Üçüncü Basamak Yoğun Bakım Ünitelerinde Çalışan
hemşirelere Verilen Üriner Kateter Bakımı Konusundaki
eğitimin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Rükuye Burucu, Nesibe Günay Molu, Figen Türk Düdükcü, Şerife Kurşun, Berat Holta, Elif Çaltepe, Serpil Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Üçüncü Basamak Yoğun Bakım Ünitelerinde Çalışan
hemşirelere Verilen Üriner Kateter Bakımı Konusundaki
eğitimin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Nurses WorkIng In To ThIrd Step IntensIve Care UnIts GIven
educatIon In UrInary Catheter Care And EducatIon EffectIveness
evaluatIon
Vücut boşluğu ya da bir kanaldaki sıvıyı boşaltmak amacı ile
o bölgeye kateter uygulanması işlemine kateterizasyon adı verilir.
Üriner sistemde kateterin en sık uygulandığı yer mesanedir. Üriner
kateter uygulanan hastalarda en yaygın komplikasyon bakteriüri
ve üriner sistem enfeksiyonlarıdır. Enfeksiyonun gelişmemesi
için uygulamada ve hemşirelik bakımında asepsiye uyulması çok
önemlidir. Çalışmada hemşirelere bu konuda eğitim verilmiş,
eğitim öncesi ve sonrası testlerle değerlendirilen eğitimin ardından
hemşirelerin yaptıkları uygulamalar izlenerek ayrıca bir de izlem
puanı hesaplanıp değerlendirilmiştir. Eğitim verilen ve izlenen aynı
gruptur, grubun puan sıralaması: uygulama puanı< öntest puanı<
sontest puanı (56,85< 62,96< 90,62) olarak tespit edilmiştir şeklinde
saptanmıştır. Hemşirelere verilen eğitimin etkinliğinin iyi olduğu,
ancak öğrendiklerini hemşirelerin yeterince uygulamadığı tespit
edilmiştir.
The purpose of discharging the liquid with the body cavity
or that of a channel region catheterization procedure is called
catheter application. The most frequently applied to the catheter
in the bladder to the urinary tract. The most common complication
in patients undergoing urinary catheter bacteriuria and urinary
tract infections. Infection has not improved asepsis in nursing care
for and complied with in practice is very important. In this study,
nurses have been trained in this regard, assessed pre-and post-tests
following the training of nurses also a follow-up score is calculated by
monitoring their applications were evaluated. Education and followed
the same group of the group, the ranking: application score
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
Alper Kılıçaslan, Feride Karakuş, Ruhiye Reisli, Esra Goger
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
BIlevel-BIlateral Sacral Erector SpInae Plane Block For ChronIc PaIn Management: A Case Report And Short LIterature RevIew
Son yılların popüler rejyonel anestezi tekniklerinden biri olan erektor spina plan bloğu (ESPB), ilk olarak üst torasik nöropatik ağrı için kullanılmıştır. Daha sonra birçok farklı endikasyonda, farklı seviyelerden (alt torasik ve lomber) hem akut hem kronik ağrı tedavisinde, kullanılmıştır.
Sınırlı deneyimimiz, bilevel biletaral uygulanan sakral ESPB'nun, perianal kronik intermittan (aralıklı) ağrının tedavisinde kolay ve etkili bir teknik olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, uygulama noktası, lokal anestezik volümü, duyusal blokaj alanı gibi araştırılması gereken birçok konu mevcuttur. Klinik araştırmaların yetersizliği nedeniyle, bu inceleme şu anda sakral ESPB blok etkinliğinin kanıtını ve rutin kullanımını destekleyememektedir. Sakral ESPB bloğunun etkinliği ve etki mekanizmasını açıklığa kavuşturmak için anatomik radyolojik ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Erector spinae plane block (ESPB), one of the popular regional anesthesia techniques in recent years, has first been used for upper thoracic neuropathic pain. Later, it has been used in many different indications for both acute and chronic pain treatment at different lower thoracic and lumbar levels. Our limited experience demonstrates that bilevel bilateral sacral ESPB is an easy and effective method in the treatment of perianal chronic intermittent pain. However, many issues, such as the application site, the volume of local anesthetics and the sensory blockade, still remain being investigated. Due to the lack of clinical research, our review is currently unable to support the evidence and routine use of sacral ESPB. We consider that anatomical radiological and clinical studies are needed to elucidate the efficacy and mechanism of action of sacral ESPB
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
Gökhan Kalkan, Fügen Ersoy
Araştırma makalesi
Özeti
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
IncIdence Of MalIgnancy In PatIents WIth Common VarIable Immune DefIcIency And TheIr FamIly Members
Özellikle lenforetiküler ve gastrointestinal malignitelerin yaygın
değişken immün yetmezlik (Common Variable ImmunodeficiencyCVID)
hastalarında daha sık görüldüğü bilinmektedir. Semptomsuz
gen taşıyıcılarının bulunabileceği akrabalar arasındaki malignite
sıklığı da az sayıdaki çalışmayla gösterilmiştir. Bu calismada CVID
ve immünoglobülin A (IgA) eksikliği hastaları ve bu hastaların
akrabalarındaki malignite insidansı araştırılmıştır. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji Ünitesi’nde takip
edilen Toplam 25 CVID hastası ile 727 akrabası ve 68 IgA eksikliği
hastası ile 1802 akrabası malignite insidansı açısından incelenmiştir.
Ayrıca CVID hastalarının birinci derecen akrabalarında IgA eksikliğinin
bulunma sıklığı serum immünglobülin A (IgA) düzeyi tayiniyle ve CVID
hastalarında otoantikor varlığı serum antinükleer antikor (ANA) ve
anti çift sarmallı DNA antikor (dsDNA) varlığı ile taranmıştır. Malignite
insidansı CVID hastalarında %12, akrabalarında %1,9 olarak tespit
edilmiştir. IgA eksikliği hastalarında maligniteye rastlanmazken
akrabaların %2,3’ünde malignite bulunmuştur. Üç CVID hastasının aile
bireyinde IgA eksikliği saptanmıştır. Hiçbir CVID hastasında serum
ANA ve anti dsDNA pozitif bulunmamıştır. Sonuçlar, literatüre paralel
olarak CVID’lı hastaların artan malignite insidansını doğrulamaktadır.
Hem CVID hem de IgA eksikliği hastalarının yakınlarında malignite
sıklığında artış saptanmamıştır. Otoantikor negatifliği ve kanser
sıklığı ilerleyen yaşla değişebileceğinden CVID hastalarının bu iki
durum konusunda yakın takibi önerilmektedir. CVID’lı hastaların aile
bireylerinin IgA eksikliği yönünden taranması bir çok asemptomatik
vakanın erken tanısına yardımcı olacaktır.
It is well known that malignancies especially of lymphoreticular and gastrointestinal origin are more common in patients with common variable immune deficiency (CVID). Incidence of malignancy among relatives of patiens with CVID was reported in a limited number of studies. In this study incidence of malignancy among patients with CVID, IgA deficiency and their relatives were investigated. We evaluated 25 CVID and 68 IgA deficiency patients, and their 727 and 1802 respective relatives for the presence of malignancy. In addition, all the first degree relatives of patients with CVID were screened for the presence of IgA deficiency and autoantibodies in terms of positive anti nuclear antibody (ANA) and anti double stranded DNA antibody (dsDNA). Incidence of malignancy in patients with CVID and their relatives were 12% and 1.9%, respectively. A history of malignancy was positive in none of the patients with IgA deficiency but in 2.3% of their relatives. None of the patients with CVID had positive ANA or anti dsDNA. Our results confirm the notion that incidence of malignancy is increased in patients with CVID. However, relatives of neither CVID nor IgA deficiency patients , displayed any increase in the incidence of malignancy. Screening of patients with CVID for malignancy and their relatives for IgA deficiency might provide early diagnosis of these conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesine Başvuran Çocuk Hastaların Annelerinin İshal Hakkındaki Bilgi Düzeyleri
Meltem Energin, Ekrem Ünal, Ülkühan Kaya, Tamer Baysal, Yavuz Köksal, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesine Başvuran Çocuk Hastaların Annelerinin İshal Hakkındaki Bilgi Düzeyleri
The InformatIon Levels Of The Mothers About DIarrhe, Whose ChIldren Have Been AdmItled To An UnIversIty HospItal
Amaç: İshal, özellikle gelişmekte olan ülkelerde çocuk hastalıklarının ve ölümlerinin önde gelen nedenlerindendir. İshal sonucu olan dehidratasyon önlenmez ise ölüm ile sonuçlanabilir. Çocukların ishalden korunmasında ve dehidratasyon başlamadan yeterli sıvı ve elektrolitin yerine konmasında annelere önemli görevler düşmektedir. Gereç ve yöntem: Annelerinin ishal ve oral rehidratasyon sıvısı hakkındaki bilgi düzeylerinin araştırılması amacıyla hastanemize başvuran hastaların annelerine ishal ve oral rehidratasyon sıvısı hakkında sorular içeren anket uygulandı. Anket sonuçları annelerin sosyoekonomik düzeylerine ve eğitim durumuna göre değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya yaşları 17 ile 50 yaş (ortanca, 32 yıl) arasında değişen 250 anne katıldı. Annelerden 77’si (%30,8) gelir düzeyi yüksek iken, 98’i (%39,2) orta gelir düzeyine ve 75’i (%30) düşük gelir düzeyine sahipti. Annelerin yaklaşık yarısı ilkokul mezunu idi. Araştırma kapsamındaki 190 anne (%76) ishali çocuklar için öldürücü bir hastalık olarak görürken, en sık tercih edilen korunma yöntemi hijyene dikkat etmek olduğunu, annelerin %26,8’i korunma hakkında bilgisi olmadığını belirtti. Annelerin çocukları ishal olduğunda en sık tercihleri; sulu gıdalar vermek (%55,6) ve doktora götürmekti (%24,4). Ankete katılan annelerin %93,6’ sı çocukları ishal olduğunda sıvı gıdaları arttıracağını, %88,4’ü ise anne sütünün kesmeyeceklerini belirtti. Oral rehidratasyon sıvısını annelerin %76,4’ü biliyordu ve bu bilgiyi sıklıkla sağlık kurumu (%42) ve yayın organlarından (%18,8) öğrendiği saptandı. Yedi annenin (%2,8) ishalden çocuğunu kaybettiği öğrenildi. Sonuç: Yirmi birinci yüzyılda halen ishalden çocuk ölümlerinin olması nedeni ile gerek birinci basamak sağlık hizmetlerinde ve gerekse medyada eğitime zaman ayrılmalı ve anneler ishal konusunda bilinçlendirilmelidir. Ailelerin oral rehidratasyon sıvısına kolay ulaşması sağlanmalıdır.
Aim: Diarrhea is one of the most common causes of mortality and morbidity in childhood, especially in developing countries. Dehydration related to diarrhea can be mortal if it could not be prevented. Mothers play important role in preventing children from diarrhea and replacing fluid and elect rolytes before the dehydration. Material and Method: Information levels of the mothers about diarrhea and oral rehydration solution were extracted from an questionnaire form. The results of the questionnaire were investigated according to socioeconomic, educational levels of the mothers. Results: In the study, 250 mothers’ answers (ages varied 17 to 50-years-old, median; 32-years-old) were evaluated. Seventy-seven (30.8%) of the mothers were from upper-socioeconomic-class 98(39.2%) were from middle-socioeconomic-class, and 75 (30%)were from lower-socioeconomic-class. Approximately, half of the mothers were graduated from primary school. 190 (76%) of mothers pointed out that diarrhea is a mortal disease and the most common protection practice is to be aware of hygiene, whereas 26.8% of the participants remarked that they did not have any idea for protection from diarrhea. The most common method that the mothers choose when their children had diarrhea was juicy drinks (55.6%), and application to medical center (24.4%). 93.6% of the mothers remarked that they should increased intake of juicy drinks and 88.4% remarked that they did not stop breast feedings when their children had diarrhea. Oral rehydration solution was known by 76.4% of the participants, and this knowledge had been achieved from a medical center (42%) and broadcast media (18.8%). Seven of the mothers (2.8%) had a history of child death related to diarrhea. Conclusion: Since diarrhea still remains one of the most common causes of mortality in childhood in the twenty-first century, the mothers must be instructed, and much time must be allowed in primary medical center and media for education about diarrhea. Unlabored achievement to oral rehidration solution must be provided for the parents.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal İleri Evre Rektum Kanserinde Pre-Operatif Radyoterapinin Yeri
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz
Derleme
Özeti
Lokal İleri Evre Rektum Kanserinde Pre-Operatif Radyoterapinin Yeri
Current Status Of Pre-OperatIve RadIotherapy For Locally Advanced Rectal Cancer
\r\n Lokal ileri evre rektum kanseri (LİRK), onkolojide multidisipliner tedavi yaklaşımlarının ortak işbirliği sonucu etkili tedavi sonuçların elde edilebildiği en iyi örneklerinden birisidir. Her ne kadar, radyoterapi ile kombine tedavi yaklaşımlarıyla hem lokal-sistemik rekürrensler hem de sağkalım açısından başarı oranlarında artış olsa da LİRK’ de esas tedavi halen radikal cerrahidir. Günümüzde preoperatif RT’ nin postoperatif RT’ ye göre daha üstün olduğu gösterilmiştir. Bu derlemede preoperatif RT’ nin uygulanma yöntemleri, avantaj ve dezavantajları değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n Locally advanced rectal cancer is one of the best example that optimal outcomes are achieved with a multidisciplinary approach. The mainstay of curative treatment remains radical surgery; however, combine with radiotherapy is the optimal treatment to control local recurrence and to improve survival. To date, preoperative radiotherapy is shown to be superior than postoperatif radiotherapy. In this review, we aimed to evaluate the application methods, advantages and disadvantages of preoperative radiotherapy.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipernatremik Dehidratasyon İle İlişkili Konjenital Pilor
atrezi
Nuriye Tarakçı, Murat Konak, Hüseyin Altunhan, Müslim Yurtçu, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Hipernatremik Dehidratasyon İle İlişkili Konjenital Pilor
atrezi
HypernatremIc DehydratIon AssocIated WIth PylorIc AtresIa
Konjenital pilor atrezisi (KPA) oldukça nadir bir durumdur.
İzole olabileceği gibi eşlik eden anomaliler de bulunabilir. İzole
vakalarda prognoz iyi olup eşlik eden patolojiye bağlı olarak fatal
de olabilmektedir. Etyolojisi bilinmemektedir. Ailesel vakaların
literatürde bildirilmesi hastalığın genetik geçişli olabileceğini de
düşündürmüştür. Bu olguda intrauterin tanısı olmayan hipernatremik
dehidratasyon kliniği ile geç tanı almış bir KPA vakası nadir görülmesi
nedeni ile sunulmuştur.
Congenital pyloric atresia (CPA) is an extremely rare condition.
It may be isolated or accompanied by other abnormalities. In isolated
cases, prognosis is good but congenital pyloric atresia can be fatal
depending on another anomali. The etiology is still unknown. Since
familial cases were reported in literature, it is suggested that this
disease might be inherited. In here, we reported a delayed diagnosed
congenital pyloric atresia case that presented with hypernatremic
dehydration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
Mesut Tez, Erdal Göçmen, Mahmut Koç, Hikmet Akgül
Araştırma makalesi
Özeti
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
OxIdatIve Stress In Colorectal Concer (early Results)
Amaç: Oksidatif stres doku veya hücrede oluşan Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) nin konsantrasyonunun antioksidan kapasiteyi aşması olarak tanımlanır. Uzun süreli oksidatif stres kanser gelişiminde rol oynar. Bu çalışmada kolorektal kanser dokusunda oksidatif stresin düzeyi araştırılmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2000-2001 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp fakültesi Cerrahi Onkoloji Bilim dalında ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ameliyat olan yaşları 35 ile 80 arası değişen 17 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Ameliyat sırasında, piyes çıkar çıkmaz tümör dokusundan ve sağlam cerrahi sınırdaki mukozadan yaklaşık 1 cm3 doku örneği alınarak Malondialdehid (MDA), Superoksitdismutaz (SOD), Katalaz (CAT), Glutatiyon peroksidaz (GPX) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Tümor ve normal dokulardaki serbest oksijen radikallerinin konsantrasyonu arasında anlamlı fark bulunamadı. Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda tümör dokusundaki oksidatif stres normal dokuya göre farklı değildir.
Objective: Oxidative stress is defined as the event that the concentration of reactive oxygen species (ROS) formed in tissue or cells exceeding the antioxidant capacity. Long duration oxydative stress predisposes to cancer development. In this study, the role of oxydative stress in colorectal cancers was searched. Material and Methods: 17 patients withcolorectal cancer operated in Ankara University, Faculty of Medicine, Department of Surgical Oncology and Ankara Numune Training and Research Hospital between 2000-2001 were included in the study. During the operation, 1cm3 of mucosa was harvested from the tumoral and neighbouring healthy tissue just following the extraction of specimen. Malondialdehyde (MDA), Superoxide dismutase (SOD), Catalase (CAT) and Glutatione peroxydase (GPX) levels were measured in these tissue samples. Results: Concentration of free oxygen radicals in tumoral and healthy normal tissues were found to be statistically non-different. Conclusion: Oxidative stress in tumoral tissue of colorectal cancers was not different from the normal tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Hasan Solak, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Dıagnosıs And Treatment Methods In Bronchıc Cancers
Bronş kanserlerinin morbiditesi, genel kanser morbiditesi içinde yaklaşık %20'lik bir orandadır. Bu oranla bronş kanserleri sıralamada gastrointestinal kanserlerden sonra ikinci sırayı almaktadır. Bazı istatistiklerde erkeklerde ilk sırayı almaktadır (4). Son yıllarda diğer kanser türlerinde duraklama - şayet varsa çok az bir yükselme - gözlenirken, bronş kanserlerinde aşırı oranda yükselme dikkati çekmektedir. Yapılan çeşitli araştırmalarda, kanserden ölenlerin 1/3 - 4'ünde sebep; bronş kanserleridir (2).
In this article, we researched 87 patients in our clinic with primary bronch carcinoma for diagnosis and treatment methods. Seventy-five of the cases were men (86.2 %) and 12 of them (13.7 %) were women. 72 of thern smokers of different numbers and times. 15 of the cases were passive smokers. Most of the patients were applied often 5 or more months that the symptoms began because of the patients' uneducation and the physicians uncare. In our research, the best diagnostic technic is the endoscopy and biopsy together in 69 cases (79.3 %). Thoracotomy were applied in 25 cases. We couldn't know about the 5 years survey because the patients never come to control. The mortality rate was 4 % with 1 death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
Özden Vural, Salim Güngör, Hilal Koral, Dilek Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
EpIdemIologIcal EvolutIon Of Cases Were DIagnosed Cancer At The Department Of Pathology Of MedIcal School Of Selçuk UnIversIty
Dr. Özden VURAL *, Dr. Salim GÜNGÖR *, Dr. Hilal KORAL *, Dr. Dilek BITİK * * S.Ü.T.F. Patoloji Anabilim Dalı ÖZET Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda 1988-1992 yılları arasında tanı koyulan 2365 kanser vakası, yaş, cin-siyet, organ dağılımı ve histopatolojik tipler açısından incelendi. Erkeklerde akciğer kanserlerinin, kadııılarda deri kanserlerinin oranı en yüksekti.
In this report 2365 cases that were diagnosed at the Department of Pathology of Medical School of Selçuk University between 1988-1992 are examined by age, sex, organ distribution and histopathological types. The ratio of lung carcinoma in men and skin carcinoma in women were the highest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normal Ve Kanserli Olgularda Lökosit İçi 3', 5'-Siklik Adenozin Monofosfat (camp) Seviyelerinin İncelenmesi
İdris Akkuş, Ferhat Türkmen, Süleyman Türk, Ebubekir Bakan, Yaşar Nuri Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Normal Ve Kanserli Olgularda Lökosit İçi 3', 5'-Siklik Adenozin Monofosfat (camp) Seviyelerinin İncelenmesi
DetermInatIon Of IntraleukocytIc 3',5'-CyclIc AdenosIne Monophosphate Levels (camp) In Normal And PatIents WIth Cancer
Bu çalışmada 27-56 yaşları arasında toplam 25 sağlıklı şahıs ile 30-72. yaşları arasında 37 kanserli hastada lökosit içi cAMP değerleri arasında önemli bir fark bulunmadığı anlaşıldı. Bulgularımız literatür değerleri ile tartışıldı.
In this study we have determined intraleukocytic 3', 5'-cyclic adenosine monophosphate levels of 25 healty subjects aged between 27-56 years and 37 pa-tients with cancer aged between 30-72 years. There was no significant dillerence between values of the two groups. Dur results were discussed with literature findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
Özden Vural, Osman Yılmaz, Adil Kartal, Ömer Karahan, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
The RelatIon Of FIbrocystIc DIsease And CarcInoma Of The Breast
Fibrokistik hastalık ile meme karsinomu arasında bir ilişki olabileceğini araştırmak için Fakültemiz Genel Cerrahi Anabilim Dalı tarafından karsinom nedeniyle rnastektomi yapılıp Patoloji Laboratuvartna gönderilen meme piyeslerinde her dört kadrandan da parça alarak karsinom ile birlikte fibrokistik hastalık bulunup bulunmadığını inceledik. 18 vakanın 10`unda (%55.6) fibrokistik hastalık bularak, bu iki hastalık arasında ilişki olabi-leceğini ve fibrokistik hastalığın kansere zemin hazirliyabileceğini düşündük.
in this study, we investigated the relation of fibrocystic disease and carcinoma of the breast. We tok specimens from every quadrani of breasts removed for carcinoma, which have been sent to Department of Pathology from Department of Sur,gery for pathologic examination. We wanted to investigate the fibrocystic disease together with carcinorna. Among 18 specimens we found that fibrocystic disease together with carcinoma was 55,6%, and thought that there might be a relation between fibrocystic disease and carcinoma of the breast, we tizus concluded that fibrocystic disease might be a predispose to a breast carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
Aylin Orgen Çallı
Derleme
Özeti
Wilm’s Tümöründe Mikro-Rna Ların Önemi
The Importance Of Mıcro-Rna’s In Wılms Tumor
Wilm’s tümörü, çocuklarda en sık görülen, diffüz anaplastik veya olumsuz histolojinin kötü prognozu temsil ettiği heterojen böbrek tümörüdür Wilm’s tümör patogenezinde çok sayıda faktör belirsizliğini korumaktadır. Bu nedenle hastalık daha ileri araştırmaların ilgi odağı olmaya devam etmektedir. MikroRNA'lar, transkripsiyon sonrası seviyede gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, protein kodlamayan RNA molekülleridir. MikroRNA'ların kanser başlangıcı ve progresyonundaki rolü çoğu solid kanserde gösterilmiştir. Mikro RNA'lar ayrıca diagnostik potansiyele sahiptir ve mikroRNA hedefli tedavi, kanser tedavisinde önemli yer almaya aday olmaktadır. Wilm’s tümöründe miR-17 ~ 92 kümesi, miR-185, miR-204 ve miR-483 gibi bazı kilit onkojenik veya tümör baskılayan mikro RNA'ların disregülasyonu belgelenmiştir. Bu çalışmada, Wilm’s tümörünün gelişiminde disregüle mikroRNA'ların rolü hakkındaki mevcut kanıtlar özetlenecektir. Wilm’s tümörünün klinik tanı ve prognozundaki olası etkileri de tartışılacaktır. Dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin uygulanmasında gelecekteki yeri hakkında genel bir bakış sunulacaktır.
Wilm’s tumor, the most common childhood renal cancer, is a heterogeneous renal tumor in which diffuse anaplastic or negative histology represents poor prognosis. In Wilm’s tumor pathogenesis, a large number of factors remain uncertain. For this reason, the disease continues to be the focus of further research. MicroRNAs are small, protein-encoding RNA molecules that regulate gene expression at post-transcriptional stage. The role of microRNAs in cancer onset and progression has been demonstrated in most solid cancers. MicroRNAs also have a diagnostic potential, and microRNA-targeted treatment is a candidate for an important role in cancer treatment. In Wilm’s tumor, dysregulation of certain key oncogenic or tumor suppressor microRNAs, such as miR-17 ~ 92 cluster, miR-185, miR-204, and miR-483 has been documented. In this study, we will summarize the current evidence about the role of dysregulated microRNAs in the development of the Wilm’s tumor. The possible effects of MicroRNAs on the clinical diagnosis and prognosis of the Wilm’s tumor will also be discussed. Thus, an overview of the future place of microRNAs in the implementation of new treatment options will be presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
Halil Kunt, Hayri Dayıoğlu, Muhammed Kasım Çaycı
Araştırma makalesi
Özeti
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between Bone MIneral DensIty WIth VarIous RIsk Factors In Postmenopausal Women In Kutahya ProvInce
Osteoporozun postmenopozal kadınlarda görülme sıklığı çeşitli faktörlere bağlı olarak artmaktadır. Kütahya da yaşayan kadınlarda osteoporoza neden olan risk faktörlerini değerlendirmek amacıyla bu çalışma gerçekleştirildi. Kütahya devlet hastanesi DEXA birimine kemik mineral yoğunluğu ölçümü için başvuran menopoza girmiş yaşları 40-82 arasında değişen 103 kadının dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) cihazıyla a-p pozisyonunda lumbar omur (L1- L4) kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçümleri yapılmıştır. Çalışma verileri anket sonuçları kullanılarak elde edildi. Değerlendirme grupları Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Osteoporoz sınıflandırmasına göre DEXA ölçümleri, T skor -1,0 SD’ den büyük normal, T skor -1,0 SD ile -2,5 SD arası osteopeni ve T skor -2,5 SD’ den daha düşük olanlar osteoporoz olarak gruplandırıldı. Olguların % 86’sının ev hanımı, % 85’inin eğitiminin ilköğretim olduğu ve olguların tümünde aktivite düzeyinin düşük olduğu saptandı. Osteoporoz ve osteopeni grubunun normal gruba göre daha yaşlı olduğu saptandı (p0.05). Çalışmamızın sonuçlarından yaşa bağlı osteoporoz riskinin arttığı, yaşam stili ve sosoyodemografik karakteristiklerin kemik mineral yoğunluğundaki düşüşlerde etkili olduğu tespit edilmiştir.
Frequency of osteoporosis in postmenopausal women is rising depending on various factors. This study is aimed at to analyse the risk factors that cause osteoporosis for women living in Kütahya. The assessment of bone mineral density (BMD) of Lumbar vertebral bone (L1-L4) via dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) machine in a-p position was carried out on 103 women, aged between 40- 82 who had already been in menopause and applied to Kütahya Devlet Hastanesi (Kütahya State Hospital) department of DEXA for assessment of bone mineral density. Study data were achieved from survey results. Experimental group was evaluated according to World Health Organisation (WHO)’s Osteoporosis Classifications via DEXA assessments as T score -1,0 SD> normal, T score -1,0 SD and -2,5 SD is osteopeni and T score <-2,5 SD is osteoporosis. It was observed that all the respondents are housewifes, primary school educated and have a low activity level. It was observed again that the responders who are osteoporosis and osteopenia are older,shorter; particularly, osteoporosis group is 3 cm shorter and have less weight than normal group of people. The group of people who are osteoporosis and osteopenia have a lower age of first and last menstruation than normal people. Yet, they have a higher breast-feeding duration. It was detected that the patients have a lower T scores who had used cortisone for a long time and had bone fracture than who didn’t have any. It was detected again that the scores fell down depending on tested people’s decreasing in come, however, they rose depending on tested people’s rising education status. It was detected that the T scores of people who are leading a rural life was lower than who are leading a urban life. As a result of our study it was noticed that risk of osteoporosis rises depending on age, life style, characteristics of sociodemographic are effective on falling of bone mineral density.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyasyona Bağlı Tükürük Bezi Hasarının Önlenmesinde Çinko Sülfat Ve Amifostin Etkisi
Meryem Aktan, Mustafa Vecdi Ertekin, Ebru Örsal, Hilal Kızıltunç Özmen
Araştırma makalesi
Özeti
Radyasyona Bağlı Tükürük Bezi Hasarının Önlenmesinde Çinko Sülfat Ve Amifostin Etkisi
EffIcacy Of ZInc Sulphate And AmIfostIne In PreventIon Of RadIatIon Induced SalIvary Gland Damage
Amaç: Baş ve boyun kanserlerinin tedavisinde radyoterapi önemli rol oynar. Bununla birlikte, küratif tedavide mukozit ve ağız kuruluğu en sık görülen yan etkilerdir. Bu prospektif, randomize çalışmanın amacı, baş ve boyun kanserli hastalarda radyasyon kaynaklı tükürük bezi hasarının önlenmesinde çinko sülfat ve amifostinin etkinliğini kantitatif tükürük bezi sintigrafisi (QSGS) kullanarak karşılaştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Radyo ± kemoterapi alan 30 baş-boyun kanseri hastası çinko sülfat veya amifostin gruplarına random olarak atandı. Tüm hastalar RT sırasında haftada bir kez Radyasyon Tedavisi Onkoloji Grubu (RTOG) Akut Radyasyon Morbidite Skorlaması kullanılarak oral mukozit yönüyle değerlendirildi ve kilo takibi yapıldı. Tedaviden önce ve 2 ay sonra tükürük bezi sintigrafisi çekildi. Zaman-aktivite eğrilerini kullanılarak, tedavi öncesi ve sonrası arasındaki maksimum alım (UR) ve bağıl tükürük atılımı oranındaki (ER) değişiklikler hesaplandı. Ölçümler istatistiksel olarak Mann-Whitney U testi kullanılarak karşılaştırıldı. İstatistiksel anlamlılık p <0.05 olarak tanımlandı.
Sonuç: Çinko sülfatın tükürük bezleri üzerindeki koruyucu etkisi amifostine benzerdi ve UR, ER sonuçları, oral mukozit veya iki grup arasında kilo kaybı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Her iki destek tedavisinin etkinliği karşılaştırıldı ve istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı. Bununla birlikte, maliyet farkı nedeniyle, çinko sülfat kullanımı, ağız kuruluğu, oral mukozit ve diğer toksik etkilerin önlenmesi için amifostine bir alternatif olabilir. Bu konuda daha fazla hasta ile daha uzun takip süreleri içeren çalışmalarınyapılması önerilmektedir.
Aim: Radiotherapy plays a significant role in the management of head and neck cancers. However, mucositis and xerostomia are the most common side effects in curative treatment. The aim of this prospective, randomized study is to compare the efficacy of zinc sulphate and amifostine in preventation of radiation induced salivary gland damage in head and neck cancer (HNC) patients using quantitative salivary gland scintigraphy (QSGS).
Patients and Methods: Thirty patients with HNC who had received radio±chemotherapy were randomly assigned to receive either zinc sulfate or amifostine. All the patients were once a week during RT for oral mucositis using the Radiation Therapy Oncology Group (RTOG) Acute Radiation Morbidity Scoring criteria, and measurement of body weight. Before and 2 months after treatment, salivary gland scintigraphy was performed. Using the time–activity curves, changes in the maximum uptake (UR) and relative saliva excretion rate (ER) between pre- and post- treatment were calculated. The measurements were statistically compared using paired Mann-Whitney U test. Statistical significance was defined as p < 0.05.
Results: The protective effect of zinc sulphate on the salivary glands was similar to amifostine and there were no statistically significant difference in UR, ER results at QSGS, oral mucositis or weight loss between the two groups.
Conclusion: The effectiveness of both support therapy was compared and there was no significant difference in efficacy. However, because of the cost difference, the use of the zinc sulphate can be an alternative to amifostine for prevention of xerostomia, oral mucositis and other toxic effects. Further studies with more patients and follow-up are suggested in this regard.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Adnan Karaibrahimoğlu, Aşır Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Rule InductIon By AprIorI AlgorIthm UsIng Breast Cancer Data
Teknoloji ile birlikte yaşamın her alanında artan veri miktarı “veri
ambarları” kavramını gündeme getirmiştir. Veri madenciliği, ortaya
çıkan çok büyük veri kümelerinin oluşturduğu veri ambarlarının
analiz edilerek yararlı bilgiler elde edilmesini sağlayan yaklaşımlar
bütünüdür. Veri miktarının büyük olduğu ve her geçen gün arttığı
alanlardan birisi de sağlık sektörüdür. Her gün binlerce hastaya
ait gerek kişisel gerek tıbbi veriler kayıt altına alınmakta ve bu
enformasyon depolanmaktadır. Ancak bu verilerin çok az bir kısmı
analiz edilebilmekte ve geriye kalan kısmından faydalı olabilecek
enformasyon elde edilememektedir. Özellikle hastane yönetim
sistemleri, tedavi yöntemleri ve koruyucu hekimlik konusunda
maliyetleri azaltıcı yöntemlerin geliştirilmesi için ambardaki verilerin
analiz edilmesi gerekmektedir. Klasik istatistiksel yöntemler ile
büyük veri kümelerini analiz etmek zor olduğu için, çeşitli veri
madenciliği yöntemleri geliştirilmiş ve bilgisayar programcılığı
yardımıyla analiz yapmak daha uygulanabilir hale gelmiştir. Birliktelik
kuralı, sağlık alanında yeni kullanılan analiz yöntemlerinden birisi
olup; değişkenlerin birlikte görülme olasılıkları üzerinden örüntü
oluşturmak ve buna bağlı olarak destek ve güven değerlerini
hesaplamak için kullanılmaktadır. Bu çalışmada, Meram Tıp Fakültesi
Onkoloji Hastanesine ait retrospektif çalışma sonucu elde edilen
meme kanseri verileri üzerinde APRIORI algoritması uygulanmış ve
verilerdeki birliktelik örüntüleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
The amount of data, increasing together with the technology,
has brought the concept of “data warehouse” in every field of life.
Data Mining is a set of approaches analyzing these data warehouses
formed by very large data sets and allows to gather useful
information. One of the fields where the amount of data is large
and getting larger everyday is the health sector. Many personal and
medical data belonging to thousands of patients are recorded and
stored. However, small part of these data can be analyzed and the
remaining part may not be helpful to obtain useful information. The
data in warehouses must be analyzed to improve the methods for
hospital management systems, treatment and health care systems
to reduce the costs. Since analyzing large data sets using classical
statistical methods is difficult, various data mining methods have
been developed and these methods have become more feasible with
the help of certain softwares. Association rule is an important datamining
task to find hidden patterns between the variables and used
recently in the field of healthcare. In this study, we have calculated
the support and confidence of the associations in data set. APRIORI
algorithm have been applied onto the retrospectively obtained breast
cancer data belonging to Oncology Hospital of Meram Faculty of
Medicine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Afyonkarahisar’da Okul Öncesi Eğitim Merkezlerinde Astım Ve Atopik Hastalıkların Prevalansı Ve Etkileyen Faktörler
Fatma Fidan, İhsan Hakkı Çiftçi, Nihal Kıyıldı, Mehmet Ünlü, Murat Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Afyonkarahisar’da Okul Öncesi Eğitim Merkezlerinde Astım Ve Atopik Hastalıkların Prevalansı Ve Etkileyen Faktörler
Prevalence And RIsk Factors Of Asthma And AtopIc DIseases In Pre-School EducatIon Centers In AfyonkarahIsar
Amaç: Bu çalışmada Afyonkarahisar’daki okul öncesi eğitim merkezlerinde (kreş, anaokulu) astım veatopik hastalıkların prevalansını ve ilgili risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışma Afyonkarahisar ilinde, 41 ayrı okul öncesi eğitim merkezinde öğrenim görmekte olan 1288 çocuktan, çalışmaya katılması ailesi tarafından onaylanan 1084 çocukta yapıldı. Sosyodemografik özellikler, astım ve atopik hastalıklar ve bu hastalıklarla ilişkili risk faktörlerini sorgulayan standart anket formu çocukların aileleri tarafından dolduruldu. Bulgular: Bin seksen dört öğrencinin yaş ortalamaları 5.7 ± 0.7 (3-6) olup, 505’i kız (%46.6), 579’u erkek (%53.4) idi. Çalışmada astım %3.1, alerjik rinit %5.0, egzema %1.8 oranında saptandı. Ailede astım ya da atopik hastalık hikayesi, astımı olan grupta (%44.1), astımı olmayan gruba göre (%25.5) anlamlı olarak daha fazla idi (p=0.015). Bebeklikte anne sütü alma astımı olan grupta anlamlı olarak daha düşük oranda bulundu (p=0.039). Astım için ailede allerjik hastalık hikayesi olmasının 2.3 kat, bebeklikte anne sütü almamanın 2.7 kat risk oluşturduğu bulundu. Astımı olan hastalarda hışıltılı solunum ve allerjik rinit sıklığı anlamlı düzeyde daha fazla iken, egzema sıklığı açısından farklılık saptanmadı. Sonuç: Okul öncesi eğitim merkezlerinde (kreş, anaokulu) 3-6 yaş grubu çocuklarda ailede allerjik hastalık bulunması ve bebeklikte anne sütü almamış olmanın astım için anlamlı risk faktörü olduğu bulundu.
Aim: We aimed to determine the prevalence and risk factors of asthma and atopic diseases in preschool education centers in Afyonkarahisar. Material and Method: Of the 1288 children in 41 preschool education centers in Afyonkarahisar, 1084 children, whose parents have approved the study, were accepted. A standard questionnaire interrogating sociodemographical status, presence and risk factors of asthma and atopic diseases was filled by the parents of the children. Results: The mean age of 1084 children was 5.7 ± 0.7 (3-6), 505 (46.6%) of them were girls and 579 (53.4%) were boys. The prevalence of asthma was 3.1%, allergic rhinitis 5.0% and eczema 1.8%. Presence of asthma or an atopic disease in the family was significantly higher in the group with asthma (44.1%) than without (25.5 %)(P=0.015). Intake of breast milk in the infancy was significantly low in the group with asthma (P=0.039). Presence of an allergic disease in the family was found to cause a 2.3 folds and absence of breast milk intake a 2.7 folds increase in the risk for asthma. In the children with asthma, wheesing and allergic rhinitis frequency was significantly high. While there was no difference in froguency of eczema. Conclusion: Presence of an allergic disease in the family and a bsence of breast milk intake in the infancy was found as significant risk factors for asthma in 3-6 age children in pre-school education centers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Mustafa Keskin, Mustafa Güçlü
Araştırma makalesi
Özeti
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezinde Annenin Çalışma Durumuna Göre Emzirme Süresi Ve Ek Gıda İle İlgili Tutumu
Said Bodur, Hatice Yıldız, Mesude Mermer, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezinde Annenin Çalışma Durumuna Göre Emzirme Süresi Ve Ek Gıda İle İlgili Tutumu
Mothers’ AttItudes On BreastfeedIng PerIod And Supplemented Food Based On TheIr VvorkIng Status In Konya
Amaç: Bu çalışma, annenin çalışma durumunun emzirme ve ek gıda ile ilgili tutum üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma Konya il merkezinde 12 ayını doldurmuş çocuğu olan 458 kadın (302’si ev hanımı, 156’sı çalışan kadın) üzerinde yapıldı. Büyüklüğü formülle belirlenen örneklem, iki aşamada seçildi. İlk aşamada, toplumda nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yapıldı. İkinci aşamada ise kreşlerdeki çocukların anneleri örneğe dahil edildi. Veriler, anket yardımıyla yüz yüze görüşerek elde edildi. Bulgular: İlkokuldan sonra öğrenim görme oranı ev hanımı annelerde (% 25), çalışan annelerden (% 96) düşüktü. Emzirme süresi ortancası ev hanımlarında 12 ay, çalışan annelerde 8 ay olup aradaki fark önemliydi. Ek gıdaya 4. aydan önce başlama oranı ev hanımlarında çalışan annelerden iki kat daha fazlaydı. Annelerin üçte birinin hazır mama ile ek gıdaya başladığı, ev hanımı annelerin ek gıdaya yemek suları ile başlama oranının çalışan annelerden daha yüksek olduğu belirlendi. Sonuç: Çalışan annelere sosyal destek verilmesi bebeklerini daha uzun süre emzirmelerini sağlayabilir. Ayrıca, toplumda kadınların öğrenim düzeyinin artırılması ve bebek beslenmesi konusunda bil gilendirmeye ağırlık verilmesi, emzirme ve ek gıda konusunda olumlu davranışları artırabilir.
Aim: İn this study, it was aimed to determine the effect of vvorking status of mothers on breastfeeding and using additive food for feeding. Methods: The study vvas consisted of 458 mothers (302 housevvives and 156 vvorking women) having at least 12 months old children. The population samples chosen by using a formula vvere select- ed in tvvo steps. İn the first step, the cluster sampling systematically based on population localities. İn the second step, the mothers of children living in day-center vvere taken into the survey population. Data vvere obtained via çuestonnaire techniçue by intervvieving. Results: The ratio of mothers vvho continued educating after primary school vvas 25% of housevvives and 96% of vvorking mothers. The median of breastfeeding period in housevvives vvas 12 months, but in vvorking mothers it vvas 8 months. This difference vvas significant. The ratio of initiation time of using additive food for feeding before the first four month in vvorking mothers vvas tvvo-fold than that in the house- vvifes. One third of mothers started to feed their babies with commercial supplement foods. The ratio of housevvife mother, starting vvith fluid of home made meal, vvas higher than in vvorking mothers. Conclusion: VVorking moth ers could be supported for breastfeeding their babies for longer period. İn addition, increasing education levels of female population and education on infant feeding may encourage to positive attitudes for giving the supplement ed food and breastfeeding in population.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rahim İçi Araçların Komplikasyonları Perforasyon
Selma Çivi, İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Rahim İçi Araçların Komplikasyonları Perforasyon
Complıcatıons Of Intermedıate Vehıcles Perforatıon
Geri dönüşlü ve etkinliği yüksek bir yöntem ulan rahim içi araçları (RİA) da mortalite ve morbidite, istenmiyen gebeliklerin tıbbi ve sosyal riskleri ile kıyaslandığında önemli ölçüde azdır. Etkinliği yüksek yöntemlerden doğum kontrol hapları ile kıyaslandığında mortalite RİA'larda daha azdır. Buna karşın kanama, pelvisin iltihabi hastalıkları ve uterus perforasyonu nedeni ile morbiditeleri daha fazladır. RİA'ların uterusa uygun biçimde yerleştirilmemeleri gebelik, aracın atılımı, kanama, ağa, perforasyon ve infeksiyon gibi tüm büyük komplikasyonların temel nedenidir. Uterus perforasyonu RİA uygulammında ciddi bir komplikasyondur. Perforasyon tehlikesi uygulanan rahim içi aracın şekline, büyüklüğüne ve yapısına, uygulanma yöntemine, uterusun durum ve biçimine, uygulayıcının deneyim ve bilgisine bağlıdır. Tüm bu etmenlerden uygulayıcısının deneyim ve ustalığı en önemli olandır. RİA'ı uygulayan hekim ve hekim dışı sağlık personelinin (ebe, hemşire) pelvisin anatomisi, fizyolojisi, hastalıkları ve rahim içi araç konusunda özel eğitim alması gereklidir. Bu yazıda hekimlerin uyguladığı 3, ebelerin uyguladığı 3 rahim içi araca bağlı, 5 fundal, 1 servikal perforasyon olgusu sunulmuş, perforasyonu oluşturan nedenler tartışılmıştır.
Intrauterine devices (IUDs), which use a reversible and highly efficient method, significantly lower mortality and morbidity compared to the medical and social risks of unwanted pregnancies. Mortality is less in IUDs compared to birth control pills, which is one of the most effective methods. On the other hand, morbidity is higher due to bleeding, inflammatory diseases of the pelvis and uterine perforation. Failure to properly place the IUDs in the uterus is the main cause of all major complications such as pregnancy, evacuation of the vehicle, bleeding, mesh, perforation and infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Ali Eryılmaz, Said Bodur, Seher Civcik, Yasemin Durduran
Araştırma makalesi
Özeti
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Breast ComplaInts Of Women ApplyIng To Ketem
Konya Kanser Erken Teşhis-Tarama Ve Eğitim Merkezi (KETEM)’ne 2007-2010 yıllarında başvuran kadınların mevcut ve geçirilmiş meme yakınmalarının dağılımı ve demografik değişkenlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. KETEM’in elektronik ortamdaki veri giriş paneline ait bilgiler, çalışma için gerekli olanları süzülerek ve kişisel bilgilerden arındırılarak, Excel dosyası formatında elde edildi. Bağımlı ve bağımsız değişkenler demografik özellikler ve meme şikâyetleriydi. Veriler SPSS ortamına aktarıldı ve analiz edildi. Betimleyici istatistikler kullanıldı. İlişkilerin belirlenmesinde adım adım lojistik regresyon analizi yapıldı. Konya KETEM’e 2007- 2010 yıllarında başvuran ve meme sorgusu yapılan 19600 kadının yaş ortalaması 44±12 yıl olup % 92’si sosyal güvenceye sahipti. Kadınların ilk adet yaşı ortancası 13 yıl, canlı doğum sayısı ortancası 3 çocuk, toplam emzirme süresi ortancası 36 ay idi. OKS kullananların oranı % 9, sigara içenlerin oranı % 7, şişmanlık oranı % 33 ve bitkisel ağırlıklı beslenme oranı sadece % 2 idi. Mamografi çektirme oranı % 32, kendi kendine meme muayenesi yapma oranı % 18’di. Kadınların % 44’ü herhangi bir meme şikâyetine, % 8’i de geçirilmiş meme hastalığı öyküsüne sahipti. Meme yakınması varlığı yaş, boy, canlı doğum sayısı, toplam emzirme süresi ve beslenme tipi ile ilişkili bulunurken, geçirilmiş meme hastalığı boy ve sigara kullanımı ile ilişkili bulundu (her biri için en az p
To determine the distribution and association with demographic variables of breast complaints of women in Early Diagnosis-Scanning and Education Centers (KETEM). Electronically kept data in Konya KETEM was analyzed by omitting personal information via SPSS package software in 2011. Dependent and independent variables were demographic features and breast complaints. Descriptive statistics were used, and logistic regression analysis was performed step by step to define the correlations. Mean age of women applying to KETEM between 2007 and 2010 was 44±12 years, and 92% were of social security. Median age of first menstrual cycle was 13 years, median number of living births was 3, and median total duration of breastfeeding was 36 m. The rates of OKS use, smokers, obesity and vegetative life style were 9%, 7%, 33% and 2%, respectively. The rates of mammography and self-checked breast examination were 32% and 18%, respectively. 44% had any kind of breast complaints, and 8% had a history of experienced breast disease. While the existence of complaints was associated with age, height, number of living births, total breastfeeding duration and type of nutrition, experienced breast disease was related to height and smoking (at least, p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transuretral Rezeksiyonda Kanama Ve Kanaaıa Üzerıne Etkili Faktörler
Mehmet Arslan, Celal Sönmez, Mehmet Kılınç, Recai Gürbüz, Kadir Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Transuretral Rezeksiyonda Kanama Ve Kanaaıa Üzerıne Etkili Faktörler
Factors Affectıng Bleedıng And Kanaaıa In Transuretral Resectıon
1984 - 1987 yılları arasında benign prostat hiperplazisi, rnesane boynu darlığı, prostat kanseri ve mesane tümörü teşhis edilen 57 hastaya transürethral rezeksiyon yapıldı. 45 hastaya genel, 12 hastaya spinal anestezi verildi. Bu hastalarda, genel - spinal anestezinin, çıkarılan doku miktarının, operasyon süresinin ve irrigasyon sıvısının kanama ile ilgisi araştırıldı. Operasyon süresinin kanama ile ilişkisi hem spinalde hem de genelde vardı. Çıkarılan doku miktarı ile kanama arasındaki ilişki çok önemli olarak bulundu. irrigasyon sıvısının kanama ile ilişkisi spinal anestezide önemli bulundu. Spinal anestezide kanama genel anesteziden daha az bulundu.
Transturethraltresection was carried ovt succesfully in the fifty-seven patient with benign prostatic hyperpiasie, bladder neck obstruction, cancer of the prostate and b7adcler betwen 1984 and 1987 spinal anesthesia wa2 giyen to eleyen patiens and general anesthesia forty-five patiens. T ype of anesthesia (spirıal and general), tissue size removed, operation time and irrigation fluid have been investigated cor;.e?ation with hemorraghie. There was correlation betwen operation time and hemor-raghie in both the spinal and general anesthesia. Correlation, between tissue size removed and hemorraghim was found ver} important in both. Correlati.on with hemorraghi.e of irrigation fluid was important in ()nin spinal anesthesie. The hemorraghie in the spinal anesthesia was much lessthan general anesthesia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
Tahsin Gökhan Telatar, Sarp Üner, Hilal Özcebe, Burcu Küçük Biçer, Özge Yavuz Sarı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
DefInIng Falls And AssocIated RIsk Factors In Elderly Among Age Groups And Sex
Amaç
Araştırmada Türkiye, Sinop ilinde yaşayan yaşlıların düşme sıklıklarının ve düşmelerle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler
Kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini 2013 yılında Sinop ilinde yaşayan ve aile hekimliği bilgi sistemine kayıtlı olan 32506 kişilik 65 yaş ve üzeri nüfus oluşturmaktadır. Cinsiyet ve yaş gruplarına (65-74, 75 ve üzeri) göre yapılan tabakalama sonucunda 2463 kişilik örnek büyüklüğü belirlenmiş ve %92,1’ine ulaşılmıştır. Yapılandırılmış bir anket formu aracılığıyla katılımcıların bazı sosyo-demografik özellikleri, düşme durumları, günlük yaşam aktivitelerindeki fonksiyonellikleri, depresyon durumları ve düşmeler konusundaki farkındalıklarını içeren veriler toplanmıştır. Risk faktörlerinin düşmelerle ilişkisi dört farklı lojistik regresyon modeli kullanılarak hesaplanmıştır.
Bulgular
Araştırmaya katılan yaşlıların 65 yaşından sonra düşme prevalansları %36,4 olarak bulunmuştur. Herhangi bir okuldan mezun olmamış olmak, mevcut sağlık durumunu düşük puanlamış olmak, sürekli olarak ilaç kullanıyor olmak, günlük kullandığı ilaç sayısının fazla olması, desteksiz olarak yürüyememek ve depresyonda olmak her iki yaş grubu ve cinsiyet için de düşme riskini artıran faktörler olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir kronik hastalığa sahip olmak, yalnız yaşamak, düşme korkusu yaşıyor olmak, düşmeler konusunda farkındalığın düşük olması, günlük yaşsam aktivitelerinde bağımsız olmamak ve düşmelerden korunma hakkında yetersiz bilgi sahibi olmak yaş ve cinsiyet gruplarının en az ikisinde düşme riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur. Daha önce gelir getiren bir işte çalışmış olmak ve halen çalışıyor olmak ile düşme riski arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç
Düşmeler yaşlılık dönemi için önemli bir halk sağlığı sorunudur ve düşmelerin önlenmesi ile risk faktörlerinin kontrolü konularında ileriye dönük müdahalelerin planlanmasında 65 yaş üzeri nüfus içerisinde yaş ve cinsiyet gibi belirleyicilere bağlı olarak risk faktörlerinin değişiklik gösterdiği göz önüne alınmalıdır.
Aim
This study aims to determine the prevalence of falls and associated risk factors among elderly living in Sinop, Turkey.
Materials and methods
The universe of this cross-sectional study consists of 32506 people older than 65 years old whom are registered to the family physicians’ information system and live in Sinop. After stratification for sex and age (65-74, 75 and over) a sample size of 2463 and 92.1% were reached. Data about some of the socio-demographic characteristics, falling status, daily living activity functionalities, depression status and awareness about falls of the participants were collected via a structuralized questionnaire. Relations between falls and associated risk factors were assessed by four different logistic regression models.
Results
The mean of falling prevalence after age 65 among elderly was 36.4%. Not being graduated from any school, having low scores for current health conditions, using more than one drug daily, not being able to walk without support and being positive for depression are found to be risk factors for falling among both sex and age groups. Having a chronic disease, living alone, having fear of falling, having low awareness about falls, being dependent in daily living activities and having inadequate knowledge about prevention from falls are found to be risk factors for at least two of the sex and age groups. There were no statistically significant relations between falling risk and previous or current employment status.
Conclusion
Falls are important public health concerns among elderly and the variability of risk factors depending on determinants such as age and sex should be considered while planning further implementations targeting fall prevention and control of risk factors for elderly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
Ünal Şahin, Ahmet Akkaya, Erhan Turgut, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Üç Yıllık Akciğer Kanserli Olguların Analizi
A Three Year AnalysIs Of Lung Cancer Cases
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Haziran 1995- Mayıs 1998 yılları içinde yatarak tedavi gören 95 akciğer kanserli hastayı çeşitli yönlerden analiz ettik ve olgularımızın genel bir değerlendirmesini yaptık. Olguların histolojik tipleri; 32 (%33.7) epidermoid karsinom, 24 (%25.3) adenokarsinom, 13 (%13.7) küçük hücreli karsinom, 2 (%2.1) büyük hücreli karsinom, 8 (%8.4) metastatik akciğer kanseri ve 16 (%16.9) tip tayini yapılamayan şeklindeycli. Küçük hücre dışı ve tip tayini yapılamayanların 7' si evre I, 10' u evre Il, 14' ü evre Ili A, 20' si evre IIIB' de ve 23 tanesi ise evre IV olgulardı. Küçük hücreli akciğer kanseri olan 13 ol-gunun 3' ü toraksa sınırlı, 10 tanesi ise yaygın hastalık grubundaydı. Olguların 77' sinde (%81.05) sigara anam-nezi olup; küçük hücreli akciğer kanseri (50.711 piyıl), metastatik akciğer kanseri (44.75 piyıl), epidermoid kar-sinom (43.75 piyıl), adenokarsinom 38.00 piyıl olarak saptanmıştır. Hastalarda en stk görülen semptomlar, öksürük (°/068.4) ve kilo kayblydı (%63.4). Olgularımızda santral yerleşim en sık küçük hücreli akciğer kanseri (c/076.9) ve epidermoid karsinom %62.5 iken, periferik yerleşim en sık (%71) ile adenokarsinomda saptanmıştır. Parankimal infiltrasyon en sık (°/072) epidermoid karsinomada, soliter nodül (%63) metastatik akciğer karsinomu, kavitasyon (%50) büyük hücreli karsinom, plevral ef-tüzyon (%46) adenokarsinom ve mediasten genişlemesi (c/054) küçük hücreli akciğer kanserinde saptanmıştır. Olgularımızın %51.891 una bronkoskopik biopsi+lavaj, %17.73' üne balgam sitolojisi, 3/017.73' üne plevra ponksiyonu ve biopsisi ve %12.65' ine de transtorakal ince iğne biopsisi ile histopatolojik tanı konulmuştur.
We analyzed the different parameters of the 95 cases with pulmonary carcinoma hospitalized in Chest De-partment of Süleyman Demirel University Medical Faculty rn June1995- July1998 years and we made a general evaluatiorı of the cases. Squamous cell carcinoma was present in 33.7%, adenocarcinoma in 25.3%, small carcinoma in 13.7%, large cell carcinoma in 2.1% and metastatic carcinoma in 8.4%. 16.9% of patients had na histapathologic diagnoses. Of these patients, 9.46% was in stage I, 13.51% was in stage Il, 18.92% was in stage II1A, 2702% was in stage I/IB and 31.08% was in stage IV. 81.05% of patients were smokers, when amount was considered, it was 50.70 packlyear for small cell carcinoma, 44.75 packlyear for metastatic lung cancer, 43.75 packlyear for squamous celf carcinoma and 38.00 packlyear for adenocarcinoma. When clinical findings were considered, cough (68.4%) and weight loss (63.4%) were seen most in patients. While central localization was seen 76.9% in small cell carcinoma, 62.5% in squamous cell carcirıoma; peripheric localization (71.0%) was seen mostly in adenocarcinoma. Parancimal infiltration was detected most often in squamous cell carcinorrıa (72%), soliter nodule in metastatic lung carcinoma (63%), neoplastic cavity in large cell carcinoma (50%), pleural effusion iri adenocarcinoma (46%) and mediastinal enlargement in small cell carcinoma (54%). Histopathologic diagnoses were detected by means of bronchoscopic biopsy and lavage (51.89%), sputum cytology (17.73%), pleural punc-Non and biopsy (17.73%) and transthoracal fine needle biopsy (12.65%).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paraziter Chylothorax
Hasan Solak, N. Solak, İlhami Solak, Tahir Yüksek, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Paraziter Chylothorax
Parazıter Chylothorax
Chylothorax tüberküloz, kanser, kanser metastazı, travma, parazit gibi etiolojik faktörlere bağlı, şiddetli öksürük krizi ile, ductus thoracicus veya dallarının yırtılarak chylus mavisinin thorax boşluğuna akmasıdır. Bu makalemizde sözü edilen hastada, dustus thoracicusun thorax ve karındaki dalları, parazite bağlı olarak perfore olmuştur. Ender görülmesi bakımından yayınlanmıştır.
Chylothorax is the effusion of the chyle into thoracic cavity as a result of rupture of «ductus thoracicus» or branches there of due to a severer fit a coughing arising from such etiologic factors as tuberculosis, cancer, metastasis of cancer, trauma, parasite, etc. In the case in present article, abdominal and thoracic branches of «ductus thoracicus» have been per-forated due to parasites. This article has been published because the case is seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psa Değeri 4-10 Arasında Olan Hastalarda Prostat Kanserini Öngörmede Serbest Psa/psad, (serbest/total Psa)/psad' Nin Tanısal Değeri; Tek Merkezli Çalışma Sonuçları
Yunus Emre Göger, Mehmet Serkan Özkent, Sinan İyisoy, Giray Karalezli, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Psa Değeri 4-10 Arasında Olan Hastalarda Prostat Kanserini Öngörmede Serbest Psa/psad, (serbest/total Psa)/psad' Nin Tanısal Değeri; Tek Merkezli Çalışma Sonuçları
The PredIctIve Value Of Free Psa/psad, (f/t)/psad In Detect Of Prostate Cancer Between Psa Values 4-10 Mg/dl: A SIngle-Center Study Results
Amaç: Bu çalışmada, Türk popülasyonunda prostat kanseri tespiti için (Serbest/Toplam PSA)/PSAD ve FPSA/PSAD' nın tanısal değerini araştırmayı amaçladık.
Gereç-Yöntemler: Ocak 2007-Aralık 2017 tarihleri arasında prostat spesifik antijen (PSA) değerleri 4-10 ng/dl arasında olan hastaların dosyaları retropesktif olarak incelendi. Veriler prostat biyopsi sonuçlarına göre prostat kanseri (PCa) ve benign prostat hiperplazisi (BPH) gruplarına ayrılan hastalardan toplandı. Gruplar arasında prostat hacmi (PV), Serbest PSA (FPSA), Total PSA (TPSA), serbest-total PSA oranı (F/T), PSA Yoğunluğu (PSAD), (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD gibi değerler kaydedildi ve karşılaştırıldı. Bu değerlerin prostat kanserini öngörmede kullanılabilirliği incelendi. "Receiver Operating Characteristic Eğrisi" (ROC curve) ve sırasıyla duyarlılık, özgüllük ve pozitif öngörü değerleri (PPV) ve negatif öngörü değerleri (NPV) hesaplanmasında SPSS 22.0 yazılımı kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 327 hasta (131 PCa ve 196 BPH) dahil edildi. (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD' nin duyarlılık ve özgüllük değerleri PSAD, PSA, F/T'den daha iyiydi. Optimum kesme değerine bağlı olarak, (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD' nin duyarlılığı benzerdi. F/T, (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD' nin negatif öngörü değerleri benzerdi. Yaş, PV, FPSA/PSAD ve (F/T)/PSAD kombinasyonunu kullanan lojistik regresyon modeli, tek başına her birinden daha yüksek AUC gösterdi.
Sonuç: Nispeten yeni parametreler olan FPSA/PSAD ve (F/T)/PSAD prostat kanserini ön görmede benzer teşhis doğruluğuna sahip parametrelerdir. İncelenen bu iki parametre, F/T ve tek başına PSAD' den daha yüksek duyarlılığa ve özgüllüğe sahiptir. Bununla birlikte, bu parametrelerin tanısal değerinin etkinliğini değerlendirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Objective: The present study aimed to investigate the predictive value of (F/T)/PSAD and Free PSA/PSAD in PCa detection in Turkish males.
Material-Methods: A retrospective analysis of patients’ files, from January 2007 to December 2017, with prostate-specific antigen (PSA) values between 4-10 ng/dl was conducted. According to the prostate biopsy outcomes, data were collected from patients and divided into prostate cancer (PCa) and/or benign prostatic hyperplasia (BPH) groups. Among the groups, prostate volume (PV), Free PSA (FPSA), Total PSA (TPSA), free-to-total PSA ratio (F/T), PSA Density (PSAD), (F/T)/PSAD, and FPSA/PSAD values were evaluated and compared. The utilization of these values in PCa detection was examined. We compared our results statistically with the ROC curve and calculated the sensitivity, specificity, PPV, and NPV values.
Results: The present study participants were 131 PCa and 196 BPH patients, 327 in total. Sensitivity and specificity values of (F/T)/PSAD and FPSA/PSAD were better than PSAD, PSA, F/T. According to the optimal cut-off value, the sensitivity of (F/T)/PSAD and FPSA/PSAD was similar. Likewise, NPV of F/T, (F/T)/PSAD, and FPSA/PSAD were also similar. The logistic regression model using a combination of age, PV, FPSA/PSAD, and (F/T)/PSAD displayed a higher AUC than each of these values per se.
Conclusion: FPSA/PSAD and (F/T)/PSAD, the relatively new parameters, have similar predictive accuracy in PCa detection. They have higher sensitivity and specificity than F/T PSA and PSAD alone. However, more research is needed to evaluate the efficiency of predictive value of these parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
Ülkü Kerimoğlu, Deniz Akata, Tuncay Hazırolan, Faruk Köse, Enis Özyar, Lale Atahan
Araştırma makalesi
Özeti
Serviks Karsinomunun Radyoterapiye Cevabının Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi: Manyetik Rezonans Bulguları İle Rezistiv İndeks Korelasyonu
SonographIc EvaluatIon Of RadIotherapy Response In CervIcal Cancer: CorrelatIon Of Mrı FIndIngs WIth ResIstIve IndIces
Amaç: Bu prospektif çalışmada serviks karsinomunun radyoterapiye cevabının değerlendirilmesinde transvajinal renkli doppler ultrasonografi ile ölçülen rezistiv indeksin rolünü incelemek ve manyetik rezonans bulguları ile karşılaştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: İleri evre (>IIA) serviks kanseri histopatolojik tanı alan 13 hastaya radyoterapi öncesi ve 6 ay sonrası MRG ve TVRDUS yapıldı. Tümör santral ve perifer kesiminden ölçülerek ortalaması alınan rezistiv indeks tedavi öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldı. Bu değerler MRG bulguları ve kontrol grubunun rezistiv indeks değerleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: B-mod transvajinal ultrasonografi (TVUS) ile tedavi öncesi tüm hastalarda tümöral kitle görüntülenebildi.Tedavi öncesi ve sonrası rezistiv indeks değerleri sırasıyla 0.20-0.82(ortalama: 0.52), 0.70-0.99 (ortalama:0.81) olarak ölçüldü. 13 hastadan 11’i tedaviye tam cevap verdi ve MR tetkikinde hiçbir kitle saptanmadı. TVUS ile yapılan incelemede servikste kitle gözlenmedi. 2 hastada ise MR tetkiki ve ultrasonografi ile rezidüel kitle izlendi. Tedaviye tam cevabı olanlarda radyoterapiye bağlı rezistiv indeks değerindeki artış istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.001). Rezidüsü olan 2 hastada ise rezistiv indeksler artmadı. Kontrol grubunun rezistiv indeks ortalaması 0.65 olarak ölçüldü ve hastaların tedavi öncesi rezistiv indeks değerinden istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksekti. Sonuç: TVRDUS ile elde edilen spektral değerler serviks karsinomunun tedaviye cevabının değerlendirilmesinde MRG’ye iyi bir alternatif olabilir çünkü MRG bulguları ile rezistif indeks değerleri anlamlı korelasyon göstermektedir.
Aim: To assess prospectively the role of resistive indicies (RI) in determining the response to radiotherapy by transvaginal color doppler ultrasound (TVCDUS) and to correlate the results with MRI findings. Material and Method: 13 patients with advanced stage (>stage IIA) cervical cancer evaluated by MRI of the pelvis and TVUS before and 6 months after radiotherapy treatment. The mean resistive indicies before and after daiotherapy were measured from the periphery and the center of the tumor and were compared. These values were further correlated with both MR findings and RI values of the control group. Results: B mode TVUS identified the mass of all patients before therapy. RI measured 0.20-0.82 (mean=0.52) and 0.70-0.99 (mean=0.81) before and after the radiotherapy respectively in 13 patients. 11 showed full response clinically and accordingly, MR showed no residual tumor. MR examination and US showed residual tumor in two patients. The increase in RI before and after the radiotherapy was statistically significant (p=0.001) in the full response group. RI did not increase in two patients with residua. The mean RI measured from the control group was 0.65 and was significantly higher than the RI of the patients measured before therapy. Conclusion: Spectral features of TVCDUS can be a good alternative in the follow up response of cervix carcinoma to therapy, since a significant correlation between MRI findings and RI measurements are found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampsill Gebelerde Iımblikal Kan Akımı Ve Fetal Kalp Fonksiyonları
Vedide Tavlı, Metin Çapar, Bülent Oran, Talat Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampsill Gebelerde Iımblikal Kan Akımı Ve Fetal Kalp Fonksiyonları
UmblIcal Blood Flow And Fetal CardIac FunctIon In Pregnant WIth PreeclampsIa
Doppler ekokaı-diyografi eşliğinde, umhilikal arter pik sistolik akımı (S), diastolik akımı (D), re-zistans indeks(RI), dehi indeksi (C!), atım hacmi in-deksi (SI), ejeksiyon fraksiyonu (EF) ve .fraksiyonel kısalma (FS) gibi sistolik fonksiyon parcimetreleri, 15 preeklampsili ve 15 normal gebe ite fetüslerinde değerlendirildi. Her iki grubun yaş, gebelik süresi ve fetal kalp atım sayısı arasında fark saptanmadı (p >0.05). Preeklampsili gebelerde sistolik kalp basıncı, diyastolik kan basıncı, sol ventrikül kitlesi, rezistans indeksi , normal gebeleı-e göre anlamlı ola-rak yüksek bulunurken (p<0.05), umbilikal arter pik sistolik ve diyastolik akımı düşük bulunmuştur( p<0.05). Preeklampsili gehelerin sol ventrikül di-yastolik çapları (LVIDd), sistolik çapları (LVIDs) ve sistolik parametreleri arasında anlamlı fark bu-lunmamış (p>0.05), ancak sol ventrikül kitlesi nor-mal gehelere göre anlamlı olarak yüksek bu-lunmuştur(p<0.05). Fetüs gruplarında ise sol ventrikül sistolik (LVIDs) ve diyastolik çapları arasındaki fark istatistiksel anlamlılık ka-zanmamışnr(p>0.05). Tartışmada, preeklampsili annelerin fetüslerinin umbilikal arter kan akımındaki fetüsün sistolik fonksiyon parametrelerini etkilememektedir.
In this study, left ventricular systolic function pa-rameters including cardiac index (CI), stroke index (SI), ejection fraction (EF) and fr-actional shortening (FS), diastolic inflow and peak systolic velocity of the umhilical artery were evaluated using Doppleı-echocardiography in IS pregnant women with pre-eclampsia and IS normal pregnant women and their fetus. Although systolic and diastolic blood pressures, resistance indices were sigmficantly higher in preg-nant women with preeclampsia (p<0.05). Umblical peak systolic and diastolic flow were lower com-pared ta the conn-ol group (p<0.05). The difterence regarding left ventricular end-diastolic and end-systolic dimensions and syswlic function paı-ameters was insignificant (p>0.05), except foı- left vent-ricular mass which was found tü be significantly higher in the preeclampsia group (p<0.05). There were no signıficant difference regarding left vent-ricular end-systoli• and end-diastilic dimensions (p>0.05). In conclusion. despite var-iations in the umblical arterial systolic and diastolic flow. fetal systolic function is preserved
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik İlişkili Karpal Tünel Sendromunda Kinezyolojik Bantlama Uygulamasının Etkinliğinin Araştırılması
Meryem Kösehasanoğulları, Nihal Yılmaz, Ahmet Karakoyun, İrem Şenyuva, S.görkem Kösehasanoğulları
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelik İlişkili Karpal Tünel Sendromunda Kinezyolojik Bantlama Uygulamasının Etkinliğinin Araştırılması
InvestIgatIon Of The EffIcacy Of KInesIologIcal BandIng In Pregnancy-Related Carpal Tunnel Syndrome
ÖZET
Amaç: Bu çalışmada gebelikle ilişkili karpal tünel sendromunda kinezyolojik bantlamanın semptomlar üzerine etkisinin araştırılması planlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya karpal tünel sendromu nedeniyle Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniğine başvuran ve elektromiyografi ile karpal tünel sendromu tanısı alan , kayıtlarında visuel ağrı skoru, Kısa Form-36, Boston Karpal Tünel Anketi ve Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi değerlerine başvuru ve takip esnasında eksiksiz ulaşılabilen hastalar dahil edildi.
Bulgular: Her iki grupta da ilk visuel ağrı skoru gündüz-gece ve son visuel ağrı skoru gündüz-gece ve ilk ve son Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi arasında anlamlı fark saptandı (p<0,05). Her iki grupta da Boston Semptom Şiddeti Skalasında anlamlı düzelme saptanırken, Boston Fonksiyonel Kapasite Skalasında anlamlı fark saptanmadı. Gruplar arası karşılaştırmada ise Kinezyotape uygulanan hastalarda visuel ağrı skoru gündüz, Kısa Form-36 ağrı parametresi ve Boston Semptom Şiddeti Skalasındaki azalma istatistiksel olarak anlamlı saptandı.
Sonuç: Çalışmamızda kinezyolojik bantlamanın el-el bilek istirahat splintine üstünlüğü net olarak gösterilememesine rağmen ağrı ve semptomlarda azalma ve uyku kalitesinde artış gözlenmiştir. Gebelikte tedavi seçeneklerinin az olması nedeniyle istirahat splintine yanıt alınamayan hastalarda kinezyolojik bantlama aklımızda bulunmalıdır.
ABSTRACT
Objective: The aim of this study was to investigate the effects of kinesiological banding on symptoms in carpal tunnel syndrome associated with pregnancy.
Materials and Methods: Patients who were admitted to the Physical Therapy and Rehabilitation Clinic due to carpal tunnel syndrome and who were diagnosed with carpal tunnel syndrome by electromyography and who were able to reach the visuel analog score, Short Form-36, Boston Carpal Tunnel Questionnaire and Pittsburgh Sleep Quality Index values were included in the study.
Results: In both groups, there was a significantly difference between the first visuel analog score day-night and the last visuel analog score day-night and first and last Pittsburgh Sleep Quality Index (p<0,05). While there was a significantly improvement in the Boston Symptom Severity Scale, there was no significantly difference in Boston Functional Capacity Scale. In the comparison between the groups, visuel analog score day, Short Form-36 pain parameter and decrease in Boston Symptom Severity Scale were found statistically significant.
Conclusions: In our study, although the superiority of kinesiological banding on hand-wrist rest splint could not be clearly shown, decreased pain and symptoms and an increase in sleep quality were observed.The kinesiological banding should be in mind in patients who have no response to resting splint because of low treatment options during pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Bilge Çakır, Şakir Tavlı, Metin Çapar, Nazihat Argon, Adnan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Ultrasonography Iır DIagnosIs Of Breast FIbroadenomas And CarcInomas
67 fibroaderzom ve 40 meme karsinomunun (duk-tal karsinom) sonografik patternleri incelendi. Lezyonların tümü düşük intensitede idi. Fibroadenom-ların %89.6'sında homojen iç eko dağılımı, %91'inde düzgün kontur, %81'inde en az orta derecede posterior akustik şiddetlenme saptandı. Malign lezyonlarin %85'inde heterojen iç çapı, %80'inde düzensiz kon-tur, %90'ında en az orta derecede akustik gölge mevcuttu. Kitlelerin geometrik analizinde, lezyonların meme dokusu planına uygun elongasyonunu gösteren uzunluğun ön-arka çapa oranifibroadenomlarda ortalama 1.89 ± 0.52, karsinomlarda 1.03 ± 0.21 bulundu ve her iki değer arasında istatistiksel olarak anlamı! farklılık belirlendi.
The sonographic patterns of 67 fibroadenotnas and 40 breast carcinomas were studied. All lesions exhibited low-intensity. Fibroadenomas had homogeneus internal echoe distribution in 89.6% of cases, smooth contours in 91% of cases, at least moderately acoustic enhacement in 81% of cases. Malignam lesions had heterogeneus echotexture in 85% of cases, irregular contours in 80% of cases, at least moderately acoustic shadow in 90% of cases. In geometric analysis of tumors, the mean ratio of the length to the anıeroposterior diameter of fibroadenomas was 1.89 ± 0.52, of carcinomas 1.03 ± 0.21, indicating an elongation along the general orientation of the breast tissue planes and statistically signıficant difference between both values were determined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süpüratif Ve Effüzyonlu Perikarditislerde Subksifoidal Perikard Drenajının Önemi
Hasan Solak, N. Solak, İlhami Solak, Tahir Yüksek, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Süpüratif Ve Effüzyonlu Perikarditislerde Subksifoidal Perikard Drenajının Önemi
Importance Of Subxıphoıdal Perıcardıum Draınage In Suppuratıve And Effusıve Perıcardıtıs
Perikardial drenaj, genel durumu bozuk olan hastalara uygulanabilecek en iyi tedavi yöntemidir. Çünkü böyle hastalara ameliyat çok ağır gelmekte, enfeksiyonun etrafa yayılması da önlenememektedir. Ayna zamanda perikardiosentezle, perikardın muayenesi yapılabilmekte, histopatolojik teşhis için de materyal alma imkânı bulunmaktadır. Yukarıda saydığımız üstünlüklerinden dolayı 5 vakamıza perikardial drenaj uyguladık ve çok iyi sonuçlar aldık.
Pericardial drainage is the best method of treatment of patients whose general conditions are extrem,ely poor. In such patients surgical operation is too difficuit and spreading of infection to surrounding tissues is unavoidable. During pericardiocentesis, examination of pericardium can not be made and taking of tissue samples for histopathoiogicai diag-nosis is irrıpossible. In view of the superiority of the method sa far as above - mentioned hindrances are concerned, we have perform,ed pericardial drainage in 5 ca.ses with excellent results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Semi Ozturk, Sefa Tatar, Mehmet Akif Düzenli, Cevat Kırma
Araştırma makalesi
Özeti
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
MyocardIal Injury Non-Related AtherosclerotIc Plaque DIsruptIon In PatIents Younger Than 40 Years Old
Amaç: Koroner arter hastalığı nedenli miyokard infarktüsü (MICAD), miyokardiyal hasarın önde gelen nedenidir. Aterosklerotik plak bozulmasına bağlı olmayan miyokardiyal hasar (MICAD olmayan) nadir ve heterojen bir tanıdır. Genç hasta popülasyonunda MICAD iyi bilinmesine rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasar tam olarak tanımlanmamıştır. Çalışmamızda 40 yaşından genç hastalarda MICAD olmayan miyokardiyal hasarın prevalansı, etiyolojisi ve beş yıllık mortalitesini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Ocak 2010 ile Aralık 2014 arasında 40 yaşından genç akut miyokardiyal hasarı olan 292 hastayı retrospektif olarak çalışmamıza dahil ettik. Klinik, demografik, laboratuvar, anjiyografik özellikler ve beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD olmayan miyokardiyal hasar (n = 78) ve MICAD (n = 214) hastaları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta yaşlarının medyan değeri 36 idi. MICAD olmayan grup, MICAD grubundan daha gençti [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. MICAD olmayan grupta kadın hastaların oranı, MICAD grubuna göre daha yüksekti (% 24.4'e karşılık % 10.3). MICAD olan hastaların çoğu ST elevasyonlu MI (% 77.1) ile başvururken, MICAD olmayan hastaların çoğu ST elevasyonu olmayan MI ile (% 89.7) başvurdu. MICAD olmayan miyokardiyal hasarın en sık görülen etiyolojileri miyokardit (% 32) ve vazospazm (% 9) idi. Yaş, kadın cinsiyet, sigara içmemek ve dislipidemi yokluğu, MİCAD olmayan miyokardiyal hasar için bağımsız öngördürücülerdi. MICAD olmayan grupta beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD grubundan anlamlı derecede daha düşüktü (% 2.6'ya karşılık% 10.3) (log-rank testi p = 0.04).
Sonuç: MICAD olmayan miyokardiyal hasar, farklı yaşlarda farklı etiyolojilere sahip heterojen bir grup hastayı temsil etmektedir. MICAD olmayan grubun düşük mortalite oranına rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasarın yönetiminde farklı tanı ve tedavi stratejileri gerekmektedir.
Backround: Myocardial infarction with coronary artery disease (MICAD) is the leading cause of myocardial injury. Myocardial injury non-related to atherosclerotic plaque disruption (non-MICAD) is a rare and heterogeneous diagnosis. Although MICAD is well studied, non-MICAD was not thoroughly identified in young patient population. We aimed to investigate the frequency, main etiologies, and five-year mortality of patients with non-MICAD younger than 40 years.
Methods: We retrospectively enrolled 292 patients with acute myocardial injury younger than 40 years between January 2010 and December 2014. Clinical, demographic, laboratory, angiographic features, and five-year all-cause mortality were compared between patients with non-MICAD (n=78) and MICAD (n=214).
Results: Median age of patients was 36. Non-MICAD group was younger than MICAD group [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. The frequency of female patients with non-MICAD was higher than those with MICAD (24.4% vs 10.3%). Most of the patients with MICAD presented with STEMI (77.1%), while most of the patients with non-MICAD presented with non-STEMI (89.7%). Most common etiologies of non-MICAD in were myocarditis (32%) and vasospasm (9%). Age, female sex, no smoking and, absence of dyslipidemia were independent predictors for non-MICAD. Five-year all-cause mortality in non-MICAD group was significantly lower than MICAD group (2.6% vs 10.3%) (log-rank test p=0.04).
Conclusion: Non-MICAD represents a heterogeneous group of patients who had varying etiologies at different ages. Despite the lower mortality rate of non-MICAD group, different diagnostic and treatment strategies are required for management of patients with non-MICAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
Osman Fatih Boztepe, Taylan Gün, Harun Dogru, Koray Coşkunfırat, Yıldız Keleş
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
A Case Of AggressIve Floor Of The Mouth Cancer DurIng Pregnancy
Oral skuamoz hücreli karsinoma, oral kavitenin en sık görülen tümörüdür. Gebelik sırasında, ağız tabanı karsinomu ise literatürde henüz bildirilmemiştir. 26 yaşında, 34 haftalık gebe hasta kliniğimize ağızda kitle şikayeti ile başvurdu. Yapılan KBB muayenesinde, sol ağız tabanında, ülsere, frajil, 2x1 cm genişliğinde ve 6-7 mm derinliğinde kitle izlendi. 8 günde, tümör iki katına çıktı. Median mandibulutomi yapılarak tümöre transmandibuler yolla ulaşıldı ve en blok olarak boyun disseksiyonu materyali ile çıkarıldı. Gebelik sırasında tespit edilen oral skuamoz hücreli karsinomalar hızlı bir şekilde tedavi edilmeli ve hasta ve yakınları, bekleme durumunda, hastalığın progresyonu konusunda uyarılmalıdır.
Oral squamous cell carcinoma (OSCC) is the most frequent malignancy of the oral cavity. Squamous cell carcinoma of floor of the mouth during pregnancy is not reported in the literature. 26-year-old female patient admitted to our clinic with a lesion in the mouth for 2 weeks. The patient was 34 weeks pregnant and non-smoker. ENT examination revealed that the fragile, ulcerated, 2×1 cm width and 6-7 mm depth lesion was on the left side of the floor of mouth. In eight days, the tumour was almost double in size. Median mandibulotomy was applied to facilitate the resection of the tumor via transmandibular way and the tumour was removed en bloc together with the neck dissection specimen. The patients with oral squamous carcinomas during pregnancy should be treated more quickly, patients and families should be informed about the tumor progression.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
Osman Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Total LaparoscopIc Hysterectomy PatIents
Bu prospektif çalışmanın amacı, kliniğimizde total
laparoskopik histerektomi (TLH) yapılan vakalarımızın sonuçlarını
değerlendirmektir. Benign veya malign hastalıklar nedeniyle Ocak
2013 ve Nisan 2014 arasında TLH uygulanan 41 olgu prospektif
olarak değerlendirildi. Operasyonda rijid enstrümanlar olarak 10
mm teleskop ve gelişmiş bipolar enerji modaliteleri kullanılmıştır.
İlk olarak 10 mm trokar subumbilikal 1 cm’lik kesiden direk olarak
yerleştirildi. Abdominal kaviteye 3-4 litre CO2 insuflasyonunu takiben
laparoskop yerleştirildi. Batının sağ ve sol avasküler alt kadranlarına
ikinci ve üçüncü kesiler yapıldı ve bu kesilerden 5 mm trokarlar
yerleştirildi. Uterus manipülasyonu için Rumi® II uterin manuplator
kullanıldı. Uterus vajinal yoldan çıkarıldı, gerekli görüldüğünde
intrakorporeal myomektomi ve morselasyon işlemi yapıldı. Vajinal
kafın kapatılmasında 0 numara vicryl kullanıldı. Tüm hastalarda
sağ ve sol uterosakral ve kardinal ligamentlerden sütür geçildi. Tüm
operasyonlar aynı cerrah tarafından yapılmıştır. Hastaların; ortalama
yaşı, vücut kitle indeksleri (VKİ), operasyon süresi, kan kaybı miktarı,
komplikasyon oranları ve ameliyat sonrası hastanede kalış süreleri
değerlendirildi. Histerektomi endikasyonları olarak; 16 myoma uteri,
6 medikal tedaviye dirençli anormal uerine kanama, 5 benign over
kisti, 4 adenomyozis, 3 myom uteri + over kisti, 2 endometrial polip,
2 endometrioma, 2 endometrial hiperplazi ve 1 erken evre serviks
kanseri bulunmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 47.5 (30-68),
ortalama VKİ 30.2 (24-44), ortalama spesimen ağırlığı 215.9 (90-
650 gr), ortalama operasyon süresi 107.9 (60-210 dk), ortalam kan
kaybı 81.1 (30-300 ml), ortalama preoperatif hemoglobin (Hb) değeri
12.5±0.9 gr/dl, postoperatif Hb değeri 11.5±0.8 gr/dl ve ortalama
hastanede kalış süresi 2.5 gün (2-4 gün) idi. İntraoperatif olarak
herhangi bir komplikasyon olmadı. Geç postoperatif komplikasyon
olarak 2 olguda vajinal kaf enfeksiyonu gelişti. Total laparoskopik
histerektomi jinekolojik hastalıklar için güvenli ve uygun bir
yöntemdir. En iyi sonuçları elde etmek için hastaların dikkatli seçimi
çok önemlidir.
The aim of this prospective study is to evaluate the results
of our total laparoscopic hysterectomy (TLH) cases. Forty one
patients underwent TLH due to benign or malign disorders were
reviewed prospectively between January 2013 and April 2014.
Rigid instruments 10 mm telescope, and advanced bipolar energy
modalities were used during the procedure. A primary 10-mm trocar
was inserted directly through a 1-cm sub umbilical incision. The
laparoscope was inserted through this trocar after insufflation of the
abdominal cavity with 3–4 L of CO2. The second and third incisions
were performed in the avascular right and left lower quadrant of the
abdomen and two ancillary 5-mm trocars were inserted through these
incisions. Uterine manipulation was performed by using RUMI® II.
During the removal of the specimen, if necessary, intracorporeal
myomectomy and morcellation were performed before the uterus
and ovaries were delivered intact through the vagina. A 0-Vicryl
suture was used for close the vaginal cuff. The sutures were passed
through the left and right uterosacral and cardinal ligaments in
all patients. All procedures were performed by the same surgeon.
The mean age of the cases, body mass indexes (BMI), duration of
operations, the amounts of blood loss, rates of complications and
post operative hospital stay were assessed. The indications of for
hysterectomies were, 16 myoma uteri, 6 medical treatment-resistant
abnornal uerine bleeding, 5 benign ovarian cyst, 4 adenomyozis, 3
myoma uteri+ovarian cyst, 2 endometrial polyp, 2 endometrioma, 2
endometrial hyperplasia and 1 early stage cervical cancer. The mean
age of patients were 47.5 (30-68 years), mean BMI of patients were
30.2 (24-44), mean specimen weight was 215.9 (90-650 gr), mean
operation duration was 107.9 (60-210 min), mean blood loss was 81.1
(30-300 ml), mean preoperative hemoglobin (Hb) was 12.5±0.9 gr/
dl, mean postoperative Hb was 11.5±0.8, and the mean hospital stay
was 2.5 (2-4 days). There were no intraoperative complications. Late
postoperative complication was vaginal vault infection in 2 cases.
Total laparoscopic hysterectomy is safe and feasible method for
gynecological diseases. Careful selection of patients is critical for
obtaining the best results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Asemptomatik Dev Overial Benign Müsinöz Kistadenom
Bartu Badak, Özgür Türk
Olgu sunumu
Özeti
Asemptomatik Dev Overial Benign Müsinöz Kistadenom
AsymptomatIc Huge OverIal BenIgn MucInous Cystadenoma
Overin benign müsinöz kistadenomu büyük boyutlara ulaşabilir.
Abdominal kistik kitleler büyük boyutlara ulaşmadan genellikle belirti
vermemektedir. Olgumuzda olduğu gibi büyük boyutlara ulaşan
bir abdominal kistin asemptomatik bir klinik seyir izlemesi nadir
karşılaşılan bir durumdur. Bu makalede asemptomatik dev overial
benign müsinöz kistadenom olgusunu sunarak abdominal kistlere
yaklaşımı değerlendirmek istedik. Abdominal kistlerin tanısında
ultrasonografi yararlı bir tetkiktir. Ayırıcı tanı için ileri görüntüleme
yöntemi olarak abdominal tomografi veya manyetik rezonans tercih
edilmelidir. Cerrahi tedavide genellikle orta hat insizyon ile açık
cerrahi müdehale tercih edilmektedir. Açık cerrahi konvansiyonel
bir yöntem olarak önemini korumaktaysa da laparoskopik cerrahi
yöntemler giderek yaygınlaşmaktadır.
Asymptomatic huge overial benign mucinous cystadenoma:
A case report. Overial benign mucinous cystadenoma can grove
huge sizes. Abdominal cysts are usually asymptomatic unless
they have huge sizes. It is a rare condition asymptomatic clinical
course of a huge abdominal cyst as like in our case. We aim to
examine abdominal cysts by presenting a case of huge overial
benign mucinous cystadenoma in this article. Abdominal ultrasound
imaging is a useful exemination in diagnosis of abdominal cysts.
For differential diagnosis abdominal tomography and magnetic
resonance must perform as a advenced imaging method. Surgical
treatment is usually open surgery performed by a median incision.
Although open surgical tecniques are protecting importance as a
convential prosedure laparoscopic surgical methods are increasingly
having popularization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroideal Metastaz: Usg, Doppler Usg, Mrg
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Nazmi Zengin, Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse
Olgu sunumu
Özeti
Koroideal Metastaz: Usg, Doppler Usg, Mrg
ChoroIdal Meta S Ta SI S: Us, Doppler Us, Mrı
Nadir görülen koroideal metastazlı üç olgunun ultrasonografi, renkli Doppler ultrasonografi ve manyetik rezonans görüntüleme bulgulan değerlendirildi. İkisi kadın, biri erkek üç olguda sırasıyla pankreas, meme ve bronkoalveolar Ca ve bunlara bağlı göz metastazları mevcuttu. Olguların ikisi görme azalması şikayeti ile incelemeye alındı. Bronkoalveolar Ca’lı olguda beyin metastazı için manyetik rezonans incelemesi sırasında göz metastazı saptandı. Ultrasonografide glob posterior duvarında, glob içine protrüze olan lezyonlar olguların 2 ’sinde hiperekoik, Tinde kısmen hipoekoik kitleler şeklindeydi. Renkli doppler ultrasonografide tarif edilen lezyonlarda kanlanma bulguları tespit edildi. Lezyonların manyetik rezonans incelemelerinde ise TTde Tinde izointens 2 ’sinde ise hiperintens; T2de tüm olgularda hipointens görünüm mevcuttu. Göz şikayetleri olan primer maligniteli olgularda göz metastazlarının ayırdedici tanısında radyoloijk görüntüleme faydalı olacaktır.
Ultrasonography, Doppler ultrasonography and magnetic resonance imaging findings of three cases with choroidal metastasis were evaluated. Two of the cases were women, and one was man. They had pancreas, breast and bronchoalveolar carcinomas, respectively. Two cases presented with blurred Vision. The case with bronchoalveolar carcinoma was detected during the magnetic resonance imaging procedure for cerebral metastasis. İn one of the three patients immediate hypoechogenic, in the remaining two patients hyperechogenic lesions vvhich were protrused to the posterior wall of the globe determined by ultrasography. Doppler ultranography demonstrated that the lesions were vascularised. The lesions were hyperintense in two, and isointense in one case; ali of them were hypointense on T2- vveighted images. İn cases of primary malignancy with eye complaints, radiologic evaluation can be helpful in the elimination of eye metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda I-131 Taramalar Ve Tc-99m Sestamibi Tüm Vücut Taramaların Karşılaştırılması
Hanife Aslı Ayan, Asım Akın, Gökhan Koca, K. Metin Kır
Araştırma makalesi
Özeti
Differansiye Tiroid Kanserli Hastalarda I-131 Taramalar Ve Tc-99m Sestamibi Tüm Vücut Taramaların Karşılaştırılması
ComparIson Of Tc-99m SestamIbI WIth I-131 Whole Body Scans In DIfferentIated ThyroId CarcInoma PatIents
Bu çalışma ablasyon öncesi ve sonrasında iyi differansiye tiroid kanserli hastalarda alternatif tarama yöntemi olarak Tc-99m sestamibi’nin kullanılıp kullanılmayacağını değerlendirmiştir. Bu nedenle total veya totale yakın tiroidektomi uygulanan 115 differansiye tiroid kanseri hastası çalışmaya alındı. Tüm hastalara Tc-99m sestamibi tüm vücut tarama yüksek rezolüsyonlu boyun USG serum tiroglobulin ve antitiroglobulin ölçümleri ve kontrastsız boyun ve toraks tomografilei yapıldı. Sonuçlar göstermiştir ki Tc-99m Sestamibi tüm vücut taramalar, I-131 taramalarla karşılaştırıldığında tiroid supresyonu almayan (T4-off) hastalarda yüksek derecede sensitif ve spesifiktir (kappa=0.68 p<0.001). Boyun USG ile birlikte Tc-99m sestamibi yapılması, yüksek doz I-131 ablasyonu sonrası 6. gün taramalarla karşılaştırılabilir etkinliğe sahiptir. Boyun USG, Tc-99m sestamibi’nin sensitivitesini arttırırken sipesifitesini azaltır. Ancak Tc-99m Sestamibinin tiroid supresyonu alan hastalarda etkinliğinin değerlendirilmesi için klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
This study evaluated the potential of Tc-99m sestamibi whole body scan as an alternative to whole body I-131 scan for well differentiated thyroid cancer patients prior to I-131 ablation and post ablation states. We evaluated 115 patients with differentiated thyroid cancer who had total or near total thyroidectomy. All patients had undergone Tc-99m sestamibi whole body scanning high resolution neck ultrasonography prior to conventional I-131 whole body scanning, thyroglobulin and antithyroglobulin values measured. Also all patients had neck and chest CT without contrast agent. The results showed that Tc-99m sestamibi whole body images are highly sensitive and specific in differentiated thyroid carcinoma patients without thyroid supression (T4-off), compared to conventional I-31 whole body scans (kappa=0.68 p<0.001). Neck USG with Tc-99m sestamibi is comparable with conventional iodine based whole body studies also compared to high döşe post-ablation 6th day I-131 whole body scans. Neck USG increases sensitivity and decreases specificity of Tc-99m sestamibi scans. Clinical investigations had to be made to evaluate the efficiency of Tc-99m sestamibi in patients receiving thyroid supression.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bezoarlara Bağlı Barsak Tıkanmaları
A. Erkan Ünal, Ömer Karahan, Adil Kartal, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Bezoarlara Bağlı Barsak Tıkanmaları
IntestInal ObstructIons Due To Bezoars
Bu çalışmada fitobezoarlara bağlı akut barsak tıkanmalı altı hasta sunuldu. Hastaların hepsinde, ülser nedeniyle önceden geçirilmiş mide ameliyatı ile Trabzon hurması (Amerikan hurması) ve/veya portakal yenilmesi öyküsü mevcuttu. Hastaların tümü cerrahi olarak tedavi edildi. Beş hastaya kapalı dekompresyon, birine açık dekompresyon (enterotomi) yapıldı. Bir hasta nüks ve intussusepsiyon nedenleriyle iki kez daha ameliyat edildi. Ülser nedeniyle mide ameliyatı geçiren hastaların, Trabzon hurması veya portakal gibi yiyecek maddelerini lifleriyle beraber yememeleri konusunda uyarıImaları gerektiği sonucuna varıldı.
In this study, six patients with acute intestinal obstructions due to phytobezoars is presented, All of patients had previous gastric surgery for ulcer disease and had a history of persimrnon or orange ingestion. Whole patients were treated surgically. Five patients were applied close decompreiion and one patient was applied opera decompretion (enterotomy) A patient was reoperated twice because of relapse and intussusception. Consequently, patients who have undergone gastric surgery for ulcer disease should be warned about not tü eat persimmon or orange with their fibers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hüsnü Alptekin, Hüsamettin Vatansev, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Ve Kolorektal Kanserli Hastalarda Chitin’in Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonlarına Etkisi
The Effect Of ChItIn On KIdney And LIver FunctIon In PatIents WIth Stomach And Colorectal Cancer
Karın içi yapışıklıkların önlenmesinde kullanılan chitin molekülünün organ fonksiyonlarına olan etkisinin araştırılması. Bu çalışmaya mide kanseri ve kolorektal kanser nedeniyle ameliyat edilen ve rezektabl girişimler yapılan 40 hasta dahil edildi. Operasyon sonrası hastaların kesi hattı altına 15x10 cm. boyutta 2 adet Chitin Suprofilm® konuldu. Hastalarda preoperatif, postoperatif 1.gün ve 5.günlerde AST, Creatinin, BUN değerlerine bakıldı. Her 3 ayrı AST, Creatinin ve BUN değerleri arasında gruplar içi ve gruplar arası değerlendirmede istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi (p>0.05). Hastalarda 2 tabaka Chitin kullanımından sonra yeterli hidrasyon sağlanmasıyla karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu gelişmemiştir. Chitinin antiadeziv olarak güvenle kullanılabileceği kanaatindeyiz.
The effects of Chitin molecules, used prevention of abdominal adhesions, on organ functions were investigated. 40 patients, underwent surgery for gastric cancer and colorectal cancer and resectable initiatives were included in this study. After surgery, two Chitin Suprofilm ® in size of 15X10 cm were placed under the incision line. AST, Creatinin, BUN levels were measured in patients at preoperative, postoperative 1st and 5th days. There was no statistically significant difference in means of Creatinin, AST, and BUN levels between groups in three measurement. Having used Suprofilm® (Chitin) with adequate hydration, liver and kidney dysfunction was not developed. We think that Suprofilm® (Chitin) can be used safely as antiadhesive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
Elif Yıldırım Ayaz, Memduha Boyraz, Miraç Vural Keskinler, Ayşe Naciye Erbakan, Aytekin Oğuz
Araştırma makalesi
Özeti
İç Hastalıkları Servisleri Dışında Yatan Hastalarda Bilinmeyen Diyabet Sıklığı Ve İlişkili Faktörler: Multisipliner Kesitsel Bir Çalışma
DIabetes Unawareness In PatIents HospItalIzed Other Than Internal MedIcIne ServIces And Related Factors: A Cross-SectIonal MultIdIscIplInary Study
Amaç: Yirmibirinci yüzyılda pandemi haline gelen diyabet hastalığı tüm branşları ilgilendirmektedir. Amacımız dahiliye dışı servislerde yatan hastalarda HbA1c bakılması ile tanı konmamış diyabet prevalansını belirlemek ve diyabet farkındalığının olmaması ile ilişkili faktörleri değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya dahiliye servisleri dışında yatan, 18 yaş ve üzeri, antropometrik ölçümleri yapılabilecek olan 630 hasta alınmıştır. Katılımcıların sosyo-demografik özellikleri, komorbiteleri kaydedilmiştir. Antorpometrik ölçümleri, açlık kan glukozu ve HbA1c ölçümleri yapılmıştır. Bilinen diyabet tanısı olmayıp yatışı sırasında HbA1c değeri ≥ 6,5% olanlar diyabet farkındalığı olmayanlar olarak adlandırılmıştır. Bilinen diyabeti olanlar, diyabet farkındalığı olmayanlar ve diyabeti olmayan gruplar arasındaki farklılıklar incelenmiştir.
Bulgular: Çalışma 20.04.2017-31.12.2017 tarihleri arasında yapılmıştır. Hastaların yaş ortalaması 58,04±18,56 olup %54,6’sı (n=344) erkektir. Bilinen diyabeti olanların sayısı 190 iken (%30,2), 396 (%62,9) kişinin diyabeti yoktur, 44 (%7) hastada ise bilinmeyen diyabet saptanmıştır. Diyabeti olan 234 hastanın %18,8’i (n:44) diyabet olduğunu bilmemektedir. Diyabet farkındalığı olmayanların 45 yaşın altında olması oranı (%11,4), bilinen diyabet grubundakilerden (%3,7) daha yüksektir (p<0,01); yine erkek olması oranı da daha yüksektir (%68’e karşı %47,9, p:0,15). Diyabet farkındalığı olmayanların fazla kilolu olması oranı (%56,8) bilinen diyabet (%37,9) ve diyabeti olmayanlardan (%39,1) daha yüksektir (sırasıyla p:0,36, p<0,01). Üç grup arasında eğitim düzeyleri açısından farklılık saptanmamıştır. Komorbidite varlığı oranı bilinen diyabeti olanlarda (%89,5), diyabet farkındalığı olmayanlardan (%75) daha yüksektir ( p:0,01). Tüm diyabeti olanlar lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Erkek cinsiyet (OR:2.33), <45 yaş (OR:3.35), aşırı kilolu olma (OR:2.16) ve komorbidite olmaması (OR:2.83) bilinmeyen diyabet ile ilişkilidir.
Sonuç: Hastanede iç hastalıkları servisi dışında yatmakta olan hastaların %7’sinde tanı konmamış diyabet saptanmıştır. Tüm diyabetlilerin %18.8’i diyabet olduğunu bilmemektedir. Yatan hastalarda HbA1c ile diyabet taraması yapmak, özellikle <45yaş, erkek , fazla kilolu ve komorbiditesi olmayan hastalara özellikle dikkat etmek, bilinmeyen diyabeti saptamaya yardımcı olabilir.
Bu çalışma NCT04694326 kayıt numarasıyla Protokol Kayıt ve Sonuçları Sistemi’ne (Clinicaltrials.gov PRS) kaydedilmiştir
Aim: Diabetes, which has turned into a pandemic in the twenty-first century, concerns all branches of medicine. This study aims to investigate the prevalence of diabetes unawareness by checking HbA1c in patients hospitalized in clinics other than internal medicine and evaluate the factors associated with them.
Patients and Methods: The study included 630 patients hospitalized outside internal medicine services at or over the age of 18 whose anthropometric measurements could be made. The sociodemographic properties and comorbidities of the patients were recorded. Their anthropometric measurements, fasting blood glucose and HbA1c measurements were made. Those without a known diabetes diagnosis but with an HbA1c value of ≥6.5% were grouped as diabetes unaware. The differences among known diabetes, diabetes unaware and no diabetes groups were examined.
Results: The study was conducted between 01.03.2017 and 31.12.2017. The mean age of the patients was 58.04±18.56, while 54.6% (n=344) were male. The number of the patients with known diabetes was 190 (30.2%), 396 (62.9%) did not have diabetes, and unknown diabetes was detected in 44 (7%). Among the 234 patients with diabetes, 18.8% (n:44) had diabetes unawareness. The rate of those under the age of 45 in the diabetes unaware group (11.4%) was higher than that in the known diabetes group (3.7%) (p<0.01). Again, the rate of the male sex was also higher among the same individuals (68% vs 47.9%, p:0.15). The rate of overweight in the diabetes unaware group (56.8%) was higher than those in the known diabetes (37.9%) and no diabetes (39.1%) groups (respectively, p:0.36, p<0.01). There was no significant difference among the three groups in terms of educational levels. The rate of comorbidity presence was higher in the known diabetics (89.5%) than the diabetes unaware group (75%) (p:0.01). All patients with diabetes were evaluated by logistic regression analysis. The male sex, age<45 years, being overweight and absence of a comorbidity were associated with diabetes unawareness.
Conclusion: Undiagnosed diabetes was detected in 7% of the patients. Among all diabetic patients, 18.8% had diabetes unawareness. Conducting diabetes screening with HbA1c in inpatients and paying special attention to those under 45, males, overweight patients and those without comorbidities may help detect unknown diabetes.
This study was retrospectively registered at the Protocol Registration and Results System (Clinicaltrials.gov PRS) with the registration number NCT04694326.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastaneye Başvuran Malnutrisyonu Ve/veya Tekrarlayan Akciğer Enfeksiyonu Olan Çocuklarda Kistik Fibrozis Sıklığı Araştırılması
Yaşar Cesur, Murat Doğan, Sevil Arı Yuca, Erdal Peker, Mesut Okur, Sinan Akbayram, Şekibe Zehra Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hastaneye Başvuran Malnutrisyonu Ve/veya Tekrarlayan Akciğer Enfeksiyonu Olan Çocuklarda Kistik Fibrozis Sıklığı Araştırılması
The EveluatIon Of CystIc FIbrosIs Frequency In ChIldren WIth MalnutrItIon And/ Or Recurrent Pulmonary InfectIon
Kistik fibroz (KF), transmembran ileti regülasyonu genindeki mutasyon sonucu oluşur ve otozomal resesif kalıtım gösteren beyaz ırkın en sık rastlanan ölümcül hastalığıdır. Hastalığın sıklığı beyaz ırkta 1/2500-1/3500, Afrika kökenli Amerikalılarda 1/1700 civarındadır. KF’nin ülkemizdeki sıklığı ise bilinmemektedir. Bu çalışmada, hastaneye başvuran tekrarlayan akciğer enfeksiyonu ve/veya malnutisyonu olan çocuklarda Kistik fibrozis sıklığının bulunması amaçlanmıştır. Çalışmaya Şubat 2007 ile Ocak 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran tekrarlayan akciğer ve/ veya malnutrisyonu olan vakalar alındı. Vakalarda kistik fibrozis tanısı, kistik fibrozis kliniği ile uyumlu bulgulara sahip olma, diğer hastalıkların dışlanması ve ter testi pozitifliği esaslarına göre kondu. Çalışmaya 491 çocuk vaka alındı. Vakaların yaşları minimum 2, maksimum 216 ay olup ortalama 26,1±35.01 ay idi. Vakaların 335 (%68.3)’si erkek, 156 (%31.7)’ü kız idi. Çalışmaya alınan vakalar ter testi sonucuna göre değerlendirildiğinde pozitif ter testi vaka sayısı 35 (%7.1) idi. Tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan çocuklarda KF sıklığı %5.3, malnutrisyonu olanlarda %8.8, malnutrisyonu ve/ veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan çocuklarda ise %7.1 (%95 Confidence interval 3.9 -9.2) olarak bulundu. Bu çalışma ile biz hastaneye başvuran malnutrisyon ve/veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonu olan olgularda Kistik Fibrozis tanısının erken konulması ve geç komplikasyonlarının önlenmesi için mutlaka akılda tutulması gerektiğini vurgulamak istedik.
Cystic fibrosis (CF) which is occurred by mutations in the gene regulation of transmembrane message shows autosomal recessive inheritance. It is also the most common fatal diseases in white race. The frequency of disease is estimated as 1/2500-1/3500 in white race, 1/1700 in African Americans. But the frequency of CF is not known for our countries. In this study, the frequency of disease was tried to find in children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections who admitted to hospital. This prospective study was conducted between February 2007 and January 2010 and children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections were enrolled the study. The diagnosis CF was made by using positive sweat test and appropriate clinical findings and rule out of other diseases which also caused recurrent pulmonary infections or malnutrition. A total of 491 children were enrolled the study. The mean age of children was 26,1±35.01 months with the range of 2-216 months. Of all children, 335 (68.3%) were male and 156 (31.7%) were female. Positive sweat test was found in 35 (7.1 %) children. The frequency of CF was found to be 5.3 % in children with malnutrition and 8.8 % in children with recurrent pulmonary infections. Finally we emphasized one more times that CF should be keep in mind in children with malnutrition and/or recurrent pulmonary infections due to its early diagnosis and prevention of late complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beslenmenın Kanser Üzerıne Etkısı
Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Beslenmenın Kanser Üzerıne Etkısı
The NutrItIon And Cancer
Normal hücrede ortaya çıkan bir "mutasyon" sonucu geliştiği kabul edilen kanserin oluşumunda bir tek değil, değişik faktörlerin rol oynadığı bilinmektedir. Kanserin geliştiği doku veya organ için bu faktörler de farklılıklar göstermektedir. Oluşan bir kanserin etiyolojisinde etkili olan faktörlerin tespit edilmesi kompleks yaklaşım ve çalışmaları gerektirir. Ancak genel olarak kanserle ilgili faktörleri, kanser riskini artıranlar, kanser riskini azaltanlar ve kansere sebep olanlar şeklinde gruplandırmak mümkün olmaktadır. Diyet her üç grupla da ilişkisi bulunan bir "faktörler topluluğunu" oluşturur. Bu derleme çeşitli organ kanserleri üzerine diyetin etkisini araştırmak ve elde edilen bilgiler ışığında alınabilecek tedbirleri ortaya koymak amacıyla hazırlanmıştır.
It is known that different factors, not a single one, play a role in the formation of cancer, which is accepted to develop as a result of a "mutation" in a normal cell. These factors also differ for the tissue or organ in which the cancer develops. Determining the factors that affect the etiology of a cancer requires complex approaches and studies. However, in general, it is possible to group cancer-related factors as those that increase the risk of cancer, those that reduce the risk of cancer, and those that cause cancer. Diet constitutes a "community of factors" associated with all three groups. This review has been prepared to investigate the effect of diet on various organ cancers and to reveal the measures that can be taken in the light of the information obtained.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Günümüzde Rektum Kanserinde Radyoterapinin Yeri
Güler Yavaş, Çağdaş Yavaş
Derleme
Özeti
Günümüzde Rektum Kanserinde Radyoterapinin Yeri
Current Status Of RadIotherapy For Rectal Cancer
Kolorektal kanser günümüzde önemli bir sağlık problemi olmaya devam etmektedir. Cerrahi alandaki gelişmelere paralel olarak uygulanan adjuvan ve neoadjuvan tedavilerdeki ilerlemeler sayesinde lokal kontrol ve genel sağkalımda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu derlemenin temel amacı rektum kanseri tedavisinde günümüzde kaydedilen ilerlemeleri literatür bilgileri doğrultusunda tartışmaktır. Rektum kanserinde cerrahi vazgeçilmez bir tedavi seçeneğidir. Cerrahiye adjuvan (postoperatif) veya neoadjuvan (preoperatif) uygulanan (kemo) radyoterapi ile tedavi başarısı artmaktadır. Yapılan çalışmalar doğrultusunda preoperatif (kemo) radyoterapi lokal kontrol ve sfinkter korunması açısından daha üstündür. Ancak preoperatif kısa dönem radyoterapi ile uzun dönem kemoradyoterapinin etkinlik açısından farklılığını gösteren prospektif randomize bir çalışma yoktur. Günümüzde rektum kanserinde preoperatif (kemo) radyoterapinin genel sağkalım ve lokal kontrol açısından postoperatif tedaviye göre üstünlüğü ispatlanmıştır. Ancak preoperatif kısa dönem radyoterapi ile uzun dönem kemoradyoterapinin etkinliğini karşılaştıran yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
Colorectal cancer remains a significant health problem today. In parallel to the developments in the field of surgery, improvements in adjuvant and neoadjuvant treatment modalities lead to increase in both local control and overall survival times. The main purpose of this review is to discuss the current treatment options of rectal cancer with literature data. Surgery is an essential treatment option for rectal cancer. Treatment success for rectal cancer has been increasing by the help of neoadjuvant (preoperative) or adjuvant (postoperative) modalities. According to the recent studies, preoperative (chemo) radiation therapy is superior to postoperative treatment in terms of local control and sphincter preservation. However, there is not enough data regarding to the difference between the efficacy of shortterm preoperative radiotherapy and long-term chemoradiotherapy. Today, for the treatment of rectum cancer, preoperative (chemo) radiotherapy is superior to postoperative (chemo) radiotherapy in terms of overall survival and local control. However, new prospective randomized trials should be designed to compare the short term and long term preoperative (chemo) radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Görevli Hemşirelerin Aıds Konusundaki Bilgi Ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
Tahir Kemal Şahin, Fatih Kara, Onur Ural
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Görevli Hemşirelerin Aıds Konusundaki Bilgi Ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Aıds Knovvledge And AttItude Of Nurses VvorkIng In Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty HospItal
Bu çalışmada, hemşirelerin AIDS’in özellikleri, bulaşma ve korunma yolları konularındaki bilgi ve tutumlarının incelenmesi amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde görevli 236 hemşireye Mart 1999’da bir anket uygulanmıştır. Hemşirelerin yaş ortalamaları 24.3 ± 4 .3 bulunmuştur. Yaklaşık 1/3’ü AIDS konulu bir eğitim programına katıldığını belirtmiştir. % 52.1 ’i HIV (+)'liği ile AIDS hastalığı arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Kondomsuz cinsel temasla HIV geçişinin olabileceğini söyleyenlerin oranı % 89.0 iken, ora! seksle geçiş olabileceğini söyleyenlerin oranı % 56.8 olarak saptanmıştır. HIV (+) hastaya yaklaşımınız nasıl olur sorusuna % 54.2'si "Koruyucu önlemler alarak gerekeni yaparım" demiştir. Hemşirelerin % 6.8’i infekte bir enjektörün, iğne ucu enjektörden çıkartılmadan, kapak kapatılmadan atılması gerektiğini, % 68.6’sı infekte kesici aletlerin delinmeye dirençli kutulara atılması gerektiğini söylemiştir. % 82.6’sı kendilerini HIV infeksiyonu yönünden risk altında gördüğünü, % 20.3’ü de sağlık personelinin AIDS’ti bir hastaya tıbbi müdahale yapmayı kabul etmeme hakkı olması gerektiğini söylemiştir. Hemşirelerin bilgi puan ortalamalarının 66.7 ± 9 .7 olduğu, bilgi yetersizliğinin en çok korunma yolları konusunda olduğu bulunmuştur. Hastayla sürekli yakın temasta bulunan hemşirelerin AIDS hastalığının bulaşma ve korunma yolları konusunda yeterli, doğru ve güncel bilgiye sahip olabilmeleri için planlı ve sürekli eğitim almaları gerekmektedir.
İn this study, investigation of the knovvledge and attitudes of the nurses about the characteristics of AIDS, spreading ways and prevention was aimed. Totally 236 nurses vvorking in Selçuk University Medical Faculty Hospital were included in this study and vvere intervievved in March 1999. The mean age of the nurses was 24.3 ± 4.3. Nearly 1/3 of the nurses declared that they had participated some educative programs about AIDS previously. 52.1 % of the nurses claimed that there was no difference betvveen having HIV or AIDS disease. 89.0 % of the nurses said that HIV transmission is possible with sexual course vvithout using condom and 56.8 % said that HIV transmission is possible vvith oral sex. The question of "How do you act to an AIDS patient" was ansvvered as "I take preventive measures" by 54.2 % of the nurses. 6.8 % of the nurses said that injectors must be discarded vvithout removing its needle and vvithout closing its cover, 68.6 % said that infected incising tools must be put into resistant boxes. 82.6 % evaluated herself as under the risk of HIV, 20.3 % said that they must have right to refuse medical applications to an AIDS patient. The mean knovvledge score of the nurses vvas 66.7 ± 9.7. The majority of the knovvledge deficiency vvas about the vvays of AIDS prevention. The nurses are generally vvorking very close to the patients. So, they should be educated periodlcally about transmission and prevention of AIDS disease to get correct, adequate and updated knovvledge about it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Ayşenur Akın, Zafer Bağcı, Salih Güler, Derya Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Iron Intoxıcatıon CausIng Troponın ElevatIon: Fırst Case Reported From Our Country
Demir daha çok demir eksikliği anemisinde kullanılan bir ilaçtır. Demirin yüksek dozlarda kullanımı multisistemik bir etkiye neden olabilmektedir. İntoksikasyon gelişen olgularda semptomlar yutulan demirin miktarına bağlıdır. Minimum toksik doz ve ölümcül demir dozları kesin olarak bilinmemektedir. Ancak hayatı tehdit edebilecek düzeyde olan yan etkileri kalp ve karaciğer üzerinde görülmektedir. Bu makalede 16 yasında suisid amaçlı 720 mg; 12mg/kg/doz ‘unda demir preperatı alan bir olgu sunuldu. Herhangi bir şikâyeti olmayan ancak klinik açıdan takip edilen hastanın taburculuğu planlanırken yapılan kontrol kan tetkiklerinde troponin değerinde yükselme görülmesi üzerine takibine devam edildi. Fizik muayene, Elektrokardiyogram (EKG), Ekokardiyografi (EKO) bulgusu olmayan ve demir şelasyon endikasyonu bulunmayan ve takibinde troponin düzeyinde gerileme saptanan hasta önerilerle taburcu edildi. Nadir görülen bir durum olan kardiyak etkilenme olması ve ülkemizden bildirilen ilk vaka olması nedeniyle ilacın toksisite durumundaki etkileri literatür eşliğinde tartışıldı.
Iron is a medication that is used more in iron deficiency anemia. The use of iron in high doses can cause a multisystemic effect. The toxicity of iron depends upon the amount of elemental iron ingested. The minimum toxic dose and the lethal doses of iron are not firmly established. However, side effects that may be life-threatening are seen on the heart and liver. This paper presents a 16-year-old patient who used 720 mg; 12mg / kg / dose preparation of iron for suicide purposes. The control blood tests performed while planning the discharge of the patient, who had no complaints but were followed up clinically, continued to be followed up because of the increase in the value of troponin. The patient who has no record of physical examination, electrocardiogram (ECG), echocardiography (ECO) and indication for iron chelation and in whose troponin level a decrease was diagnosed in the monitoring was discharged with recommendations. Due to the rare occurrence of cardiac involvement and being the first case reported in our country, the effects of the drug on toxicity were discussed in the light of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
Levent Kart, Muhammed Emin Akkoyunlu, Yasemin Akkoyunlu, Murat Sezer, Hatice Kutbay Özçelik, Fatmanur Karaköse, Turan Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of End Stage PatIent In IntensIve Care UnIt
Mevcut teknolojik imkanlar ve bilimsel veriler çerçevesinde iyileşme umudunun kaybedildiği düşünülen hastalara uygulanan tıbbi müdahaleler, hastaya sağladığı yarar ve zarar açısından etik tartışmalara neden olmuştur. Özellikle yoğun bakım gibi ülkemiz için kısıtlı olan kaynaklar açısından değerlendirildiğinde durum yönetimsel bir boyut kazanmaktadır. Çalışmamızda üniversitemiz Göğüs hastalıkları bünyesinde bulunan dahili yoğun bakım ünitemizde takip edilen, tıbben iyileşme ümidi olmayan ve hastalığın son döneminde olduğuna karar verilen hastalar ve sonuçları değerlendirilmiştir. Retrospektif olarak 25 Ekim 2010 ile 30 Nisan 2010 tarihleri arasında yoğun bakım ünitemizde 24 saatten fazla yatmış olan toplam 163 hastanın terminal dönemde olan 17’si incelenmiştir. Hastaların 11’i onkoloji hastasıydı. Bunların 6’sında akciğer, 5’inde ise diğer organ kanserlerine bağlı tedaviye yanıtsız yaygın metastaz mevcuttu. Diğer hastalardan 3’ü miyokart enfarktüsü sonrasında ejeksiyon fraksiyonunun %15’in altında olmasına bağlı genel durum bozukluğu nedeni ile nakil şansı olmayan, 1’i ileri dönem solunum kaslarının da tutulduğu musküler distrofi, 1 olgu ileri solunum yetmezliğinde olan intersitisyel akciğer hastalığı, diğeri ise tedaviye yanıtsız çoklu komplikasyonları olan karaciğer sirozu hastaydı. Onbeş hasta yoğun bakımda yaşamını yitirirken sadece 2 hasta mekanik ventilatör desteğinde taburcu edildi. Hastaların yattığı dönem içinde yapılan tıbbi müdahale maliyeti 208.200,640 TL olarak saptandı. Hastalar toplam 233 yatak/gün boyunca yoğun bakımda takip edildi. Sonuç olarak yoğun bakımımızda terminal dönem hastalarına ayrılan yatak sayısı ve yatak başı maliyet oldukça yüksek olarak saptanmıştır. Gerekli kanuni düzenlemeler ile birlikte palyatif bakım üniteleri yada hospis sistemlerinin kurulması, gerek sınırlı olan kaynakların daha akılcı kullanımı, gerekse hasta ve hasta yakınlarının ve memnuniyeti için önemlidir.
Medical interventions to the patients from whom healing expectations (with the current technological and scientific data) were considered to be lost are being ethically discussed about the benefit and loss to the patient. When it is about the limited sources of the country, particularly like the intensive care units, it becomes an administrative issue. In this study we evaluated the patients in the terminal phase of their diseases with no expectancy of healing, hospitalized in the medical intensive care unit (ICU)of our university hospital. Thirteen terminal phase patients out of 73 patients hospitalized between 25 October 2010 and 30 April 2011 were evaluated retrospectively in ICU. Eleven of the patients had oncological disease (6 lung cancers and 5 other organ cancers). These patients had widespread metastases not responding to therapy. Tree of the other patients had ejection fraction lower than 15% following myocardial infarction with no chance for transplantation due to low health status, one had advanced respiratory muscle involvement due to muscular dystrophy, the another had intersitisyel lung diseases with severe respiratory failure, the other had liver cirrhosis with multiple complications. Fifteen patients died in the intensive care unit, whereas two patient was discharged with home mechanical ventilator support. Medical cost of the patients was 208.200,640/TL. They were hospitalized for 233 bed/days. The number of beds occupied by these terminal phase patients in this period were considered to be high. Foundation of palliative care units or hospice service with necessary law evaluations, is very useful and important not only for optimal use of limited financial sources but also for comfort of patient and relatives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kadın Üreme Sisteminin Tamamına Metastaz Yapan Alveolar Lobüler Meme Kanseri Vaka Sunumu
Sıtkı Özbilgeç, Emine Türen Demir, Pembe Oltulu, Mustafa Korkmaz, Mehmet Artaç, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Kadın Üreme Sisteminin Tamamına Metastaz Yapan Alveolar Lobüler Meme Kanseri Vaka Sunumu
A Case Report Of Alveolar Lobular Breast Cancer MetastasIzed To The Whole Female ReproductIve System
Lobüler meme kanserinin üreme organlarına metastazı oldukça nadir görülen bir durumdur. Meme kanseri cerrahisi sonrası tamoksifen ve kemoterapi alan hastaların iç genital organ metastazlarının takibi klinik öneme sahiptir. Burada hastanemize başvuran ve tedavi gören böyle bir hastayı tanıtıyoruz
Metastasis of lobular breast cancer to the reproductive organs is an extremely rare condition. The followup of internal genital metastases for patients who received tamoxifen and chemotherapy after breast cancer surgery has important clinical significance. Here, we introduce such a patient who applied to our hospital and received treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
Ruhuşen Kutlu, Selma Çivi, Melih Cem Börüban, Ayşe Demir
Araştırma makalesi
Özeti
Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
DepressIon And The Factors AffectIng The QualIty Of LIfe In Cancer PatIents
Bu tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, kanserli hastalarda depresyon ve yaşam kalitelerini değerlendirmek amacı ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilimdalında 1-30 Mart 2008 tarihlerinde tedavi gören 102 kanserli hasta oluşturmuştur. Yaşam kalitesini ölçmek için WHOQOL-Brief kullanılmıştır. Depresyon durumu Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile değerlendirilmiştir. Hastaların %57.8’i erkek (n=59), %42.2’si kadın (n=43), yaş ortalamaları 49.7±15.2 idi. Hastaların BDÖ ortalaması 12.4±9.9 (min=0, max=48) olarak tespit edildi. BDÖ’ ne göre sırasıyla %47.1’i (n=48) normal, %21.6’sı (n=22) hafif, %18.6’sı (n=19) orta, %12.7’si (n=13) şiddetli derecede depresyonda idi. Kanserli hastaların cinsiyeti, mesleği, eğitimi ve medeni durumu depresyonu etkilememişti (p>0.05). Yaşam kalitesi skorları ile depresyon durumu karşılaştırıldığında genel sağlık ve yaşamdan memnuniyet (p=0.000), genel sağlık ve yaşam kalitesi (p=0.000), fiziksel sağlık (p=0.011), sosyal ilişkiler (p=0.000), psikolojik sağlık (p=0.000) ve çevre alanı (p=0.000) depresyon olmayanlarda depresyon olanlara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek idi. Kanser hastalarının yaşam kalitelerinin ölçülmesi hem hastalığı daha iyi tanımamıza yardım edecek, hem de tedavi yanıtlarının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon major sorunlar olup, bunların üstesinden gelmek için bu problemleri anlamak gerekir ve psikolojik yardım esastır.
This descriptive and cross sectional study was conducted to assess the depression and the quality of life (QoL) in cancer patient. The sample of the study consisted of 102 the patients with cancer, treated at Medical Oncology Department of, between 1-30 March 2008. WHOQOL –Brief was used to evaluate the patients’ quality of life. Depression status was evaluated with Beck Depression Inventory (BDI). Of the interviewees, 57.8% were male (n=59), 42.2% were female (n=43), and the mean age was 49.7± 15.2. The mean value of Beck depresyon was found as 12.4±9.9 (min=0, max=48). According to the BDI, 47.1% (n=48) were normal, 21.6% (n=22) mild, 18.6% (n=19) moderate and 12.7% (n=13) were severely depressed respectively. The gender, occupation, education and marital status of the people with cancer had not effected the depression (p>0.05). When we compared the QoL scores and depression status, there was a significant difference in perception of overall health and the satisfaction from life (p=0.000), general health and quality of life (p=0.000), physical health (p=0.011), social relationships (p=0.000), psychological health (p=0.001)) and environmental (p=0.000) between the depressive people and non-depressive ones statistically. Assessing quality of life in cancer patient will provide better understanding of the disease and will improve the evaluation of the therapy response. Anxiety and depression are the major concerns in cancer patient and it is necessary to understand these problems in order to cope with them, and psychological aid is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnferior Oblik Hiperfonksiyonunda Binoküler Görme
Ümit Kamış, Birsen Gökyiğit, Ömer Faruk Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
İnferior Oblik Hiperfonksiyonunda Binoküler Görme
BInocular VIsIon In InferIor OblIque HyperfunctIon
Amaç: İnferior oblik hiperfonksiyonu olan hastalarda ambliyopi ve binokülarite sıklığının hiperfonksiyonunun si metrik veya asimetrik olmasına göre araştırılması. Gereç ve Yöntem : İstanbul Beyoğlu Hastanesi Göz Kliniği Şaşılık Biriminde muayene edilen heterotropyalı 93 hastada İnferior oblik hiperfonksiyonu (İOHF) olduğu görüldü. Her iki gözdeki İOHF'nu eşit olan 32 hasta "simetrik" olarak, değişik olan 61 hasta "asimetrik" olarak gruplandırıldı. Hastaların ambliyopi ve binokülariteleri retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Simetrik grupta ambliyopi % 21.37, asimetrik grupta % 55.73 olarak bulundu. Güvenilir bir füzyon muayenesi uygulanan 69 hastadan simetrik grupta füzyon % 74.07, asimetrik grupta % 35.71 olarak kaydedildi. İki grup arasında fark istatistik olarak anlamlı bu lundu (px0.05). Sonuç: Asimetrik inferior oblik hiperfonksiyonu olan hastalarda ambliyopi oluşması ve binoküler görmenin gelişmemesi riski açısından dikkatli takip gerekmektedir.
Purpose: Investigation of frequency of amblyopia and binocularity in patients with symmetric or asymmetric in ferior oblique hyperfunction. Material and methods : This study includes 93 patients with heterotropia which were found to have inferior oblique hyperfunction (IOH) upon examination in İstanbul beyoğlu Hospital Eye Clinic Strabismus Department. 32 patients who had equal İOHF in both eyes were grouped as "symmetric" and 61 pa tients who had unequal İOHF as "asymmetric". Findings: İn the group with symmetric İOHF, amlyopia was found in 21.37 % of cases and in asymmetric group 55.73 %. İn 69 patients who had reliable fusion examination, bet- ween the fusion was recorded in 74.07 %in the symmetric group and 35.71 % in the asymmetric group. There was a significant difference two groups (p < 0.05). Results: Because of the risk of developing amblyopia and in- hibition of binocular Vision we, one should follow patients with asymmetric İOHF very carefully.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
Çağatay Han Ülkü, Ziya Cenik, Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
The Value Of The Computed Tomography In EvaluatIng The LocalIzatIon Of LarIngeal CarcInomas
Bu çalışmada kliniğimizde Kasım 1994-Haziran 7996 tarihleri arasında larenks karsinomu tanısı almış 30 yaka preoperafif dönemde çekilen bilgisayarlı tomografi, larengoskobik muayene ve makroskobik piyes bulgulari ile karşılastınIch. Larengoskopi sadece mukozal yüzeyi ve kord vokal hareketlerini değerlendirebilmektedir. Kord ha-reketlerinde sinirlilik derin invazyon şeklinde yorumianabilmekte, ancak tümörün gerçek boyutlannın ve sınırlarının belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.Konvansiyonel radyolojik tetkikler de larengoskopiye ilave bilgi ver-memektedir. BT, klinisyenin cerrahi tedavi yönetrnini belirleyecek olan tümörün gerçek anatomik lokalizasyanu ve derin yayılımını tespitte karşılaştığı bu belirsizliğin çözümüne önemli katkılar sağlamaktadırLarengoskopi ve kon-vansiyonel radyolojik tekniklerle değerlendirilemeyen preepiglottik aralık, paraglottik aralık, subglottik alan, kitle sebebiyle değerlendirilemeyen larenksin alt bölümleri ve kartilaj tutulumunu belirlemede bilgisayarlı tomografinin etkin bir tanı yöntemi olduğunu tesbit ettik.Ancak kartilaj tutulumunda irregüler kalsifikasyon ve mikroinvazyonlar sebebiyle yanlış değerlendirmeler olabileceğini belirledik. Küçük mukozal lezyonların değerlendirilmesinde de Binin yalancı (-) sonuç verebileceğini ve bu lezyonları belirlenmesinde larengoskopinin daha duyarlı olduğunu tesbit ettik. Konservatif cerrahi yönteminin belirlenmesinde BT, klinisyene tümörün deri yayılımı hakkında çok önemli bilgiler vermekte ve larengoskopiyi tamamlayıcı rol oynamaktadır.
In this study, thirty cases af laringeal carcinoma which diagnosed in our clinic between November-1994 June-1996 are compared by preoperative CT, laryngoscopy and postoperative speciemen findings. By laryngoscopy one could evaluate the status the mucosal lining and vocale cord motility. Lımitations of the cord vocale motility is attributed to deep invasion of the tumour but, the exact dimensions of the tumour could not be estimated. The conventional radiologic examination methods da not add any useful knowledge to the laryngoscopy. The com-puted tomograpic examination is useful to determine the precise anatomic localization and spread of the tumour which is very useful ta surgeon to choose the surgical treatment method. We concluded that CT is valuable di-agnostic method in evaluating the preepiglottic area, paraglottic area, subglottic area and the inferior areas of the larynx which is obstructed by the large laryngeal masses and the cartilage invasion which could not be evaluated by laryngoscopy and other conventional radiological methods. Also we concluded that there may be wrong de-cisions about the cartilage invasion due to the irreguler calcifications and microinvasions by CT examination. In the evaluation of the small mucosal lesions CT could yield false negative results and these lesions could be more accurately determined by laryngoscopy. CT evaluation of the laryngeal carcinoma patient prior to surgical in-tervantion is an additional diagnostic tool to the laryngoscopy and very useful for the determination of the best conservative surgical method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserlerınde Cerrahi Tedavı
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Bedri Özer, Ersin Bulun
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserlerınde Cerrahi Tedavı
Surgıcal Treatment In Larynx Cancers
Larenks kanseri nedeniyle klinigimizde 1983-1993 yillari arasinda cerrahi tedavi uygulanan 110 hasta degerlendirildi. Tedavi sonuçları literatürle karşılaştırıldı.
110 patients were treated with surgery for lary-ngeal cencer between 1983-1993. Results were com-pared with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
Kemal Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
A New And Sımple Test For Dıfferentıatıon Of Some Serıous Dıseases
Son 20 yılda tüberkülozun serolojik teşhisi üzerinde çalışırken, bir kişide tüberküloz, kanser, lösemi ve lenfoma dahil olmak üzere ciddi bulaşıcı ve süpüratif hastalıklardan herhangi birine sahip olup olmadığını bir dakika içinde gösterebilen çok basit bir test geliştirdim. Bu test temel olarak, yüzgeçten elde edilen bir damla kanın bir lam üzerine yerleştirilmesi, içine iki farklı çözeltinin her birinin bir damlasının eklenmesi ve karışımda küçük kırmızı bir reçetenin olup olmadığının gözlemlenmesinden oluşur.
While working on the serological diagnosis of tuberculosis over the last 20 years I developed a very simple test that can show in one minute whether a person has any of the serious infectious and suppurative dis-eases including tuberculosis, cancer, leukemia and lymphoma or not. This test basically consists of placing a drop of blood obtained from the fin-gertip on a slide, adding a drop of each of two different solutions into it and observing whether a small red presipitations occur in the mixture or not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Sami Ceran, Mustafa Çalık, Şebnem Yosunkaya
Olgu sunumu
Özeti
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MedIastInoscopy Cases Tor Three Years ExperIence
Giderek yaygınlaşan mediastinoskopi akciğer kanserinin evrelenderilmesinde, mediastenin primer ve sekonder patolojilerin tanısında invaziv girişimlerden biri Haline gelmiştir. Preoperatif evrelemede duyarlılığının % 75 ‘ten fazla , tanıya ulaşma oranının % 90’ın üzerinde olduğu bildirilmektedir.Bu araştırmada Ocak 1999 ve Aralık 2002 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi kliniğinde yatan toplam 24 olgunun hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Vakalarımızın 17’si ( % 70) erkek, 7’si (% 30) kadındı. Yaşlan 24 ile 77 arasında olup ortalama yaş 57, operasyon süreleri 30- 60 dakika idi. Evrelendirme amacıyla medi astinoskopi yapılan 8 akciğer Ca dan üçünde N2 ve N3 hastalık tespit edilmesi üzerine inoperabıl kabul edil di. Tanı amacıyla mediastinoskopi yapılan 16 vakadan 5’inde ( % 32) sarkoidoz , 4’ünde ( % 25) küçük hücre dışı akciğer Ca , 4 ‘ünde ( % 25) tüberküloz, 1 'inde ( %6) lenfoma ve 2 vakada ( %12) akciğer fibrozisi ve reaktif lenf nodu tespit edildi. Hiçbir vakamızda morbidite ve mortalite ile karşılaşılmadı. Mediastinoskopinin mediastinal hastalıkların tanısında ve akciğer kanserlerinin evrelemesinde etkili ve güvenli bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.
Mediastinoscopy is a widely used technique in the diagnosis of staging of lung cancer and primary and secondary mediastinal disease. İt was reported that mediastinoscopy was greater than sensitivity of %75 and specificity of % 90. We retrospectively revievved 24 mediastinoscopy performed in our clinic betvveen January 1999 and December 2002. There were 17 men and 7 women aged from 24 to 77 (mean age 57 years ) and the duration of operation was 30- 60 minutes. Eight patients had mediastinoscopy for the staging of lung cancer and sixteen patients for diagnosis of mediastinal mass. İn 3 of 8 patients N2 and N3 disease was identified. İt was suggested that these patients were inoperable. İn six- teen patients with mediastinal disease, sarcoidosis was diagnosed in 5 patients, non small celi lung cancer in 4 patients, tuberculosis in 4 patients, lymphoma in one patient, lung fibrosis and reactive lymph nodes in two patients. There were no complications and mortality in our cases. We conclude that mediastinoscopy is highly effective and safe procedure in the diagnosis of mediastinal diseases and staging of the lung cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ginkgo Biloba Ekstresinin (egb-761) İzole İnsan Umbilikal Arteri Kasılma Yanıtları Üzerine Vasküler Etkileri
Çiğdem Gökbaş, İpek Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Ginkgo Biloba Ekstresinin (egb-761) İzole İnsan Umbilikal Arteri Kasılma Yanıtları Üzerine Vasküler Etkileri
Vascular Effects Of GInkgo BIloba Extract (egb-761) On Isolated Human UmbIlIcal Artery ContractIon Responses
Amaç: Ginkgo biloba, geleneksel Çin tıbbında astım, öksürük ve enürezis gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Standardize Ginkgo biloba ekstresi, EGb-761, hayvan çalışmalarında vazodilatasyona neden olan flavonoidler ve terpenoidler içerir. EGb-761'in insandaki umbilikal dolaşım üzerindeki etkileri hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bu in vitro çalışma, EGb-761'in izole insan umbilikal arter üzerindeki vasküler etkilerini ve bu etkilerde nitrik oksit (NO) ve prostaglandinlerin rolünü değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Gereçler ve Yöntem: İzole edilmiş insan umbilikal arter şeritleri, Krebs-Henseleit solüsyonu içeren organ banyolarında asılarak, sürekli olarak %95 O2-%5 CO2 ile gazlandırıldı. Dinlenme süresinden sonra uygulanan ajanların oluşturduğu izometrik vazoaktif değişiklikler kaydedildi. Farklı doku gruplarında (n=9) şu deneysel prosedürler yapıldı; 1) Kümülatif uygulanan EGb-761'in (50-500 µg/ml) umbilikal arter şeritlerinin bazal tonusu üzerindeki etkisi. 2) Kümülatif EGb-761'in 10-6 M 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. 3) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi 4) Kümülatif EGb-761'in indometazin ile inkübasyon sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi ve 5) Kümülatif EGb-761'in L-NAME ve indometazin ile inkübasyonu sonrası 5-HT ile arter şeritlerinde oluşturulan kasılma yanıtı üzerindeki gevşetici etkisi. Verilerin istatistiksel analizinde karma etki modelleri kullanıldı. p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Kümülatif EGb-761 uygulaması (50-500 µg/ml) arter şeritlerinin bazal tonunu değiştirmedi (p>0.05). Kümülatif EGb-761 (50-500 µg/ml), 5-HT kaynaklı kasılma cevaplarında konsantrasyona bağlı gevşeme oluşturdu (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in (50-500 µg/ml) tüm konsantrasyonlarında 5-HT kasılmaları üzerinde oluşturduğu gevşeme yanıtlarını önemli ölçüde azalttı (p<0.05). L-NAME, EGb-761'in düşük konsantrasyonlarında (50-100 µg/ml) oluşturduğu gevşeme yanıtlarını ise tamamen inhibe etti. İndometazin ise bu yanıtları daha yüksek EGb-761 konsantrasyonlarında (200-500 µg/ml) anlamlı şekilde inhibe etti (p<0.05). L-NAME + indometazin, tüm EGb-761 konsantrasyonlarının (50-500 µg/ml) oluşturduğu yanıtlarda anlamlı şekilde inhibisyona neden oldu (p<0.05). Dahası, L-NAME ve indometazinin birlikte uygulanması, bu gevşeme yanıtlarında belirli EGb-761 konsantrasyonlarında tek başına L-NAME ve indometazinden daha güçlü bir inhibisyon ile sonuçlandı.
Sonuç: EGb-761, insan umbilikal arterinin bazal tonusunu etkilememektedir. EGb-761’in 5-HT ile önceden kasılma oluşturulan insan umbilikal arter şeritlerine kümülatif olarak uygulanması anlamlı şekilde konsantrasyona bağlı gevşeme yanıtı oluşturmaktadır. NO ve prostaglandinler, bu vazodilatasyon mekanizmasında EGb-761 konsantrasyonuna bağlı olarak değişen potansiyelde katkıda bulunmaktadır. Ayrıca prostaglandinler bu yanıtlarda NO ile sinerjik etki yaratmaktadır.
Aim: Ginkgo biloba is used in traditional Chinese medicine for the treatment of various illnesses, including asthma, cough, and enuresis. Standardized Ginkgo biloba extract, EGb-761 contains flavonoids and terpenoids, which induce vasorelaxation in animal vessels. Little information is present on the effects of EGb–761 on human umbilical circulation. This in vitro study assesses the vascular effects of EGb-761 on the isolated human umbilical artery and the role of nitric oxide (NO) and prostaglandins in these effects.
Materials and methods: Isolated human umbilical artery strips were suspended in organ baths containing Krebs-Henseleit solution, continuously gassed with 95% O2-5% CO2. After a resting period, the isometric vasoactive changes to the applied agents were recorded. The following experimental procedures were conducted in different groups of strips (n=9); 1) Effect of cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) on the basal tonus of the artery strips. 2) The relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 10-6 M 5-HT. 3) Effect of L-NAME incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. 4) Effect of indomethacin incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. 5) Combined effect of L-NAME and indomethacin incubation on the relaxant effect of cumulative EGb-761 on contraction elicited by 5-HT. Mixed effect models were used for Statistical analysis of the data. p<0.05 was considered significant.
Results:
The application of cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) did not alter the basal tone of the artery strips (p>0.05). Cumulative EGb-761 (50-500 µg/ml) generated concentration-dependent relaxation in 5-HT induced contraction (p<0.05). L-NAME significantly reduced the relaxation responses at all concentrations of EGb-761 (50-500 µg/ml) on 5-HT induced contractions (p<0.05). L-NAME completely inhibited relaxation responses of low concentrations (50-100 µg/ml) of EGb-76. Indomethacin significantly inhibited these responses at higher concentrations of EGb-761 (200-500 µg/ml) (p<0.05). L-NAME + indomethacin resulted in significant inhibition of relaxation responses with all concentrations of EGb-761 (50-500 µg/ml) (p<0.05). In addition, the co-administration of L-NAME and indomethacin resulted in a stronger inhibition in these relaxation responses at certain concentrations of EGb-761 than L-NAME and indomethacin alone.
Conclusions: EGb-761 does not affect the basal tone of the human umbilical artery. Cumulative application of EGb-761 in human umbilical artery strips precontracted with 5-HT generates significant concentration-dependent relaxation. NO and prostaglandins are involved in the mechanism of vasodilatation with varying potentials depending on the EGb-761 concentration. Prostaglandins also create synergy with NO in these responses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Depresyonun, Annelerin Bebeklerini
emzirme Süreleri Ve Bebek Büyümesi Üzerine Etkisi
Hatice Dönmez, Ayşegül Bükülmez
Araştırma makalesi
Özeti
Postpartum Depresyonun, Annelerin Bebeklerini
emzirme Süreleri Ve Bebek Büyümesi Üzerine Etkisi
Effect Of Postpartum DepressIon On Breast-FeedIng DuratIon Of
ınfants And Infant Growth
Postpartum depresyon annelerde sık görülmekte olup annebebek
ilişkisini ve bakımını etkilemektedir. Bu araştırma, postpartum
depresyon (PPD) açısından risk altında olan ve olmayan annelerin
bebeklerini emzirme süresi ve PPD’nin bebek büyümesi üzerine olan
etkisini belirlemek amacıyla, tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Örneklemi
olasılıksız yöntemle seçilen ve çalışmaya katılmayı kabul eden 131
anne ve bebeği oluşturmuştur. Annelerde PPD risk oranı %22.9
olarak (EPDS puanı ≥13 olanlar, n: 30) bulunmuştur. PPD açısından
risk altında olan annelerin bebeklerini emzirme süreleri risk altında
olmayan annelere (n: 101) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde
daha kısa süreli olduğu bulunmuştur (p< 0.05). Riskli anne bebeklerinin
riskli olmayan gruba göre kilolarının 3. ayda anlamlı düzeyde daha
düşük, tartı alım farkının ise 2. ve 3. ayda anlamlı düzeyde daha az
olduğu belirlenmiştir (p< 0.05). İki grubun bebeklerinin boy ve baş
çevresi ölçüm değerleri arasında anlamlı düzeyde fark bulunmamıştır
(p> 0.05). PPD açısından risk altında olan annelerin, bebeklerini
anne sütüyle besleme sürelerinin daha kısa olduğu ve bebeklerin kilo
alımlarının düşük düzeyde bulunmuştur.
Postpartum depression is commonly seen in mothers and affects
mother-infant relationship and care. This study was conducted as
descriptive with aim of determining the effect of PPD on breast-feeding
duration of mothers who are and are not under risk of postpartum
depression (PPD) and on infant growth. The sample consisted of 131
mothers and infants selected with nonprobability method and agreed
to attend. PPD risk ratio of mothers was found as 22,9% (those with
EPDS points ≥13, n: 30). It was found that breast-feeding duration of
the mothers under risk in terms of PPD was statistically significantly
shorter with respect to the mother who were not under risk (n:101)
(p < 0.05). It was determined that weights of risky mothers’ infants
were significantly lower in 3rd month compared to non-risky group
and weight gain differences were significantly lower in 2nd and 3rd
months (p < 0.05). No statistical difference was found between height
and head circumference measurement values of infants of both
groups (p > 0.05). It was found that the mothers under risk of PPD
has shorter breast-feeding duration for the infants and weight gains
of the infants were lower.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gazı Cıddı Hastalıkların Ayırımında Yeni Ve Basit Bir Test
Kemal Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Gazı Cıddı Hastalıkların Ayırımında Yeni Ve Basit Bir Test
A New And Sımple Test For Dıscrımınatıng Gas Serıous Dıseases
Tüberkülozun serolojik tanısı üzerinde 20 seneye yakın bir süredir sürdürdüğüm çalışmaları yaparken bir şahısta tüberküloz dahil ciddi enfeksiyöz ve iltihabi hastalıkların, kanser,. lösemi ve lenfomanın olup olmadığını bir dakikada ayırabilen çok basit bir test geliştirdim. Testin esası parmak ucundan alınan bir damla kanın bir lam üzerine konması ve bunun üzerine iki ayrı solüsyondan birer damla damlatılması ve sonra karışımda küçük kırmızı presipitasyonların meydana gelip gelmediğini araştırmaktan ibarettir.
While I have been working on the serological diagnosis of tuberculosis for nearly 20 years, serious infectious and inflammatory diseases including tuberculosis, cancer, in a person. I have developed a very simple test that can distinguish between leukemia and lymphoma in one minute. The essence of the test consists of placing a drop of blood taken from the fingertip on a slide and dropping a drop of two separate solutions on it, and then investigating whether small red precipitations occur in the mixture.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
Oktay Sarı, Buğra Kaya, Faruk Aksoy, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
A Case Of DIfferantIated ThyroId CarcInoma Not Detected WIth RadIoIodIne Scan, But Detectable WIth Pet/ct
Yüksek tiroglobülin (Tg) düzeyi olan, ancak tüm vücut taramada fizyolojik radyoiyot tutulumu izlenen, FDG PET/BT ile lenf nodu metastazı saptanan tiroidektomili bir olguya yaklaşımı sunmayı amaçladık. Altı yıl önce tiroid kanseri nedeniyle total tiroidektomi yapılıp radyoiyot tedavisi alan, ancak uzun süredir takip edilmeyen 31 yaşındaki kadın hastanın Tg değerinin yüksek olması, ancak tüm vücut radyoiyot taramasının negatif olması nedeniyle PET/BT yapıldı. Boyunda artmış metabolik aktivite gösteren lenf nodlarının tespit edilmesi üzerine minimal invaziv cerrahi ile lenf nodları eksize edildi. Patoloji sonucunun papiller karsinom metastazı gelmesi üzerine radyoaktif iyot tedavisi de uygulandı. Tg’in yüksek olduğu, buna rağmen radyoiyot taramanın negatif olduğu diferansiye tiroid karsinomlu olgularda PET/BT tanıya katkı sağlayabilir.
We aimed to propose a management in a patient with thyroidectomized and high thyroglobulin (Tg) level, but negative radioiodine scan, whose lymph nodes detected with PET/CT. PET/CT was done to a patient, 31 years-old, with thyroidectomized and given radioiodine treatment, but not followed for a long time, for high Tg level and negative radioiodine scan. Metabolically active lymph nodes were detected in the cervical region. So, lymph nodes were excised with minimally invasive surgery. Radioiodine treatment was done because of papillary carcinoma metastasis. PET/CT may contribute to diagnosis in cases of high Tg levels, but negative radioiodine treatment in differentiated thyroid carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş, Gupse Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Results Of Our EndometrIal SamplIngs: AnalysIs Of 400 Cases
Bu çalışmanın amacı Endometrial örnekleme yapılan olgularda, endikasyonlar ile histopatolojik sonuçlar arasındaki ilişkinin araştırılması. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne 2011 yılı içerisinde başvuran ve endometrial örnekleme yapılan 400 olgu alındı. Veriler hasta dosyalarından ve patoloji arşivinden elde edildi. Endometrial örnekleme endikasyonları, menometroraji, postmenopozal kanama, histerektomi öncesi myoma uteri ve servikal polip olarak gruplandırıldı. Sonuçlar SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Olguların yaş ortalaması 46.4 ± 8.3 yaş idi. Endometrial örnekleme endikasyonları sırasıyla menometroraji (%62.3), postmenopozal kanama (%22), histerektomi öncesi myoma uteri (%9.5) ve servikal polip (%6.2) idi. Menometroraji grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 139 (%55.8), endometrial hiperplazi 23 (%9.2) ve endometrial adenokarsinom 1 olguda (%0.4) saptandı. Bununla birlikte, postmenopozal kanama grubunda atrofik endometrium 48 (%54.5) ve adeno karsinom 6 olguda (%6.8) saptandı. Histerektomi öncesi myoma uteri grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 27 olguda (%71) saptanırken adenokarsinom hiçbir olguda saptanmadı. Servikal polip grubunda ise endometrial polip 10 olguda (%40) saptandı. Endometrial örneklemenin, postmenopozal kanama ve servikal polip saptanan olgularda yapılmasının, ancak menometroraji ve histerektomi öncesi myoma uteri olgularında daha seçici davranılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir
Aim of the recent study is to evaluate the relationship between endometrial sampling indications and histopathological results. Four hundred women who applied to Izmit Maternity and Child Health Hospital, and had endometrial sampling in 2011 were included in this retrospective study. Data was retrieved from patient’s files and pathology archives. Patients were grouped as menometrorrhagia, postmenopausal bleeding, pre-hysterectomy for myoma uteri and cervical polyp. Data was analyzed with a statistical processing program (SPSS). The mean age was 46.4±8.3 years. Indications of endometrial sampling were menometrorrhagia (62.3%), postmenopausal bleeding (22 %), pre-hysterectomy for myoma uteri (9.5%) and cervical polyp (6.2%), respectively. Of all the cases, 139 (55.8%) had menometrorrhagia with proliferative/secretory endometrium, 23 (9.2%) had endometrial hyperplasia and 1 (0.4%) had endometrial cancer for diagnosis. However, in postmenopausal bleeding group, 48 (54.5%) had atrophic endometrium, and 6 cases (6.8%) were diagnosed for endometrial adenocarcinoma. In prehsyterectomy for myoma uteri, 27 (71%) had proliferative/secretory endometrium, and no adenocancer was diagnosed. In cervical polyp group, 10 cases (40%) had endometrial polyps for diagnosis. General speaking, endometrial sampling should be applied in cases with postmenopausal bleeding and cervical polyps, but a more selective treat should be conducted in cases with menometrorrhagia and prehysterectomy for myoma uteri
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lynch Sendromu
Mustafa Şahin, Faruk Aksoy, Ömer Karahan, Hüsnü Alptekin
Olgu sunumu
Özeti
Lynch Sendromu
Lynch Syndrome
Kolon kanserlerinin etiyolojik faktörleri ile ilgili çalışmalar uzun süredir devam etmektedir. Genetik faktörlerin etkili olduğu iki klinik tablo tanımlanmıştır. Bunlar familyal adenomatöz polipoid sendrom ve Lynch sendromudur. Oto- zomal dominant geçiş gösteren Lynch sendromu yüksek penetransa sahiptir ve kolon kanserlerinin küçük bir gru bunu oluşturmaktadır. Birinci derece akrabalarından 4 kişide kolon kanseri bulunan ve kendisi de kolon kanseri nedeniyle öpere edilen bir Lynch sendromu vakası literatür eşliğinde sunuldu.
Studies related to the etiological factors of colon cancers have been carried on for a long time. Two syndrome af- fected by genetic factors have been defined; these are familial adenomatozis polypoid syndrome and Lynch syndrome. Lynch syndrome transmissed autosomal dominantly and had a high penetrans is a small group of colon cancers. A case operated for colon cancer, and there are 4 cases bearing colon cancer in her family is pre- sented as a Lynch syndrome, and the related literatüre are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solid Kitle Tanısında Ultrasonografi Ve Renkli Doppler Ultrasonografinin Mammografiye Katkısı
Mehmet Kılınç, Demet Kıreşi, Kemal Ödev, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Solid Kitle Tanısında Ultrasonografi Ve Renkli Doppler Ultrasonografinin Mammografiye Katkısı
The Gray Scale Ultrasonography And Color Doppler Sonography In DIagnosIs Of Breast Masses Help To Mammography
Amaç: Mammografide saptanan kitlelerin ayırıcı tanısında gri skala ultrasonografi ve renkli Doppler ultrasonografinin tanıya katkılarını araştırmak. Gereç ve Yöntem: Mammografi ve sonografide kitle bulunan 68 olgu çalışmaya alındı. Lezyonların 31 ’i benign, 8’i enflamatuvar ve 29’u malign olan olguların tümü kadın olup yaşları 25 ile 85 (ort:44,0) arasında değişmekte idi. Renkli Doppler ultrasonografide vasküleritenin ”varlığı"-"yokluğu", kanlanmanın "santral” veya "periferik” olduğu incelendi. Bulgular: Mammografide malign lezyonların %48’inde düzensiz spiküler kenar özelliği, %17’sinde mikrokalsifikasyon saptandı. Sonografide malign lezyonlarda transvers uzunluk/sagittal uzunluk oranı bire yakın iken benignlerde bu oranın büyüdüğü görüldü. Renkli Doppler ultrasonografide malignlerin % 75’i, enflamatuvar lezyonların % 100’ü kanlanırken benignlerin % 11'inde kanlanma bulundu. Malignlerde periferik kanlanma daha sıktı. Sonuç: Mammografi memedeki kitle lezyonlarının tanısında ilk tercihtir. Gri skala ultrasonografi tecrübeli ellerde etkili bir tanı yöntemidir. Mammografi ve gri skala ultrasonografide solid kitle saptanandığında doğru tanı yüzdeleri renkli Doppler ultrasonografi ile artabilir.
Purpose: The role of gray-scale ultrasonography and color Doppler ultrasonography in the differential diagnosis of breast masses detected on mammography. Materials and Methods: Sixty-eight patients were included with breast masses in mammographic and sonographic examinations. The average age of presentation was 44,0 years. On color Doppler sonogram, vascularity of the lesions, the vascular patterns such as Central, peripheral were also evaluated. Results: There were 31 bening, 8 enflamatory and 29 malignant masses. By mammographic examination 48% of malignant lesions determined irregular spicular contour, 17% determined microcalcification. 75% of malign lesions and 100% of infection lesions shovved vascular flow in color Doppler imaging. 11% of benign lesions only shovved vascular flovv. Conlusion: Mammography is the primary method in the diagnosis of breast masses. Gray scale ultrasonography is a effectual method, particulary by experienced physician. The best use of color Doppler imaging as the combination with conventional sonography and mammography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
Mustafa Kursat Evrenos, Mehmet Emin Mavili
Araştırma makalesi
Özeti
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of CrItIcal SIze Defect WIth TItanIum Mesh In DevelopIng RabbIt CalvarIum
\r\n Amaç: Gelişen kalvaryum defekt rekonstrüksiyonu hala zorlu bir prosedürdür. Kullanılan materyaller sağlamlık ve koruma sağlamalı; hafif, kimyasal olarak inert, kanserojen olmayan, estetik sonucu arttırmak için kolay şekillenebilir olmalı, manyetik rezonans görüntülemeye izin vermek için demir içermemelidir ve osteokondüktif ve osteojenik olmalıdır. Ayrıca, alloplastik materyal, donör alan morbiditesine yol açmaz ve sınırsız bir tedarik sağlar. İdeal bir implant hala tanımlanmamış olsa da, titanyum meş kabul edilebilir alternatiflerden biridir. Bu çalışmada, titanyum meş implantın gelişen kalvaryumdaki defektlerin rekonstrüksiyonunda kullanılabileceği ve implantın rijid veya semirijid fiksasyonu ile sekonder asimetri deformitesine yol açıp açmadığı değerlendirildi.
\r\n
\r\n Gereç ve Yöntem: 6 haftalık 24 Yeni Zelanda tavşanı ve dört eşit gruba ayrıldı. Birinci grup normal popülasyon grubuydu. İkinci, üçüncü ve dördüncü gruplarda her bir tavşanın pariyetal kemiği üzerinde 15 mm. çaplı kritik boyutlu defekt oluşturuldu. İkinci grup kritik boyutlu defekt için sham grubu olarak belirlendi. Üçüncü grupta defektler 0.3 mm ile kalınlıkta titanyum meşin 4.0 polipropilen sütür ile semirijid olarak fikse edilmesiyle; 4. Grupta ise aynı kalınlıkta titanyum meşin 4 mm. çaplı titanyum vidalarla rijit fiksasyonuyla rekonstrükte edildi. Başlangıçta, tavşan kalvaryumu kraniyal bilgisayarlı tomografi ile tarandı ve üç boyutlu rekonstrüksiyonlar oluşturuldu. Deney, tavşanlar 18 haftalıkken sonlandırıldı. Tüm gruplarda her tavşan için sakrifikasyon ve kraniyal BT taraması yapıldı ve standart fotoğraflar alındı. Uzunluk ölçümleri referans noktalarından gerçekleştirildi ve gruplar arasında karşılaştırmalar yapıldı.
\r\n
\r\n Sonuçlar: 6 haftalık üç boyutlu bilgisayarlı tomografi ölçümlerine göre, grupların dengeli dağıldığı değerlendirildi. 18 haftalık 3D BT ölçümlerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p <0,017). Ayrıca her grupta defekt tarafı ve karşı taraf ölçümlerinde istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p <0.008).
\r\n
\r\n Tartışma: Titanyum meşin, büyüme gösteren kalvaryumda herhangi bir deformiteye neden olmadığını ve meş fiksasyon tekniğinin sonucu değiştirmediğini değerlendirdik. Dolayısıyla pediatrik kalvaryum defektlerinde, otojen kemik grefti ile rekonstrüksiyonun mümkün olmaması durumunda, titanyum meş ile rekonstrüksiyon kabul edilebilir bir seçenek olabilir.
\r\n
\r\n Aim: Defect reconstruction of growing calvarium is still challenging procedure. The materials should provide strength and protection, be lightweight, chemically inert, noncarcinogenic, malleable to enhance aesthetic outcome, nonferrous to allow utilization of magnetic resonance imaging, and osteoconductive and osteogenic. In addition, the benefits of alloplastic material avoid donor site morbidity and provide an unlimited supply. Although an ideal implant is not still defined, titanium mesh is one of the acceptable alternatives. In this study, we evaluated that if titanium mesh implant can be used for reconstruction of defects in growing calvarium and caused a secondary asymetry deformity with rigid or semirigid fixation of implant.
\r\n
\r\n Material and Method: 6 week-old 24 New Zealand rabbits were used and divided into four equal groups. First group was normal population group. 15 mm. diameter critical size defects were created on parietal bone of each rabbit in second, third and fourth groups. Second group was decided as sham group for critical size defect. Defects were reconstructed with 0.6 mm. thickness titanium mesh and fixed with 4.0 polypropylene sutur in the third group as semirigid fixation and with 4 mm. long titanium screws as rigid fixation in the fourth group. At the beginning, rabbit calvarias were scanned with cranial CT and 3D reconstructions were created. Experiment finished when rabbits were 18 weeks old. Sacrifisation and cranial CT scan performed and standart photographs were taken for each rabbit in all groups. The length measurements were performed from reference points and comparisons were made between groups.
\r\n
\r\n Results: According to 6 week 3D CT measurements, groups were well-balanced. According to 18 week 3D CT measurements there was no statistically difference between groups. Also measurements of defective side and opposite side in each group were not different.
\r\n
\r\n Discussion: We evaluated that the titanium mesh did not cause any deformity in growing calvarium and fixation technique of the mesh did not change the result. So in defects of pediatric calvarium, if reconstruction with autogen bone graft is impossible, reconstruction with titanium mesh can be an acceptable choice.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
Emine Türen, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
10-Year Endometrıum Cancer Management In Our Clınıc
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
ABSTRACT
Objective: Endometrial cancer is the most common malignancy of the female genital tract and the fourth leading cancer among women. Our aim is to share the surgical treatment and results of endometrial cancer cases in our gynecological oncology clinic.
Material and Methods: In this study, the records of 164 endometrial cancer patients operated by the same surgical team between 2009-2019 were reviewed retrospectively. The clinical, surgical and histopathological features of the patients are presented here. Four patients who had sarcoma as a result of pathology, 7 patients who underwent complementary surgery and 1 patient with a second primary tumor were not included in the study.
Results: The mean age of the patients included in our study was 61.3 and the mean body mass index was 25.8. According to the postoperative pathology results; mean tumor size was 3.4 cm and mean number of collected lymph nodes was 28.8. Lymph node metastasis was observed in 19 patients and all of the metastases were in pelvic lymph nodes. Endometrioid type adenocarcinoma was seen in 81% of the patients. Myometrial invasion > 50% in 81 patients (49.4%). Twenty patients (12.2%) had cervical involvement, 11 patients (6.7%) had adnexal involvement and 28 patients (17.1%) had lymphovascular area invasion. 76 patients (46.3%) were grade 1, 61 patients (37.2%) were grade 2, 19 patients (11.6%) were grade 3. When the patients were staging according to the FIGO system in 2009, 70 (42.7%) stage 1A, 58 (35.4%) stage 1B, 12 (7.3%) stage 2, 3 (1.8%) stage 3A 17 patients (10.4%) were stage 3C1 and 4 patients (2.4%) were stage 4.
Conclusion: Endometrial cancer is the most common gynecological cancer, and it is usually diagnosed at an early stage as a result of early signs. Tumor size, depth of myometrial invasion and histopathologic grade are used to evaluate the risk of the disease, but studies with a higher number of high stage patients will be more useful in determining the risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
Mustafa Kösem, Bülent Özbay, Deniz Rençber, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
The DIagnostIc Value Of Sputum And BronchIal Lavage CytologIes In The Lung Cancers
Bu çalışma ile fakültemizde değerlendirilen balgam ve bronş lavajı sitolojilerinin, tanı dağılımını belirlemek ve malign ön tanısı olanlarda, biyopsi materyalleri ile karşılaştırılarak tanısal değerlerini ortaya çıkarmak amaçlandı. Ocak 1990-Aralık 2000 tarihleri arasında YYÜ. Tıp Fakültesi Patoloji AD’a gönderilen balgam ve bronş lavajı sitolo- jileri ile bronş biyopsileri saptandı, sitolojik tanı dağılımının yanı sıra, malign akciğer sitolojileri ve biyopsileri karşılaştırıldı. İncelenen 1140 balgam sitoloji materyalinin %8.7’si malign tanı almıştı. Tek balgamlı hastalarda malign tanı oranı %2.2, multipl balgamlılarda ise %18.1 idi. 283 bronş lavajı materyalinin %8.6’sı malign tanı almıştı. Tek lavajlı hastalarda malign tanı oranı %6.8, multipl lavajlılarda ise %24.2 idi. Balgam ile malign tanı alan ve biyopsi ile tanı konulamayan hasta sayısı 31, aynı şekilde lavaj tanısı malign olan ise 10 kişi idi. Her üç materyali olan biyopsi ile malign tanı alan 63 hastanın, 41 inde sitolojik tanılar negatifti. Bu hastalarda balgam ve bronş lavajı birlikte değerlendirildiğinde pozitif tanı oranı %34.9, tek başına balgam ile pozitif tanı oranı %30.2, tek başına bronş lavajı ile pozitif tanı oranı ise %17.5 idi. malignite düşünülerek gönderilen 185 hastaya ait materyalde ise, biyopsi ile %62.7, balgam ile %29.8, lavaj ile %11.4 ve üçü birlikte %84.9’luk bir pozitiflik vardı. Sonuç: Balgam tekrarı pozitif tanı oranını sekiz katına, bronş lavajları ise 3.5 katına çıkarmaktadır. Malign ön tamlı olgularda her üç yöntemin birlikteliği ile pozitif tanı oranındaki artış, istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001). Biyopsinin yetersiz olduğu durumlarda balgam ve bronş lavajının tanısal önemi daha da artmaktadır.
The aim of this study was to evaluate the cytologic and histopathologic results of sputum, bronchial lavage fluid, and biopsy materials and to compare their diagnostic Utilities especially in the patiets with malignity. Sputum and bronchial lavage cytologies and bronchial biopsies send to the pathology department of medical faculty between January 1996 and December 2000 were reevaluated by archive scanning. Malign lung cytologies and biopsies were compared with each other, as well as diagnostic distribution of cytology. Of the 1140 sputum cytology mate rial, 8.7% had malignant diagnosis. For the patient having single sputum specimen, the rate of malign diagnosis was 2.2%, and for those multipl sputum specimens 18.1%>. Of the 283 bronchial lavage material, 8.6% had malig nant diagnosis. The rates of malignant diagnosis were 6.8% and 24.2% for the patient having single lavage spec imen and multipl specimens respectively. The number of the patient with negative malignity for biopsy and posi tive malignity for sputum was 31 and similaly lavage positive and biopsy negative was 10. Cytologic diagnoses were negative in 41 of the 63 patients who having both each material (sputum, lavage biopsy) and diagnosed with biopsies. İn this patients when sputum and bronchial lavage are evaluated with together the rate of positive diag nosis was 34.9°/o, for sputum it self 30.2%> and for bronchial lavage 17.5%>. İn the 185 patient considered to have malignity positive results were obtained in the rates of 62.7%, 29.8%, 11.49% and 84.9% for biopsy, sputum, lavage and ali, respectively. As conclusion, repeated sputum cytologies increases the rate of positive diagnosis as much as 8 times, and bronchial lavage 3.5 times. Positive diagnoses will significantly increases if three diagnos tic methods are evaluated with together (p<0.001). İn the case of biopsy failure, the diagnostic importance sputum and bronchial lavage is further increasing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multifokal Kolorektal Kanserler
Adil Kartal, Adnan Kaynak, Osman Yılmaz, Şakir Tavlı, Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Yüksel Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Multifokal Kolorektal Kanserler
MultIfokal Colorectal Cancers
1983-1989 yılları arasında karşılaştığımız 3 multifokal kolorektal kanser vakası sunuhdu. Üç vakadan yalnız ameliyattan önce doğru tanı almış, diğer iki vakanın multifokal olduğu laparatomide ortaya konmuştu. Rektumda yer alan multifokal vakada tümörler arasında çok sayıda polip vardı. Bu polipler distal tiirnörün yaptığı darlıktan dolayı preoperatif olarak tanımlanamadı. Kolorektal kanserler çok odaklı olabileceği ve ileride kanserleşmesi muhtemel poliplerle bir arada bulunabileceğinden tedavilerinde geniş rezeksiyonlar savunulmaktadır.
We presented three cases of rnultifocal colorectal cancer that we encountered between 1983-1989, only one of the three cases was correctly diagrıosed prooperatively. We observed that the other two cases had multicentricity during operalion. The case of rnultifocal carcinoma of rectum had a number of polyps between turnors. These polyps were unidentified preoperatively owing to listal narrowing of the 'umar. Recently, in the treatment of colorectal cancers extensive resection has been suggested because 'hey may be rrıulticentric or will be found with some polyps carrying rnalignancy risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
Ali Yavuz Karahan, Ali Sallı, Muhammed Şahin
Olgu sunumu
Özeti
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
ClaudIcatIon In GerIatrIc PatIents: AssocIatIon Of NeurogenIc And Vascular ClaudIcatIon
Geriatrik olgularda yürüme esnasında bel, kalça, diz ve diğer bölgelerin çeşitli patolojilerine bağlı farklı şekillerde izlenen yürüme güçlüğü, ağrı, uyuşma ve benzeri bulgular görülebilir. Ancak kladikasyo daha özgün bir semptomdur. Hastalar tarafından sıklıkla belirli bir mesafe yürümekle ortaya çıkan, bir veya iki bacakta, lokalize edilemeyen ağrı, güçsüzlük, uyuşma, parestezi ve kramp olarak ortaya çıkan ancak istirahat ile rahatlayan bir tablo olarak tanımlanır. Özellikle periferik arter hastalıklarında görülen vasküler kladikasyo ve lomber spinal stenoz kliniğinde izlenen nörojenik kladikasyo, bu klinik tabloların ilk ve en önemli semptomlarıdır. Geriatrik hastalarda ağrılı alt ekstremite varlığında ayırıcı tanıda akılda tutulması gereken birçok hastalık vardır. Bu yüzden hastalar tarafından tarif edilen kladikasyo göz ardı edilmemesi gereken ayırıcı tanı için uyarıcı ve yol gösterici bir semptomdur. Biz de bu yazımızda bel bacak ağrısı ile başvuran, değişken bir kladikasyo tarifleyen, ayırıcı tanıya yönelik yapılan çalışmalar sonucunda lomber spinal stenoz ve sol ana iliak arter darlığı ile seyreden periferik arter hastalığı (PAH) tanılarını bir arada koyduğumuz bir olguyu semptomdan teşhise yönelik süreci tekrar gözden geçirmek amacıyla sunduk.
Difficulty in walking, pain, numbness and other symptoms may occur in geriatric patients during walking, depending on various pathologies of waist, hips, knees and other areas. However claudication is an important symptom that is watched in specific clinic tables. That often appears by walking and it is described as not localized pain in one or two legs, weakness, numbness, parestesia and cramp by patients. Vascular claudication, especially monitored in peripheral arterial disease and neurogenic claudication monitored in lumbar spinal stenosis are the most important and initial clinical symptoms of these statements. In the presence of lower extremity pain in geriatric patients there are many diseases to be considered in the differential diagnosis. Therefore, patients with claudication should not be neglected as defined for the differential diagnosis and a guiding symptom. In this text, we present a case which described a variable claudication and diagnosed with lumber spinal stenosis and peripheral artery disease the aim of rewiewing the process from symptoms to diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Kazım Gezginç, Fatma Yazıcı, Refika Selimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Pulmonary ThromboembolIsm In A PatIent WIth Preterm Premature Rupture Of Membranes
17. gebelik haftasında preterm EMR tanısı alıp, ailenin terminasyonu kabul etmemesi üzerine 14 hafta boyunca takip edilen hastanın sunulması. 35 yaşında, son adet tarihine göre 17 haftalık gebeliği olan hasta vajinal akıntı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın anamnezinde akıntı tariflemesi, amnion mai azalmış olması ve nitrazin testi pozitifliği sebebi ile PEMR tanısı ile kliniğimize yatırılarak takibe alındı. Aileye gebeliğin sonlandırılması önerildi ancak aile gebeliğin devamını istedi. 14 hafta boyunca hastanın antibiotik tedavi altında takibi yapıldı. 31. gebelik haftasında hastanın spontan ağrılarının başlaması, vaginal tuşesinin ilerlemesi üzerine sezaryen yapıldı. Postoperatif 1. günde hastanın sol bacağında şişlik tariflemesi üzerine çekilen sol ekstremite venöz dopplerinde akut derin ven trombozu olduğu saptandı. Hastanın nefes darlığı ve eşlik eden düşmeyen ateşi nedeniyle hastaya pulmoner tromboeemboli ön tanısı ile çekilen bigisayarlı kontrast toraks tomografisinde ve pulmoner anjiografisinde, pulmoner tromboemboli tanısı aldı. Hasta postoperative 10. gün sorunsuz olarak warfarin sodyum (Coumadin®, Zentiva, İstanbul) 5 mg/gün po. kullanmak üzere taburcu edildi. Preterm erken mebran rüptürü olan kadınlarda tromboembolik olayların prevalansı, bu tedaviyi (uzun dönem yatak istirahati) almayan gebe kadınlara kıyasla önemli ölçüde artmaktadır.
To present a patient who was diagnosed as Preterm Premature Rupture of Membrane at 17th gestational week, she didn’t accept termination of her pregnancy and followed up for 14 weeks period. The patient was 35 years old and had 17 weeks pregnancy estimated using the date of the patient’s last menstrual period, referred to our clinic with vaginal discharge. The patient hospitalized for fetal and maternal monitoring with diagnosis of Preterm Premature Rupture of Membrane because of continued vaginal discharge at anamnesis, positive result at nitrazine paper and decreasing amniotic fluid on ultrasound. The family was asked for termination of pregnancy but they wanted to continue pregnancy. The patient was followed up for 14 weeks period with giving antibiotics. The patient’s labour started spontaneously on 31 gestational age, increased cervical dilatation at vaginal examination so that the patient was delivered by cesarean section. On first postoperative day the patient complained from swelling at left leg so left extremity venous doppler was performed and acute deep vein thrombosis was detected. Because of shortness of breath with continued fever at the patient, contrast computerized tomography and pulmonary angiographytaken with the preliminary diagnosis of pulmonary thromboembolism. The absolute result was pulmonary thromboembolism. The patient was discharged without any problem on 10th postoperative day for use warfarin sodium (Coumadin®, Zentiva, İstanbul )5 mg / day po. The prevalence of thromboembolic events among women for whom extended bed rest is prescribed as part of the treatment of premature labor or preterm premature rupture of membranes is significantly increased with respect to that among pregnant women who do not receive this therapy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ilerlemı Mesane Tumorlerının Radyoterapı Ve Radyokemoterapi Ile Mesane Koruyucu Tedavısı
Z. Akçetin, J. Dunst, R. Kühn, K.m. Schrott
Araştırma makalesi
Özeti
Ilerlemı Mesane Tumorlerının Radyoterapı Ve Radyokemoterapi Ile Mesane Koruyucu Tedavısı
Bladder SparIng Treatment Of Advanced Bladder Cancer By RadIotherapy And RadInchemotherapy
Radyoterapi veya radyokemoterapi 152 lokal mesane kanserli hastada TUR- T son-rastnda uygulandt. Tedaviye tarn yam! orant % 71.5 5 yilltk sagkahm oram % 65 idi. TUR'un ha-,varisi 5 yilhk sagkahm aristndan ert &tenth factor olarak hithilithr. Organ koruyttcu radyoterapi radyokemoterapi mesane kanserinde radikal sistektornive en azindan degerde bir metod olup, ilk tercih edilecek metod olmandir.
Radiotherapy or radiochemotherpy as applied to 152 patients with locally advanced bladder cancer following transurethral tumor resection. Complete response rate was 71%, the 5- year survival 65%. The success of the initial transurethral resection was found to be the most important factor the 5-year sur-vival. Organ sparing radiotherapy/ radiochemotherapy is in the treatment of bladder cancer at least an equ-ally efficient method like radical cystectomy and should be the method of choice.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kornea Endoteli Ve Fakoemülsifikasyon Cerrahisi
Ekrem Kadıoğlu, Şaban Gönül
Derleme
Özeti
Kornea Endoteli Ve Fakoemülsifikasyon Cerrahisi
Corneal EndothelIum And PhacoemulsIfIcatIon Surgery
Fakoemülsifikasyon (FAKO) cerrahisi göz hekimleri tarafından en sık uygulanan cerrahi girişimdir. Günümüzde tüm gelişmelere rağmen FAKO cerrahisinin kornea endotel tabakasında yaptığı hasar önemini korumaktadır. Endotel tabakasının speküler mikroskopik analizi kataraktlı olgularda cerrahiye karar verme aşamasında büyük bir değere sahiptir. Ayrıca endotel hücresinin FAKO cerrahisine verdiği cevap speküler mikroskopik analiz teknikleri ile değerlendirilebilir. Güncel FAKO cerrahisinde endotel koruyucu cerrahi tekniklerle endotel hasarı en aza indirilmeye çalışılmaktadır. Bu sayede endotel hücre rezervi fizyolojik eşik değerin altına düşmemekte ve postoperatif kornea ödemi de geride kalan sağlıklı hücrelerin telafisi ile kısa sürede toparlanmaktadır. Ancak yaşlanma süreciyle devam eden endotel hücre kaybı, korneanın ileri yaşlarda dekompanse olmasına neden olabilir. Bu nedenle FAKO cerrahisinin her aşamasında endotel hücre kaybı asgari düzeyde tutulmalıdır. Bu yazı kornea endotel tabakası ve speküler mikroskopi analizini incelemek, FAKO cerrahisinin kornea endoteline etkisini değerlendirmek amacını taşımaktadır
Phacoemulsification (phaco) surgery is the most commonly surgical intervention performed by ophthalmologists. The injury of corneal endothelial layer with phaco surgery is still important despite recent developments. The specular microscopy analysis of endothelial layer is very important in the preoperative evaluation of the patients with cataract. In addition, the influence of endothelial cell to phaco surgery may be evaluated with specular microscopic analysis techniques. Current phaco surgery is aimed to minimize endothelial damage by endothelial protective surgical techniques. Thus, endothelial cell count does not decrease under the physiological threshold level, and postoperative corneal edema improves with the compensation of residual cells in a short time. However, endothelial cell loss during aging may cause corneal decompensation at advanced age. Therefore, endothelial cell loss should be minimized at each step of phaco surgery. This article aims to review the analysis of corneal endothelial layer and specular microscopy and to evaluate the effect of phaco surgery on corneal endothelium.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yapay Pnomomediyastenli Bılgısayarlı Tomografı
Kemal Balcı, Mehmet Gök, Bilge Çakır, Alaaddin Vural, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Yapay Pnomomediyastenli Bılgısayarlı Tomografı
Computed Tomograply WIth ArtIfIcIal Pne-UrnomedIastIznum.
1994 yilintn ilk 4 ayznda 15 inde retroksifoid, 5 inde transtrakeal yolla yapay pniimomediyasten (YP) yapnktan sonra mediyastenlerini bilgisayarlz tomografi (BT) ile inceledigimiz 20 olgu icinde il-ginc: giirdiigiimiiz iki akciger kanserli olgunun tak-dimini yaptyoruz. Bu iki olguda BT sonuclarzna gore turnorlerin operabl olup olmadtklarz hususunda te-reddiide du mu tiik. Birinci olguda YP li BT me-diyastende tumoral invazyonun olmadzginz giivenilir fekilde gosterdi. Ikinci olguda ise mediyasten in-vazyonunun indirekt helirtilerini ortaya koydu. Her iki olgudada yapilan torakotomi bu bulgulan dog-rulach. Sonuc olarak akciger kanserinde selektif va-kalarda YP ile komhine edilmi. BT nin operahilite tayininde yararlz olahilecegi kanzszna varildz.
In the first 4 months of 1994 we carried out, in 20 cases computed tomography (CT) after artificial pneumomediastinum (AP). In 15 cases for air in-sulation into the mediastinum was used the trans-tracheal route and in 5 cases retroxiphoid route. In this article aong them 2 cases with bronchial car-cinoma is presented because we could not reach a decision whether they were operable or not by cli-nical findings and available methods including CT. But, at the first case CT performed after AP proved clearly no tumoral invasion in the mediastinum, at the second case it showed indirect signs of the me-diastinal invasion. In both cases thoracotomy con-firmed these findings_ As a result, it can be put for-wad that in some cases with bronchial carcinoma CT combined AP may he useful to assess the pos-sibility or chirurgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal İleri Evre Rektum Kanseri Hastalarında Neoadjuvan Kemoradyoterapi Sonrası Yanıt Değerlendirmede Manyetik Rezonans Görüntülemenin Rolü
Şehnaz Evrimler, Zümrüt Arda Kaymak, Hanefi Diler, Emine Elif Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal İleri Evre Rektum Kanseri Hastalarında Neoadjuvan Kemoradyoterapi Sonrası Yanıt Değerlendirmede Manyetik Rezonans Görüntülemenin Rolü
The Role Of MagnetIc Resonance ImagIng In The EvaluatIon Of Response Of The Locally Advanced Rectal Cancer To The ChemoradIotheraphy
Amaç: Lokal ileri evre rektum kanseri hastalarında neoadjuvakne moradyoterapi (KRT) yanıtının
değerlendirilmesinde Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) özelli klerinin rolünü araştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: KRT sonrası 6-8 hafta içinde 2015-2020 yılları arasında total mezorektal eksizy on
uygulanan 24 lokal ileri evre rektum kans erli olgunun KRT öncesi ve sonrası T2-Ağırlıklı ve Diffüzyon Ağırlıklı
Görüntülemeleri (DAG) retrospek tif olarak değerlendirildi. Radyolojik olarak kitle morfolojisi, lokalizasyonu,
boyut, mrT, mrN evrelemesi ve ekstramural vasküler invazyon (EMVİ) açısından değerlendirildi. Post-KRT
görüntülemelerde rezidü skorlaması; 0: rezidüel kitle yok, 1: fibrotik duvar kalınlaşması var, belirgin rezidü
kitle izlenmemekte, 2: rezidüel kitle var şeklinde yapıldı. Regresyon derecelendirmesi ise şu şekildeydi; 1:
Tümör yok, 2: İyi yanıt, çoğunlukla fibrozis, 3: %50’den fazla fibrozis ve musin, 4: Zayıf yanıt, 5: Yanıt yok.
Bulgular: KRT sonrası tümör kraniokaudal uzunluğunda anlamlı gerileme ve Apparent Diffusion Coefficient
(ADC) ortalamalarında artış izlendi (p=0,001). Histopatolojik T (pT) ile post-KRT mrT evresi anlamlı, kuvvetli
korelasyon gösterdi (r=0,54, p=0,006). Pre-KRT EMVİ ile perinöral invazyon (PN İa)rasında anlamlı korelasyon
mevcuttu (r=0,53, p=0,008). Rezidü skorlaması ile regresyon derecelendirm esi (r=0,6; p=0,001), pT (r=0,48;
p=0,02) ve tümör uzunluğu (r=0,51; p=0,01) arasında anlamlı ve k uvvetli korelasyon saptandı. Regresyon
derecesi ise EMVİ (r=0,43, p=0,036), PNİ (r=0,46, p=0,02), pT (r=0,41; p=0,048), pN (r=0,55; p=0,006) ve
metastatik/total lenf nodu oranı (r=0,46; p=0,02) ile anlamlı korelasyon gösterdi.
Sonuç: Lokal ileri evre rektum kanserinde neoadjuvanK RT sonrası MRG postoperatif patolojik değerlendirme
ile kuvvetli korelasyon göstermektedir. MRG primer evrelemede olduğu gibi KRT sonrası evrelemede de baş
arılıdır. MRG regresyon derecelendirmesi ile tedavi yanıtının değerlendir mesi cerrahi plana katkı sağlayabilir.
Aim: Investigate the role of Magnetic Resonance Imaging (MRI) in the evaluation of response of the locally
advanced rectal cancer to the chemoradiotheraphy (CR T).
Patients and Methods: T2-weighted and Diffusion Weighted Imaging (DWI) of 24 cases with locally advanced
rectal cancer who have undergone total mesorectal excision 6-8 weeks following the CRT between 2015 and
2020 were evaluated retrospectively. The evaluated radiological parameters were as follows; Tumor morphology,
localization, length, mrT/mrN stages, and extramural vascular invasion (EMVI). Post-CRT MRI residue scoring
was performed (0: No residual tumor, 1: No significant residual tumor, fibrotic wall thickening, 2: Residual tumor
present). Regression grading was as follows; 1: No tumor, 2: Good response, mostly fibrosis, 3: Fibrosis and
mucin more than 50%, 4: Slight response, 5: No response.
Results: There was a significant decrease in the craniocaudal length of tumor and a significant increase
in the mean ADC of tumor after CRT (p=0.001). A significant and high correlation was observed between
histopathological T (pT) and post-CRT mrT (r=0.54, p=0.006). There was a significant correlation between pre-
CRT EMVI and perineural invasion (PNI) (r=0.53, p=0.008). A significant correlation was found between residue
scoring and regression grading (r=0.6; p=0.001), pT (r=0.48; p=0.02), and tumor length (r:0.51; p=0.01). There
was a significant correlation between regression grading and EMVI (r=0.43, p=0.036), PNI (r=0.46, p=0.02), pT
(r=0.41; p=0.048), pN (r=0.55; p=0.006), and metastatic/total lymph node ratio (r=0.46; p=0.02).
Conclusion: Post-CRT MRI is highly correlated with postoperative pathological evaluation of the locally
advanced rectal cancer. MRI is highly successful in re-staging as well as primary staging. The evaluation of
treatment response by MRI regression grading may contribute to the surgical planning.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bağırsak Mikrobiyatası Vücut Ağırlığını Etkiler Mi?
Büşra Totan, Hilal Yıldıran, Feride Ayyıldız
Derleme
Özeti
Bağırsak Mikrobiyatası Vücut Ağırlığını Etkiler Mi?
Does Gut MIcrobIota Effect On Body WeIght?
Günümüzde prevalansı gittikçe artan ve en büyük sağlık problemlerinden biri olan obezite; diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, inme, kanser, astım, obstrüktif uyku apne sendromu gibi bir çok kronik hastalıkla ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle obezitenin tedavisi bir çok kronik hastalık riskinin önlenmesine katkı sağlamaktadır. Yeterli ve dengeli beslenme, fiziksel aktivitede artış ve yaşam tarzı değişikliklerinin yanı sıra son dönemlerde obezite tedavisinde gastrointestinal sistem etkilerinin üzerinde durulmaya başlanmıştır. Özellikle bağırsak mikrobiyatasının obeziteyle ilişkilendirildiği görülmektedir. Bağırsak mikrobiyatasının beslenme alışkanlıkları ve obeziteyle birlikte değişebildiği bir çok çalışmada gösterilmiştir. Değişen mikrobiyatanın obezite ve obeziteyle ilişkili bir çok hastalıkla ilişkisi olabileceği tartışılmaktadır. Bu alanda uzun dönemde yapılacak kontrollü çalışmaların obezitenin tedavisinde yeni bir yaklaşım oluşturacağı ve obeziteyle mücadelede önem kazanacağı düşünülmektedir. Bu derlemede bağırsak mikrobiyatası ve obezite arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
\r\n
Today an increasing prevalence of obesity, which is one of major health problems is associated with many chronic diseases such as diabetes, cardiovascular disease, stroke, cancer, asthma obstructive sleep apnea syndrome. Therefore, treatment of obesity contribute to prevention of many chronic diseases risk. Recent years, it has started to consider on effects on the gastrointestinal system in treatment of obesity as well as adequate and balanced diet, increasing physical activity and lifestyle changes. Especially it was seen that gut microbiota has been associated with obesity. Many studies showed that gut microbiota may be vary with eating habits and obesity. It is discussed changed microbiota might be associated with obesity and many obesity-related diseases. It is thought that long term-controlled studies in this area will create a new approach to the treatment of obesity and come into prominence in the fight against obesity. In this review,it was aimed to evaluate the relationship between body weight and the gut microbiota.
\r\n amaçlanmıştır.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Yöresinde Larenks Kanserlerinin Epidemiyolojik Görünümü
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Bedri Özer, Ersin Bulun
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Yöresinde Larenks Kanserlerinin Epidemiyolojik Görünümü
EpIdemIologIcal VIew Of Laryngeal Cancers In Konya RegIon
Larenks kanseri nedeniyle kliniğimize başvuran 134 hasta değerlendirildi. Larenks kanserlerinin etiyolojisinde rol oynayan faktörler ve lezyonum larenks içimdeki lokalizasyonu literatürle karşılaştırıldı.
134 patients admitted to our clinic with laryngeal cancer were evaluated. The factors that play a role in the etiology of laryngeal cancers and the localization of my lesion in my larynx were compared with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanser Anemısınde Erıtropoıetının Rolu
Andaç Argon, Şamil Ecirli, Hakkı Polat, Mustafa Akgüzel
Araştırma makalesi
Özeti
Kanser Anemısınde Erıtropoıetının Rolu
The Role Of ErythropoIetIn In Cancer AnemIa We InvestIgated ErythropoIetIn Levels Of 41 Pa-TIents WIth Cancer
Selcuk Universiresi Tip Fakiiltesiinin kli-niklerinde 1991 yili Maps, Haziran ve Temmuz ay-larinda yatzrtlan ye histopatolojik olarak tantlart ke-sinleen kanserli hastalardan 30 tanesi anemik ye 11 tanesi anemik olmayanlardan olmak iizere toplam 41 kanserli hastanin serum eritropoietin seviyelerine baktldi. Anemik elan hastalarin hepsi kronik has-talik anemisi rzelligini tamordu. Anemik plan 30 hastamn serum eritropoietin de-gerleri 17.19110.54 mUlml idi. Anemik olmayan 11 hastanin serum eritropoietin degerleri ise 5.1011.12 mUlml idi. Her iki gruhun ortalamalari arastndaki .firkin onemi kontrol analizi sonucu p<0.01 se-viyesinde bir anlamlrlik ortaya koymaktadir. Fakat anentiA- hastalarda goralen hu yiikselme kullandan kitin normal sinirlartnda kalmiptr ye beklenen yuk-selmenin cok altindadir. Kanserli hastalarda rastlantlan hu endojen erit-ropoietin seviyelerinin anemiye cevapta yetersiz kal-mast fikrinden yola caul) eksojen eritropoietin ye-rilerek anemisinin tedavisi yoluna gidilmesinin rasyonel bir tedavi olabilecegi kanaatindeyiz.
They were admitted to the va-rious clinics of Medical School of Selcuk University from May to July. 1991 and diagnosed pat-hologically. Of them 11 were anemic and 30 non anemic. Serum erythropoietin levels of the anemic and non-anemic patients were 17.19110.54 mUlml and 5.1011.12 mUlml respectively. Although the clic firence between the two groups was statistically sig-nificant (p<0.01), erythropoietin level of anemic pa-tients was between normal range for healty people. Therefore, it was concluded that although eryt-hropietin of cancer patients with anemia was inc-reased, that increase was not enough to correct ane-mia so, for management of anemic patients with cancer, exogen supply of erythropoietin might be considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Sabri Hergüner, Arzu Hergüner
Araştırma makalesi
Özeti
Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Cholesterol Levels In ChIldren And Adolescents WIth AutIstIc DIsorder
Otizm sosyal ilişki ve iletişim alanlarında belirgin güçlükler, yineleyici-sınırlı-olağan dışı davranış ve ilgilerin olduğu nörogelişimsel bir bozukluktur. Otizmin nedeni halen net olarak bilinmemektedir fakat genetik, immünolojik, metabolik ve çevresel faktörlerin etkileşimiyle oluşan multifaktoriyel bir bozukluk olduğu düşünülmektedir. Otizmin etyolojisinde lipid metabolizmasında bozulmanın bulunduğuna dair kanıtlar giderek artmaktadır. Bu çalışmada otistik bozukluğu olan çocuk ve ergenlerin kolesterol düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya DSM – IV ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı alan 88 çocuk ve ergen alınmıştır. Bilinen her hangi bir genetik, metabolik ve/veya nörolojik hastalığı olan olgular çalışma dışı bırakılmıştır. Ortalama kolesterol düzeyi 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl olarak bulunmuştur. On altı olgunun (% 18.2) kolesterol düzeyinin iki yaşından büyük çocuklar için 5. persantil değeri olan 100 mg/dl’den düşük olduğu görülmüştür. Bu bulgular kolesterol metabolizmasında bozulmanın otistik bozukluk etyolojisinde rol alabileceğini desteklemektedir. Otizm ile kolesterol metabolizması arasında ilişkiyi inceleyen daha ileri çalışmalara gereksinin bulunmaktadır.
Autism, a neurodevelopmental disorder, is defined by core abnormalities in reciprocal social interaction and communication, and by the presence of restrictive or stereotyped interests and behaviors. Its etiology is almost unclear however a number of factors is being investigated including genetic, infectious, metabolic and environmental causes. Recent findings suggest the role of abnormal lipid metabolism in autism. The aim of this study was to investigate the incidence of cholesterol deficiency in a group of subjects with autistic dis¬order (AD). Study group included 88 children and adolescents with autistic disorder according to DSM-IV criteria. Children with any diagnosed genetic, metabolic, or neurological disorders were excluded from the study. The mean cholesterol level was 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl. Sixteen subjects (18.2 %) had a cholesterol level lower than 100 mg/dl, which is below the 5th centile. Our findings confirmed the high prevalence of abnormally low cholesterol levels in autistic disorder and support clinical significance regarding the possible role of cholesterol deficit in the etiology. Further studies are needed to investigate the relation between cholesterol metabolism and autism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
Buğra Kaya, Oktay Sarı, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
CervIcal Lymph Nodes MImIckIng Metastases: A Case WIth Breast Cancer
Meme kanseri nedeniyle takip edilen ve 18F-FDG PET/BT’de servikal bölgede artmış FDG tutulumu olan lenf nodları tespit edilen, biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit gelen vakayı sunmayı amaçladık. Boyun ve sırt bölgesinde ağrısı olması nedeniyle PET/BT önerilen 63 yaşındaki meme kanserli hastanın hastanemizde yapılan PET/BT’sinde bilateral servikal zincirde, sol submandibuler bölgede ve mediastende sol prevertebral bölgede FDG tutulumu artmış lenf nodları izlendi. Hastayı takip eden klinik tarafından bu görünümler geçirilmekte olan bir enfeksiyona sekonder olarak düşünüldü ve kemoterapiye devam edildi. Takip USG’de karaciğerde solid lezyon tespit edilen hastaya ilk çalışmadan 4 ay sonra yapılan PET/BT’de bilateral servikal ve sol submandibuler bölgedeki lenf nodlarının sayı ve SUVmax değerlerinde, sol prevertebral lenf nodunun SUVmax değerinde artış olduğu, sağ aksillada lenf nodu ve karaciğerde FDG tutulumu artmış hipodens lezyon olduğu tespit edildi. Kemoterapi sonrası lenf nodlarının sayısında ve FDG tutulumunda artış olması ve karaciğerde solid lezyon olması nedeniyle biyopsi önerildi. Lenf nodlarının biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit, karaciğer biyopsi sonucu ise meme karsinom metastazı geldi. Tüberkülozun ülkemizde yaygın bir hastalık olması nedeniyle FDG PET çalışmalarında hatalı pozitif sonuçlarla sıklıkla karşılaşılabilmektedir. Atipik bulguların varlığında mutlaka biyopsi yapılmalıdır.
We aimed to present a case with breast cancer which has cervical lymph nodes with increased FDG uptake in 18F-FDG PET/ CT and has biopsy result of tuberculosis lymphadenitis. Sixty-three year-old female patient with breast cancer complaining cervical and thoracal pain was imaged with PET/CT. PET/CT showed increased FDG uptake in bilaterally cervical, left submandibular and left prevertebral lymph nodes. The clinician considered that this image was related to an infectious process and continued to chemotherapy. A solid lesion was determined in follow-up ultrasonography. A PET/CT imaging was done to confirm this lesion. Increasing in quantity and SUVmax values of cervical, submandibular and prevertebral lymph nodes was determined. There was also a right axillary lymph node and a hypodense lesion with increased FDG uptake in liver. Biopsy was recommended because of increasing quantity and FDG uptake of lymph nodes and a new lesion in liver after chemotherapy. Biopsy result was tuberculosis lympadenitis in lymph nodes and metastasis in liver. False positive results in FDG-PET studies should be kept in mind because tuberculosis is a common disease in Turkey. Biopsy should be done in atypical cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
A. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ayşen Karabayraktar, Mehmet Çerçi, Bülent Baysal, Ali Koşar
Araştırma makalesi
Özeti
Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
The AntI-Hcv SeroposItIvIty In PatIents WIth DIfferent SolId Tumors
Bu çalışmada yeni tanı konmuş, daha önce kan trasfüzyonu ve herhangi bi cerrahi müdahale öyküsü vermeyen, karaciğer dışı solid tümörlü 46 hastanın serumundan anti-HCV pozitifliği II. kuşak ELISA yöntemi ile değerlendirildi. Hastaların 147i akciğer kanseri (Ca) 7'si lenfoma, 57 meme Ca, hipernef-roma ve 15'i diğer tümörlere sahipti. Toplam hasta-ların 5'inde (%10.8) anti-HCV pozitif bulunduğu; bunların 4'ü akciğer Ca'll, 17 beyin tümörlü hasta-lardan (113) idi. Hastaların hepsinin ALT seviyeleri normal; serum demiri ve demir bağlama kapasiteleri ile %73.9'unda hemoglobin ve hematokrit seviyeleri azalmış bulundu. Ayrıca hastaların 3'ünde (%6.5) HBsAg, 21'inde (%45.6) anti-HBc pozitif bulundu. Sonuç olarak; tesbit edilen anti-HBc pozitifliği Hep-atitis B virüs (HVB)'ün infeksiyonunu gösterirken, benzer buluşma yoluna sahip Hepatitis C virüsü (HCV) infeksiyonu da olasıdır. Kronik infeksiyon yapma niteliği taşıyan HCV'nin bir bulgusu olan anti-HCV pozitifliğinin immün sistemi bozulmuş olan kanser hastalarında normal populasyondan daha fazla görülmesi beklenir. Ancak ilginç olan 5 anti-HCV pozitifliğin 4'ünün akciğer Ca'lı hastalarda tespit edilmesidir.
Tumors In This study, anti-HCV seropozitivity was inves-tigated in 46 new diagnosed patients with different solid tumors without hepatocelluler carcinoma, which they have not received any transfusion or sur-gical operation. The positivity was evaluated using by second generation ELISA system. Patients are consist of 14 lung cancer (Ca), 7 lymphoma, 5 breast Ca, 5 hipernephroma and 15 other tumors. Anti-HCV positivity was in 5 (10.8%) of 46 pa-tients, and 4 of this positive patients were with lung Ca (4114,28.5%), and 1 was with brain Ca (113). ALT levels were normal, serum iron and iron-binding capacily were decrased in all patients, hae-moglobin and haemotocrit were also decreased in 73.9% of patients. In addition, 3 patients (6.5%) HBsAg, 21 patients (45.6%) anti HBc were found to be positive. As a result, the high positivity of anti-HBc while the HBsAg was low positive showed that there was IIBV infection, and the HCV infecton was alsa expected with the same transmission ways. Anti-HCV positivity as a marker of HCV infection-which can produce the chronic carrier state is more expected in cancer patients. They have allected immun status than normal population, but 4 of 5 posi-tivity was in Lung Ca patients is of great interest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Ve Hemodiyaliz Hastalarında Helicobacter Pylori Antikor Pozitiflik Oranı
Lütfullah Altıntepe, Zeki Tombul, Süleyman Türk, İbrahim Güney, Abdullah Sadık Girişgin, Emine İnci Tuncer, Mehdi Yeksan
Araştırma makalesi
Özeti
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Ve Hemodiyaliz Hastalarında Helicobacter Pylori Antikor Pozitiflik Oranı
The Prevalence Of HelIcobacter PylorI-AntIbody In HemodIalysIs And Capd PatIents
Bu çalışmada hemodiyalize (HD) girmekte olan 83 hasta ile sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) uygulanan 30 hastada Hp-lgG antikor pozitiflik oranı araştırıldı ve 45 sağlıklı kontrol ile karşılaştırıldı. Helicobacter pyloriye (Hp) karşı oluşan IgG antikorlarının tayininde enzim immunoassay ELİSA metodu kullanıldı. HD ve SAPD hastalarının yaş ortalaması sırasıyla, 46.2+17.4 ve 44.6+15.7 yıl ile diyaliz süresi sırasıyla, 35.4+ 36.9 ay ve 20.2+18 ay idi. Kontrol grubunun yaş ortalaması 49.4+15.3 (18-80) yıl idi. HD hastalarının 36’sında (%43.4), SAPD hastalarının 9’unda (%30) ve sağlıklı kontrollerin 19’unda (%42.2) Hp IgG antikoru pozitif idi. Hemodiyaliz ve SAPD hasta larında Hp-lgG antikor pozitifliği sağlıklı kontrollerden farklı değildi. Her iki grupta da Hp-lgG antikor pozitifliği ile yaş, cinsiyet, diyaliz süresi ve dispeptik yakınmalar arasında ilişki saptanmadı. Sadece Hp antikor pozitifliğine bakarak karar verilmemesi, olguların endoskopik ve histopatolojik olarak da değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varıldı.
İn this study, the prevalence of H.pylori-lgG antibody was investigated in 83 hemodialysis (HD) and 30 CAPD patients and compared with those of 45 healthy control group. İn determination of IgG antibody against H.pylori enzyme immunoassay ELİSA method was used. Mean ages were 46.2+17.4 and 44.6+15.7 years and dialysis durations were 35.4+ 36.9 months and 20.2+18 months in HD and CAPD patients respectively. Age of control group was 49.4+15.3 (18-80) years. H. Pylori-antibody was positive in 36 HD patients (43.4 %), in 9 CAPD patients (30 %) and in 19 healthy Controls (42.2 %). Hp-lgG antibody positivity in HD and CAPD patients was not statistically different from control subjects. İn conclusion, there is no assosiation between Hp-lgG antibody posi tivity and age, sex, dyspeptic symptoms two groups. İn this patients Hp IgG positivity should not be evaluated with- out endoscopic and.histopathologic findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Insanda Mıtokondrıal Kalıtımın Ozellıklerı
Sennur Demirel
Araştırma makalesi
Özeti
Insanda Mıtokondrıal Kalıtımın Ozellıklerı
Characterıstıcs Of Mıtocondrıal Herıtage In Human
Tam memeli hticreleri en azindan iki farkh ge-netik sisters icermektedir. Bunlardan hirincisi sa-yisal, fonksiyonel ye patolojik olarak cok onemli olan nükleer genler, ikincisi sitoplazmada yer alan ye her hir mitokondride 2-10 adet sirkiiler, gift-sarmalli DNA molektilft olarak hulunan mi-tokondrial genlerdir. 16.569 niikleotid cifti (nc) uzunlugunda olan ye total hücre DNA'sının yaklaşlk olu§turan insan mitokondrial DNA (traDNA)'situn dizi analizi tam olarak yapilmıştır.
Whole mammalian cells contain at least two different genetic sisters. The first of these are nuclear genes that are numerically, functional and pathologically very important, the second is the mi-tochondrial genes that are located in the cytoplasm and are used as 2-10 circuses, gift-helix DNA molecules in each mitochondria. A complete sequence analysis of the human mitochondrial DNA (traDNA) site, which is about 16,569 nichleotide pairs (nc) in length, is approximately the total cell DNA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değışık A Ylardaki İnsan Fötusunda Timusun Histolojik Yapısının Işık Mikroskobu Seviyesinde Incelenmesı
Safiye Sayar, Refik Soylu, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Değışık A Ylardaki İnsan Fötusunda Timusun Histolojik Yapısının Işık Mikroskobu Seviyesinde Incelenmesı
A LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of Harran Fetal Thyın As At Dıfferent Months
4, 5 ve 6'ıncı aylara ait Yer adet toplam 15 insan fötusu kullanılarak Işık Mikroskobik Seviye de timus incelendi. Timus memeli dokular içinde en erken. hücre olgunlaşmasını sağlayan, immun sistemin ilk organıdır. T lenfositlerin olgunlaşnuı veridir ve muhtemelen bu olgımlaşma timus korteksinde baş-lamaktadır. 6. ava ait fötuslarda Hassa! korpüskül-lerinin hacimlerinin artmış olması bu çalışmanın en önemli farkıdır. Ayrıca B lenfositlerin (plasma hüc-relerinin) varlığı, T lenfositlerin B lenfositleri uyarmasmın yanı sıra timusun, humoral immun cevapta da önemli rolü olduğunun bir deliği olabilir.
Thymus of 4 montlıs-, 5 months and 6 months old fötus vere investigated microscopically. For each months 5 fetal thymus used for Iliis study. Thvmus gland helps maınmalian cells to undergo maturation and plays a primary role as the immune system. T Ivmphocytes matures here, possibly, in the cortex of the thymus. Irt. tlıis study progressive expansion of Hassal's Corpuscles was maximal at 6 th month compare to 4 th and 5 th month's thymuses. Additi-onally, the prence of B lymphocytes (plasma cells) even in 4 tfj ınonth of rota! thymus indicates that stimulation of T lymphocytes and B lymphocytes in Thvmus and hınnural immune response in thymuses show the imporrance of thymus gland even in fetal development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Alaaddin Vural, Kemal Ödev, Ahmet Candan Durak, Mehmet Çerçi
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Ve Metastatik Karaciğer Tümörlerinin Ultrasonografik Özellıklerı
UltrasonographIc Features Of PrImary And MetastatIc LIver Cancers
Çalışma kapsamtna aldığımız 15 primer, 18 met-astatik karaciğer kanserli hastada, tümörlerin ultraso-nografik (US) özellikleri incelendi. Ilepatosellüer karsinomların ve gastrointestinal sistemden kaynak-lanan metastatik karaciğer tümörlerinin çoğunluğu hiperekoik iken; hedef yapı bull's-eve pattern meta-statik lezyonlar için spesifiktir. Metastatik karaciğer tümörlerinin büyük kısmı hipoekoik yapı arzetmek-tedir. Bu sonuçlar, primer ve metastatik karaciğer karsinomlarının ayırıcı tanısında US`nin faydalı olduğunu gösterir.
Ultrasonographic features of tumor lesions in 15 patients with hepatocellular carcinoma and 18 with metastatic liver cancer were analyzed. Hepatocellular carcinomas and metastatic liver cancers originating from the gastrointestinal tract were frequently hyper-echoic. Bull's-eye (target sign) pattern was spesific for metastases. Most of metastatic liver cancers showed hypoechoic pattern. These results indicate that ultrasonography is useful for the dillerantial di-agnosis of hepatocellular carcinoma and metastatic liver cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailesel Yatkınlık Gosteren Rektal Prolapsus (vaka Takdımı)
Alaaddin Dilsiz, Engin Günel, Lütfi Dağdönderen
Araştırma makalesi
Özeti
Ailesel Yatkınlık Gosteren Rektal Prolapsus (vaka Takdımı)
Rectal Prolapsus Related To FamIlIal In-HerItance(case Report)
Rektal prolapsus; rektal mukozanin bazan de trim duvartnin aniisten dreart dogru &Mere* sark-masidtr. cocuklarda nadir rastlanan ye genellikle kendiliginden hastaltk olarak bi-linmektedir. Rektal prolapsusun etiyolojisi ye in-sidanst tam olarak bilinmemekle beraber haze pre-dispoze faktorler bildirilmektedir. Bu makalede babas,, halasi ye dedesinde rektal prolapsus oykiisii bulunan. 5 ye 8 yaVartndaki iki erkek kardq su-nulmultur. Aile taramasinda prolapsusa neden ola-hile•ek predispoze factor saptanamamtpr. Li-teratiir incelendiginde ailesel yatkinlik ye gecii hakkinda yeterli hilgi mevcut degildir.
Herniation of the rectal mucosa, sometimes whole rectal wall, from anus is known as rectal pro-lapse. In this report, we presented 5 and 8 year-old brothers whose father. aunt, and grandfather had rectal prolapse during their childhood. There is no predisposing factor causing prolapse in their family investigation. There is not enough knowledge about inheritance of rectal prolapse in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Ali Acar, Kadir Karabacak, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Neoadjuvant M-Vac (methotrexate, VInblastIne, DoxorubIcIn, CIsplatIn) Treatment Results In HIgh Grade Bladder Tumors.
Kliniğimizde 1996-1999 tarihleri arasında radyolojik ve patolojik olarak değerlendirilerek ileri evre mesane tümörü tanısı konmuş 27 hastaya neoadjuvan MVAC kemoterapisi uygulandı. % 15.4 klinik tam yanıt, % 34.6 klinik kısmi yanıt, % 34.8 klinik yanıtsızlık ve % 19.7 progresyon gözlendi. Hastalardan bir tanesi tedavi sırasında yaygın tümör metastazı ve nötropenik sepsise bağlı olarak yaşamını yitirdi. En sık görülen yan etkiler bulantı-kusma, geçici böbrek yetmezliği, lökopeni ve trombositopeni idi. M-VAC tedavisi kinik yanıt oranının çok yüksek olmamasına karşın düşük yan etki profiliyle ileri evre mesane tümörü olan uygun hastalarda stage düşürmek suretiyle TUR ve diğer alternatif cerrahi seçeneklerine imkan sağlamaktadır.
During 1996 and 1999, we applied MVAC in 27 patients whose final stage bladder tumor depends on pathological and radiological bases at urological department. 15.4 % had complete response, 34.6 % had partial clinical response, 34.8 % hadn’t any clinical response and 19.7% had progression. One of the patient died due to a wide spreed tumor metastasis and neutropenic sepsis during the treatment. The most common side-effects were nausea- vomiting, transient renal failure, leucopenia, and trombocytopenia. M-VAC therapy showed it’s beneficial effect by decreasing the stage so providing TUR possibility and other alternative surgical procedurs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kadınların Aıle Planlaması Konusunda Bılgı Kaynaklar' Ve Ge-Belıkten Korunmama Sebeplerinin Araştırılması
Selma Çivi, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Kadınların Aıle Planlaması Konusunda Bılgı Kaynaklar' Ve Ge-Belıkten Korunmama Sebeplerinin Araştırılması
Women's PerspectIves Of ObtaInIng InformatIon On ProtectIve PregnancIes
Doğurgan çağdaki evli kadınların aile planla-ması konusunda yararlandıklan bilgi kaynakları ve gebelikten korunmaya!r kadınların korunrnama se-sepkrinin incelendiği bu çalışma. 1991 yılında Konya şehir merkezinde 265 kadınla görüşülerek yapıldı. Görüşülen kadınların % 78.9'ulnun gebe-likten korunduğu, korunanlarm da % 79.47inün et-kili bir Yöntem kullandığı, kadınların % 37.7rsinin herhangi bir gebeliğini isteğe bağh düşük yada kürtajla sonlandırdığı öğrenildi. Kadınların % 55'i kontraseptif yöntemi sağlık personelinden, % 21.57 ise eşlerinden öğrendiğini ifade etti. Gebelikten ko-runmayan kadınların korunınama sebeplerinin ilk i-kisi çocuk isteme ve yöntem bilmeme idi.
In this study, an intervieıv among 265 women in. Konya, in 1991 mode ta .find our how they are in-formed. where they gol their inffirmations and wlıai kind of protective measures were taking for !heir unwanited pregnancies. Among ıhem 78,9% were using contraceptives and 62.7 % of them were using medicailv approved eff ective comraceptives. The remaining 16.2% preferred tradional contraceptive. Protections-. About 38% of hıtal regardiess of using coniraceptive ur not had voluntary abortion. In the inten.iew [hen have state(' that 55%, 22%, and 11% have learned the use of comraceptives from health workers, hu.sbands and heighbours. respectively. The reınaining 21% WhO didn4r use contraceptives either had the desire of having pregnancy or dini have infonnations on contraceptive measures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femorotibial Açıda Lateral Ayakaltı Kaması İle Değışme
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Hasan Oğuz, Recep Memik, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Femorotibial Açıda Lateral Ayakaltı Kaması İle Değışme
AlteratIon Of The FemorotIbIal Angle WIth LateraI Subfood Wedge
20-30 yaşlarında 30 normal erkek, çalışma kapsamına alındı. Dizin femorotibial açılan anteroposterior röntgenogramlarda değerlendirildi. Femorotibial açı dekubitis pozisyonunda 5(sağ) -6(sol) derece iken, ayakta 3 .6(sağ) - 24(sol) derecedir. Sağ lateral kamalı grafide, sağ dizde varusta anma (28, %93.3) olurken, sol dizde valgusta artma olmaktadır (12, %40). Sağ diz valgusu sağ lateral ayakaltı kama ile azalmaktadır. Kama kalınlığı, sağ dizde valgusu değiştirmemekte, solda ise valgusu arttırmaktadır.
The study was based on a series of 30 normal mide subjects ageing between 20 to 30. Femoroti-bial angle of the knee joint was analyzed using a an-teroposterior roentgenogram of the knee. Femoroti-bial angle was 5(right) - 6(left) degree at the decubit-us pozition, and 3 .6(right) 2.9(left) degree at the standing. At the right lateral subfood wedge, varus of the knee was increased at the right knee (28, %93.3), and valgus of the knee was increased at the left knee (12, %40). Valgus of the right knee was decreased with right lateral subfood wedge. Thickness of the wedge didn't increase valgus of the right knee, but increased valgus of the left knee.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kitleleri Mamografik Tanı
Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kitleleri Mamografik Tanı
Breast Masses: MamographIc DIagnosIs
Meme kitlelerinin tanısında ilk adım, gerçek kitle ve kitleyi taklit eden, normal fibröz ve glandüler yapıların süperpozisyonu ile oluşan asimetrik yoğunluk artışlarının ayrımının yapılmasıdır. Kitlenin dış konturlarının konveksliği, peri fere oranla santral kısımların daha lens olması, en az iki farklı pozisyonda (tercihen dik yönler) tanımlanabilmeleri yardımcı bulgulardır. Buna karşılık, asimetrik densitelerin taraklaşma gösteren konkav konturlan, yağlı elemanlar ile bölünmeleri ve birden fazla pozisyonda görüntülenememeleri karakteristiktir (1, 2, 3).
The first step in the diagnosis of breast masses is to differentiate the increase in asymmetric densities of normal fibrous and glandular structures, which mimic the real mass and mass, superpowers. The convexity of the outer contours of the mass, the central media being more lens than the periphery, and their ability to be identified in at least two different positions (executive vertical directions) are helpful findings. On the other hand, the concave contours of asymmetric densities with combing, division by fatty elements and not learning in more than one position are characteristic (1, 2, 3).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
Aysun Gökçe
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of Extracapsular InvasIon In GastrIc Cancer
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mide kanserinde ekstrakapsüler invazyonun prognostik önemi ve
klinikopatolojik verilerle ilişkisini araştırmaktır .
Hastalar ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında total ve subtotal gastrektomi yapılan toplam 190
primer mide kanseri hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların 133’ü (%70)’ü erkek, 57’si (%30) kadındı.
Metastatik lenf nodu kapsülünün dışına tümör hücrelerinin invazyonunun saptanması ekstrakapsüler
invazyon olarak tanımlandı ve bunun yanısıra histolojik tip, lenf nodu pozitifliği, lenfovasküler ve perinöral
invazyon, invazyon derinliği ve metastatik lenf nodu sayıları d eğerlendirildi.
Bulgular: 136 (%71.4) hastada lenf nodu metastazı saptandı. Bunların 87'sinde (%64) ekstrakapsüler
invazyon izlendi. Ekstrakapsüler invazyonlu olguların 36'sı (%65,5) diferansiye, 51'i (%63) andiferansiye
idi ve sırasıyla 68 (%68) ve 80 (%68,4) olguda perinöral - lenfovasküler invazyon görüldü. Perinöral
invazyon (p=0.01), lenfovasküler invazyon (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.001) ve metastatik lenf
nodu sayısı (p=0.001) ile ekstrakapsüler invazyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi.
Ekstrakapsüler invazyon cinsiyet, histolojik tip ve rezeksiyon tipi ile ilişkili değildi. Çok değişkenli analizde
mide kardia yerleşimli tümörlerde ekstrakapsüler invazyon olma riski 5,501 kat, perinöral invazyon
olanlarda ise ekstrakapsüler invazyon olma riski 1 1,44 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir .
Sonuç: Ekstrakapsüler invazyon görülen vakalar kötü prognostik parametrelerle ilişkilidir. Mide
kanserlerinin gelecekteki evreleme sistemine ekstrakapsüler invazyon durumu dahil edilmeli ve patoloji
raporları ekstrakapsüler invazyon durumu hakkında bilgi içermel idir.
Aim: The aim of this study was to investigate the prognostic significance of extracapsular invasion and its
relationship with clinicopathological data in gastric cancer .
Patients and Methods: A total of 190 patients with primary gastric carcinoma underwent total and
subtotal gastrectomy between 2013 and 2020 were included in the study. 133 (70%) were men, and 57
(30%) were women. Tumour invasion beyond the lymph node capsule was diagnosed as extracapsular
involvement. and evaulated in addition to histological type, lymph node positivity, lymphovascular and
perineural invasion, depth of invasion, and numbers of lymph no de metastasis.
Results: 136 patients (71.4%) had lymph node metastasis. Of these, 87 patients (64%) had extracapsular
invasion. Of the cases with extracapsular invasion, 36 (65.5%) were differentiated and 51 (63%) were
undifferentiated and perineural - lymphovascular invasion was seen in 68 (68%) and 80 (68.4%) cases,
respectively. A statistically significant association was observed with extracapsular invasion in terms of
perineural invasion (p=0.01), lymphovascular invasion (p=0.008) and depth of invasion (p=0.001) and
number of metastatic node (p=0.001). Extracapsular invasion was not associated with sex, histological
type, and resection type. In the multivariate analyse, the risk of extracapsular invasion is 5,501 higher
in those with cardia localization. Those with perineural invasion have an 11,44 higher risk of having
extracapsular invasion.
Conclusion: Cases with extracapsular invasion are associated with poor prognostic parameters. It
should be included in the future staging system of gastric cancers and pathology reports should include
information about extracapsular invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siroz Hastalarında, Serum Biyobelirteçlerinin Hcc, Hrs Ve Sağ Kalımla İlişkisi
Muharrem Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
Siroz Hastalarında, Serum Biyobelirteçlerinin Hcc, Hrs Ve Sağ Kalımla İlişkisi
RelatIonshIp Of Serum BIomarkers WIth Hcc, Hrs And SurvIval In PatIents WIth CIrrhosIs
Amaç: Bu çalışmada, serum biyobelirteçlerinin HCC ve HRS tanılı hastalarda tanı ve sağ kalım ilişkilerinin
değerlendirilmesi ayrıca pratikte rutin kullanıma uygunluğun be lirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma, gözlemsel, retrospektif bir Kohort çalışmasıdır; 2005 ve 2020 yılları
arası. Kontrol grubu olarak sadece siroz tanılı olgular alınmıştır ve bu hastalarda HCC veya HRS tanıları
yoktur. Kontrol grubuna ek olarak 3 ayrı grup daha tanımlanmıştır; HCC grubu, HRS grubu ve HCC&HRS
grubu. Kontrol grubuna malign hastalığı olanlar (HCC dışı) alınmamıştır. Hemogram sonuçlarından elde
edilen nötrofil, lenfosit ve platelet sayımları kullanılarak tüm hasta grupları için, nötrofil-lenfosit oranı
(NLR), nötrofil-platelet oranı (NPR), sistemik immün inflamatuvar indeks (SII) skoru ve CRP’nin albümine
oranı (CAR) hesaplandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 110 hasta alınmıştır; hastaların 26’sı (%23,6) kadın iken 84’ü (%76,4)
erkektir. Siroz grubunda 29 (%26,4) hasta, HCC grubunda 27 (%24,5), HRS grubunda 18 (%16,4) ve
HCC&HRS grubunda ise 36 (%32,7) vardır. Gruplardan bağımsız olarak tüm popülasyonda hastaların
63’ü (%57,3) HCC iken 54’ü (%49,1) HRS tanılıdır; HRS hastalarında 36 (%32,7) Tip 1 ve 18 (%16,4)
ise Tip 2 hastasıdır. Sağ kalım bakımından değerlendirmede takip sürecinde tüm hastaların 68’i
(%61,8) kaybedilmiştir (exitus); 27 (tüm hastaların %24,5’i) hasta ilk 1 yıl içinde kaybedilmiştir. Serum
biyobelirteçlerin, HRS tespit etme yeteneklerinin ROC analizleriyle karşılaştırmalarında AUC değeri
0,7 üzerinde saptanmayan tek biyobelirteç SII’dır; >624 eşik değeri için AUC: 0,674 (0,578–0,760).
Serum biyobelirteçlerin, tanı gruplarından bağımsız genel sağ kalımı tahmin etme yeteneklerinin ROC
analizleriyle karşılaştırmalarında tüm biyobelirteçler için AUC>0,7 saptanmıştır; en yüksek sensitivite
(%70,59) ve spesifisite (%80,95) değerleri NLR ve CAR için sapt anmıştır.
Sonuç: Serum biyobelirteçleri NLR, NPR, SII ve CAR siroz hastalarında HCC, HRS varlığında genel sağ
kalımı predikte etmeye yeterlidirler. Hepatorenal sendromu tespit etme bakımından NLR, NPR ve CAR
yeterli sensitivite ve spesifisiteye sahiptir .
Aim: In this study, it was aimed to evaluate the diagnosis and survival relationships of serum biomarkers
in patients with HCC and HRS, as well as to determine their sui tability for routine use in practice.
Patients and Methods: This is an observational, retrospective cohort study; between years 2005 and
2020. Only cases diagnosed with cirrhosis were included as the control group and these patients did not
have a diagnosis of HCC or HRS. In addition to the control group, 3 different groups were defined; HCC
group, HRS group and HCC&HRS group. Those with malignant disease (non-HCC) were not included in
the control group. Using neutrophil, lymphocyte and platelet counts obtained from hemogram results,
neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), neutrophil-platelet ratio (NPR), systemic immune inflammatory index
(SII) score and CRP to albumin ratio (CAR) were calculated for all patient groups.
Results: A total of 110 patients were included in the study; While 26 (23.6%) of the patients were female,
84 (76.4%) were male. There were 29 (26.4%) patients in the cirrhosis group, 27 (24.5%) in the HCC
group, 18 (16.4%) in the HRS group, and 36 (32.7%) in the HCC&HRS group. Regardless of the groups,
63 (57.3%) of the patients in the whole population were diagnosed with HCC, while 54 (49.1%) were
diagnosed with HRS; 36 (32.7%) patients with HRS were Type 1 and 18 (16.4%) were Type 2 patients. In
terms of survival, 68 (61.8%) of all patients died during the follow-up period (exitus); 27 patients (24.5%
of all patients) died within the first year. In comparisons of the HRS detection capabilities of serum
biomarkers with ROC analyses, the only biomarker whose AUC value was not detected above 0.7 is SII;
AUC for >624 threshold: 0.674 (0.578–0.760). Comparisons of serum biomarkers' ability to predict overall
survival independent of diagnostic groups with ROC analyzes found AUC>0.7 for all biomarkers; The
highest sensitivity (70.59%) and specificity (80.95%) values we re determined for NLR and CAR.
Conclusion: Serum biomarkers NLR, NPR, SII and CAR are sufficient to predict overall survival in the
presence of HCC, HRS in cirrhotic patients. NLR, NPR and CAR have sufficient sensitivity and specificity
to detect hepatorenal syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
45,x /46,x,i (xq) Ve 46,x, İ.(xq) Karyotipine Sahıp İkı Olgunun Degerlendırilmesi
Aynur Acar, İbrahim Erkul, Sennur Demirel, Hasan Acar, Tülin Çora, Said Gönen
Araştırma makalesi
Özeti
45,x /46,x,i (xq) Ve 46,x, İ.(xq) Karyotipine Sahıp İkı Olgunun Degerlendırilmesi
EvaluatIon Of Two Cases WIth 45,1 / 46,x, I(xq) And 46,x, I(xq) Karyotypes
Gelişme geriliği şikayeti ile başvuran ve ikiz eşi olan 12 yaşındaki bir kız çocuk ile gelişememe ve adet görememe şikayeti ile başvuran 20 yaşındaki bir diğer olgu Turner sendromu ön tanısı ile incelemeye alındı. ikiz olan eşi normal gelişime ve 46, XX karyotipe sahip olan birinci olgunun karyotipinin 45,X / 46, X, i (Xq); ikinci olgunun karyotipinin ise 46, X, i(Xq) olduğu tespit edildi. Olguların fizik muayene bulgulart ve karyotipleri birlikte değerlendirilerek, X kromozomunun yapısal anontalikrini içeren sendrontların klasik 45, X Turner sendrornundan ayırdedilmesinde fenotip-karyotip uyumunun önemi tartışıldı.
A 12 years old fernak case who was one of the twin sisters and the other 20 years old female case with growth deficiency and lack of menstrual period were referred to our laboratory for possible Turner Syndrome. The first case whose twin sister had normal growth and development with 46, XX karyotype, had a karyotype of 45,X146,X,i (Xq). The karyotype of second female case was 46,X,i (Xq). Cytogenetical findings evaluated together with their cilinical features enabled to distinguish structural anomaly of X chromosomes from the classical 45X Turner syndrome, and the importance of the correlation of phenotype to karyotype is discussed in this article
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dudak Kanserleri Ve Kliniğimizde Uygulanan Tedavı Nıetodları
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Bedri Özer, Levent Soley
Araştırma makalesi
Özeti
Dudak Kanserleri Ve Kliniğimizde Uygulanan Tedavı Nıetodları
LIp Cancers And Treatment Afethod, In Our ClInIc
1983-1989 yılları arasında kliniğimizde dudak kanseri nedeniyle 46 hasta ameliyat edilmiştir. Elde edilen sonuçlar literattir gözden geçirilerek değerlendirilmiştir.
Between 1983-1989, 46 patients with Tip cancer operated in our clinic. Our results obtained from these cases vere discussed with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
Coskun Ulucakoy, Ismail Burak Atalay, Recep Öztürk, Aliekber Yapar, Guray Togral, Emek Mert Duman, Bedii Safak Gungor
Araştırma makalesi
Özeti
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
ClInIcal And FunctIonal Results Of EndoprosthetIc ReconstructIon In MalIgnant Tumors Around The Elbow
Amaç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastaların klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kliniğimizde 2011-2018 yılları arasında dirsek çevresinde malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan 14 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 4'ü primer tümör (1 fibromiksoid sarkom, 1 leimyosarkom, 1 multipl miyelom ve 1 ewing sarkom) iken 10'u uzak organ metastazı (4 meme kanseri, 3 akciğer kanseri, 1 mide kanseri, 1 renal hücre kanseri ve 1 tiroid) kanser) idi. Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skoru ve Mayo dirsek performans skoru (MEPS) ve sağkalımı değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların minimum takip süresi 7 ay, maksimum takip süresi 55 aydı. Hastaların ortalama MEPS skoru 67.5 ± 12.0 (aralık, 45-90) ve MSTS skorunun ortalaması 19.4 ± 2.3 (aralık, 16-24) idi. 3 hastada takipte nüks, 7 hastada takipte exitus görüldü. Bu çalışmada hastaların medyan sağkalım süresi 44 aydı. 1 yıllık sağkalım oranı% 70.1 iken 3 yıllık sağkalım oranı% 54.5 idi.
Sonuç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastalarda ağrı ve fonksiyonel sonuçlar tatmin edicidir. Gelecekte daha geniş hasta serileri ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
Purpose: It was aimed to present the clinical and functional results of the patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow.
Methods: 14 patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor in the elbow circumference between 2011-2018 in our clinic were included in the study. While 4 of the patients were primary tumors (1 fibromixoid sarcoma, 1 leimyosarcoma, 1 multiple myeloma and 1 ewing sarcoma), 10 were distant organ metastases (4 breast cancer, 3 lung cancer, 1 stomach cancer, 1 renal cell cancer and 1 thyroid cancer). Musculoskeletal Tumour Society (MSTS) score and Mayo elbow performance score (MEPS) and survival were evaluated.
Results: The minimum follow-up period of the patients was 7 months, and the maximum follow-up period was 55 months. The mean MEPS score of the patients was 67.5 ± 12.0 (range, 45-90), and the mean of the MSTS score was 19.4 ± 2.3 (range, 16-24). Recurrence occurred at follow-up in 3 patients and exitus at follow-up in 7 patients. In this study, the median survival time of the patients was 44 months. The 1-year survival rate was 70.1% while the 3-year survival rate was 54.5%.
Conclusion: Pain and functional results are satisfactory in patients who undergo tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow. In the future, studies with larger patient series are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
Burhan Apillioğulları, Buğra Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
18f-Fdg Pet/ct FIndIngs In Esophageal Ca StagIng: A RetrospectIve AnalysIs
Amaç: Özofagus kanseri(ca) tanısı alan ve 18F-Florodeoksiglukoz (18F-FDG) Pozitron Emisyon Tomografi /
Bilgisayarlı Tomografi (PET/BT) görüntüleme kullanılarak evrelemesi yapılan hastaların bulgularını retrospektif
olarak analiz etmeyi ve sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Şubat 2015 ile Şubat 2020 tarihleri arasında hastanemizde 18F-FDG PET/
BT ile evrelemesi yapılmış 37 özofagus ca tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, primer tümörün
lokalizasyonu ve 18F-FDG PET/BT maksimum standardize alım değeri (SUVmax), mediastinal, abdominal
ve servikal lenf nodları, akciğer(AC), karaciğer(KC), kemik ve diğer alanlara olan metastazlarına ait bulgular
retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 66,97± 4,54 yıl bulundu. 20 hasta (%54) erkek, 17 hasta (%46) kadındı. 10
hasta (%27) özofagus üst bölge tümörü, 23 hasta (%62) özofagus alt bölge tümörü, 4 hasta özofagus orta bölge
tümörüydü (%11). 23 hastanın patolojik tanısı squamöz hücreli ca, 14 hastanın adeno ca olarak tespit edildi. Tüm
hastalarda primer tümör SUVmax ortalaması 14,09±6,36 olarak ölçüldü. Squamöz ca tanılı hastaların primer tümör
SUVmax ortalaması 14,51±6,63, adeno ca tanılı hastaların primer tümör SUVmax ortalaması 13,40±6,03 olarak
bulundu. 8 hastada hiçbir metastaz bulgusuna rastlanmazken 29 hastada metastaz belirlendi. Ayrıca 3 hastada
ise ikinci bir primer malignite (ikisi kolon ca, birisi nazofarenks ca) saptandı. Tedavi ve takiplerine hastanemizde
devam edilen 9 hastanın 7’ sinde progresyon, 2’sinde ise regresyon izlendi.
Sonuç: Özofagus ca tanısı alan hastaların ilk evrelemesinde, 18F-FDG PET/BT günümüzde kullanım sıklığı
gittikçe artan faydalı bir görüntüleme yöntemidir . Bizim çalışmamızda bunu destekler niteliktedir .
Aim: We aimed to retrospectively analyze and present the findings of patients diagnosed with esophageal
cancer and staged using 18F-Fluorodeoxyglucose (18F-FDG) Positron Emission Tomography/Computed
Tomography (PET/CT) imaging.
Patients and Methods: Thirty-seven patients diagnosed with esophagus who were staged with 18F-FDG
PET/CT in our hospital between February 2015 and February 2020 were included in this study. Patients'
age, gender, localization of the primary tumor and 18F-FDG PET/CT maximum standardized uptake value
(SUVmax), findings of metastases to mediastinal, abdominal and cervical lymph nodes, lung, liver, bone and
other areas were retrospectively evaluated as.
Results: The meanage of the patients was 66,97 ± 14,54 years. 20 patients (54%) were male, 17 patients
(46%) were female. 10 patients (27%) had upper esophagus tumors, 23 patients (62%) had lower esophagus
tumors, 4 patients had middle esophageal tumors (11%). The pathological diagnosis of 23 patients was
squamous cell ca, 14 patients were adeno ca. The mean of primary tumor SUV max was measured as 14,09
± 6,36 in all patients. The mean primary tumor SUVmax of the patients diagnosed with squamous ca was
14,51 ± 6,63, and the mean of primary tumor SUV max of the patients diagnosed with adeno ca was found to
be 13,40 ± 6,03. Progression was observed in 7 of 9 patients whose treatment and follow-ups were continued
in our hospital, and regression was observed in 2 of them.
Conclusion: In the initial staging of patients diagnosed with esophageal ca, 18F-FDG PET/CT is an
increasingly useful imaging method. Our study supports this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acıl Tıp Uzmanlıgı Ye Acıl Departman Çalısmalarında Standardızasyon
Ali Çalıkuşu, M. Ali Uygun
Araştırma makalesi
Özeti
Acıl Tıp Uzmanlıgı Ye Acıl Departman Çalısmalarında Standardızasyon
Standardızatıon In Emergency Medıcal Expertıse And Emergency Department Work
Günümüzde Ulkemizi ilgilendiren bir sorun olan acil saglik hizmeti iiretimindeki yetersizligin bir cok nedeni sayilabilir. Bunlar arasinda yillardir on plan-da olan ftziki yetersizlikler giiniimiizde &pima a§a-masina gelmi§tir.Yoneticiler acil saglik hiz-metlerinin onemini artik kavrami§lardir. BugUn iilkemizde bircok universite, universite dt i kurum ye devlet hastanesinde, merkezi ve lokal kaynaklar kullanilarak yeni, guzel goriiniimlii ye iyi sa-yilabilecek donanimlara sahip acil departmanlar ku-rulmu§ ye kurulmaktadir. Ancak yeni ye donanimli acil servislerde de yeterli ye gerekli acil saglik hiz-meti ne yazikki uretilememektedir. Bunun nedeni acil servislerin standardize olmamasi, fonk-siyonlannin net olarak belirlenmemesi ye bu hiz-meti iiretecek insan faktorti sorununa bugane degin egilinmemesidir. Bu nedenle acil saglik hizmetleri her iinitede sorumlu saglik personelinin bilgi ye tec-rUbe ye ali§kanliklanna Ore nitelik ve nicelik fark-liliklan gostermektedir. Son yillarda artan toplumsal ye medikal ih-tiyaclara paralel olarak, iilkemiz insaninin acil saglik hizmeti beklentisini gereken §ekilde kar§ilayabilmek iizere film tilke genelinde acil departmanlann re-organizasyonu , guniimUzde encok tartiplan saglik sorunlarimizdan birisidir. BugUn saglik sektorLinde cok katilimli tarti§ma ortamlarinda sik tarti§ilan konulardan birisi acil departmanlann re-organizasyonlannin nasil olmasi gerektigidir .
Many reasons can be considered for the insufficiency of emergency health service management, which is a problem that concerns our country today. Among them, physical inadequacies, which have been in the foreground for years, have come to the fore in our days. The administrators have now realized the importance of emergency health services. Today, in our country, many universities, non-university institutions and state hospitals are being established in the state hospitals, using central and local resources, and emergency departments with new, beautiful appearance and equipment that can be regarded well. However, in newly equipped emergency services, unfortunately, sufficient and necessary emergency health services cannot be produced. The reason for this is that the emergency services are not standardized, their functions are not clearly defined, and the human factor problem that will lead this service is not focused on. For this reason, there are differences in quality and quantity in the knowledge and experience training habits of the health personnel in charge of every unit of emergency health services. In parallel with the increasing social and medical needs in recent years, the re-organization of the emergency departments throughout the film fox in order to meet the expectations of the emergency health service of the people of our country, is one of our health problems that are discussed today. One of the most frequently discussed issues in the healthcare sector today in multi-participatory discussion environments is how emergency departments should be re-organized.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rekonstrüktif Cerrahi İle Tedavi Edilen
dev Suprapubik Desmoid Tümör
Murat Akıcı, Erkan Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Rekonstrüktif Cerrahi İle Tedavi Edilen
dev Suprapubik Desmoid Tümör
GIant SuprapubIc DesmoId Tumor Treated WIth
reconstructIve Surgery
Desmoid tümörler, metastaz yapma riski olmayan ancak
lokal agresif seyir gösteren nadir görülen benign tümörlerdir.
Etyopatogenezleri kesin olarak bilinmemektedir. Travma sonrası
gelişebilmektedirler. Sıklıkla abdominal duvarda yerleşirler.
Suprapubik lokalizasyon ise çok nadirdir. Desmoid tümörler için
standard bir tedavi yaklaşımı yoktur. Tedavide öncelikle geniş
cerrahi eksizyon uygulanmalıdır. Lokal nüks oranları yüksek olduğu
için hastalar cerrahi sonrası yakın takibe alınmalıdır. Burada,
rekonstruktif cerrahi ile başarıyla tedavi edilen ve nüksüz takip edilen
suprapubik bölgede yerleşen dev desmoid tümörlü olgu sunulmuştur.
Desmoid tumors are rare benign tumors with local aggressive
clinical course but without the risk of metastasis. Etiopathogenesis
of desmoid tumors is not known clearly. They can develop after
trauma. Desmoid tumors are mostly located on abdominal wall and
very rarely on suprapubic region. There is not a standard treatment
approach for desmoid tumors. Firstly a wide surgical excision should
be performed. As local recurrence rates are high patients should be
followed up closely after surgery. Here in, a case with giant desmoid
tumor located on suprapubic region treated successfully with a
reconstructive surgery and followed up without a recurrence was
reported.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neoözofagusta Neolokalizasyon: Presternal Transpozisyon
Murat Çakır, Mehmet Biçer
Olgu sunumu
Özeti
Neoözofagusta Neolokalizasyon: Presternal Transpozisyon
NeolocalIzatIon In The Neoesophagus: Presternal TransposItIon
Erken evre distal özofagus kanserleri ve proksimal mide kanserlerinde en yaygın tedavi yöntemi cerrahidir.
Özofagus cerrahisinin zorluklarından biri gastrointestinal devamlılığının sağlanmasıdır. Bu amaçla mide,
ince barsak ve kolon kullanılabilir. Neoözofagus posterior mediastinal veya retrosternal alandan servikal
bölgeye ulaştırılır. Distal özofagus kanseri nedeniyle opere edilip özofagusu güdük halinde bırakılan
hastanın yapılan presternal kolonik transpozisyonu literatür eşliğinde tartışılması amaçlandı. 61 yaşında
erkek hasta, özofagus ca nedeniyle transhiatal olarak total gastrektomi ve distal özofajektomi cerrahisi
uygulanmış. Anastomoz kaçağı nedeniyle sağ torakotomi yapılmış ve özofagus güdük olarak bırakılmış.
Beslenme jejunostomisi açılmış. Akciğer metastazı nedeniyle sol torakotomi ile metastazektomi yapılmış.
Rekonstruksiyon amaçla sol kolon presternal alandan ilerletilerek servikal bölgeye ulaştırılarak özofagus
amastomozu yapıldı. Özofagus cerrahisinde konduitin lokalizasyonunda son çare olarak presternal alanda
ilerletilmesi akılda tutulmalıdır .
The most common therapeutic method for early stage distal esophageal cancers and proximal stomach
cancer is surgery. One of the challenges in esophageal surgery is to maintain gastrointestinal continuity.
The neoesophagus is transferred from the posterior, mediastinal, or retrosternal areas to the cervical
region. A 61-year-old male patient with esophageal cancer had received transhiatal total gastrectomy,
distal esophagectomy, and Roux-en-Y esophagojejunostomy. Right thoracotomy had been performed due
to anastomotic leak with the esophageal stump left behind. Left thoracotomy and metastasectomy were
also performed due to lung metastasis. The left colon was transpositioned from the presternal area to
the cervical region for reconstructive purposes. Physicians should bear in mind that the conduit can be
advanced in the presternal area as the last resort for its localization in esophageal surgery. The aim of this
study was to present, along with literature review, the case of a patient with distal esophageal cancer for
whom presternal colonic transposition was performed with the es ophageal stump left behind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postoperatif Bulantı Ve Kusmaların Önlenmesinde Droperidol, Metoclopramide Ve Dramamine'in Etkılerının Karşılaştırılması
A. Feyza Ünal, A. Erkan Ünal, Sadık Özmen, Sema Tuncer, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Postoperatif Bulantı Ve Kusmaların Önlenmesinde Droperidol, Metoclopramide Ve Dramamine'in Etkılerının Karşılaştırılması
PostoperatIve PreventIon Of Nausea And VomItIng: A ComperatIve Study Of DroperIdol, MemelopranzIde And DramamIne
Çeşitli nedenlerle genel anestezi altında ameliyat edilen 100 ardışık hastaya, postoperatif bulantı ve kusmaya karşı, rastgele çift-kör sistemle: 1.25 mg. Droperidol, 10 mg. Metoclopramide, 100 mg. Dra-mamine ve serwnfizyolojik; anestezi bitiminden 5 dakika önce intravenöz olarak verildi. Hastalar postoperatif ilk 24 saatte bulantı ve kusma yönünden gözlendiler. Droperidol verilen hastaların bulantı ve kusma yüzdesi serum fizyolojik Yerilenlerle karşılaştırılınca(%6.6 ), ileri derecede bir azalma olduğu gözlendi (p< 0.01). Metoelopramide,Dranzamine ve serwrzfi4.7ololik verilen havalarda ise bulantı ve kusma insidanslan birbirine benzemekteydi( p> 0.05). Burada çıkan sonuca göre: genel anestezi sonrası görülen postoperatif bulantı ve kusmalann önlenmesi ve tedavisinde Droperidol'un etkili bir drog olduğu, Metoclopranzide ve Drarnamine'in ise aynı eskiye sahip olmadığı anlaşıldı.
A hundred consecutive patients undergoing various surgery ender general anesthesia were giyen 1.25 mg. Droperidol, 10 ıng. Metoclopramide , 100 mg. Dra-mamine or a sahne placebo intravenously in a doubly - blind random fashion 5 minutes before the end of anesthesia to prevent postoperatiw nausea and vomiting during the first 24 hours postoperativei y. Significantly (p< 0.01 ), fewer of patients giyen droperidol were nauseated and vomited (6.6 %) in comparison with patient giyen saline (incidence of nausea and vomiting was 46 %).1ncidences of nausea and vomiting were sirnilar in patients giyen Metocloprarnide,Dramamine or h is concluded that Droperidol is effectiye in the prevetion and treatment of postoperative nausea and vomiting after general anesthesia but that Metoclopramide or Dramaınine are not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserin Ayırt Edici Özelliklerine Güncel Bakış
Esra Bozgeyik
Derleme
Özeti
Kanserin Ayırt Edici Özelliklerine Güncel Bakış
A Current Perspectıve To The Hallmarks Of Cancer
Kanser, genomda meydana gelen bir seri bozukluklar sonucu ortaya çıkan ciddi bir genetik hastalıktır. Yüksek verimli yeni nesil dizileme teknolojilerinin geliştirilmesi ve büyük ölçekli projelerin verilerinin yayınlanması farklı kanser türlerinde değişik ifade profili gösteren birçok kodlanmayan RNA (ncRNA) molekülünün tespit edilmesine olanak sağlamıştır. Uzun kodlanmayan RNA (lncRNA) ve mikroRNA (miRNA) gibi ncRNA transkriptlerinin kanserin oluşumunda ve ilerlemesinde kritik rollerinin olduğu ve kanser tanısında/tedavisinde kullanılabilir olduğu bildirilmiştir. Özellikle, miRNA’lar gen ifadesini post-transkripsiyonel seviyede kontrol eden ve kanserin önemli ayırt edici özellikleri olan metastaz, invazyon, hücre çoğalması, farklılaşması, anjiyogenez gibi önemli süreçlerde kritik rolleri olduğu bilinen küçük RNA molekülleridir. Benzer şekilde, lncRNA’lar da kanserin moleküler mekanizmasının aydınlatılmasında önemli yeri olan RNA transkriptleri olarak tanımlanmışlardır. Dolayısıyla, bu kapsamlı derlemede miRNA, lncRNA, T-UCR gibi protein kodlama kapasitesi olmayan ancak işlevsel olan ncRNA’lar ile kanserin ayırt edici özellikleri güncel bir bakış açısı ile ele alınmıştır.
Cancer is a serious genetic disease caused by a series of disorders in the genome. Development of hightroughput sequencing approaches as well as the publication of large-scale projects have enabled the identification of several non-coding RNA molecules that are differentially expressed in various types of cancer. It has been reported that ncRNA transcripts such as long non-coding RNAs (lncRNAs) and microRNAs (miRNAs) have critical roles in the development and progression of cancer and can be used in the diagnosis/treatment of cancer. In particular, miRNAs are small RNA molecules which control gene expression at the post-transcriptional level and play critical roles in the important hallmark capabilities of cancers such as metastasis, invasion, cell proliferation, differentiation, and angiogenesis. Similarly, lncRNAs have also been identified as RNA transcripts that have important roles in the understanding of the molecular mechanism of cancer. Accordingly, in this comprehensive review, functional ncRNA molecules without protein coding capacity such as miRNAs, lncRNAs, and T-UCRs and the hallmarks of cancer were discussed together with a current perspective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Evre (ııı-Iv) Uterus Kanserleri
Cemalettin Akyürek, İnal Ülgenalp, Yusuf Ziya Yergök, Metin Çapar, Aydın Çorakçı, Aydın Çorakçı
Araştırma makalesi
Özeti
İleri Evre (ııı-Iv) Uterus Kanserleri
Advanced Stage (111-Iv) In Uterus CarcInorna
Bu çalışma GATA Kadın Doğum Anabilim Dalında 1972-1986 yılları arasında tanı konarak tedavi ,edilen 21 serviks ve 15 endometrial kanserli (Evre 111-IV) havayı içermektedir. Retrospektif olarak dosyalar incelenerek hasta özellikleri, tedavi uygulamaları ve literatür gözden geçirilerek sunulmuştur.
This study includes 21 cervical cancer and 15 endometrial cancer patients whom are diagnosed and treated by GATA during 1972-1986 years. The particularities of the patients, the irnplications of ihe treatment are retrospectively observed and had been published by the review of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Ve Çocuk
Haluk Yavuz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Ve Çocuk
SmokIng And ChIld
Son yıllarda sigaranın kanser ve diğer bazı hastalıklara sebep olarak, insan sağlığını tehdit etmesinin kesinleşmesinden sonra, birçok ülkede sigaraya karşı kampanyalar yoğunlaştırılmış ve bu ülkelerde sigara içme oranı önemli derecede azalma göstermiştir. Yurdumuzda ise maalesef tüketilen ve ithal edilen sigara miktarı giderek artmaktadır. Bu sigaranın zararına uğrayacak insanlarımızın çoğalması demektir. Bu zarara uğrayacaklar sadece aktif olarak sigara içen erişkinler değil, aynı zamanda anne kamındaki fetus, bebekler ve çocuklardır. Bu yazıda sigaranın çocuk sağlığı ile ilgili bazı etkilerinden bahsedilecektir. Sigaranın diğer etkilerinin de yer alacağı bir kitapçığın parçası olarak bu yazı hazırlanmıştır.
In recent years, after it became clear that smoking poses a threat to human health by causing cancer and some other diseases, anti-smoking campaigns have intensified in many countries and the smoking rate has decreased significantly in these countries. Unfortunately, the amount of cigarettes consumed and imported in our country is gradually increasing. This means the number of people who will be harmed by smoking. Those who will suffer are not only actively smoking adults, but also the fetus, babies, and children in the mother's abdomen. In this article, some of the effects of smoking on child health will be discussed. This article has been prepared as part of a booklet that will also include other effects of smoking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
Suat Kağızman, Serdar Yol, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Mehmet Metin Belviranlı, Mustafa Atabek, Ersin Çiftçi, Lütfi Dağdönderen
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Pankreatitlerin Klınık Incelenmesı Ve Prognostik Faktörler
ClInIcal EvaluafIon Of Acute PancreatItIs And PrognostIc Factors
Akut pankreatit değişik etyolojik faktörlerin etkili olduğu basit pankreatik ödemden etraf dokulaı-da nekrozla seyreden ölümcül sonuçlara kadar de-ğişehilen retroperitoneal bir hadisedir. Bu çalışmada akut pankreatit nedeniyle kli-niğimize başvuran ve tedavi gören 28 hasta hak-kıııda tecrübelerimizi gözden geçirdik. 28 hastanın 1.5rinde safra taşı, 2'sinde alkol, 1 finde rinde pankreas başı CA vardı. 9 ta-nesinin sebebi bulunamadı. 6 hasta ex oldu, 3 has-tada perirenal ahse gelişti. 3 hastaya laparatomi yapıldı. Takiplerimiz prognostik kriterleri ile uygunluk gösterdi. Pankreatitin teşhisinde, ilaç ve antibiyotik te-davisinde gelişmelerin olmasına rağmen tedavi gi-rişimleri halen etyolojiye yönelik yapılmaktadır. Etyolojide sebebi bilinmeyen pankreatitlerin yoğunluğunu gittikçe artırdığına inanılmaktadır (1).
Acute pancıeatitis is the inflanırnation of this retcoperitoneal organ with various etiological factors varying in severity from slight edema tn peripancreatic necrosis that may deteriorate ta death. In this actiele, we eı'aluated the recolyis of 28 pa-tients with acute pancreatitis ı-etrospectively who adrnitted ta University of Selçuk. General Surgery Department, hetween .lanuaty 1992 and Novembeı-1995. Etiological factoı-s weı-e gallstone in 15, al-cohol in 2. lipe•lipidemia in one and pancreas head cancer in one. There was no identifiable cause in 9 patients. Six patients died of disease_ Three patients underwent lapaı-atomy. FollovıLtıp of the casus sho-wed good correlation with the lmrie prognosticcriterias tiCcriterias criteılas
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta