı redüksiyon ve alçı immobilizasyonu uygulandı. Tedavi sonrası klinik muayenelerinde bütün kalçalar normal bulunurken, radyolojik incelemede bir kalçada sublukzasyon, üç kalçada avasküler nekroz tespit edildi.
İn the manegement of CDH, the first 18 monhs of lıfe i,r by far the most critical period. The ezcellent results that can be obtained by early treatment. The goal of treattnent is to return the femoral head to its normal relationship within the acetebulum and rnaintain 'his position until pathologic change reverse... The early results of 164 CD1-1 in 97 patients have been reviewed between 1983 and 1987. 68 patients who were between 6 days and 6 monihs old were treated by triple diapers, Wrejka pillows and vonRosen splints. 29 patients who were between 1,5 months and 17 months old. were treated by closed reduction under general anesthesia and immobolization in a hip-spica cast. All of the hips were normal clinically. Radiologically there were subluxation in one hip and avascular necrosis in three hips.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Cevat Özpınar, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Pozisyonunda Björk-Shiley Ve Sorin Prostetik Kalp Kapaklarının Postoperatif Erken Ve Geç Dönemde Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of Early And Late Pos-ToperatIve Results Of Björk-ShIley-Convexo- Con-Cave And SorIn All-Carbon ProtetI Heart Valves On MItral PosItIon
Selçuk Üniversitesi Hastanesinde 1 Ağustos 1990 - 30 Haziran 1996 tarihleri arasında Björk-Shiley-Konveks-konkav (BSCC) ve Sorin Allcarbon (SA) prostatik kalp kapağı ile 122 hastaya mitral valv repiasmanı (MVR) uygulandı. Hastaların 102'sine SA, diğerlerine BSCC ile MVR yapıldı. Hastalar 5 yıl boyunca, 3'er aylık periyotlarda düzenli olarak takip edildi. Ortalama takip zamanı 32 aydı. Hastane mortalitesi, SA uygulanan hastalar için % 5.8, BSCC uygulanan hastalar için % 15 idi. Geç dönemde takipde 6 vakada tromboembolik olaylara bağlı ölüm, 3 vakada evde ani ölüm ve 1 va-kada kalp dışı nedenle ölüm gözlendi. Khi kare testi ile kapak trombüsü ve tromboembolik olaylarda BSCC kapak lehine değerler bulundu (P=0.425, P<0.05). Khi kare testi ile geç dönemde ölüm oran-ları karşılaştırıldığında BSCC kapak lehine sonuçlar elde edildi (P=0.218, P<0.05). SA ve BSCC prostatik kapak protezlerinin uy-gulamasından sonra geçen ilk ayda kapaklar arası is-tatistiksel bir fark yok iken uzun süreli takipde is-tatistiksel oranlar BSCC protezinin daha iyi olduğunu göstermektedir
A total of 122 consecutive patients underwent valve replacement with a Sjörk-Shiley-Convexo-Concave (BSCC) and Sorin Allearhon (SA) prostheses from Au-gust 1, 1990 through. June 30, 19%. ,4 total of 102 pa-tients had a mitral valve replacement with SA, others had mitral valve replacement with BSCC at Selçuk Universty Hospital. AlI survivors were prospeetively lallowed hy regular clinical examinations every 3 months lbr 5 years. The mean follow-up time was 32 months_ Overall hospital mortality ?vere 5.8 % for pa-tients with SA and 15 % for patients with BSCC. Res-pectivel- lale mortality was due to thromhoemholic events (n=6), sudden death (n=3), noneardiae death (n=1 ). Khi square test eAplained that thromhotic events was a different hetween SA and BSCC (P=0.425, P<0.05). Khi square test explained that there was a significant difierent ahout late mortality rate hetween SA and BSCC (P=0.218, P<0.05). The er-hocardiographic study was carried out on 92 cases (17 BSCC. 75 SA). During the first months of ohservation no sık-nificant an actuarial differences hetween there rnec-hanical pı-ostheses could he ohserved however, afteı- 5 years of long - term follow-up the actuarial rates vere ınore favorahle for the BSCC pı-osthesis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Özlem Ekiz, Filiz Canpolat, Fuat Ekiz, İlhami Yüksel, Şahin Çoban, Ömer Başar, Elife Erarslan, Osman Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Prevalence Of HelIcobacter PylorI InfectIon In PatIents WIth PsorIasIs, AssocIatIon Between DIsease ActIvIty And InfectIon
Psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori enfeksiyonu sıklığı ile ilgili farklı sonuçlar bildirilmiştir. Birçok çalışmada sık tespit edilmiş olmasına rağmen, bazılarında ise aynı sonuçlar elde edilmemiştir. Bu çalışmada biz, psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori sıklığını ve hastalık aktivitesi ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık. Çalışmaya dispeptik yakınmaları olan, 8 erkek ve 3 kadın olmak üzere toplam 11 psöriyazisli hasta alındı. 18 erkek ve 5 kadın olmak üzere 23 sağlıklı kişi kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Helikobakter pylori enfeksiyonu mide orta kısmı ve antrumdan alınan endoskopik biyopsiler veya üre nefes testi ile tespit edildi. Hasta grubunda, Helikobakter pylori tedavisi öncesi ve sonrası hastalık aktivitesi (psoriasis area severity index: PASI) ile değerlendirildi. Helikobakter pylori eradikayonu için ardışık tedavi rejimi tercih edildi. Eradikasyonu değerlendirmek için üre nefes testi yapıldı. Helikobakter pylori, psöriyazisli 11 hastanın 9’unda pozitif olarak tespit edilirken (% 82), kontrol grubundaki 23 kişiden 11’inde (% 47,8) Helikobakter pylori pozitif olarak tespit edildi. Hasta grubunda, tedavi sonrası 9 hastanın 6’sında Helikobakter pylori negatifleşti. Helikobakter pylori eradikasyonu sonrası, kontrole gelen 4 hastanın sadece birinde anlamlı bir PASI iyileşmesi gözlenirken diğer 3 hastada anlamlı bir düzelme izlenmedi. Sonuç olarak bu çalışmada hasta sayısı az olmakla birlikte, Helikobakter pylori enfeksiyonunun psöriyazisli hastalarda sık olduğu gözlenmiş olup, hastalık aktivitesi arasındaki ilişki gösterilememiştir. H.P ile psöriyazis şiddeti arasındaki ilişkiyi göstermek için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
It has been reported different results about the prevalence of Helicobacter pylori infection in patients with psoriasis. In several studies, although the prevalence of Helicobacter pylori was reported to be increased, in some studies it could not be shown same results. In this study, we aimed to evaluate the prevalence of Helicobacter pylori infection and the association between disease activity and infection in patients with psoriasis. A total of 11 (8 male, 3 female) patients with psoriasis and 23 healthy controls (18 male, 5 female) were included in the study. Helicobacter pylori infection was diagnosed with biopsy which was obtained from the antrum and the body of stomach or with urea breath test. Before and after Helicobacter pylori eradication, disease activity was revealed with psoriasis area severity index. Sequential eradication regimen was preferred treatment for helicobacter pylori. Urea breath test was used to evaluate the eradication after the treatment Nine (% 82) of 11 patients with psoriasis had positivity for Helicobacter pylori while 11 subjects (% 47,8) of 23 had positivity for Helicobacter pylori in the control group. After the eradication treatment, Helicobacter pylori were negative in six patients. Four patients returned for follow-up visits and psoriasis area severity index had significantly resolved in only one of them. In conclusion, however the number of patients is so not much, in this study the prevalence of Helicobacter pylori was observed to be more frequent in patients with psoriasis but no association between disease activity and infection was found. Further studies are needed to show the association between disease activity and Helicobacter pylori infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eritropoetinin Kemoterapi Uygulanan Ratlarda Kolon Anastomozlarının İyileşmesi Üzerine Etkisi
Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Mehmet Metin Belviranlı, Faruk Aksoy, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Eritropoetinin Kemoterapi Uygulanan Ratlarda Kolon Anastomozlarının İyileşmesi Üzerine Etkisi
Influence Of ErythropoIetIn On HealIng Of ColonIc Anastomoses In Rats Treated WIth Chemotherapy
Amaç: Eritropoetinin barsak anastomozu yapılan ve kemoterapi uygulanan ratlarda anastomoz iyileşmesi üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışma Selçuk Üniversitesi Deneysel Araştırma Merkezi (SÜDAM)’inde gerçekleştirildi. Ratlar 10’ar denekten oluşan 4 gruba ayrıldı. Bütün gruptaki denekler cerrahi işlem öncesi tartıldı ve orta hat kesisi ile laparotomi yapıldı. I. grup deneklere sigmoid kolon anastomozu yapıldıktan sonra standart besleme dışında bir işlem yapılmadı. II. gruba kolon anastomozu sonrası subkutan eritropoetin (EPO) injeksiyonu yapıldı. III. gruba kolon anastomozu yapıldıktan sonra intraperitoneal 5-şuorourasil (5-FU) injekte edildi. IV. gruba kolon anastomozu sonrası intraperitoneal 5-şuorourasil ve subkutan eritropoetin injeksiyonu yapıldı. Anastomozdan sonraki 7. günde ratlar tartıldı ve sakrifiye edildi. Gruplar arasındaki anastomoz patlama basıncı, anastomoz hattından alınan numunelerde hidroksiprolin seviyesi ve histopatolojik olarak kollajen ve fibroblastdan zengin bağ dokusu oluşumu, anjiyojenezdeki artış, inşamasyondaki yoğunluk ve nekroz varlığı değerlendirildi. Bulgular: Eritropoetin uygulanan ratlarda diğer gruplara göre patlama basınçları, hidroksiprolin düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Histopatolojik incelemede eritropoetin grubunda anjiyojenez ve kollajenden zengin bağ dokusu oluşumunda artış, inşamasyon ve nekroz oluşumunda anlamlı şekilde azalma görüldü. Eritropoetinin bu olumlu etkileri 5-şuorourasil uygulanan ratlarda da tespit edildi. Sonuç: Kolokolik anastomoz yapılan ratlarda eritropoetinin inşamasyon, proliferasyon ve yeniden yapılanma üzerine olan etkisiyle anjiyojeneze olumlu etkiler yaptığı düşünülmüştür. Aynı olumlu etkiler 5-şuorourasil kullanılan ratlarda da gözlenmiştir. Bu nedenle eritropoetinin kolokolik anastomozlardan sonra ve özellikle kemoterapi gibi anastomoz iyileşmesini olumsuz etkileyen durumlarda anastomoz kaçağı riskini azaltacağı beklenebilir.
Aim: We aimed to search the effects of erythropoietin on anastamoses recovery in the rats to which rchemotherapy was applied and intestine anastomos was made. Material and Method: The study was carried out at Selcuk University Experimental Research Center (SUDAM). The rats were divided into 4 groups including 10 subjects. The subjects in all groups were weighed before the surgical operation and laparotomy was made with middle line cutting. Nothing but standard feeding was made to the subjects in the 1st group after making sigmoid colon anastomoses. Subcutan erythropoietin injection was administered to the 2nd group after colon anastomoses. The 3rd group was injected intraperitoneal 5- fluorouracil after colon anastomoses was made. The 4th group was made intraperitoneal 5- fluorouracil after colon anastomoses, and subcutan erythropoietin injection was administered.On the 7th day following the anastomoses, the rats were weighed and they were sacrificed. Anastomoses bursting pressure among the groups, hydroxyproline level in the samples taken from anastomoses line and collagen and rich bind tissue formation from the fibroblast histopathologically, the rise angiogenesis, intensity in inflammation and the existence of necrosis were evaluated. Results: In the rats to which erythropoietin was applied, the bursting pressures and hydroxyproline levels were significantly higher than those of the control group statistically. During the histopathological examination, it was seen that rich bind tissue formation from angiogenesis and collagen in the erythropoietin group rose while there was a significant reduction in the formation of inflammation and necrosis. These positive effects of erythropoietin was also established in the rats to which 5- fluorouracil was applied. Conclusion: In the rats to which colo-colic anastomoses was made, it was considered that erythropoietin inflammation had positive effects on angiogenesis with its influences on proliferation and restructuring. The same positive effects were observed in the rats which used 5-fluorouracil. Thus, it can be expected that erythropoietin can reduce the risk of anastomoses escape after colo-colic anastomoses and in conditions such as chemoteraphy, which negatively affects the recovery of anastomoses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pnömatosis Sistoides İntestinalis
Yüksel Arıkan, Faruk Aksoy, İbrahim Sungur
Olgu sunumu
Özeti
Pnömatosis Sistoides İntestinalis
PneumatosIs CystoIdes IntestInalIs.
Sadece ileıımu tutan bir pnömatozis sistoides intestinalis olgusu klinik, radyolojik, histopatolojik ve laparotomi bulguları ile birlikte sunulmuş ve literatür bilgileri gözden geçirilmiştir.
A case of pneumatosis cystoides intestinalis involving only the ileum is reported with clinical, radyologic, histopathological and operation findings by the review of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Klor Gazı İnhalasyonuna Bağlı Bronş Hastalığı
Hüseyin Çiçek, Şerife Nur Sağmanlıgil, Savaş Yaşar, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Klor Gazı İnhalasyonuna Bağlı Bronş Hastalığı
Klor, güçlü, bir oksidan ajandır. Değişik durumlarda klor gazına maruziyet olabilir. Endüstriyel artıklardan su arıtma ve taşınması sırasında, yüzme havuzlarından, ev temizlik maddelerinden inhalasyon olmaktadır. Solunum yollarına toksik etki gösterir ancak akut veya kronik maruziyetten sonra akciğer fonksiyonlanna kronik etkisiyle il-gili yeterli bilgi yoktur. Klor inhalasyonu sonucu minör mukozal cevaptan diffüz alveoler hasara kadar değişik klinik durumlar görülebilir. Hızla akciğer ödemi ve intertisyel pnömoniye yol açarak akut hipaksik solunum yetmeziiğine neden olabilir. lnhalasyondan sonra yapılan solunum fonksiyon testlerinde hava yolu obstrüksiyonu ve hava hapsi dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı klor gazı kurbanlannda yapılan takıplerde birçok kişide astma, kronik bronşit ve amfizem geliştiği görülmüştür. Bizim olgulanmızda klor gazı inhalasyonundan sonra yaygın bronş inf-lamasyonu ve hiperreaktivitesi ortaya çıkmış, hava yolu obstrüksiyonu geliştiği gözlenmiş, gelişen hava yolu obstrüksiyonu tedaviye cevap vermiştir.
Chlorine is a strong oxidizing agent. There are several forms of exposure: industrial leaks, environmental re-leases occurring prirnarily in transport or water purification swimming pool-related events and houselhold-cleaning product misadventures. The toxic effect of inhaled chlorine gas on the respiratory tract has been known but there is insufficient evidence ta conclude that there is a chronic impairment of pulmonary function after acute or chronic exposure. Chlorine inhalation may manifest any of the full spectrum of pulmonary irritant effects, from minor mucosal response ta diffuse alveoler damage, may rapidly cause pulmonary edema and interstitial pne-umania, leading to acute hypoxemic respiratory failure. Pulmonary function tesis obtained following inhalation were most notable for airflow obstruction and air trapping. Follow up studies of World War 1 chlorine gas victims indicate that many of the survivors were subsequently disabled by asthma, chronic bronchitis and emphysema. fn aur cases, following chlorine gas inhalation widespread bronchial inflammation and hyperreactivity, and airway obstruction occurred. Airway obstruction resporıded to medicai treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hüsnü Alptekin, Hüsamettin Vatansev, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
The Effect Of ChItIn On KIdney And LIver FunctIon In PatIents WIth Stomach And Colorectal Cancer
Karın içi yapışıklıkların önlenmesinde kullanılan chitin molekülünün organ fonksiyonlarına olan etkisinin araştırılması. Bu çalışmaya mide kanseri ve kolorektal kanser nedeniyle ameliyat edilen ve rezektabl girişimler yapılan 40 hasta dahil edildi. Operasyon sonrası hastaların kesi hattı altına 15x10 cm. boyutta 2 adet Chitin Suprofilm® konuldu. Hastalarda preoperatif, postoperatif 1.gün ve 5.günlerde AST, Creatinin, BUN değerlerine bakıldı. Her 3 ayrı AST, Creatinin ve BUN değerleri arasında gruplar içi ve gruplar arası değerlendirmede istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi (p>0.05). Hastalarda 2 tabaka Chitin kullanımından sonra yeterli hidrasyon sağlanmasıyla karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu gelişmemiştir. Chitinin antiadeziv olarak güvenle kullanılabileceği kanaatindeyiz.
The effects of Chitin molecules, used prevention of abdominal adhesions, on organ functions were investigated. 40 patients, underwent surgery for gastric cancer and colorectal cancer and resectable initiatives were included in this study. After surgery, two Chitin Suprofilm ® in size of 15X10 cm were placed under the incision line. AST, Creatinin, BUN levels were measured in patients at preoperative, postoperative 1st and 5th days. There was no statistically significant difference in means of Creatinin, AST, and BUN levels between groups in three measurement. Having used Suprofilm® (Chitin) with adequate hydration, liver and kidney dysfunction was not developed. We think that Suprofilm® (Chitin) can be used safely as antiadhesive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Taşkırma İçin Spinal Anestezi; Hangi Durumlarda Tercih Ediyoruz?
Rafi Doğan, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Tufan Çiçek, Cengiz İşbilen, Murat Gönen, Bülent Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Taşkırma İçin Spinal Anestezi; Hangi Durumlarda Tercih Ediyoruz?
SpInal AnesthesIa For Shock Wave LIthotrIpsy; WhIch Cases Is It Preferred In?
Bu çalışmada, spinal anestezi altında yapılan başarısız üreteroskopik taş tedavisi (URS) sonrası aynı seansta planlanan beden dışı şok dalga litotripsi (SWL) işleminde mevcut spinal anestezinin etkinliği ve güvenilirliğini değerlendirmeyi amaçladık. Kliniğimizde taş tedavisi için SWL yapılan 34 hasta çalışmaya alındı. Grup 1’e, başarısız URS sonrası SWL planlanan spinal anestezi yapılmış toplam 17 hasta alındı. Grup 2 ise sedo-analjezi altında (midazolam+fentanil) SWL uygulanmış hastalardan rasgele yöntemle seçilmiş 17 hastadan oluştu. Grup 1’deki hastalar spinal anestezi ile yapılan URS sonrası vital bulguları monitorize edilerek ameliyathaneden alınıp anestezi doktoru eşliğinde SWL ünitesine götürülmüştür. Tüm hastaların taş çapları, uygulanan maksimum enerji düzeyleri, SWL, floroskopi, derlenme ve yürümeye başlama süreleri ve taşsızlık oranlarının kayıtları alınarak istatistiksel karşılaştırmaları yapıldı. Hastaların ağrı skorları verbal analog skalası (VAS) ile değrlendirildi. Hiçbir hastada SWL sırasında hipotansiyon, bradikardi, desaturasyon ve bulantıkusma gözlenmedi. Grup 1’de maksimum enerji ortalama 56,7 mjoule, Grup 2’de ise 47,6 mjoule idi(p
In this study we evaluated the efficiency and reliability of spinal anesthesia during extracorporeal shock wave lithotripsy (SWL) after the ineffective ureteroscopic lithotripsy (URL). In our clinic for 4 years, all of 17 patients who were applied SWL under spinal anesthesia (Group 1) were received to study. Also, 17 patients were administered sedo-analgesia with midazolam and fentanyl (Group 2) were included randomly into the study. Group 1 patients were transported to the SWL unit with monitoring and observance of anesthetist under spinal block after ineffective URL. The diameter of the stones, the level of the maximal energy, SWL, fluoroscopy and recovery times, the rate of stone free were recorded. The pain assessment was performed with verbal pain scale (VPS). Any patients showed hypotension, bradycardia, desaturation and nause-vomiting. There were no significant differences related to the diameter of the stones, SWL and flouroscopy times, the rate of stone free between groups. The maximal energy was 56.7 mjoule in Group 1, 47.6 mjoule in Group 2 (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fetal Dönemde Orbita Gelişimi
Mehmet Ali Malas, Ercan Mensiz, Osman Sulak
Araştırma makalesi
Özeti
Fetal Dönemde Orbita Gelişimi
The Development Of OrbIta DurIng The Fetal PerIod
Amaç: İnsan fetuslarında intrauterin dönemde orbita ve orbita çevresinde bulunan yapıların gelişiminin antropometrik ölçümlerle değerlendirilmesi. Gereç ve yöntem: Gebelik yaşı 10-40 gebelik hafta arasında değişen kranyofasiyal anomalisi olmayan, 140 (70 erkek, 70 kız) fetustan yararlanıldı. Fetal dönemde fetuslar birinci, ikin ci, üçüncü trimester ve miadında olmak üzere dört gruba ayrılarak değerlendirildi. Fetuslarda kranyum ve orbital bölgeye ait toplam 9 antropometrik değer ve kantal indeks araştırıldı. Baş çevresi, kafa genişliği, yüz genişliği, yüz yüksekliği, dış orbital mesafe, iç orbital mesafe, orbita yüksekliği, orbita genişliği, oro-palpebral mesafe ve kantal indeks araştırıldı. Bulgular: Gestasyonel yaş ile bütün parametreler arasında anlamlı ilişki vardı (p<0.001). Bütün antropometrik parametrelerde gruplar arasında farklılık olduğu görüldü (p<0.05). Kantal indekste birinci trimester ile miadındaki, ikinci trimester ile miadındaki gruplar arasında farklılık gözlendi (sırasıyla: p<0.05, p<0.01). Fetal dönem boyunca dış kantal mesafe iç kantal mesafeye oranla daha fazla artış gösteriyordu. Fetal dönemde orbita genişliği orbita yüksekliğine göre miada doğru daha fazla artış gösteriyordu. Sonuç: Bütün parametrelerde cinsler arasında farklılık olmadığı tespit edildi (p>0.05). Orbita gelişiminin değerlendirilmesi için fetal döneme ait yeni ver iler elde edildi. Fetal dönemde orbital bölge gelişiminin değerlendirmeleri için çalışmamızdaki bilgilerin faydalı olacağını ummaktayız.
Purpose: The development of orbita and surrounding region were evaluated with the anthropometric measure- ments in human fetuses during the intrauterine period. Materials and method: The study group constituted 140 (70 male, 70 female) fetuses without craniofacial or other anomalies or pathologies and ages ranging between 10 and 40 gestational vveeks. Fetuses nere divided into 4 groups as first, second, third trimesters and full-term. Nine anthropometric values from cranium and orbital region and chantal index were determined. Studied parameters were head circumference, head width, facial width, facial height, outer orbital distance, inner orbital distance, orbital height, orbital width, oro-palpebral distance and chantal index. Results: There were significant correlations between gestational age and ali parameters (p<0.001). There were significant differences between groups in ali anthropometric parameters (p<0.05). Chantal index significantly differed between first trimester and full term or second trimester and full term fetuses (respectively; p<0.05, p<0.01). Outer Chantal measurements showed more increments than inner chantal measurements during fetal period. İn fetal period, orbital width showed more increase than orbital height through full term. Conclusions: İt is determmed that there is no significant difference between sexes in respect to ali parameters (p>0.05). New data a e derived for fetal period to evaluate orbital development. VVe hope that our data will be useful in evaluation of fetal orbital development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mahmut Mutlu, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Ömer Şafak, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
The Results Of TranspedIcular FIxatIon Of Unstable Thoracolumbar Vertebral Fractures
Nisan-1990 ve Mayıs-1997 tarihleri arasında 101 hastanın vertebra kırıkları cerrahi olarak tedavi edildi. Ortalama takip süresi 27 ay idi. Yetmiş erkek ve 31 bayan hastanın ortalama yaşı 35.9 olarak bulundu. En sık birinci lumbar vertebra etkilenmişti. 94 burst kırığı, 22 kompresyon kırığı, 4 kırıklı-çıkık ve 1 emniyet kemeri yaralanması tespit edildi. Nörolojik durum, 59 hastada Frankel-E, 14 hastada Frankel-A düzeyindeydi. Ortalama lokal kifoz açısı24 derece ve anterior kompresyon yüzdesi %40.7 idi. Ortalama spinal kanal tutulumu %44.5 olarak bulundu. Ame liyatlar ortalama dörtbuçuk gün içinde yapıldı. Ameliyat sonrası tüm hastalarda korse kullanıldı. Komplikasyonlar; bir hastada sreprospinal sıvı fistülü, iki yüzeyel enfeksiyon ve bir bası yarası olarak gözlendi. Nörolojik kaybı olan onsekiz hasta kısmi olarak, iki hasta ise tam olarak düzeldi. Bu kırıkların tespitinde 394 transpediküler vida kul lanıldı. Otuzbir vida eğilmesi, 9 vida kırılması ve 19 vida yer değiştirmesi tespit edildi. Transpediküler fiksasyon to- rakolumbar vertebra kırık cerrahisinde etkili bir tedavi yöntemi olarak bulundu. Sonuç olarak, iyi seçilmiş vakalarda vertebra kırıklarının posterior yaklaşımla cerrahi tedavisi, komplikasyonları ol makla birlikte etkili bir tedavi metodu olarak bulundu.
Betvveen April 1990 and May 1997, 101 patients with unstable thoracolumbar vertebral fractures were treated operatively. The mean follow-up was 27 (3-66) months. There were 70 men and 31 women. The mean age was 35.9 (18-69) years. Etiology was falling from a height in most of them (56.4%). The delay from the original trauma to the presentation ranged from 2 hours to 7 days. First lumbar vertebra was affected mostly (35.5%). According to the Deniş classification, there were 94 burst fractures, 22 compression fractures, 4 fracture-dislocations and one seat-belt injury. Fiftynine patients had Frankel type E, and 14 had Frankel type A neurologic status. The me- dium angle of local kyphosis was 24° and the percentage of anterior compression was 40.7%. The percentage of average spinal canal involvement was 44.5%. The average time after the trauma till the operation was 4.5 days (6 hrs-20 days). The mean operative time was 135 minutes and 2.8 units of whole blood transfusion was used on the average, intraoperatively. Postoperative bracing was applied to ali of the patients. One CSF fistula, two su- perficial infections and one pressure sore were noted as early complications. Eighteen patients with neurologic deficits had partial, and two patients had full recovery. 394 transpedicular screvvs vvere used and there vvere 31 (7.8%) bent screvvs, 9 (2.2%) screvv breakages and 19 (4.8%) screvv migrations. Transpedicular fixation was found to be an effective method for thoracolumbar vertebral fracture surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Şamil Ecirli, Ali Borazan, Sefa Yavuz, Ahmet Temizhan, Selda Çam
Derleme
Özeti
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Report Of Two Cases Of Adult Onset StIlI DIsease And RevIevv Of The LIteratüre
Erişkin Stili Hastalığı, etiyoiojisi bilinmeyen sistemik bir hastalıktır. Klinik ve laboratuar özellikleri patognomonik değildir. Teşhisi zor olup, enfeksiyon hastalıkları, hematolojik ve otoimmün hastalıklar ekarte edildikten sonra Yamaguchi kriterlerine göre tanı konulur. Tedavisi çok iyi belirlenmemiş olup; steroidler, sistemik belirtilerin ve ateşin kontrolü için son derece etkilidir. Erişkin başlangıçtı Stili hastalığının spesifik tanı ve tedavisi için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır. Biz burada, Stili hastalığı belirlediğimiz 2 vakayı sunmayı ve literatürü gözden geçirmeyi amaçladık.
Adult onset Still’s disease is a systemic disease of unknovvn etiology. Clinical and laboratory features are not pathognomonic. The diagnosis is difficult and based upon Yamaguchi’s criteria after exclusion of infectious diseases, hematologic process or autoimmune diseases. Treatment is not well codified but steroids represent the most efficient therapy to control fever and systemic manifestations. Search for new treatments and specific markers of adult onset Still’s disease are needed. İn this study, we present the cases of two patients with adult onset Still’s disease and revievv of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntraartiküler Sufentanil, Morfin Ve Plasebonun Postoperatif Ağrı Ve Analjezik Kullanımı Üzerine Etkileri
Ruhiye Reisli, Sema Tuncer, Mustafa Yel, Gamze Sarkılar, Atilla Erol, Faruk Çiçek, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
İntraartiküler Sufentanil, Morfin Ve Plasebonun Postoperatif Ağrı Ve Analjezik Kullanımı Üzerine Etkileri
The Effects Of IntraartIcular AdmInIstratIon Of SufentanIl, MorphIne And Plasebo On PostoperatIve PaIn And AnalgesIc RequIrements
Amaç: Bu çalışmada intraartiküler sufentanil ve morfinin postoperatif ağrı ve analjezik kullanımı üzerine olan etkilerinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Artroskopik diz cerrahisi geçirecek 60 olgu üç gruba ayrıldı. Hastalara standart anestezi uygulandı. Operasyon sonunda artroskop çekilmeden, ilaçlar toplam verilecek mayi 20 cc olacak şekilde serum fizyolojik ile sulandırılarak, Grup I’de 20 cc izotonik (n:20), Grup II’de 10 mg sufentanil (n:20), Grup III’de 2mg morfin (n:20) intraartiküler uygulandı. Hastaların uyandıkları saat 0. dk kabul edilerek VAS’ları değerlendirildi. Tramadol 1mg/kg yükleme, 20 mg bolus ve 7 dk kilitli kalma süresi olacak şekilde hasta kontrollü analjezi (HKA) ile uygulandı. Bu andan itibaren 30. dk, 2.saat, 12. saat ve 24. saat larda hastaların HKA istekleri ve bir günlük tramadol tüketimleri kaydedildi. Bulgular: Sufentanil grubunda 0. dk VAS değerleri diğer gruplara göre anlamlı derecede düşüktü (p< 0.05). 30. dk kullanılan tramadol miktarı Grup II’de Grup I ve III’e göre anlamlı derecede azdı (p<0.05). ‹ntraartiküler verilen sufentanilin postoperatif tramadol kullanımını azalttıgı gözlendi. Sonuç: Sonuç olarak; intraartiküler sufentanil kullanımı artroskopik diz cerrahisinde kolay uygulanan, efektif, güvenilir ve iyi tolere edilen bir analjezik tekniktir. Bu çalışmada intraartiküler sufentanil ile etki başlangıcının daha kısa ve güçlü olduğu gösterilmiştir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the effects of intraarticular administration of sufentanil and morphine on postoperative pain and analgesic requirements after artroscopic knee procedures. Material and Method: Sixty patients scheduled for artroscopic knee surgery were randomised into three groups. A standart general anesthesia was used for all patients At the end the surgery , before the artroscope was removed the following solutions were administerd in 20 ml of normal saline. Group I:(n:20) 20 ml normal saline, Group II:(n:20) 10mg sufentanil, Group III:(n:20) 2 mg morphine. Awaken time of the patients was estimated as time 0 and Visual Analog Scale (VAS) scores were assesed. IV PCA (Patient Controlled Analgesia) was given as tramadol. The PCA deliveries at 30 min, 2 hours, 12 hours and 24 hours and total tramadol requirements for 24 hours were noted. Result: VAS scores were significantly lower in group II(p< 0.05). The consumption of tramadol at 30 min was also lower in group II when compared to group I and group III (p<0.05). Intraarticular sufentanil significantly reduced the postoperative consumption of analgesics (p<0.05). Conclusion: As a result we concluded that intraarticular sufentanil using in artroscopic knee procedures is simple, effective, safe and well tolerated analgesic techinique. This study showed that the onset of analgesia was faster and stronger with intraarticular sufentanil.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Aydın Şanlı, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
DIagnostIc Value Of AnterIor MedIastInotomy Irı IntrathoraeIe LesIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cer-rahisi Kliniğinde 1994 Ocak 1996 Eylül tarihleri arasında /6 yakaya mediastinal eksplorasyon uy-gulanmıştır. Vakaları,' 11 'i erkek, 57 kadındır. En küçük hastanuz 35, en yaşlı hastannı ise 68 yaşında olup yaş ortalaması 53_8'dir. Bunların 13 (% 81 .25)rüne sağ anterior mediastinotomi, 3 (% 18.75)7ine sol anterior Mediastinotomi uy-gulanmıştır. Sağ anterior mediastinounni uygulanan vakaların 1 'iııde hiopsi alınamanuş, hiopsi için to-rakotomi gerekmiştir_ 16 vakatun 14 (% 87.50)'ünde tnediastinal eksplorasyonla patolojik kmıya ıdaşılabilmiştir. Vakaların 3`iinde epidermoid kar-sinom. 37inde sarkoidoz, 2`sinde küçük hiicreli Ca, 2'sinde leufinna. 2'sinde tüberküloz, 1 'inde ade-nokarsinom ve 1 'inde kronik nonspesifik iltihap tanısı konmuştur. Torakoıonıi uygulanan bir hastada sonuç sarkoidoz olarak alınmıştır. Hiçbir vakada operatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Between Januar). 1994 to Septemher 1996. 16 patients with mediastinal mass were surgically eAp-Iored. Among them 11 of them were males and 5 were .female. Their ages ranged 35 ta 68 vears (mean 53.8). For 13 patients right anterior me-diastinotomy were pe)formed (81.25%) and left an-terior mediastinotomy were perforıned for 3 pa-tients, respectiyely. 117 one case the right anterioı-mediastinotomy procedure failed and thoracotomy required. In 14 cases of 16 (87.50 %) pathologi• di-agnosis was made hy ınediastinal exploration. Par-hologic extıminations revealed that epidermoid can-cinonıa in 3 patients, sarcoidosis in 3 patients, oat cell carcinoma in 2 patients, lenfoğna in 2 patients. tuberculosis in 2 patients. adenocarcinoma in 1 pa-tient, and chronic nonspesıfic inflamation in 1 pa-tient refflectively. The patient who required tho-racotomy was diagnosed as sarcoidosis. Opeıyuive complication and moı-tality occured,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subtotal Sistektomide İleal Artifisyel Mesane (interstisyel Sıstitde Ileosistoplasti Uygulaması Nedenıyle)
Mehmet Arslan, Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Celal Sönmez, Ahmet Öztürk, Atilla Semerciöz, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Subtotal Sistektomide İleal Artifisyel Mesane (interstisyel Sıstitde Ileosistoplasti Uygulaması Nedenıyle)
Subtotal Cystectomy Andal Artıfıcal Bladder (due To Ileocystoplasty Applıcatıon In Interstıtıal System)
Kronik interslisyel sistit, tüberküloz sistit ve diğer nedenlere bagh olarak ortaya çıkan, ağrılı semptomlar gösteren ve medikal tedaviye cevap alınamayan kontrakte mesane vakalarındaareterokiiteneostorni, coofey operasyonu, ileal loop, enterosisioplasti v.b. uygulanmakta ve ileosistoplasti operasyonu bu hastaların yaşam kalitesini yükseltmektedir. interstisyel sistit nedeniyle kliniğimizde uyguladıgımız bir ileosistoplasiinin sonuçları gözden geçirilmiş ve bu vakalarda uygulanmasının yararı ortaya konmuştur.
Chronic interstitiel cystilis, tuberculous cystilis and related coniracted bladder causes a coditien which can not be itnprove by medication and bladder irrigation and patients suffer from persistent vesical pain. Ureterocuianeostomy, ileal loop, sigınoid conduiı and enterocysıoplasty can be used for this patienis. Augmentation cystoplasty improve the quality of life considerably. The result of an augtnentation cystoplasty done and its usefulness is presented bere irt this article.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uzun Dönem Viskokanalostomi Sonuçlarımız
Muammer Özçimen, Tekin Yaşar, Halil İbrahim Yener
Araştırma makalesi
Özeti
Uzun Dönem Viskokanalostomi Sonuçlarımız
Long Term Results Of VIscocanalostomy
Viskokanalostomi, açık açılı glokomun cerrahi tedavisinde geliştirilen ve ümit verici yöntemlerden bir tanesi olarak kabul edilmektedir. Viskokanalostomi ameliyatlarının uzun dönem göz içi basıncını (GİB) düşürücü etkisi ve postoperatif komplikasyonları değerlendirildi. Bu retrospektif değerlendirmede 21 hastanın 22 gözüne uygulanmış viskokanalostomi ameliyatı sonuçları incelendi. Hastalar en az 12 en çok 62 ay ve ortalama 27.50 ± 14.71 ay takip edildi. Postoperatif göz içi basıncının ilaçla veya ilaçsız 21 mmHg’nın altında olması cerrahi başarı, ilaçsız 21 mmHg’nın altında olması ise cerrahi tam başarı olarak kabul edildi. Olgularımızın %90’ının postoperatif son kontrollerinde cerrahi başarı sağlandı, bu orana %22.7 hastada medikal tedavi ile ulaşıldı. Viskokanalostomi yönteminin glokom cerrahisinde GİB düşürme yönünden trabekülektomiyle karşılaştırılabilecek düzeyde etkin ve daha az komplikasyon oranı nedeniyle güvenli bir alternatif yöntem olabileceği sonucuna varıldı.
Viscocanalostomy (VCS) is a new and promising surgical treatment procedure of open angle glaucoma. In this report, the long term efficacy of VCS in lowering intraocular pressure (IOP) and postoperative complications of the technique were analysed. The outcomes of 22 eyes of 21 patients underwent viscocanalostomy were evaluated. The mean follow up period was 27.50 ±14.71 months (range, 12-62). Complete success rate was defined as IOP lower than 21 mmHg without medication and qualified success rate was defined as IOP below 21 mmHg with or without medication and it was 90% (20/22). Patients with an IOP lower than 21 mmHg with medication were 22.7% (5/22). Viscocanalostomy is as effective as trabeculectomy in lowering IOP, and it lowers the risk of incidence of such complications offering a safer and more convenient option.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çift Puls Yönteminde İki Uyaran Arasındaki Gecikme Süresinin İletim Hız Dağılımı Histogramına Etkisi
Nizamettin Dalkılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Çift Puls Yönteminde İki Uyaran Arasındaki Gecikme Süresinin İletim Hız Dağılımı Histogramına Etkisi
The Effect Of The Delay TIme Betvveen Pulses On ConductIon VelocIty DIstrIbutIon HIstograms In Double Pulse Method
Aynı noktadan çift puls ile uyarılan sinirlerde oluşan birinci ve ikinci bileşik aksiyon potansiyelleri (BAP1 .BAP2), "suction” tekniği ile kaydedildi. İki uyaran arasındaki gecikme süreleri küçültülerek BAP2'de meydana gelen değişimler gözlendi. BAP'dan lif çapı dağılım histogramlarını elde etmek için, önceki çalışmalarımızda oluşturduğumuz model BAP1 ve BAP2 kayıtlarına uygulandı, iki puls arasındaki gecikme süresinin küçültülme- siyle, 2BAP histogramlarında meydana gelen değişimler BAP1 histogramlarıyla karşılaştırıldı, BAP1 ile BAP2 his- togramları arasındaki anlamlı farklılaşmanın, "suction"yönteminde 3.4’üncü ms'de başladığı tespit edildi. Çift puls ile uyarma yöntemi, yavaş ileten liflerin refraktör dönem büyüklüklerini saptamada kullanılabilir olduğu görüldü, ancak İki uyaran arasındaki gecikme süresinin küçülmesiyle B A P l’in gecikmiş fazı BAP2'nin erken fazına karışması nedeniyle tüm liflerin aktivitelerinin tespit edilmesine çok da uygun olmadığı düşünülmektedir.
The first and the second compound action potentials (CAP1 ,CAP2) arisen from the double stimulation of the nerve on the same polnt were recorded using the suction techniçue. The changes in CAP2 signals were observed as the delay time between two stimuli was reduced. İn order to obtaln the CAP fiber diameter distribution histograms, a model developed in our previous work was applied to CAP1 and CAP2 recordings. The changes in CAP2 histograms were compared to CAP1 histograms’ as the delay times got shorter. As inter-stimu/i delay time gets shorter, significant difference betvveen CAP1 and CAP2 histograms appears at 3.4th ms after CAP1. Although double pulse stimulation techniçue is essential for determining the refractor period duration, it is unsatisfactory for deducing vvhole nerve activity, since the late phase of CAP1 interferes into early phase of CAP2 as the delay time gets shorter.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eksploratif Timpanotomi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Eksploratif Timpanotomi
Exploratory Tympanotomy
Kulak hastalıklarında preoperatif araştırmalar, yapılacak cerrahi öncesinde temel hastalığı tanımlar. Ancak bazı hallerde tüm klinik ve radyolojik araştırmalara rağmen klinisyen doğru tanıyı koymada tereddüde düşer. Eksploratif timpanotomi orta kulak yapılarını gözkemede emniyetli yegane cerrahi girişimdir. Bu makalede, işitme kaybı nedeniyle eksploratif timpanotomi uyguladığımız 13 hastanın klinik bulguları ile birlikte eksploratif timpanotomi endikasyonları tartışıldı.
Preoperative clinical evaluation remains the basis in determination of an appropriate surgical procedure for the patient with otologic disease. Sometimes, howereri after a most complete clinical and radiogical work-up, the clinician will be in doubt about the correct diagnosis. Explarotary tympanotomy provides a unique and helpful, safe and minor surgical procedure that allows direct visualization of contents of the middle ear. In this article, thirteen patients who had exploratory tympanotomy for hearing loss and contemporary indications for exploratory tympanotomy were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genital Anonıaliler
Cemalettin Akyürek, Sema Soysal, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Genital Anonıaliler
GenItal AnomatIes
Bu yazıda 1988-1989 yılı içinde kliniğimizde görülen 5 genital anomali vakası takdim edilmiştir. Bu münasebetle genital anomaliler gözden geçirilmiş ve hastalarımızda uyguladığımız tedavi yöntemleri tartışılmıştır.
In this study, 5 cases reported with genital anornaly which had been diagnosed at the departrnent of Obsteirics and Gynecology of Medical School al Selçuk Unıversitv, between the yeras of 1988- 1989. Because of this cases genital anornalies have been considered and the method of treatment to applied our patient vere evaluated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Mide Lenfoması
Salim Güngör, Özden Vural, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Mide Lenfoması
Two Cases Of PrImary GastrIc Lymphoma
Primer mide lenfoması nadir görülen bir hastalıktır. Bu yazıda, primer mide lenfoması olan iki hasta, literatür verileri ile birlikte gözden geçirildi.
Primary gastric lymphoma is rare disease. In. this article, we presem two patients who had primary gastric lymphoma and reviwed with reference values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Skleral Fiksasyonlu Göz İçi Lensi İmplantasyonu Sonuçlarımız
Alparslan Şahin, Ümit Kamış, Refik Oltulu, Şaban Gönül
Araştırma makalesi
Özeti
Skleral Fiksasyonlu Göz İçi Lensi İmplantasyonu Sonuçlarımız
Results Of Scleral Sutured Intraocular Lens ImplantatIon
Amaç: Skleral fiksasyon tekniği ile arka kamaraya göz içi lensi implantasyonu sonuçlarının değerlendirilmesi. Yöntem: Ocak 2002 ile Aralık 2006 tarihleri arasında skleral fiksasyon tekniği ile göziçi lensi implante edilen 34 olgunun 34 gözüne ait kayıtlar retrospektif olarak değerlendirildi. Olgular, yaş, cinsiyet, primer veya sekonder GİL implantasyonu, implante edilen GİL cinsi, görme keskinliği, göziçi basıncı ve komplikasyonlar yönünden incelendi. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 52.55±22.08 yıl (4-83) idi. Ortalama takip süresi 6.41±6.49 (3–36) aydı. Postoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinliği PMMA GİL grubunda 0.39±0.35, katlanabilir GİL grubunda 0.57±0.27 olarak saptandı (p=0.146). Primer GİL implante edilen grupta postoperatif en iyi düzeltilmiş görme keskinliği 0.44±0.34 iken, sekonder GİL implante edilen grupta ise 0.47±0.32 olarak saptandı (p=0.758). Postoperatif komplikasyon oranı PMMA GİL grubunda %40.9, katlanabilir GİL grubunda %16.6 olarak saptandı.Postoperatif göziçi basıncı yükselmesi ve kistoid maküler ödem başlıca komplikasyonları oluşturmaktaydı. İmplante edilen 22 GİL PMMA,12 GİL ise 3 parçalı hidrofobik akrilik idi. Sonuç: Kapsül ve zonül desteğin yeterli olmadığı gözlerde skleral fiksasyon ile GİL implantasyonu tercih edilebilir bir yöntemdir. Her iki GİL tipi ile görsel sonuçlar benzer olsa da, katlanabilir GİL ile skleral fiksasyon tekniği daha az zaman almakta, daha düşük komplikasyon oranı saptanmakta ve erken görsel rehabilitasyona imkan sağlanmaktadır. Katlanabilir GİL ile skleral fiksasyon tekniğinin etkinliği ve güvenilirliği için daha fazla sayıda olgu ile uzun süre izlemli çalışmalar yapılması yararlı olacaktır.
Aim: To evaluate the results of posterior chamber intraocular lenses implanted by scleral fixation technique. Method: 34 eyes of 34 cases which had intraocular lens implantation by scleral fixation method between January 2002 to December 2006 were retrospectively evaluated. The parameters evaluated were the age and sex distribution, primary or secondary IOL implantation, type of implanted intra ocular lens, visual acuity, intra ocular pressure and complications. Results: The mean age of the patients was 52.55± 22.08 years (range 4 to 83 years). The mean follow up time was 6.41±6.49 (3–36) months. The mean postoperative best corrected visual acuities (BCVA) in PMMA IOL group and foldable IOL group were, 0.39±0.35 and 0.57±0.27, respectively (p=0.146). The mean postoperative best corrected visual acuities (BCVA) in primary implantation group and secondary implantation group were, 0.44±0.34 and 0.47±0.32, respectively (p=0.758). The postoperative complication rates in PMMA IOL group and foldable IOL group were 40.9% and 16.6%, respectively. Postoperative IOP increase and cystoid macular edema were the main complications. Implanted twenty-two IOLs were PMMA, and twelve were 3-piece hydrophobic acrylic. Conclusion: Implantation with scleral fixation of IOLs may be preferred in eyes with absence of zonular and capsular support. Although visual outcomes were similar for the two IOL types, scleral fixation of foldable IOLs take less time, have low incidence of complications and earlier visual rehabilitation. Long term studies with larger number of patients may better define the role of scleral sutured posterior chamber intraocular foldable lens implantation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Embryo Transfer Tekniğinde Kanıta Dayalı Yaklaşım
Mehmet Sakıncı, Cihangir Mutlu Ercan
Derleme
Özeti
Embryo Transfer Tekniğinde Kanıta Dayalı Yaklaşım
Embryo Transfer TechnIque: EvIdence Based Approach
Literatürdeki çalışmaları gözden geçirerek embryo transfer tekniğinde kanıta dayalı yaklaşım oluşturmak. Embryo transfer tekniği başarının sağlanmasında önemli bir role sahip olmasına karşın, literatürde bu konu ile ilgili sınırlı sayıda randomize kontrollü çalışma bulunmaktadır. Literatürdeki çalışmaların sonuçlarına bakıldığında; Transferin ultrason eşliğinde ve mümkün olduğunca zorlanma olmadan, atravmatik bir teknikle yapılması, yumuşak kateterlerin kullanımı başarı ile ilişkili gözükmektedir. Embryo transferinde uygun tekniklerin kullanımı gebelik oranlarında artışa yol açacaktır.
To find an evidence based approach in embryo transfer technique by reviewing relevant studies in the literature. Although the embryo transfer technique has an important role for success, there are limited randomised controlled studies about this issue in the literature. When the results of the studies are reviewed; performing the transfer by ultrasound guidance, with ease and with an atraumatic technique and using soft catheters seem to be related with success. Using appropriate techniques in embryo transfer procedure will enable increased pregnancy rates
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelerin Kan Lenfositlerinde Agnor Ve Mn Değeri İle
anae Ve Acp-Az Pozitivitelerinin Belirlenmesi
Baki Akbulut, Emrah Sur, Dürdane Nil Okur
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelerin Kan Lenfositlerinde Agnor Ve Mn Değeri İle
anae Ve Acp-Az Pozitivitelerinin Belirlenmesi
DetermInatIon Of The Agnor Parameters, Mn Frequency, Anae And
acp-Ase PosItIvIty Of Pbl In Pregnants
Bu çalışma, bayanlarda hamileliğin perifer kan lenfositlerinin alfa
naftil asetat esteraz (ANAE) ve asit fosfataz (ACP-az) aktiviteleri
ile perifer kan lenfosit oranları üzerindeki etkilerinin belirlenmesi
amacıyla yapıldı. Ayrıca perifer kan lenfositlerinde mikronükleus
(MN) sıklığı ile bazı AgNOR parametreleri de belirlendi. Bayanlar
Kontrol; I. trimester; II. trimester ve III. trimester olmak üzere 4
gruba ayrıldılar (n= 10). Perifer kan örneklerinden hazırlanan kan
frotilerine ANAE ve ACP-az demonstrasyonu ile modifiye MayGrünwald-Giemza
ve AgNOR boyamaları uygulandı. En düşük ANAEpozitif
lenfosit oranı II. trimesterde tespit edilirken (%58,2) gruplar
arasındaki farklar istatistiksel açıdan önemli bulundu (p<0,05). I.
(57,9%) ve III. trimesterde (%57,8) ACP-az pozitif lenfosit oranlarında
istatistiksel olarak önemli düşüşler gözlendi. Hamilelik süresince
perifer kan lenfosit oranlarında belirgin düşüşler dikkati çekerken
(p<0,05) en yüksek null hücre oranı (%11) I. trimesterde tespit
edildi. MN sıklığında hamilelik süresince belirgin artışlar gözlendi
(p<0,05). AgNOR sayılarında gruplar arasında fark tespit edilmezken;
AgNOR alanı/Çekirdek alanı oranının hamilelikle birlikte artarak en
yüksek değerine (%10,22) III. trimesterde ulaştığı görüldü (p<0,05).
Trimesterler arasında bazı farklar olsa da hamileliğin ANAE- ve ACPaz
pozitif perifer kan lenfosit oranları ve perifer kan lenfosit oranı ile
MN sıklığı ve bazı AgNOR parametrelerini etkilediği sonucuna varıldı.
This study was performed to determine the effects of pregnancy
on the positivity rates of alpha- naphthyl acetate esterase (ANAE)
and acid phosphatase (ACP-ase) of the peripheral blood lymphocytes
(PBL) and PBL percentages in pregnant women. Micronucleus
frequency (MN) and some AgNOR parameters of PBL were also
estimated. Women divided into four groups as Control; Trimester I
(TRI); Trimester II (TRII) and Trimester III (TRIII) (n= 10 for each
group). ANAE and ACP-ase demonstrations, modified May-Grünwald
Giemsa and AgNOR staining were performed on blood smears
prepared from peripheral blood samples. The lowest T-lymphocytes
percentage (58,2%) was determined in TRII and the differences
between the groups were statistically important (p<0,05). There was a
statistically significant decrease in the proportions of the ACP-ase (+)
lymphocytes in TRI (57,9%) and TRIII (57,8%). A dramatic reduction
in the percentage of PBL was recorded during pregnancy (p<0,05),
whereas the highest null cell rates (11%) were found in TRI. A distinct
increasing was observed in MN frequency during pregnancy (p<0,05).
There was no difference in mean AgNOR counts between the groups,
whereas AgNORs area/nucleus area increased during pregnancy and
it gained its highest value (10,22%) in TRIII. It was concluded that the
ANAE- and ACP-ase positive PBL proportions, PBL percentages, MN
frequency and some AgNOR parameters were affected by pregnancy
although there were some differences among the TRs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
Hüseyin Görkemli, Havvana Albeni, Çetin Çelik, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
ImmunologIc EvaluatIon Of Severe PreeclamptIc PregnancIes.
Mart 1998 ile Kasım 1998 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakütesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğine başvuran 20 kontrol ve 20 ağır preeklamptik olmak üzere toplam 40 hastanın immünolojik yönden değerlendirilebilmesi için total IgG. IgM, ASO, CHP, C3c ve RF değerlerine bakıldı. Postpartum 15 günden sonra aynı değerlere tekrar bakıldı. Kontrol grubu normal doğum için gelmiş miadındaki sağlıklı gebelerden oluşturuldu. Sonuçlar karşılaştırıldığında hem kontrol grubu ile prepartum ağır preeklamptik gebeler, hem de prepartum ve postpartum ağır preeklamptik gebeler arasında yukardaki değerler gözönüne alındığında anlamlı bir farklılık bu lunamadı (p>0.05). Bu tür immünolojik bir araştırmanın yapılabilmesi için, ELİZA yöntemi ile parametrelerin değerlendirilmesi gerekmektedir.
Betvveen March 1998 and November 1998; 20 control and 20 severe preeclamptic, totally 40 pregnant women were evaluated in Selçuk University Medical Faculty, Department of Obstetrics and Gyneacology. İn order to find out the immunologic basis of preeclampsia, total IgG, IgM, ASO, CRP, C3c and RF markers were studied. The control group was formed by healthy term pregnant women. No statistical significant difference was found be- tween the groups according to the immunologic markers (p>0.05). ELISA analysis was needed for such an immunologic study to find out the real differences between the groups.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezlerde Ağırlık Kaybı İçin Uygulanan Elektroakupunktur Ve Diyet Tedavisinin Serum Lipid Düzeylerine Akut Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Neyhan Ergene, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Obezlerde Ağırlık Kaybı İçin Uygulanan Elektroakupunktur Ve Diyet Tedavisinin Serum Lipid Düzeylerine Akut Etkileri
Acut Effects Of Acupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon For VveIght Loss In Obese People On Levels Of Serum LIpIds.
Amaç: Obezlerde elektroakupunktur tedavisinin vücut ağırlığına, serum kolesterol, trigliserit, HDL kolesterol ve LDL kolesterol düzeylerine etkilerini incelemektir. Yöntem: Yaş ortalamaları 39.8+5.3, vücut kitle indeksleri (VKİ) 34.8±3.3 olan 22 kadına elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 42.7±3.9, VKİ’leri 34.9±3.3 olan 21 kadına diyet programı uygulandı. Ayrıca yaş ortalamaları 43.3+4.3, VKİ’leri 32.2±3.4 olan 12 kadından da kontrol grubu oluşturuldu. Elektroakupunktur kulak noktalarından hungry ve shenmen, vücut noktalarından Ll 4, Ll 11, St 25, St 36, St 44 ve Liv 3 kullanılarak, günde tek seans, 30 dakika, diyet programı ise günde 1425 kcal. diyet verilerek 20 gün süre ile uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur uygulamasıyla % 4.8, diyet uygulaması ile % 2.9 oranında ağırlık kaybı gözlenirken; EA uygulamasıyla serum kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol düzeylerinde ve diyet uygu lamasıyla serum kolesterol, trigliserit düzeylerinde azalma gözlendi. Sonuç: Obezlerde elektroakupunktur uygu lanmasının, muhtemelen serum beta endorfin düzeyinin yükselmesiyle, lipolitik etki yaparak serum kolesterol, trigliserit, LDL kolesterol düzeylerini düşürmesi, obezite ile birlikte görülen risk faktörlerini azaltabileceği ve ayrıca enerji depolarını mobilize ederek ağırlık kaybına katkı sağlayabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: To investigate the effect of acupuncture therapy in obeses on body weight, levels of serum cholesterol, triglycerides, HDL cholesterol and LDL cholesterol. Methods: Electroacupuncture applied to 22 women with mean body mass index (BMI) of 34.8+3.3 and mean age of 39.8+5.3 and diet restriction to 21 women with BMI of 34.9±3.3 and mean age of 42.7+3.9. Control group also consisted of 12 vvomen with BMI of 32.2+3.4 and mean age of43.3±4.3. Electroacupuncture (EA) applied to earpoints of Hunger and Shen Men, and to body points of Ll 4, Ll 11, St 25, St 36, St 44 and Liv 3 as önce daily for 30 minutes. Diet restriction was applied for 20 days as 1425 kcalorie diet program. Results: VVeight loss of 4.8% follovving electroacupuncture application and 2.5% follovving diet restriction and also on reduction of serum levels of cholesterol, triglycerides, LDL cholesterol follovving EA and cholesterol and triglycerides follovving diet restriction were observed. Conclusion: VVe presume that elec troacupuncture application in obeses rises serum beta endorphin level and therefore possible creates lipolytical effect thus reduces the levels of serum cholesterol, triglycerides, LDL cholesterol, then this may reduces the risk factors at obesity and mobilizes the energy Stores and causes a vveight reduction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntestinal Obstrüksiyonun Nadir Bir Sebebi: Abdominal Cocoon
Mehmet Kılıç, Mehmet Keşkek, Ömer Yoldaş, Tamer Ertan, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Olgu sunumu
Özeti
İntestinal Obstrüksiyonun Nadir Bir Sebebi: Abdominal Cocoon
An Unusual Cause Of IntestInal ObstructIon: AbdomInal Cocoon
Amaç: Cerrahi aciller içerisinde sıkça rastlanılan intestinal obstrüksiyonun sebebi genellikle intestinal adezyonlar ve boğulmuş fıtıklardır. Abdominal cocoon veya sklerozan enkapsüle peritonit ise intestinal obstrüksiyonun nadir sebeplerindendir. İdiyopatik formu abdominal cocoon olarak bilinir ve karakteristik olarak ince barsaklar koza benzeri fibrokollajenöz membranla sarılmıştır. Olgu Sunumu: İntestinal obstrüksiyon nedeniyle başvuran 35 yaşındaki erkek hastaya laparotomi yapıldı. Ameliyat sırasında hemen tüm ince barsakların fibröz bir kese ile sarıldığı ve barsaklar arasında yoğun fibröz yapışıklıklar olduğu gözlendi. Künt ve keskin diseksiyonla kapsül ve adezyonlar açıldı. Sonuç: Tedavide ince barsaklar arasındaki ve çevresindeki fibröz kese ve bantların açılması yeterli olup, mümkün olduğunca sınırlı biridektomi ve rezeksiyon yapılmalıdır.
Aim: Intestinal obstruction is a commonly encountered surgical emergency, and usually occurs secondary to intestinal adhesions, bads and obstructed hernia. However, at times, rare causes of intestinal obstruction may be encountered such as the abdominal cocoon, also known as sclerosing encapsulating peritonitis, which is a rare condition that is characterized by the encasement of the small bowel by a fibrocollagenic cocoon like sac. Case Report: A 35 years old male patient was operated for intestinal obstruction. During the the surgery, it was observed that all the small intestines were encaged in a fibrous case and dense adhesions were present between the intestines. Capsule and adhesions were separated by blunt and sharp dissections. Conclusion: Separation of the fibrous sac and bands between the intestines is the sufficient treatment, bridectomy and resections must be as limited as possible
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Holt-Oram Sendromu
Hamiyet Pekel, Hidayet Durmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Holt-Oram Sendromu
Holt-Oram Syndrome
İskelet ve kardiovasküler anomali ile ilgili Holt-Oram Sendromlu ve içe kayması olan erkek bir çocuk hasta sunuldu. Hastada; her iki kolun hipoplazik, sağ elde üç parmak, sol elde dört parmak, atrioseptal defekt ve gözlerde 35 prizm diopri içe kayma olduğu tespit edildi. Pedigri incelenmesinde, annede ortaya çıkan ilk mulasyon ile yorumlandı.
A maIe child who had a skeletal and cardiovascular anomaly relaled with Synrome and esotropia was presented. On !his palient following symptoms were observed; bilaterally hypoplasique arm, 3 fingers on the right and 4 flngers on the left hand, arrioseptal defect and on the. eye 35 prisin diopri esoıropia, in the pedigri, tl was stated that was a first mutation occurred in mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnferior Oblik Hiperfonksiyonunda Binoküler Görme
Ümit Kamış, Birsen Gökyiğit, Ömer Faruk Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
İnferior Oblik Hiperfonksiyonunda Binoküler Görme
BInocular VIsIon In InferIor OblIque HyperfunctIon
Amaç: İnferior oblik hiperfonksiyonu olan hastalarda ambliyopi ve binokülarite sıklığının hiperfonksiyonunun si metrik veya asimetrik olmasına göre araştırılması. Gereç ve Yöntem : İstanbul Beyoğlu Hastanesi Göz Kliniği Şaşılık Biriminde muayene edilen heterotropyalı 93 hastada İnferior oblik hiperfonksiyonu (İOHF) olduğu görüldü. Her iki gözdeki İOHF'nu eşit olan 32 hasta "simetrik" olarak, değişik olan 61 hasta "asimetrik" olarak gruplandırıldı. Hastaların ambliyopi ve binokülariteleri retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Simetrik grupta ambliyopi % 21.37, asimetrik grupta % 55.73 olarak bulundu. Güvenilir bir füzyon muayenesi uygulanan 69 hastadan simetrik grupta füzyon % 74.07, asimetrik grupta % 35.71 olarak kaydedildi. İki grup arasında fark istatistik olarak anlamlı bu lundu (px0.05). Sonuç: Asimetrik inferior oblik hiperfonksiyonu olan hastalarda ambliyopi oluşması ve binoküler görmenin gelişmemesi riski açısından dikkatli takip gerekmektedir.
Purpose: Investigation of frequency of amblyopia and binocularity in patients with symmetric or asymmetric in ferior oblique hyperfunction. Material and methods : This study includes 93 patients with heterotropia which were found to have inferior oblique hyperfunction (IOH) upon examination in İstanbul beyoğlu Hospital Eye Clinic Strabismus Department. 32 patients who had equal İOHF in both eyes were grouped as "symmetric" and 61 pa tients who had unequal İOHF as "asymmetric". Findings: İn the group with symmetric İOHF, amlyopia was found in 21.37 % of cases and in asymmetric group 55.73 %. İn 69 patients who had reliable fusion examination, bet- ween the fusion was recorded in 74.07 %in the symmetric group and 35.71 % in the asymmetric group. There was a significant difference two groups (p < 0.05). Results: Because of the risk of developing amblyopia and in- hibition of binocular Vision we, one should follow patients with asymmetric İOHF very carefully.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
Durmuş Deveci, Filiz Şanlı Yılmaz, Yakup Güven, Metin Acıel, Ahmet Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Zaman Süreçlerinde Oluşturulan İskemi Ve Aşırı Yüklemenin Kas Kütlesi Ve Lifleri Üzerine Etkileri
The Effects Of IschaemIa And Overload On Muscle Mass And FIbre SIze Över TIme.
Amaç: Bu çalışma; değişik zaman süreçlerinde, iskemik ve normal koşullarda ekstensor dijitorum longus (EDL) ve ekstensor hallusls proprius (EHP) kasları aşırı yüklendiği zaman, kas hipertrofisinin nasıl etkilendiğini ve ayrıca aynı kas İçerisindeki farklı çaptaki kas liflerinin buna nasıl bir cevap verdiğini gözlemlemek üzere planlanmıştır. Yöntem: Deneylerde 87 erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar kontrol, iliak arterin bağlanmasıyla oluşturulan iskemik, TA kasının çıkarılmasıyla diğerlerinden EDL ve EHP’nin üzerine ek yükün bindiği aşırı yüklenen (AY), ve aşırı yükle nen ve aynı zamanda iskemik (AY+I) olan olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Histolojik İncelemeler kriyostad kesitler üzerinde yapıldı. Bulgular: EDL de ilk dört hafta boyunca hipertrofiye aynı oranda cevap gözlendi (P<0.05), küçük kas EHP de ise bu süre içerisinde zamanla artan oranlarda hlpertrofi meydana geldi (P<0.01). Altıncı haftada ise EDL kasındaki hipertrofik artış diğer zaman dilimlerinden daha fazlaydı. Aynı kas İçerisinde A Y ile oluşturulan hipertrofiye, küçük çaplı kas lifleri, büyük çaplı olanlara göre daha fazla cevap verdi (P<0.01), ve büyük çaplı kas liflerindeki hipertrofi anlamsız olurken atrofi ise anlamlı olarak ortaya çıktı. İskemi EDL kasında her zaman atrofiye neden olurken, EHP kasında ise atrofi anlamsızdı. A+l kasda kısa sürelerde ortaya çıkan hipertrofideki artışlar AY’e göre daha az olurken 6. haftada bu artış her iki kasta da eşitlendi. Bunun olası nedenleri arasında yeni kan damarlarının oluşması (anjiyojenezis) gösterilebilir. Sonuç: Aynı işlevli kaslardan biri alındığı zaman geride kalan lardan küçük olanı daha fazla hipertrofiye olmakta ve aynı kas içerisinde de küçük liflerin hipertrofisi daha fazla olmaktadır. Ayrıca, iskemik kaslarda atrofiyi önleyebilmek ve anjiyojenezisi stimüle edebilmek için sıçanların AY+I kaslarında görüldüğü gibi egzersizin ilk dönemlerinde ağrının oluşmasına rağmen kontrollü olarak kasların kul lanılmasının gerekliliği vurgulandı.
Purpose: Extensor digitorum longus (EDL) and extensor hallucis proprius (EHP) muscles were overloaded in Ischaemic and normal muscle in order to determine how muscle hypertrophy occurred under these conditions, and to vvhat extend fibres of different size in the same muscle responded to overload during different time courses. Methods: İn this experiment 87 male rats were used and divided into control (C), ischaemic (I) achieved by unilateral ligation of the common iliac artery, overloaded (O) achieved by unilateral ablation of the synergist tibialis anterior, and overloaded plus ischaemic (O+l) groups. Histological analysis was performed on cryostat sections. Results: İn EDL hypertrophy occurred at the same level during the first 4 vveeks (P<0.05 vs. O), while in the smaller EHP hypertrophy occurred progressively över this time (P<0.01). After 6 vveeks, hypertrophy of the EDL was clearly greater than at earlier time points. İn the EDL muscle the response to hypertrophy was greatest in the smaller muscle fibres (P<0.01). VVhile hypertrophy was not signlficant in the larger fibres, atrophy was significant during ischaemia (P<0.01). VVhen overloaded muscle was made ischaemic there was less hypertrophy compared to non-ischaemic muscle during the first 4 weeks but it reached the same level by 6 vveeks, possibly due to angiogenesis in this time. Conclusions: There was greater hypertrophy in the smaller muscle vvhen a synergist muscle was removed, and there was also greater hypertrophy in the smaller fibres vvithin same muscle. İt is postulated that in order to prevent atrophy and stimulate angiogenesis in the ischaemic muscle, as vvas shovvn in the O+l muscle, careful exercise is reçuired although possible pain during the initial period may limit the response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İki Vaka Nedeniyle Sifiliz Ve Condylomata Lata
Hüseyin Tol, Hüseyin Endoğru, Şükrü Balevi, Alaalldin Atalık, Ayfer Özkardeş, Müfide Bozkürk
Araştırma makalesi
Özeti
İki Vaka Nedeniyle Sifiliz Ve Condylomata Lata
Two Cases Of SyphIlIs And Condylomata Lata
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar grubuna giren sifiliz, tüm dünyadave ülkemizde önemini korumaya devam etmektedir. Son yıllarda, sifiliz vakalarında bir artma eğiliıni gözlenmektedir. Bu eğilimin sebepleri arasında sos-yal, ekonomik ve ahicşki faktörleri sayabiliriz. Sifiliz ikinci devir lezyonlarından Kondilomata lata ve diğer bulgulan taşıyan 2 olgu konunun önemi nedeniyle takdim edildi.
Syhilis, in the group of sexuallY transmitted di-seases, maintains its importance' over the world and in our countm Iiı recent years, a trend tv increase iıt. cases of syphilis has been observed. Among causes of this trend are social, ecoıtomic and moral factors. Two cases with Condylomata lata and other symptoms of secondarv svphilis vere presemed be-cause of the importance of the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
Said Bodur, Yasemin Durduran, Hasan Küçükkendirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
The Assesment Of Level Of Health Related Knowledge Of Teachers Of Health EducatIon
Bu çalışmada, ortaöğretim kurumlarında sağlık bilgisi dersine giren ve girmeyen öğretmenlerin sağlıkla ilgili temel konulardaki bilgi düzeyinin karşılaştırılması amaçlandı. Bu kesitsel çalışma, 2011 yılında Konya il merkezindeki tüm ortaöğretim okullarında yapıldı. Örneklem, sağlık bilgisi dersine giren ya da sağlıkla ilgili kulüplerde rehberlik yapan tüm öğretmenler ile en az aynı sayıda diğer derslere giren öğretmenlerden oluşturuldu. Veriler anketör gözetiminde kendi kendine doldurulan bir anket yardımıyla toplandı. Anketin ilk bölümü demografik bilgilerle ilgili olup ikinci bölüm sağlığı koruma, geliştirme, aşılar, bulaşma, beslenme, sağlıklı davranış biçimleri, ergen sağlığı, sık karşılaşılan sağlık problemlerinde ilk yaklaşım, gibi konulardaki bilgileri değerlendiren 35 sorudan oluşturuldu. Genel sağlık bilgi düzeyi, her konu için “bilen 2”, “kısmen bilen 1” ve “bilmeyen/boş 0” olacak şekildeki kodlanıp yüzlük puana dönüştürülerek değerlendirildi. Veri analizinde t testi ve varyans analizi kullanıldı. Çalışmaya katılan 314 öğretmenin yaş ortalaması 39±8 yıl olup % 55’i erkek, % 45’i kadın ve % 90’ı evli idi. Katılımcıların % 39’u sağlık bilgi dersine giren ya da sağlıkla ilgili bir kulüpte rehber öğretmenlik yapan, % 61’i ise diğer derslere giren öğretmenlerdi. Ortalama puan; sağlık bilgisi dersine giren grupta (56±16) diğer öğretmenlere (43±14) göre daha yüksekti (P
This study was aimed to compare the knowledge levels of health education teachers with others in basic health subjects. This crosssectional study was performed in all high schools in Konya city center in 2011. The sample consisted of teachers who taught health education or counseled in health related clubs and same number of teachers of other lessons. Data were obtained by a questionnaire filled by teachers themselves under the supervision of interviewer. First part of the questionnaire was about demographic information while the second consisted of 35 questions evaluating the knowledge about protection, improvement, vaccines, contagion, diet, healthy behavior, adolescent health, first approach to frequently encountered health problems, etc. Overall level of health knowledge was assessed by summing the points for each subject, 2 for known, 1 for partially known and 0 for unknown/blank, and converting them to percentage. T test and variation analysis were used for data analysis. The mean age of 314 teachers participated in the study was 39±8, 55% of them were males, 45% were females and 90% were married. 39% of the participants consisted of health education teachers and guide teachers of health related clubs, 61% were the teachers of other lessons. The average score was higher in health education group (56±16) than the other teachers (43±14). The knowledge score was also higher in female teachers and graduates of health related faculties (biology, physical education, child development). Teaching health education or counseling in a health related club increases the general knowledge level of teachers. In writers’ opinion, improving the knowledge level of teachers in health might help students to acquire positive behaviors about health as the current level is not adequate and significant number of wrong answers was present.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
Suna Kabil Kucur, İlay Gözükara, Havva Yılmaz, Ayşenur Aksoy, Eda Ülkü Uludağ, Hülya Uzkeser, Yasemin Kaya, Esra Ademoğlu, Ayşe Çarlıoğlu, Şenay Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
CorrelatIons Of VItamIn D Level WIth Hormonal And BIochemIcal
parameters In PolycystIc Ovary Syndrome
Polikistik over sendromu (PKOS) hastalarında 25(OH)D
düzeyi ve bunun hormonal ve biyokimyasal parametrelerle ilişkisini
değerlendirmek. Çalışmaya Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesine
Mayıs - Ekim ayları arasında başvurmuş 33 PKOS tanısı almış hasta
ve 42 yaş ve vücut kitle indeksi (VKİ) uyumlu kontrol grubunu içeren
toplam 75 olgu katılmıştır. Erken folliküler fazda 12 saat açlık sonrası
total testosteron (TT), serbest testosteron (fT), 25 Hidroksi D vitamini
(25(OH)D), Dihidroepiandrostenedion sülfat (DHEAS), LH, FSH, tiroid
stimulan hormon (TSH), kortisol ve 17αOH-progesteron, açlık kan
şekeri (AKŞ) ve insülin için kan örneği alındı. HOMA-IR (açlık kan
şekeri x açlık insülini / 405) hesaplandı. PKOS hastalarında kontrol
grubuna göre 17αOH progesteron ve 25(OH)D seviyeleri istatistiksel
olarak anlamlı düşük bulundu (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT,
insulin, ACTH ve DHEAS seviyeleri PKOS grubunda anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur (p<0.01). 25(OH)D düzeyi ile PKOS, LH/FSH,
TT, fT, DHEAS ve FGS arasında negatif korelasyon izlenirken,
25(OH)D seviyesi ile yaş, VKİ ve insülin direnci arasında anlamlı
bir korelasyon bulunmadı. Çalışmamızda PKOS grubunda kontrol
grubuna göre vücut kitle indeksinden bağımsız olarak D vitamini
düzeyinin istatistiksel olarak ciddi düşük olduğu gözlendi. 25(OH)D
seviesinin hiperandrojenik tablo ile korele olduğu gözlendi. Düşük
serum 25(OH)D düzeyinin PKOS hastalarında semptomları arttıracağı
düşünülebilir. PKOS’ un yönetiminde D vitamini takviyesinin hormonal
ve klinik parametrelere etkisini araştıran geniş girişimsel çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır.
To investigate the level of 25(OH)D and association between
25(OH)D level and hormonal-biochemical parameters in Polycystic
ovary syndrome (PCOS). Thirty three patients diagnosed with PCOS
and 42 age- body mass index (BMI) matched control group admitted
to Bolge Training and Research Hospital from May to October were
included in the study. Serum total testosterone (TT), free testosterone
(fT), 25(OH)D, dihydroepiandrostenodione sulphate, LH, FSH, thyroid
stimulating hormone (TSH), cortisol, 17αOH-progesterone, fasting
glucose, insulin levels were evaluated after 12 hour fasting. HOMA-IR
(fasting glucose level x fasting insülin / 405) was calculated. Serum
17αOH progesterone and 25(OH)D levels were significantly lower in
PCOS group (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT, insulin, ACTH,
and DHEAS levels were significantly higher in PCOS group (p<0.01).
There was statistically significant negative correlation of 25(OH)D
levels with PCOS, LH/FSH, TT, fT, DHEAS ve FGS. There was no
statistically significant correlation between 25(OH)D levels and age,
body mass index and insulin resistance. The results of this study
indicated that vitamin D deficiency is highly prevalent among women
with PCOS independent of body mass index. We also demonstrated
that vitamin D deficiency was correlated with hyperandrogenism in
PCOS women. Low serum 25(OH)D levels might exacerbate PCOS
symptoms. Large intervention trials are needed to evaluate the effect
of vitamin D supplementation on hormonal and clinical parameters in
PCOS women.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Anestezisinde Ketamin-Tiyopental Ve Ketamin-Midazolam Kombinasyonlarının Karşılaştırılması
Selmin Ökesli, Alper Yosunkaya, Ateş Duman, Ali Borazan, Sema Tuncer, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Anestezisinde Ketamin-Tiyopental Ve Ketamin-Midazolam Kombinasyonlarının Karşılaştırılması
The ComparIson Of KetamIne-ThIopental And KetamIne-MIdazolam CombInatIons For Ceasarean SectIon AnaesthesIa
Sezaryen ameliyatlarında kullanılan genel anesteziklerin anne ile birlikte yenidoğanı da etkilemesi anestetik ajan seçimini daha da önemli kılar. Sadece ketamin kullanılan olgularda özellikle eksitatör fenomen (EF) gibi is tenmeyen etkiler yüksek oranda görülmektedir. Bu etkilerin, düşük dozlarda azaldığı gösterilmiştir. Bu çalışmada, elektif sezaryen olgularında, indüksiyonda düşük doz ketamine tiyopental veya midazolam eklenerek, anneye ve yenidoğan APGAR skoru üzerine olan etkileri karşılaştırıldı. Elektif sezaryen operasyonu geçirecek ASA-I kla- sifikasyonuna giren 42 kadın hasta randomize olarak eşit iki gruba ayrıldı. Hastalara premedikasyon yapılmadı. İndüksiyonda; I.Gruba İV 1mg/kg ketamin+ 3 mg/kg tiyopental, II. Gruba İV 1mg/kg ketamin+0.2mg/kg mi dazolam uygulandı. Her iki gruba IV 1-1.5 mg/kg süksinil kolin verilerek entübasyon yapıldı. Bebek çıkana kadar hastalar %100O2 ile solutuldu. Doğumdan sonra idame; %50 02 +%50 N2 O+%1-1.5 ısofluran ve atrakuryum ile sağlandı. Operasyondan önce, indüksiyondan, cilt insizyonundan, bebek çıktıktan sonra kan basıncı ve kalp atım hızları kaydedildi. Yenidoğan APGAR skorları 1 ve 5. dakikalarda değerlendirildi. Operasyondan sonra an nede farkında olma ve ketamine ait yan etkiler araştırıldı. Bulgular student's t testi ile değerlendirildi. Hemodinamik parametreler açısından her iki grup arasında fark yoktu (P>0.05). I. Gruptan 2 hastada postoperatif EF gözlendi. 1. ve 5. dakikalarda kaydedilen APGAR skorlar karşılaştırıldığında gruplar arası fark tespit edilmedi (P>0.05). Se zaryen operasyonlarında kullanılan her iki yöntemin gerek annede meydana getirdiği yeterli derinlikte anestezide, gerekse yenidoğan APGAR skorları açısından birbirlerine herhangi bir üstünlüğünün olmadığı gözlendi. Fakat ke tamine midazolam ilavesinin, postoperatif ketaminin istenmeyen etkilerini azaltığı için daha uygun bir yöntem olacağı kanısına varıldı.
The choice of anaesthetics for ceasarean sections is important for both the nevvborn and the mother. Emergence phenomena (EP) is observed with clinical doses of ketamine that can be avoided with lower doses. Ketamine- thiopentone or ketamine-midazolam combinations were used for ceasarean section anaesthesia induction. Side effects and newborn APGAR scores were evaluated. After institutional approval and informed consent 42 women (ASA I) were randomly allocated to two groups . Group I (n=21) recieved induction doses of IV ketamine 1mg/ kg+thiopentone 3mg/kg, group II (n=21) recieved ketamine 1 mg/kg+midazolam 0.2mg/kg. Both groups were in- tubated with IV1-1.5mg/kg succinylcholine. The patients were ventilated with 100% 02 until the umblical cord was clamped. Anaesthesia was maintained with 50%02+50%N20, 1-1.5% isoflurane and atracurium. Heart rate, ar- terial pressures were recorded before the operation, induction, skin incision and perioperatively. The APGAR sco res were evaluated at the first and 5th minutes. The patients were intervieved 12 hours postoperatively for EP. The data was analysed with Student's t test. The two groups were hemodynamicaly comparable (p>0.05). EP was observed in 2 patients of group I. The APGAR scores were similar in both groups (p>0.05). Both anaesthetic combinations shovved similarity in APGAR scores and anaesthesia. Because of its fewer side effects ke- tamine+midazolam combination is more favourable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trizomi 13 Saptanan İki Olguda Fenotip/karyotip Uyumunun İncelenmesi
Sennur Demirel, Ayşegül Zamani, Tülin Çora, Hatice Gül Dursun, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Trizomi 13 Saptanan İki Olguda Fenotip/karyotip Uyumunun İncelenmesi
InvestIgatIon Of Phenotypelkaryotype Cor-RelatIon In Two Cases WIth TrIsomy 13
13 numaralı kromozomun trizomisinden kay-naklanan Patau sendromu nadir görülen km-mozomal düzensizliklerden birisidir. Mevcut çalışmada, sitogenetik laboı-atuvarımızdan trizomi 13 tanısı alan iki olguda gözlenen fenotipik varyasyonlar ve karyotiple uyumu literatür ışığında gözden geçirilmiştir.
Trisomy 13 (Patau syndrome) is a rare chro-mosomal abnormality. In this study. we investigated phenotype variations and phenot>pelkaryotype cor-relation in two cases with trisomy 13 under the light of. literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
Kemal Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
A New And Sımple Test For Dıfferentıatıon Of Some Serıous Dıseases
Son 20 yılda tüberkülozun serolojik teşhisi üzerinde çalışırken, bir kişide tüberküloz, kanser, lösemi ve lenfoma dahil olmak üzere ciddi bulaşıcı ve süpüratif hastalıklardan herhangi birine sahip olup olmadığını bir dakika içinde gösterebilen çok basit bir test geliştirdim. Bu test temel olarak, yüzgeçten elde edilen bir damla kanın bir lam üzerine yerleştirilmesi, içine iki farklı çözeltinin her birinin bir damlasının eklenmesi ve karışımda küçük kırmızı bir reçetenin olup olmadığının gözlemlenmesinden oluşur.
While working on the serological diagnosis of tuberculosis over the last 20 years I developed a very simple test that can show in one minute whether a person has any of the serious infectious and suppurative dis-eases including tuberculosis, cancer, leukemia and lymphoma or not. This test basically consists of placing a drop of blood obtained from the fin-gertip on a slide, adding a drop of each of two different solutions into it and observing whether a small red presipitations occur in the mixture or not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Hamartoma
Ali Ersöz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Osman Yılmaz, Özkan Akkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Hamartoma
Pulmoner Hamartoma
Hamartoma, asemptomatik erkek hastaların rutin göğüs grafilerinde görülür. Hamartomanın epilelial kompenentinin maligniteye dönüşümü oldukça nadirdir. Tanı ve tedavi cerrahi eksizyonla tamamlanır. Bu makalede pulmoner hamartomalı iki hasta takdim edilmiş olup, literatür gözden geçirilmiştir.
Hamartoma appears on a routine chest radiograph in an asymptomatic male. Malignant transformation of the epithelial component of hamartoma is extremely rare. Diagnosis and treatment is accomphished by surgical excision. In this paper two patients with pulmonary hamartomas are presented and discussed with relaton ta the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tam Düzeltme Ameliyatı Yapılan Siyanotik Konjenital Kalp Hastalıklarında Pre Ve Postoperatif Glikoz Metabolizması
İbrahim Erkul, M. Emin Özdoğan, Aydın Aytaç
Araştırma makalesi
Özeti
Tam Düzeltme Ameliyatı Yapılan Siyanotik Konjenital Kalp Hastalıklarında Pre Ve Postoperatif Glikoz Metabolizması
Glucose HemeostasIs In ChIldren WIth CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Açık kalp ameliyatı yöntemi ile total düzeltme uygulanan 13 siyanotik konjenital kalp hastası ve bu gruba kontrol olarak seçilen 5 asiyanotik konjenital kalp hastası üzerinde çalışıldı. Her iki grupta preoperatif ve postoperatif devrelerde oral glikoz tolerans testi, intravenöz glikoz tolerans testi ve glukagon tolerans testleri yapıldı. Siyanotik grupta preoperatif açlık kan şekeri değerleri ile postoperatif açlık kan şekeri değerleri arasında, oral glikoz tolerans testi, intravenöz glikoz tolerans testi, glukagon tolerans testleri sonuçlarına göre istatiksel olarak önemli fark bulundu. Asiyonetik konjenital kalp hastalarında böyle bir fark izlenmedi. Bu hastalarda gözlenen hipogliseminin, anormal bir glikoregülatör hormon sekresyonuna bağlı olabileceği gibi, daha büyük bir ihtimalle glikojenolitik veya glikoneojenetik enzimatik yollardaki bir bozukluktan meydana gelebileceği sonucuna varıldı.
13 cyanotic congenital heart patients who underwent total correction by open heart surgery method and 5 acyanotic congenital heart patients selected as control for this group were studied. Oral glucose tolerance test, intravenous glucose tolerance test and glucagon tolerance tests were performed in both groups in the preoperative and postoperative periods. A statistically significant difference was found between preoperative fasting blood glucose values and postoperative fasting blood glucose values in the cyanotic group according to the results of oral glucose tolerance test, intravenous glucose tolerance test and glucagon tolerance tests. No such difference was observed in patients with acionetic congenital heart disease. It was concluded that the hypoglycemia observed in these patients may be due to an abnormal glycogulatory hormone secretion or more likely to be caused by a defect in the glycogenolytic or gluconeogenetic enzymatic pathways.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigara Kullanma Alışkanlığının İnsan Lenfositlerindeki Mikronükleus Oluşumuna Etkileri
Sennur Demirel, Hatice Gül Dursun
Araştırma makalesi
Özeti
Sigara Kullanma Alışkanlığının İnsan Lenfositlerindeki Mikronükleus Oluşumuna Etkileri
The Effects Of CIgarette SmokIng On MIcronucleus Frequency In Human Lymphocytes
Bu çalışmada, sigara kullanma alışkanlığının mikronükleus (MN) oluşumuna etkisini incelemek amacıyla, sigara kullanan, bilinen bir mutajene maruz kalmamış, sağlıklı 10 kadın ve 10 erkek ile kontrol grubu olarak yaşları sigara kullananlara yakın seçilen, hiç sigara kullanmamış, bilinen bir mutajene maruz kalmamış, sağlıklı 10 kadın ve 10 erkek bireyden hazırlanan periferal kan lenfosit kültürlerinde Sitokinezi-Blok metoduyla MN oranları araştırılmıştır. Bulgularımız, sigara kullananların oluşturduğu kadın ve erkek grubunda gözlenen ortalama MN oranının, kontrol grubunu oluşturan kadın ve erkeklerde gözlenen ortalama MN oranından önemli derecede yüksek olduğunu ortaya koymuştur (P<0.001). Sonuçta; sigaranın insan genetik materyalinde hasar oluşturan önemli mutajenik faktörler den biri olduğu gösterilmiştir.
İn this study, with the aid of the Cytokinesis-Blocked method, MN ratios were investigated in the peripheral blood lymphocyte cultures obtained from healthy donors consisting of 10 male and 10 female cigarette smokers, who v/ere never exposed to any known mutagens versus 10 male and 10 females, v/ho have never smoked cigarette before and never exposed to any of the known mutagens as age matched control group. Our findings showed that the mean MN ratio of the cigarette smokers is significantly higher than the mean MN ratio of the control group (PcO.001). This findings showed that cigarette smoking is one of the important mutagenic factors which caused damage to human genetic materials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Persitan Sol Superior Vena Cava Anomalisinde Geçici Diyaliz Katateri Yerleştirilmesi
Muhammed Bilal Çeğin
Olgu sunumu
Özeti
Persitan Sol Superior Vena Cava Anomalisinde Geçici Diyaliz Katateri Yerleştirilmesi
ImplantatIon Of TransIent HemodIlysIs Catheter In PatIent WIth PersIstent Left SuperIor Vena Cava
Üç yıldır hemodiyalize giren 44 yaşında kadın hastanın fistül yerinde ağrı şikâyeti olması üzerine fistül yeri yüzeysel ultrasonografi ile kontrol edildi. Renkli doppler ile fistül yerinde akım olmadığı saptandı. Hastanın geçici diyaliz kateteri ile diyalize girmesine karar verildi. Sol juguler venden kateter ilerletildi. Kontrol telekardiyografisinde kateter mal pozisyonu olduğu saptandı. Negatif basınç ile venöz vasıfta kan geldiği gözlendi. Kateterin yerinin kontrolü için yapılan anjiyografide, kateterin persistan sol süperiyor vena kava aracılığı ile koroner sinüse ulaştığı gözlendi.
A 44 years old woman who having hemodialysis for three years had a complaint of pain in the fistular area. Ultrasonographic examination was done to the fistular area. There was no flow by color doppler imagings. Transient dialysis catheter for hemodialysis was suggested to the patient. Catheter was advanced to the left jugular vein. When control telecardiography examination was done, catheter malposition was detected. Venous type blood was seen when negative pressure applied. Anjiography was applied to detect the catheter localisation. Caheter was seen in coronary sinus via the route of persistant left superior vena cava.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Multifokal Distoni Olgusu
Figen Güney, Hasan Hüseyin Kozak, Betigül Yürüten
Olgu sunumu
Özeti
Bir Multifokal Distoni Olgusu
A PatIent WIth MultIfocal DystonIa
Amaç: Travma, toksik maddeye maruziyet, metabolik hastal›k ya da kronik ilaç kullanım öyküsü olmayan multifokal distonili hastanın literatür ıflığında tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: Altmış iki yaşında erkek hasta boynun sağ yarısında ağrı, hassasiyet, sağda belirgin her iki elde kasılma şikayetleri ile servisimize yatırıldı. Öyküde boynun sağ yarısındaki ağrının iki yıldır mevcut olduğu ve bu ağrının hemen ardından sağ elde kasılma şikayetinin başladığı, bir yıldır da sol elde kasılma şikayetinin mevcut olduğu tespit edildi. Genel fizik muayenede boynun sağ yarısında dokunmakla hassas 1x1 cm ebadında düzgün sınırlı ele gelen kitle gözlendi. Nörolojik muayenede sağda daha belirgin her iki elde distoni mevcuttu, tonus her iki üst ekstremitede rijidite şeklinde artmıştı. Servikal MRG’de C5-6’da belirgin C5-6, C6-7’de sol paramedial protrüzyon, C5-6 seviyesinde kord basısı mevcuttu. Sonuç: Olgumuzu asıl ilgi çekici kılan boyun sağ yarısındaki ağrı ve sağ üst ekstremitedeki distoninin ortaya çıkışı arasındaki zamansal korelasyondur. Kronik ağrı, spinal internöronların hipereksitabilitesine neden olarak sessiz durumdaki spinal kordun santral pattern jeneratörünün disinhibisyonu ile distoni şeklinde hareket bozukluğuna yol açabilir.
Aim: Diagnosed with multifocal dystonia, the subjects without trauma, exposure to toxic substances, metabolic diseases or the history of chronic drug use were aimed to be discussed in light of literature. Case Report: A 62- year-old man was recruited to our clinic with the complaints of the pain on the right half of the neck, tenderness, contractions on both hands, more definite on the right. In his history, it was determined that the pain on the right half of the neck had been present for two years and the complaint of contraction on the right hand had just started after the right neck pain, and that contraction on the left hand had existed for one year. On his physical examination, a mass which could palpably be felt, in size of 1x1 cm, of neatly framed and tender was observed on the right half of the neck. On the neurologic examination, dystonia existed on both hands, more marked on the right, and tonus had increased on both upper extremities in the nature of rigidity. On the cervical MRI, definite protrusion on C5-6, left paramedian protrusion on C5-6, C6-7 and cord impression on C5-6 were present. Conclusion: What makes our case remarkable is timely correlation between pain on right half of neck and beginning of dystonia on right upper extremity. Chronic pain could lead to movement disorder in the form of dystonia by disinhibitation of the silent spinal cord central pattern generator by causing hyperexitability of spinal interneurons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nörokutanöz Hastalığı Olan Çocuklarda Oküler Bulgular
Nilüfer İlhan, Esra Ayhan Tuzcu, Özgür İlhan, Mutlu Cihan Dağlıoğlu, Mesut Coşkun, Nesrin Atçı, Işıl Davarcı, Cahide Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nörokutanöz Hastalığı Olan Çocuklarda Oküler Bulgular
Ocular FIndIngs Of ChIldren WIth Neurocutaneous DIsorders
Nörofibromatozis tip 1 (NF 1) ve tuberoskleroz (TS) tanısı ile takip
edilen çocuklarda oküler bulguların sunulması amaçlandı. Çalışma
pediyatrik nöroloji kliniğinden konsültasyonla göz kliniğine gönderilen
31 çocuk hasta üzerinde prospektif olarak yürütüldü. NF1 tanılı 22
olgunun 16’sı (%72.7) erkek, altısı (%27.3) kız olup yaş ortalamaları
9.9±4.2 (3-16 yıl) idi. TS tanılı 9 olgunun 2’si (%22.2) erkek, 7’si
(%77.8) kız iken yaş ortalamaları 5.5±3.6 (1.5-12 yıl) idi. Snellen
eşeline koopere olabilen NF 1’li 20 hastanın sağ göz ortalama görme
keskinliği 0.93±0.14 (0.4-1.0), sol gözde ise 0.94±0.14 (0.4-1.0) iken,
TS’li 7 hastanın sağ göz ortalama görme keskinliği 0.84±0.22 (0.4-
1.0), sol gözde ise 0.85±0.19 (0.5-1.0) idi. NF 1’li çocuklarda %40.9
miyopi, %4.5 hipermetropi, %18.1 astigmatizma; TS’li çocuklarda ise
%11.1 miyopi, %22.2 hipermetropi, %11.1 astigmatizma saptandı. NF
1’li bir olguda keratokonus nedeniyle vizyon bilateral 0.4 iken TS’li
bir olguda hipermetropik astigmatizma nedeniyle vizyon sağ gözde
0.4, sol gözde 0.5 idi. NF 1’li tanılı olguların 14’ünde (%63.6) iriste
Lisch nodülü tespit edildi. Bilateral optik gliom saptanan 5 (%22.7)
hastanın yaşları ortalama 7.6±4.4 yıl arasında değişmekteydi.
Tümörlerin hepsi intraorbital yerleşimli olup olgular asemptomatikti.
Optik gliom dışında olgulardan birinde (%4.5) bilateral miyelinli sinir
lifleri, birinde (%4.5) geçirilmiş beyin ameliyatı nedeniyle gelişen
bilateral optik atrofi saptandı. TS’li dokuz çocuktan birinde (%11.1)
iriste sektöryel hipopigmentasyon mevcuttu. Oküler bulguların sık
görüldüğü bu hastalıklarda detaylı oftalmolojik muayene önem arz
etmektedir. Refraksiyon kusuru ve optik gliom açısından hastalar
mutlaka göz hekimleri tarafından değerlendirilmelidir.
Ocular findings in children with neurofibromatosis type 1 (NF 1)
and tuberous sclerosis (TS) are presented. The study was conducted
prospectively and comprised 31children who were referred from
pediatric neurology clinic to the ophthalmology clinic. Sixteen of 22
patients with NF1 (72.7%) were male and 6 (27.3%) were female and
the mean age was 9.9 ± 4.2 (3-16 years). Two of 9 patients with TS
(22.2%) were male and 7 (77.8%) were female, the mean age was 5.5
± 3.6 (1.5-12 years). Twenty of children with NF1 had cooperation to
the snellen chart, the mean visual acuity of the right and left eye were
0.93 ± 0.14 (0.4-1.0) and 0.94 ± 0.14 (0.4-1.0), whereas the mean
visual acuity of 7 patients with TS was 0.84 ± 0.22 (0.4-1.0) at the
right and 0.85 ± 0.19 (0.5-1.0) at the left eyes. Percentages of myopia,
hyperopia and astigmatism in children with NF 1 were 40.9%, 4.5% and
18.1%, respectively. Percentages of myopia, hyperopia, astigmatism
in children with TS were 11.1%, 22.2% and 11.1%, respectively. In a
NF 1 patient with keratoconus, his visual acuity was 0.4. Also another
patient with TS had diminished visual acuity of 0.4 at the right eye
and 0.5 at the left eye because of hyperopic astigmatism. Iris Lisch
nodules were detected in 14 (63.6%) of children with NF 1. Five
cases (22.7%) had bilateral optic glioma, the mean age was 7.6 (3-15
years). All tumors were located at intraorbital and the patients were
asymptomatic. Except optic glioma, it was found out that one patient
(4.5%) had bilateral myelinated nerve fibers and the other one (4.5%)
had bilateral optic atrophy due to previous neurosurgery. Sectorial
iris hypopigmentation was determined in one (11.1%) of nine children
with TS. Detailed ophthalmic examination has a great importance
in patients with TS and NF 1 because of ocular findings which are
commonly seen. Patients should be evaluated by ophthalmologists in
terms of refractive error and optic glioma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Juvenil Nazal Anjiofibrom
Levent Soley, Özden Vural, Serdar Karaköse, Mehmet Akif Eryılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Juvenil Nazal Anjiofibrom
JuvenIle Nasal AngIofIbroma
Nazal kavitede anjiofibromlar genelde burun tavanı arka yan duvarından gelişen juvenil na-zofarengeal anjifibromların kavite içerisine yayıhmı sonucu görülmektedir. Burun tabanı ve septumun ön bölümünden köken alan, siiperior labial arterden kanlanan, emholizasyon ve cerrahi ek-sizyonla tedavi ettiğimiz sağ nazal kavitede lokalize bir nazal an-jiofibrom vakası sunularak literatür gözden geçirildi.
Nasal angiofihromas are usually seen as an ea.-- tensinıı of the juvenile nasofaringeal angiofibroma originating fi-onı the posterolateral nasal roof irr ta the nasal cavity. We are presenting a nasal an-giofibroma case originating fi-om the 17oor and sep-tum of the anterior nasal cavity and supplied hy the superior lahial artery and located in the right nasal cavity Ilke a polyp
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olanzapin İle Tedavi Edilen Bir Monosemptomatik Hipokondriyak Psikoz Olgusu
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Olanzapin İle Tedavi Edilen Bir Monosemptomatik Hipokondriyak Psikoz Olgusu
A MonosymptomatIc HypochondrIacal PsychosIs Case Treated WIth OlanzapIne
Sanrısal bozukluk; kalıcı ve ısrarlı bir veya birden çok sayıda garip olmayan sanrılı düşüncenin klinik görünüme egemen olduğu psikiyatrik tanıdır. Sanrısal bozukluk bedensel alt tipi monosemptomatik hipokondriyak psikoz olarak adlandırılır. Bu bozuklukta kişi bir hastalığı olduğuna inanır ve bu sanrısal inancına uygun olarak varsanıları bulunabilir. Midesinde ülser olduğu düşüncesi ve karın ağrısı nedeni ile hastanenin acil servisine, dâhiliye kliniğine ve genel cerrahi kliniğine her gün birkaç kez başvuruda bulunan ve yapılan çok sayıda tetkikin normal olmasına rağmen ısrarla ameliyat olmak isteyen bir monosemptomatik hipokondriyazis olgusunun psikiyatriye yönlendirilişi sunulmuştur. Olanzapinin bu olgularda kullanılabilecek etkili bir tedavi seçeneği olabileceği gösterilmiştir. Bu az görülen hastalığın özellikle psikiyatri dışı hekimler tarafından göz önünde bulundurulması, hem hastanın psikiyatriye erken başvurması açısından hem de diğer hekimlerin gereksiz işlemler yapmaması açısından oldukça önemlidir.
Delusional disorder is a psychiatric diagnosis that one or more persistent and insistent nonbizarre delusional belief is dominant in clinical feature. The delusional disorder somatic subtype is called as monosymptomatic hypochondriacal psychosis. In this disorder one believes that he/she has a disease and has hallucinations pertinent to this delusional belief. In this report, a monosymptomatic hypochondriacal psychosis case which directed to psychiatry clinic because she presented to emergency service, internal medicine clinic and general surgery clinic of our hospital several times every day with stomachache due to the belief of presence of gastric ulcer, and insisted to be operated despite large number of examinations done were normal, was presented. It was shown that olanzapine is an effective treatment option that can be used in these cases. It is important to be taken into consideration this rare disease especially by non psychiatry clinicians both for early presentation of these patients to psychiatry clinic and to prevent unnecessary interventions by other clinicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kafa Kaidesi Ve Kraniyofasiyal Lezyonlardaanestezi Uygulaması
Selmin Ökesli, Yavuz Uyar
Araştırma makalesi
Özeti
Kafa Kaidesi Ve Kraniyofasiyal Lezyonlardaanestezi Uygulaması
Anesthesıa Applıcatıon In Head Base And Cranıofacıal Lesıons
Kafa kaidesi ve kraniyofasiyal girişimlerde anes-tezi uygulamasının en önemli amacı cerrahi işlem es-nasında hemodinamik stabiliteyi devam ettirmek, intrakraniyal basınç artışını önlemek, hatta düşmesini sağlayarak cerrah in çalışınasım kolaylaştınnaktır. Bu tür girişimler sıklıkla dııra mater'in açılmasına ve int-rakraniyal lezyonun çıkarılmasına yöneliktir. Bu ne-denle anestezist nörocerrahi tekniklerden ve komplikasyonlarından haberdar olmalıdır. Amacımız konuyla ilgili norofizyolojik bilgiler vermek,anestetik ajanların beyin metabolizması ve vasküler yapılara etkilerini gözden geçirmek, alınabilecek önlemleri bel irimektir.
The most important purpose of anesthesia application in skull base and craniofacial interventions is to maintain hemodynamic stability during the surgical procedure, to prevent an increase in intracranial pressure, or even to decrease it, making it easier for the surgeon to work. Such attempts are often aimed at opening the diary mater and removing the intracranial lesion. Therefore, the anesthesiologist should be aware of neurosurgical techniques and complications. Our aim is to provide neurophysiological information on the subject, to review the effects of anesthetic agents on brain metabolism and vascular structures, and to determine the precautions that can be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Taraflı Renal Agenezi Ve Tek Taraflı Hematometranın Eşlik Ettiği Bir Uterus Didelfus Olgusu
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Metin Çapar
Olgu sunumu
Özeti
Tek Taraflı Renal Agenezi Ve Tek Taraflı Hematometranın Eşlik Ettiği Bir Uterus Didelfus Olgusu
A Case Of Uterus DIdelphys WIth UnIlateral Renal AgenesIs And UnIlateral Hematometra
12 yaşında virgo hasta 1 yıldır düzenli adet görmekte olup, kliniğimize 1 yıldır adet dönemlerinde olan şiddetli pelvik ağrı sebebi ile başvurdu. Öz geçmişinde 4 ay önce tespit edilen sağ renal agenezisi mevcut idi. Aile hikâyesinde özellik yoktu. Pelvik muayenede hymen anuler ve eksternal genital organlar normal olarak izlendi. Vajen derinliği yaklaşık 6 cm ölçüldü. Pelvik ultrasonografisinde, sol tarafta endometrial kalınlığı 8 mm olan uterus, sağ tarafta 8x10 cm hematometra görüntüsü mevcuttu. Hastaya laparatomi planlandı. Operasyonda orta hatta füzyonu olan çift uterus ve çift endometrial kavite olduğu gözlendi, elle çift serviks palpe edildi. Sağ tarafta hematometra hali gözlendi. Bilateral overler doğal olarak görüldü. Uterusa orta hattan inzisyon yapıldı, aradaki fibröz doku çıkarıldı, hematom boşaltıldı. Her iki kavite birleştirildi. Hasta postoperatif 2. gününde komplikasyonsuz olarak taburcu edildi. Hastaya 2 hafta sonra şiddetli vajinal kanamasının olması nedeniyle tekrar laparatomi yapıldı. Metroplasti hattı yeniden açıldı. İnsizyon hattı ile ilişkili olmayan istmus sol yan duvardan kaynaklanan açılmış arter ucu gözlendi. Damar sütüre edildi. Hasta komplikasyonsuz olarak postoperatif 4. gününde taburcu edildi.
A twelve years old virgin patient who was menstruating regularly for one year presented with severe pelvic pain associating with her menstruation. She was diagnosed to have right renal agenesis before 4 months. In her physical examination she had annular hymen and normal external genital organs. Vaginal depth was 6 cm. In her pelvic ultrasonography, the endometrial thickness was 8 mm on left side uterus and 8x10 cm hematometra appearance was seen on right side. Laparotomy was planned for the patient. During the operation double uterus and double endometrial cavities were seen with fusion line in the middle. Double cervices were palpated by hand. Hematometra was seen on right side. Bilateral ovaries were normal. Uterus was incised from the middle the separating fibrous tissue was removed, hematoma was evacuated and the two cavities united. The patient was discharged on the 2nd postoperative day without complications. After two weeks she presented with severe vaginal bleeding for which laparotomy was done. The metroplasty line was opened. A bleeding arterial end was noticed on left lateral isthmic wall and it was not related to the incision line. The vessel was sutured and the patient was discharged on the 4th postoperative day without complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brakiyal Pleksus Felci Olan Çocuklarda “brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”nün Gözlemciler Arası Güvenilirliği
Zeynep Hoşbay, Safiye Özkan, Müberra Tanrıverdi, Atakan Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Brakiyal Pleksus Felci Olan Çocuklarda “brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”nün Gözlemciler Arası Güvenilirliği
Inter-Observer RelIabIlIty Of BrachIal Plexus Outcome Measure In ChIldren WIth BrachIal Plexus Palsy
Amaç: Brakiyal pleksus felci olan hastaların günlük yaşam aktivitelerini, klinik işlevlerini değerlendirmek için birçok ölçek geliştirilmiştir. “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, 2012 yılında Emily Ho tarafından geliştirildi, aktivite ve kendini değerlendirme bileşenlerden oluşan toplam 14 madde içeren bir ölçektir. Çalışmamız gözlemciler arası güvenilirliği araştırmak ve hastalara klinikte uygulamayı amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Demografik ve klinik veriler kaydedildi, “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü” iki farklı değerlendirmeci tarafından uygulandı. Gözlemciler arası güvenilirlik Kappa istatistikleri kullanılarak yapıldı.
Bulgular: On sekiz kadın (% 37,5) toplam 48 hasta dahil edildi. Gözlemler arası güvenilirlik mükemmeldi (kappa 0.93). Uyum istatistiklerinde, gözlemcilerin madde analizlerinin ılımlı (kappa 0.57) olduğu görüldü.
Sonuç: “Brachial Plexus Outcome Measure-Brakial Pleksus Sonuç Ölçümü”, Türkiye'de brakiyal pleksus felci olan çocuklarda fonksiyonların değerlendirilmesi için güvenilir bir ölçümdür. Klinik kullanımı uygundur.
Aim: Many scales have developed to assess daily living activities, clinical functions of patients with brachial plexus palsy. "Brachial Plexus Outcome Measure " was developed by Emily Ho in 2012, activity and self-rating substance scale consisting of components total 14 items. Aim of this study, make an inter-observer reliability of scale, to make clinical trial in patients.
Materials and Methods:Demographic and clinic datas recorded,"Brachial Plexus Outcome Measure " was applied by two different observers. Inter-observer reliability in items examined by using kappa statistic.
Results:Eighteen female (37.5%) totally 48 patients included. Mean inter-observer agreement in the items was almost perfect (kappa 0.93) in raters. Fitted statistics showed much variation in observers had moderate (kappa 0.57) agreement in items.
Conclusion: Between observes, “Brachial Plexus Outcome Measure” is reliable measurement for assessing functions in children with brachial plexus palsy in Turkey. Clinical usage is appropriate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Ekleminde Lipoma Arboresans
Memduha Akyol, Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Mehmet Arazi
Olgu sunumu
Özeti
Diz Ekleminde Lipoma Arboresans
LIpoma Arborescens Of The Knee
Amaç: Lipoma arboresans etyopatogenezi bilinmeyen nadir görülen bir intraartikuler patolojidir. Amacımız lipoma arboresansın doğru tanısında önemli yeri olan radyolojik bulguları gözden geçirmek ve ayırıcı tanıdaki patolojileri tanımlamaktır. Olgu Sunumu: Sinoviumun villöz lipomatöz proliferasyonu ile karakterizedir. En sık diz eklemini tutar. Doğru tanı cerrahi tedavi gerektiren bu patoloji için önemlidir. Otuzdört yaşında diz ağrısı olan olguya radyolojik bilgisayarlı tomografi ve özellikle manyetik rezonans görüntüleme ile lipoma arboresans tanısı konuldu. Sonuç: Klinik olarak nonspesifik olan lipoma arboresansın tanısı MRG ile doğru olarak konulabilmektedir.
Aim: Lipoma arborescens is a rare intra-articular disease whose etiopatogenesis remains unknown.It was the aim to describe the radiological findings and to discuss the differential diagnosis. Case Report: Lipoma arborescens is a lesion characterized by the replacement of the subsynovial tissue by fat cells giving rise to a villous proliferation. It commonly affects the knee. Accurate diagnosis is important for surgical treatment. A 34-year-old patient who was suffering from a pain in his knee joint was examined by convansional radiography, computerized tomography, and magnetic resonance imaging. The lesion was diagnosed as lipoma arborescens especially with magnetic resonance imaging. Conclusion: The characteristic MR features of lipoma arborescens which has nonspecific clinical findings allows an accurate diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
Tamer Çelik, Remziye Eke, Ümit Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Febril Konvülziyonla Hastaneye Yatırılan Çocukların Klinik Özellikleri
The ClInIcal CharacterIstIcs Of ChIldren WIth HospItalIzed For FebrIle SeIzures
Febril nöbetler, 6-60 ay arasındaki ateşli çocuklarda, öncesinde afebril bir nöbet öyküsü, veya santral sinir sistemi enfeksiyonu olmaksızın ortaya çıkan nöbetlerdir. Bu çalışmada, Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’ne febril konvülziyon nedeniyle yatırılan hastaların demografik ve klinik özellikleri gözden geçirilmiştir. Eylül 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında AEAH Çocuk Hastalıkları Kliniğine yatırılan febril konvülziyon tanısı almış 56 çocuk hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. İstatistiksel analizler için SPSS Windows 16.0 paket programı kullanıldı. Hastaların 23’ü (%41.1) erkek, 33’ü (%58.9) kız olup yaş ortalaması 26.8 ay, yatış süresi ortalama 3.5 gün idi. 44 (%78.6) hastada ateş odağı üst solunum yolu enfeksiyonu, 6 (%10.7) hastada alt solunum yolu enfeksiyonu, 2 (%3.6) hastada akut otitis media, 1 hastada (%1.8) idrar yolu enfeksiyonu, 1 hastada (%1.8) akut gastroenterit, 1 hastada (%1.8) el-ayak-ağız hastalığı, 1 (%1.8) hastada roseola infantum idi. İki (%3.6) hastaya lomber ponksiyon yapıldı, bu hastaların birinde aseptik menenjit saptanırken, diğeri normal olarak değerlendirildi. Olgulardan 34’ü (%60.7) birinci atak, 12’si (%21.4) ikinci atak, 5’i (%8.9) üçüncü atak, 5’i (%8.9) tekrarlayan (>3) ataklar ile başvurmuştu. İlk atak ile gelen hastaların 4’ünde (%7.1) 24 saat içinde tekrarlayan nöbetler görüldü. Olgulardan 4’ü (%7.1) kompleks febril nöbet olup bir hastada (%1.8) febril status epileptikus mevcuttu. Çalışmamızda da olduğu gibi, febril konvülziyonların çoğu basit tipte olup, prognozları iyidir ve çoğu basit viral enfeksiyonlara bağlıdır.
Febrile seizures are seizures that occur in febrile children between the ages of 6and 60 months who do not have an intracranial infection, or history of afebrile seizures. In this study, the children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures in Antalya Education and Research Hospital (AEAH) were reviewed. 56 children’s demographic and clinical characteristics who had hospitalized for febrile seizures between September 2011- January 2012 in AEAH were analysed retrospectively. Analyses were performed using SPSS 16.0 version. 23 patients (41.1%) were male, 33 (58.9%) were female , mean age was 26.8 months, mean duration of hospitalized days were 3.5 days. Fever source was upper respiratory tract infection in 44 (78.6%) patients, lower respiratory tract infection in 6 (10.7%), acute otitis media in 2 (3.6%), urinary tract infection in 1 (1.8%), acute gastroenteritis in 1 (1.8%), hand–foot-mouth disease in 1 (1.8%), roseola infantum in 1 (1.8%) patient. Lumbar punction was done in 2 (3.6%) patients, one of them had aseptic menengitis and other had normally cerebrospinal fluid findings. 34 (60.7%) patients had first attack, 12 (21.4%) had second, 5 (8.9%) had third and 5 (8.9%) had more than three attacks. 4 (7.1%) patient’s seizures who had first febrile attack occured more than once in a 24 hour period. 4 (7.1%) patients had complex febrile seizures, 1 (1.8%) patient had febrile status epilepticus. These results suggest that most febrile seizures are simple, good prognosis and mostly causes of fever is upper respiratory tract infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
Krishnappa Amita, Shivashankar Vijay Shankar, Mallika Rajshekar Kalmood, Channagangappa Shimoga Indira
Olgu sunumu
Özeti
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
NeutrophIl ErythrophagocytosIs And NeutrophIl Erythrocyte RosettIng In Paroxysmal Cold HaemoglobInurIa
Paroksismal soğuk hemoglobinüri (PCH), spesifik olmayan semptomlar nedeniyle öntanıda göz önüne genellikle alınmayan nadir görülen bir otoimmün hemolitik anemidir. Periferik yaymada nötrofilik eritrofagositoz ve nötrofil eritrosit rozet oluşumu, özellikle PCH'de olmak üzere otoimmün hemolitik anemide nadiren bildirilen bir bulgudur. Akut başlangıçlı ateşi olan ve bu olağandışı periferik yayma bulgularını paroksismal soğuk hemoglobinüri açısından değerlendirdiğimiz 25 yaşında bir kadın hastayı sunduk. Nötrofil eritrosit rozetinin varlığı ve periferik yaymada nötrofillerle eritrofagositoz varlığı halinde patolog, PCH tanısı açısından dikkatli olmalıdır ve bu bulgular gereksiz araştırmalardan kaçınmaya yönlendirebilir.
Paroxysmal cold haemoglobinuria (PCH) is an uncommon form of autoimmune haemolytic anaemia the diagnosis of which is usually not considered at the initial presentation due to nonspecific symptoms. Neutrophilic erythrophagocytosis and neutrophil erythrocyte rosette formation in peripheral smear is an uncommon finding which has been reported rarely in autoimmune haemolytic anaemia, especially PCH. We report a case of a 25-year-old female who presented with acute onset fever and in whom these unusual peripheral smear findings directed the pathologist to initiate the work up for paroxysmal cold haemoglobinuria. Being vigilant about the presence of neutrophil erythrocyte rosette and erythrophagocytosis by neutrophils in peripheral smear will guide pathologist towards initiating a workup for PCH and avoiding unnecessary investigations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkütan Böbrek Biyopsisi Uygulanan 78 Olgunun Klinikopatolojik Açıdan Değerlendirilmesi
Harun Peru, Ahmet Midhat Elmacı, Cüneyt Karagöl, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Perkütan Böbrek Biyopsisi Uygulanan 78 Olgunun Klinikopatolojik Açıdan Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcopathologIcal FIndIngs Of 78 Percutal Renal BIopsy
Amaç: Böbrek biyopsisi, böbreğin parankimal hastalıklarının tanısında ve tedavisinin belirlenmesinde kullanılan bir yöntemdir. Bu çalışmada böbrek biyopsisi uygulanan olguların klinik ve histopatolojik açıdan değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Ocak 2000 ile Aralık 2006 tarihleri arasında Çocuk Nefroloji ünitemizde ultrasonografi eşliğinde gerçekleştirilen 78 perkütan böbrek biyopsisi değerlendirilmeye alınmıştır. Bulgular: Klinik açıdan en sık biyopsi endikasyonumuz nefrotik sendrom (n:39, %50) idi. Bunu nefritik ve nefrotik sendrom birlikteliği (n:14, %18) ve nefritik sendromu olan (n:7, %9) olgular izlemekteydi. Histopatolojik tanı olarak en sık mezenjiyal proliferatif glomerulonefrit (n:15, %19) gözlenirken bunu sırası ile Henoch Schonlein purpurası nefriti (n:14, %18), fokal segmental glomeruloskleroz (n:8, %10) ve lupus nefriti (n:8, %10) izlemekteydi. Primer glomeruler hastalıklar (n:48, %62), sekonder glomeruler hastalıklardan (n:30, %38) daha fazla saptandı. Sonuç: Biyopsi serimizde en sık biyopsi endikasyonunun nefrotik sendrom kliniğinin olduğu, mezenjiyal proliferatif glomerulonefritin de en sık histopatolojik tanı olduğu dikkati çekmiştir. Bu sonuçlar çocuklardaki böbrek biyopsi sonuçlarının, bölgesel farklılıklar gösterdiği ve erişkinlerinkinden oldukça farklı dağılım gösterdiğini düşündürmektedir.
Aim: Renal biopsy is performed for the diagnosis and the decision of treatment of renal parenchymal diseases. The aim of this study was to evauate the clinicopathological findings of kidney biopsies. Material and Method: 78 percutan renal biopsies were performed by ultrasonography in our institution during the period between January 2000 and December 2006. Results: The most common renal biopsy indication was nephrotic syndrome (n:39, 50%). Other indications were association of nephrotic and nephritic syndrome (n:14, 18%) and nephritic syndrome (n:7, 9%). The most mikroskocommon nephropathy was mesangial proliferative glomerulonephritis (n:15, 19%) which was followed by Henoch Schonlein purpura nephritis (n:14, 18%), focal segmental glomerulosclerosis (n:8, 10%) and lupus nephritis (n:8, 10%). Primary glomerular diseases (n:48, 62%) is more frequent than secondary glomeruler diseases (n:30, 38%). Conclusion: The present study which evaluated 78 renal biopsies showed that nephrotic syndrome was the most common indication for renal biopsy. Histopathologically, the most frequent nephropathy was mesangial proliferative glomerulonephritis. These results suggest that renal biyopsy results in children can show regional variances and have a fairly different distrubition from those of the adults.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş (ara) Etyopatogenezinde Serbest Oksijen Radikallerinin Rolü
Mehmet Emre Atabek, Bülent Oran, Fatih Gültekin, Sevim Karaaslan
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş (ara) Etyopatogenezinde Serbest Oksijen Radikallerinin Rolü
The Role Of Oxygen Free RadIcals In The EtIopathonegesIs Of Acute RheumatIc Fever
Bu çalışmada çocukluk çağında Akut Romatizma! Ateş (ARA) etyopatogenezinde serbest oksijen radikallerinin (SOR) rolü ve klinik bulgularla ilişkileri araştırılmıştır. Beş ile 15 yaşlarında 23 hasta ve 25 sağlam çocuk araştırmaya dahil edildi. Hastaların 17'sinde kardit gözlendi. Reaktif oksijen molekülü (ROM) düzeyleri tanı anında ve daha sonra da periyodik olarak belirlendi. Serbest oksijen radikalleri ve ürünleri dROM kiti (d-ROMs test, Diacron s.r.l. Diagnostics Division, Via Zircone n.8-58100 Grosseto-İtaly) kullanılarak ve kolorimetrik olarak ölçüldü. Tanı anındaki plazma ROM düzeyi kontrol grubundaki ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (P<0.05). 15, 30 ve 90. günlerde plazma ROM düzeylerinin giderek azaldığını gözledik. Karditi olmayanlarla kıyaslandığında karditli hastaların plazma ROM düzeyleri istatistik olarak anlamlı bir farklılık göstermiyordu. Anlamlı olmamakla birlikte, 90. günde plazma ROM düzeyi hâlâ yüksekti. Biz bu çalışmada serbest oksijen radikallerinin ARA etyopatogenezinde önemli bir rol oynayabilecekleri sonucuna vardık.
İn this study the role ofoxygen free radicals in the etiopathogenesis of Acute Rheumatic Fever (ARF) in childhood and its relationship betvveen the clinical fındings were investigated. Tvventy three patients with an age range of 5 to 15 years and 25 healthy children were included. Carditis was observed in 17 of the patients. The ROM levels were determined at the time of diagnosis and periodically after than. Oxygen free radicals and its products were measured colorimetrically using dROM's kit (d-ROMs test, Diacron s.r.l. Diagnostics Division, Via Zircone n. 8-58100 Grosseto-İtaly). The plasma ROM level at the time of diagnosis compared to that of control group was found statistically significant (P<0.05). We observed a Progressive decrease in plasma ROM levels at days 15, 30 and 90. The patients with carditis didn't have statistically different plasma ROM levels compared to the patients without carditis. The plasma ROM level at day 90 was stili higher, though unsignifıcant, than that of the control group. İn this study, we conclude that the oxygen free radicals may play an important role in the etiopathogenesis of ARF.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Etil Alkol Uygulanmasının Serum Lipid Parametreleri Üzerine Etkisi Ve Çeşitli Dokulardaki Histolojik Değişiklikler
Mehmet Gürbilek, Mehmet Aköz, Selçuk Duman, Fatih Gültekin, Hüseyin Uysal, Ender Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Etil Alkol Uygulanmasının Serum Lipid Parametreleri Üzerine Etkisi Ve Çeşitli Dokulardaki Histolojik Değişiklikler
The AIm Of ThIs Study Was To DetertnIne The BI-OchemIcal And HIstologIcal Effects Of Alcohol On Va-RIous Organs Qf The Rats
Bu çalışma, etil alkolün çeşitli organlar ür.erindeki histolojik etkileri ile serum. lipidleri ıkerindeki biyokimyasal etkilerini araştırmak amacıyla ratlar üzerinde yapıldı. Radar, kontrol grubu, etli alkol verilen grup ve diyetine glukoz ilave edilen eşdeğer- diyet grubu (pair - fed) olarak üçe ayrıldı. Alkol grubuna 12 gün süreyle 4.5 glkglgün etil alkol oral olarak verildi. Eşdeğer diyet grubuna ise etli alkolü!r verdiği kaloriye eşdeğer olarak 7.88 glikgıgün glukoz 12 gün süre ile verildi. 12. günün sonunda her üç grubun serum açlık kan şekerleri, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeyleri ök-iildü.. Alkol grubunda, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeyleri, hem eşdeğer diyet gru-bundan hem de kontrol grubundan daha yüksekti. Glukoz değerleri ise alkol grubu ve eşdeğer diyet grubunun her ikisinde de kontrol grubuna göre daha yüksek olmakla birlikte bu yükseklik an-laınsızdı. Işık ınikroskobik değerlendirmede alkol ve-rilen grupta karaciğerde lobülün perifer zonundaki hepatositlerde 177d0= (erken profaz) artışı ve si-nıızoidal seviyede eritrosit birikimi görülürken böhrekte seıni glomeruler katlama ile in-rertubıtler bölgede infiltre eritrositler ve lenfositler gözlendi. Mide, dalak, akciğer normal histolojik yapıdaydı. Bu gözlemleı-e göre serumda trigliserid, fosfolipid ve serbest yağ asidi düzeylerinin artışına alkolü]] neden olabileceği , bu artışın alkolün verdiği kalorlye bağlı olmayıp alkolün genel me-tcıboliznla üzerine olan etkisinden kay-naklanabileceği kanaatine varıldı.
The study was carried out on thı-ee groups of rats as fallows: Control group, alcohol fed group and pair - fed group. The alcohol group was fed for 12 days with a diet containing 4,5g1kgiday ethyl alcohol. The pair fed group was giren glııco..ve (7.88 glkglgün) whi•h calory level was equal to the ealory level of alcohol giren to the second group. At the end of the jeeding period, fas-ting serum glucose, triglycerid, phospholipid and jree fatty acid leveis were measured in the serum of those three groups. The postınortal histological changes ira liver, kidneys„rtomach, spleen and lung were examined bir light microscopy. Triglycerid, phospholipid and fi-ee faty acid levels of alcohol group were higheı- than those of conwol and pair -feci group. Verv common high mitotic activity (in the' early pro-phase) in the hepatocytes at the peripheral of the elassical lobules, semidiffilse hemorrhagies in the glomerıdes and eıythrocytes infiltrated into the intertubuler area were seen at the light microscopic e_x-amination of the liver and kidney specimen.s of al-cohol giyen group. it concluded that the level of triglycerid, phospholipid and free fatty acid increase in serum due tü alcohol intake. it is supposed that th.e increase is not related with alcohol calory but it may be related with general effect of alcohol on nıe-tabolic activity of human Body.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
Ali Yavuz Karahan, Ali Sallı, Muhammed Şahin
Olgu sunumu
Özeti
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
ClaudIcatIon In GerIatrIc PatIents: AssocIatIon Of NeurogenIc And Vascular ClaudIcatIon
Geriatrik olgularda yürüme esnasında bel, kalça, diz ve diğer bölgelerin çeşitli patolojilerine bağlı farklı şekillerde izlenen yürüme güçlüğü, ağrı, uyuşma ve benzeri bulgular görülebilir. Ancak kladikasyo daha özgün bir semptomdur. Hastalar tarafından sıklıkla belirli bir mesafe yürümekle ortaya çıkan, bir veya iki bacakta, lokalize edilemeyen ağrı, güçsüzlük, uyuşma, parestezi ve kramp olarak ortaya çıkan ancak istirahat ile rahatlayan bir tablo olarak tanımlanır. Özellikle periferik arter hastalıklarında görülen vasküler kladikasyo ve lomber spinal stenoz kliniğinde izlenen nörojenik kladikasyo, bu klinik tabloların ilk ve en önemli semptomlarıdır. Geriatrik hastalarda ağrılı alt ekstremite varlığında ayırıcı tanıda akılda tutulması gereken birçok hastalık vardır. Bu yüzden hastalar tarafından tarif edilen kladikasyo göz ardı edilmemesi gereken ayırıcı tanı için uyarıcı ve yol gösterici bir semptomdur. Biz de bu yazımızda bel bacak ağrısı ile başvuran, değişken bir kladikasyo tarifleyen, ayırıcı tanıya yönelik yapılan çalışmalar sonucunda lomber spinal stenoz ve sol ana iliak arter darlığı ile seyreden periferik arter hastalığı (PAH) tanılarını bir arada koyduğumuz bir olguyu semptomdan teşhise yönelik süreci tekrar gözden geçirmek amacıyla sunduk.
Difficulty in walking, pain, numbness and other symptoms may occur in geriatric patients during walking, depending on various pathologies of waist, hips, knees and other areas. However claudication is an important symptom that is watched in specific clinic tables. That often appears by walking and it is described as not localized pain in one or two legs, weakness, numbness, parestesia and cramp by patients. Vascular claudication, especially monitored in peripheral arterial disease and neurogenic claudication monitored in lumbar spinal stenosis are the most important and initial clinical symptoms of these statements. In the presence of lower extremity pain in geriatric patients there are many diseases to be considered in the differential diagnosis. Therefore, patients with claudication should not be neglected as defined for the differential diagnosis and a guiding symptom. In this text, we present a case which described a variable claudication and diagnosed with lumber spinal stenosis and peripheral artery disease the aim of rewiewing the process from symptoms to diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
Neşe Kurt Özkaya, İnanç Doğan Çiçek
Araştırma makalesi
Özeti
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
RevIew Of Our Treatment Approach In RabIes-RIsky BItes In Central AnatolIa In Turkey
Amaç:Isırıklar tüm dünyada önemli bir yaralanma sebebidir. Belli rehber ve prensiplere göre ısırıkların tedavisi yapılır. Bu çalışmada amacımız yatarak tedavi edilen ısırık yaralarının demografik özelliklerini incelemek, cerrahi tedavi deneyimlerimizi paylaşarak yeni çalışmalara ve tedaviler için yol gösterici olmaktır.
Gereç Yöntem: Çalışmaya ınsan veya hayvan tarafından ısırılıp yatarak cerrahi tedavi gerektiren hastalar dahil edildi. Demografik özellikleri, tetanoz ve kuduz proflaksisi uygulamaları, yara yerinden izole edilen enfeksiyon etkenleri, uygulanan antibiyoterapiler, cerrahi tedaviler kaydedildi.
Bulgular: Hastaların 43 ü erkek ve ortalama yaş (±SD) of 34.5±23.8 (min3-85max). 15 yaş altı hastaların yaralanmaların 13’ünde(65%), 15 yaş üstündeki hastaların 12’sinde (27.3) baş boyun bölgesinde idi. Extremitelerde ise 15 yaş altında 7 (35%), 15 yaş üstünde de 28 (63.6%) hastada yaralanma mevcut idi. Yaralanmaların 50 (78.1%) si köpek kaynaklı, 8 (12.5%) i yabani hayvan (7 domuz, 1 kurt), 4’ü (6.3%) diğer evcil hayvan (at, eşek, inek), 2’si (3.1%) insan kaynaklı idi. Hastaların tümüne Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafınan belirlenen Kuduz Proflaksi Rehberi’ne göre müdahele edilmişti. Yara yerlerine basınçlı, bol sabunlu su ile yıkama yapılmış idi. Tetanoz proflaksisi gereken 40 hastaya tetanoz, 62 hastaya kuduz proflaxisi başlanmış ve uygun görülen hastalara kuduz immunglobülini yapılmış idi. Hastaların 38’ınde proflaktik amoksisilin klavulonat, 12’sinde kristalize penisilin-G, 6’sında sultamisilin, 6’sında sultamisilin ve aminoglikozit kombinasyonu, 2’sinde sefazolin tedavisi başlanmıştı. 12 (18.8%) hastaya geldiği gün mikrobiyolojik inceleme yapılmadan acil operasyona alınarak cerrahi yapılmış idi. İlk gün onarım yapılan hastaların 7’sinde primer suturasyon, 3’ünde lokal flep, 1’inde kulak, 1’inde burun replantasyonu, 1’inde femoral arter, 1’inde peroneal sinir onarımı yapılmıştı. Geç onarım yapılan 52 hastanın 35’ine primer suturasyon, 4’üne deri grefti, 17’sine lokal flep, 2’sinde paramedian alın flebi yapılmış idi. Erken ve geç onarım yapılan hastaların hiçbirinde komplikasyon görülmemişti.
Sonuç: Isırıklarda yaranın bol ve basınçlı sabunlu su ile irrigasyonu sayesinde yaranın bakteriyal yükü, acil onarım yapılmasına olanak sağlayacak kadar, azaltılabilir.
Aim: Bites are an essential cause of injury since the world. Treatment of bites is made according to specific guides and principles. The study's purpose is to examine the demographic characteristics of patients hospitalized due to bite wounds and to be a guide for new studies and treatments by sharing surgical treatment experiences.
Material and Method: Patients who were bitten and required surgical treatment were included in the study. Demographic characteristics, tetanus, and rabies prophylaxis applications, infection agents isolated from the wound site, antibiotherapies applied, and surgical treatments were recorded.
Results: Of the patients, 43 were male and mean age (±SD) of 34.5±23.8years (range, 3-85 years). Bites were in the head and neck region in 13(65%) of patients under 15 years old and in 12(27.3%) of the patients over 15 years old. In extremities, the injury was present in 7(35%) patients under 15 and in 28(63.6%) patients over 15 years old. Of the injuries, 50(78.1%) were caused by dogs, 8(12.5%) by wild animals (7 pigs, one wolf), 4(6.3%) by other pet species (horse, donkey, cow), and 2(3.1%) by humans. The intervention was made to all the patients according to guide of rabies prophylaxis specified by the Ministry of Health, General Directorate of Public Health. Irrigation was applied to the wound site with plenty of pressurized and soapy water. Forty patients received tetanus prophylaxis, 62 patients received rabies prophylaxis, and rabies immunoglobulin was applied to patients considered as suitable. Prophylactic amoxicillin clavulanate treatment was started in 38 of the patients, crystalline penicillin-G in 12, sultamicillin in 6, the combination of sultamicillin and aminoglycoside in 6, and cefazolin treatment in 2. 12(18.8%) patient underwent an urgent operation for repair process without any microbiological examination on the date of arrival. Among the patients to whom repair was applied on the first day, 7 had primary saturation, 3 had a local flap, 1 underwent ear, and 1 underwent nasal replantation, one patient had femoral artery repair, and one patient had peroneal nerve repair. Among 52 patients who underwent late repair, primary suturation was applied to 35, skin graft to 4, local flap to 17, and paramedian forehead flap to 2. No complication was seen in any of the patients who underwent early and late repairs.
Conclusion: Bacterial burden of the wound can be reduced enough to allow urgent repair owing to the irrigation of the wound with plenty of pressurized and soapy water in bites.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Talamik Kanamada Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
Betigül Yürüten, Zehra Akpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Talamik Kanamada Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
BlInk Reflex Changes In ThalamIc Hemorrhage.
Supraorbital sinirin elektrikle uyarımı aynı tarafta erken R1 ve bilateral geç R2 cevaplarını doğurur (R1,R2k). R1’in santral yolağının pons olduğu bilinmektedir; ancak R2'nin santral yolağı tam olarak anlaşılamamıştır. Uyarının, karşı taraf talamus ve/veya kodekse çıkarak aşağıya, bilateral fasial çekirdeklere projeksiyonu ile geç cevapların odaya çıktığı düşünülmektedir. Bu çalışmada 12 normal, 13 talamik kanamalı hastada göz kırpma refleksi elektrofizyolojik olarak değerlendirildi. R1 latansı her iki taraftan uyarım ile normaldi. Ancak kanamanın karşı tarafından (paretik taraf) uyarım ile elde edilen direkt (R2) ve konsensuel (R2k) cevapların latansları, kanama tarafı uyarımı ile ve normallerdeki cevaplarla karşılaştırıldığında uzun bulundu. Bu bulgular refleksin ikinci komponentinin santral yolağının talamus olduğunu göstermekten çok bu komponent üzerine talamusun modulatör etkisi olduğunu düşündürdü.
Electrical stimulation of the supraorbital nerve on one side evokes early reflex contraction of the orbicularis oculi muscle ipsilaterally (R1) and late reflexes bilaterally (direct-R2 and consensual-R2c). The Central pathway of the R1 may conduct through the pons but the exact Central pathvvay of the R2 is not entirely understood. İt has been presumed that the stimulus goes up to the opposite thalamus and/or cortex, than project down to bilateral facial nuclei. İn this study, the blink reflex was investigated in 13 patients with thalamic hemorrhage and in 12 normal subjects. R1 was normal on both side stimulation but R2 and R2c obtained by stimulation on the paretic side slo- wer in latency compared with responses of the non paretic side and the values of the normal subjects. İt is pre sumed that the thalamus may modulate the second component of the blink reflex.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
Şule Şahin Onat, Zuhal Özişler
Olgu sunumu
Özeti
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
MultIple SclerosIs WIth DysesthesIa Symptoms
Multipl skleroz (MS), farklı klinik seyir özellikleri gösteren
heterojen hastalık grupları içermektedir. MS lezyonları, merkezi sinir
sisteminin farklı bölümlerinde oluşabildiğinden, çok çeşitli semptom
ve belirtilere neden olabilirler. Bu vakada da olgunun dizestezi
dışında herhangi bir bulgu olmadan MS tanısı almasını ve kas
iskelet sistemi semptomatolojisinde MS’in çok farklı klinik tablolara
bürünerek sinsi seyrine dikkat çekmek istedik. Yirmi iki yaşında
bayan hasta fizik tedavi polikliniğine son bir aydır olan sağ kolda
dizestezi şikayetiyle geldi. Yapılan muayenesinde tüm sağ kolda
yaygın dizestezi dışında yüzeyel ve derin duyu kaybı, motor kayıp,
derin tendon reflekslerinde kayıp,patolojik refleksi bulunmamaktaydı.
Serebellar testleri normaldi. Özgeçmiş,soygeçmişinde özellik
bulunmamaktaydı. Boyun grafisi normaldi. Bunun üzerine çekilen
magnetik rezonans görüntülemede (MRG)’de spinal kortta C2-3 ve
C3-4 düzeylerinde belirgin olmak üzere T2 sekansında hiperintens,
beyindede sol sentrum semiovalede T1’de hipo, T2 kesitlerinde
hiperintens sinyal özelliğinde olan ve İV Gad enjeksiyonu sonrası
halkasal kontrastlanan, bilteral sentrum semiovale ve periventriküler
beyaz cevherde milimetrik boyutlu demiyelinizan plaklar gözlendi.
BOS’ta bakılan oligoklonal bant pozitif,IgG indeksi 0.98 idi. Rutin
kan değerleri normaldi. Nörolojiyle birlikte değerlendirilen olgu
klinik,radyolojik görüntüleme ve laboratuvar verileri ışığında olası
diğer etiyolojilerde dışlandıktan sonra MS olarak değerlendirildi.
Klasik bulgularla başladığında MS tanısı koymak kolaydır fakat atipik
seyirde tanı koymak zorlaşmaktadır. Bu da branşımızın kapsamındaki
hastaların semptom ve bulguların ne kadar çeşitli altta yatan
hastalıkların ne kadar farklı olabileceğini göstermiştir.
Multiple sclerosis(MS) lesions can occur in different parts of the central nervous system therefore cause a variety of symptoms and signs.In this case receive a diagnosis of MS without finding anything other than dysesthesia and changed into a very different clinical pictures of musculoskeletal symptomatology of MS would like to draw attention to an insidious course. 22-year-old female patient physical therapy clinic complaining of dysesthesia that since the last 1 month in the right arm.All examination of the outside of the left arm common dysesthesia;cranial nerve,superficial and deep sensory,motor,deep tendon reflex and pathological reflexes examination was normal. There was no resume and family history feature.Neck x-ray was normal.But magnetic resonance imaging (MRI) in the spinal cord to be C2-3 and C3-4 levels hyperintense signal in the T2sequence and also in the brain in the left centrum semiovale hypointense signal in T1,hyperintense signal in T2sections,and after İV of Gad,bialteral centrum semiovale and periventricular white matter was observed enhancing rim millimeter-sized demyelinating plaques. In CSF oligoclonal bands tended positive IgGindex was 0.98. Routine blood tests was normal. After evaluating the case with neurology,clinical,radiological and laboratory data were evaluated by the MS after the exclusion of other etiology. 1000 mg/day dose intravenous methylprednisolone was given for 5 days. When the diagnosis of MS is easy to put the classic symptoms,but atypical in navigation is difficult to diagnose. This is how a variety of signs and symptoms within the scope of physical therapy clinics and how different it may indicate an underlying disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Alt Kaliks Taşlarının Tedavisinde Ve Tekrar Taş Oluşumunda Kısmi Nefrektominin Rolü
Mehmet Kılınç, Mehmet Balasar, Selçuk Güven, Mehmet Arslan, Kadir Yılmaz, Alpay Sümer
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Alt Kaliks Taşlarının Tedavisinde Ve Tekrar Taş Oluşumunda Kısmi Nefrektominin Rolü
Management Of Lower Pole NephrolIthIasIs And Stone Recurrence: PartIal Nephrectomy
Amaç: Böbrek taş hastalığı, tedavi edildikten sonra sık nükseden bir hastalıktır. Böbrek taşlarının % 25-35’ini alt kaliks taşları oluşturmaktadır. Alt kaliks taşlarının tedavisinde pek çok seçenek olmasına rağmen kısmi nefrektominin nüks oranlarını azalttığı belirtilmiştir (1–4). Gereç ve yöntem: Kliniğimizde böbrek alt kaliks taşı teşhisi konan ve cerrahi tedavisi yapılan 57 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Böbrek anatomisi Sampaio ve ark. tarif ettikleri şekilde standart IVU' lerle değerlendirilerek, infundibula pelvik açı, infundibulum uzunluğu ve çapı ölçüldü. Alt pol nefrektomisi yapılan 29 hasta ile pyelolitotomi, nefrolitotomi ve pyelonefrolitotomi yapılan 28 hasta ortalama 79 ay takip edildi. Bulgular: Kısmi nefrektomi yapılan hastaların ameliyat öncesi ölçülen infundibulapelvik açı ortalamaları 57 dereceden ameliyat sonrası 108 dereceye yükselirken; pyelolitotomi, nefrolitotomi ve pyelonefrolitotomi yapılan hastalarda ortalama açı değerlerinde farklılık gözlenmedi. Alt pol nefrektomisi yapılan hastalarda 78 aylık takip sonucu taş nüksü oranı % 10, pyelolitotomi, nefrolitotomi ve pyelonefrolitotomi yapılan hastalarda ise 80 aylık takip sonucu % 21 idi. Sonuç: Kısmi nefrektomi ile alt kaliks taşı oluşumuna neden olan anatomik faktörün ortadan kaldırılması ile takiplerdeki taş nüks oranlarının azalması sağlanmaktadır.
Aim: Renal stone disease is a frequently recurrent disease. Among the renal stone diseases 25–35% is localized to lower pole. Despite different treatments of the lower caliceal stones, partial nephrectomy is assumed to decrease the rate of recurrence. Material and Method: In this study fifty-seven patients, (29 with lower pole nephrectomy and 28 with pyelolithotomy, nephrolithotomy and pyelonephrolithotomy) who were surgically treated for their lower caliceal stones, were re-evaluatnefed in our clinic retrospectively. Infundibulopelvic angle, infundibulum length and diameter were measured by standard IVP according to the renal anatomy definition made by Sampaio et al. The mean follow-up period for all the above mentioned patients was 79 months. Results: Whereas the mean infundibulopelvic angle of the patients, treated with partial nephrectomy, increased from 57 degrees preoperatively to 108 degrees postoperatively, the angle of the patients treated with pyelolithotomy, nephrolithotomy and pyelonephrolithotomy did not change. During the follow-up period, the recurrence rate in the patients, treated with partial nephrectomy, was in 78 months 10 percent, but in the patients; treated with pyelolithotomy, nephrolithotomy and pyelonephrolithotomy, in 80 months 21 percent. Conclusion: Partial nephrectomy decreases the recurrence rate of lower pole renal stones through eliminating the anatomical factors that cause stone formation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Annulate Lamella: Yapısı Ve Fonksiyonları
Burcu Gültekin, Aydan Canbilen
Derleme
Özeti
Annulate Lamella: Yapısı Ve Fonksiyonları
Annulate Lamellae: Structure And FunctIons RevIew
Annulate lamella (AL), sitoplazmada bulunur ve hem kromatin hem de laminadan yoksun çok sayıda yoğun biçimde paketlenmiş por kompleksleri ile delinmiş yassılaşmış membran sisterna yığınlarından oluşmuştur. AL, hızlı gelişen yada farklılaşan hücrelerde (örneğin; erkek ve kadın gametler, tümör hücreleri ve viral infekte hücreler) görülmektedir. Nuklear ve AL porları çeşitli elektron mikroskopi teknikleri ile çalışıldığında onları basit yapılarından morfolojik olarak ayırt etmenin zor olduğu ortaya çıktı. AL, üreme hücrelerinde daha kolay gözlemlenebildiğinden onun fonksiyonu hakkında bilgiler, üreme hücrelerinin olgunlaşmaları sırasında yapılan morfolojik çalışmalardan elde edilmektedir. Çoğu hücre AL oluşturabilmek için kalıtsal bir yeteneğe sahiptir. Hatta, AL tamamen farklılaşmış bir hücrede halihazırda bulunan bir organel değilken, hücrede AL ağının oluşumunu başlatmak mümkündür. Bu derleme ile, bu hücre içi membran sistemini tanıtmak, bazı bilgileri yenilemek ve oldukça ilgi çeken organelin oluşumu, görevleri ve akıbeti ile ilgili birçok temel sorunları ortaya koymak istiyoruz.
Annulate lamellae (AL) are found in the cytoplasm and consist of stacks of flattened membrane cisternae perforated by numerous and densely packed pore complexes lacking both chromatin and a lamina. AL are frequently observed in rapidly growing or differentiating cells, such as male and female gametes, tumor ceils, and virally infected cells. Nuclear and annulate lamellae pores appear morphologically indistinguishable in their basic structure when viewed by a number of different electron microscopy techniques. Since AL are relatively easier to observe in germ cells, most of our knowledge concerning this organelle and speculations as to the proposed function of these cytomembranes has arisen from morphological studies of annulate lamellae during the course of germ cell maturations. Most cells have an inherent propensity towards AL formation . Even though annulate lamellae are not a ubiquitous feature of terminally differentiated cells, it is possible to induce the formation of the AL network in cells. The purpose of this review is to acquaint or reacquaint the reader with this inracellular membrane network and to adres a number of basic questions concerning the orgin, function, and fate this rather intriguing cellular organelle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
Erdal Yılmaz, Saadet Akarsu, Yaşar Doğan, M. Kaya Gürgöze, A. Denizmen Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Düşük Doğum Tartılı (sga) Bebekler Ve Sorunları
BabIes WIth Low BIrth VveIght (sga) And TheIr Problems
Düşük doğum tartılı (SGA) bebekler için risk faktörleri ve takipte karşılaşılan sorunlar gözden geçirildi. Kliniğimizde izlenen 108 SGA’lı bebek değerlendirildi. Olguların 52’si (%48.2) erkek, 56’sı (%51.8) kızdı. Bebeklerin %40.7’si prematüre olup, diğerleri term bebekti. Hastaların %53.7’si şehir merkezinden müracaat edenlerdi. Düşük sosyoekonomik seviye, anne yaşının 18’in altında olması ve preeklampsi en sık gözlenen risk faktörleriydi. Bu bebeklerin takibi sırasında en çok karşılaşılan sorunlar enfeksiyon (%32.4), asfiksi (%25.9), hipoglisemi (%21.3) ve polistemiydi (%19.4). Mortalitenin önde gelen nedenleri olarak enfeksiyon, konjenital anomali ve asfiksi saptandı.
Risk factors and encountered problems during follow-up in babies with low birth weight (SGA) were investigated. 108 babies with SGA and who were follovved by our pediatrics department vvere evaluated. 52cases vvere male (48.2%) and 56 cases vvere female (51.8%) .40.7% of ali cases vvere prematüre and others (59.3%) vvere term babies. 53.7% of ali cases vvere applied from the city çenter. Low socioeconomic level, mother’s age lovver than 18 years, and preeclampsia vvere the most freguent risk factors. Infections (32.4%) , asphyxia (25.9%), hypoglysemia (21.3%) and polycythemia (19.4%) vvere the freguent problems. Important causes for mortality vvere infections, congenital abnormalities, and asphxy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Göknur Kalkan, Yalçın Baş, Havva Yıldız Seçkin, Salim Karahan
Olgu sunumu
Özeti
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Black HaIry Tongue In A 65-Year-Old DIabetIc Woman
Lingua villoza nigra olarak da adlandırılan siyah kıllı dil; çeşitli
tetikleyici faktörler nedeniyle oluşan dil sırtında anormal kahverengi
siyah renk değişikliği ile karakterize ağrısız, asemptomatik benign
bir bozukluktur. Sıklıkla oral hijyeni bozuk, sigara ve antibiyotik
kullanımı olan 40 yaş üstü kişilerde görülür. Burada siyah kıllı dil
nedeniyle polikliniğimize başvuran 65 yaşında diyabetik kadın hasta
sunulmaktadır. Bu vaka aracılığıyla, bu hastalık tekrar gözden
geçirilecek ve günlük pratikte nadiren görülen bu hastalık hatırlatılmış
olunacak ve tedavide oral hijyene dikkat etmenin önemi ve fırçalama
teknikleri anlatılacaktır.
Black hairy tongue, also named as lingua villosa nigra, is a
painless, asymptomatic, benign condition characterized by an
abnormal brownish–black discoloration of the dorsal surface of the
tongue caused by variety of precipitating factors. It usually appears
in people over age 40 years with a history of poor oral hygiene,
smoking and antibiotic use. Here we report a case of 65-year-old
diabetic woman patient presented to our outpatient clinic with black
hairy tongue. By means of this case, data about this disorder will
be able to reviewed and reminded to be aware of this rarely seen
disease in daily practice and advise to pay more attention to oral
hygiene and brushing techniques that will help treating this disorder.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
Hüseyin Atalay, İbrahim Güney, Yalçın Solak, Halil Zeki Tonbul, Mehdi Yeksan, Nedim Yılmaz Selçuk, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Ağrılı Hemodiyaliz Hastalarında Gabapentin Tedavisi
GabapentIn In The Treatment Of PaIn In HemodIalysIs PatIents
Amaç: Üremik nöropatiye bağlı ağrı yüksek yaygınlığına rağmen, teşhis ve tedavi yönünden göz ardı edilmektedir. Bu hastalarda genellikle kullanılan ilaç tedavileri etkin değildir. Biz bu çalışmamızda, hemodiyaliz hastalarında gabapentinin nöropatik ağrıyla birlikte yaşam kalitesi ve depresyona etkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya son dönem böbrek yetmezlikli 22 hemodiyaliz hastası dahil edildi (10 erkek ve 12 kadın, yaş ortalaması 62±3.53). Nöropatik ağrı tespit edilen hastalara 8 hafta süre ile günde 300 mg gabapentin tedavisi verildi. Tedaviden önce ve sonra yaşam kalitesi için SF-36 değerlendirme testi (fiziksel ve mental komponent skoru), depresyon için Beck depresyon envanteri (BDI) ve ağrı içinde Mc Gill ağrı anketi kısa formu (SFMPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) uygulandı. Bulgular: Gabapentin tedavisi ile birlikte ağrı skorlarında önemli derecede azalma tespit ettik. Total SF-MPQ skoru 21.32±8.74 den 7.5±5.72, VAS 6.4±2.15 den 2.45±1.81, PPI 3.18±1.1 den 1.3±0.88 düştü. Ayrıca SF-36 ve BDI skorlarında da anlamlı iyileşmeler tespit ettik (p
Aim: Despite its high prevalence, pain induced by uremic neuropathy is usually underrecognized during diagnostic process and undertreated. In most of the patients, traditional drugs are ineffective. In this study, we investigated the effect of gabapentin on neuropathic pain along with quality of life (QOL) and depression in hemodialysis (HD) patients. Methods: Twenty two patients with chronic renal failure who were on HD were included in our study (10 males and 12 females, mean age 62±3.53). We administered 300 mg/day gabapentin for 8 weeks to patients in whom neuropathic pain was detected. We administered SF-36 Evaluation Test (Physical Component Score and Mental Component Score) for QOL, Beck s Depression Inventory (BDI) for depression and Short Form of McGill s Pain Questionnaire (SF-MPQ: VAS; Visual Analogue Score, PPI; Present Pain Intensity, total SF-MPQ) before and after the treatment. Results: With gabapentin treatment, we found a statistically significant decrease in pain scale scores. Total SF-MPQ decreased from 21.32±8.74 to 7.5±5.72, VAS scale decreased from 6.4±2.15 to 2.45±1.81, PPI decreased from 3.18±1.1 to 1.3±0.88. We also determined significant improvements in SF-36 and BDI scales (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nervus Vagus Schwannomu
Nahit Ökesli, Adnan Kaynak, Mikdat Bozer, Ali Küpelioğlu, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Nervus Vagus Schwannomu
Schwannoma Of The Vagus Nerve
Bu yazıda bir Nervus Vagus schwannomu bildirilmektedir. Olguya von Recklingkıusen hastalığı eşlik etmektedir. Yazıda N. Vagus schwannomu ile von Recklinghausen hastalığı arası ilişki incelenmektedir. Ayrıca baş-boyun bölgesinde kitle ile başvuran havalarda ayırıcı tanıdaki önemi vurgulanarak literatür gözden geçirilmiştir.
in this manuscript a cervical vagal schwannomo is reported. Von Reckiirzklıausen disease was associated to the schwannoma. The relationship between two entilles is discussed. The imporiance of the vagal schwannoma in the dillerantial diagnosis of the head-neck massed rs impressed and the pertinent literature reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Steroıd İlaclar Ve Otorınolarengolojıde Kullanımı
Ziya Cenik, Ayşegül Cenik, Harun Doğmuş
Araştırma makalesi
Özeti
Steroıd İlaclar Ve Otorınolarengolojıde Kullanımı
Steroıd Drugs And Theır Use Of Otorınolarengology
Bu yazıda ilgili literatur gözden geçirilerek steroid ilaçların genel özellikleri ye Otorinolarengozojindeki kullanımı üzerindeki durulmuştur.
In this article we give attention on the special feature of the steroid drugs ar,d their uses in otorinolarengology with review the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mehmet Okka, Mehmet Kemal Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
TestIng RetInal SensIvItIy In Ocular HypertensIon UsIng Automated Colour PerImetry
The aim of this study was to compare the sensitivity of the white and the blue stimuli using macular full threshold and peripheral 60-4 testing strategies of the Humphrey field analyzer in patients with ocular hypertension. Ninety-eight eyes of 49 patients with ocular hypertension vvere examined using vvhite and blue stimuli. A decrease in retinal sensitivity in six eyes (6.12%) was more prominent in the macular full threshold and peripheral 60-4 threshold tests when the blue stimulus was used. The results show that these tests are important in detecting the early retinal damage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perikardiyal Efüzyon Tedavisinde Subksifoidal Tüp Drenajı
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Musa Ağrış, Nihan Kayalar, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Perikardiyal Efüzyon Tedavisinde Subksifoidal Tüp Drenajı
SubxIphoId Tube DraInage In PerIcardIal EffusIon Treatment
Bu çalışmada perikardiyal efüzyon hastalarında subksifoidal perikardiyal tüp drenajı tekniğinin sonuçları değerlendirildi. Ocak 2007 ile Aralık 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 39 perikardiyal efüzyonlu hasta, subksifoidal perikardiyal tüp drenajı tekniği ile tedavi edildi. Hastaların 16’sı kadın, 23’ü erkek ve yaşları 17-83 yaş arasında idi. Prosedür tüm hastalarda lokal anestezi ve sedasyon altında gerçekleştirildi. Hiçbir hastada mortalite gözlenmedi. Ortalama drenaj miktarı 1050 ml idi. Rekürrenefüzyon nedeniyle, 2 hastada tekrar cerrahi girişim gerekti. Perikardiya lefüzyon tedavisinde,subksifoidal perikardiyal tüp drenajı efektif ve güvenli bir yöntemdir.
Inthisstudy,theoutcomes of subxiphoid pericardial tube drainage technique were eveluated in patients with pericardial effusion. 39 patients with pericardial effusion admitted toour clinic between January 2007 - December 2010 were treated with subxiphoid pericardial tube drainag etechnique. 16 of patients were femaleand 23 were male and their ages were between 17 to 83 years. The procedure was carried out with local anesthesia and sedation in all patients. There was no mortality in any patients. Average drainag evolume was 1050 ml. Recurrent pericardial effusion requiring repeated surgical in tervention was observed in 2 patients. Subxiphoid pericardial tube drainage is a effective and safetechnique for treatment of pericardial effusion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
Yavuz Atar, İlhan Topaloğlu, Abdullah Onur Göksel
Araştırma makalesi
Özeti
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
SalIvary Gland Tumors: HIstopathology AnalysIs Of 110 Cases
Tükrük bezi tümörü nedeniyle kliniğimizde ameliyat ettiğimiz olguların histopatolojik dağılımının ve özelliklerinin araştırılarak literatürdeki çalışmalarla karşılaştırması. Çalışmada 01.01.2000- 01.01.2007 tarihleri arasındaki yedi yıllık dönemde kliniğimizde ameliyat edilen 110 olgunun histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelendi. Olguların %51’i erkek, %49’u kadın, yaş ortalaması 44 idi. Tümörlerin, %82’i parotis bezinden, %13’ü submandibuler bezden, %5’i minör tükrük bezlerden gelişmekteydi. Parotis bezi tümörlerinin %80’u benign, %20’i malign, submandibüler bez tümörlerinin %80’i benign, %20’si malign, minör tükrük bezi tümörlerinin %50’si benign, %50’si malign yapıda olduğu saptandı. Literatürde histopatolojik tanımlamada ayrılıklar ve TBT oranları arasında anlamlı farklılıklar bulunmaktadır. Çalışmada, olguların histopatoloji raporları analiz edilerek literatür gözden geçirildi.
To investigate the characteristic findings and histopathologic evaluation of the patients underwent to operation due to salivary gland tumor in our clinic. In this study on seven years period and between 01.01.2000-01.01.2007 dates, 110 cases were evaluated histopathologically addmitted to our clinic retrospectively. Men %51 of the cases, %49 were women. The average age of the cases were 44 years old. Tumors were orginated from parotis glands %84, submandibuler glands %15, %1 minor glands. Tumors of parotis gland were %80 benign, %20 malignant, tumors of submandibular glands were %80 benign, %20 malignant, tumors of minor salivary glands were %50 benign, %50 were found to be malignant in nature. In this study, cases with salivary gland tumors analyzed by histopathologically and discussed with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İç Şaşılıklarda Cerrahi Sonuca Etki Eden Faktörler
Ahmet Özkağnıcı, Nazmi Zengin, Mehmet Kemal Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
İç Şaşılıklarda Cerrahi Sonuca Etki Eden Faktörler
Factor InfluencIng The SurgIcal Outcome In EsotrapIa
Preoperatif kayma miktarı, gözün aksiyel uzunluğu, refraktif kusurlar, olgunun yaşı ve benzeri pek çok faktör horizontal şaşılık cerrahisi sonuçlarını etkileyebilir. Bu çalışmada içe kayması olan 65 olguya ait cerrahi sonuçlar analiz edilmiştir. Bulgularımız cerrahi sonuca etki eden en önemli faktörün preoperatif kayma miktarı olduğunu ortaya koymuştur. İç şaşılığı bulunan olgularda preoperatif kaymanın şaşılık cerrahisinin başarısını belirleyen en önemli faktör olduğunu söyleyebiliriz.
Many factors including preoperative deviation, axial length of the eye, refractive errors, age of the patient ete. can influence the response to horizontal strabismus surgery. We analysed the results of strabismus surgery in 65 patients with esotropia. Our results revealed that main factor influencing the surgical outcome was the preoperative deviation. We conclude that preoperative deviation is to be the strongest predictor for response to strabismus surgery for esotropic patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Ali Ulvi Uca, Zehra Akpınar, Orhan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome.
Melkersson Rosenthal sendromu (MRS), etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen, seyrek görülen bir hastalıktır. Bu sendrom tekrarlayan orofasiyal ödem, periferik fasiyal parallzi atakları ve skrotal dil ile karakterizedlr.Bu çalışmada MRS’nun klinik özelliklerini gösteren 24 yaşında bir erkek hastayı sunarak bu sendromun insidansı, etyolojisi, patolojisi, klinik özellikleri, ayırıcı tanı ve tedavisini ilgili literatür bilgileri ışığında gözden geçirdik.
Melkersson- Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknovvn etiopathogenesis. This syndrome is characterized by a triad of recurrent orofacial edema, relapsing facial palsy, and scrotal tongue. İn this report a 24 year old man with the typical clinical symptoms and signs of MRS is reported. İn addition, the literatüre on MRS is revievved with respect to incidence, etiology, clinical features, pathology, diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Mezenter Lenf Düğümü Makrofajlarının Değişik Koşullarda Yapısal Niteliklerinin Transmisyon Elekton Mikroskobu Düzeylerinde İncelenmesi
Refik Soylu
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Mezenter Lenf Düğümü Makrofajlarının Değişik Koşullarda Yapısal Niteliklerinin Transmisyon Elekton Mikroskobu Düzeylerinde İncelenmesi
The InverstIgatIon In VarIous CondItIons Of The Structural SpecIalItIes Of Mouse MesenterIc Lymphnode Macrophages WIth The TransmIsyon Electron MIcroscope
Bu deneysel çalışmada, ergin sıçan mezenter lenf düğümü makrofajları bir model olarak seçildi. Makrofajların iç yapı nitelikleri, değişik deney koşullarında transmisyon elektron mikroskop düzeylerinde incelendi. 30 adet, 200-250 gr ağırlığında İsviçre tipi beyaz erkek sıçanlar kullanıldı. Kontrol ve 9 deney grubu için 3 er sıçan seçildi (Tablo 1). Deneylerde antijen olarak at serumu, yabancı materyal olarak ÇİN mürekkebi kullanıldı. Her ikisinde karın içine (İntraperitonal) belirli birim ve sürelerde verildi (Tablo 1). Bulgular elektron mikroskobu düzeylerinde değerlendirildi. Kısaca, antijenik uyaran lenf düğümü genel yapısında, primitif ve blast hücrelerde, özellikle plasma hücrelerinde değişikliklere neden oldu. Çin mürekkebi, taşıdığı C (Karbon) partikülleri nedeni ile makrofajlar içinde lizozomlarda gözlendi. İç yapıda değişikliklere neden oldu. Çin mürekkebi, Antijen verilmiş gruplarda, her iki etken birlikte izlendi.
In this experimental study, adult rat mesenteric lymph node macrophages were selected as a model. The internal structure properties of macrophages were examined under transmission electron microscope levels under different experimental conditions. Thirty male Swiss white rats weighing 200-250 g were used. Three rats were selected for the control and 9 experimental groups (Table 1). Horse serum was used as antigen and Chinese ink was used as foreign material in the experiments. In both, it was given intraperitoneally (intraperitoneally) in certain units and durations (Table 1). Findings were evaluated at electron microscope levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kornea Endoteli Ve Fakoemülsifikasyon Cerrahisi
Ekrem Kadıoğlu, Şaban Gönül
Derleme
Özeti
Kornea Endoteli Ve Fakoemülsifikasyon Cerrahisi
Corneal EndothelIum And PhacoemulsIfIcatIon Surgery
Fakoemülsifikasyon (FAKO) cerrahisi göz hekimleri tarafından en sık uygulanan cerrahi girişimdir. Günümüzde tüm gelişmelere rağmen FAKO cerrahisinin kornea endotel tabakasında yaptığı hasar önemini korumaktadır. Endotel tabakasının speküler mikroskopik analizi kataraktlı olgularda cerrahiye karar verme aşamasında büyük bir değere sahiptir. Ayrıca endotel hücresinin FAKO cerrahisine verdiği cevap speküler mikroskopik analiz teknikleri ile değerlendirilebilir. Güncel FAKO cerrahisinde endotel koruyucu cerrahi tekniklerle endotel hasarı en aza indirilmeye çalışılmaktadır. Bu sayede endotel hücre rezervi fizyolojik eşik değerin altına düşmemekte ve postoperatif kornea ödemi de geride kalan sağlıklı hücrelerin telafisi ile kısa sürede toparlanmaktadır. Ancak yaşlanma süreciyle devam eden endotel hücre kaybı, korneanın ileri yaşlarda dekompanse olmasına neden olabilir. Bu nedenle FAKO cerrahisinin her aşamasında endotel hücre kaybı asgari düzeyde tutulmalıdır. Bu yazı kornea endotel tabakası ve speküler mikroskopi analizini incelemek, FAKO cerrahisinin kornea endoteline etkisini değerlendirmek amacını taşımaktadır
Phacoemulsification (phaco) surgery is the most commonly surgical intervention performed by ophthalmologists. The injury of corneal endothelial layer with phaco surgery is still important despite recent developments. The specular microscopy analysis of endothelial layer is very important in the preoperative evaluation of the patients with cataract. In addition, the influence of endothelial cell to phaco surgery may be evaluated with specular microscopic analysis techniques. Current phaco surgery is aimed to minimize endothelial damage by endothelial protective surgical techniques. Thus, endothelial cell count does not decrease under the physiological threshold level, and postoperative corneal edema improves with the compensation of residual cells in a short time. However, endothelial cell loss during aging may cause corneal decompensation at advanced age. Therefore, endothelial cell loss should be minimized at each step of phaco surgery. This article aims to review the analysis of corneal endothelial layer and specular microscopy and to evaluate the effect of phaco surgery on corneal endothelium.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epiforalı Hastaların Tanısında Kullanılan Testlerin Tanısal Değeri
Can Demir, Nazmi Zengin, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Epiforalı Hastaların Tanısında Kullanılan Testlerin Tanısal Değeri
DIagnostIc Value Of LacrImal TestIng In PatIents WIth EpIphora
Göz polikliniğine başvuran hastaların önemli bir kısmında göz yaşarması şikayeti vardır. Göz yaşarması hipersekresyona bağlı olabileceği gibi lakrimal drenaj sistemindeki (LDS) bir tıkanıklık ya da yetersizlik sonucu gelişen epiforadan da kaynaklanabilir. Epiforalı hastaların tanısında kullanılabilecek birçok test geliştirilmiştir. Bu testlerin birbirlerine göre üstün olan ve olmayan yönleri vardır. Çalışmamızda göz yaşarması şikayeti olan 50 olgunun 100 gözü değerlendirildi. Bu olgularda ilk uygulanabilecek tanı yöntemleri ve bu tanı yöntemlerinin LDS’ndeki tıkanıklığın yerini belirlemedeki sensitivite ve spesifisiteleri araştırıldı. Tat testi (TT), Flörosein kaybolma testi (FKT), primer Jones testi (PJT), sekonder Jones testi (SJT), lakrimal irrigasyon, kanaliküler probing, konvansiyonel dakriyosistografi (KDSG) ve nükleer dakriyosintigrafi (NDSG) testleri yapıldı. 100 gözün 40’ında LDS normal (%40.0) ve 60’ında anormal (%60.0) bulundu. TT, FKT ve NDSG’nin sensitivite ve spesifisite değerleri yüksek bulundu (p>0.05). Ancak TT’nin klinik tanı karşısındaki uyumu FKT ve NDSG’den düşüktü (kapa
Many patients admitting to ophthalmology outpatient clinics are suffering from watering eye. Watering eye may be due to hypersecretion but it may also be due to epiphora resulting from lacrimal drainage system obstruction or in adequate drainage. In patients with epiphora many tests has been developed to reach the diagnosis. When compared with the others, each tests has preferable and unpreferable aspects. We evaluated 100 eyes of 50 patients complaining from watering eye. In these patients we studied the sensitivity and specificity of the initial diagnostic tests in determining the site of blockage in the lacrimal drainage system. All patients underwent taste test, flourescein dye disappearance test, primary and secondary Jones test, lacrimal irrigation, canalicular probing, conventional dacryocystography and nuclear dacryoscintigraphy. Among the 100 eyes, 40 of them (%40) has abnormal lacrimal drainage system and 60 of them (%60) has abnormal lacrimal drainage system. Taste test, flourescein dye disappearance test and nuclear dacryscintigraphy were found to have high sensitivity and specificity value. However, the kappa agreement of taste test was lower than the flourescein dye disappearance test and nuclear dacryoscintigraphy (kappa
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arterıa Femoralıs Dallarının Çıkış Varyasyonu
Nadire Ünver Doğan, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mehmet Tuğrul Yılmaz, İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker
Olgu sunumu
Özeti
Arterıa Femoralıs Dallarının Çıkış Varyasyonu
VarIatIon In The OrIgIns Of Branches Of Femoral Artery
Amaç: Bu çalışmada, a. femoralis’in dallarında gözlenen kompleks ve nadir bir varyasyonun değerlendirilmesi ve konu ile ilgili literatürün gözden geçirilmesi amaçlandı. Olgu sunumu: Anatomi Anabilim Dalı rutin laboratuvar diseksiyonları sırasında 65 yaşındaki erkek kadavranın sağ uyluğunda a. profunda femoris, a. circumşexa femoris medialis ve a. circumşexa femoris lateralis’in a. femoralis’ten orijin aldığı tespit edildi. Sonuç: A. femoralis ve dallarındaki varyasyonlarla ilgili çalışmalar, cerrahi yaklaşımlar ve özellikle anjiografi gibi girişimsel radyolojik işlemler sırasında oluşabilecek komplikasyonların önlenmesinde bilgi kaynağı olabilir.
Aim: In this study, it is aimed to evaluate a complex and rare variation on branches of femoral artery and to review related literature. Case report: During routine dissections in laboratory of the Department of Anatomy, it is determined that deep femoral artery, medial femoral circumflex artery and lateral femoral circumflex artery had originated from femoral artery in the right thigh of 65-yearold cadaver. Conclusion: Studies related with the variations on femoral artery and its branches may be information source in preventing complications during surgical approachs and especially invasive radiologic procedures like angiography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta