Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Iı. Ve Iıı. Düzey Hastalarda Seçici Olmayan Ekokardiyografi Uygulam
Sebahattin Ertuğrul, Tamer Baysal, Hüseyin Altunhan, Ali Annagür, Rahmi Örs, Hasan Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Iı. Ve Iıı. Düzey Hastalarda Seçici Olmayan Ekokardiyografi Uygulam
Results Of EchocardIography That Performed PatIent WIthout Pre-Assessment In Our Neonatal IntensIve
\r\n
Amaç: Konjenital kalp hastalıklarının tanı ve izleminde ekokardiyografi önemli ve pratik bir tanı aracıdır. Genel uygulamada hastaların belli risk gruplarında yer alması ve fizik muayenede kuşkulandıracak bulgu olması durumunda ekokardiyografi yapılır. Bu çalışmada altı aylık dönem için Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesine kabul edilen (II. ve III. düzeyde) her hastaya ön değerlendirme yapılmaksızın uygulanan ekokardiyografi sonuçlarının analizi yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatırılarak izlenen 393 hastanın 132’sine (II. ve III. düzey tüm hastalara) ekokardiyografi uygulandı. Bulgular: Hastalarımızın %31,6’sında ekokardiyografide patoloji saptandı. Bu hastaların 29’unda (%22) herhangi bir bulgu yoktu. Sonuç: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde düşük risk grubundaki bebeklerde herhangi bir fizik muayene bulgusu olmaksızın kardiak patoloji görülmesi sıktır. Bu nedenle ekokardiografik değerlendirme yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda önemli bir tanı aracı olarak gözükmektedir.
\r\n
Objective: In congenital heart disease diagnosis and follow-up, echocardiography is the most important and practical diagnostic tool. In general practice, if the baby is one of the high risk groups or the baby has one of suspicious pathological findings during routine examination, echocardiography is performed. We aimed to present results of echocardiography that performed to each patient without pre-assessment in our neonatal intensive care unit II and III level during six-month period. Methods: Admitted to the Neonatal Intensive Care Unit (NICU) in 132 of the 393 patients, II and III levels in all patients, echocardiography was performed. Results: Echocardiography revealed pathology in 31.6% cases. Twenty-nine patients (22%) did not have any symptoms. Conclusion: Cardiac pathologies without any sypmtom are common in NICU population even without any symptom and in low-risk group babies. Echocardiographic examination appears to be very important diagnostic tool in Neonatal Intensive Care Units in the diagnosis of congenital heart disease
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyaljili Bayan Hastalarda Essitalopram İle Gabapentin Tedavilerinin Karşılaştırılması
Sami Küçükşen, Ali Sallı, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyaljili Bayan Hastalarda Essitalopram İle Gabapentin Tedavilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of EscItalopram And GabapentIn Treatment In Female PatIents WIth FIbromyalgIa
\r\n
ÖZET:
\r\n
\r\n
Gereç ve yöntem: Fibromiyalji tanısı konan 88 hasta randomize olarak iki gruba ayrıldı. 41 kişiden oluşan birinci gruba 1800 mg/gün gabapentin, 47 kişiden oluşan ikinci gruba ise 10 mg/gün essitalopram 12 hafta süreyle verildi. Başlangıçta ve çalışmanın sonunda hastalar ağrı, yorgunluk ve uyku bozukluğu (vizüel analog skala:VAS), depressif durum (Beck Depresyon Ölçeği:BDÖ) ve sağlıkla ilişkili yaşam kalitesi (Fibromiyalji Etkilenme Anketi:FEA) açısından değerlendirildiler.
\r\n
Bulgular: Oniki haftanın sonunda her iki grupta da ağrı, yorgunluk ve uyku bozukluğu VAS, BDÖ ve FEA skorları başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı derecede azaldı (p<0,05). İki grup birbiriyle karşılaştırıldığında, essitalopram kullanan grupta BDÖ’deki düzelme gabapentin grubuna göre daha belirgin idi (p<0,05).
\r\n
Sonuç: Hem gabapentin, hem de essitalopram fibromiyaljide ve eşlik eden semptomların tedavisinde etkilidir. Depresif semptomların ön planda olduğu hastalarda essitalopram tercih edilebilir.
\r\n
SUMMARY:
\r\n
Aim: To compare the efficacy and safety of escitalopram and gabapentin in patients with fibromyalgia.
\r\n
Methods: Eighty-eight female patients with fibromyalgia were included in the study. Patients were randomly divided into two groups. Gabapentin (1800 mg/day) was given to first group (n=41 patients), and escitalopram (10mg/day) was given to second group (n =47 patients) for 12 weeks. Patients were evaluated by the same observer for
pain, fatique,sleep disorder, depression and health quality at baseline and after the treatment. Pain, fatique and sleep disorders were measured with visual analog scale (VAS), depression was evaluated by Beck Depression Scale (BDS) and health-related quality of life was evaluated with
Fibromyalgia Impact Questionnarie (FIQ) .
\r\n
Results: Both gabapentin and escitalopram were associated with significantly improves scores on the pain, fatique,sleep disorder VAS, BDS and FIQ (p<0,05). Escitalopram treated patients displayed a significantly greater improvement in BDS than gabapentin treated patients (p<0,05).
\r\n
Conclusions
: Both gabapentin and escitalopram are efficacious for the treatment and other symptoms associated with fibromyalgia. Escitalopram is more preferable in the patients with more depressive symptoms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
Özkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Klinik,
laboratuvar, Epidemiyolojik Özellikler Ve Bu Özelliklerin
genetik Mutasyonlarla İlişkisi
ClInIcal, Laboratory And EpIdemIologIcal CharacterIstIcs Of FamIlIal
medIterranean Fever In ChIldhood And The RelatIonshIp Between
these Features WIth GenetIc MutatIons
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) seröz zarların inflamasyonu
ile karakterize, ataklarla seyreden bir hastalıktır. MEVF gen
mutasyonlarının keşfinden sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili
bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip
arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmada
AAA hastalarının klinik özellikleri ve kolşisine yanıtlarının genotiple
ilişkisinin araştırılması amaçlandı. AAA tanısıyla izlenmekte olan
131 hastanın dosyaları retrospektif olarak taranarak demografik,
klinik veriler ve mutasyon analizleri kayıt edildi. Hastalarımızın
%52.7’si erkek, %47.3’ü kızdı. Hastalarımızın şikayetlerinin başlama
yaşı ile tanı yaşının dağılımı farklılık göstermekteydi (p=0.00). En
sık görülen semptom karın ağrısı (%94.7) ve onu sırasıyla ateş
(%91.6), artralji (%65.6) ve göğüs ağrısı (%27.5) takip ediyordu.
Enfeksiyon, stres, menstürasyon, spor gibi faktörler bazı hastalarda
atağı tetiklemekteydi. En sık görülen mutasyonlar sırasıyla M694V
(%50.4), M680I (%26.7), 148Q (%11.5) idi. Mutasyon saptanmayan
%14.5 hastamız vardı. M694V homozigot olan hastalarda bulantı
ve kusma daha az, E148Q heterozigot olan hastalarda artralji daha
fazlaydı (p<0.05). Aynı aileden kolşisine dirençli 3 hastamız vardı.
Çalışmamızda AAA hastalarının fenotip ve genotipi arasında önemli
bir ilişki gözlenmemiştir. İnfantil dönemde hastalığın tanınması
zor olup, komplikasyonları önlemek adına hastaneye sık başvuran
hastalarda AAA tanısı da akla gelmelidir.
Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by attacks
and inflammation of serous membranes. After discovery of MEVF
mutations, several studies have been carried out about the effect
of genotype to phenotype, a number of them showed relationship
between genotype and phenotype, but some of them not. The aim
of our study was to investigate the relationship between genotype
and clinical features in children with FMF. This study was performed
with 131 patients who have FMF diagnosis. The demographic data,
clinical findings, mutations were investigated retrospectively. 52.7%
of our patients were boys, 47.3% were girls. Distribution of the age
of diagnosed was different from age of onset of symptoms (p=0.00).
The most frequent symptom was abdominal pain (94.7%) and it is
followed by fever (91.6%), arthralgia (65.6%) and chest pain (27.5%).
Infection, stress, menstruation and physical training triggered the
attack in some patients. Respectively, the most common mutations
were M694V (50.4%), M680I (26.7%) and 148Q (11.5%). No mutation
was detected in 14.5% of our patients. Nausea and vomiting were
less in M694V homozygous patients, and arthralgia was higher in
E148Q heterozygous patients (p<0.05). We had 3 patients with
colchicine-resistant who were siblings. In our study, a significant
relationship between phenotype and genotype was not observed. It
is difficult to recognize the disease in infancy period, FMF should be
considered in patients with frequently admitted to hospital in order to
avoid complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Neriman Çolakoğlu, Hüseyin Özyurt, İsmail Zararsız, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
ProtectIve Effects Of CaffeIc AcId Phenetyl Ester (cape) On Exposure Of CIgarette Smoke-Induced HIstologIcal Changes In Tar Testes
Bu çalışmada, sigara dumanına maruz kalan sıçanlara ait testislerde meydana gelen histolojik değişikliklerin incelenmesi ve bu değişiklikler üzerine kafeik asit fenetil ester (CAPE)’in etkisinin araştırılması amaçlandı. Bu amaçla 21 adet Wistar cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki hayvanlar kontrol grubu olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçalar sigara dumanına maruz bırakıldı. Grup III’deki sıçanlara ise sigara dumanına maruziyet ile birlikte günlük olarak CAPE enjekte edildi. 60 günlük deney süresi sonunda tüm sıçanlar dekapitasyonla öldürüldü. Hayvanlardan alınan kanların serumlarında testosteron analizi yapıldı. Testis doku örnekleri rutin histolojik prosedürlerden geçirilerek ışık mikroskobunda incelendi. Çalışmamızda, sigara dumanına maruz kalan sıçanların serum testosteron seviyeleri ve seminifer tubul çaplarında bir düşüşün olduğu ve bu düşüşün CAPE uygulaması ile engellendiği tespit edildi. Sigara dumanına maruz bırakılan sıçanlara ait testislerin ışık mikroskobik incelenmesinde ise, interstisyel alanlardaki damarlarda konjesyonun olduğu ve bağ dokusunun arttığı gözlendi. Ayrıca, seminifer tubullerde vakuolizasyonun olduğu ve spermatogenik hücrelerin azaldığı görüldü. Sigara maruziyeti ile birlikte CAPE uygulanan sıçanlarda ise, sigara maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin oluşmadığı tespit edildi. Sonuç olarak, sigara dumanına maruz kalan sıçanların testis fonksiyonlarında azalmanın olduğu ve bu azalmanın CAPE uygulaması ile önlendiği görüldü.
The aim of this study was to investigate the histological changes in testis of rats exposed to cigarette smoke and effects of caffeic acid phenetyl ester (CAPE) on these changes. Fort his purpose, 21 male Wistar rats were divided into three groups. Animals in Group I were used as control. Rats in Group II were exposed to cigarette smoke and rats in Group III were exposed to cigarette smoke and injected daily with CAPE. At the end of the 60-days experimental period, all rats were killed by decapitation. Serum testosterone analysis were performed in the blood samples obtained from the animals. Following routine histological procedures, testicular tissue specimenswere examined under a light microscope. In our study, serum testosterone levels and diameters of seminiferous tubules were found to be decreased in rats exposed to cigarette smoke and these were prevented by the administration of CAPE. Light microscopic examination of testis specimens from rats exposed to cigarette smoke revealed that congestion of vessels and increase of connective tissue in the interstitial space. Additionally, there was vacuolization in the seminiferous tubules and a decrease in spermatogenetic cells. Whereas, exposure of cigarette smoke induced histological changes were not seen in rats exposed to cigarette smoke and injected with CAPE. In conclusion, it was observed that testicular functions of rats exposed to cigarette smoke were decreased and this decrease was prevented by administration of CAPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Osteoartrozlu Hastalarda Egzersize Bağlı Kuadriseps Hipertrofisinin Bt İle Saptanması
Saim Açıkgözoğlu, Hasan Oğuz, İsrafil Şimşek
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Osteoartrozlu Hastalarda Egzersize Bağlı Kuadriseps Hipertrofisinin Bt İle Saptanması
The Assesment Of The Hypertrophy Produced By ExercIse In QuadrIceps Muscle In PatIents WIth Os- TeoarthrItIs Of The Knees UsIng ComputerIzed Tomography
Osteoartiritli hastalarda egzersiz sonrası quadriseps kaslarındaki hipertrofinin bilgisayarlı tomografi (BT) ile kas alan ölçümleri yapılarak saptanması amaçlanmıştır. Klinik ve radyolojik olarak dizde osteoartrozu olan 30 hastaya egzersiz uygulanarak kas hipertrofisi BT ile saptandı. Olgular 10 kişilik gruplara ayrıldı. Grupların her birine izo- metrik egzersiz, dirençli izometrik progresiv egzersiz ve progresif dirençli egzersizlerden birisi uygulandı. Egzersiz hastanın yakınma, klinik ve radyolojik bulguları olan dizine uygulandı. Kaslarda oluşan hipertrofi, egzersiz öncesi ve sonrası BT ile kas alan ölçümleri yapılarak değerlendirildi. Vastus medialis(VM), vastus lateralis(VL), vastus in- termedius(Vİ), rektus femoris(RF) kesit alanları, total kas alanları, total bacak alanı ve el ile bacak çevresi ölçüleri yapıldı. İzometrik egzersizde sadece RF kas hipertrofisinde sonuç anlamlı idi (p<0.01). İzometrik progresif dirençli egzersiz VM, Vİ kaslarında (p<0.01) ve VL kasında (p<0.001) hipertrofi oluşturmaktadır. Egzersiz yapılmayan ba cakta da hipertrofi oluşmaktadır. Progresif dirençli eksersiz VM, VL ve Vİ kasında (p<0.01) hipertrofi oluşturmaktadır. Egzersiz yapılmayan bacakta ise izometrik progresif dirençli egzersizden daha fazla hipertrofiye neden olmaktadır. Total kuadriseps ve total kas alanı hipertrofisinde dirençli egzersizlerin daha etkili olduğu görüldü. Progresif dirençli egzersizde bacak kesit alanı ve çevresi anlamlı düzeyde etkilenmektedir. Bacakta kas hipertrofisini ve hangi kasta hipertrofi olduğu saptamada BT başarılı sonuç vermektedir. Hipertrofiyi göstermede BT, el ile bacak çevresi ölçümlerine göre daha güvenilir sonuçlar vermektedir. Kesit yeri yüzeysel olarak be lirlendikten sonra tek BT kesitinde gerekli ölçümleri yapmak olanaklıdır.
The aim of the study is to determine the effectiveness of CT area measurements in order to çuantify hypertrophy produced by exercise in quadriceps muscle in patient with osteoarthritis of the knee. Thirty patients with knee os- teoarthritis who diagnosed clinically and radiologically were divided into three groups each consists of ten sub- jects. The first group took part in isometric, the second group isometric Progressive resistance, and the third group Progressive resistance for 4 weeks. At the beginning and end of the treatment, computerized tomographic sections were taken from the thigh. One of the sections was taken from 10 cm above subpatellar margin for vas tus lateralis (VL) and vastus medialis (VM), the other from midpoint of interline betvveen umbilicus and subpatellar end for vastus intermedius (VI) and rectus femoris (RF). Cross-sectional areas of the thigh, quadriceps totally, and the heads of the quadriceps were measured. İn addition, the circumference of the thigh was measured ma- nually. İsometric exercise (IE) produced hypertrophy only in RF (p<0.01), Progressive resistance exercise (PRE) in VM, VL, and VI (pcO.OI), and isometric Progressive resistance exercise (İPRE) in VM and VI (p<0.01), and VL (p<0.001). İn cotralateral thigh, PRE produced more hypertrophy than IPRE. The resistance exercises were more effective to produce hypertrophy in quadriceps muscle totally. Only in PRE group, the increase in cross-sectional areas and circumferences of the thigh were statistically significant. We conclude that the CT techniques are ne- cessary to asses the degree of muscle hypertrophy, and CT measurements provide more useful information than manual measurements of the circumference of the thigh.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
Serdar Karaköse, Tülay Ölçer, Turhan Cumhur, İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Empotansı Olan Aorta4lıak Okluzyon Veya Stenozlu Hastalarda Pta Veya Intravaskuler Stentın Tedavıdekı Yerı
The EffectIveness Of Pta Or Intravascular Stents In The Treatment Of The PatIents WIth Aorta-IlIac Occ-LusIon Or StenosIs And Empotance
Penil ereksiyonu saglayan en Onernli mekanizma plan korpus kavernozumun kanlanmaszndaki yetmezlik, organik arter hastaltklarma bagli olarak bircok olguda gorillmektedir. Common iliak arterdeki dada( ye ttkanaliklart perlditan transluminal anjioplasti (PTA), rotaks ye lumen iii stem ile redavi edilen 38-63 ya§•ar arasIndaki 27 pasta cahpnamir kapsamma alina Klinik bulgu olarak hastalarin tiimiinde alt ekstremitede kladikasyo ye 12 hastada empotans vardt. 27 hastada da ana neden atherosklerozisti. PTA veya lumen ici stent yer-le'tirilmesinden 4-12 ay sonra empotanstn norm ale doniip donntedig'i araotrtidt. Gir4imsel yontemler sonrast 12 hastamn9'unda (%75) empotans ba§artyla kavboldu. calipnamtz sonucu arteriel kokenli impotanslartn tedavisinde radyolojik giri§imsel y5ntemlerin baari h oldugu gozknnti§-tir.
According to the fundamental nature of penile erection, insufficiency of the arteriel blood supply to the corpora cavernosa caused by an organic arteriel disease is found in a large fraction of case. Our experience in the treatmen of stenoses or obstruction of the common iliac arteries with PTA, rotacs and intra-arteriel stents in 27 patients, between 38-63 years of ages, are reported. Clinical finding were lower limb claudicatio in all patients and impotence in 12 patients. The underlying disease was atherosclerosis in all 27 patients. Restitution of potency was recorded 4-12 months after the PTA or intravasccular stent application. After the intervention of procedures in 9 (%75) of the 12 patients, potency was succesliilly restored. As a results we think that radiological interventional procedures are succesfull in treatment of impotency which has arteriel etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Seda Özbek, Ali Sami Kıvrak, Alaaddin Nayman, Hasan Erdoğan, Mesut Sivri
Derleme
Özeti
Solid Meme Kitlelerinde Ultrasonografi: Benign Mi, Malign Mi?
Ultrasound In SolId Breast Masses: BenIgn Versus MalIgn
Son yıllarda ulaşılan teknik gelişmeler sayesinde ultrasonografi (US), sadece kistik-solid lezyon ayrımında kullanılan bir inceleme yöntemi olmaktan çıkmış, hem mamografi ve manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi diğer inceleme yöntemlerine tamamlayıcı, hem tanısal açıdan etkin, hem de girişimlerde rehber bir modalite haline gelmiştir. Bu gelişmeler raporlamada uluslararası ortak bir yaklaşım ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Amerikan Radyoloji Derneği tarafında geliştirilen “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) sözlüğü, ultrasonografide kullanılan terminolojiyi standardize etmeyi, bulguları malignite risklerine göre kategorize etmeyi ve uygun klinik yaklaşımları önermeyi amaçlamaktadır. Bu sözlükte solid meme kitleleri için altı ultrasonografik morfolojik özellik tanımlanmıştır: şekil, yerleşim, kenar, sınır, eko paterni, arka akustik özellik. Benign ve malign US özelliklerinde çakışma olsa da oval şekil, üçten az yumuşak lobülasyon, homojen hiperekojenite, paralel yerleşim benignite; düzensiz şekil, antiparalel yerleşim, keskin olmayan kenar, ekojenik halo, arka akustik gölgelenme ise malignite için daha anlamlı özelliklerdir. Bu yazıda, BIRADS sözlüğünde solid kitleler için tanımlanan morfolojik US özelliklerinin, benignite ve malignite açısından etkinlikleri literatür bilgileri ışığında gözden geçirilmektedir.
With the rapid technological advances, ultrasonography (US) has become an important breast imaging procedure in the last decade. In addition to the complementary role to mammography and magnetic resonance imaging, today it has an important place in interventional situations such as guiding needle aspiration, core needle biopsy and presurgery needle localization. American College of Radiology has developed “The Breast Imaging Reporting and Data System” (BIRADS) lexicon to standardize the terminology in the US reports. This lexicon includes the descriptors from several feature categories, the assessment of findings and the recommendation of the action to be taken. Six morphologic features were described for solid breast masses: shape, orientation, margin, lesion boundary, internal echo pattern and posterior acoustic features. Despite the known overlap between benign and malignant features, typical signs of benignity were oval shape, gently lobulation, homogenous hyperechogenity, parallel orientation; typical signs of malignity were irregular shape, antiparallel orientation, noncircumscribed margin, echogenic halo, decreased sound transmission. The purpose of this article was to discuss reliability of these BIRADS US lexicon descriptors in the differentiation of benign from malignant solid masses of the breast.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
Ali İnal, Abdullah Karakuş, Muhammed Ali Kaplan, Mehmet Küçüköner, Zuhat Urakçı, Mehmet Serdar Yıldırım, Abdurrahman Işıkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Prognostik Faktörler
PrognostIc Factors In Nsclc PatIents
Akciğer kanseri tüm dünyada en sık kansere bağlı ölüm nedenidir. Küçük hücreli dışı akciğer karsinom (KHDAK) akciğer kanser vakalarının %80 ile %85’ini oluşturmaktadır. Sistemik kemoterapinin hastaların yaşam süresi üzerine sınırlı etkisi mevcuttur. Hastalar kemoterapi için dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Bu çalışmamızda KHDAK hastaların yaşam süresi için önemli olan risk faktörlerini tespit etmeyi amaçladık. 2000- 2012 tarihleri arasında KHDAK tanısı konmuş 741 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. 10 potansiyel prognostik faktör analiz edildi. Hastaların yaşam süresi ile ilişkili prognostik faktörlerin tespiti için univaryant ve multivaryant analizler yapıldı. Univaryant analiz sonucunda 10 değişken arasından prognostik öneme sahip olan 3 değişken tespit edildi; performans durumu (PD), diyabetes mellitus (DM) ve evre. Univaryant analizde bulunan 3 değişken için multivaryant analiz yapıldı. Multivaryant analiz sonucunda PD, DM ve kanser evresi hastaların yaşam süresi üzerinde bağımsız risk faktörleri olarak gösterildi. Çalışmamızda PD, DM ve kanser evresi KHDAK hastalarında önemli prognostik faktörler olarak tanımlandı. Bu bulgular tedavi öncesi hasta seçiminde ve hastaların yaşam süresini tahmin etmede kullanılabilir.
Lung cancer is the most common among cause of cancer deaths in worldwide. NSCLC represent between 80% to 85% of all the diagnosed lung cancers cases. Systemic chemotherapy for patients with NSCLC has limited impact on overall survival. Patients eligible for chemotherapy should be selected carefully. The aim of this study analyzed prognostic factors for survival in NSCLC patients. We retrospectively reviewed 741 NSCLC patients between 2000 and 2012. Ten potential prognostic variables were chosen for analysis in this study. Univariate and multivariate analyses were conducted to identify prognostic factors associated with survival. Univariate and multivariate statistical methods were used to determine prognostic factors. Among the 10 variables of univariate analysis, three variables were identified to have prognostic significance: performans status (PS), diabetes mellitus (DM) and stage. Multivariate analysis included the 3 prognostic significance factors in univariate analysis. Multivariate analysis by Cox proportional hazard model showed that PS was considered independent prognostic factors for survival, as were DM and stage. In conclusion, PS, DM and stage were identified as important prognostic factors in NSCLC patients. These findings may also facilitate pretreatment prediction of survival and can be used for selecting patients for treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
Hatice Türk Dağı, Mehmet Özdemir, Metin Doğan, Osman Tüfekçi, Seher Küçüksaraç, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Romatoid Artritli Hastalarda Parvovirus B19 Antikorlarının Sıklığının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParvovIrus B19 AntIbodIes In PatIents WIth RheumatoId ArthrItIs
Viruslarla infekte hastalarda artritik semptomlar sık görülür. Parvovirus B19 herhangi bir eklemi etkileyebilir ve artrite yol açabilir. Parvovirus B19 infeksiyonu ile ilişkili artropatinin jüvenil artrit veya romatoid artritin (RA) tanı kriterlerini taklit ettiği bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı romatoit artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığını belirlemektir. Amerikan Romatoloji Derneği’nin tanı kriterlerine göre RA tanısı alan 114 hasta ve 46 kişi kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Bu hastalarda Parvovirus B19 antikorları, Enzim Immunoassay yöntemiyle Ridascreen parvovirus IgM ve IgG kiti ile saptandı. Parvovirus B19 IgM akut artropati tanısı alan 114 hastanın 15’inde (%13.2), 46 sağlıklı kontrol grubunun 6’sında (%13) tespit edildi. Parvovirus B19 IgG, RA’lı 114 hastanın 85 (%74.5)’inde ve kontrol grubunun 29(%63)’unda pozitif olarak belirlendi. Romatoid artritli hastalarda parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığı, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Bu bulgular ışığında Parvovirus B19, RA’nın etiyolojisinde sadece yardımcı veya ilişkili faktör olabilir.
Arthritic symptoms are frequent in patients infected with viruses. Parvovirus B19 may affect any joint and cause arthritis. It was reported that arthropathy associated with B19 infections resembles the diagnostic criteria of rheumatoid arthritis (RA) or juvenile arthritis. This study was aimed to determine the frequency of human parvovirus B19 infection in patients with rheumatoid arthritis. 114 patients diagnosed RA according to criteria of American College of Rheumatology and 46 healthy people were included in control group in this study. Parvovirus B19 antibodies were detected by Enzyme Immunoassay method by Ridascreen parvovirus IgM and IgG kits. Parvovirus B19 IgM was detected in 15 of 114 (13.2%) patients with acute arthropathy and 6 of 46 (13%) healthy control group. Parvovirus B19 IgG was determined in 85 of 114 (74.5%) patients with RA and 29 of 46 (63%) control group. The frequency of parvovirus B19 infection in patients with RA as compared with control groups was not statistically significant. So parvovirus B19 might be only a contributing and/or associated factor with RA etiology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
Demet Kıreşi, Olgun Kadir Arıbaş, Aydın Karabacakoğlu, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
RadIologIcal Features Of Pulmonary HydatId DIsease
Amaç: Altmışüç pulmoner hidatik kist olgusunu akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile değerlendirmek. Materyal ve method: Cerrahi olarak ispat edilmiş 63 pulmoner hidatik kistli olgu (27’si kadın, 36’sı erkek) bu çalışmaya dahil edildi. Olgular 3 ile 76 (ort:42.8) yaşları arasında idi. Olguların tümüne akciğer radyografisi ve toraks BT tetkiki yapıldı. Lezyonlar sayı, lokalizasyon, boyut ve iç yapısı yönünden radyolojik olarak değerlendirildi.Bulgular: Bilgisayarlı tomografide toplam 107 kist mevcut iken akciğer grafilerinde ancak 78 kist tespit edildi. BT’de 36 olguda tek kist, 27 olguda ise multipl kist bulundu. Onsekiz kist 10 cm’den büyük bulundu. İç yapısı yönünden değerlendirildiğinde; 3’ünde meniskus bulgusu, 9’unda nilüfer işareti, 11’inde hava-sıvı seviyesi, 8’indeboş kist kavitesi ve 76’sında homojen dansite içeren lezyonlar görüldü. Ayrıca BT’de 17’sinde atelektazi, 29’unda plevral sıvı, 38’inde perikistik infiltrasyon görüldü. Akciğer radyografisinde ise 58 kist homojen dansitede olup 20 kist rüptüre idi. Sonuç: Akciğer grafileri kist hidatik tanısında yardımcı olmakla beraber lezyon lokalizasyonunu, sayısını ve iç yapısını değerlendirmek için BT gereklidir.
Objective: To evaluate the chest roentgenogram and CT findings of 63 patients with pulmonary hydatid disease. Methods: Sixty-three (27 female and 36 male, aged between 3 and 76 years) patients with surgically proven pulmonary hydatid cysts were included to the study. Chest roentgenogram and thorax CT were obtained from all the patients. Radiological features (number, localization, diameter, internal architecture) were determined. Results: On CT examination, 107 cysts were determined but on 78 of 107 cysts were detected on chest roentgenogram. Single cysts were seen in 36 patients, while multiple cysts were seen in 27 on CT. Eighteen cysts were larger than 10 cm in diameter. CT scan showed crescent sign (3 patients), water lily sign (9 patients), air-fluid level (11 patients), dry cyst sign (8 patients), and homogenous shadow (46 patients). In addition, atelectasis (n 17), pleural effusion (n 29), and pericystic infiltration (n 38) were also seen on CT. On the other hand, 58 cysts were homogenous and 20 cysts were rüptüred on chest roentgenogram. Conclusion: Although chest roentgenogram is helpful for diagnosis of pulmonary hydatid disease, CT examination must be done to evaluation nature and localization of cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Ümmüye Biçer, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Turgut Teke
Olgu sunumu
Özeti
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
ChronIc EosInophIlIc PneumonIa WIth AtypIcal BronchoscopIcal And
radIologIcal PresentatIon
Eozinofilik akciğer hastalıkları (EAH), havayolu ve/veya akciğer
dokusunda eozinofillerin artması ile karakterize bir grup hastalığı
tanımlar. Bu grup hastalıkların bir kısmı ağırlıklı olarak akciğeri
etkilerken bir kısmı sistemik tutulum gösterir. Subakut veya kronik
solunumsal ve genel semptomlar, alveoler ve/veya kan eozinofilisi
ve akciğer grafisinde periferik infiltratlar varlığında kronik eozinofilik
pnömoni (KEP) düşünülmelidir. Kliniğimize 6 aydır devam eden
öksürük, ara ara olan ateş, halsizlik şikayetleri ile başvuran 53
yaşındaki erkek olgu, akciğer grafisinde iki taraflı apikal, subapikal
ve hiluslar çevresinde infiltrasyon saptanması üzerine akciğer
tüberkülozu ön tanısıyla yatırılarak değerlendirildi. Hemogramda
eozinofili, yüksek rezolüsyonlu bigisayarlı tomografi (YRBT) de
bilateral düzensiz konturlu infiltratif özellikte lezyonlar, iki taraflı kistik
bronşektazik odaklar saptandı. Bronkoskopide pürülan sekresyonlar
ve koyu mukus tıkaçları izlendi. Etyolojik değerlendirmede herhangi
bir spesifik neden saptanmadı ve olgu KEP olarak kabul edildi.
Alışılmadık bronkoskopik, ve radyolojik bulguları nedeniyle olgu
sunularak tartışıldı.
Eosinophilic pulmonary diseases (EPD) are defined as a group of
diseases characterized by the in crease of eosinophils in the air way
and/or lung tissue. While a part of the sedis orders mainly affects the
pulmonary, others show systemic in volvement. Chronical eosinophilic
pneumonia (CEP) should be kept in mind in the existence of subacute
or chronic respiratory and general symptoms, alveoler and/or bloode
osinophilia and peripheral pulmonary in filtrates on chest radiography.
A 53-year-old male patient was admitted to our clinic with on going
complaints of cough, occasional fever and malaise for six months.
When two-sided apical, subapical and the infiltration around hiluses
were detected on chest x-ray, the case was hospitalized with the
prediagnosis of pulmonary tuberculosis. Eosinophilia in hemogram,
bilateral infiltrative lesions with irregular contours and bilateral cystic
bronc hiectasis foci were detected on high resolution computed
tomography (HRCT). Bronchoscopy revealed purulent secretions and
thick mucous in hibations. No specific etiologic cause was defined
in the etiology, and the case wase valuated as CEP. Due to unusual
bronchoscopic and radiological findings, the case was presented and
discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
İbrahim Fatih Karababa, Erdinç Çiçek, İsmet Esra Çiçek, Fatih Kayhan, Rüstem Aşkın
Araştırma makalesi
Özeti
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
The AssocIatIon Between The ClInIal Features And The Course Of The Ilness In PatIents WIth BIpolar DIsorder
Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde izlenen Bipolar-I bozukluklu hastaların hastalığın başlangıç belirtileri, tanısal sorunlar ve aldıkları ilk tanılar araştırılmıştır. Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğinde, DSM IV- TR Tanı Ölçütlerine göre BP-I bozukluk tanısı almış olan 18 yaşından büyük, en az 5 yıldır düzenli takibi yapılan hastalardan ardışık 179’u dahil edilmiştir.Hastalara konulan ilk tanılarla klinik gidiş arasındaki ilişki araştırılmıştır. 179 Bipolar-I bozukluklu hastanın 121’ine (%67.6) başlangıçta farklı tanılar (%34.1 depresyon, %24.0 şizofreni, %9.5 diğer psikiyatrik bozukluklar) konulduğu, ortalama 6.3±7.4 yıl gecikmeyle BP-I tanısı konularak duygudurum düzenleyici ilaçların kullanılmaya başlandığı bulundu. Bipolar-I bozukluklu hastalara, farklı klinik belirtilerinden dolayı yanlış tanılar konulabilmekte ve uygun tedavilerine başlanılması gecikebilmektedir. Geç tanı konulması klinik seyri olumsuz etkileyebilmektedir.
In this study, onset of the signs, diagnostic problems and first diagnosis of the bipolar type I patients followed up in psychiatry department of Selcuk University Meram Medical School Hospital were investigated. 179 patients who applied to psychiatry outpatient clinic of Selcuk University Meram Medical School Hospital, consecutively and diagnosed as Bipolar Type I according to the DSM IV Criteria were enrolled. The relation between the first diagnosis of the patients and their clinical course were investigated. 121 (67.6%) of 179 Bipolar I patients had different diagnosis at the beginning (34.1% depression, 24% schizophrenia and 9.5% other psychiatric disorders), BP-I diagnosis was established and mood stabilizer were begun with approximately 6.3 ± 7.4 years delay. Bipolar I patients can be wrongly diagnosed due to the different clinical symptoms and beginning of the appropriate treatments can be delayed. Delayed diagnosis can negatively affect the clinical course.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
Fatih Kara, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
SocIo-DemographIc CharacterIstIcso Of The PatIents Defaulted From Treatment Of TuberculosIs
Amaç: Bu çalışma, tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının akıbeti ve sosyo demografik özelliklerinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışma, 2001 yılında Konya ilini kapsayacak şekilde yapıldı. Araştırma kapsamına il genelinde tüberküloz tedavisi gören 1979 hasta alındı. Tedaviyi yarıda bırakan 164 (% 8.3) hastayla yüz yüze görüşülerek anket uygulandı. Bu görüşmede klinik sorgulama yapıldı, PPD uygulandı, akciğer grafisi çekildi ve ARB için balgam alındı. Bulgular: Tüberküloz hastalarının yaş ortalaması erkeklerde 36.8±16.5, kadınlarda 38.6±19.1 yıl idi (P>0.05). 1979 hastanın % 8.3’ünün tedaviyi yarım bıraktığı belirlendi. Bu oran, tedavisi hastanede başlayanlarda % 21.6, verem dispanserlerinde başlayanlarda % 4.5 idi. Hastaların % 26’sı ilk üç ay içinde ilaçlarını bırakmıştı. Tedaviyi terk eden hastaların % 40.6’sı okur – yazar değildi. Hastaların % 38.7’si herhangi bir sosyal güvenceye sahip değildi. Tedaviyi terk eden tüberküloz hastalarının % 39.4’ünün tüberküloz hastalığına yakalanan bir akrabası vardı. Tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının % 36.8’inin eşlik eden diğer bir hastalığının bulunduğu belirlendi. Tüberküloz tedavisini yarım bırakan erkeklerde sigara içme oranı % 61.9, kadınlarda % 14.3 idi. Sonuç: Bu bulgulara göre, genel öğrenim düzeyinin yükseltilmesi, hasta kayıt ve bildirim sisteminin iyileştirilmesi, hastalarla iletişim ve tedaviyi sürdürmede sağlık personelinin daha etkin görev alması, direkt gözlem altında tedavinin yaygınlaştırılması yoluyla tüberküloz kontrolünün başarısının artırılabileceği düşünüldü.
Aim: The aim of this study is to evaluate the outcomes of the patients with uncompleted treatment of TB, their demographical properties and to determine the reasons. Material and Method: This descriptive study was carried out throughout Konya in 2001. Total 1979 cases undergoing TB treatment were included in the study. It was established that 164 (%8.3) of the cases taking TB treatment had given up treatment too early. All these cases were interviewed face to face at their addresses registered in their files. This interview included clinical irregation, PPT application, pulmonary X-ray exemination and collection of sputum for ARB. Results: The mean age of the tuberculosis patients was 36.8±16.5 yrs in male and 38.6±19.1 yrs in female (P>0.05). Among the 1979 cases taking tbc treatment, 8.3% gave up the treatment. This rate was 21.6% among the cases whose treatment began in hospital, and 4.5% among the cases of dispensaries. 40.6 % of the patients was illiterate. 38.7 % of them did not have social security. The relatives of 39.4 % cases had a tuberculosis history. There was accompanying illness in 36.8 % of the patients. 61.9 % of the males and 14.3% of the females were smokers. Conclusion: We believe that general economical development, better education level, regular administration and follow-up systems and efforts to provide a better communication with patients may positively affect the results of efforts against the tuberculosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffuz Plevral Hastalıkların Ayırıcı Tanısında Bılgisayarlı Tomografi
Bilge Çakır, Mecit Suerdem, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
Diffuz Plevral Hastalıkların Ayırıcı Tanısında Bılgisayarlı Tomografi
Cet In DIfferentIal DIagnosIs Of DIffuse Pleural DIsease
Bu çalışmada, 21 bcnign ve 21 malign plevral hastalığın bilgisayarlı tomografi bulgular' irdelendi. Mediastinal plevra tutulumu, nodüler ve 1 cm`den geniş plevral kalinlaşma malign lezyonların benign plevral hastalıklar ile ayırıcı tanısında yardımcı bul-gulardı. Retrospektif olarak, bu bulguların sensitivi-tesi- sırası ile %77, %93. %100, sesifisiteleri ise %50, %50, %33 olarak belirlendi. Tüm malign lez-yonlarda ve benign infeksiyöz plevral hastalıklarda anlamlı farklılık göstermeyen yüksek kontrast tutu-lumu saptandı. Sonuç olarak, bilgisayarlı tomogr.afi-nin plevral lezyonların tesbitinde ve yayılımının be-lirlenmesinde, kısmen benign ve malign patolojilerin ayrımında değerli bir radyolojik yöntem olduğu vurgulandı.
İn this article, CT features of 21 cases with be-nign and 21 cases with malignant pleural diseases were described. Features that are helpful in distinc-tion malignant from bening pleural disease were, mediastinal pleural invasion, nodular and more than 1 cm tickening in pleura. The specıficities of these findings were 77%, 93%, 100% and sen,.sitivities 50%, 50%, 33%, respectively. High contrast en-hancement that does not show significant differenpe was detected in all malignant lesions and benign in-fectious pleural diseases. Consequently, it has been emphasized that CT is a useful radiologic method in detertnining of pleural lesions and, their extentions and, in the differential diagnosis of benign and malignant conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigarayı Bırakan Ve Bırakmayı Deneyip Halen İçen Kişilerin Kullandıkları Metotlar
Lütfi Saltuk Demir, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Sigarayı Bırakan Ve Bırakmayı Deneyip Halen İçen Kişilerin Kullandıkları Metotlar
People Who QuItted SmokIng And Who TrIed But Could Not QuIt
smokIng Methods Used
Sigara bırakma döneminde çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Bu
çalışmada, sigara içmeyi bırakmış kişilerde ve bırakmayı deneyip
halen içenlerde sigarayı bırakma girişimlerinde başvurdukları
metotların ve sigara bırakma döneminde karşılaştıkları sıkıntıların
karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Tanımlayıcı tipteki bu çalışma
2007 yılında Konya il merkezinde bulunan 5 sağlık ocağına başvuran
157 kişi ile yapıldı. Verilerin değerlendirilmesinde T testi ve MannWhitney
U testi kullanıldı. Çalışmaya katılanların 66 (%42)’sı sigarayı
bırakmış, 91 (%58)’i ise bırakmayı denemiş fakat halen sigara
içen kişilerdi. Sigarayı bırakanları %18’i, bırakmayı deneyip halen
içenlerin ise 6.6’sı sigara bıraktıkları dönemde profesyonel yardım
almıştır (p=0.03). sigarayı bırakmış kişilerin %27.3’ü, bırakmayı
deneyip halen içenlerde ise %10.6’sı bu dönemde herhangi bir yöntem
kullandığını belirtmiştir (p=0.008). Sigarayı bırakma döneminde
profesyonel destek almak ve herhangi bir yöntem kullanmak sigarayı
bırakmaya yardımcı olmaktadır.
There are several methods exist to quit smoking. In this study it
is aimed to evaluate the inconvenience and the methods which were
used by people who have successfully gave-up smoking and who tried
to quit but could not do so. Total 157 volunteers who have applied
to 5 different primary health care facilities at Konya city center were
involve in this descriptive study. t-test and Mann-Whitney-U test were
used to evaluate the data. Of the study population 66 (42%) were
successfully quitted smoking and 91 (58%) were tried but could not
quit smoking. 18% of successfully quitters and 6.6% of non successful
attempts were received professional support (p=.03). Only 27.3% of
quitters and 10.6% of attempts were utilized any kind of method to
quit smoking (p=.008). Receiving professional support and utilizing a
reliable method aid to quit smoking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
Osman Balcı, Emine Türen
Olgu sunumu
Özeti
Postmenopozal Bir Kadında Dev Ovarian Leiomyosarkom
GIant OvarIan LeIomyosarcoma In A Postmenapausal Woman
Primer ovarian leiomyosarkomlar genellikle post-menopozal
kadınlarda karşımıza çıkan, nadir görülen, orijini, etiyolojisi, histolojik
özellikleri, kliniği ve optimal tedavisi tam olarak açıklanamamış
tümörlerdir. Tüm over tümörlerinin %3‘ünden azını oluşturmaktadırlar.
Seyrek görülüyor olmaları ve spesifik semptomlarının olmaması tanıyı
daha da güç hale getirmektedir. Bu makalede, ovarian kitle nedeni
ile opere edilen ve patoloji sonucu ovarian leiomyosarkom gelen 66
yaşında bir hasta sunuldu. Her ne kadar ovarian leiomyosarkomlar
nadir görülen tümörler olsa da over gonadal stromal tümörlerinin
ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır.
Primary ovarian leiomyosarcomas, which are often encountered in
post-menopausal women, are rare, their origin, etiology, histological
and clinical features and optimal treatment plan have not been
fully explained tumors. They constitute less than 3% of all ovarian
tumors. Due to rarely observation and the lack of specific symptoms,
ovarian leiomyosarcomas are often difficult to be recognized. In this
article, a 66-year-old patient who was operated for ovarian mass and
pathology resulted with ovarian leiomyosarcoma, was presented.
Although ovarian tumors are rare, leiomyosarcomas ovarian gonadal
stromal tumors should be kept in mind in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde Aterosklerotik Kalp Hastalığı Risk Faktörlerinin Bölgesel Dağılımı
Hasan Hüseyin Telli, Asım Sarıgüzel, Ahmet Temizhan, Ali Borazan, Turgut Karabağ, Hasan Gök
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde Aterosklerotik Kalp Hastalığı Risk Faktörlerinin Bölgesel Dağılımı
RegIonal DIstrIbutIon Of The AtherosclerotIc Heart DIsease's RIsk Factors In Konya
Bu retrospektif klinik çalışmada Konya bölgesinde koroner anjiografi için kliniğimize alınan hastalarda aterosklerotik risk faktörleriyle, klinik tanı ve anjio skorlarının bölgesel dağılımını araştırmayı amaçladık. Çalışma klinik olarak koroner arter hastalığı (KKH) tanısı konulan 630 olguda yapıldı. Olguların yaş, cinsiyet, dislipidemi, total kolesterol, trigliserid, LDL kolesterol, HDL kolesterol, sigara kullanımı, hipertansiyon, diyabet, heredite gibi risk faktörleri değerlendirildikten sonra KKH'ın yaygınlığının bir ölçüsü olan Reardon'un modifiye şiddet skoru hesaplandı. Çalışmaya 450'si erkek. 180 i kadın ( yaş ortalaması 56.2 ±9.3 yıl ve yaş aralığı 20-80 yıl) toplam 630 olgu alındı. Aterosklerozun yaygınlığı arttıkça trigliserid değerleri de belirgin olarak artış gösterdi. Bu artış 2 damar hastalığı grubunda tek damar hastalığı grubuna göre anlamlı (p<0.05) idi. HDL değerleri damar tutulumu arttıkça azalma gösterdi. Bu azalma 3 damar grubunda tek damar grubuna göre anlamlıydı (p<0.05). Erkeklerde trigliserid değeri, sigara skoru ve oranları 20-49 yaş grubunda, 60 yaş üzeri gruba göre daha yüksekti (p< 0.05). Sigara kullanımı 50-59 yaş grubunda da 60 yaş üzeri grubuna göre daha fazla bulundu (p<0.05). Hipertansiyon 60 yaş üzeri grupta 20-49 ve 50-59 yaş grubuna göre daha yüksekti (p<0.05). KKH ile yaş, kolesterol, trigliserid. LDL kolesterol, HDL kolesterol ve sigara kullanımı arasında korelasyon bulundu. Sonuç olarak, bölgemizde sigara dışında aterosklerotik risk faktörleri TEKHARF çalışmasındaki gerek Türkiye gerekse İç Anadolu için verilen değerlerden daha yüksek bulundu.
İn this retropective study, patients with atherosclerotic risk factors and the related clinical diagnosis, angiographic scoring and regional distribution were investigated. A total of 630 patients (450 male, 180 female, mean age 56,2 ± 9.3) t hat underwent coronary angiography were enrolled. Patients were classified according to the clinical characteristic and Reardon’s modified severity scoring which is the indicator of the extend of coronary artery disease, was calculated. A parallel increase in coronary disease along with higher triglicehdes was observed, which was significantly different betvveen single and double vessel disease(p<0,05). The same correlation was apparent between HDL levels and the extent of the disease vvhich was remarkable in single and triple vessel disease group (p<0,05). Triglyceride levels varied as higher in males younger than 60 year of age vvhile smoking was lower in the same group (p<0,05). On the other hand hypertension was observed more frequently in elder patients (<60 year of age) (p<0,05). As a conclusion, ali risk factors other than smoking appeared to be higher than TEKHARF cohort, which were given for Central Anatolia region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Kolelitiyazis: Antalya Yöresinde Yedi Yıllık Deneyim
Aygen Yılmaz, Mustafa Akçam, Özlem Akıncı, Güngör Karagüzel, Reha Artan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Kolelitiyazis: Antalya Yöresinde Yedi Yıllık Deneyim
CholelIthIasIs In ChIldren: Seven Years ExperIence In Antalya RegIon
Amaç: Bu çalışmanın amacı, çocukluk çağında oldukça nadir olan kolelitiyazis tanısı konulup izlenen olguların özelliklerinin ortaya konulmasıdır. Gereç ve yöntem: Haziran 1998 ve Haziran 2005 döneminde kliniğimizde kolelitiyazis tanısı alan 23 olguya ait veriler değerlendirildi. Bulgular: Olguların 15’i kız (%65.2), sekizi erkek idi (ortalama yaş: 8.3±4.7 yıl). En önemli taş oluşum sebebi hemolitik hastalıklar (%43.5) idi. Olguların %30.4’ünde altta yatan bir neden bulunamadı. Tüm olguların %39’u, hemolitik hastalığı olan olguların ise %80’i asemptomatikti. Kolesistektomi 23 olgunun dokuzunda (%39.1) yapıldı. Olguların %78’inde kesede birden fazla taş saptanırken hemolitik hastalığı olanların hepsinde çoğul kese taşları vardı. Taş analizi hiçbir olguda yapılamamıştı. Sonuç: Çocuklarda nadiren saptanan kolelityaz konusunda bilgi birikimi yetersizdir. Hemolitik hastalığı olan olguların önemli bölümü asemptomatik olup, kese taşları tesadüfen tespit edilmektedir. Bu olguların periyodik izlemi önemlidir. Semtomatik hastalarda ve çapı 2 cm’den büyük hastalarda laparaskopik kolesistektomi yapılmalıdır. Safra taşı analizine ülkemizde gereken önem verilmelidir.
Purpose: The aim of this study is the documentation of characteristics of cases diagnosed and followed as cholelithiasis which is quite rare in childhood period. Material and method: Data of 23 cases diagnosed as cholelithiasis in ourclinic between June 1998 and June 2005 were evaluated. Result: Fifteen of cases were female (65.2%) and eight were male (mean age: 8.3±4.7 year). The most important reason of stone formation was hemolytic diseases (43.5%). No underlying reason could be found in 30.4% of cases. About 39% of all cases and 80% of cases with hemolytic diseases (43.5%). No underlying reason could be found in 30.4% of cases. About 39% of all cases and 80% of cases with hemolytic diseases were asymptomatic. Cholecystectomy was performed in nine of 23 cases (39.1%). Multiple stones were detected in 78% of all cases while all patients with hemolytic disease had multiple stones. Stone analysis was not performed in any of patients. Conclusion: Knowledge about cholelithiasis which rarely detected in children is insufficient. Most of cases with hemolytic disease are asymptomatic and gall bladder Stones were detected accidentally. Periodic follow up of these patients is very important. Laparoscopic cholecystectomy must be performed in all symptomatic patients and in patients having Stones larger than 2 cm diameter. Needed significance to stone analysis must be given in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Sameera Rashid, Issam Albozom
Araştırma makalesi
Özeti
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Customer SatIsfactIon In HIstopathology: A QualIty Control Survey
Amaç:
Müşteri memnuniyeti anketleri, performansı değerlendirmek için kullanılan rutin bir araçlardır. Hastanelerde doktor ve hasta memnuniyetini kontrol etmek için anketler kullanılır. Bu anketlerden bazıları yeterlilik testi, laboratuvar bireylerinin ve ekipmanlarının güncel olduğunu ve doğru sonuçlar verdiğini tespit ederken, doktor anketleri ile elde edilen veriler, bu kurum için en uygun yerel yönetmelikler ve iş akışlarının tasarlanmasına yardımcı olur.
Yöntem:
Anket toplamda 15 soruyla çevrimiçi olarak yapıldı ve bağlantı Hamad medikal firmasındaki (HMC) tüm Danışman ve Uzman hekimlere elektronik olarak gönderildi. Yaklaşık 3500 e-posta gönderildi ancak iki ayda sadece 105 anket dolduruldu. Araştırmada, histopatoloji hizmetlerinin kalitesi ile ilgili sorular yer aldı.
Sonuçlar:
Genel memnuniyet, multidisipliner sunumlar için en yüksek (% 96) ve raporlamanın zamanında gerçekleşmesi için en düşük (% 77) idi. Netlik ve format, Diagnostik doğruluk ve patologların problemlere cevap vermesi için memnuniyet% 90'ın üzerindeydi. Katılımcıların yüzde otuz altısı MDT sunumlarını mükemmel olarak değerlendirirken, % 46'sı genel mesleki etkileşim kalitesini iyi buldu. Bu ankete göre, iyileştirme alanları, önemli anormal sonuçların bildirilmesi ve bildirimlerinin zamanında olmasıydı (genel memnuniyet% 79). Araştırmaya katılanların çoğunluğu (% 36) tıp mensubu iken yarısı multidisipliner toplantılara (% 49) üye idi. Katılımcıların yüzde yetmişi Hamad Genel Hastanesi (HGH) iken, geri kalanlar HMC kapsamında diğer hastanelerden gelmekteydi.
Sonuç:
Biyokimya ve mikrobiyoloji laboratuvarlarının aksine, yeterli klinik bilgi, yönelim ve radyolojik bulgular olmadığında raporlama mümkün olmadığından Histopatoloji laboratuar personeli klinisyenlerle yakın bir ilişki içerisindedir. Kalite kontrol araştırmaları, patoloji personelinin iyileştirilmesi gereken alanları hedeflemesine ve klinik-patolog ilişkisinin geliştirilmesine ve histopatoloji hizmetlerinin kalitesini en üst düzeye çıkaransistemlerin kullanımı ve gerekli önlemlerin alınmasına izin verir.
Objectives:
Customer satisfaction surveys are a routine device used to assess performance. Surveys are used in hospitals to check physician and patient satisfaction. Hamad Medical corporation’s (HMC) histopathology laboratory is College of American pathologists (CAP) accredited with highly trained pathologists and technical staff that routinely undertake various educational courses and are involved in research related activities. The lab has state of the art staining and immunohistochemistry service as well. However, it was felt that not all clinicians are very comfortable approaching pathologists and some many times experience problems either contacting lab staff or updating histopathology orders. Hence to narrow down the problems encountered by the clinicians and improve the specimen flow through the lab along with the communication between clinician and pathologist, that we deem vital, we designed this pilot survey.
Methods:
The survey questionnaire was made online with 15 questions in total and the link was electronically mailed to all Consultant and Specialist physicians in Hamad medical corporation (HMC). Around 3500 emails were sent out but only 105 surveys were filled in two months’ time. The survey included questions pertaining to multiple facets of quality of histopathology services and information regarding the participant.
Results:
The overall satisfaction was highest for Multidisciplinary presentations (96%) and lowest (77%) for timeliness of reporting. The satisfaction was above 90% for clarity and format, Diagnostic accuracy and pathologists’ responsiveness to problems. Thirty six percent of the people rated MDT presentations as excellent while 46% of the people thought overall quality of professional interaction was good. The areas of improvement, as per this survey, was timeliness of reporting and notifications of significant abnormal results (overall satisfaction 79%). Majority of the people who took the survey (36%) were from internal medicine and half were members of multidisciplinary meetings (49%). Seventy-one of percent of the participants were from Hamad General hospital (HGH), while rest were from the other hospitals under HMC.
Conclusion:
The response rate for the survey was low, hence another survey with a wider reach, preferably by paper, is required to get more representative data. In general, the clinicians at HGH are satisfied with the services provided by the histopathology laboratory. Areas of improvement include Turnaround time (TAT), avoidance of descriptive reports and better communication with the ordering clinician.
Keywords:
Quality control, quality improvement, survey, histopathology, Laboratory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
Kemal Ödev, Bilge Çakır, Saim Açıkgözoğlu, Adil Kartal, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
A Rare Cause Of JaundIce: Rupture Into The BIlIary Tree Of The LIver HydatId Cyst
Karaciğer kist hidatiği karaciğerde küçük safra yollarına, birleşik kanala ya da koledok kanalına perfore olabilir. Kist hidatiğin kompiikasyonu olarak sarılık semptomu gösteren 2 olguda sonogramda kar aciğerde iç ve dış safra yollarında genişleme tespit edildi. Bir olguda yapılan ultrasonografi (US) ve perkütan transhepatik kolanjiografi (PTK) ile, 1 olguda da uhrasonografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile karaciğer sol lob medial segmentinden porta hepatise kadar uzanan kistik kitlenin dış safra yollarına bas: yaptığı tespit edildi. Dört olguda da cerrahi girişimden önceki radyolojik bulgular cerrahi girişim bulguları ile verifiye edildi.
Hepatic hydatid cyst perforation into the biliary tree may involve the small intrahepatic bile dutcs, common hepatic duct or common bile dutc. On sonogram, dilatation of intra and extrahepatic biliary tract was demonstrawd in two cases with jaıındice that is a compiication of hydatid cyst. Ultra-sonography (US) and percutaneus transhepatic cho-langiography (PTC) showed that hydatid cyst foud at porta hepatis causes to compression to the extra-hepatic biliary tract in one case. Ultrasonography (US) and computed tomography (CT) disclosed that cystic mass localized in medial segment of the left liver lobe and porta hepatis caus-es to the same finding as well as in one case. Preop-erative radiologicfindings vere confirmed surgically in 4 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Bülent Uysal, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Substernal TroId WhIch Image Of The RIght Upper Lobe Tumor
68 yaterobazal segmenti dışarıdan bası yapan 5x7x3 cm lik intatorasik troid not edildi.Troid hormon tetkikleri hipertroidiyi gösterdiğinden hastaya 1 ay antitroid tedavi uygulandı.1 ay sonra hasta elektif şartlarda ötroid olarak operasyona alındı.Genel cerrahi ile birlikte servikal insizyon sonrası parsiyel median sternotomi yapıldı.Servıkal troid serbestleştrildikten sonra trakea ve intratorasik komponeneti avasküler şekilde ,paratroid korunarak total troidektomi yapıldı .Yaklaşık 5x7 x3 (şekil 1) cmlik nodüler koloidal guvatr patolojik olarak not edildi ,hasta sorunsuz bir şekilde troid hormonu verilerek taburcu edildi.şında erkek hasta kliniğimize akciğer üst lop tümörü radyolojik ön tanısı ile özel bir klinikten gönderildi.Hastada solunum sıkıntısı,kilo kaybı,çarpıntı şikayetleri mevcuttu.Çekilen akciğer grafisinde sağ üst mediastende genişleme görünmekteydi. Bilgisayarlı Toraks tomografisinde servikal bağlantısı olan trakeayı dıştan deviye eden ve akciğer üst lop an
68-year –old male patient was being accepted from a special clinic to us with a presumed diagnosis of right upper lobe tumor .The patient has a respiratory distress,weight loss,palpitations. Mediastinal enlargement was seen in the upper right chest film. Thoracic computed tomography was noticed a mass nearly 5x7x3 size which connection with cervical area and deviated from outside the trachea,compressing right lobe anterobasal segment . Thyroid hormone tests were performed and showed hyperthyroidism .The patient took anthyroid agent only 1 month and then taken operation elective conditions .We performed operation with a general surgery cervical insision after parsial median sternotomy. Total troidectomy was performed, after the realised cervical troid upper side of neck and then tracheal , borned from intrathoracic component preserved vascular and paratroid structure.The specimen nearly 5x7x3 cm which called noduler collaidal guatr from the pathology .The patient was discharged without any problem by giving thyroid hormone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı İle Gelen Hastada Yaygın Arteriyal Tromboz–vaskülit
Özlem Özer Çakır, Gökhan Güngör, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Olgu sunumu
Özeti
Karın Ağrısı İle Gelen Hastada Yaygın Arteriyal Tromboz–vaskülit
DIssemInated ArterIal ThrombosIs In A PatIent PresentIng WIth
abdomInal PaIn-VasculItIs
Büyük damar vasküliti primer vaskülitlerin bir parçası olmakla
birlikte, daha çok aorta ve onun dallarının kronik granülomatöz
inflamasyonu ve obliteratif değişiklikleriyle karakterizedir. Takayasu
arteritinde abdominal vasküler yapılar sık tutulmasına rağmen karın
ağrısı nadir tanımlanan klinik bir semptomudur. Şimdiye kadar tıp
literatüründe ilk semptomu akut ya da kronik karın ağrısı olan on üç
Takayasu arteriti olgusu bildirilmiştir. Bizim olgumuzda da acil servise
akut karın ağrısı ile başvuran 45 yaşındaki kadın hastada abdominal
görüntüleme yönteminde aorta ve dallarında yaygın trombüs ve
organ enfarktı ortaya çıkan, büyük damar vasküliti (Takayasu arteriti)
hastasını sunmayı amaçladık.
Large vessel vasculitis, although a part of the primary
vasculitides, more branches of the aorta and is characterized by
chronic granulomatous inflammation, and obliterative changes.
Abdominal pain is rarely described as a clinical manifestation of
Takayasu arteritis, although abdominal vascular involvement is
common in this disease. Until now, at the medical literature, which
is the first symptom of acute or chronic abdominal pain have been
reported in thirteen cases with Takayasu’s arteritis. In our case, we
aimed to present that the diagnosis of the large vessel vasculitis
(Takayasu’s arteritis) at the 45 years old woman admitted to the
emergency room with acute abdominal pain and her abdominal
imaging method showed that organ infarction and widespread
thrombosis with branches of the aorta.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Korkusu Ve Yaşlı Ayırımcılığı Arasındaki İlişki
Saniye Göknil Çalık, Evre Yılmaz, Hatice Balcı, Halil Türktemiz, Gülfidan Başer, Doğa Başer
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Korkusu Ve Yaşlı Ayırımcılığı Arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between CovId-19 Fear And AgeIsm
olanlar ve yaşlı bireyler için daha fazla risk teşkil ettiği incelenen vaka profillerinde görülmüştür. Yaşlı
bireyleri COVID-19’dan korumak amacıyla hükümetler bazı kısıtlamalar getirmiştir. Bu kısıtlamaların yanlış
değerlendirilmesinin yaşlı ayrımcılığı tutumlarına yol açabileceği düşünülmektedir. Bu çalışma, toplumun
COVID-19 korkusu ile yaşlı ayrımcılığına yönelik tutumları arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçlamaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Tanımlayıcı tipte tasarlanan bu çalışma gönüllü 18-65 yaş arası 683 kişi ile
yapılmıştır. Araştırmanın verileri Fraboni Yaşlı Ayrımcılığı Ölçeği ve COVID-19 Korku Ölçeği kullanılarak
toplanmıştır. Veriler 1-20 Haziran 2020 tarihlerinde toplanmıştır .
Bulgular: Ortalama Fraboni Yaşlı Ayrımcılığı Ölçeği ve COVID-19 Korku Ölçeği puanları sırasıyla 67.87
± 6.15 ve 18.81 ± 6.16 bulunmuştur. Sonuçlar, COVID19 korkusu ile yaşlılık arasında zayıf ve negatif bir
ilişki olduğunu göstermiştir .
Sonuç: Genel olarak bireylerin yaşlılara karşı olumlu tutumları ve düşük COVID-19 korkusu bulunmuştur.
Aim: The clinical course of COVID-19 cases and the severity of symptoms vary according to the case.
However, it has been seen in the cases examined that it poses a greater risk for those with chronic
diseases and elderly individuals. In order to protect elderly individuals from COVID-19, governments
have introduced some restrictions. It is thought that the wrong evaluation of these restrictions may lead
to attitudes of ageism. This study aimed to determine the relationship between society's fear of COVID-19
and attitudes towards ageism.
Patients and Methods: This work is designed in descriptive type. This study was conducted with
volunteers between the ages of 18-65 683 people. The data of the study were collected using the Fraboni
Scale of Ageism and COVID-19 Fear Scale. Data were collected on 1-20 Jun e 2020.
Results: The mean Fraboni Scale of Ageism and COVID-19 Fear Scale scores were 67.87±6.15 and
18.81±6.16, respectively. The results showed a weak and negative correlation between COVID19 fear
and ageism.
Conclusion: In general, individuals had a positive attitude towards the elderly and had low levels of
COVID-19 fear.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
Ganime Dilek Emlik, Mehmet Gök, Kemal Ödev, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
RadIologIc FIndIngs In Skeletal Muscle MetastasIs From Lung CarcInoma
Amaç: Malign tümörlerin iskelet kasına metastazları nadirdir. Akciğerden kaynaklanan malign tümörlü olan olguda klinik bulgular ve iskelet kasındaki metastatik lezyonların klasik radyografik, BT, MRG bulguları irdelendi. Olgu: 68 yaşında erkek olgunun akciğer radyografisinde sol akciğerde, büyük kalın düzensiz duvarlı kaviter lezyon izlendi. Lezyon bronkoalveolar lavaj (BAL) sonucunda kötü differensiye epidermoid kanser tanısı aldı. Bir yıldan beri bulunan sol uyluk ön yüzündeki yumuşak doku kitlesinedeniyle yapılan direkt grafide periost reaksiyonu dışında bulgu saptanmadı. MRG’de kitle lezyonu, çevre kas yapılarına göre T1A’lı kesitlerde hipo, T2A’lı kesitlerde hiperintens izlendi. Yumuşak doku kitlesinden yapılan biopsi sonucu metastatik tümörle uyumluydu. Olgu tanı konduktan 6 ay sonra kaydedildi. Sonuç: Akciğer malign tümörlü olgularda iskelet kasında kitle ve ağrı varlığında metastazdan şüphelenilmelidir. Kitlelerin lokalizasyonunda, çevre dokularla ilişkisi ve kemik tutulumunun saptanmasında MRG ve BT tamamlayıcı tetkiklerdir.
Purpose: In the case of the skeletal muscie metastasis of lung cancer the authors report radiographic, CT scan and MRI findings of painful masses in the femoral regions. Muscle biopsy revealed extensive infiltration of the muscle with carcinoma cells. Case: A 68 year-old man presented with a large cavitary lesion with thickened wall in the left hilus on radiogrraphy and CT scan. The diagnosis of the lung cancer was made by bronchoalveolar lavage. The radiograph did not Show any soft tissue mass, except periosteal reaction. MRI showed a tumoral mass in the right quadriceps muscle with signal intensity slightly lower on T1-weighted and higher in T2-weighted images than surrounding muscle tissue.Needle biopsy revealed metastatic squamous cell carcinoma. The patient died six month later. Conclusion: MRI is more useful technique than the other methods for determination of the localization, the relationship of the surrounding tissues and the manifestations of metastatic masses on the skeletal muscle due to malign tumor of the lung.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
460 Akcığer Hidatik Kist Vakasında Uygulanan Operasyonlar Ve Sonuçları
Hasan Solak, Gökalp Özgen, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
460 Akcığer Hidatik Kist Vakasında Uygulanan Operasyonlar Ve Sonuçları
SurgIcal OperatIons Performed In 460 Cases Of HydatId Cyst Of The Lung And Results ObtaIned Therefrom
460 kist hidatikli vaka serisi incelendi. Vakaların % 90 anda preoperatif teşhis radyolojik olarak kondu. Vakaların 395 ine kistotomi kapitonaj, 27 sine Wedge rezeksiyonu, 15 ine lobektomi, 23 üne segment rezeksiyonu uygulanmıştır. Dikkatli kanama kontrolünü takiben toraksa 2 adet dren konup kapatılmıştır. Vakaların 2 sinde nüks görülmüş (%0.43), 3 vaka ise exitus olmuştur (<;.0 0.65). 3 yıl süreyle yapılan kontrollerde, diğer vakalarda nükse rastlanmamıştır.
A series of 460 cases of hydatid cyst of the lung has been studied. Preoperative diagnosis has been made radiologically in 90<,-, of the cases. In 395 cases, cystotomy has been performed with subsequent capitonnage, while, wedge resection has been performed in 27 cases, with lobectomy in 15 cases and segment resection in 23 cases. Following a careful he-rnorrhage control, two drains have been placed in the thorax and the thoracic cavity has been closed. Recurrence occured in two cases (0.43 %), three cases resulted in exitus (0.65 %); no recurrence has been encountered in other cases as revealed by post-operative follow-up cheks within a period of theree years after operation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vertebral Arter Diseksiyonu Sonucu Oluşan Opalski Sendromu
Haluk Gümüş, Murat Serhat Aygün
Olgu sunumu
Özeti
Vertebral Arter Diseksiyonu Sonucu Oluşan Opalski Sendromu
A Result Of The Vertebral Artery DIseksIyonu OpalskI Syndrome
Vertebral arter diseksiyonu (VAD) gençler arasında giderek artan
sıklıkta tanı konan bir inme nedenidir. Opalski sendromu, lateral
meduller sendrom (Wallenberg sendromu) bulgularına ek olarak
ipsilateral hemiparezinin eşlik ettiği, vertebral arter tıkanıklığına
bağlı olarak gelişen, piramidal çaprazdan sonra kortikospinal yolları
etkileyen alt medullar lezyonun yol açtığı bir sendromdur. Bu yazıda
spontan vertebral arter diseksiyonu sonucu gelişen opalski sendromlu
bır olgu literatürler eşliğinde tartışılacaktır.
Vertebral artery dissection (VAD) among young people often
diagnosed in an increasing cause of a stroke. Opalski syndrome which
is due to a lesion of the lower medulla involving the corticospinal
tract after the pyramidal decussation, results from an occlusion of
the vertebral artery and in this syndrome ipsilateral hemiparesia is
associated with symptoms of lateral medullary syndrome (Wallenberg
syndrome). In this paper a case of spontaneous vertebral artery
dissection caused by opalski syndrome will be discussed with
literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akcıger Kanserlı Hastalarda Sınır Iletımı Ye Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar
Orhan Demir, Mehmet Gök, Nurhan İlhan, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Akcıger Kanserlı Hastalarda Sınır Iletımı Ye Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar
Nerve ConductIon And Evoked PotentIals
Akciger kanserlerinin paraneoplastik pa-lizzoropati sendromlarimn baAca nedenlerinden al-dzigu bilitimektedir. Ancak periferik siniri etkiledigi hilinmesine ragmen santral rzoronal yollarzn et-kilenip etkilenmedigine dair taranan literatiirde hir hilgiye rastlannzamor. Bu calz§mada Akciger kan-serli hastalarda gorse!, icitse1 ve sornatosensoriyel tiyarilmq kortikal cevaplar (VEP,BAEP,SEP) kay-dedilerek santral yollarin etkilenip etkilenmedigi aravirilch. Bilgisayarli tomografi incelemesinde se-rebral inetastaza rastlanmayan 28 Akciger kanserli hastada calima yapildt. Vakalaruz 7sinde (%25.) duysal polinoropati tespit edildi. VEP latanslaruzin (P100) grup olarak normal kontrol gruhu ile kar-stlap`irmasinda hir prkblik goriilmedi(P>0.05). Ancak 4 vakanin VEP latanslarinin patolojik uzadigi goriildii. PNP tespit edilemeyen vakalarda yapilan SEP incelemesinde (median ye posterior ti-bial uvartm) 4 vakada (%19.4) patolojik latans uza-man giir illdu. Bec hastada BAEP bilateral elde edi-lemedi (%17.24). Sonuc olarak Akciger kanserli hastalarda, PNP nishetinde yiiksek olmamakia heraher santral yol-larin da paraneoplastik olarak etkilenebildigi ka-mszna varildi.
In The Patients With Lung Cancer It is well known that lung cancer is one of the main causes of the paraneoplastic neuropathy syn-dromes. Although the lung cancer has remote effect on peripheral nerves, whether it affects central neu-ronal pathways is not clear. In this study visual, auditory and somatosen-soriel evoked evoked potentials (VEP,BAEP,SEP re-spectively) are recorded in the 28 patients with lung cancer in whom no cerebral metastase were found-ed. Nerve conduction study showed sensory neurop-athy in 7 patients (25%). VEP latencies were path-ologically delayed in 4 patients (19.'4%). Frequency in the abnormal delay of SEP (N19 and 131) is also 19.4%. BAEP could not he elicited in 5 patients (17.24%). We concluded that central neuronal path-ways are also he influenced by remote effect of the lung cancer. However its central effect is not so _fre-quent as peripheral one.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Halil İbrahim Taşcı, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Male Occult Breast Cancer ManIfestIng As AxIllary Lymph Node
metastasIs
Okult meme kanseri memede herhangi bir fizik muayene
bulgusunun olmadığı; ya da radyolojik olarak gösterilemeyen bir
kanser türüdür. Genelde primeri belli olmayan aksiller metastazla
kendini gösterir. Erkeklerde meme kanseri nadir görülen bir kanser
türüdür. Okult meme kanseri ise çok daha nadirdir ve literatürde
ancak olgu sunumu şeklinde vakalar bildirilmiştir. 46 yaşında erkek
hasta, 3 aydır olan sağ koltuk altında ele gelen kitle nedeni ile
başka bir sağlık kurumunda eksizyonel biyopsi yapılmış. Patolojik
tanısı, memenin infiltratif duktal karsinom metastazını düşündürür
bulguların ön planda olduğu adenokarsinom metastazı şeklinde
raporlanmış. Hastaya primer odak araştırması açısından batın ve
toraks tomografisi, üst ve alt gastrointestinal sistem endoskopileri
yapıldı. Meme ultrasonografisi, meme manyetik rezonans
görüntülemesi ve pozitron emisyon tomografi çekildi. Bunlarda primer
odak açısından pozitif bir bulguya rastlanmaması üzerine hasta okült
meme karsinomu olarak kabul edildi ve modifiye radikal mastektomi
yapıldı. Sonuç olarak aksillada primeri belli olmayan metastatik lenf
nodu varlığında, hasta erkek olsa bile, okult meme kanseri hatırda
tutulmalıdır.
Occult breast cancer is a type of cancer with no symptoms found upon physical examination on the breasts or which can not be radiologically shown. It generally manifests itself with axillary metastasis with no known primary tumor. Breast cancer in males is rarely seen. Occult breast cancer, on the other hand, is even rarer and only case reports were found in literature. A 46-year-old male patient had excisional biopsy at another medical facility because of a palpable mass on his right armpit. The pathological diagnosis had stated that the patient had adenocarcinoma metastasis with symptoms implying an infiltrative ductal carcinoma metastasis of the breast. Abdominal and thoracic tomography, upper and lower gastrointestinal system endoscopy procedures were performed on the patient in order to determine the primary focus. Breast ultrasonography, breast magnetic resonance imaging and positron emission tomography were also performed. Upon not being able to detect any positive findings, the patient was considered to have occult breast carcinoma and modified radical mastectomy was performed. In conclusion, in the presence of metastatic lymph node with no known primary tumor in the axillary, the possibility of occult breast cancer should be taken into consideration even if the patient is male.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
Çağdaş Yavaş, Ahmet Büyükyörük, Güler Yavaş, Murat Araz, Özlem Ata
Olgu sunumu
Özeti
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
BIceps MetastasIs From Non-Small Cell Lung Cancer
Küçük hücre dışı akciğer kanserinin (KHDAK) iskelet kasına metastazı nadir görülen bir durumdur ve en etkin tedavi seçeneği tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada KHDAK’nin biseps kası metastazı nedeni ile palyatif radyoterapi uygulanan bir olgunun özellikleri ve tedavi sonucu sunulmuştur. Elli yaşında, küçük KHDAK’ne bağlı biseps metastazı olan hasta sunuldu. Kemoradyoterapiden 1 ay sonra hasta sağ kolunda ağrılı kitle yakınması ile kliniğimize başvurdu. Sağ biseps braki kasındaki ağrılı kitleden alınan biyopsinin sonucu akciğer adenokarsinom metastazı ile uyumlu geldi. Hastanın ağrılı kitlesine yönelik palyatif radyoterapi uygulandı ve sistemik kemoterapi planlandı. Palyatif radyoterapi sonrasında sağ biseps kasındaki metastatik kitlenin ağrısı kayboldu. Palyatif radyoterapiden 2 ay tanı anından ise 18 ay sonra hasta solunum yetmezliği nedeni ile kaybedildi. KHDAK’nin kas metastazı yaptığı olgularda palyatif radyoterapi iyi bir tedavi seçeneği olabilir.
Skeletal muscle metastasis from non-small-cell lung cancer (NSCLC) is a rare event and the optimal treatment strategy is still unknown. Herein we report a case with biceps metastasis from NSCLC. A 50-year-old man with a distant biceps metastasis due to NSCLC is presented. One month after chemo-radiotherapy and adjuvant chemotherapy the patient was readmitted with a painful mass located on the right biceps brachii muscle. A biopsy of the painful mass disclosed the muscle metastasis pulmonary adenocarcinoma. The patient was treated with palliative radiotherapy and systemic chemotherapy was planned. At the end of the palliative radiotherapy his pain was disappeared. Two months later (18 months after the diagnosis) the patient died of respiratory failure. Palliative radiotherapy may be a good treatment option for patient with muscle metastasis from NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner By-Pass İle Yapılan Başarılı Bir Bül Eksizyonu
Murat Öncel, Nihal Kayalar, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Koroner By-Pass İle Yapılan Başarılı Bir Bül Eksizyonu
The Successful ExcIsIon Of A Bulla WIth Coronary By-Pass
Amfizemde standart medikal tedavinin, hastaların yaşam kalitesi
ve sağ kalım süresine etkisi kısıtlıdır. Semptomlar çoğu hastada
hızla ilerler. Seçilmiş hastalarda cerrahi tedavi ile semptomatik
düzelmeler olabileceği ümit edilmektedir(1). Kardiyak problemi olan
büllöz akciğer hastalarında seçilebilecek tedavi yöntemlerinden eş
zamanlı ameliyat, hastanın ayrı seanslarda yapılacak olan iki farklı
majör cerrahi girişimden korunması yanı sıra tedavi maliyetini de
düşürmektedir. Bu yazımızda koroner by pass cerrahisi ile kombine
ve aynı anda stapler ile yapılan başarılı bir bül rezeksiyonu olgusunu
sunmayı uygun bulduk.
There is a limited effect in standard medical treatment of
emphysema for quality of life and survival of patients. Symptoms of
most of the patients progressive rapidly. It is hoped that symptomatic
remission may be occured on selected patients by surgical
treatment(1). Simultaneously two surgical operations which one of
alternative treatment methods, protect the patients from two different
major surgical procedures which are performed at different times, and
reduce the cost of treatment. In this article we present a successful
bulla resection case that has done with stapler and combined with
coronary artery surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
SurgIcal 7'reatment Of CongenItal DIslocatIon Of The HIp In ClIldrert Between The Ages One Year And SIx Months And Four Years
1.5-4 yaşları arasında Doğuştan Kalça Çıkığı olan ve cerrahi tedavi uygulanan 43 çocuğun 58 kalçasının tedavi sonuçları gözden geçirildi. 35'i kız 8'i erkek olan hastalarda çeşitli cerrahi işlemler uygulandı. Ortalama 22 ay takip edilen hastalar klinik olarak Mc Kay, radyolojik olarak Severin kriterlerine göre değerlendirildi. Radyolojik olarak 48 kalça (%83) çok iyi, 6 kalça (%10) iyi, 1 kalça %2) orta ve 3 kalça (%5) kötü olarak değerlendirildi. Tek taraflı 041 olan bir kalçada normal tarafta avasküler nekroz gelişti ve bir kalçada tekrar çıkık meydana geldi.
The results in 58 congenitally dislocated hips in 43 children who were between one and a half four years okl have been reviewed. There were 35 girls and 8 boys. Open reduciion (OR) was perfortned in one hip, Salter's innornintne osteolotny (S10) was perforrned in three hips, OR and SIO were perfortned in 43 hips, OR, SfO derotation varus and fernoral shortenin were performed 11 patients. Ali of the patients have been followed at least one yer (average nventy-two months). Using Severin classification of radiographic evalualion, 48 hips (83 per cent) vere telated as excellent, 6 hips (10 per cent) as good, one hip (2 per cent) as fair and three hips (5 per cent) as failure. Clinical avaluation was made using Mc Kay's criteria and 47 hips (81 per cera) were related as excellent. Seven hips (12 per sent) as good, three hips (5 per cent) as fair, one hip (2 per cent) as failure. Avascular necrosis developed in one mortn.al side, there was one redislocation
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Headache Semptom In PractIse Of Ent
1989 yılı içinde S.Ü.T.F. KBB polikliniğine başvuran ve baş ağrısı şikayeri olan 200 hasta bu araştırma kapsamına alındı. Hastalardan alınan detaylı anamnez ve yapılan tetkikler ve ilgili klinik-lerle yapılan işbirliği sonucu 200 hastada baş agrısının etyolojik dağılımı ortaya kondu. Vakaların 85iinde (9'042.5) baş ağrısı burun ve paranazal sinüs patolojilerine bağitydı. 115 vakada (%57.5) baş ağrısının sebebi diğer patolojilere bağlandı.
In 1989, 200 patientes, admitted to ENT outpatient clinic with the cornpiani of headache were included in ihis researchment. Examinations and history in tetail taken from the patients and with the help of related clirtics the etiologic spread of headache was found out. in 85 cases headache was due to the pathology of the nose and the paranasal sinus. in 115 of cases, the cause of headache was attribuied to the other pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Tuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Olgu sunumu
Özeti
Rotavirus Enfeksiyonu Sonrası Sekonder Bakteriyemi
Secondary BacteremIa After RotavIrus InfectIon
İshal çocuklarda önemli mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Rotavirüs
enfeksiyonları bebeklerde ve küçük çocuklarda görülen şiddetli gastroenteritlerin en başta
gelen nedenlerindendir. Rotavirüse bağlı nadiren sekonder bakteriyemi olguları bildirilmiştir.
Sekiz aylık erkek hasta rotavirüs gastroenteriti ve orta derecede dehidratasyon tanılarıyla
serviste izleme alınmıştır. İntravenöz hidrasyon ve oral probiyotik saşe ile şikayetleri gerileyen
hastanın yatışının 3. gününde ateşleri tekrar yükselmiş, genel durumu kötüleşmiş ve sepsis
tanısı konulmuştur. Yoğun Bakım Ünitesinde izleme alınan ve ampirik olarak seftriakson,
amikasin ve vankomisin başlanan hastanın kan kültüründe seftriakson ve amikasine duyarlı
Klebsiella oxytoca üremesi olmuştur. Vankomisin kesilmiş, diğer tedavileri toplam 14 gün
verilmiştir. Kliniği tamamen düzelen hasta taburcu edilmiştir. Rotavirüse sekonder bakteriyel
sepsis önemli bir klinik durumdur. Kırksekiz saatten uzun süren veya düşüp tekrar yükselen
ateş uyarıcı olmalıdır. Rotavirüs aşılamasının önemi, hastalığın komplikasyonlarında azalma
sağlayabileceğinden dolayı vurgulanmalıdır.
Diarrhea goes on to be an important reason of morbidity and mortality in childhood. Rotavirus
infections are among the most common casues of severe gastroenteritis in infants and small
children. Secondary bacteremia cases after rotavirus have been rarely reported. An eight
month of boy was hospitalized due to rotavirus gastroenteritis and moderate dehydration.
After his symptoms resolved with intrevenous hydration and probiotic sachet, fever and
deteriotation in general condition were realized on the third day and sepsis was diagnosed. He
was monitorized in Intensive Care Unit and started ceftriaxone, amikacine, and vancomycine
empirically. His blood culture grew Klebsiella oxytoca which was sensitive to ceftriaxone and
amikacine. Vancomycine was stopped and other antibiotics were given for totally 14 days.
He was discharged when recovered completely. Bacterial sepsis secondary to rotavirus is an
important clinical situation. Fever lasting more than 48 hours or fever rising after remission
should be alarming. The importance of rotavirus vaccination should be emphasized because
of its probable protective effects on disease complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Melih Yıldız, Mehmet Şah İpek, Fesih Aktar, Banu Mutlu Özyurt, Reha Sermed Aygören
Olgu sunumu
Özeti
Geç Bulgu Veren Sağ Yerleşimli Konjenital
diyafragma Hernisi
Late DIagnosed CongenItal DIaphragmatIc HernIa
Konjenital diyafragma hernisi (KDH) tanısı sıklıkla rutin gebelik
bakımı sırasında prenatal ultrasonla konulur. Doğumdan sonra,
KDH olan bir bebeğin solunum semptomlarının şiddeti pulmoner
hipoplazinin derecesine bağlıdır. Etkilenen bebeklerin çoğunda
doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde solunum sıkıntısı gelişir.
Bununla birlikte, bazı bebekler defektin şiddetine bağlı olarak daha
geç bulgu verir. Defektler daha yaygın olarak sol taraftadır ve sağ
yerleşimli olanlarda sol yerleşimli olanlara göre prognozun daha
kötü olduğu rapor edilmiştir. Biz burada, yaşamın ikinci haftasında
solunum sıkıntısı gelişen ve karaciğer sağ lobu, barsak ve böbreği
içine kapsayan sağ yerleşimli diyafragma hernisi tanısı alan bir
yenidoğan bebek vakasını rapor ettik.
The diagnosis of a congenital diaphragmatic hernia (CDH) is
often made on a prenatal ultrasound examination at routine obstetric
care. After birth, the spectrum of respiratory symptoms in an infant
with a CDH is determined by the degree of pulmonary hypoplasia.
The most affected infants develop respiratory distress within the
first 24 hours of life. However, some of the infants with this defect
present later, depending to the severity of the defect. Defects are
more common on the left side, and it has been reported that patients
with right-sided defects have a worse prognosis than those with leftsided
defects. Here, we reported a case of a newborn infant with
respiratory distress developed on the second weeks of life, and which
diagnosed with right-sided diaphragmatic hernia containing part of
the right lobe of the liver, bowel and the kidney.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis
Ahmet Göçmen, Mustafa Gazi Uçar, Fatih Şanlıkan
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis
EndometrIosIs On The Cesarean Scar
Endometriozis fonksiyonel ve morfolojik olarak endometrial gland ve stromal yapısının uterus dışında bulunması halidir. Genellikle pelvisi, peritonu, overleri, cul de sac boşluğunu ve utero sakral ligamentleri tutar. Endometriozis patogenezinde; retrograd menstruasyon, metaplazi, hematojen ve lenfatik yayılım, operasyon esnasında insizyon skarı içine mekanik transplantasyon gibi çeşitli teoriler öne sürülmüştür Cilt altında kitle, şişlik, menstruasyonla beraber siklik ağrı, hassasiyet gibi klinik bulgular verebilir. Tanıda manyetik rezonans, bilgisayarlı tomografi, ultrason ve ince iğne aspirasyon biyopsisi kullanılabilir. Skar endometriozisin cerrahi olarak tümüyle çıkarılması önerilen tedavi yöntemidir. Total eksizyon sonrası rekürrens oldukça nadirdir. Bu vakada 33 yaşında sezaryenden 3 yıl sonra pfannenstiel kesisinin sol dış tarafında siklik ağrı ve şişlik yakınması başlayan bir hastada teşhis ve tedavi ettiğimiz skar endometriozisini sunmaktayız.
Endometriosis is a condition where the functional and morphological endometrial gland and stromal structure are found outside the uterus. It occurs most often in pelvis, peritoneum, ovaries, posterior cul-desac and uterosacral ligaments. Retrograd menstruation, metaplasia, lymphatic and hematogenous outspread, mechanical transplantations in insicional scars during the operations and some else theories are introduced for pathogenesis. Subcutaneous mass, swelling, cyclic pains associated with menstruation, tenderness are likely clinical symptom and signs. Magnetic resonance imaging, computed tomography, ultrasound, fine needle aspiration biopsy are used in diagnosis. Total excision is the considered management of the scar endometriosis. Recurrens is rarely occurs after total excision. Here we present the case of 33 years old woman who had a cyclic painful mass on her p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
Mahmut Altuntas
Araştırma makalesi
Özeti
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
The Role Of Patıent Traınıng Level And Famıly Medıcıne Admınıstratıon In The Dıagnosıs Of Arterıal Hypertensıon
Giriş
Hipertansiyon (HT) , başta kalp damar hastalıkları olmak üzere birçok ciddi hastalıkta risk faktörüdür. HT tanısının konulması pek çok kişide geç kalabilmektedir. Bununla birlikte birinci basamakta aile hekimliğinin günlük pratiğinin oldukça önemli bir kısmını oluşturan ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur.
Amaç
Çalışmamızda, aile hekimliği uygulamasının, arteriyel hipertansiyon tanısı konulmasındaki etkinliği araştırılmıştır.
Gereç Ve Yöntem
2017-2018 tarihleri arasında retrospektif olarak aile hekimliği birimimizde verilerine ulaşılabilen ve kesin kayıtları mevcut 18 yaş ve üzerindeki HT hastaları çalışmaya dahil edildi. Kişisel bilgiler (yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi) ve hastalık tanımlama bilgilerini ( kaç yıldır hipertansiyon tanısı aldığı, başlangıç semptomu, hipertansiyon tanısı ilk nerede ve nasıl konulduğu) içeren toplamda yedi soruya verilen cevaplar Aile Hekimliği Bilgi Sisteminden retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
- kadın, 108 erkek toplam 286 hasta tespit edildi. Araştırmaya katılanların %5,9’u okur-yazar olmayan kesim, %94.1 okur yazar kesimdi. Okur yazar hastaların eğitim düzeyleri ; %59,8 ‘i ilköğretim, %10,5’i lise ve %16,8 ‘i lisans üzeri olarak tespit edildi. Araştırmaya katılanların % 7.7’si aile hekimliği polikliniğinde, geri kalan % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde tanı almışlardı. Eğitim düzeylerine göre %7,7’si aile hekimliğinde, % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde arteriyel hipertansiyon için tanı almışlardı.
Sonuç
- arteriyel hipertansiyon tanısı olan hastaların, eğitim düzeyleri ne olursa olsun, ikinci basamak sağlık kuruluşlarında daha sık tanı aldıkları tespit edildi. Konya ilimizde aile hekimliği uygulamasının başlamasından sonra, birinci basamakta arteriyel hipertansiyon tanısı alma oranı %1,5’ten %16,3 gibi bir oranda artmış olmasına karşın aile hekimliği uygulamasının arteriyel hipertansiyon tanısı alma üzerine rolünün daha da arttırılması gerektiğini düşünüyoruz.
Background
Hypertension (HT) is a controllable and preventable public health problem that is a risk factor for many serious diseases, especially cardiovascular diseases. Hypertension, which can be silent and lethal, can not be diagnosed in many people. HT constitutes a significant part of the daily practice of the primary care physician. Today, the Family Medicine is a medical discipline constitutes the first level of the health system in Turkey.
Aim
In our study, the effectiveness of family medicine practice in the diagnosis of arterial hypertension was investigated.
Material and Method
We retrospectively reviewed the data of the patients aged 18 years and older who had access to their data in our family medicine department between 2017-2018. A total of seven questions, including personal information (age, gender and education level) and disease identification information (how many years were diagnosed with hypertension, baseline symptom, where and how the diagnosis of hypertension was first established) were retrospectively reviewed from the Family Medicine Information System.
Results
A total of 286 patients, 178 female and 108 male were detected. 9% of the participants were illiterate while 94.1% were literate . 59.8% of the illiterate patients were in primary education, 10.5% in high school and 16.8% in graduate education. 7.7% of the participants were diagnosed in the family medicine polyclinic, and the remaining 92.3% were diagnosed in secondary health care facilities and other places except family medicine. According to education level, 7.7% were diagnosed in family medicine and 92.3% were diagnosed in second-level health facilities and elsewhere except family medicine.
Conclusion
In our study; patients with arterial hypertension were diagnosed more frequently in secondary health care institutions regardless of their education level. Although the rate of diagnosis of arterial hypertension was increased from 1.5% to 16.3% in primary care after starting the practice of family medicine in Konya, we believe that the role of family medicine practice on the diagnosis of arterial hypertension should be increased even more.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Domuz Kaynaklı İnfluenza A (h1n1) Virus Enfeksiyonu : Radyolojik Bakış
Seda Özbek
Derleme
Özeti
Domuz Kaynaklı İnfluenza A (h1n1) Virus Enfeksiyonu : Radyolojik Bakış
SwIne OrIgIn Influenza A VIrus (h1n1) InfectIon: A RadIologIcal RevIew
Domuz kaynaklı influenza A virüsü ilk olarak saptandığı Nisan 2009 dan itibaren dünya çapında hızlı bir yayılım göstermiş ve ölüm vakaları giderek artmıştır. Bugüne kadar literatürde hastalığın oluşturduğu radyolojik bulguları içeren yayınların sayısı oldukça azdır. Bu yazıda amaç literatür bilgileri ışığında H1N1 enfeksiyonuna genel bir bakış yapmak ve radyolojik bulgulara ait bilgileri derlemektir.
Since it has first observed in April 2009, the swine origin Influenza A virus infection, spreaded worldwide and cases of dead increased. Untill now the number papers in literature about the radiological signs caused by the desease is extremely low. In this review we aimed to overview the H1N1 and collect the data in literature about radiological signs of the desease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanser Hastalarında Psııkwatrık Semptom Dagılımı
Betül Altuğ, Nazmiye Kaya, Şamil Ecirli, Seyhan Dura, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Kanser Hastalarında Psııkwatrık Semptom Dagılımı
PsychIatrIc Symptom VarIety In Cancer PatIents
Bu calışma 1995 yilmda SUTF Ic Hastaltklart ye Psikiyatri Kliniklerince ortak olarak yaptIdt. Hastaltklart Klinikince kanser tants: konmu,s ye takip edilen 64 hasta caliFmaya aim& Hastalara SCL-90-R uygulandt. Olgularm %21.9 (14 olgu)' unda Genet Semptom Ortalamast > I, %34.4 (22 olgu)'unde somatizasyon belirtileri, %45.3 (29 olgu)'iinde obsesif kompulsif belirtiler, %43.8 (28 olgu)'inde depresif belirtiler, %26.6 (17 olgu)'sinda anksiyete belirtileri bulundu. Bulgular literati& bilgileri ışığında tartışıldı.
This study was carried out together by department of internal medicine and department of psychiatry in Selcuk University Medical School in 1995. 64 cancer patients diagnosed and followed up in internal me-dicine department were assessed and SCL-90-R was performed to the patients in this study. In 21.9% of the patients (14 patients) GSI> I. 34.4% the patients in this study (22 patients) had signs of somatisation, 45.3% (19 patients) had signs of depression and 26.6% (17patients) had signs of anxiety. Findings were discussed in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Torsiyone Meckel Divertikülüne Bağlı İleus
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Burhan Mayir, Umut Rıza Gündüz
Olgu sunumu
Özeti
Torsiyone Meckel Divertikülüne Bağlı İleus
IntestInal ObstructIon Due To TorsIoned Meckel’s DIvertIculum
Yetişkinlerde Meckel divertikülü mekanik bağırsak tıkanıklığının
nadir bir nedenidir. Non spesifik semptom ve preoperatif tanı
yetersizliği sebebiyle cerrahlar bu nadir durumu akıllarında
bulundurmalıdırlar. Yirmi sekiz yaşındaki erkek hasta acil servisimize
yaklaşık 8 saat önce başlayan karın ağrısı, bulantı ve kusma
şikayetleri ile başvurdu. Hastaya akut ince bağırsak tıkanıklığı
tanısı konuldu ve acil cerrahiye alındı. Operasyonda ileoçekal valfin
60 cm proksimalinde ileumu torsiyone etmiş bir Meckel divertikülü
ve proksimalindeki ince barsakta distansiyon izlendi. Torsiyone
olmuş ileum detorsiyone edildi ve Meckel divertikülüne rezeksiyon
uygulandı. Hasta Postoperatif 3. Günde taburcu edildi. Spesimenin
histopatolojisi 3x2x1cm boyutlarında Meckel divertikülü olarak
raporlandı.
Meckel’s diverticulum is a rare cause of mechanical intestinal
obstruction in adults. Due to non-specific symptoms and preoperative
diagnosis of this rare condition, surgeons should keep in mind. A
28-year-old male patient was admitted to our emergency department
with abdominal pain, nausea and vomiting for about 8 hours before
onset. The patient was diagnosed as acute small bowel obstruction
and underwent emergency surgery. At operation a torsioned ileum
due to Meckel’s diverticulum 60 cm proximal to ileocecal valve and
small bowel distention proximal to this site was seen. Ileum was
detorsioned and Meckel’s diverticulum resection was performed.
The patient was discharged on postoperative day 3. Histopathologic
specimen were reported as Meckel’s diverticulum in 3x2x1cm size.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ateşli Silah Yaralanmasında Sıra Dışı Rastlantılar:
2 Olgu Sunumu
Halil İbrahim Taşcı, Tevfik Küçükkartallar, Mehmet Aykut Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Ateşli Silah Yaralanmasında Sıra Dışı Rastlantılar:
2 Olgu Sunumu
Unusual CoIncIdences In Gunshot Wound Cases: Two Case Reports
Bu yazıda intraabdominal ateşli silah yaralanması şüphesi olan, radyolojik görüntülerin
yanıltıcı sonuçlarına rağmen konservatif olarak takip edilen 2 olgu sunulmuş ve hasta takip,
tedavisinde anamnez ve fizik muayenenin önemine vurgu yapılması amaçlanmıştır. Maruz
kaldıkları ateşli silah yaralanması sonrasında erken dönemde acil servise getirilen 20 ve 34
yaşlarında 2 erkek hastada çekilen karın tomografilerinde gastrointestinal trakt içerisinde
ateşli silah saçma tanesi saptanmış. Radyolojik görüntüleri ile uyumsuz olarak peritoneal
irritasyon bulguları olmaması üzerine hikayeleri daha detaylı bir şekilde sorgulandı. Neticede
her iki hastanın da olaydan kısa süre öncesinde ava gittiği ve av eti yediği öğrenildi. Barsaklar
içindeki saçma tanelerinin yenilen ete bağlı olduğu düşünüldü ve hastalar medikal takip
sonrasında sorunsuz şekilde taburcu edildi. Karın içi ateşli silah yaralanması sonrasında
medikal takip uygulanacak hastalarda sık sık muayene ve monitorizasyon prensiplerinin yanı
sıra iyi sorgulanmış bir hikaye de gereksiz yapılacak laparotomilerin önüne geçmede önem
arz etmektedir.
In this study two cases were presented, whom had suspicion of intraabdominal gunshot
wound and were followed conservatively despite the misleading radiological results, and
we aimed to emphasize the importance of anamnesis and physical examination. Abdominal
tomography results of two male patients aged 20 and 34, who were admitted to the emergency
department with gunshot wounds in early phase, revealed that the patients had gunshot
pellets in their gastrointestinal tracts. Upon observing that the patients had no peritoneal
irritation signs, incongruous with the radiological results, their anamnesis were questioned
in a more detailed manner. Ultimately, it was learnt that both patients had been hunting and
had eaten game meat a short while before the incident. We thought that the gunshot pellets
seen in their intestines were related to the game meat they had eaten and the patients were
discharged without any problems following medical follow-up. These cases, which were seen
to have gunshot pellets in the gastrointestinal tract as revealed by abdominal tomography
results and were followed-up medically without any problems, show that, well questioned
anamnesis alongside with careful physical examination and monitorization principles prove
to be significant in preventing unnecessary laparotomy procedures in patients receiving
medical follow-up after intra-abdominal gunshot injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Olguda Perikardiyal Kist Ve Divertiküller
Bayram Metin, Sami Ceran, Bayram Altuntaş, İsa Döngel
Olgu sunumu
Özeti
Üç Olguda Perikardiyal Kist Ve Divertiküller
PerIcardIal Cysts And DIvertIcula In Three Cases
Perikardial kist ve divertiküller tüm mediastinal kitlelerin
yaklaşık olarak %7’ lik bir kısmını oluştururlar. Perikardiyal kist ve
divertiküller çoğunlukla sağ kardiyofrenik sinüste yer almakla birlikte,
sol kardiyofrenik sinüs, superior mediasten, aortik ark seviyesi ve sol
hilusda da yer alabilirler. Perikardiyal kist ve divertiküller birbirine
yapı, lokalizasyon ve semptom olarak benzer lezyonlardır. Tanılarında
radyografi, BT ve MRG’ nin demostratif önemi vardır. Biz burada üç
olgu üzerinden mediastinal kistik lezyonların ayrıcı tanısında önemli
yer tutan perikardiyal kist ve perikardiyal divertiküllerin semptom,
tanı ve tedavi yönünden benzerliklerine ve farklılıklarına değinmek
istedik.
Pericardial cysts and diverticula compose %7 of all mediastinal
masses. Pericardial cysts and diverticula are generally present
at right cardiophrenic sinus also within left cardiophrenic sinus,
superıor mediastinum, aortic arch level and left hilum. Pericardial
cysts and diverticula are lesions which resemble themselves in
shape, localiaztion and symptoms. Radiography, CT and MRI has
demonstrative importance in their diagnosis. We want to present
similarities and differences of symptoms, diagnosis and treatment
of pericardial cysts and diverticula which are important in differential
diagnosis of mediastinal cystic lesions within these 3 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Boyun Kırıklıklarının Thompson Protezi Uygulaması Ile Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Boyun Kırıklıklarının Thompson Protezi Uygulaması Ile Tedavısı
Treatment Of Fractures Of The Fernoral Neck By Replacement WIth The Thompson ProthesIs
Haziran 1983-Eylül 1989 tarihleri arasında 51 femur boyun kırığı yakasına Thompson protezi uygulandı. Ortalama yaşları 64.8 olan hastaların 18'i erkek (9040), 33'ü kadın (%60) idi. Cerrahi işlem bütün hastalarda posterolateral girişle uygulandı. erken komplikasyon olarak bir ölüm, bir fibular sinir yaralanması ve bir dislokasyon meydana geldi. Değerlendirmeye alınan 34 hastanın ortalama takipleri 24 ay idi. Bunların 24 önde radyolojik değerlendirme yapıldı. Bir vakada asetabulurnda çökrne. bir vakada asetabulurrıda aşınma ve bir vakada da protezde gevşeme tespit edildi.
From June 1983 to September 1989, 51 patients with displaced fractures of the femoral neck were treated by Thornpson arihroplasty. The avarege age at operation was 64.8 years. There were 18 men (40 per sent) and 33 women (60 per cent) The postero-lateral approach to the hip was used at al! operations. There was one dead, one dislocation and one fibular nerve injury as early complication. The resulis after 34 hips studied at follow-up. Among 34 patients, 24 of !hem were controlled radiologically. One asetabular erosion, one asetabular protrusion and one loosening of prothesis were found as a lale complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prepubertal Olguda Bilateral Testiküler Adrenal Rest
tümörü: Us Ve Mrg Bulguları
Hasan Erdoğan, Suat Keskin, Mustafa Koplay, İlhan Çiftçi, Tamer Sekmenli, Ilgar Allahverdiyev, Cengiz Erol
Olgu sunumu
Özeti
Prepubertal Olguda Bilateral Testiküler Adrenal Rest
tümörü: Us Ve Mrg Bulguları
BIlateral TestIcular Adrenal Rest Tumor In A Prepubertal PatIent: Us
and MrI FIndIngs
Testiküler adrenal rest tümör (TART), konjenital adrenal
hiperplazi öyküsü olan erkek hastalarda görülen benign testis
tümörüdür. Sıklıkla bilateral yerleşimlidir. İnfertiliteye sebep olabilir.
Ayırıcı tanıda, leydig ve sertoli hücreli tümörler, seminom ve diğer
germ hücreli tümörler yer alır. Ultrasonografi ve manyetik rezonans
görüntüleme, TART tanısında kullanılan radyolojik görüntüleme
yöntemleridir. Bu yazıda TART’ın klinik özellikleri, radyolojik
görüntüleme bulguları ve ayırıcı tanısı sunulmuştur.
Testicular adrenal rest tumor (TART) is a benign testicular
tumor that was seen in male patients with a history of congenital
adrenal hyperplasia. It is often localized as bilateral. It can cause
infertility. Differential diagnosis includes, Leydig and Sertoli cell
tumors, seminomas and other germ cell tumors. Ultrasonography and
magnetic resonance imaging are radiological imaging methods used
in the diagnosis of TART. In this article, clinical features, radiological
findings and differential diagnosis of TART is presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnce Barsak Mezosundan Köken Alan Dev İntraabdominal Miksoid Liposarkom
İbrahim Aliosmanoğlu, Mesut Gül, Fırat Tekeş, Burak Veli Ülger, Ahmet Türkoğlu, Mehmet Güli Çetinçakmak, Hüseyin Büyükbayram
Olgu sunumu
Özeti
İnce Barsak Mezosundan Köken Alan Dev İntraabdominal Miksoid Liposarkom
GIant MyxoId LIposarcoma ArIsIng From The Small IntestIne Mesentery
Primer mezenterik liposarkom nadir görülen bir durumdur. Semptomları geç ortaya çıktığı için büyük boyuta ulaşana kadar belirti vermezler ve bundan dolayı tanı geç konulur. Biz bu yazıda ince barsak mezosundan köken alan (35x30x8 cm)boyutlarında, 4123 gram ağırlığında dev miksoid liposarkomu olan 32 yaşındaki bayan hastayı sunduk. Batın içi kitlelerinin ayrıcı tanısında liposarkomlar akılda tutulmalıdır. Bu tümörler negatif cerrahi sınır sağlanarak çıkartılmalı ve hastalar uzun süre takip edilmelidir.
Primary mesenteric liposarcoma is a rare condition. It is diagnosed late because symptoms don’t appear until it reaches large sizes. In this article we presented a 32 year old female patient with giant myxoid liposarcoma originating from the small intestine mesentery measuring (35x30x8 cm) and weighing 4123 grams. As a result, liposarcomas should be considered in the distinctive diagnosis of intraabdominal masses. The mass should be excised providing negative surgical margins and the patient should be followed for a long time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Down Sendromu Olan İki Yenidoğanda Konjenital Lösemi
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Hüseyin Tokgöz, Sabahattin Ertuğrul, Ümran Çalışkan, Rahmi Örs
Olgu sunumu
Özeti
Down Sendromu Olan İki Yenidoğanda Konjenital Lösemi
CongenItal LeukemIa In Two Newborns WIth Down Syndrome
Konjenital lösemi, doğumda veya yaşamın ilk 4 haftasında ortaya çıkan nadir bir hastalıktır. Konjenital löseminin görülme sıklığı 4,7 milyon canlı doğumda 1’dir. Konjenital lösemilerin büyük çoğunluğu akut myeloblastik lösemidir. Genellikle lökositoz, peteşi, ekimoz, kutanöz nodüller, hepatosplenomegali ve santral sinir sistemi tutulumu şeklinde bulgular vermektedir. Bu yazımızda down sendromu olan, sepsis kliniği ile gelen ve yenidoğan döneminde konjenital lösemi tanısı konulan iki olgu sunulmuştur. Bu hastaların erken dönemde tanınması ve sepsis gibi ikincil klinik tablolarının ortaya çıkmadan tedavi şansının yakalanması hayat kurtarıcı rol oynamaktadır
Congenital Leukemia is rare disease seen at birth or in the first 4 weeks of life . The incidence of Congenital Leukemia is 1 over 4.7 million live births. Most of the cases are myeloblastic leukemia. Usually symptoms like leukocytosis, petechia, echymosis, cutaneous nodules, hepatosplenomegaly and central nervous system involvement are seen. Two newborns with Down syndrome which were septic at application and diagnosed as congenital leukemia are presented in this article. The early recognition of such cases and finding opportunity to treat before the appearance of secondary complications such as sepsis play an essential role for saving life.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
Ahmet Küçükapan, Suat Keskin, Zeynep Keskin, Necdet Poyraz
Derleme
Özeti
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
InterventIonal RadIologIcal Methods In Treatment Of Hepatocellular
carcInoma
Hepatosellüler karsinom (HCC) çoğunlukla viral hepatit sonrası oluşan bir durumdur. HCC karaciğer parankiminde geç dönemde siroz gelişiminden displastik nodül gelişimine ve erken evre kanser oluşumuna kadar farklı antitelere neden olabilmektedir. Ancak tümör çapının yaklaşık 2 cm olduğu olgularda ve vasküler invazyonu gelişmeden küratif tedavi mümkün olabilmektedir. Karaciğer fonksiyonlarının yetersiz olması, vasküler invazyon ve metastaz nedeniyle cerrahi tedavinin olası olmadığı hastalarda tümör gelişimini durdurmak amacıyla perkütan radyofrekans ablasyon ve transarteriyel kemoembolizasyon gibi cerrahi olmayan tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Hepatocellular carcinoma (HCC) generally develops as a
consequence of underlying liver disease, most commonly viral
hepatitis. The development of HCC follows an orderly progression
from cirrhosis to dysplastic nodules to early cancer development,
which can be reliably cured if discovered before the development
of vascular invasion (typically occurring at a tumor diameter
of approximately 2 cm). If resection is not possible because
of poor liver function, vascular invasion and metastasis. To
prevent tumor progression while waiting, nonsurgical treatments
including percutaneous radiofrequency ablation, and transarterial
chemoembolization are employed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Paranazal Sinüs Lezyonlarının Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Ve Manyetik Rezonans Görüntüleme
Osman Koç, Ganime Dilek Emlik, Hamdi Arbağ, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Paranazal Sinüs Lezyonlarının Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Ve Manyetik Rezonans Görüntüleme
Computed Tomography And MagnetIc Resonance ImagIng In The DIagnosIs Of BenIgn Paranasal SInus LesIons
Amaç: Bu Çalışmada, benign paranazal sinüs (PNS) lezyonlarının tanısında bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntülemenin (MRG) katkıları araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Ocak 2001 – Şubat 2004 tarihleri arasında klinik bulgularına göre nazal kavite, PNS veya komşu yapılara ait benign lezyon olduğu düşünülen 30 olgu incelendi. Olguların tümüne BT ve MRG incelemeleri yapıldı. BT ve MRG’de lezyonların iç yapı karakteristikleri, yerleşim yerleri ve patolojik tanıya giden radyolojik görünümleri değerlendirildi. Bulgular: Histopatolojilerine göre lezyonlar; mukosel 8, odontojenik kist 4, fibröz displazi 3, interted palillom 2, hemanjiom 2, menenjiom 2, kondrom 2, şıvannom 1, osteom 1, osteokondrom 1, paget hastalığı 1, ameloblastom 1, dev hücreli tümör 1, santral dev hücreli granülom 1 adet idi. Patolojik sonuçlara göre değerlendirildiğinde BT ve MRG’nin duyarlılıkları sırasıyla %86,6 ve %83,3 olarak bulundu. Radyolojik olarak malign özellik gösteren 3 olguda (1 dev hücreli tümör, 2 inverted papillom) doğru tanı histopatolojik olarak kondu. Sonuç: BT, kemik ekspansiyon ve destrüksiyonlarını, kemik kaynaklı tümörleri ve tümör içi kalsifikasyonları göstermede etkin bir yöntemdir. MRG ise kistik lezyonların iç yapılarını, tümör içi hemorajileri ve tümör-inflamasyon ayrımını daha iyi gösterir. Bu yüzden benign PNS lezyonlarını değerlendirmede BT ve MRG birlikte kullanılmalıdır.
Purpose: In this study, contrubitions of computed tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI) were researched in the diagnosis of benign paranasal sinüs (PNS) lesions. Materials and methods: According to the clinical findings, between January 2001 – February 2004, 30 cases have been studied who were thought to have benign lesions belonging to nasal cavity, PNS or neighboring structures. CT and MRI studies are made to the all case. Inner structure characteristics, locations and radiological apperarances coursing pathological diagnosis of lesions in CT and MRI have been assessed. Results: The histopathological diagnoses of lesions were mucocele (8), odontogenic cysts (4), fibrous dysplasia (3), inverted papilloma (2), hemangioma (2), menengioma (2), schwannoma, osteoma, osteochondroma, paget disease, ameloblastom, giant cell tumor, central giant cell granuloma. Whwn assessed according to pathological results, sensitivity of CT and MRI were found to be 86.6% and 83.3% respectively. In 3 cases showing radiological malign feature (1 giant cell tumor, 2 inverted papillomas) the correct diagnosis was made histopathologically. Canclusion: CT is an effective method to show bone expansion and destructions, tumors originated from bone and intratumoral calcifications. MRI offers better the inner structures of cystic lesions, intratumoral hemorhages and differentiation of tumor from inflammation. Therefore, CT and MRI should be used jointly in the evaluation of the PNS lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyomegaliyi Taklit Eden Asemptomatik Dev Timolipoma: Direkt Grafi, Bt Ve Mrg Bulguları
Abdussamet Batur, Mehmet Emin Sakarya, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Kardiyomegaliyi Taklit Eden Asemptomatik Dev Timolipoma: Direkt Grafi, Bt Ve Mrg Bulguları
AsymptomatIc GIant ThymolIpoma MImIckIng CardIomegaly: DIrect Graphy, Ct And MrI FIndIngs
Kardiyomegali görünümüne yol açan, asemptomatik, dev timolipoma olgusunun görüntüleme bulgularını sunmak. Rutin kontrol amacıyla çekilen posterior-anterior (PA) akciğer grafisinde kardiyomegali tespit edilen 32 yaşındaki erkek hastada yapılan incelemede parakardiyak kitle izlendi. Yapılan bilgisayarlı tomografik (BT) görüntülemede; ön mediasten yerleşimli, düzgün sınırlı, komşu yapılara belirgin invazyon göstermeyen, fibröz komponent de içeren yağ dansitesinde kitle görüldü. Lezyon tanısı transtorasik biyopsi sonrası histopatolojik incelemeyle timolipoma olarak raporlandı. Operasyon öncesi lezyon sınırlarının detaylandırılması amacıyla elde olunan manyetik rezonans görüntüleme (MRG) tetkikinde; T1 ve T2 ağırlıklı imajlarda hiperintens, yağ baskılı T2 ağırlıklı görüntülerde baskılanan, komşu yapılara invazyon göstermeyen kitle saptandı. Esnek özellik gösteren timolipomalar büyük boyutlara ulaşmasına rağmen bulgu vermeyebilir. Direkt grafide kardiyomegaliyi taklit edebilir. BT’de yağ dokunun gösterilmesi tanıda yardımcıdır. Lezyon sınırlarının tam olarak belirlenmesinde MRG değerli bilgiler verir.
Demonstrating the imaging findings of asymptomatic giant thymolipoma mimicking cardiomegaly is aimed. A paracardiac mass was detected with 32-year-old male patient afterwards demonstration of cardiomegaly on a posterior-anterior (PA) chest x-ray examination taken for a routine control. Computed tomography (CT) showed a mass, localized in the anterior mediastinum, with smooth margins, showing no significant invasion of adjacent structures, and including fat density with fibrous component. The diagnosis was reported as thymolipoma histopathologically after transthoracic biopsy. On a preoperative magnetic resonance (MR) examination, taken for detailing the limits of the lesion, the mass showed hyperintensity on both T1 and T2 weighted images, and suppression on fat saturated T2 weighted images. No invasion of adjacent structures was detected. A thymolipoma may reach a large size without symptoms due to its great pliability. It can mimic cardiomegaly on x-ray images. Adipose tissue on CT is helpful in the diagnosis. MRI gives valuable information in determining the exact boundaries of the lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
Abdülkadir Kandemir, Mahmud Zahid Ünlü, Mehmet Balasar, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Nefes Darlığının Eşlik Ettiği Dev Basit Böbrek Kisti
GIant SImple Renal Cyst AssocIated WIth Dyspnea
Basit böbrek kistleri; genellikle tedavi gerektirmeyen, yaygın,
benign, asemptomatik kitlelerdir. Ancak zamanla bu basit kistler
büyüyebilir, semptomatik hale gelebilir ve komplikasyonlar geliştirip
tedavi gerektirebilir. Çalışmamızda, nefes darlığı, karın ağrısı ve
asimetrik karın şişliği kliniği ile başvuran 63 yaşındaki erkek hastayı
sunmayı amaçladık. Abdominal ultrasonografi (USG) görüntülemede
195x180 mm boyutuna ulaşmış ekzofitik böbrek kisti saptandı.
Hastaya devamlı perkütan drenaj eşliğinde sklerozan madde
uygulandı ve takibinde nefes darlığı geriledi. Altı ay sonraki USG
takibinde kistin kaybolduğu gözlendi.
Simple kidney cysts are common, benign and asymptomatic
masses and usually unrequire any treatment. However, this simple
cyst can grow over time, may become symptomatic and develop
complications they may require treatment. In our study, we aim to
present, the 63 -years-old male patient admitted to our clinic with
dyspnea, abdominal pain and asymmetric abdominal distension.
Abdominal ultrasonography (USG) showed that exophytic renal
cyst reached 195x180 mm. We underwent sclerosing agents in the
presence of continuous percutaneous catheter drainage and dyspnea
decreased at the follow-up. Subsequent USG after six months
revealed disparition of the cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Psikososyal Travma Tarafından Tetiklenen Koroner Arter
spazmının Yol Açtığı Akut Miyokard Enfarktüsü
Acute MyocardIal InfarctIon Due To Coronary Artery Spasm TrIggered
by PsychosocIal Trauma
Koroner arter spazmı, epizotlar sırasında geçici ST segment
elevasyonunun eşlik ettiği spontan göğüs ağrısı epizotları ile
karakterize olan iskemik kalp hastalığının özel bir tipidir. Bu sendrom,
ani ölüme ek olarak akut miyokard enfarktüsü, ventriküler taşikardi
veya fibrilasyon ile ilişkili olabilir. Fizyolojik stres de akut miyokard
enfarktüsü için artmış bir risk ile ilişkilidir. Ağır iş temposundan
kaynaklanan psikososyal travmadan hemen sonra başlayan,
devam eden göğüs ağrısı için acil servise başvuran 23 yaşında
bir erkek hastayı sunduk. Başvuru sırasında ne EKG’sinde ne de
kardiyak enziminde değişme olmadı, fakat takip edilirken akut ST
elevasyonlu MI gelişti. Anjiyografide koroner arterlerde stenoz yoktu.
Tipik semptomları göz önüne alındığında ergonovin testi gerekli
görülmedi. Ca-kanal blokeri ve nitratlar ile semptomları düzeldi.
Hasta bir Ca-kanal blokeri reçete edilerek taburcu edildi ve ileride
göğüs ağrısı olmadı. Sonuç olarak, ağır iş yükünden kaynaklanan
psikososyal stresden ve sempatik hiperaktiviteden dolayı gelişebilen
vazospazmın, bu genç hasta için akut miyokard enfarktüsünün sebebi
olduğunu düşünüyoruz.
Coronary artery spasm is a special type of ischemic heart disease characterized by spontaneous episodes of chest pain accompanied by transitory ST segment elevations during the episodes. This syndrome may be associated with acute myocardial infarction, ventricular tachycardia or fibrillation, as well as with sudden death. Psychosocial stresses are also associated with an increased risk for acute myocardial infarction. We reported a 23 years old, male patient who applied to the emergency department for ongoing chest pain which had begun just after psychosocial trauma arising from heavy business tempo. He had neither ECG, nor cardiac enzym changes during admission, however acute MI with ST elevation occurred while following up period. There was no stenosis in coronary arteries on angiography. Given the typical symptoms, an ergonovine test was considered unnecessary. Administration of Ca-channel blocker and nitrates ameliorated his symptoms. The patient was prescribed a calcium channel blocker at discharge and has had no further chest pain. Finally, we thought that the cause of acute myocardial infarction for this young patient that occurred after vasospasm might be due to sympathetic hyperactivity and psychosocial stresses resulting from heavy work load conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
Sinan Demircioğlu, Serhat Sayın, İrfan Fırat Özcan, Serdar Karaköse, Aynur Uğur Bilgin, Hakkı Polat
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
MesenterIc PannIculItIs In A PatIent WIth ChronIc LymphocytIc LeukemIa
Mezenterik pannikülit, mezenterik yağ dokusunu etkileyen inflamasyon ve fibrozis ile giden bir durumdur. Karın ağrısı, bulantı, kusma gibi semptomlar olabileceği gibi asemptomatik de olabilir. Etyolojisinde sıklıkla travma, abdominal cerrahi, enfeksiyon suçlanmakla beraber son zamanlarda malignite ile birlikteliği artış göstermiştir. Biz, literatürde birlikteliğine rastlamadığımız kronik lenfositik lösemili bir hastada asemptomatik mezenterik pannikülit olgusunu sunduk.
Mesenteric panniculitis is a situation which effects adipose tissue of the mesentery with inflammation and fibrosis. There may be symptoms like stomachache, nausea, vomiting or asymptomatic. Trauma, abdominal surgery, infection are the main causes and recently its association with the malignancy has been increased. We reported asymptomatic mesenteric panniculitis in a patient with chronic lymphocytic leukemia that hasn’t been experienced before in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ünal Şahin, Hüseyin Yorgancıgil, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberculous SpondylItIs WIth BIlateral Pleural EffusIon
Pott hastalığının ve bilateral plevral effüzyonun birlikte olduğu 67 yaşında bir erkek olgu sunulmuştur. Öksürük, dispne ve sırt ağrısı yakınmalarıyla ilk başvurduğu doktor tarafından hasta nonspesifik pleuritis tanısıyla tedaviye alınmıştır. Bu başvurusundan 4 ay sonra sırt ağrısında artış ve alt extremitelerde güç azalması nedeniyle merkezimize başvurmuştur. İleri tetkikler sonucunda hastaya 7. ve 8. trokal vertebraları tutan tüberküloz spondilitis tanısı konmuştur. Nörolojik bulgular nedeniyle olguya cerrahi ve aynı zamanda anti-tüberkülo tedavi uygulandı. Hastanın yapılan son kontrolünde klinik ve radyolojik olarak tedaviye çok iyi yanıt verdiği gözlendi.
We were reported a case of Pott's disease with bilateral pleural effusion in a 67-year- old male patient. The primary çare physician commenced anti-microbial therapy by considering the non-specific pleuritis. hovvever, four months after his first complatins, Progressive back pain and weakness of lower limbs was occured. By further examination, we diagnosed an active tuberculous spondylitis of the 7th and 8th thoracic vertebrae. Operative intervention was undertaken because of neurological findings. VVe also started anti-tuberculous chemotherapy. A proper clinical and redaiological response to chemoterapy and surgery was observed at the last follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
Muammer Müslim Köse, Murat Karkucak, Erhan Çapkın, Bayram Serdar Budak, Arzu Çapkın, Savaş Yaylı, Ferhat Gökmen, Adem Karaca
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
The Frequency And ClInIcal Features Of PsorIatIc ArthrItIs In PatIents
wIth PsorIasIs
Bu çalışmanın amacı Psöriyazis (Ps) hastalarında Psöriyatik
Artrit’in (PsA) sıklığı ve klinik özelliklerini değerlendirmektir.
Çalışmaya Dermatoloji polikliniğinde takip edilen 104 Ps hastası
dahil edildi. Klinik ve sosyodemografik özellikler kaydedildi. Hastalar
Classification criteria for psoriatic arthritis (CASPAR) kullanılarak
PsA açısından değerlendirildi. 10 hastada (% 9.6) PsA tespit edildi.
5 hastada ilk başvuru şikayeti cilt lezyonlarıydı. Hem PsA grubunda
hem sadece cilt tutulumu olan hastalarda en sık gözlenen Ps tipi
plak tip Ps idi. 9 hastada periferik eklem tutulumu tespit edildi. En
sık görülen PsA formu oligoartiküler formdu (4 hasta), diğer formalar
ise sırasıyla; poliartiküler form (3 hasta), spondiloartropatik form
(2 hasta), distal interfalangial (DİF) eklem tutulumu ile giden form
(1 hasta) idi. The psoriasis area and severity index (PASI) skoru
PsA’lı 4.92±5.3 ve Ps’li hastalarda 4.87±3.3 olarak gözlemlendi. El
tırnak tutulumunun ise PsA’lı (%100) hastalarda Ps’lilere (% 53.2)
göre daha sık görüldüğü tespit edildi. Sonuç olarak Ps hastalarında
PsA sıklığı % 9.6 olarak bulundu. Tırnak tutulumu PsA’ lı hastaların
tümünde gözlemlendi.
The aim of this study was to evaluate the frequency and clinical
characteristics of psoriatic arthritis (PsA) in patients with psoriasis
(Ps). One hundred and four patients who are following with psoriasis in
Dermatology outpatients were included. The patients were examined
for PsA according to Classification criteria for psoriatic arthritis
(CASPAR). Psoriatic arthritis was determined in 10 (% 9.6) patients.
The first presenting symptom was skin lesion in five patients. The
most common type of skin lesion was plaque Ps both Ps and PsA.
Peripheric joint involvement was detected in 9 patients. The most
common manifestation pattern is oligoarthritis (4 patients), followed
by polyarthritis (3 patients), spondyloarthropathy (2 patients) and
distal interphalangeal (DIP) arthritis (1 patient). The psoriasis area
and severity index (PASI) was observed similarly in patients with PsA
(4.92±5.3) and those without PsA (4.87±3.3). Nail involvement was
significantly more common in patients with PsA (%100) than those
without PsA (%53.2). As a result; the frequency of PsA in patients
with Ps was found as % 9.6. Nail involvement was observed in all
patients with PsA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
Ersin Turan, Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Arif Atay, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Akut Paratiroid Krizi İle Başvuran Kistik Paratiroid
adenomu
CystIc ParathyroId Adenoma WIth Acute ParathyroId CrIsIs
Paratiroid kistleri sık görülmeyen lezyonlar olup, nadir olarak
orta düzeyde hiperkalsemiye veya çok nadir olarak da primer
hiperparatiroidizmin hayatı tehdit edebilen bir komplikasyonu olan
paratiroid krizine yol açabilirler. Bu çalışmada, akut paratiroid
krizi semptomları ile acil servise başvuran ve yapılan incelemeler
sonucunda kistik paratiroid adenomu tespit edilerek, tedavi edilen
bir olgunun sunulması amaçlandı. Bilinç bulanıklığı ile acil servise
başvuran 46 yaşında erkek hastanın yapılan tetkiklerinde kalsiyum
16.6 mg/dl ve akut böbrek yetmezliği bulguları saptandı. Radyolojik
görüntülemesinde kistik paratiroid adenomu ile uyumlu görünümü
olan hasta, minimal invaziv paratiroid adenomu eksizyonu yapılarak
tedavi edildi. Hastanın takiplerinde parathormon ve kalsiyum
seviyeleri normale döndü. Paratiroid kistleri nadir görülürler,
hiperkalsemi bulgularına göre fonksiyonel ve non-fonksiyonel olarak
sınıflandırılırlar. Fonkisyonel kistik paratiroid adenomu olguları
çok nadiren görülürler. Bu tip hastalar hiperparatiroidi veya akut
paratiroid krizi semptomları ile başvurabilirler. Fonksiyonel paratiroid
kistleri ve kistik paratiroid adenomları primer hiperparatiroidizm ve
akut paratiroid krizi etyolojisinde göz önünde bulundurulması gereken
lezyonlardır.
Cystic lesions of the parathyroid gland are uncommon. Although
majority of patients with cystic parathyroid adenoma present with
mild hypercalcemia, some may present with parathyroid crisis
which can be a life-threatening clinical condition. In this article,
we present a patient who applied to emergency service with
symptoms of acute parathyroid crisis, was diagnosed parathyroid
adenoma with cystic degeneration and treated. A 46 years old male
patient was applied to emergency service with confusion. In blood
analyses, calcium level was 16,6 mg/dl and akut kidney failure was
determined. In radiological imagination, parathyroid adenoma with
cystic degeneration was determined and patient was treated minimal
invasive parathyroidectomy.After the operation, parathormon and
calcium levels were returned the normal levels. Parathyroid cysts
are uncommon, and they are classified as functional or nonfunctional
so far as hypercalcemia. Functional cystic parathyroid adenomas
are very rare. These patients can approach with symptoms of
hyperparathyroidism or parathyroid crisis. Parathyroid adenomas
with cystic degeneration and functional parathyroid cysts should be
considered about causes of primary hyperparathyroidism and acute
parathyroid crisis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Aydin Akyuz, Ramazan Uygur, Seref Alpsoy, Veli Caglar, Dursun Cayan Akkoyun, Bilal Burak Baltaci
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Sinus Valsalva’dan Çıkan Sağ Koroner Arter, Lad Ve
cx Anomalisi
Anomaly Of RIght Coronary, Lad, And Cx ArterIes OrIgInatIng From
rIght SInus Valsalva
Tek koroner arter bütün koroner arter anomalileri içerisinde
yaklaşık olarak % 2-4 oranında gözlenir. Bizim vakamızda, 48
yaşında bayan hastada egzersize bağlı göğüs ağrısı ve yorgunluk
vardı. Hastanın egzersiz elektrokardiogramında 9 mets iş gücünde ST
depresyonu sonrası, biz koroner anjiografide orijinal sol ana koroner
arterin yerinde olmadığını sol ön inen arterin ve sirkumfleks arterin
sağ sinus Valsalvadan sağ koroner arterle birlikte çıktığı çok nadir bir
tek çıkışlı koroner arter anomalisi olduğunu gösterdik. Medikal tedavi
olarak beta bloker ile hastanın semptomları düzeldi. Bu tip koroner
arter anomalileri oldukça seyrektir ve ani ölüm sebebi olabilir.
Single coronary artery is observed in approximately 2-4% of all
coronary artery anomalies. In our case, 48 years old female patient
had exercise-induced angina pectoris and fatigue. After her exercise
electrocardiogram revealed ST depression during 9 mets, we
demonstrated a single coronary artery as an extremely rare anomaly
of coronary artery in which there was no original left main artery as
well as right coronary artery, left anterior descending and circumflex
arteries were originated from right sinus Valsalva. On medical
treatment with beta blocker, her symptoms had recovered. This type
of coronary anomalies is very infrequent and may be a reason of
sudden death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Stilohyoid Sendrom
Levent Soley, Fuat Yöndemli, Salim Güngör, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Stilohyoid Sendrom
The StylohyoId Syndrome
Stilohyoid sendrom semptomatik uzun stiloid proçes ve stiloid ligamentte kalsifikasyon sonucu oluşan klinik tablocluı.. Stilohyoid sendrom tanısıyla opere ettiğimiz 43 hastada en sık tespit edilen şikayet hastaların %79'unda görülen boğazda ağrı, kuruluk, yabancı (-isim hissiydi. Koınpüterize tomogralide hastaların %70.3 ünde uzun stiloid proçes , % 29.6 sında stilohyoid li-gamentte kalsifikasyon • ossifikasyon ve segmente uzun stiloid proçes tespit edildi. Spesmenlerin histopatolojik tetkikinde ligament dokusunda kal-siyum kristallerinin birikimi gözlendi. Hastaların %95 .3 ünde operasyondan sonra şikayetlerinde iyileşme görüldü.
The Stylohyoid syndrome is a clinical o•cuı-ance which is resulted due to elongated styloid process and calcified stylohyoid ligament . The main complaints in the opeı-ated 43 patients with the diagnosis of stylohyoid syndrome were sore thı-oat, foreign body sensation. Evaluation of computerized tomographic findings revealed that elongated styloid process (70.3%) followed hy ligament calcıfication (29,6%) were the ıngior causes of styloid syndrome. Evaluation of the pos toperat ive specimens histopathologically showed the calsite crystal depositions in ligament Postoperative follow- up revealed complete recovery of the complaints in 95.3% of patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Berrin Benli Yavuz, Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Is Tumor SIze EffectIve In GastrIc Cancer PrognosIs?
Amaç: Mide kanseri tanısıyla postoperatif kemoradyoterapi uygulanan hastalarda tümör boyutunun ve preoperatif albumin düzeyinin prognozla ilişkisini belirlemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Klinikopatolojik özellikleri analiz edildi. 15.1.2010-31.12.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 199 olgu çalışmaya dahil edildi. Birincil sonlanım noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım(HS) idi. Bulgular: Ortalama takip süresi 20,43 ay idi. Uzak metastaz 50 (%25.1) hastada gelişirken, 102 hasta (%51,3) hayatta idi. Çok değişkenli analizlerde ileri evre, sigara içimi, tümör boyutunun 8cm. den büyük olması, operasyon öncesi albumin değerinin 3,5 g/dl nin altında olması GS üzerine olumsuz etkili olarak bulundu. Lenfovasküler invazyon (LVI) ve tümör boyutunun, HS üzerine olumsuz etkileri gösterildi. İstatistiki analiz için SPSS(Statistical Package for Social Sciences) 21 versiyonu kullanıldı. Sonuç: Gelişen tedavilere rağmen halen prognozu kötü olan mide kanseri hastalarda bilinen prognostik faktörlere ilave faktörlerin belirlenmesi, tedavi modalitelerinin seçimi ve hasta yaşam sürelerini tahmin etmekte kulanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the prognosis value of tumor size and preoperative albumin levels in gastric cancer patients treated with postoperative chemoradiotherapy. Patients and Methods: Patients records reviewed retrospectively. Clinicopathologic features were analyzed. 199 patients who applied to our clinic between 15.1.2010-31.12.2016 were included in this study. The primary end points of this study were to evaluate the overall survival (OS) and the disease free survival(DFS). Results: Mean follow up time was 20.43 months. Distant metastases devoloped in 50 patients and 102 patients were alive. In multivariate analyses , advanced T stage, history of smoking, preoperative albumin level less than 3.5 gr/dl and tumor size more than 8 cm were found to have poor prognostıc effect on OS. Lymphovascular invasion (LVI) and tumor size were showed negative effects on DFS. For statistical analyses SPSS( statistical package for social sciences) 21.0 statistical package was used. Conclusions: Despite recent treatment modalities the prognosis of gastric cancer is still poor and novel prognostic factors together with the current ones may be helpful to predict decision of proper treatment modalities and survival of the patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
Tuğrul Çakır, Cemal Özben Ensari, Arif Aslaner, Burhan Mayir, Mehmet Tahir Oruç
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
RIght SIded Zenker DIvertIculum
Zenker’in divertikülü (Faringeal poş) krikofaringeal kas üstündeki
farenks mukozasının nadir görülen bir pulsiyon divertikülüdür.
Sıklıkla sol tarafta ve yaşlı hastalarda görülür. Başlıca tipik belirtileri
disfaji, regürgitasyon, kronik öksürük, aspirasyon ve kilo kaybıdır.
Semptomatik büyük divertikülü olan olguların cerrahi olarak tedavi
edilmesi gerekmektedir. Son yıllarda endoskopik tedaviler ile başarılı
sonuçlar bildirilse de divertikülektomi ve myotomi halen en iyi tedavi
yöntemi olarak gözükmektedir. Bu çalışmada 36 yaşında kadın
hastada sağ taraf yerleşimli bir Zenker divertikül olgusu, kliniği ve
tedavi yönetimi literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
The Zenker’s diverticulum (pharyngeal pouch) is a rare
pulsion diverticulum of the mucosa of the pharynx just above the
cricopharyngeal muscle. It occurs at the left side and was commonly
seen in elderly patients. Maintypical symptoms include dysphagia,
regurgitation, chronic cough, aspiration and weight loss. Symptomatic
patients with large diverticulum should be treated surgically. Although
in recent years successful results with endoscopic therapy has been
reported, diverticulectomy and myotomy are still seems to be the best
treatment. In this study, a case of 36 years old woman with rightsided
Zenker’s diverticulum, clinical presentation, and management
are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
Tevfik Küçükkartallar, Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Serhat Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
PrImary Small IntestInal Tumor Cases In Emergency Surgery
İlerlemiş tanı yöntemlerine rağmen ince barsak tümörlerinin teşhisi zordur ve genellikle tanı esnasında ilerlemiş olarak bulunurlar. Bu kanserler sinsi olarak seyreden karın ağrısı ve kilo kaybına veya kanama, obstrüksiyon ve perforasyon gibi cerrahi gerektiren acil durumları oluşturabilirler. Acil şartlarda cerrahi işlem uyguladığımız primer ince barsak tümörlü 29 hastanın kısa dönem sonuçlarını ve klinik deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında acil şartlarda ameliyat edilen 29 ince barsak tümörlü hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri araştırılan parametrelerdi. Hastaların 16’sı erkek, 13’ü kadın olup, yaş ortalamaları 62 (35- 80) idi. Tüm vakalar acil şartlarda ameliyat edildi. Vakaların 19’u da instestinal obstrüksiyon, 6’sında invajinasyon, 6’sında perforasyon ve 1’inde ise mezenterik iskemi saptandı. Tümör yerleşimi 14 hastada ileumda, 10 hastada jejunumda ve 5 hastada ise duodenum olarak saptandı. Patolojik tanı olarak en sık 7 olgu GİST ve 7 olgu adenokarsinomdu. İnce barsak rezeksiyonu ve anastomoz en sık uygulanan cerrahi işlemdi. Ameliyat sonrası dört hastada cerrahi alan infeksiyonu, üç hastada anastomoz kaçağı görüldü. Erken postoperatif dönemde beş hastada mortalite izlendi. İnce barsak tümörleri çok nadir olarak görülür. Bulgular spesifik değildir ve tanı sürecinde daha ileri yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Genellikle acil cerrahi tedavi gerektirecek klinik tablo oluşturmaktadır. Tedavinin başlama zamanı sağkalımı belirleyen önemli bir etkendir.
Despite advanced diagnostic methods, diagnosis of small
intestinal tumors is hard and they are generally detected at an
advanced stage. These cancers may form emergency cases that
need to be addressed surgically like bleeding, obstruction, and
perforation or insidious abdominal pain and weight loss. We present
our clinical experiences and the short term results of 29 patients
with primary small intestinal tumors who had undergone emergency
surgical procedures. The data of these 29 patients treated at our
clinic between 2005 and 2011 were retrospectively evaluated. Study
parameters included the patients’ demographic, clinical, radiological,
and pathological characteristics. All the cases underwent emergency
surgery. 16 of the patients were male, while 13 were female, and their
mean age was 62 (35-80). Intestinal obstruction was detected in 19
of the cases, while perforation in 6, and mesenteric ischemia in 4.
Tumors were located in the ileum in 14 patients, in the jejunum in 10,
and in the duodenum in 5. The most frequent pathological diagnoses
were GIST with 8 cases and adenocarcinoma with 8 cases. The
most frequently performed surgical procedures were small intestinal
resection and anastomosis. Four patients developed surgical site
infection and three had anastomotic leaks in the post-op period.
Mortality was seen in five patients in the early post-op period. Tumors
of the small intestine are very rare. The findings are non-specific
and advanced diagnostic methods are needed during the diagnostic
process. They generally cause clinical conditions that necessitate
emergency surgery. The timing of the treatment is a significant factor
determining survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Wen Ye Icmeyen Genclerde C Vıtamın! Kaynaoı Olan Besın Alımının Kan Ye Idrar C Vitamint Duzeylerıne Etkısının Incelenmesı
Esra Teberdar, Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Wen Ye Icmeyen Genclerde C Vıtamın! Kaynaoı Olan Besın Alımının Kan Ye Idrar C Vitamint Duzeylerıne Etkısının Incelenmesı
A Study On The E,ffect Of (smoker And Non-Smoker) Young People's NutrItIon Abundant In VI-TamIn C (whom Smoker And Non-Smoker) On Blood And UrIne VItamIn C Levels.
VET Konya Selcuk Universitesi Tip Fakultesi ye Egi-tim Nisan-Mayis 1993 doneminde yaplan bu aravirmada, 18-25 ya§lart arasinda, si-.gara is en 82, sigara ictneyen 163 olmak iizere 245 ogrenciden faydalantlmtpr. Deneklerin sigara icme durumlari ile birlikte, C vitamini kaynagz olan be-sinlerin ahmintn kan ye idrar C vitamini diizeylerine etkisi incelenmgtir. Ara§tirmada, genclerde sigara kullantmtnin kan C vitamini duzeyini dii§iirdiigii saptannuotr. Diyetle yetersiz miktarda C vitamini kaynagi plan besinlerin alinumn, kan C vitamini duzeyindeki der-letici etkisi oldugu tespit edilmitir. C vitamini kay-nagi olan besinlerin ahmtnin artmasi, sigara ken ye icmeyen deneklerin kan C vitamini diizeykrinin art-manna yol agni§tir. Elde edilen hulgular sonucunda, sigara is iminin insan saghgt is in tehlikeli hir sorun oldugu kabul edilmic ve bu sorunun cOzamlenmesi kin acil on-lemlerin alinmast gerektigi ifade edilmiştir.
In the research, which was made in the Medicine and Education faculties of Konya Selguk University between April 1995 and May 1995, 245 students at the age of 18-25 were examined, 82 of whom were smokers, and 163 of whom were non-smokers. In addition to smoking habits, the intake of food con-taining vitamin C and its effect on the blood and urine vitamin C levels were examined. It has been observed that smoking decreased the blood vitamin C level. It has been also observed that intake of poor vitamin C had an important effect on the decrease of the blood vitamin C level. Increase in the uptake of pod rich in vitamin C has cor-relation with the increase in the blood vitamin C level in both smokers and non-smokers. It has been understood that smoking is harmful for the human health and urgent precautions should he taken against it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Skolosidal Maddelerın Karaciğer Ve Safra Yolları Üzerıne Toksik Etkileri
Yüksel Tatkan, Şakir Tavlı, Adil Kartal, Yüksel Arıkan, Mustafa Şahin, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Skolosidal Maddelerın Karaciğer Ve Safra Yolları Üzerıne Toksik Etkileri
The ToxIc Effects Of ScolocIdal Agents To The LIver And BIlIary Tract
Karaciğer kist hidatiklerinin cerrahi tedavisinde kullanılan %2'lik formaldehit, %20'lik hipertonik tuzlu serum, Tol'ilk povidone lodine ve %0.5'lik gümüş nitrat gibi skolosidal solüsyonlar ve kontrol grubu olarak da izotonik sodyum klorür solüsyonu 10-ar adetlik gruplar halinde50 köpeğin safra yollarına verilip, oluşan histopatolojik ve radyolojik lezyonlar istatistiksel olarak değerlendirilıniştir. llistopatolojik olarak saptanan karaciğer lezyonu ve kolanjit ile, radyolojik olarak değerlendirilen sklerozan kolanjit gelişmesi açısından skolosidal madde grupları arasında istatistiksel fark anlamlı bulunmayıp (p>0.05), kontrol grubuna göre tüın gruplarda istatistiksel fark anlamlı bulunmuştur (p<0.01). Bu bulguların ışığında tüm skolosidal ajanların safra yolları ve karaciğere toksik etkileri olduğu kanısına varılmıştır.
The scolocidal solutions which are used in surgi-cal treatment of hydatid cysts such as forrrzaldehite (%2), hypertonic sodyum chloride (%20), povidone iodine (%1) and silver nitrate (%05) were performed to the biliary tract of 50 dogs each group including 10 dogs and the lesions were evaluated histopatho-logically and radiologically. As to the histopathologir findings of liver le-sions and cholangitis and radiological findings of sclerosing cholangitis, there was no significant dif-ference between scolocidal solutions groups (p>0.05) but the dillerence between scolocidal solutions and control group was significant (p<0.01). We concluded that ali scolocidal agents has toxic ellects to the liver and biliary tract.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptojenik Organize Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Turgut Teke, Resul Altuntaş, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Pınar Doğan
Olgu sunumu
Özeti
Kriptojenik Organize Pnömoni
CryptogenIc OrganIzIng PneumonIa
Organize pnömoni (OP) histopatolojik olarak respiratuar bronşiol
ve alveollerde fibroblast kümeleri ve immatür kollojenlerin birikimi
ile karakterizedir. Genellikle öksürük ve dispne gibi nonspesifik
semptomları vardır. Radyolojik olarak OP sıklıkla bilateral yer
değiştirebilen yamalı infiltrasyonlar şeklinde görülür. Kriptojenik
organize pnömoni (KOP) nonspesifik semptomları olan ve OP’nin
herhangi bir sebebe bağlanamadığı alt grubu olarak tariflenebilir.
Kırk dokuz yaşında kadın hasta, 2 yıldır efor dispnesi ve 20 gündür
kuru öksürük şikayeti ile başvurdu. Pnömoni tanısıyla uygulanan
antibiyoterapiler ile hastanın şikayetlerinde ve akciğer grafilerinde
düzelme olmadı. Hastanın fizik muayenesi, rutin laboratuvar
incelemeleri ve bronkoskopisi normaldi. Akciğer grafisinde sol üst
zonda 4 adet yaklaşık 1 cm boyutlarında nodüler dansite artışı
mevcuttu. Toraks BT’sinde her iki akciğer üst lobda ve sol alt lob
superiorda düzensiz konturlu en büyüğü 35X7 mm ebadında multiple
nodüller izlendi. Bronko alveolar lavajda ARB negatifti. Kollojen doku
belirleyicileri normaldi. Hasta klinik ve radyolojik olarak KOP olarak
değerlendirildi. Sistemik kortikosteroid tedavisi başlandı. Tedavinin
altıncı ayında tam klinik düzelme gözlendi ve çekilen kontrol toraks
BT’de nodüler lezyonların kaybolduğu gözlendi. Antibiyoterapiye
cevap alınamayan, radyolojik olarak yer değiştiren ve geçici
infiltrasyonları olan hastalarda ayırıcı tanıda KOP akılda tutulmalıdır.
Organizing pneumonia (OP) is characterized histopathology cally
by tufts of fibroblasts and immature collagen filling of respiratory
bronchioles and alveoli. Symptoms are usually nonspecific and
include cough and dyspnea. Radiograph cally, OP frequently
manifests as patchy bilateral infiltrates that can be relapsing and
migratory. Cryptogenic organizing pneumonia (COP) may be defined
as having non-specific symptoms which can ultimately be described
as a subset of the OP that cannot be attributed to any reason.
Forty-nine-year-old female patient admitted with the complaints of
2 year exertional dyspnea and 20 day dry cough. The patient was
diagnosed of pneumonia and prescribed with antibiotics; however,
no improvement was observed in her complaints and lung graphics.
The physical examination of the patient, routine laboratory analyses,
collagen tissue markers and bronchoscopy were normal. In chest
X-Ray, there were 4 nodular density approximately 1 cm in size, in
the upper zone. In thorax CT, there were irregular contours multiple
nodules, and the biggest one was approximately 35x7 mm in the
upper lobes and in the superior of the left lower lobe of lungs. Acid
fast bacteria was negative at bronchoalveolar lavage. The patient
was diagnosed COP as clinically and radiologically. Then, systemic
cortico steroid therapy was started. A complete clinical recovery was
observed in the sixth month of the treatment and at the control thorax
CT displayed that nodular lesions were disappeared completely. In
the cases that were not respond to antibiotic therapy and patients
having radiologically mobile and temporary infiltrations may be taken
into consideration in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
Bayram Çınar, Tuncer Süzer, Erdal Coşkun, Kadir Tahta
Olgu sunumu
Özeti
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
LymphocytIc AdenohypophysItIs FollovvIng TonsIllItIs
Lenfositik hipofizit otoimmün kökenli olduğu düşünülen, sıklıkla hipopitüitarizm bulguları ile başlayan, ve hipofiz adenomu ile karışabilen nadir bir hastalıktır. Sıklıkla hamileliğin son dönemleri ile doğum sonrası erken dönemdeki kadınlarda görülür. 29 yaşında 2 çocuk annesi kadın hasta 2 ay önce kriptik tonsilit nedeni ile tedavi görmüş. Daha sonra baş ağrıları başlayan hastanın son zamanlarda görmesinde azalma olmuş. Muayene ve radyolojik inceleme sonrası hipofiz adenomu öntanısı ile öpere edilen hastanın patoloji sonucu lenfositik adenohipofizit olarak rapor edildi. Postoperatif dönem sorunları olmayan hasta taburcu edildi. Adenomlarla karışabilen hastalığın ayırıcı tanısı tedavi planlaması açısından önemlidir. Ayırıcı tanıda hastanın hikayesi, yaş ve cinsiyeti, hormon yetersizliği tablosunun ağırlığı ve manyetik rezonans görüntüleme önemlidir. Kesin tanı histopatoloji yardımıyla koyulur. Otoimmün olduğu düşünülen hastalığın sıklıkla hamilelikle ilişkisi olduğu gibi, hamile olmayan kimselerde de yeni geçirilmiş bir enfeksiyonu takiben başlayabileceği ya da bulgu verebileceği akılda tutulmalıdır.
Lymphocytic adenohypophysitis is a rare disease associated with late pregnancy and early postpartum. Autoimmune mechanism is blamed as cause. İt is frequent in females, and may be misdiagnosed as pituitary adenoma. 29 years-old -female with 2 children presented with headache follovving cryptic tonsillitis. Recently she had problems vvith her Vision. Clinical and radiological work up including magnetic rezonance imaging revealed a mass in the sellar and suprasellar region. She undervvent surgical decompression follovving functional hormona! studies. Histopathologic evaluation of the specimen was reported as lymphocytic hypophysitis. Differential diagnosis of lymphocytic hypophysitis from that of adenoma is important in planning surgery. Relation to the pregnancy, a severe hypopituitarism, edematous anterior and posterior pituitary lobe are in favour of lymphocytic hypophysitis. But certain diagnosis is made via histopathologic diagnosis. İt is thought to be autoimmune in origin especially in pregnant or recently delivered vvomen. But in nonpregnant persons it may start or be aggravated after an infection as it is in our patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnert Çımento Tozunun Akcığer Fonksiyonlarına Etkısı
Gülden Gedikoğlu, Neyhan Ergene, Yıldız Divanlı, Erdoğan Özkal, Çiğdem Kavun, Abdulkerim Kasım Baltacı
Araştırma makalesi
Özeti
İnert Çımento Tozunun Akcığer Fonksiyonlarına Etkısı
The Effect Of Inert Cement Dust On Pulmonary FunctIons
Araştırma, Konya Çimento Fabrikası'pzın değişik bölümlerinde çalışan 89 erkek fabrika işçisi ve abrikanın hava kirletici etkenlerine maruz kalmayan 42 kişilik kontrol grubu üzerinde yapılmıştır. Fabrika işçileri çalışma sahalarına göre yüksek (n=50) ve düşük (n=39) konsantrasyonda tam maruz kalan gruplar ve ayrıca her grupta kendi içinde sigara içen ve içme yen olarak sınıflandırılmıştır. Kontrol ile toza maruz kalan işçi grupları, ayrıca düşük ve yüksek konsantrasyonda tozu maruz kalan gruplar arasında FEV10, FEV 10%, FEF, FMF (p<0.01); sigara içen kontrol ile, sigara içen düşük ve yüksek konsantrasyonda tozu maruz kalan gruplar arasında FEV 10, MVV, FEF (p<0.01), FMF (p<0.05); sigara içmeyen kontrol ile toza maruz kalan işçi grupları arasında FEF (p<0.01), kon-trol grubu ile yüksek konsantrasyonda toza maruz kalan gruplar ve düşük ve yüksek konsantrasyonda toza maruz kalan gruplar arasında FEVi D% (p<0.01) değerleri anlamlı bulunmuştur. Çimento tozunun obstrillıtif tipte değişikliği başlattığı, toz konsantrasyonundaki artışın bu d luzlandirdi ı, sı aranın ise imento tozu la sinerjik etki yaptığı sonucuna varilmiştir.
This study has been carried out on 89 male factory workers at different seclions of Konya Cement Factory and on (lie control group of 42 persons. Factory workers have been classified into groups for being exposed to high (n=50) and low (n=39) concentrations of dust. Also each group has been classified according ta cigarette smokers and nonsmokers. Between the dust exposed workers group and control, alsa between the high and low concentrations of dust exposed groups FEN 110,FEVI0%, FEF, FMF (p<0.01); between cigarette smoker control and cigarette smoker high and low concentrations of dust exposed groups FEV MVV, FEF (p<0.01), FMF (p<0.05); between nonsmoker groups and dust exposed worker groups FEF (p<0.01), between control group and high and low concentration of dust exposed groups FEVİ.0% (p<0.01) valves have been found significant. Il has been established that the obstructive type changes started on dust exposed groups and these changes speeded up by increase in dust concentralion however the cigarette and cement dust together had synergetic influence.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İdrar Kültürlerinde, Enfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik
direnç Oranları
Mehmet Balasar, Metin Doğan, Abdülkadir Kandemir, Bahadır Feyzioğlu, Zamin Haşimov, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
İdrar Kültürlerinde, Enfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik
direnç Oranları
InfectIon Agents And AntIbIotIcs ResIstance RatIos At UrIne Cultures
Bu çalışmada idrar yolu infeksiyonu semptomları ile üroloji
kliniğine başvuran hastalardan alınan idrar örneklerinden izole edilen
bakteriler ve antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Temmuz 2010- Temmuz 2013 yılları arasında kliniğimize başvuran,
idrar yolu infeksiyonu olabileceği düşünülen 5162 hastanın idrar
örnekleri, kültür ve antibiyogramlarının değerlendirilmesi amacıyla
çalışmaya alınmıştır. Tüm idrar örnekleri kanlı agar ve eozin metilen
blue (EMB) agara ekilmiştir. Üreme olan bakterilerin tanımlaması
konvansiyonel yöntemlerle yapılmıştır. Antibiyotik duyarlılıkları disk
difüzyon yöntemi ile test edilmiştir. Toplam 5162 idrar örneğinin
759’unda (%14.7) üreme gözlenmiştir. İdrar örneklerinden en sık izole
edilen bakteri E.coli (%62.6) olmuştur. Bunu sırası ile Enterococcus
spp. (%10.8), Proteus spp. (%6.9), Enterobacter spp. (%6.4),
Klebsiella spp. (%6) ve koagülaz negatif stafilokok (KNS) (%2.8)
takip etmiştir. Proteus spp., Klebsiella spp. suşlarının tümü
imipeneme karşı duyarlı iken, E. coli, Proteus spp., Klebsiella
spp., Enterobacter spp. suşlarında ampisilin (%73) ve sefalotin’in
(%59.4) en az duyarlı iki antibiyotik olduğu gözlenmiştir. İzole
edilen Enterococcus spp. suşlarının tümü (n:82) linezolid duyarlı
iken, %1.2 oranında vankomisin ve yine aynı oranda da teikoplanin
direnci saptanmıştır. Ayrıca Enterococcus spp. suşlarında
%79 (n:65) oranında eritromisin %69.5 (n:57) oranında tetrasiklin,
%57.3 (n:47) oranında siprofloksasin, %56 (n:46) oranında penisilin
direnci saptanmıştır. İdrar yolu infeksiyonlarının tedavisinde, direnç
gelişimini engellemek açısından kültür ve antibiyogram yapılmasının
ve tedavide dar spektrumlu antibiyotiklerin seçilmesinin faydalı
olacağı kanaatine varılmıştır.
It is aimed to determine of antibiotic susceptibility ratios and
isolated bacteria in urine samples of Patients who admitted to
urology clinic with symptoms of urinary tract infection in this study.
Urine samples of 5162 patients who admitted to the hospital between
July 2010 and July 2013 and have urinary tract infection symptoms
were studied in order to evaluate cultures and antibiotic susceptibility
test. All urine samples were inoculated on eosin methylene blue
(EMB) agar and 5% blood agar. The isolated bacteria were identified
by using conventional methods. Antibiotic susceptibility tests were
performed by disk diffusion method. The bacteria were isolated in
759 (14.7%) of 5162 urine sample. The most frequently isolated
bacteria (62.6%) were E.coli in urine samples. Enterococcus
spp. (10.8%), Proteus spp. (6.9%), Enterobacter spp. (6.4%),
Klebsiella spp. (6%) and coagulase-negative staphylococci (CNS)
(2.8%) respectively followed these bacteria. While all isolated
strains of Proteus spp. and Klebsiella spp. were susceptible to
imipenem, Proteus spp. Enterobacter spp. and Klebsiella
spp. susceptibility percentage to ampicillin and sefalotin with
the least of susceptibility ratio were observed to be 73% to 59.4%
respectively. While all isolated strains of Enterococcus spp.
were susceptible to linezolid, resistance ratio of nitrofurantoin,
penicillin, and erythromycin were found to be 7.6%, 17.0%, and
28.3% respectively. In the treatment of urinary tract infections, it is
concluded that the antibiotics treatment should be ordered according
to performed culture and sensitivity tests to prevent the development
of resistance and choosing of narrow-spectrum antibiotics in
treatment should be more useful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Akut Batın Nedeni; Dev Over Kisti
Ali Kagan Coşkun, İbrahim Alanbay, Zafer Kılbaş, Tahir Özer, Taner Yiğit, Orhan Kozak, Turgut Tufan
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Akut Batın Nedeni; Dev Over Kisti
A Rare Cause Of Acute Abdomen: GIant OvarIan Cyst
Over kistleri sık görülmekle beraber nadiren büyük boyutlara ulaşırlar. Büyük over kistleri mezenter kistleriyle, lenfanjiomalarla, loküle asit birikimleriyle veya peritoneal inklüzyon kistleri ile karışabilmektedir. Bu makalede klinik ve radyolojik bulguları nedeniyle lenfanjioma olarak değerlendirilen ancak yüksek oran da benign natürlü bir tip over kisti olan endometriotik kist tanısı konulan olgu sunulmuştur. Akut batın bulguları ile gelen hastalarda, fizik muayene ve laboratuar tetkikleri neticesinde nadiren pelvik yerleşimli dev kistik kitleler saptanabilir. Bu olguların ayırıcı tanısında gonadal yapılardan kaynaklanan kistler de göz önünde bulundurulmalıdır. Hastanın fertilite durumuna özel tedavi algoritması disiplinler arası koordineli bir çalışma ile çizilmelidir.
Ovarian cysts rarely reach enormous dimensions. The giant ones could be get mixed with mesenteric cysts, lymphangioma, local ascites or peritoneal inclusion cysts. We presented a case in which the preoperative evaluations revealed a lymphangioma eventhough the final hystopathological diagnosis was an endometriotic cyst (a type of benign ovarian cyst). Cystic lesions related to gonadal structures should be kept in mind when you’re dealing with giant cystic structures which are encountered rarely as a result of physical and laboratory examination at acute abdomen. The fertility situation and wish of patient should be considered when the treatment algoritm with an interdisciplinary approach are drawn .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atipik Klinik Ve Radyolojik Bulgularla Seyreden Akciğer Tüberküloz Olgusu
Cantürk Taşçı, Ergun Uçar, Emin Maden, Ömer Alan, Ertuğrul Çelik, Metin Özkan, Hayati Bilgiç
Olgu sunumu
Özeti
Atipik Klinik Ve Radyolojik Bulgularla Seyreden Akciğer Tüberküloz Olgusu
A Case Of Lung TuberculosIs WIth AtypIcal ClInIcal And RadIologIcal SIgns
Tüberküloz, vücudun tüm organlarında görülebilen, çoğu kez tanısı konulabilinen, ancak bulunduğu organının diğer sık görülen hastalıklarına da sık olarak benzeyip zamanla tanı zorluğu yaşatan bir hastalıktır. Bu makalede öncelikle akciğer kanseri düşündüğümüz, ancak yaptığımız tetkikler sonucu tüberküloz tanısına ulaştığımız bir hastayı sunduk. Ülkemiz gibi tüberküloz insidans ve prevalansının yüksek olduğu ülkelerde her türlü klinik ve radyolojik görünümde tüberkülozun da ön tanılar arasında olması gerektiği düşüncesindeyiz.
Tuberculosis is a disease that can mostly be diagnosed, and may involve all organs; however also may frequently mimic other disease of the involved organs and sometimes causes diagnostic problems. In our case we presented a patient that we thought to be lung cancer, however diagnosed as tuberculosis after the evaluations. We think that in countries with high tuberculosis incidence and prevalence such as our country, tuberculosis should be kept in mind in differential diagnosis in every clinical and radiological feature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kokuları Renk Olarak Algılayan Sinestezi Vakası
Halil Özer, Semih Erden
Olgu sunumu
Özeti
Kokuları Renk Olarak Algılayan Sinestezi Vakası
A Case Who Has Smell- Color SynesthesIa
\r\n Sinestezi, bir duyu modülünün uyarılmasıyla aynı veya farklı yöntem içerisinde istem dışı ek algılamalara neden olan bir durum olarak tanımlanır. Şimdiye kadar yazı-renk, ses-renk, ses-hareket, ses-tat, renk-tat vb. 60 adet sinestezi türü tespit edilmiştir. Sinestezi genel popülasyonda yaklaşık %4 olduğu tahmin edilmektedir. Yazı-renk ve ses-renk sinestezisi en yaygın formlarından biridir. Bu olgu sunumunda işitme-renk ve koku-renk sinestezileri olan, ilk duyusal deneyimleri altı yaşında başlayan ve şu an şikayetleri daha az olan bir olgudan bahsedilmiştir. Yapılan klinik değerlendirmede aktif bir psikiyatrik patoloji saptanmadı. Geçmiş öyküsü ve aile öyküsünde psikiyatrik bir patoloji yoktu. Olgumuzda nöbet ve travma öyküsü yoktu. Yapılan kranial MR ve EEG normaldi. Fonksiyonel MR görüntülemede sol serebral hemisferde daha çok aktivasyon sinyali izlenmiş olup sol serebral hemisfer dominanttı. Olgumuzun kardeşinde de benzer öykünün olması sinestezide genetik yatkınlığı düşündürmektedir.
\r\n
\r\n Synesthesia is a phenomenon in which stimulation of one sensory system leads to a different experience in a second sensory system. There is more than sixty types of Synesthesia, like grapheme-color, sound-color (chromesthesia), sound-movement, sound-flavor, color- flavor etc. have been identified so far. Synesthesia is seen in 4% in general population. The grapheme-color and sound-color Synesthesia are the most common types. A case is discussed that has auditory-visual and smell-color types Synesthesia started at 6 yo but currently she has had fewer symptoms than before. An active psychiatric pathology is not found in clinical evaluation. There is neither significant patient history nor family history for psychiatric disorders other than a younger sister who has similar symptoms. She has not experienced any seizures or trauma. Her MRI and EEG were within normal limits. Functional MR imaging showed greater activation in the cerebral hemisphere that indicate lateralization. Since there is a positive familial history, we might consider genetic predispositions.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dalakta Tanısı Gecikmiş Subkapsüler Hematom
Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse, Ergün Deniz, Ayşe Yüceaktaş, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Dalakta Tanısı Gecikmiş Subkapsüler Hematom
Delayed DIagnosIs Of Subcapsular Hematoma Of The Spleen
Günümüzde künt karın travması olan hastalarda batın ultrasonografik incelemesi rutin olarak yapılmaktadır. Batın içinde serbest sıvı saptanmaması, ultrasonografik incelemenin suboptimal şartlarda yapılması ve travma son rasında dikkatin santral sinir sistemi yaralanmalarına yöneltilmesi nedeniyle dalakta subkapsüler kanaması olan olgular kolaylıkla gözden kaçabilmektedir. Travmadan hemen sonra rutin batın ultrasonografik incelemeleri yapılan ve dalakta patolojik bulgu saptanmayan, 3 olgunun farklı zamanlarda (1 hafta-1 yıl), değişik şikayetleri ne deniyle yapılan üst abdominal bilgisayarlı tomografik incelemelerinde dalakta subkapsüler hematom saptandı. Da lakta subkapsüler hematom tanısı gecikmiş olgularda, geç dönemlerde rüptür olabileceğinden dolayı künt karın travması ile başvuran hastaların kontrol radyolojik incelemelerinin uygun olacağı kanısındayız.
Novvadays, patients suffering from blunt abdominal trauma are examined by abdominal ultrasonography, routinly. Subcapsular bleeding of the spleen in these patients can be overlooked if there isn't free fluid in the abdominal cavity, ultrasonographic examination carried out in suboptimal contitions and after the trauma attention was in- tensified on the Central nervous system injury. İn 3 cases who have been examined by abdominal ult rasonography just after the trauma, any pathological finding was not been determined related with their spleen also examined by upper abdominal computed tomography because of their some complaints after the trauma (1 wk-1 yr) and splenic subcapsular hematomas were establised in these patients. İn patients with delayed de- velopment of splenic subcapsular hematoma following abdominal trauma can cause late rupture of the spleen, so we think that the patients suffering from blunt abdominal trauma must be examined by the control radiological methods after the trauma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
Adil Kartal, Türker Özkan, Hasan Başarır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
The Value Of ModIfIed RadIcal Mastectorny For The SurgIcal Treatment Of Breast Cancer (a SerIes Of 100 Cases)
Tümü kadın olan 100 meme kanserli olguya Madden'in Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) tekniği uygulandı. Olgular yaş, semptom, tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, aksiller metastaz ve TNM'ye göre sınıflandırılması ile komplikasyonlar, mortalite ve sürvi bakımından incelendi. Sonuçların en az Radikal Mastektomi (RM) kadar iyi olduğu saptandı.
One hundred female patients alt of who had breast cancer were applied Madden's modified radical mastectomy technque. The cases were examined considering the age of the patient, the localisation and size of the tumor, axillary metastasis and classification. Complications and the rate of mortality and survival were studied. The results were as hopeful as radical mastectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
Baykal Tülek, Levent Tabak
Araştırma makalesi
Özeti
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
RelatIonshIp Of Nocturnal DesaturatIons And DaytIme Pulmonary FunctIons In Duchenne Muscular Dystrophy
Amaç: Duchenne müsküler distrofi (DMD) ölüm nedeni genellikle solunum yetmezliği olan, ilerleyici, kalıtımsal bir nöromüsküler hastalıktır. Uyanıklıktaki solunum yetmezliği öncesinde genellikle uykuda hipoventilasyon mevcuttur. Bu çalışmanın amacı; DMD’li hastalarda noktürnal desatürasyonların varlığını ve ağırlığını değerlendirmek ve noktürnal desatürasyonlar ile ilişkili gün içi solunum fonksiyon parametrelerini saptamaktı. Gereç ve yöntem: Gecelik oksijen satürasyon izlemi, uyku apne-hipopne sendromu taramasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Çalışma yöntemi olarak uyanıklıkta yapılan solunum fonksiyon testleri (spirometre, maksimum volanter ventilasyon, maksimum ağız içi basınçları, arter kan gazları) ile gece boyu oksimetre sonuçlarının prospektif karşılaştırılması seçildi. Klinik olarak stabil, ortalama yaşları 13,83±1,86 olan 14 DMD’li hasta çalışmaya alındı. Bulgular: Dokuz hastada (%64), en düşük oksijen satürasyon < %85, 10 hastada ise (%71) desatürrasyon indeksi > 5 olarak saptandı. Desatürasyon indeksi ile maksimum inspiryum basıncı (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= - 0,730, p<0,01) ve FEV1 (r= -0,664, p<0,05) arasında anlamlı ilişki saptandı. Bununla beraber, lojistik regresyon analizi yapıldığında gece boyu desatürasyonların, gündüz solunum fonksiyon testlerinin sonuçlarıyla öngörülemeyeceği saptandı. Sonuç: Klinik olarak stabil olan DMD’li hastalarda uykuyla ilişkilidesatürasyonlar sıklıkla mevcuttur. Gecelik desatürasyonlar, gün içi solunum fonksiyon testleri ile öngörülemez. DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili yakınmaların (baş ağrısı, uykuluk, vs.) yokluğunda bile DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili solunum bozukluklarından şüphelenilmeli ve araştırılmalıdır.
Duchenne muscular dystrophy is a progressive, hereditary neuromuscular disease with the cause of death usually occurring because of respiratory failure. The development of respiratory failure during wakefulness usually preceded by hypoventilation during sleep. The aim of this study were to assess the presence and severity of nocturnal desaturations and to determine the parameter of daytime lung function associated with nocturnal desaturations in patients with DMD. Material and method: The monitoring of overnight oxygen saturation is widely used for sleep apnoea-hypopnea screening. As our method we choosed aprospective comparison of wakeful respiratory function tests (spirometry, maximum voluntary ventilation, maximal mouth pressures, arterial blood gases) with outcomes of overnight oxymetry. Fourteen clinically stable patients with DMD, mean age (±SD) 13,83 ± 1,86 were studied. Results: The lowest oxygen saturation < 85% was present in 9 (64%) patients and oxygen desaturation index > 5 was found in 10 subjects (71%). Desaturation index was significantly related to maximum inspiratory pressure (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= -0,730, p<0,01) and FEV1 (r= 0,664, p<0,05). However logistic regression analysis showed that overnight desaturations could not be reliably predicted from the daytime pulmonary function test results. Conclusion: Sleep-related desaturations are freguently present in clinically stable patients with DMD. Overnight desaturations can not be predicted from daytime respiratory function tests. Even in the absence of sleep-related symptomatology (headache, somnolence, etc.), sleep related respiratory disturbances should be suspected and searchhed in DMD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Mehmet İhsan Gülmez, Şemsettin Okuyucu, Cengiz Çevik
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome
Melkersson-Rosenthal sendromu, ağırlıklı olarak dudakları tutan
tekrarlayan orofasyal ödem, tekrarlayan fasyal sinir paralizisi ve
fissürlü dil triadı ile karakterize bir hastalıktır. Sıklıkla 2. dekatta
ortaya çıkmaktadır. En sık görülen bulgu orofasyal ödemdir. Bir diğer
bulgu olan fasyal paralizi tipik olarak rekürrendir, unilateral veya
bilateral, parsiyel veya komplet olabilir. Fissürlü dil en az rastlanılan
bulgudur, konjenital olduğu düşünülmektedir. Melkersson-Rosenthal
sendromunun etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik
ve çevresel faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Sendromun
tanısı klinik olarak konur. Tedavide çeşitli medikal ajanlar ve cerrahi
yöntemler uygulanabilmekte ise de üzerinde fikir birliğine varılmış
bir tedavi prorokolü bulunmamaktadır. Bu olgu sunumunda tanısı geç
konulmuş olan ve klasik triadın bir arada görüldüğü bir MelkerssonRosenthal
Sendromu olgusu sunulmuştur.
Melkersson-Rosenthal syndrome is a disease, characterized
by recurrent orofacial edema that predominantly involves the lips,
recurrent facial nerve paralysis and fissured tongue. It is usually
seen in second decade of life. The most common finding is orofacial
edema. Facial paralysis, another finding of syndrome, is typically
recurrent, can be unilateral or bilateral and may be partial or
complete. The fissured tongue is the least common symptom and
considered as congenital. Although Melkersson-Rosenthl Syndrome’s
etiology is unknown, genetic tendency and environmental factors
suspected to play role. The syndrome is diagnosed clinically.
Although various medical and surgical methods implemented, there
is no consensus for its treatment protocol. In this case report, we
presented a Melkersson-Rosenthal Syndrome case which classic
triad seen together and taken a late diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Yavuz Atar
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson Rosenthal Sendromu: Fasiyal Ödemli Olgu
Melkersson Rosenthal Syndrome: Case WIth FacIal Edema
Melkersson Rosenthal Sendromu (MRS) seyrek görülen, etyolojisi bilinmeyen ve hastalık sınıflandırması net olmayan bir sendromdur. (1) MRS tek taraflı veya iki taraflı tekrarlayan periferik fasiyal paralizi atakları, orofasiyal ödem, dilde fissürler (lingua plicata) ile karakterize bir tablodur. Bu sendromda histolojik olarak multinükleer dev hücreler, artmış inflamatuar hücreler ile birlikte dilate lenfatik kanallar gözlenir. (2) Çocukluk çağında nadir görülen bu sendrom hayatın 2. ve 3. dekadında daha sık görülür. Klasik triadın görülmesi nadirdir ve genellikle monosemptomatik veya oligo semptomatik tutulum izlenir. Bulgulardan bir veya ikisi ile biyopside granülamatöz keilit varlığı tanı için yeterlidir. (1,2) Biz bu çalışmada tek başına fasiyal ödem bulgusu olan olguyu MRS yönünden incelemeyi amaçladık.
Melkersson Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknown etiology, undefined incidence, and inconsistent classification. (1) MRS unilateral or bilateral peripheral facial paralysis recurrent attacks, orofacial edema, fissure in the language (lingua plicata) is characterized by a table. This syndrome have been in the giant cells in histological as multinuclear, together with increased inflammatory cells and dilated lymphatic channels are observed. (2) This syndrome is rare in childhood 2 of life and 3 decad is seen more often. It is rare to see a classic triad and often monosymptomatic or oligo symptomatic involvement is monitored. It is rare to see a classic triad and often monosemptomatik or oligo symptomatic involvement is monitored. Results with one or two of the biopsy is enough to recognize the existence granulomatous chelitis. (1,2) In this study we aimed to invstigate case with alone facial edema in terms of MRS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazal Polipozis Etiyolojisinde Alerjinin Rolü
Hamdi Arbağ, Gökhan Kurnaz, Mehmet Akif Eryılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nazal Polipozis Etiyolojisinde Alerjinin Rolü
The Role Of Allergy In EtIology Of Nasal PolyposIs
Çalışma 100 hasta ve 50 sağlıklı kontrol grubunda yapıldı. Nazal polipozisli (NP) hastalar 3 gruba ayrıldı. 1.grup NP, astım ve asetil salisilik asit intoleransının birlikte görüldüğü hastalar (Samter sendromu), 2.grup NP ve astımı olan hastalar ve 3.grup yalnız NP’li hastalardan oluşuyordu. Yüz hastada fizik muayene ile polip boyutları, bilgisayarlı tomografi (BT) ve endoskopi skorları, deri prick test sonuçları, serum total IgE ve periferik eosinofil değerlerine bakıldı. Sonuçlar nazal polipozisli hastalar ve sağlıklı bireyler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Hasta ve kontrol grubunun prick testi sonuçları incelendiğinde; hasta grubunun %42‘sinde (n;42) pozitif, kontrol grubunda 11 (%22) bireyde prick testi pozitif olarak bulundu. NP’li hastalarda 45 kişide total IgE normal değerden yüksek bulunurken, 27 kişide eozinofil değerleri normalden yüksek idi. Kontrol grubunun %30’unda (n;15) serum total IgE değerleri normal değerden yüksek bulunurken %12’sinde (n;6) serum eozinofil değerleri normal değerden yüksek idi. Sonuç: Serum eozinofil değerlerinin ve prick testi pozitifliğinin nazal polipozisli hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek bulunması, nazal polipozisin etiyopatogenezinde alerjinin önemli bir faktör olabileceğini göstermiştir.
The aim of this study was to evaluate the role of allergy in patients with nasal polyposis. The study included 100 patients with nasal polyposis and 50 healthy individuals. The study was approved by the Ethics Committee of the Selcuk University Meram Medical Faculty and written informed consent was obtained in all cases. Patients were divided into 3 groups. The first group consisted of patients with asthma and aspirin intolerance; second group consisted of patients with only asthma, third group consisted of patients have no disease. Polyp size by Physical examination, computed tomography (CT) and endoscopic scores, skin-prick test results, blood total eosinophil count, serum levels of total immunoglobulin E and symptom scores were analyzed in 100 patients with nasal polyposis. The results were compared between patients with nasal polyposis and healthy individuals. Prick test results were positive on 42% (n;42) of the patients and 22% (n;11) of the control group. While serum total IgE values of 45% (n;45) of NP patients were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 27% (n;27) of the patients were higher than the accepted values. As serum total IgE values of 30% (n;15) of control group were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 12% (n;6) of them were higher than accepted value. The values of the serum total eosinophil count and positive prick test results were higher in patients with nasal polyposis than in healty individuals.This result shows that allergy is a important factor on etiopathogenesis of nasal polyposis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Divertikülden Kaynaklanan Mesane Tümörünün Bt Ve Mrg Bulguları (olgu Sunumu)
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Fatma Alagöz
Olgu sunumu
Özeti
Divertikülden Kaynaklanan Mesane Tümörünün Bt Ve Mrg Bulguları (olgu Sunumu)
Ct And Mrı Fındmgs Of Urınary Bladder Tumor Arısıng From DIvertIcula (case Report)
Mesane divertikülünden kaynaklanan tümörler nadirdir. Hematüri şikayeti olan 76 yaşındaki olguya radyolojik inceleme yapıldı. Ultrsonografi, bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans incelemede mesanede sağ lateral duvardaki dlvertikülün içine ve mesane lümenine uzanan tümöral kitle tesbit edildi. Özellikle bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme divertikül neoplazmlarını tesbit etmede güvenli radyolojik yöntemlerdir.
Tumors arising from urinary bladder diverticula is a rare lesion. 76-year-old man who was presented with hematüria examined with radiologic methods. Tumoral lesions reaching into diverticula and bladder cavity were detected by ultrasonography, computed tomography and magnetic resonance imaging. Particularly, computed tomography and magnetic resonance imaging are confident to determine diverticular neoplasms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğan Döneminde Tanı Alan 3 Osteogenezis İmperfecta Olgusu
Hasan Koç, Pakize Demirezici, İsmail Reisli, Saim Açıkgözoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğan Döneminde Tanı Alan 3 Osteogenezis İmperfecta Olgusu
Three Cases Of OsteogenesIs Imperfecta DIagnosed At Nevvborn PerIod
Osteogenesis İmperfecta kemik frajilitesinin arttığı ve sıklıkla kemik kırıklarıyla karakterize kalıtsal bir bağ dokusu hastalığıdır. En belirgin semptomları sıklıkla doğum öncesinde de tanımlanabilen patolojik kemik kırıklarıdır. Mavi sklera ve sağırlık görülebilir. Doğumda üst ve alt ekstremitelerde kısalık ve eğrilik (yaylanma) gözlenen, ikisinde akut solunum sıkıntısı olan üç vaka sunuldu. Bütün vakalarda radyografik incelemelerde; femurlarda gevreklik, tibia ve femurda belirgin açılanma, uzun kemiklerde kırıklar ve bir vakada kafa kemiklerinde, kemikleşme azlığı tespit edildi. Bu bulgularla osteogenesis imperfecta tanısı alan vakalar seyrek görülmeleri nedeniyle literatür bil gileri ışığında sunuldu.
Osteogenesis imperfecta which is a heritable connective tissue disorder characterized by increased bone fragility and frequent bone fractures. The Cardinal symptom pathologic fracture which is often recognized before birth: blue sclera and deafness may be present. İn this paper, three nevvborn were reported. They had shortening and bovving of upper and lovver limbs, and two of them suffered from acute RDS. İn ali cases, radyograms shovved characteristic crumbling of femur, marked angulation of tibia and femur, fractures of the long bones and in one case, poor ossification of the bone of the skull. These cases diagnosed with osteogenesis imperfecta are dis- cussed because of their rare presentation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Üremide Akut Bilateral Bazal Ganglion Lezyonları : Mrı Bulguları
Ülkü Koçak, Demet Kıreşi, Ersen Ertekin, Mehmet Emin Sakarya
Olgu sunumu
Özeti
Diabetik Üremide Akut Bilateral Bazal Ganglion Lezyonları : Mrı Bulguları
Acute BIlateral Basal GanglIa LesIons In DIabetIc UraemIa: MrI FIndIngs
Üremi, böbrek foksiyon bozukluğuna bağlı olarak gelişen klinik ve metabolik bozukluklarla seyreden bir tablodur. Üremiye bağlı nörolojik bozukluk pek çok diğer metabolik ve toksik hastalıktaki bulgulara benzer. Literatürde diabetik üremik hastalarda, bilateral bazal ganglionların akut tutulumu gösteren az sayıda olgu örneği mevcuttur. Biz bu sunuda akut ensefalopati bulguları gelişen diabetik kronik böbrek hastası olan olgunun kranial konvansiyonel MRG ve difüzyon MRG bulgularını sunduk. Diabetik üremik sendromik hastalarda bilateral bazal ganglion tutulumu akut olarak gelişebilmekte ancak bulgular dializ sonrasında gerilemektedir. Akut evrede ve dializ sonrası takiplerde MRG güvenli bir inceleme yöntemi olarak kullanılmaktadır.
Uraemia is a syndrome of clinical and metabolic abnormalities that develop in parallel with deteriorating renal function. The neurological consequences of uraemia are similar in many ways to the central nervous system effects of other metabolic and toxic disorders. There are several recent case reports of acute movement disorders with bilateral basal ganglia involvement in diabetic uraemic patients. We studied MRI and DWI findings of a patient with diabetus mellitus and chronic renal failure who developed acute ensepholopathy. Patients with diabetes mellitus and chronic renal failure may be progress to acute ensepholopathy. After hemodialysis semptoms are regressed; MRI can be used succesfully at acute phase and after hemodialysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Dumanının Bronş Mukozası Üzerıne Etkılerı
Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Dumanının Bronş Mukozası Üzerıne Etkılerı
The Effects Of Cıgarette Smoke On Bronche Mucosıs
The airway epithelium of smokers demonstrates hyperplasia, loss of cilia, celluler atypia, squamous metap-lasia, dysplasia, carcinoma in situ, and finally invasive carcinoma. Alt of the premalignant histologic findings are very rare in the lung of nonsmokers. In this study, we examined the changes in the bronch epithelium of the 10 people whom smoke cigarette and people whom do not smoke cigarette by lung, segment and open
Sigara içerenlerin bronş epitellerinde hiperplazi, siliya kaybı, selüler atipi, çok katlı yassı epitel metaplazisi, displazi, karsinoma in situ, nihayet invaziv karsinom görülür. Bütün bu premalign histolojik bulgular sigara içmeyenlerde çok nadirdir. Biz bu çalışmamızda, sigara içen ve sigara içmeyen onar hastadan alınan akciğer, akciğer lobu,akciğer segmenti ve açık akciğer biyopsilerinde bronş epitelinde meydana gelen değişiklikleri inceledik. Sigara içen hastalarda bronş bazal membranlarında kalınlaşma epitel hiperplazisi, Goblet hücrelerinde artış, bronş epitelinde siliya kaybı bulduk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
GIant MesenterIc LIpoma As A Rare Cause
Lipomlar tüm vücutta yaygın olarak görülen iyi huylu, matur yağ
dokusu içeren mezenkimal tümörlerdir. Fakat intestinal mezenter
kaynaklı lipomlar nadir görülür. Kırk iki yaşında bayan hasta karın sağ
tarafını dolduran kitle tanısı ile başvurdu. Laparatomi ile tüm batın içi
kitle çıkarıldı. Lipomlar semptomatik veya asemptomatik olabilirler.
Tek tedavisi cerrahi olarak tam çıkarılmasıdır. Tam çıkarıldığında çok
iyi prognoza sahiptirler.
Lipomas are benign mesenchymal neoplasm commonly occurring
throughout the whole body and comprise mature fat tissue. However,
intestinal mesentery originated lipomas are rarely seen. A 42-yearold
female patient presented with right sided abdominal distension.
Exploratory laparotomy was performed and fat tissue was excised.
Lipomas might or might not present with any symptoms. Complete
surgical excision is the only treatment with a very good prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subkarinal Dev Bronkojenik Kist
Burhan Apilioğulları, Sami Ceran
Olgu sunumu
Özeti
Subkarinal Dev Bronkojenik Kist
SubcarInal GIant BronchogenIc Cyst
Bronkojenik kistler (BK) ventral foregut gelişimi sırasında ortaya çıkan nadir konjenital malformasyonlardır. Bronkojenik kistler, embriyogenez sırasında (4-6. haftalar arası) bronşiyal ağacın anormal tomurcuklanması sonucu oluşur. Çoğu bronkojenik kist mediastende köken alırken, akciğer parankiminde % 15 ile % 20 arasında görülür. Literatüre göre, alt loblarda intrapulmoner kistlerin çoğu ortaya çıkmaktadır. Ancak bronkojenik kistler genellikle orta ve üst mediastende bulunurlar. Hastamızdaki bronkojenik kist subkarinal yerleşimli idi. Dev boyutta olması ve iki hemitoraksa yayılması açısından dikkat çekici idi. Bronkojenik kistler genellikle asemptomatiktir ve sıklıkla diğer nedenlerle rutin göğüs röntgen sırasında tesadüfen tanısı konur. Erişkin yaşlara kadar tespit edilemeyebilirler. Bizim hastamız 56 yaşındaydı. Belirgin bir semptomu yoktu. Hasta öksürük nedeniyle kliniğimize başvurdu ve bronkojenik kisti tespit edildi. Bronkojenik kistin temel tedavisi cerrahi eksizyondan oluşur. Ancak, rezeksiyonun yapılamadığı durumlarda, epitel olgumuzdaki gibi soyulmalıdır
Bronchogenic cysts (BC) are rare congenital malformations arising during the development of the ventral foregut. Bronchogenic cysts form as a result of abnormal budding of the bronchial tree during embryogenesis (between 4th-6th weeks). Most bronchogenic cysts originate in the mediastinum, while 15% to 20% occur in the lung parenchyma. According to the literature, most intrapulmonary cysts occur in the lower lobes. But bronchogenic cysts are commonly found in the middle and superior mediastinum. The bronchogenic cyst in our patient was subcarinal. It was striking in terms of its giant size and laying on two hemithoraxes.The bronchogenic cysts are usually asymptomatic and often diagnosed incidentally during routine chest roentgenogram for other reasons.They may not be detected until adulthood. Our patient was 56 years old. She had no obvious symptoms . The patient was referred to our clinic because of cough,and her bronchogenic cyst was determined. Basic treatment of bronchogenic cyst consists of surgical excision. However, in cases where resection cannot be performed, the epithelium should be peeled as in our case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Hasan Acar, Saadet Demirören
Olgu sunumu
Özeti
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Two Types Of ChronIc MyeloId LeukemIa In ChIldhood, Two Cases Report.
Kronik myelositer lösemi (KML) çocukluk çağı lösemilerinin %2-5’ini oluşturur. Adult tip ve juvenil tip şeklinde iki formu vardır. Juvenil tipi (J-KML) çocukluk çağı tüm myelodisplastik sendrom vakalarının %18’ini oluşturmaktadır. Adult tip ise (A-KML) çocukluk çağında juvenil tipten iki kat daha fazla görülür. Lökositoz, splenomegali, lenfadenopati, periferik yaymada kemik iliği elemanlarının görülmesi ortak bulgulardır. Ciltte döküntü, monositoz, fetal hemoglobinin %10’dan fazla oluşu ve Philadelphia (Ph) kromozomunun olmayışı J-KML için tipik bulgular olup, kemik iliğinde megakaryosit ve eozinofilik serinin artmış olması, lökosit sayısının 100000/ mm 3 den fazla oluşu ve Ph kromozomu varlığı A-KML için karakteristik bulgulardır. Çocukluk çağında kronik lösemilerin nadir görülmesi dolayısıyla, bahsedilen bulgulara sahip, biri üç yaşında olup juvenil tip, diğeri dört yaşında olup adult tip KML tanısı alan iki vakayı literatür bilgilerini gözden geçirerek sunmayı düşündük.
Chronlc myeloid leukemia accounts for 2-5% of cases of childhood leukemia. There are two types: adult type (A-CML) and juvenile type (J-CML). Juvenile type accounts for 18% of cases of the childhood myelodysplastic syndrome. Adult type is seen in the childhood period two fold of juvenile type. Leucocytosis, splenomegaly, lymphadenopathy, bone marrow elements in the periferic smear are the common findings. Skin rash, monocytosis, fetal hemoglobin above 10% and absence of Philadelphia (Ph) chromosome are the typical findings of J-CML and increase in the number of the megakaryocytic and eosinofilic series in the bone marrow, leucocytosis above 100.000/mm 3 and existence of Ph chromosome are the typical findings of A-CML. Since the chronic leukemia cases are rarely seen in the childhood period, we aimed to present two cases having mentioned symptoms, one of which is a 3 years old boy diagnosed as J-CML, the other is 4 years old boy diagnosed as A-CML.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezitenin Akcığer Fonksiyonlarına Etkisi
Gülden Gedikoğlu, Neyhan Ergene, Yıldız Divanlı, Erdoğan Özkal, Çiğdem Kavun, Abdulkerim Kasım Baltacı
Araştırma makalesi
Özeti
Obezitenin Akcığer Fonksiyonlarına Etkisi
The Effect Of ObesIty On Pulmonary FunctIon Tests (pft)
42 kontrol ve 15 obez olmak üzere toplam 57 denekte, obezite ile sigara kullanımı ve yaş faktörünün akciğer fonksiyon testleri (AFT) üzerine olan etkisi incelendi. Obesitenin obstrüktif ve restriktif tipte akciğer fonksiyon bozukluğuna (AFB) yol açtığı, obstrüktıf tip değişikliklerde sigara kullanımının da etkili olabileceği, yaşın ilerlemesiyle AFB arasında anlamlı bir korrelasyon bulunmadığı saptandı.
The effect of cigarette smoking and age factor with obesity on PFT has been examined on 57 subjecis which 42 of them were control and 15 of them were obese. it has been established that the obesity caused obstructive and restrictive type of pulrnonary function defects, the cigarette srnoki. g rnight have been ellective on obstructive type change and there has been no significant correlation between PFT and ageing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntraserebral Kalsifikasyonlar: Olgu Sunumları Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Hasan Hüseyin Özdemir, Caner F. Demir, M. Said Berilgen, Metin Balduz
Olgu sunumu
Özeti
İntraserebral Kalsifikasyonlar: Olgu Sunumları Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Intracerebral CalcIfIcatIons: Report Of Cases And RevIew Of The LIterature
İntraserebral kalsifikasyonlar; bazal gangliyonlar, serebellum ve sentrum semiovaleye kalsiyum ve çeşitli minerallerin birikimi ile ortaya çıkar. Genellikle rastlantısal radyolojik bulgu olarak saptanırlar. En sık idiopatik, ailesel veya kalsiyum ve parathormon metabolizmasındaki bozukluklarda görülmektedir. Çok farklı semptom ve muayene bulguları ile prezente olabilirler. Bu yazıda; farklı olgu sunumları ile intraserebral kalsifikasyonların etyolojisi ve tedavi yönetimi değerlendirilmiştir.
Intracerebral calsifications revealed accumulation of calcium and various minerals in basal ganglia, cerebellum and centrum semiovale. They are usually detected as an incidental radiological finding. They are mostly seen as hereditary, idiopatic or in the disorders of calcium and parathormone metabolism. They may be presented with very different and examination findings. The etiology and management of intracerebral calcifications in different cases were evaluated in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
Alper Kılıçaslan, Feride Karakuş, Ruhiye Reisli, Esra Goger
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Ağrı Tedavisinde Bilevel Bilateral Sakral Erektör Spina Plan Bloğu: Olgu Sunumu Ve Literatürün Kısa Gözden Geçirilmesi
BIlevel-BIlateral Sacral Erector SpInae Plane Block For ChronIc PaIn Management: A Case Report And Short LIterature RevIew
Son yılların popüler rejyonel anestezi tekniklerinden biri olan erektor spina plan bloğu (ESPB), ilk olarak üst torasik nöropatik ağrı için kullanılmıştır. Daha sonra birçok farklı endikasyonda, farklı seviyelerden (alt torasik ve lomber) hem akut hem kronik ağrı tedavisinde, kullanılmıştır.
Sınırlı deneyimimiz, bilevel biletaral uygulanan sakral ESPB'nun, perianal kronik intermittan (aralıklı) ağrının tedavisinde kolay ve etkili bir teknik olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, uygulama noktası, lokal anestezik volümü, duyusal blokaj alanı gibi araştırılması gereken birçok konu mevcuttur. Klinik araştırmaların yetersizliği nedeniyle, bu inceleme şu anda sakral ESPB blok etkinliğinin kanıtını ve rutin kullanımını destekleyememektedir. Sakral ESPB bloğunun etkinliği ve etki mekanizmasını açıklığa kavuşturmak için anatomik radyolojik ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Erector spinae plane block (ESPB), one of the popular regional anesthesia techniques in recent years, has first been used for upper thoracic neuropathic pain. Later, it has been used in many different indications for both acute and chronic pain treatment at different lower thoracic and lumbar levels. Our limited experience demonstrates that bilevel bilateral sacral ESPB is an easy and effective method in the treatment of perianal chronic intermittent pain. However, many issues, such as the application site, the volume of local anesthetics and the sensory blockade, still remain being investigated. Due to the lack of clinical research, our review is currently unable to support the evidence and routine use of sacral ESPB. We consider that anatomical radiological and clinical studies are needed to elucidate the efficacy and mechanism of action of sacral ESPB
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
Gökhan Kalkan, Fügen Ersoy
Araştırma makalesi
Özeti
Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik Hastaları Ve Yakınlarında Malignite Sıklığı
IncIdence Of MalIgnancy In PatIents WIth Common VarIable Immune DefIcIency And TheIr FamIly Members
Özellikle lenforetiküler ve gastrointestinal malignitelerin yaygın
değişken immün yetmezlik (Common Variable ImmunodeficiencyCVID)
hastalarında daha sık görüldüğü bilinmektedir. Semptomsuz
gen taşıyıcılarının bulunabileceği akrabalar arasındaki malignite
sıklığı da az sayıdaki çalışmayla gösterilmiştir. Bu calismada CVID
ve immünoglobülin A (IgA) eksikliği hastaları ve bu hastaların
akrabalarındaki malignite insidansı araştırılmıştır. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik İmmünoloji Ünitesi’nde takip
edilen Toplam 25 CVID hastası ile 727 akrabası ve 68 IgA eksikliği
hastası ile 1802 akrabası malignite insidansı açısından incelenmiştir.
Ayrıca CVID hastalarının birinci derecen akrabalarında IgA eksikliğinin
bulunma sıklığı serum immünglobülin A (IgA) düzeyi tayiniyle ve CVID
hastalarında otoantikor varlığı serum antinükleer antikor (ANA) ve
anti çift sarmallı DNA antikor (dsDNA) varlığı ile taranmıştır. Malignite
insidansı CVID hastalarında %12, akrabalarında %1,9 olarak tespit
edilmiştir. IgA eksikliği hastalarında maligniteye rastlanmazken
akrabaların %2,3’ünde malignite bulunmuştur. Üç CVID hastasının aile
bireyinde IgA eksikliği saptanmıştır. Hiçbir CVID hastasında serum
ANA ve anti dsDNA pozitif bulunmamıştır. Sonuçlar, literatüre paralel
olarak CVID’lı hastaların artan malignite insidansını doğrulamaktadır.
Hem CVID hem de IgA eksikliği hastalarının yakınlarında malignite
sıklığında artış saptanmamıştır. Otoantikor negatifliği ve kanser
sıklığı ilerleyen yaşla değişebileceğinden CVID hastalarının bu iki
durum konusunda yakın takibi önerilmektedir. CVID’lı hastaların aile
bireylerinin IgA eksikliği yönünden taranması bir çok asemptomatik
vakanın erken tanısına yardımcı olacaktır.
It is well known that malignancies especially of lymphoreticular and gastrointestinal origin are more common in patients with common variable immune deficiency (CVID). Incidence of malignancy among relatives of patiens with CVID was reported in a limited number of studies. In this study incidence of malignancy among patients with CVID, IgA deficiency and their relatives were investigated. We evaluated 25 CVID and 68 IgA deficiency patients, and their 727 and 1802 respective relatives for the presence of malignancy. In addition, all the first degree relatives of patients with CVID were screened for the presence of IgA deficiency and autoantibodies in terms of positive anti nuclear antibody (ANA) and anti double stranded DNA antibody (dsDNA). Incidence of malignancy in patients with CVID and their relatives were 12% and 1.9%, respectively. A history of malignancy was positive in none of the patients with IgA deficiency but in 2.3% of their relatives. None of the patients with CVID had positive ANA or anti dsDNA. Our results confirm the notion that incidence of malignancy is increased in patients with CVID. However, relatives of neither CVID nor IgA deficiency patients , displayed any increase in the incidence of malignancy. Screening of patients with CVID for malignancy and their relatives for IgA deficiency might provide early diagnosis of these conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Ersin Kasım Ulusoy, Emre Ayar, Deniz Bayındırlı, Mehmet İlker Yön
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Prevalence Of DIssocIatIve Symptoms In Female PatIents WIth
chronIc MIgraIne, And Its RelatIonshIp WIth DepressIon-AnxIety
Migren hastalarında dissosiyatif bozukluk, anksiyete ve
depresyon gibi çeşitli psikiyatrik belirtiler genel toplumdan daha sık
görülmektedir. Bu belirtilerin tespiti, tedavinin başarısı açısından
önemlidir. Çalışmamızın amacını kronik migrenli hastalar ile normal
bireyler arasında dissosiyatif belirtiler ile anksiyete ve depresyon
belirti düzeylerinin karşılaştırılması ve bu düzeylerin ağrının şiddeti,
atak sıklığı gibi demografik özellikler ile ilişkisinin incelenmesi olarak
belirledik. Çalışmaya nöroloji polikliniğine baş ağrısı nedeni ile
başvuran ve Uluslararası Baş Ağrısı Derneği’nin kriterleri kullanılarak
tanı konulan 77 kadın kronik migren hastası ve bu hastalarla benzer
yaş ve eğitim düzeyine sahip 44 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Her iki
gruba psikolog tarafından Kısa Dissosiyatif Yaşantlılar Ölçeği (DESTaxon),
Somotoform Dissosiyasyon Ölçeği (SDQ), Beck Anksiyete
Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) uygulandı. Migren tipleri
belirlenen hastaların demografik, klinik özellikleri ve Vizüel Analog
Skala (VAS) sonuçları kaydedildi. Migren ile kontrol grubu ve auralı
migren ile aurasız migrenliler arasında ölçek sonuçları karşılaştırıldı.
Sonuçlar bağımsız grupları için T-testi ve Pearson Korelasyon ile
kıyaslandı. Dissosiyatif belirtiler kronik migrenli grupta daha fazla
görülmekte idi (p=0,001). Bu artış depresyon ve ağrı şiddeti ile de
korele iken anksiyete ile korele değildi. Auralı ve aurasız migrenli
gruplarda dissosiyatif belirti sonuçları açısından istatiksel olarakak
anlamlı bir farklılık yoktu. Bu çalışma sonuçları kronik migrenli
hastalarda dissosiyatif belirtiler sıklığının normal populasyona göre
daha fazla olduğunu gösterdi. Bu fark depresyon ve VAS skoru ile
de korele bulundu. Bu verilere göre kronik migrenlilerde dissosiyatif
belirtilerinin sorgulanması tedavi başarısı ve maluliyet önlenmesi
açısından önemlidir
Certain psychiatric symptoms such as dissociative disorder,
anxiety, and depression are more prevalent in migraine patients
than in the rest of the society. Identification of these symptoms is
important for the treatment success. We define the purpose of our
study as the comparison of the levels of dissociative symptoms,
anxiety, and depression between patients with chronic migraine
and normal individuals, and the analysis of these levels for their
relationship with the demographic properties such as severity of pain
and frequency of attacks. The study included 77 female patients with
chronic migraine who applied to the neurology polyclinic with the
complaint of headache and were diagnosed by the criteria defined
by International Headache Society, and 44 healthy volunteers with
similar age and educational level with those patients. Both groups
were applied Short Dissociative Experiences Scale (DES-Taxon),
Somatoform Dissociation Questionnaire (SDQ), Beck Anxiety
Scale (BAS), and Beck Depression Scale (BDS) by a psychologist.
Demographic and clinical properties and Visual Analog Scale (VAS)
results of patients with identified types of migraine were recorded.
The scale results of patients with migraine and of the control group,
and between the patients of migraine aura and without aura were
compared. The results were compared by T-test and Pearson
Correlation for the independent group. Dissociative symptoms was
more common in the group with migraine (p=0,001). While this
increase was correlated with depression and severity of pain, it was
not correlated with anxiety. There was not any significant difference
between migraine patients of migraine with aura and without aura,
statistically. The results of this study reveals that the frequency of
dissociative symptoms is higher in patients with migraine than in
normal population. This difference was found to be in correlation with
depression and VAS score. According to these data, it is important for
the success of treatment and prevention of disability to question the
symptoms of dissociative symptoms in patients with chronic migraine
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Omurganın Kesici Alet Yaralanması Ve Cerrahi Yaklaşım
Fatih Erdi, Fatih Keskin, Erdinç Kurtoğlu, Tevfik Küçükkartallar, Gökhan Toğuşlu
Olgu sunumu
Özeti
Omurganın Kesici Alet Yaralanması Ve Cerrahi Yaklaşım
PenetratIng Trauma Of The SpIne WIth Cutter And SurgIcal
management
Omurganın penetran yaralanmaları nadir görülürler. Bu raporda
nadir görülen bir olgu sunulmaktadır. Yirmi sekiz yaşında erkek
hasta bel bölgesinden bıçaklanma şikayetiyle acil serviste görüldü.
Hastanın fizik muayenesinde lomber bölgede iki cm cilt kesisi olduğu
görüldü. Nörolojik muayenesinde defisit saptanmayan hastanın
çekilen direkt grafi ve lomber tomografisinde L1 vertebra korpusu
ve L1-2 disk aralığına saplanmış bıçak ucu ile uyumlu metalik cisim
tespit edildi. Hasta acil servisten ameliyathaneye alındı. Genel
anestezi altında hasta sol lateral dekubit pozisyona alınıp ciltteki
insizyon anterolaterale doğru genişletildi. Posteriordan anterolaterale
doğru ilerlenip sol L1 ve L2 transvers proseslerine ulaşıldı. Bıçak
ucunun interlaminar aralıktan geçerek sinir kökünün lateralinden
L1 korpusuna ve disk aralığına kadar indiği saptandı. Laminektomi
yapılmadan bıçak yavaş yavaş geriye çekilerek çıkarıldı. Nörolojik
olarak intakt olan hastaların tedavisindeki amaç, omurgaya penetre
olan yabancı cismi, radyolojik tetkikler ışığında hastaya en az
zarar verecek şekilde çıkarmak olmalıdır.Bu hastalarda yıllar sonra
bile geçnörolojik defisitler olabileceğinden, delici ve kesici aletin
omurgadan çıkartılması gerektiği bildirilmektedir.
Penetrating trauma of the spine can be rarely seen. A 28 year
old male patient admitted to our emergency clinic with cutter injury. A
two-centimeter skin incision was determined at the patient’s lumbar
region. Neurological examination was with in the normal range. A
metallic cutter tip was seen at the lumbar tomography and lumbar
plain radiograph at the level of L1 corpus and L1-2 disc space. The
patient operated at emergency settings. Under general anesthesia
the patient was taken into left side lateral decubitus position.
Previous skin incision enlarged to the anterolateral direction.
Surgical dissection was advanced to the anterolateral direction from
posterior aspect. Left L1 and L2 processus transversus was reached.
Then the cutter tip was seen at the L1 corpus and L1-2 disc space
just lateral from the nevre root. The cutter tip was withdrawn slowly
without laminectomy. The main goal of the surgical treatment for
neurologically intact patients with penetrating injuries is to remove
the foreign object with minimal damage to the patient in the light
of radiological studies. The foreign object should be removed from
the spine because late neurological deficits can be seen in these
patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Temporomandibular Eklem Disfonksiyon Tedavisinde
konsantre Büyüme Faktör (cgf) Etkinliği
Bilsev İnce, İlker Uyar, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Serhat Yarar
Araştırma makalesi
Özeti
Temporomandibular Eklem Disfonksiyon Tedavisinde
konsantre Büyüme Faktör (cgf) Etkinliği
The EffIcacy Of Concentrated Growth Factor (cgf) On
temporomandIbular JoInt DysfunctIon
Çene hareketleri sırasında çenede ve çevre dokularda ağrı, çene
hareketlerinde kısıtlılık ve/veya klik, krepitasyon gibi sesler, baş, boyun,
kulak, diş ağrıları ile semptomlarıyla ortaya çıkan temporomandibular eklem
(TME) disfonksiyon tedavisinde PRP uygulamaları ile ilgili yayınlar yer almakla
birlikte, konsantre büyüme faktör (CGF) kullanımının etkisine dair herhangi bir
çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada TME disk deplasmanı, redüksiyonlu/
redüksiyonsuz disk dislokasyonu ve eklem dejenerasyonu olan hastalarda
konsantre büyüme faktör (CGF) etkinliğinin araştırılması amaçlanmaktadır.
2015-2016 arasında TME’de ağrı, eklemde klik sesi, ağız açıklığında azalma
şikayeti olup konservatif tedaviye yanıt vermeyen hastalar çalışmaya alındı.
Hastalarda yaş, cinsiyet, önceki tedavi, ağrı, eklemde klik sesi, ağız açıklığı
ve enjeksiyon öncesi ve sonrasında yapılan manyetik rezonans görüntüleme
bulguları kayıt altına alındı. Hastalarda çene ekleminde hissettikleri ağrı 0’dan
10’a kadar numaralandırıldı ve vizüel analog skalasına (VAS) göre puanlandı.
Ağız açıklığı ölçüldü. CGF (Truecell) enjeksiyonu öncesi ve sonrası 6. ayda
tüm hastalara TME manyetik rezonans görüntüleme yapıldı. Tüm ölçümler CGF
enjeksiyonu sonrası 6. ay ve 1. yıl sonunda tekrarlandı. Çalışmaya katılan 10
hastanın (3 erkek, 7 kadın) ortalama yaşı 30, enjeksiyon öncesi ağız açıklığı
ortama 2.1 cm’di. Enjeksiyon sonrası 1. yılda ağız açıklığı ortalama 3 cm
olarak ölçüldü. Uygulamadan önce tüm hastalarda klik sesi mevcutken 1. yıl
sonunda sadece 2 hastada ses mevcuttu. VAS ortalama skoru enjeksiyon
öncesi 8, enjeksiyon sonrası 3 idi. Bu çalışmada eklem içi tek sefer 1 cc
CGF enjeksiyonunun TME disk deplasmanı, redüksiyonlu/ redüksiyonsuz disk
dislokasyonu ve eklem dejenerasyonu olan hastalarda ağız açıklığının artması,
VAS skoru ve klik sesinde azalmayı sağladığı belirlendi. TME disfonksiyonu
olan hastalarda CGF enjeksiyonu semptomatik iyileşme sağlayabilir.
Patients with temporomandibular joint (TMJ) dysfunction have symptoms
such as pain in the jaw and surrounding tissues, limitation in jaw movements
and/or clicks, crepitation, head, neck, ear, toothache. Although there are
publications on PRP injections in the treatment of temporomandibular joint
(TMJ) dysfunction, there is no study on the effect of the use of concentrated
growth factor (CGF) in the literature. In this study, it was aimed to analyze
the efficacy of concentrated growth factor (CGF) in patients with TMJ disc
displacement, disc dislocation with/without reduction and joint degeneration.
Patients who did not respond to conservative treatment during the period of
2015-2016 and were complaining of TMJ pain, knocking in the joints, decreased
mouth opening were included to the study. Magnetic resonance imaging results
of before and after injections, age, gender, previous therapies, pain, click
on the joint, mouth openness were recorded. The pain felt in the jaw joint in
patients was scored according to the visual analogue scale (VAS) numbered
0-10. Mouth openness was measured. Before and the six months after CGF
injections, TME magnetic resonance imaging was performed on all patients.
All measurements were repeated at 6 months and 1 year after CGF injection.
The mean age of the 10 patients (3 males, 7 females) was 30 and the mouth
openness was 2.1 cm before injection. In the first year after injection, mouth
openness was measured as 3 cm on average. Before injections, there was
a clicking sound in all patients. However, at the end of the 1st year, only 2
patients had clicking. The mean VAS before and after injection injection was
8 and 3, respectively. In this study, it was determined that one intraarticular
injection of 1 cc CGF in the patients with joint degeneration and TMJ disc
displacement with/without reduction resulted in decrease of VAS score and
click sound and increase of mouth openness. CGF injection may achieve
symptomatic improvement in patients with TMJ dysfunction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatik Arter Anevrizması: Us Bulguları
Sinan Tan, Mehmet Gümüş, Ali İpek, Osman Ersoy, Mustafa Karaoğlanoğlu, Hasan Öztürk, Mehmet Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Hepatik Arter Anevrizması: Us Bulguları
HepatIc Artery Aneurysm: Us FIndIngs
Hepatik arter anevrizmaları nadir ancak klinik olarak önemli bir durumdur. Hastaların çoğu asemptomatik olduğu için tanı genellikle radyolojik incelemeler sırasında rastlantısal olarak konulur. Rüptür ana komplikasyon olup vakaların %60-80’inde görülür. Biz bu vakada, hepatik arter anevrizmasının ultrasonografi bulgularını sunmayı amaçladık.
Hepatic artery aneurysms are a rare but a clinically significant phenomenon. Because most patients are asymptomatic, the diagnosis is usually made as an incidental finding during radiological examinations. Rupture is the main complication that occurs in 60%- 80% of the cases. In this case we aim to present ultrasonography findings of a hepatic artery aneurysm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
Emre Korkut, Onur Gezgin, Hazal Özer, Raif Alan, Yağmur Şener
Araştırma makalesi
Özeti
Genel Anestezi Altında Yapılan Diş Tedavilerinin Çocukların Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi
QualIty Of LIfe Effects In ChIldren UndergoIng Dental Treatment
under General AnesthesIa
Erken çocukluk çürüğü bulunan 0-72 ay aralığındaki çocuklarda,
dental işlemlerin uygulanması sırasında yaşa bağlı kooperasyon
bozukluğu, anksiyete gelişmesi, işlem seanslarının uzun olması
gibi sebeplerden dolayı genel anestezi yöntemi sıklıkla tercih
edilmektedir. Erken çocukluk çürüklerinin, çocuk hastaların ve
ailelerinin yaşam kalitelerini önemli düzeyde etkilediği bilinmektedir.
Yaşam kalitesi değerlendirmelerinde çocuklar ve ebeveynleri için
günümüze kadar birçok farklı anket geliştirilmiştir. Günümüzde 6
yaş altındaki çocuklar için Ebeveyn Algı Anketi ve Aile Etki Ölçeği
olmak üzere iki kısımdan oluşan Erken Çocukluk Çürüğü Ağız Sağlığı
Ölçeği kullanılmaktadır. Çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi,
Diş Hekimliği Fakültesi, Pedodonti Anabilim Dalında genel anestezi
altında dental tedavileri gerçekleştirilen 158 hasta ve ebeveynleri
dahil edildi. İşlem öncesi hastaların demografik bilgileri ve dmft
değerleri kaydedildi. İşlem öncesinde ve işlemi takip eden 2. ve 4.
haftalarda ebeveynlerden ilgili anketi doldurmaları istendi. Veriler
SPSS programı ile istatistiksel olarak analiz edildi. Etki boyutu
0.7’den büyükse, veride meydana gelen değişim büyük bir değişim
olarak kabul edildi. Verilerin değerlendirilmesi sonucu genel anestezi
altında yapılan tedaviler sonrasında tüm değerlerde istatistiksel
olarak anlamlı bir azalma gözlendi. Çocuğun oral semptomları ve
fonksiyonel durumuna ait bölümlerdeki azalmanın diğer bölümlere
kıyasla daha fazla olduğu tespit edildi. Sonuç olarak erken çocukluk
çürüğü gözlenen çocuklarda genel anestezi altında gerçekleştirilen
dental işlemlerin hastalar ve ailelerinin yaşam kalitelerini arttıracak
yönde etki ettiği görülmektedir.
In 0-72 months aging children with early childhood caries,
general anesthesia is often preferred due to the following reasons;
the non-cooperation based on age, anxiety development during the
dental procedures and long treatment sessions. It is known that early
childhood caries have a significant impact on the quality of life of
child patients’ and their families’. In the assessment of quality of life
scores, different questionnaires were developed for children and their
parents. Today, Parental Perception Questionnaire and Family Impact
Scale, which are composed of two parts including Early Childhood
Oral Health Impact Scale, is used for children under 6 years old
age. This study included 158 patients who received comprehensive
oral rehabilitation under general anesthesia in Necmettin Erbakan
University, Department of Pediatric Dentistry and their parents.
Demographic information and dmft values of the patients were
recorded before the procedure. Parents were asked to complete
the relevant questionnaire at the beginning of the procedure and
at the 2nd and 4th weeks following the procedure. The data were
statistically analyzed by the SPSS program. It was considered that
if the effect size was greater than 0.7, a major change occurring in
the data exchange. A statistically significant decrease in all values
was observed after the treatments performed under the general
anesthesia. The greatest reduction was found in the oral symptoms
and functional status of the child. In conclusion, dental procedures
performed under general anesthesia in children with early childhood
caries appear to have a positive impact on the quality of life of
patients and their families.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alport Sendromu
Ahmet Özel
Derleme
Özeti
Alport Sendromu
Alport Syndrome
Alport sendromunun moleküler temelleri, tanı ve tedavisindeki yenilikleri gözden geçirildi, kollajen IV protein dizisi ve ilgili genlerin yerlerinin bulunması, Alport sendromundaki çok farklı klinik bulgu ve belirtilen açıklanmasını sağlamış, tanı ve tedavide yeni yaklaşımların geliştirilmesine yardımcı olmuşutru. İmmünohistokimyasal incelemeler Alport sendromunun X'e bağlı ve otozomal şekillerinin ayırdedilmesinde yardımcı olur. Şüpheli durumlarda genom ik incelemeler yapılabilir, halen etkili bir tedavisi olmayan hastalıkla gen tedavisi ile ilgili çalışmalar gelecek için ümit vadetmektedir.
The recent developments involving the molecular basis, diagnosis and treatment of Alport's syndrome was reviewed. The determination of the nature of type IV collağen and localisation of its genes have provided new insights in the understanding of the different sign and symptoms of Alport's syndorme and helped to reach new approaches in diagnosis and treatment. Immunohistochemical examinations may help to distinguish the X linked and autosomal forms of Alport's syndrome. The genomic investigations may be reçuired in suspected cases. İn this disease with no effective treatment the gene therapy is promising.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
Kemal Ödev, Mustafa Güleç, Ahmet Bilge, Adil Kartal
Araştırma makalesi
Özeti
Karaciger Hastalıklarında Ultrasonografinin Değeri
The Value Of Ultrasonography In The LIver DIseases
25.5.1985 - 30.12.1985 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fa-kültesi Radyoloji Anabilim Dalında 391 hasta US (Ultrasonografi) ile incelenmiştir. Yirmi üç hastada karaciğerde, 1 hastada karaciğer ve karında, 1 hastada karaciğer ve sol böbrekte lokalize olmuş kist hidatik, 20 hastada karaciğerde bağ dokusu artışı, asit ve spnomegali ile karakterize karaciğer sirozu ve 8 hastada karaciğerde solid (tümöral) lezyon tespit edildi. Bu çalışmada US bulguları ile ameliyat bulguları karşılaştırıldı. Kist hidatik tanısı konularak ameliyat yapı/an hastalarda US'nin teşhis doğruluğu %100 dür. Diğer hastalarda US, klinik teşhis çalışmalarına ve ameliyat endikasyonu koymada rehberlik etmiştir.
391 cases were examined by US (Ultrasonography) at the department of Radiology of Medical Faculty of Selçuk University, between May 25, 1985 and December 30, 1985. Hydatid csyt to have localized in the liver in twenty three cases, in the liver and abdomen in one case, in the liver and left kidney in one case, liver ci.rrhose characteriezd by splenomegaly, acsites and the increase of connective tissue in twenty cases and solid (tumour) lesion in eight cases were determined in the liver. US findings were compared wi.th operation findigns. The diagnosed csyt. US has become a guide for clinical diagnostic studies and to determine operation indication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkinlerde Toraks İçi Nörojenik Tümörlerin Değerlendirilmesi
Mustafa Kürşat Özvaran, Sibel Arınç, Özlem Soğukpınar, Nil Toker, Efsun Uğur Chousein, Reha Baran
Araştırma makalesi
Özeti
Erişkinlerde Toraks İçi Nörojenik Tümörlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of NeurogenIc Tumors Of Adult In Thorax
Vücudun her yerinde görülebilen nörojenik tümörler toraks içinde sıklıkla arka mediastende lokalize olurlar. Bu çalışma ile hastanemizde Ocak 1999 ile Aralık 2003 tarihleri arasında takip edilen nörojenik tümörlü olguların klinik ve radyolojik özellikleri belirlendi. Toplam 30 olgunun (11 erkek, 29 kadın) yaş sınırları 20 ve 70 olup yaş ortalaması 41.7±11.8 yıl idi. Bu olguların histolojik tipleri 17 olguda nörofibroma (%57). 7 olguda schwannoma (%23), 4 olguda ganglionörinoma (%13) ve 2 olguda malign schwannoma (%7) şeklinde sıralandı. Tümörler 24 (%80) olguda paravertebral bölgede, 6(%20) olguda toraksın diğer bölgelerinde lokalize idi.
Neurogenic tumors ocur at all part of the body but most common site is the posterior mediastinum in thorax. In this study, the patients with neurogenic tumor were evaluated clinical and radiological signs in our hospital between January 1999 and December 2003. Of thirty patients were (11 male and 19 female) their range aged from 20 to 70 mean 41.7±11.8. Histological types were 17 (%57) neurofibromas. 7(23%) schwannomas, 4(13%) ganglioneurinomas, 2(7%) malign schwannomas. Twenty-four (80%) of neurogenic tumors were in posterior mediastinum and the others were in different areas in thorax.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ventriküler Divertikül
Ahmet Soylu, Mehmet Tokaç, Mehmet Akif Düzenli
Olgu sunumu
Özeti
Sol Ventriküler Divertikül
Left VentrIcular DIvertIculum
Amaç: Nadir bir konjenital anomali olan sol ventrikül divertikülü vakası sunmak ve ilgili literatürü gözden geçirmek. Olgu sunumu: Subakut anterior miyokard infarktüsü tanısıyla kliniğimize yatırılan ve sol ventrikülografide inferior duvarda divertikül tespit edilmiş olan 74 yaşında erkek hasta. Sonuç: Bizim vakamızda divertiküle bağlanabilecek herhangi bir semptomun olmaması, divertikülün küçük olması ve ventrikül sistolü anında tamamen kaybolacak kadar iyi kasılması nedeniyle divertiküle yönelik bir tedavi uygulanmadı.
Aim: To present a congenital left ventricular diverticulum case a rare congenital abnormality and to review related literatüre. Case report: A 74-year-old male patient, admitted to our clinic with subacute myocardial infarction and detected the diverticulum in the inferior wall during left ventriculography. Conclusion: In our case, no treatment fort he diverticulum, small size of the diverticulum, and contraction as good as disappearing completely during ventricular systole.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
İsa Yılmaz, Osman Güvenç, Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Derya Arslan, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
ClInIcal CharacterIstIcs And EchocardIographIc FIndIngs Of PatIents
dIagnosed WIth Acute RheumatIc Fever
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu farenjit veya
tonsillitin non-süpüratif geç komplikasyonu sonucunda oluşan akut
romatizmal ateş, gelişmiş ülkelerde az sıklıkta görülmesine karşın
gelişmekte olan ülkelerde hala önemini koruyan edinsel bir kalp
hastalığıdır. Bu çalışmadaki amaç, merkezimizde akut romatizmal
ateş tanısı almış hastaların değerlendirilmesi ve ülkemizde önemli
bir sağlık sorunu olan bu nedenin son literatür bilgileri eşliğinde
tartışılmasıdır. Ocak 2010-Mayıs 2014 yılları arasında Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesine müracaat eden ve akut romatizmal
ateş tanısı konulmuş olan hastaların dosyaları geriyedönük olarak
incelendi ve demografik verileri, klinik ve ekokardiyografik özellikleri,
uygulanan tedaviye verilen yanıtları tespit edildi. Akut romatizmal
ateş tanısı konulan, tanı anındaki yaş ortalaması 11.6 yıl (5-17 yıl)
olan 26 (%40) kız, 39 (%60) erkek olmak üzere toplam 65 hastadan,
16 (%24.6) hastaya kardit, 11 (%16.9) hastaya artrit, 5 (%7.7) hastaya
kardit + artrit, 33 (%50.8) hastaya sessiz kardit tanısı konuldu.
Hastalar en sık % 59 oranında artrit ve artralji belirtileri başvurdu.
Fizik muayenede 25 (%38.4) hastada patolojik, 21 (%32.3) hastada
masum üfürüm duyuldu, 19 (% 29.2) hastada üfürüm duyulmadı.
Ekokardiyografik değerlendirmede mitral yetmezlik 14 (%21.5)
hastada, aort yetmezliği 10 (%15.4) hastada, birlikte mitral ve aort
kapak tutulumu 22 (% 33.9) hastada tespit edildi. Akut romatizmal
ateş ülkemizde hala insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Artriti olan veya artralji şikayetleriyle başvurup akut faz belirteçleri
normalden yüksek olan hastalarda fizik muayenede patolojik üfürüm
duyulmasa bile ekokardiyografik inceleme yapılması gerektiği
vurgulandı.
Acute rheumatic fever (ARF) is an acquired cardiac disease,
that may develop as a non-supurative, late-onset complication of an
infection with group A β-hemolytic Streptococcus, such as pharyngitis
or tonsillitis, continues to maintain its importance in developing
countries, despite it is relatively rare in developed countries. The
aim of this study was to review patients, diagnosed with acute
rheumatic fever at our center, and to discuss this disease, which is
a major health problem in our country, in the light of recent literature
data. Files of patients, who referred to Selçuk University Medical
Faculty Hospital, and diagnosed with ARF between January 2010
and February 2014, were assessed, retrospectively, and patient
demographic data, clinical and echocardiographic (ECHO) features,
treatment responses were identified. A total of 65 patients, including
26 (40%) girls and 39 (60%) boys, diagnosed with ARF, with an
average age of 11,6 years (5-17 years) at the time of diagnosis, 16
(24.6%), 11 (16.9%), 5 (7.7%) and 33 (50.8%) of 65 patients has also
been diagnosed with carditis, arthritis, carditis and (+) arthritis, and
silent carditis, respectively. The most frequently referred symptoms
are arthritis and arthralgia, with a 59% rate. Although pathological
murmurs and innocent murmurs were identified during physical
examination in 25 (38.4%) and 21 (32.3%) patients, respectively; 19
(29.2%) patients had no evidence of heart murmur. The most common
findings in echocardiographic assessment are mitral insufficiency
(MI), aortic insufficiency (AI), and mitral and aortic valve involvement
in 14 (21.5%), 10 (15.4%) and 22 (33.9%) patients, respectively.
Acute rheumatic fever continues to be a health-threatining condition
in our country. Even if there are no pathological murmur in patients
referred with arthritis or arthralgia, with an increased level of acute
phase reactants; echocardiographic assessment should be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Skleroz Ve Kognitif Bozulma
Zehra Akpınar, Zahide Betül Gündüz
Derleme
Özeti
Multipl Skleroz Ve Kognitif Bozulma
MultIple SclerosIs And CognItIve ImpaIrment
Bu derlemede Multipl sklerozda sık karşılaşılan, ancak diğer semptomların daha baskın olması nedeni ile geri planda kalan kognitif bozulmaya dikkat çekilmesi amaçlanmıştır. Multipl sklerozda görülen kognitif bozulma özellikle hastalığın progresif formlarında ve ilerleyen dönemlerinde daha belirgin olmak üzere tüm formlarında ve tüm dönemlerinde görülebilir. Hastaların yaklaşık %40-65 ‘ini etkiler ve tipik olarak bellek, dikkat, bilgi işleme fonksiyonlarında bozulma gözlenir. Multipl sklerozda ortaya çıkan özürlülüğün önde gelen sebeplerindendir. Etyopatogenezi henüz netlik kazanmamıştır ve etkin bir tedavisi bulunmamaktadır. Multipl sklerozlu hastalarda kognitif bozulma sık görülen ve yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyen bir sorundur. Bu konu üzerinde son yıllarda yoğunlaşan çalışmalar gelecekte etyopatogenezin aydınlatılması ve uygun tedavilerin geliştirilmesi yönünde umut vericidir.
The aim of this review is call attention to cognitive impairments in Multiple sclerosis which is seen frequently but not ignored sufficiently because of dominancy of the other symptoms. Cognitive impairements in multiple sclerosis can be seen in all type and period of disease especially in progressive forms. 40-65% of patients are affected, deformation typically occurs in memory, attention, and informationprocessing functions. It is the main cause of disability in multiple sclerosis. Etiopathogenesis is not clear yet and treatment is not so effective. Cognitive impairement in patients with multiple sclerosis is a frequent problem that affects life quality. Studies on this subject which are concetrated at the recent years ,are hopeful for future illuminating ethiopathogenesis and developing suitable treatement .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sızma Civa Işletmelerınde Çalışanların Sağlık Sorunları Ve Buna Yol Açan Nedenler
Ahmet Kaya, Selma Çivi, Mustafa Mete
Araştırma makalesi
Özeti
Sızma Civa Işletmelerınde Çalışanların Sağlık Sorunları Ve Buna Yol Açan Nedenler
The Health Problems Of The Mercury ProcessIng Plant Workers And The Cause Of These Problems
Sızma Civa işletmelerinde çalışanların sağlık sorunlarını incelemek için yapılan bu çalışmada en önemli sağlık sorununun kronik obstrüktif akciğer Hastalığı (k-0AM olduğu ve bunun sigara içimiyle ilişki bulunduğu tesbit edilmiştir. işyerinde çalışanların %23.957 KOAH`lı olup çalışma yeri ve KOAH arasında bir ilişki tespit edilmemiştir. Ayrıca obez sayısının fazla bulunduğu, ağız sağlığı ve hijyeni ile ayak bakımının yetersiz olduğu saptanmıştır.
Those who am working in the mercury proces-sing plant and suffcring from chronic obstructive pulmonery diseasc (COPD) were studicd for possible mercury toxicity. The study reveals that about 23.95 % of the total workes were COPD patients and their problems were bccause of the cigaret smoking rather that' the toxicity from the exposure. In addition to this study we found that the workes had poor oral hygenic care.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Alaa S. Mahmoud, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The LaparoscopIcally Treated EctopIc PregnancIes
Bu çalışmada kliniğimizde laparoskopik yaklaşımla tedavi ettiğimiz ektopik gebelik olgularımızın değerlendirilmesini amaçladık. Ocak 2007 – Aralık 2009 yılları arasında kliniğimizde ektopik gebelik tanısı konulan ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 56 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, transvajinal ultrasonografi (TVUSG) bulguları, tedavi öncesi ve sonrası ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) değerleri, tedavi öncesi ve sonrası hemoglobin (Hb) değerleri, uygulanan laparoskopik yöntemler, transfüzyon yapılıp yapılmadığı ve ek tedavi uygulanıp uygulanmadığı açısından incelendi. Hastaların ortalama yaşı 30.4±4.2 ve ortalama gebelik haftaları 6.6±1.4 hafta idi. Başvuru sırasında ortalama ß-hCG değerleri 2932.4±2276.8 IU/L idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı ve vajinal kanama ile başvurmuşlardır. Hastalarda TVUSG bulguları olarak sıklıkla adneksiyal kitle ve hemoperitoneum gözlenmiştir. En sık ampuller gebelik tanısı konmuştur. Hastaların çoğuna tuba koruyucu cerrahi tedavi uygulanırken, sadece %10.7’sine salpenjektomi uygulanmıştır. Post-operatif kanama nedeniyle 2 hasta yeniden laparoskopiye alınırken, 10 hastaya da kan transfüzyonu yapılmıştır. Hastaların tamamında 1. ayın sonunda ß-hCG değerlerinin normal sınırlara döndüğü görülmüştür. Sonuç olarak hemodinamik açıdan stabil ve laparoskopik tedaviye uygun özellikle de genç ve fertilite isteği olan ektopik gebelik hastalarında, en iyi tedavi yaklaşımının konservatif laparoskopi olduğunu düşünmekteyiz.
In this study, we aimed the evaluation of the laparoscopically treated ectopic pregnancy cases in our clinic. This retrospective study included 56 cases that were diagnosed to have ectopic pregnancy and treated by laparoscopy between January 2007 and December 2009. Patients characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, preoperative and post-operative serum ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) and hemoglobin levels, type of laparoscopic surgery, blood transfusion and additional treatments were recorded. The average age of the patients was 30.4±4.2 years, the average gestational age was 6.6±1.4 weeks, and the average ß-hCG value at presentation was 2932.4±2276.8 IU/L. The patients presented usually with pelvic pain and abnormal vaginal bleeding. Adnexal mass and hemoperitoneum were mostly seen by sonographic evaluation. Ampuller pregnancy was the most common. Most of patients had conservative surgery; salpingectomy was applied to 10.7% of patients. Ten patients received blood transfusion and 2 patients underwent re-laparoscopy because of postoperative bleeding. Serum ß-hCG levels returned to normal at the end of the 1st month after surgery in all patients. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for young patients with ectopic pregnancy who are hemodynamically stable and wish to preserve their fertility
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boy Kısalığının Nadir Bir Nedeni Olarak Diafizyal Aklazi
Derya Arslan, Sevil Arı Yuca
Olgu sunumu
Özeti
Boy Kısalığının Nadir Bir Nedeni Olarak Diafizyal Aklazi
A Rare Cause Of Short Stature As A DIaphyseal AklazI
Kemiğin benign tümörleri malign tümörlerine göre daha sık
görülmektedir. Kemik tümörleri tüm tümörler içinde en küçük grubu
oluşturmaktadır. Bu nedenle tanı yaklaşımı açısından bilgi birikimi
ve deneyim gerekmektedir. Osteokondrom en sık görülen benign
kemik tümörüdür. Lezyon tek olabilir, nadiren birden fazla da
görülebilmektedir. Bu duruma osteokondromatozis veya diafizyal
aklazi denmektedir. Diafizyal aklazi (DA) nadir görülen bir herediter
kıkırdak farklılaşma bozukluğudur ve otozomal dominant olarak
kalıtılır. Özellikle pubertenin sonlanmasından sonra ortaya çıkan
yeni lezyonların kondrosarkom gelişimi açısından değerlendirilmesi
gerekmektedir. Bu olgu bildiriminde, boy kısalığı şikayeti ile gelip DA
tanısı alan iki kardeş sunulmaktadır. Olgulardan biri 15 yaşında kız,
diğeri 14 yaşında erkek idi. Her ikisinin de ortak şikayeti boy kısalığı
ve kemiklerindeki ağrılı olmayan şişliklerdi. Tipik aile hikayesi, fizik
muayene bulguları ve radyolojik bulgulara dayanılarak olgulara DA
tanısı konuldu.
The malignant tumors of bone are more common than benign
tumors. The bone tumors is the smallest group in all tumors. For
this reason, knowledge and experience required for the diagnostic
approach. Osteochondroma is the most common benign bone tumor.
The lesion can be single, multiple forms are rarely seen. This condition
is known as osteochondromatosis or diaphyseal aklazi. Diaphyseal
aklazi (DA) is a rare hereditary disorder of cartilage differentiation and
inherited as an autosomal dominant. Chondrosarcoma that especially
for the development of new lesions occurring after termination of
puberty should be evaluated. In this case report presented the two
brothers who are diagnosed with DA come in with the complaint of
short stature. One of the patients was 15-year-old girl and the other
was a 14-year-old male. A common complaint of both short stature
and non-painful swelling of bones. The patients were diagnosed
with diyafizyal aklazi according to typical family history, physical
examination findings, and radiographic findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
Bahar Kandemir, Mehmet Bitirgen, Emel Türk Arıbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji Ve İnfeksiyon Hastalıkları Kliniği’nde 1990–2004 Yılları Arasında Yatırılarak İzlenen Akut Viral Hepatit Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Cases WIth Acute VIral HepatItIs HospItalIzed Between 1990-2004 In The ClInIc Of InfectIous DIseases, Meram Faculty Of MedIcIne, Selcuk UnIversIty
Amaç: 1990–2004 yılları arasında kliniğimizde akut viral hepatit tanısı ile yatan 561 olgu etyolojik, epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar özelliklerinin belirlenmesi amacı ile geriye dönük olarak değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Akut hepatit semptom ve bulguları olan hastalarda viral hepatit belirleyicilerinin saptanmasında ELISA ve PCR yöntemleri kullanıldı. Bulgular: Olgular 7–77 yaş arasında olup yaş ortalaması 26.76±14.51 idi. Olguların 297’si erkek, 264’ü kadın olup 270’i (%48.2) HAV, 233’ü (%41.5) HBV, 18’i (%3.2) HCV, 3’ü (%0.5) HDV, 1’i (%0.2) HEV, 4’ü (%0.7) HAV+HBV koinfeksiyonu, 3’ü (%0.5) diğer ve 29 tanesi (%5.2) etiyolojisi saptanamayan grupta yer aldı. Hepatit A olgularının en sık sonbahar ve kış aylarında ve daha çok öğrencilerde görüldüğü saptandı. Olguların 377 tanesinde (%67.2) bulaşma yolu saptanamadı. En sık görülen yakınmalar halsizlik (%73.8), sarılık (%67), bulantı (%66.1) ve idrar renginde koyulaşma (%56.9) idi. En sık görülen bulgular ise ikter (%85), hepatomegali (%44) ve splenomegali (%8.2) idi. Ortalama AST değeri 1433.38 (106–7963), ortalama ALT değeri 1951.96 (218–15596), total bilirübin ortalama değeri ise 9.13 (1.3–35) idi. Sonuç: Olguların büyük bir kısmında bulaş için herhangi bir risk faktörünün bulunamaması, aşılanma ile önlenebilir olması hepatit A ve B’ye karşı aşılamanın önemini ortaya koymuştur.
Aim: Patients who diagnosed acute viral hepatitis between 1990-2004 were avaluated for etiological, epidemiological, clinical and laboratory characteristics, retrospectively. Material and method: Patients who had acute symptoms and physical examination findings suggesting acute viral hepatitis were evaluated by ELISA and PCR methods. Results: Mean age of the patient group was 26.76±14.51 years (7-77). 297 of the patient groups were male, 270 of them were female. Acute viral hepatitis A, B, C, D, E were diagnosed in 270 (48.2%), 233 (41.5%), 18 (3.2%), 3 (0.5%), 1 (0.2%) patients respectively. Hepatitis A + B coinfection were diagnosed in 4 (0.7%) patients whereas; in 29 patients (5.2%) diagnosis remained obscured. Acute viral hepatitis A was tend to occur in students during autumn and winter. Route of infection could not be identified in 377 (67.2%) patients. Weakness (73.8%), jaundice (67%), nausea (66.1%) and dark urine (56.9%) are the most frequent complaints whereas; jaundice (85%), hepatomegaly (44%) and splenomegaly (8.2%) were the most common signs noted during physical examination. Mean AST, ALT, total bilurubin values were 1433.38 (106-7963), 1951.96 (218-15596), 9.13 (1.3-35) respectively. Conclusion: Value of anti-hepatitis A and B virus vaccination is underlined because of lackness of any transmission-associated risk factors in majority of acute viral hepatitis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
Kamile Marakoğlu, Nisa Çetin Kargın, İsmail Marakoğlu, Canan Uçar, Tülin Çora
Olgu sunumu
Özeti
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
GIngIval Overgrowth And Dental Anomaly
an Unusual PresentatIon Of Noonan’s Syndrome
Noonan Sendromu doğumda tipik dismorfik anomalilerin
görüldüğü otozomal dominant bir hastalıktır. Etkilenen bireylerde
kardiyak defektlerle birlikte farklı bir yüz görünümü mevcuttur. Bu
olgumuzda özellikle gingiva hipertrofisi ve dental anomali ile seyreden
Noonan Sendromunu’nun farklı bir varyantını tartışmayı amaçladık.
15 yaşında kız hasta aile hekimliği polikliniğimize, gelişme geriliği
nedeni ile başvurdu. Fenotipik bulguları ile hastaya Noonan Sendromu
tanısı kondu. Noonan Sendromu, Turner benzeri fenotipik özelliklerle
seyreden kromozomal anomalilerle ilişkili olmayan sendromlardan
biridir. Bizim olgumuzda Noonan sendromuyla ilişkili oral bulgulara
ek olarak gingiva hipertrofisi ve dental anomali birlikteliği aynı anda
mevcuttu. Özellikle ağız, diş muayenelerindeki gingival hipertrofisi,
dental anomali olan vakalarda eşlik eden semptom ve bulgular var
ise noonan sendromu düşünülebilir.
Noonan syndrome is an autosomal dominant disorder that is
typically dysmorphic anamolies at birth. In many affected individuals,
this syndrome is associated with cardiac defects and a distinctive
facial appearance. We aimed to discuss a different variant of Noonan
Syndrome progressing especially with gingival overgrowth and dental
anomaly in our cases. A 15-year-old female patient presented to
our family medicine outpatient clinic with the complaint of growth
retardation. The patient was diagnosed with Noonan Syndrome with
phenotypic symptoms. Noonan Syndrome is one of the syndromes
without any chromosomal anomalies developing with Turner-like
phenotypic features. Gingival overgrowth and dental anomaly
coexistence in addition to the oral symptoms that are likely to be
related to the Noonan Syndrome was present in our case.Specifically,
if there are accompanying symptoms and findings in cases with
gingival overgrowth and dental anomalies as seen in patients’
mouth and teeth examinations, Noonan Syndrome may be taken into
consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
Fatma Kaya, İlhan Çiftci, Ayşe Nazlı Seçkin
Olgu sunumu
Özeti
Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
A Rare Method For TakIng The Swallowed ForeIgn BodIes
out Of The ChIldren
Çocuğun çevresini tanımasının ve onunla ilişki kurmasının bir
yolu da, eline geçen her cismi ağzına götürerek tadına bakmasıdır.
Bu nedenle çocuklar hiç akla gelmeyecek tip ve büyüklükteki yabancı
cisimleri yutmaktadır. Yabancı cisim yutan büyük yaştaki çocukların
önemli bir bölümünde zeka özrü veya ruhsal sorunlar vardır. Klinik
olarak öksürük, dispne, ses kısıklığı, solunum güçlüğü, solunum
seslerinde azalma, ağızdan bol tükrük gelmesine neden olabilir.
Bu yabancı cisimler içerisinde madeni parayla sık karşılaşılır.
Yabancı cisim aspirasyonunda alternatif tedaviyi paylaşmak istedik.
Bu makalede dört yaşında, Down sendromlu bir hastada yabancı
cisim aspirasyonuna alternatif bir yaklaşım sunuldu. Müdahale
sırasında komplikasyon gelişmeyen hasta önerilerle taburcu
edildi. Çocukluk çağında yabancı cisim aspirasyonu sıktır. Yabancı
cisimlerin çoğunluğunu metal paralar oluşturmaktadır. Yabancı cisim
aspirasyonuna yaklaşımda hastanın kliniği, yabancı cismin tipi,
takıldığı yer, aspirasyon süresi ve müdahale şartlarına göre tedaviye
karar verilir. Tedavi yaklaşımını endoskopi, gözlem veya cerrahi
oluşturmaktadır. Acil müdahalenin gerektiği hastalarda foley kateter
ile balon ekstraksiyonu gibi alternatif yöntemler deneyimli cerrahlar
tarafından kullanılabilir.
One of the ways for the child to get familiar with its surrounding
environment and to build up relations with the same is bringing
any possible object to the mouth for tasting. Thus, the children
happen to swallow foreign bodies of sorts and sizes unimaginable.
A great portion of the grown up children swallowing foreign bodies
demonstrate mental deficiencies or psychological problems. The
clinic symptoms may be coughing, dyspnoea, hoarseness, breathing
difficulty, weakened respiratory sounds and hyper saliva in the
mouth. The foreign bodies are usually coins. We want to share an
alternative treatment in foreign body aspirations. In this article is
demonstrated an alternative approach for foreign body aspiration in
four years old patients with down syndrome. The patient developed no
complications during the medical intervention and discharged under
recommendations. Foreign body aspiration is common in childhood.
The majority of foreign bodies are coins. Approach to foreign body
aspiration in a patient’s clinical presentation, type of foreign bodies,
inserted in the aspiration time and the response shall be decided
to treatment according to the conditions. Approaching treatment
is endoscopy, observation or operation. In emergency alternative
methods can be used such as balloon extraction with foley catheter
by experienced surgeons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okul Çağı Çocuklarda Femur Cisim Kırıklarının Tedavisi: Pelvipedal
alçı Yada Titanyum Elastik Çivi Tespiti
İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Erdinç Acar, Veysel Başbuğ, Fahri Yurtgün, Serdar Toker
Araştırma makalesi
Özeti
Okul Çağı Çocuklarda Femur Cisim Kırıklarının Tedavisi: Pelvipedal
alçı Yada Titanyum Elastik Çivi Tespiti
Treatment Of School-Age ChIldren WIth Femoral Shaft
fracture: SpIca CastIng Versus TItanIum ElastIc NaIl
fIxatIon
Femur cisim kırıkları çocuklarda sık görülür ve hastaneye
yatırılarak tedavi gerektirir. Okul çağı çocukluk döneminde (5-12 yaş)
femur kırıkları elastik kanal içi çiviler ile yada kapalı redüksiyonu
takiben pelvipedal alçılar ile tedavi edilebilir. Bu çalışmada, elastik
kanal içi çivileme veya kapalı redüksiyonu takiben pelvipedal alçı
ile tedavi sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Femur cisim
kırığı oluşumu sonrası, hemen kapalı redüksiyon ve pelvipedal
alçı yapılan (KR-PPA; Grup 1, n=31) veya elastik kanal içi çivileme
(EKİÇ; Grup 2, n=31) yapılan vakalar değerlendirildi. Yaş, cinsiyet,
kırık oluşum mekanizması, kırık lokalizasyonu, tedavi maliyetleri,
hastanede kalış süresi, radyolojik ve klinik kaynama, yumuşak
dokuların durumu, destekli veya desteksiz yürüme zamanları
kaydedilerek değerlendirmeye alındı. Ortalama takip 58 (26-62)
aydı. Tüm hastaların kırıkları kaynadı. Yük vererek yürüme Grup
2’de (39/52 gün), Grup 1’den (52/63 gün) daha kısaydı. Maliyetler
açısından; Grup 1, Grup 2’den daha düşük maliyete sahipti (sırasıyla;
114.99$ ve 380.82$). KR-PPA halen geniş ve kabul edilebilir bir
uygulama alanına sahip olsa da, modern cerrahi teknikler ve
cerrahi tespit implantları ile daha başarılı sonuçlar alınabilir. EKİÇ
ile tedaviler okul çağı çocuk femur kırıklarında daha başarılı tedavi
seçeneği sunmaktadır.
Femoral shaft fractures are mostly seen in children and all cases
of this condition require hospital admission. In school-age children
(5 to 12 years), femoral fractures may be treated with elastic nails
or spica cast. The current study aims to compare the outcomes
of elastic nail to the immediate spica cast method for school-age
children with femoral fracture. We evaluated the patients who had
undergone immediate hip spica cast (IHSC as Group 1; n=31) or
flexible intramedullary titanium nail (FITN as Group 2; n=31) for
femoral fracture. Age, sex, cause of fracture, localization of the
fracture, cost of treatment, times of hospitalization, radiologic and
clinical assessment of femoral union, condition of the wound and soft
tissue, times of union and walking were recorded. The mean followup
was 58 (26-62) months. All fractures were healed. The time for
weight-bearing and walking were shorter (39/52) in Group 2 than it
was in Group 1 (52/63). In terms of cost, IHSC (114.99$) was cheaper
than FITN (380.82$). Although IHSC is still a a widely accepted
method of treatment, with the use of modern surgical techniques and
implants, satisfactory outcomes of fracture healing can make FITN a
better surgical option among all other treatments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıroid Hastalıklarında Ultrasonografi Ve Sintigrafinin Tanı Değerı
A. Galip Könençoğlu, Serdar Karaköse, Fevzi Karslı, Taner Kaya, Nahit Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Tıroid Hastalıklarında Ultrasonografi Ve Sintigrafinin Tanı Değerı
The DIagnostIc EffIcIency Of The VscInfIgraphy And Ultrasonography Of ThyroId DIseases
Toplumumuzda oldukça yaygın olan tiroid bezi hastalıklarının tamamına yakınının tedavi edilebilir hastalıklar olması, erken, kolay, zararsız ve ekonomik olan tanı yöntemlerinin gerekliliğini ön plana çıkarmaktadır. Yüksek rezolüsyonlu real-time ultrasonografinin yüzeyel organ ve dokuların tetkikinde kullanılmaya başlanması ile tiroid hastalıklarının tanı ve tedavisi yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çalışmamtzda, sintigrafi ve ultrasonografi uygulanan, operasyon ile histopatolojik neticeleri kanıtlanınış olan 57 olgunun sintigrafi ve ultrasonografi bulguları operasyon bulgulaarı ile karşılaştırıldı. Ultrasonografide 2 yanlış negatif olguya karşılık sintigrafide 18 yanlış negatif olgu saptandı. Ultrasonografinin duyarlığı %96, sintigrafinin dayadığı %68 bulundu. Her iki yöntemde de yanlış pozitif olgu saptanmadı. Daha önce yapılan araştırmalar ve bizim neticelerimiz, tiroid hastalıklarının tanısında, zararsız, ucuz, non-invasiv, non-iyonize, tatbiki kolay ve duyarlılığı fazla olan ultrasonografinin, ilk ve rutin olarak kullanılması gerekli bir radyolojik tanı yöntemi olduğunu düşündürmektedir.
Almost all of the thyroid diseases, which are rather common in our society, are curable, therefore it brings the necessity of early, east, not harmful and economic methods for the diagnosis. The diagnosis and treatment of thyroid diseases have gained a new perspective with use of high-resolution realtime ultrasonography in superficial organs and tissue. In this study, scintigraphic and ultrasonographic findings of 57 cases, in which scintigraphy and ultrasonography was used and histopathological results which were proven with surgery were compared with surgery findings. Although 2 false negative cases were been in ultrasonography, 18 false negative cases were observed in scintigraphy. It was found that the sensitivity of ultrasonography was 96%, while it was found 68% in scintigraphy. In both methods no false positive cases were observed The studies which have been done formerly and our' results give the impression that in diagnosis of thyroid diseases, ultrasonography which is not harmful, cheap, noninvasive, nonionized, easily applicable and highly sensitive, is a radiologic-rnethod of diagnosis which is necessary to be used firstly and routinely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Hasan Solak, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Dıagnosıs And Treatment Methods In Bronchıc Cancers
Bronş kanserlerinin morbiditesi, genel kanser morbiditesi içinde yaklaşık %20'lik bir orandadır. Bu oranla bronş kanserleri sıralamada gastrointestinal kanserlerden sonra ikinci sırayı almaktadır. Bazı istatistiklerde erkeklerde ilk sırayı almaktadır (4). Son yıllarda diğer kanser türlerinde duraklama - şayet varsa çok az bir yükselme - gözlenirken, bronş kanserlerinde aşırı oranda yükselme dikkati çekmektedir. Yapılan çeşitli araştırmalarda, kanserden ölenlerin 1/3 - 4'ünde sebep; bronş kanserleridir (2).
In this article, we researched 87 patients in our clinic with primary bronch carcinoma for diagnosis and treatment methods. Seventy-five of the cases were men (86.2 %) and 12 of them (13.7 %) were women. 72 of thern smokers of different numbers and times. 15 of the cases were passive smokers. Most of the patients were applied often 5 or more months that the symptoms began because of the patients' uneducation and the physicians uncare. In our research, the best diagnostic technic is the endoscopy and biopsy together in 69 cases (79.3 %). Thoracotomy were applied in 25 cases. We couldn't know about the 5 years survey because the patients never come to control. The mortality rate was 4 % with 1 death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çoçuklarda Üç Yıllık Transtelefonik Elektrokardiyografi Deneyimi
Birsen Uçar, Zehra Karataş, Zübeyir Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Çoçuklarda Üç Yıllık Transtelefonik Elektrokardiyografi Deneyimi
Three Years ExperIence Of TranstelephonIc ElectrocardIography In ChIldren
Disritmilerin çoğunlukla aralıklı olarak ortaya çıkması nedeniyle, her zaman tespit edilmesi mümkün değildir. Transtelefonik elektrokardiyografi (TTE), disritmisi olan hastanın ritim sorunu olduğu anda elektrokardiyografi (EKG)’nin çekilerek telefon hattı ile hastaneye ulaştırılmasını sağlar. Bu çalışmada çocuklarda aralıklı olarak ortaya çıkan disritmilerin tanısını koymada ve izleminde TTE monitorizasyonun etkinliğini araştırmayı amaçladık. Mayıs 2003 - Mayıs 2006 yılları arasında pediatrik kardiyoloji polikliniğinde TTE ile değerlendirilen 121 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya alınan hastaların yaşları 4 ay ile 18 yıl (12±4.4 yıl) arasında değişmekteydi. En sık başvuru şikayetleri çarpıntı (%42.1), göğüs ağrısı (%15.7), senkop (%5), çarpıntı ve göğüs ağrısı (%6.6), çabuk yorulma (%5) ve ilaç etkinliğini araştırma (%3.3) idi. Standart EKG’si normal olan 110 olgunun 21’inde TTE’de disritmi bulgusu saptanmıştı. Holter monitorizasyonu (HM) ile disritmi saptanmayan 25 olgudan üçünde TTE’de supraventriküler taşikardi saptandı. TTE kayıtlarının %24’ünde disritmi (11 olguda supraventriküler erken vuru, 7 olguda ventriküler erken vuru, 4 olguda sinuzal taşikardi, 3 olguda supraventriküler taşikardi, 2 olguda sinuzal bradikardi, 1 olguda sinuzal duraklama ve 1 olguda Mobitz tip I atriyoventriküler blok) saptandı. Transtelefonik EKG öncesi 4 hasta ilaç kullanmaktaydı. Daha önce tedavi almayan 10 hastaya (5’ine verapamil, 3’üne propranolol, 1’ine digoksin, 1’ine amiodaron) TTE kaydı sonucuna göre tedavi başlandı. Disritmi düşündüren semptomlarla başvuran ve standart EKG’de disritmi saptanmayan hastalarda disritminin saptanmasında HM’nin son derece yararlı ve invazif olmayan bir yöntem olduğu, TTE’nin ise HM ile saptanamayan bazı disritmilerin belirlenebilmesi, tedavisinin planlanması ve takibinde de yararlı olabileceği kanısına varıldı.
It is not possible to determine dysrhythmias at any time, because those may occur briefly and unpredictably throughout the day. Transtelephonic electrocardiography (TTE) allows arrival to the hospital by the phone line dysrhythmia at the time. The aim of this study was to evaluate the value of TTE in the diagnosis and treatment of dysrhythmias, especially seen intermittently, in pediatric patients. We retrospectively evaluated records of 121 children, followed-up in Pediatric Cardiology Unit between May 2003 and May 2006. The patients were age of between 4 months to 18 years (median age 12 ± 4.4 years). The most common presenting symptoms were palpitation (42.1%), chest pain (15.7%), palpitation together with chest pain (6.6%), syncope (5%), easy fatigability (5%) and also the research of drug efficiency (3.3%). The dysrhythmia findings were determined on TTE in 21 of 110 cases whose standard electrocardiographies were normal. On TTE, supraventricular tachycardia was observed in three of 25 patients with normal HM. The dysrhythmia was detected in 24% of TTE records (supraventricular extrasystoles, ventricular extrasystoles, sinusal tachycardia, supraventricular tachycardia, sinus bradycardia, sinus tachycardia, sinus pause, Mobitz type I atrioventricular block were detected in 11, 7, 4, 3, 2, 1 and 1 cases, respectively). Four patients were using drugs (verapamil in 3 and propranolol in 1) before TTE recordings. According to the TTE records, medical treatments were started in 10 patients with previously untreated (verapamil in 5, propranolol in 3, digoxin in 1 and also amiodarone in 1). Eventually, we suggest that HM is a usefull, reliable and non-invasive diagnostic method for the detection of dysrhythmias in patients with dysrhythmia suggestive symptoms and normal ECG. Additionally, TTE should be used in follow-up and treatment of the patients with some dysrhythmias, even undetectable with HM.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
7 Yaında Bir Kız Çocuğunda Echinococcus Multilocularis
Ali Ayçiçek
Olgu sunumu
Özeti
7 Yaında Bir Kız Çocuğunda Echinococcus Multilocularis
EchInococcosIs MultIlocularIs In A 7-Year-Old GIrl
Echinococcus multilokülaris çocukluk çağında çok nadir görülen ve hayatı tehdşt eden sestod cinsi bir zoonozdur. 7 yaşında bir kız hasta ateş, makülopapüler döküntü ve yemeklerle ilgisi olmayan karnın sağ üst kısmında ağrı şikayeti ile getirildi. Yapılan tetkiklerinde sedimantasyon (16/40 mm) ve transaminazlarda hafif yükseklik (ALT 42Ü/L, AST 40 Ü/L) ve hafif eozinofili (%5) dışında normaldi. Karın ultrasonografisinde karaciğer sağ lobunda yerleşmiş çapları 2-3 cm olan çok sayıda kist saptandı. Ekinokok aglütinasyon testi 1/320 titrede pozitif bulundu. Operasyon öncesi ve sonrası Albendazol 20 mg/kg/gün iki dozda, 4 hafta ilaçlı 14 gün ilaçsız dönemler halinde 2 yıl devam edildi. Çocukluk çağında nadir görülmesi ve tedavisinde albendazolün etkili olabileceğini vurgulamak amacıyla sunuldu.
Echinococcus multilocularis is an uncommon and life-threatening zoonosis caused by cestodes that is rarely encountered in children. A 7-year-old girl had for week been suffering from fever, maculopapular rush and right-sided upper abdominal symptoms not related to food intake. Laboratory tests were unremarkeble, except for an accelerated erythrocyte sedimentation rate (16/40 mm) and transaminases (ALT 42 Ü/L, AST 40 Ü/L) and eosinophilia (5%). Upper abdominal sonography revealed multipl cyst, about 2-3 cm in diameter, in the right liver lobe. The antibody titre against echinococcus antigen was 1:320. Preoperative and postoperative treatment consisted of the administration of albendazole (20 mg/kg/Daily twice a day) for two years. Albendazole was administered in 4-week cycles with intervals of 14 days. We report this case because this disease is very rare in childhood and oral albendasole is able to effective in the treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nedeni Bilinmeyen Ateşin Nadir Bir Nedeni: Mtfhr-C677t Gen Polimorfizminin Eşlik Ettiği Portal Ven Trombozu
Ramazan Büyükkaya, İbak Gönen, Ayla Büyükkaya, Kürşat Oğuz Yaykaşlı, Fahri Halit Beşir, Beyhan Öztürk, Davut Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Nedeni Bilinmeyen Ateşin Nadir Bir Nedeni: Mtfhr-C677t Gen Polimorfizminin Eşlik Ettiği Portal Ven Trombozu
Fever Of Unknown OrIgIn, WIth Mtfhr-C677t Gene PolymorphIsms And Portal VeIn Thrombus
Nedeni bilinmeyen ateş (NBA), üç haftadan beri devam eden, 38.3ºC’ nin üzerinde seyreden ve hastanın yatışıyla birlikte yapılan bir haftalık incelemelerde etiyolojinin aydınlatılamadığı ateş olarak tanımlanır. NBA’lı hastaların değerlendirilmesi komplekstir çünkü etiyolojide birçok neden bulunmakta ve literatüre her geçen gün yeni sebepler eklenmektedir. 24 yaşında erkek hastanın NBA ve karın ağrısı nedeniyle yapılan kontrastlı bilgisayarlı tomografi incelemesinde portal ven ve süperior mezenterik vende trombüs görüldü. Trombüs etiyolojisi araştırıldığında Metiltetrahidrofolat redüktaz C677T (MTFHR-C677T) gen polimorfizmi saptandı. Hastanın verilen Clexane 0,8 ml 2x1 tedavisinin 5. gününde ateşlerinin düşme eğilimine girdiği, karın ağrısının azaldığı, eş zamanlı takip doppler ultrasonografisinde trombüs görünümünde kısmen regresyon olduğu görüldü. Biz bu makalede NBA’ in nadir bir sebebi olan ve literatürde rastlamadığımız MTFHR-C677T gen polimorfizminin eşlik ettiği portal ve süperior mezenterik ven trombüsünün klinik ve radyolojik görüntüleme bulgularını sunmayı amaçladık..
Fever of unknown origin is defined as the following a temperature greater than 38.3°C (101°F) on several occasions, more than 3 weeks’ duration of illness, and failure to reach a diagnosis despite 1 week of inpatient investigation. Evaluation of patients with FUO is complicated because there are multiple etiologic factors and new ones are adding in literature every day. A 24years old man was performed contrast enhanced CT for FUO and abdominal pain, show trombus in portal vein and superior mezenteric vein. On examination, metiltetrahidrofolate reductase gene polimorphism is detected in the etiology of trombus. The patient’s fever and abdominal pain improved after 5 day treatment of Clexane 0,8 ml. A further doppler sonography show partial regression in trombus by which time the patient’s symptoms resolved. We aimed to present clinical and radiologic imaging findings in a case of portal and superior mesenteric vein trombus associated with MTFHR-C677T gene polimorphism which is a rare cause of FUO and we didn’t meet in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atopik Dermatitli Hastalarda Deri Prick Test Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Ayşegül Baykan, Ali Balevi, Şükrü Balevi
Araştırma makalesi
Özeti
Atopik Dermatitli Hastalarda Deri Prick Test Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
AssessIng The Results Of SkIn PrIck Test, And Ige Levels In PatIents WIth AtopIc DermatItIs
Atopic dermatitis (AD), genellikle çocukluk çağında başlayan tekrarlayıcı, kronik, hayat tarzındaki değişikliklere bağlı olarak insidansı giderek artmakta olan, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır. Bu çalışmaya, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine başvuran atopik dermatit tanısı almış 30 hasta ile, atopi bulgusu olmayan 20 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Ev tozları, ağaç polenleri, çim ve ot polenleri, hayvan tüy epitelleri, gıdalar ,böcekler ve mantarlardan oluşan 51 maddelik prick test maddesi hasta ve kontrol grubuna uygulandı. Pozitif kontrol olarak histamin solusyonu, negatif kontrol olarak da serum fizyolojik kullanıldı. Hasta grubunda en çok pozitif çıkan alerjenler, ev tozları, çim polenleri, çavdar poleni ,yabani ot polenleri ve mantarlar olarak tesbit edildi. Kontrol grubunda ise sadece 1 kişide ev tozu ve candidaya karşı prick test pozitifliği tesbit edildi. Hasta grubundaki 30 kişiden 17 sinde total IgE yüksek bulunurken (%56.7) kontrol grubundaki 20 kişinin 2 sinde total IgE yüksekti (%10). Total IgE yönünden iki grup arasında anlamlı fark bulundu (p
Atopic dermatitis (AD) is a chronically relapsing skin disease that begins most commonly during early childhood. The prevalence of AD is increasing because of the alteration lifestyle and the disease effects life quality indifferently. In this study, subjects were 30 patients who were admitted to Dermatology Clinic of Selçuk University Meram Medical Faculty with the diagnosis of AD. There were 20 healty subjects as a control group, without any atopy history and have no clinical symptoms. Skin prick tests, composed of 51 materials; house dust mites, tree polens, grass polens, insects and mold were performed both groups. In this test histamin solution was positive and serum salin were negatif controls. Pricks tests were reactive mostly for house dust mites, mold, grass pollens and the other pollens in the AD group. In the healty group, there were reactive results for house dust mite and candida only in one subject. Serum total IgE levels elevated in 17 of 30 patients (56.7%) in AD group , and 2 subjects in the healty group (10%). Statistical analyses showed that, in the AD group, serum total IgE levels are significantly higher than healty controls (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Özgür Pirgon, Ahmet Sert, Mehmet Emre Atabek, Hüseyin Tokgöz
Olgu sunumu
Özeti
Akrep Zehirlenmesi Olan Bir Olguda Kalp Tutulumunun Kardiyak Troponin I İle Takibi
Akrep ZehIrlenmesI Olan BIr Olguda Kalp Tutulumunun KardIyak TroponIn I Ile TakIbI
Akrep zehirlenmesinde ölümlerin esas nedeni kardiyovasküler tutulumdur. Akrep zehirlenmesiyle başvuran hastalarda lokal ağrı ile birlikte kardiyovasküler sistemle ilgili semptom varsa kardiyak enzimlerine bakılmalıdır. Serum troponin I düzeyinin saptanması miyokard hasarına daha spesifiktir. Bu kalp tutulumunun hızlı bir şekilde tespitine ve tedaviye erken başlanmasına olanak sağlayabilir. Kalp tutulumu olan akrep zehirlenmelerinde takip kriteri olarak troponin I’nin kullanılması daha sonra oluşabilecek olayları önleyebilir. Burada akrep zehirlenmesi nedeniyle getirilen 7 yaşında erkek hasta sunulmuştur.
The cardiovascular involvement is the majör cause of mortality in the scorpion envenomation. Cardiac enzymes should be measured if patients with scorpion envenoming have symptoms related to cardiovascular system accompanied with local pain. Serum level of troponin I is a highly specific fort he myocardial injury. It may be allow early establishing of the cardiac involvement and starting to treatment. The using of troponin I as a follow-up criterion in the scorpion envenoming with cardiac involvement may be prevent from events that will ocur later. We presented a 7-year-old boy with scorpion envenoming.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Emine Göktaş, Ayşegül Zamani, Aynur Uğur Bilgin, Mahmut Selman Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Del11q(13) Is A Rare CytogenetIc AbnormalIty In Acute MyeloId
leukemIa
Akut myeloid lösemi, 3-4/100000 insidans ile erişkinde en sık
görülen lösemi türüdür ve her yıl yeni tanı alan hastaların %20’sini
oluşturur. Hastalar; anemi, çabuk yorulma, düşük dereceli ateş,
bağışıklık sisteminde zayıflık gibi şikayetleri içeren geniş bir semptom
yelpazesine sahiptir. Akut myeloid lösemi tanısında sitogenetik
analiz anahtar tetkiktir ve akut myeloid lösemi hastalarındaki malign
hücrelerin çoğunda kromozom anomalisi mevcuttur. Bu çalışmada,
46,XX del11q(13) karyotip kuruluşuna sahip nadir bir akut myeloid
lösemi vakası sunuldu.
Acute myeloid leukemia is the most common type seen in adults
with 3-4/100000 incidence and accounting for %20 newly diagnosed
patients each year. Patient may present with a broad variety of
symptoms including low-grade fever, easy bruising, anemia, weakness
in immune system. Cytogenetic analysis is a key component in
diagnostic of acute myeloid leukemia. Chromosomal abnormality is
present in the majority of malignant cells in acute myeloid leukemia
patients. We presented a rare acute myeloid leukemia case with 46,
XX del11q(13) karyotype organization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Sevim Karaarslan, Kadir Ükisten
Araştırma makalesi
Özeti
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Prevalence Of PrevIous RheumatIc Fever And Heart Sequela Among PrImary School ChIldren In DIyarbakır ProvInce
1984-1985 eğitim ve öğretim yılında, Diyarbakır il merkezindeki ilkokul çocuklarından rastgele sistematik örnekleme yolu ile % 10 oranında seçtiğimiz 4065 öğrenci arasında anket kullanılarak geçirilmiş romatizmal ateş oranı % 9,1 bulunmuş-tur. Bulunan bu oran ülkemizin diğer bölgelerinde yapılan çalışmalarda bulunan oranlardan daha yüksektir. Bu çocukların anamnezleri geriye dönük olarak derinleştirildiğinde, tanı anında çocukların önemli bir kısmında sadece ekstremite ağrı-sının bulunması ve herhangi bir tetkik yapılmamış olması bu ağrıların bir kısmının romatizmal ateş dışında başka nedenlere bağlı olarak meydana gelmiş olabileceği ihtimalini düşündürmüştür. Tanının geriye dönük olması nedeniyle major bulguların oranı literatürde bildirilenden daha düşük bulun-muştur. Gerek romatizmal ateş anamnezi veren vakalar, gerekse valvül lezyonu bulunan vakaların cinsiyete göre dağılımı literatüre uygun olarak anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül hasara bulunan çocukların yaşa göre dağılımı literatüre uygun olarak giderek artış göstermiştir. Çalışmamızda valvül lezyonu % 1,2 oranında bulunmuştur. Bu değerler İran' dan bildirilen değerlerden daha düşük fakat, diğer gelişmekte olan ülkelerden ve ülkemizde bildirilen değerlerden daha yüksektir. Valvül lezyonlarının incelenmesinde literatürdeki verilere uygun olarak en çok mitral valvül tutuluşunun olduğu bunu aort valvül tutuluşunun izlediği görülmüştür. Yine literatüre uygun olarak en çok rastlanan valvül lezyonu tipi mitral yetersizlik olmuştur. Literatürde bildirilen farklı olarak gerek mitral ve gerekse aort tutuluşu cinsiyete göre anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül tutuluşu gösteren vakaların geriye dönük olarak anamnezlerinin incelenmesinde %37,2 vakada romatizmal ateşi düşürülerek bir şikayete rastlanmamıştır. Bu durum şikayetlerin hafif olup unutulmuş olmasına veya karditin diğer major bulgular olmadan ortaya çıkabilmesine bağlanmıştır.
In the 1984-1985 academic year, among 4065 students who were randomly selected from primary school children in Diyarbakır city center with a systematic sampling rate of 10%, the rate of rheumatic fever by using a questionnaire was found to be 9.1%. This rate is higher than the rates found in studies conducted in other regions of our country. When the anamnesis of these children were deepened retrospectively, the fact that at the time of diagnosis, most of the children had only extremity pain and no examination was performed, it was thought that some of these pains may have occurred due to reasons other than rheumatic fever. Because of the retrospective diagnosis, the rate of major findings was lower than that reported in the literature. The distribution of patients with rheumatic fever history and valvular lesions by gender did not show a significant difference in accordance with the literature. The distribution of children with valve damage by age has increased gradually in accordance with the literature. Valvule lesion was found in 1.2% in our study. These values are lower than the values reported from Iran, but higher than the values reported in other developing countries and in our country. In the examination of valvule lesions, it was observed that, in accordance with the data in the literature, the most frequent mitral valve involvement was followed by aortic valve involvement. Again, in accordance with the literature, the most common type of valve lesion was mitral insufficiency. Unlike the difference reported in the literature, both mitral and aortic involvement did not differ significantly according to gender. In the retrospective examination of the anamnesis of the cases with valve involvement, no complaints were found by reducing rheumatic fever in 37.2% of the cases. This situation was attributed to the symptoms being mild and forgotten or the occurrence of carditis without other major findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz Olgusu
Ömer Böke, İshak Özkan, E. Böke Sarıçiçek, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Vıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz Olgusu
A Case Of PsychosIs Secondary To VItamIn B12 DefIcIeny
Vitamin B12 eksikligine baglt anemi ye nOrolojik belirtiler bilinmektedir. Bu yetersizlige bagli agir psikiyatrik belirtiler de rapor Bu yazida vitamin B12 eksikligine bagli anemi ve psikotik belirtilerin birlilae oldu:gubir olgu sunulmu4 ve literatiir eViginde vitamin B12 eksikligine Lag 11 psikiyatrik belirtiler ye bunlartn tedaviye yanıtları tartışılmıştır.
Anemia and neurologic symptoms due to vitamin B12 deficiency are well known. Severe psychiatric symptoms related with this deficiency are also reported. in this article a case with anemia and psychotic symptoms due to vitamin B12 deficiency is presented and psychiatric symptoms due to vitamin B12 deficiency, its respond to treatment are discussed with li-terature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Şükrü Serdar Balcı, Nilsel Okudan, Hamdi Pepe, Serkan Revan, Hakkı Gökbel, Muaz Belviranlı, Hasan Akkuş
Araştırma makalesi
Özeti
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Changes In Fat And Carbohydrate OxIdatIon DurIng WalkIng And RunnIng ActIvItIes
Bu çalışmada aynı ve farklı hızlarda yapılan yürüyüş ve koşu egzersizleri süresince yağ ve karbonhidrat oksidasyon oranlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlandı. Araştırmaya düzenli olarak egzersiz yapmayan, orta düzeyde aktif ve sigara kullanmayan 11 sağlıklı erkek öğrenci gönüllü olarak katıldı. Katılımcıların bireysel yürüyüşten koşuya geçiş hızları (YKGH) belirlendi. Katılımcıların her biri 2413,5 metrelik mesafeyi ayrı günlerde kendi YKGH ‘nda yürüyüş (YKGH-Y), koşu (YKGH-K) ve bu hızdan 2 km/saat daha yavaş yürüyüş (YKGH-2), 2 km/saat daha hızlı koşu (YKGH+2) olmak üzere dört farklı aktiviteyle kat etti. Yürüyüş ve koşu aktiviteleri sürecinde pulmoner gaz değişimi indirekt kalorimetreyle takip edilerek, yağ ve karbonhidrat oksidasyon miktarları hesaplandı. En yüksek yağ oksidayonu YKGH’da yapılan koşu aktivitesinde meydana geldi ve bu oksidasyon miktarı YKGH-Y aktivitesine göre önemli düzeyde yüksekti. YKGH-Y aktivitesindeki karbonhidrat oksidasyon miktarı YKGH-2, YKGH+2 aktivitelerinden önemli düzeyde yüksekti. Yürüyüş veya koşu aktivitelerinde yağ oksidasyonu miktarlarındaki farklılıkların aktivite tipinden ziyade, aktivitelerin yoğunluklarından kaynaklandığı söylenebilir.
The aim of the study was to investigate the changes in fat and carbohydrate oxidation rates in the same and different activity speed during walking and running. Eleven healthy males participated in this study. The subjects’ individual preferred walk-to-run transition speeds (WRTS) were determined. Each subject covered 1.5 mile distance for four exercise tests; walking (WRTS-W) and running (WRTS-R) tests at WRTS, 2 km.h-1 slower walking than WRTS (WRTS-2) and 2 km.h-1 faster running than WRTS (WRTS+2). The expired air was measured and analyzed breath-by-breath using an automated online system and heart rate was monitored and recorded throughout walking and running tests. Maximal fat oxidation was observed at the WRTS-R activity. Fat oxidation rate was significantly higher in WRTS-R than WRTS-W. Also, carbohydrate oxidation rates were significantly higher in WRTS-W activity than WRTS-2 and WRTS-2 activities. Our results indicate that differences in fat oxidation during running and walking might have been resulted from activity intensity rather than activity mode.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sydenham Kore
Haluk Gümüş, Meltem Gümüş
Derleme
Özeti
Sydenham Kore
Sydenham Chorea
Sydenham koresi (SK) antistreptokokal antikorların beyinde
özellikle bazal ganglionlarda çapraz reaksiyon yapması ve
inflamasyon oluşturması sonucu ortaya çıkan nörolojik bir hareket
bozukluğu tablosudur. SK, 1992 modifiye Jones kriterlerine göre akut
romatizmal ateşin major kriterlerinden olup tanı için yeterlidir. En
sık 5-15 yaşları arasında görülür. ARA atağından yaklaşık olarak
6 ay sonra ortaya çıkmaktadır. Genellikle 4-6 hafta sürer, yıllar
boyu kalıcı olabilmektedir. Diğer ARA bulgularından en sık kardite
eşlik eder. Sydenham koresi anksiyete, duygu-durum bozuklukları,
obsesif kompulsif belirtiler, dikkat eksikliği ve hiperaktivite belirtileri
veya tiklerle seyredebilen bir nöropsikiyatrik durumdur. Spontan
düzelmekle birlikte şiddetli vakalar için günümüzde pekçok tedavi
yöntemi mevcuttur. Rekürens bildirilmektedir. Rekürrens ve karditi
engellemek için penisilin proflaksisi önerilmektedir. SK, gelişmekte
olan ülkelerde akkiz korenin en sık nedeni olarak kabul edilmektedir.
Asırlardır tanınan bir hastalık olmasına rağmen dönem dönem
alavlenmekte ve önemini korumaktadır. SK ve ARA son yıllarda
azalmakla birlikte ülkemizde hala önemli düzeyde morbidite sebebi
olan bir halk sağlığı sorunudur.
Sydenham’s Chorea (SC) is a neurological movement disorder
that results from antistreptocpccal antibodies cross-reacting with
brain tissues, especially basal ganglia and causing to an inflamatory
reaction. According to the 1992 modified Jones criteria, acute
rheumatic fever is a major criterion and is sufficient evidence on
which to base a diagnosis. SC is frequently seen in the 5-15 years
of age. It appears approximately 6 months later from the attack of
ARF. SC usually continues 4-6 weeks, it may be permanent. Carditis
accompanies SC much more frequently than the other signs of ARF.
SC is a neuropsychiatric disorder that may present with anxiety,
emotional lability, obsessive compulsive symptoms, attention deficit
and hyperactivity symptoms or tics. Most of the cases improve
spontanously and many treatment are available. Recurence is
common. Penisilin prophylaxis should continued to avoid carditis
and recurrence. SC is considered to be the most common cause of
acquired chorea in devoloping countries. Even though it has been
recognized for centuries, it has kept up its importance by periodic
exacerbations. SC and ARF are still declining in recent years in our
country, together with which is a significant cause of morbidity as a
public health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
Hale Borazan, Elmas Kartal, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
AnesthetIc Management Of A PatIent WIth MultIple SclerosIs
Amaç: Multiple skleroz (MS), beyin ve spinal kordon farklı bölümlerinin demyelinizasyonu ve epizodik nörolojik semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Bu olguda, literatürler yardımıyla anestezik yöntemimizi anlatmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Nörojenik mesanesi olan ve mesane taşı için opere edilen primer progresif multiple sklerozlu 42 yaşındaki erkek hasta tartışıldı. Sonuç: Cerrahi ya da genel anestezi gibi stres durumları hastalığı alevlendirebilmektedir. Bu olgunun anestezisinde uyguladığımız desşuran ve remifentanil kombinasyonunu MS’da güvenle kullanılabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Multiple sclerosis (MS), is characterized by demyelination of different parts of brain and spinal cord and episodic neurologic symptoms. In this case report we aimed to present a patient, and highlighting anesthetic management for these patients. Case Report: A 42 year old man who had neurogenic bladder with primer progressive multiple sclerosis undergoing bladder stone operation is discussed. Conclusion: Stress such as surgery or general anesthesia may be associated with an exacerbation of the disease. We thought that to carry out desflurane and remifentanil combination used safely in anesthetic management for MS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Derın Ven Trombozu (dvt) İle Pulmoner Emboli (pe) Arasındaki İlişki Ve Proflaksi
Cevat Özpınar, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Güven Sadi Sunam, Taner Ziylan, Ufuk Özergin, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Derın Ven Trombozu (dvt) İle Pulmoner Emboli (pe) Arasındaki İlişki Ve Proflaksi
The RelatIonshIp Between Deep VeIn ThrombosIs And Pulmonary EmbolIsm And TheIr ProphylaxIs
Ocak 1983-Ocak 1993 tarihleri arasında derin yen trombozu (DVT) tanısı ile kliniğimize kabul edilen 315 hastanın 49'unda pulmoner emboli (PE) tespit DVT'lu hastalardan 4'ü kaybedilmiş olup bunlardan 3'ünün ölüm sebebi pulmoner embolidir. DVT ve PE tanısı konulan hastaların hepsi semp-tomatikti, tanıda klinik ve laboratuar bulgularına dayanıldı. PE'nin asemptomatik DVT`larında da görülebileceği, yine birçok PE'nin de sessiz seyre-debileceği dikkate alındığında DVT ve PE arasındaki ilişkinin ne derece önemli olduğu literatür eşliğinde vurgulandı. DVT riski yüksek olan vakalarda pro-flaksinin öneminden bahsedildi.
Between January 1983-January 1993, 315 pa-tients with deep vein thrombosis were treated in our clinic. In 49 of them pulmonary embolism were present. 4 paiients with pulmonary embolism died in hospital, 3 of them died due to embolism. Ali pa-tients were symptomatic, diagnosis of them were de-pended on clinical and laboratory findings. It was ac-cented that pulmonary embolism may occur on silent thrombosis and the importance of the relation-ship between deep yein thrombosis and pulmonary embolism. Importance of prophylaxis on high risk patients was reminded
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Öğrenim Ve Üniversite Öğrencilerinde Obsesif Kompulsif Bozukluk Yaygınlığı
Nazmiye Kaya, Ali Savaş Çilli, İshak Özkan, Rüstem Aşkın, Metin Telcioğlu, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Öğrenim Ve Üniversite Öğrencilerinde Obsesif Kompulsif Bozukluk Yaygınlığı
The Prevalance Of ObsessIve E-CompulsIve DIsorder (0cd) Among HIgh School And UnIversIty Students
Çalışma 1 Mayıs 1996-31 Aralık 1996 tarihleri ara.s'ında Konya il merkezinde orta okul, lise ve üniversite öğrencileri üzerinde yapıldı. Çalışma 872si (%45.4) kız, 1050'si erkek (%54.6) olmak üzere 1922 öğrenci alındı. Öğrencilere Uluslararası Bileşik Tanı Çizelgesinin (CID1) obsesif kompulsif bozukluk (OKB) alt bölümü uygulandı.DSM-IV tanı kriterlerine göre öğrencilerin %2.5'i OKB .tanısı aldı. OKB ile cinsiyet arasında anlamlı ilişki bu-lunmazken (p>0.05), sosyoekonomik durumu kötü olanlarda (p<0.05), birinci derece akrabalarmda OKB öyküsü olanlarda (p<0.05), sigara, alkol-ilaç kötiive kullananlarda (p<0.0001 ) OKB yaygınlığı anlamlı derecede yüksek bulundu.
This study was performed among high school and university students in Konya hetween 1 May 1996-31 December 1996. Totally 1922, 872 (45.4 %) lemak, 1050 (54.6%) male students were luded in the study. Composed International Di-agnose Interwiev (CIDI) was applied to subjects. According to DSM-IV diagnostic criteria 2.5 % of students were diagnosed as OCD Although there was no relation hetween OCD and sex (p<0.05), the prevalance of OCD was ..signıticantly higher in low economic status (p<0.05), subject with family his-tory of OCD in first-degree relatives (p<0.05) and in cases of cigarette smoking and alcohol-drug ahuse (p<0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Ali Eryılmaz, Said Bodur, Seher Civcik, Yasemin Durduran
Araştırma makalesi
Özeti
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Breast ComplaInts Of Women ApplyIng To Ketem
Konya Kanser Erken Teşhis-Tarama Ve Eğitim Merkezi (KETEM)’ne 2007-2010 yıllarında başvuran kadınların mevcut ve geçirilmiş meme yakınmalarının dağılımı ve demografik değişkenlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. KETEM’in elektronik ortamdaki veri giriş paneline ait bilgiler, çalışma için gerekli olanları süzülerek ve kişisel bilgilerden arındırılarak, Excel dosyası formatında elde edildi. Bağımlı ve bağımsız değişkenler demografik özellikler ve meme şikâyetleriydi. Veriler SPSS ortamına aktarıldı ve analiz edildi. Betimleyici istatistikler kullanıldı. İlişkilerin belirlenmesinde adım adım lojistik regresyon analizi yapıldı. Konya KETEM’e 2007- 2010 yıllarında başvuran ve meme sorgusu yapılan 19600 kadının yaş ortalaması 44±12 yıl olup % 92’si sosyal güvenceye sahipti. Kadınların ilk adet yaşı ortancası 13 yıl, canlı doğum sayısı ortancası 3 çocuk, toplam emzirme süresi ortancası 36 ay idi. OKS kullananların oranı % 9, sigara içenlerin oranı % 7, şişmanlık oranı % 33 ve bitkisel ağırlıklı beslenme oranı sadece % 2 idi. Mamografi çektirme oranı % 32, kendi kendine meme muayenesi yapma oranı % 18’di. Kadınların % 44’ü herhangi bir meme şikâyetine, % 8’i de geçirilmiş meme hastalığı öyküsüne sahipti. Meme yakınması varlığı yaş, boy, canlı doğum sayısı, toplam emzirme süresi ve beslenme tipi ile ilişkili bulunurken, geçirilmiş meme hastalığı boy ve sigara kullanımı ile ilişkili bulundu (her biri için en az p
To determine the distribution and association with demographic variables of breast complaints of women in Early Diagnosis-Scanning and Education Centers (KETEM). Electronically kept data in Konya KETEM was analyzed by omitting personal information via SPSS package software in 2011. Dependent and independent variables were demographic features and breast complaints. Descriptive statistics were used, and logistic regression analysis was performed step by step to define the correlations. Mean age of women applying to KETEM between 2007 and 2010 was 44±12 years, and 92% were of social security. Median age of first menstrual cycle was 13 years, median number of living births was 3, and median total duration of breastfeeding was 36 m. The rates of OKS use, smokers, obesity and vegetative life style were 9%, 7%, 33% and 2%, respectively. The rates of mammography and self-checked breast examination were 32% and 18%, respectively. 44% had any kind of breast complaints, and 8% had a history of experienced breast disease. While the existence of complaints was associated with age, height, number of living births, total breastfeeding duration and type of nutrition, experienced breast disease was related to height and smoking (at least, p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalp Hastalıklı Premature Bebege Radyolojık Yaklasım
Bülent Oran, İsmail Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Kalp Hastalıklı Premature Bebege Radyolojık Yaklasım
Radıologıcal Approach To Premature Baby Wıth Heart Dısease
Sadece fizik muayene bulgulanm dikkate alarak kardiyovaskiiler hastaliklarla, solunum sistemi has-tahklanm birbirinden ayirdetmek bazen cok zordur. PrematUre bebeklerdeki respiratuvar distres bulgulan, konjenital kalp hastaligi, konjestif kalp yetmezligi, hiyalen membran hastahgi, aspirasiyon sendromu, pnomoni, pnOmotoraks, lober amfizeni, pulmoner agenezi veya hipoplazi ye metabolik bir bozukluga bagli olabilir. Geleneksel radyoloji coku zaman klinik tamda bize yarduncidtr. Fetusta duktus arteriyozus genii oidugundan, aorta ye pulmoner arteriyel sistem basinclan e§ittir. Bu yiizden, pulmoner hipertansiyon normal fetal dola§imin bir ozelligidir
It is sometimes very difficult to distinguish between cardiovascular diseases and respiratory diseases, taking into account only physical examination findings. Symptoms of respiratory distress in premature babies may be due to congenital heart disease, congestive heart failure, hyaline membrane disease, aspiration syndrome, pneumonia, pneumothorax, lobar emphysema, pulmonary agenesis or hypoplasia and a metabolic disorder. Traditional radiology has often helped us clinically. From the wider ductus arteriosus to the fetus, the pressure of the pulmonary arterial system to the aorta is equal. Therefore, pulmonary hypertension is a feature of normal fetal circulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Hasan Önner, Mustafa Erol
Araştırma makalesi
Özeti
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of The Integrıty Of Actıve Inflammatıon By Comparıng 18f-Fdg Pet/ct Fındıngs And Neutrophıl-Lymphocıde Rate In Sarocoıdosıs.
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Aim
The decision to start treatment in sarcoidosis is made based on clinical and radiological findings and changes in pulmonary function test findings during follow-up, and more useful tools are needed in treatment management. F-18 fluorodeoxyglucose (18F-FDG) positron required important tomography / computed tomography (PET/CT) contains important information about the extent of sarcoidosis. On the other hand, the neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) opens as a good prognostic marker for tissue-related inflammation. This study evaluated the relationship between the 18F-FDG PET/CT findings of sarcoidosis and NLR and other clinical findings.
Material and methods
The data of the patient who was diagnosed with sarcoidosis after 18F-FDG PET/CT examination in our clinic were retrospectively reviewed. Patients' age, gender, NLR values, smoking status, extrathoracic involvement and symptoms, and 18F-FDG PET/CT findings were compared.
Results
This study consisted of 41 patients. There was a strong correlation between NLR and whole body total lesion glycolysis (TLG), and moderate correlation between MAIA and NLR (r values: 0.852, 0.660, both of them p value: <0.001, respectively). There was a significant difference between the groups showing only thoracic involvement and additional extrathoracic involvement with MAIA, TLG and NLR values (p values,: 0.002, 0.001 and, 0.003, respectively). In the classification made according to the symptoms of the patients, there was no significant difference between the groups with SUVmax, MAIA, TLG and NLR values. Median values were found to be significantly higher in the elderly group (p values: 0.037 and 0.040, respectively). In the classification made according to gender; there was no significant difference in both PET/CT parameters and NLR values.
Conclusion
The close relationship between the NLR value, which is accepted as a prognostic indicator in sarcoidosis, and the 18F-FDG PET / CT findings which show the involvement of the disease in the whole body, may provide the clinician with significant benefits in treatment management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipertansiyon Ve Diabetes Mellitus’da Bazal Gangliyon
ve Talamus Diffüzyon Mr Bulguları
Törel Oğur, Zeynep İlerisoy Yakut, Mehmet Akif Teber, Esra Soyer Güldoğan, Leyla İnce, Aynur Turan, Aydın Kurt
Araştırma makalesi
Özeti
Hipertansiyon Ve Diabetes Mellitus’da Bazal Gangliyon
ve Talamus Diffüzyon Mr Bulguları
DIffusIon MrI FIndIngs Of Basal GanglIa And Thalamus In
hypertensIon And DIabetes MellItus
Hipertansiyon ve diyabetes mellitusta lentikülositriyat ve
talamoperforan arterlerin etkilenmesi ile bazal gangliyon ve talamus
düzeyinde laküner enfarktların geliştiği bilinmektedir. Biz, bu çalışma
ile hipertansiyon ve diyabetes mellitusta, lakuner enfarkt gelişmemiş
bazal ganglion ve talamus ADC (apparent diffusion coefficient)
değerleri ile herhangi bir sistemik hastalığı olmayan bireylerin ADC
değerlerini kıyaslamayı amaçladık. Sadece hipertansiyonu olan 52,
sadece diyabeti olan 8 ve herhangi bir sistemik hastalığı olmayan, baş
ağrısı ya da baş dönmesi gibi nedenlerle beyin MR’ı elde olunan 116
hastada kaudat nukleus, talamus ve lentiform nukleus düzeylerinde
ADC değerleri ölçüldü. Sonuçlar istatiksel olarak karşılaştırıldı.
Sağlıklı bireylerle karşılaştırıldığında diabetik bireylerde, sol
lentiform nukleus için ADC değerleri arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık saptanmıştır (p< 0.05). Hipertansif bireyler ile
sağlıklı bireyler karşılaştırıldığında her iki talamus ve lentiform
nukleus ADC değerleri için istatistiksel olarak anlamlı farklılık
saptanmıştır (p<0.05). Gerek hipertansiyon gerekse diyabetes
mellitus hastalıklarında lakuner enfarkt gelişmemiş olsa bile bazal
gangliyon ve talamus ADC değerlerindeki farklılıklar mikroskopik
düzeyde bir kronik iskemik süreci ya da gelişmekte olan bir laküner
enfarktı yansıtabilir.
It is known that development of lacunar infarcts were seen
due to involvement of lentikulositrial and talamoperforan arteries
in hypertension and diabetes mellitus. In this study, we aimed
to compare ADC (apparent diffusion coefficient) values of basal
ganglia and talamus free of lacunar infarct in patients with diabetes
mellitus and hypertension and individuals who have not any systemic
diseases. Cranial MR imagings of 52 patients with hypertension, 8
patients with diabetes mellitus and 116 patients with a symptom like
headache or vertigo but without any systemic disease were analyzed
for ADC values at the levels of caudat nucleus, thalamus and lentiform
nucleus. Results were evaluated for statistically. Statistically
important difference was found between individuals without systemic
disease and patients with diabetes mellitus for ADC values of left
lentiform nucleus (p< 0.05). Statistically important difference was
determined between hypertensive patients and healthy individuals
for ADC values of both thalamus and lentiform nucleus (p<0.05).
Even there is no distinct lacunar infarct, differences in ADC values
of basal ganglia and thalamus in patients with diabetes mellitus
and hypertension may represent microscopic chronic ischemia or
developing lacunar infarct.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İskemik İnmede Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Gül, Metin Bircan, Abdullah Sadık Girişgin, Başar Cander, Hasan Hüseyin Kozak
Araştırma makalesi
Özeti
İskemik İnmede Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of RIsk Factors In IschemIc Stroke
Amaç: Bu çalışmanın amacı iskemik inme epidemiyolojisi ile ilgili verilere katkıda bulunmaktı. Gereç ve Yöntem: Biz iskemik inme tanısı almış 99 olguyu inme risk faktörleri yönünden inceledik. Hasta ve kontrol grubu inme risk faktörleri açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Hipertansiyon (HT), atriyal fibrilasyon (AF) ve sigara; iskemik inmeli olgularda risk faktörleri olarak kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (P<0.05). Sonuç: Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında iskemik inmeli hastalarda diyabet ve dislipideminin anlamlı risk faktörü olmadığı görüldü (P>0.05).
Aim: The aim of this study was to contribute to the data about the ischemic stroke epidemiology. Material and method: We analyzed 99 patients with ischemic stroke regarding the stroke risk factors. The patients and the controls were compared in respect to stroke risk factors. Results: Hypertension, atrial fibrillation, and cigarette smoking was statistically significant as a risk factor in the stroke group compared with the control group (P<0.05). Conclusion: Diabetes mellitus and dyslipidemia have not been found as significant risk factors in patients with stroke when compared with the control group (P>0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatık Sag Dıafragma Yırtıgı Ye Total Hepatık Hernıasyon
Sami Ceran, Ufuk Tütün, Güven Sadi Sunam, Kazım Gürol Akyol, Tunç Solak, Sadık Özmen, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatık Sag Dıafragma Yırtıgı Ye Total Hepatık Hernıasyon
TraumatIc Total HepatIc HernIa To The RIght Thorax
Konya Devkt Hastanesinden sag 8. interkostal araliktan kapalt su aft' drenajt uygulanarak seek edilen 14 yamda erkek hastantn takibinde ani so-lunum stlantzstntn baylamast uterine yaptlan tet-kiklerinde sag torakstn alt ve orta zorunun ka-panchgt gozlendi. Yap'Ian acil posterolateral sag torakotomi sonrasznda toraks i•ine herniye olufmul karaciger ve kolonun hepatik fleksurast ve bu barsak anst uzerinde daha once uygulanan kapalr tip dre-najina baglz iki perforasyon gozlendi. Yaptlan ult-rasonografi ye akciger grafisinin herni wrist kin yeterli olmayacagt kantszna varildr. To-rakoabdominal kiint travmalar sonrast intratorasik herni olabileceginden miidahale etmeden once blintz'? ekarte edilmesi gerekmektedir.
A 14 - year-old boy was admitted to the in-tensive care unit (ICU) of the Seljuk University Hos-pital because of a traffic accident. He had a chest tube in the middle axiller line of his right thorax on the 8 th. intercostal space. Pulmonary parenchym of the right lung had closed at his chest roentgenogram and ultrasonografi. This patient required an emer-gency operation with his symptoms and laboratory findings. Emergency thoracotomy was performed in the patient which had led to a tear in the right side of diaphragm and intrathoracic migration of the liver, hepatic filexura of the colon and the omentum were seen. Hepatic flexura of the colon had got two perforations. They have to he attentive for diagnosis and treatment after thoracoabdominal blunt trauma. Never forget that some manipulations to diagnosis or treatment may make abdominal viscera destroy in the chest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Batında Yerleşen Kist Hidatiklerin Ultrasonografik Özellıklerı
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Oktay Işık
Araştırma makalesi
Özeti
Batında Yerleşen Kist Hidatiklerin Ultrasonografik Özellıklerı
The UltrasonographIc Features Of AbdomInal Cyst HydatIcs
1986-Kasıtn 1987 tarihleri arasında Cumhuriyet Üniversitesi Tip Fakültesi Radyoloji dalı'na batan ultrasonografisi için gelen hastalardan kist hidatik tanısı koyduğumuz 37 olguda ulstaronografik (US) bulgularımızı postoperatif bulgularla karşılaştırdık. Sonuçlarınızı literatür ışığında tartışarak batın kist hidatiklerinin US özelliklerini ve tanı kriterlerini değerlendirdik
Hydatid cyst was diagnosed in thirty seven cases exatnined by sonography at the Department of Radiology, Medical School of Republic University, Sivas between March, 1986 and November, 1987. Sonographic findins were compared with surgical findings. Ultrasonographic criteria of abdominal cyst hydatides were represented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
PozItIve PredIctIve Value Of UterIne Masses: Us, Bt And Mrı
Amaç: Uterus lezyonlarının ayırıcı tanısında kesitsel radyolojik incelemeler yeni bir çığır açmıştır. Çalışmamızda US, BT ve MRG’nin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya olumlu katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 15 uterus lezyonu alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1 ağırlıklı, T2 ağırlıklı, fat saturasyonlu ve Intravenöz kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalite ile konulan ayırıcı tanılarımızı patolojik tanılar ile karşılaştırdık. Bulgular: Olgularımızın 7'si myom, 3'ü adenomyozis, 3'ü endometrial karsinom ve 2'si servikal karsinomdu. Ultrasonografi İle 15 olgunun 11'ine(%73), bilgisayarlı tomografi İle 12'sine (%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 13'üne (%87) ayırıcı tanı konuldu. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of uterine lesions. We discussed the primary contribution of US, CT, and MRI methods in the diferential diagnosis of uterine masses. Materials and methods: We evaluated the spectrum of US, CT, and MRI findings of the 15 uterine masses. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover, sagittal and axlal T1 weighted as well as T2 weighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium-enhanced MR images of the pelvic region. We compared our radiologic diferential diagnosis with pathologic diagnosis. Results: Seven of 15 cases had myoma, 3 had adenomyosis, 3 had endometrial carsinoma, and 2 had servix carcinoma. Correct diferential diagnosis was established in 11 (73%) out of 15 cases with US, in 12 (80%) with CT, and in 13 (87%) with MRI. Conclusion: MRI is the imaging method best suited for evaluation of uterine lesion than other imaging technigues. Since ultrasonography allows deiiation of the uterine masses in at least two scanning planes, this method should be preferred as the first method of searehing for uterine lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalıklılarda Sinir İletim Çalışması
Bülent Oğuz Genç, Savaş Yaşar, Emine Genç, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalıklılarda Sinir İletim Çalışması
Nerve ConductIon Study In PatIents WIth ChronIc ObstructIve Pulmonary DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (K0A1-1) bulunan 46 hastada (yaş ort:62.63±7.41) kronik solunum yet-mezliğinin motor ve duysal sinir iletimleri üzerine etkisi araştırıldı. Hastaların % 13'ünde klinik ve anamnestik ola-rak nöropati düşündüren bulgular gözlendi, %35'inde ise elektrofizyolojik olarak alt ekstremitelerde ve duysal si-nirlerde belirgin demiyelinizan tipte bir nöropatinin varlığını düşündüren bulgular elde edildi. Yaş, hipokseminin derecesi, hastalık ve sigara kullanım süreleri ile sinir iletim hızlarındaki yavaşlama arasında anlamlı bir korelasyon bulunma& Bu elektrofizyolojik sonuçlar alt ekstremitelerde ve duysal liflerde belirgin olup derniyelinitif etkilenişi düşündürmektedir ve literatürle uyumludur.
Fourty six patients with chronic obstructive pulmonary disease(COPD), mean age 62.63±7.41, were studied to determine the effect of chronic respiratory insufficiency on penpheral sensory and motor nerve conduction. 13% of patients showed clinical symptomps or signs suggestive of neuropathy. Abnormal nerve conduction studles were found in 35% of patients suggesting a predominantly distal and sensory neuropathy of demyelinating type. Age, degree of hypoxemia, duration of disease and cigarette consumption did not significantly correlate with slowing of nerve conduction velocities. These electrophysiologic results are suggestive of a predominantly clistal and sensory neuropathy of demyelinating type that is in agreement with literature knowledge.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
Fahri Halit Beşir, Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Abdullah Belada
Araştırma makalesi
Özeti
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
DIagnosIs And Therapy PlanIng Of ParotId Gland Masses WIth ImagIng TechnIques
Parotis kitlesi ile gelen hastaların tanısında ve tedavinin planlanmasında görüntüleme tetkiklerinin önemi araştırılmıştır. On altı hasta (10 kadın, 6 erkek; 13-75 yaşları arasında; ortalama yaş 41.12±16.97) retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik özellikleri, preoperatif yapılan radyolojik tetkikler, yapılan görüntüleme tetkiklerinde kitlenin lokalizasyonu, karakteristik özellikleri, çevre dokularla ilişkisi ve cerrahi spesmenlerin histopatolojik tanıları gözden geçirildi. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların tamamına benign parotis tümörü tanısı konulup malign parotis tümörü görülmedi. Histopatolojik tanılar 11 hastada (%68.75) pleomorfik adenom iken, 5 hastada (%31.25) Warthin tümörü idi. Parotis kitlesi 8’inde (%50) sağ parotis bezinde diğer 8’inde de (%50) sol parotis bezinde yerleşim gösteriyordu. Hastaların 7’sinda preoperatif ultrason (US) yapılırken, 9’unda bilgisayarlı tomografi (BT) ve 5’inde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılmıştı. Parotiste kitle ile gelen bir hastada ucuz, efektif, ulaşımı kolay, radyasyon içermeyen, non-invaziv, sedasyon gerektirmeyen bir tetkik olduğu için, parotis kitlelerinin büyük bir kısmı süperfisiyal lobdan orijin aldığından ve süperfisiyal lobda yerleşim gösteren tümörleri değerlendirmede etkili olduğu için öncelikle US yapılmalıdır. Derin lob yerleşimli tümörlerde ve maliniteden şüphelenildiğinde BT veya MRG’den birisi tercih edilmelidir. Hasta geldiğinde BT veya MRG’den herhangi biri varsa diğerinin yapılmasına gerek yoktur.
To determine the contribution of imaging techniques for diagnosis and therapy planning of patients with parotid masses. 16 patients (10 female, 6 male; between 13-75 age; mean age 41.12±16.97 years) were evaluated retrospectively. Age, gender, clinical characteristics of patients, imaging studies which were performed preoperatively, location and characteristics of masses and invasion to the surrounding tissue, histopathologic examination of surgery specimens were evaluated in the current study. Histopathologic examinations of specimens revealed that all cases were benign. Histopathologic findings revealed no malignancy. Histopathologically, lesion was diagnosed as pleomorphic adenoma in 11 patients (%68.75) and Warthin tumor in 5 patients (%31.25). The mass was located in left parotid gland in 8 (%50) patients and in right parotid gland in 8 (%50) patients. Preoperative, ultrasound (US) was performed in 7 patients; computed tomography (CT) was performed in 9 patients; magnetic resonance imaging (MRI) was performed in 5 patients. US should be the initial investigation of choice for patients with parotid masses because of superficial location. US is effective, inexpensive, nonradiation, non-invasive, practical and does not require sedation in diagnosis parotid masses. Deeply located tumors and malign tumors should be evaluated with CT or MRI. CT or MRI alone is sufficient for evaluation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik İlişkili Karpal Tünel Sendromunda Kinezyolojik Bantlama Uygulamasının Etkinliğinin Araştırılması
Meryem Kösehasanoğulları, Nihal Yılmaz, Ahmet Karakoyun, İrem Şenyuva, S.görkem Kösehasanoğulları
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelik İlişkili Karpal Tünel Sendromunda Kinezyolojik Bantlama Uygulamasının Etkinliğinin Araştırılması
InvestIgatIon Of The EffIcacy Of KInesIologIcal BandIng In Pregnancy-Related Carpal Tunnel Syndrome
ÖZET
Amaç: Bu çalışmada gebelikle ilişkili karpal tünel sendromunda kinezyolojik bantlamanın semptomlar üzerine etkisinin araştırılması planlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya karpal tünel sendromu nedeniyle Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniğine başvuran ve elektromiyografi ile karpal tünel sendromu tanısı alan , kayıtlarında visuel ağrı skoru, Kısa Form-36, Boston Karpal Tünel Anketi ve Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi değerlerine başvuru ve takip esnasında eksiksiz ulaşılabilen hastalar dahil edildi.
Bulgular: Her iki grupta da ilk visuel ağrı skoru gündüz-gece ve son visuel ağrı skoru gündüz-gece ve ilk ve son Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi arasında anlamlı fark saptandı (p<0,05). Her iki grupta da Boston Semptom Şiddeti Skalasında anlamlı düzelme saptanırken, Boston Fonksiyonel Kapasite Skalasında anlamlı fark saptanmadı. Gruplar arası karşılaştırmada ise Kinezyotape uygulanan hastalarda visuel ağrı skoru gündüz, Kısa Form-36 ağrı parametresi ve Boston Semptom Şiddeti Skalasındaki azalma istatistiksel olarak anlamlı saptandı.
Sonuç: Çalışmamızda kinezyolojik bantlamanın el-el bilek istirahat splintine üstünlüğü net olarak gösterilememesine rağmen ağrı ve semptomlarda azalma ve uyku kalitesinde artış gözlenmiştir. Gebelikte tedavi seçeneklerinin az olması nedeniyle istirahat splintine yanıt alınamayan hastalarda kinezyolojik bantlama aklımızda bulunmalıdır.
ABSTRACT
Objective: The aim of this study was to investigate the effects of kinesiological banding on symptoms in carpal tunnel syndrome associated with pregnancy.
Materials and Methods: Patients who were admitted to the Physical Therapy and Rehabilitation Clinic due to carpal tunnel syndrome and who were diagnosed with carpal tunnel syndrome by electromyography and who were able to reach the visuel analog score, Short Form-36, Boston Carpal Tunnel Questionnaire and Pittsburgh Sleep Quality Index values were included in the study.
Results: In both groups, there was a significantly difference between the first visuel analog score day-night and the last visuel analog score day-night and first and last Pittsburgh Sleep Quality Index (p<0,05). While there was a significantly improvement in the Boston Symptom Severity Scale, there was no significantly difference in Boston Functional Capacity Scale. In the comparison between the groups, visuel analog score day, Short Form-36 pain parameter and decrease in Boston Symptom Severity Scale were found statistically significant.
Conclusions: In our study, although the superiority of kinesiological banding on hand-wrist rest splint could not be clearly shown, decreased pain and symptoms and an increase in sleep quality were observed.The kinesiological banding should be in mind in patients who have no response to resting splint because of low treatment options during pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Yahya Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Erken Gebelıkte Akut Mıyokart Infarktusti
Acute MyocardIal InfarctIon DurIng Early Preg-Nancy
37 ya§inda harm. anteroseptal bOlgede akut mi-yokart infarktiisii (AM!) lie koroner yogun bakim iinitesinde yattrrldr. Son adet kanamasunn 01- madrgou burada farketti. Yaptirrlart test sonunda ge-belik oldugu anlapich. Gebeligin ilk aymdaydr. in-farktusiin akut doneminde komplikasyon olmadt. Sonraki aylarcla yaprlan takiplerinde rahattr. drizenli kullanrldi. Gebeligin sekizinci ayinda 1800 gr dogum agirlikli vaginal yoldan prernatiir dogum oldu. Gehe hammlarm gogiis agrilarr miyokart in-farktiisli yOniinden iyi degerlendirilmeli, yac, hi-pertansiyon, sigara igme, fazla kilo, wile oykiisii gihi risk faktorleri araorrilmaltchr.
A 37 - year old woman was admitted to the co-ronary care unit (CCU) with the diagnosis of acute anteroseptal myocardial infarction. Three days post admission to the coronary care unit upon history of her menstrual status a pregnancy test was done and found to he positive. Her CCU care was continued and discharged without any complications. Her later phases of pregnancy was uneventful and underwent premature vaginal delivery at 8 months. This re-inforces the idea of close follow up of pregnant women with respect to possible angina pectoris if history reveals hypertension, diabetes. SMDking. overweight and other risk factors of myocardial in-farction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
Müslim Yurtçu, Mustafa Yaşar Özdamar, Nilifer Gürbüzer, Bahattin Aydoğdu, Hacı Hasan Esen, Engin Günel
Olgu sunumu
Özeti
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
IntussusceptIon AssocIated WIth NecrosIs And PerforatIon After HenochschönleIn Purpura
Amaç: Henoch-Schönlein purpurası (HSP) tanısı konmuş sekiz yaşındaki erkek çocukta, alerjik vaskülit, eritematöz makülopapüler döküntüler, rektal kanama, karın ağrısı ve invajinasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişimi literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Sekiz yaşında erkek hasta altı günden beri mevcut olan bulantı, safralı kusma ve özellikle alt ekstremitelerde yaygın makülopapüler döküntüleri nedeniyle konsülte edildi. Derinin histopatolojik incelemesinde HSP bulguları saptandı. Karın muayenesinde yaygın hassasiyet ve distansiyon, hipoaktif barsak sesleri ve nazogastrik tüpten bol miktarda (24 saatte 800 ml) safralı drenajla karakterize akut karın bulguları tespit edildi. Ağır peritonit bulguları ve hastanın genel durumunun kötü olması nedeniyle perforasyon riski olabileceğinden pnömotik ve hidrostatik redüksiyon denenmedi. Preoperatif resüsitasyon sonrası acil operasyona alındı. Eksplorasyonda tüm barsaklarda invajinasyona bağlı ödem ve yer yer dolaşım bozukluğu bulguları mevcuttu. ‹leoçekal valvin 10 cm proksimalinden başlayan yaklaşık 20 cm.lik barsak segmentinde nekroz tespit edildi; bu segment rezeke edilerek ileostomi yapıldı. Postoperatif 11. gün eviserasyon ve brid ileus gelişen hasta, ikinci kez acil ameliyata alınarak bridektomi yapıldı ve aynı seansta ileostomisi kapatıldı. İleostomi kapatılmasından 16 gün sonra hasta şifa ile taburcu edildi. Sonuç: HSP akut karın nedeni olarak seyrek görülmesine rağmen, bu hastalıkta çok ciddi barsak komplikasyonlarının görülebileceği unutulmamalıdır.
Aim: We aimed to evaluate surgical procedure carried out to an 8 years old child, clinically diagnosed as Henoch-Schönlein Purpura (HSP), undergoing intussusception repair, because of allergic vasculitis, erythamatose maculopapuler rashes, rectal bleeding, abdominal pain and intussusception, under the light of literature data. Case Report: An eight years old and a male child was consultated because of his biliary vomiting, nausea and diffuse maculopapuler rushes which were localised especially in lower extremites. The symptoms of HSP were observed at histopathologic examination of skin. On examination, the symptoms of acute abdomen, which were characterised with diffuse tenderness and distansion, hipoactive intestinal sounds and abondant biliary drainage from nasogastric tube, were identified. The pneumatic and hydrostatic reductions were not performed because of the risk of perforation due to severe peritonitis and his poor general condition. The patient was operated on after preoperative resuscitation. During the explorative laparatomy, edema and the symptoms of insufficient vascularisation in all intestinum were present. Also, it was observed that approximately 20 cm’s intestinal segment which begins from 10 cm proximal of ileocaecal valve, had been necrotic and ileostomy was carried out after resecting this segment. Meanwhile, it was observed that the whole intestine was edematous and localised blood circulation was distorted in some areas. The patient was operated on to make bridectomy when evisceration and brid ileus occurred on postoperative eleventh day, and the ileostomy was closed at the same session. The patient was delivered with complete recovery 16 days after closing of ileostomy. Conclusion: Although HSP is rarely seen as the cause of acute abdomen, too serious complications of this disease must be kept in mind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
Ganime Dilek Emlik, Ali Erbay, Demet Kıreşi, Orhan Demir, Serdar Karaköse
Araştırma makalesi
Özeti
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
EffectIvIeness Of The RadIologIc ImagIng Methods In The DIagnosIs Of The VertebrobasIllar InsuffIcIency
Amaç: Vertebrobasiller yetmezlik (VBY), özellikle ileri yaş grubunda görülen, nonspesiŞk semptomlara sahip klinik bir sendromdur. Amacımız VBY tanısında yüksek duyarlılık ve seçiciliğe sahip, maliyeti uygun, hastaya mümkün olduğunca zarar vermeyen radyolojik yöntemleri belirlemek ve bunların etkinliğini tartışmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda VBY semptom ve bulguları bulunan, yaşları 18-79 yaş arasında değişen 40 hasta grubu ile yaşları 25-72 yaş arasında değişen 20 kontrol grup vakası değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubundaki olgulara RDUS, boyun MRA, kranial MR tetkikleri yapıldı. RDUS ile vertebral arterlerin (VA) sadece ekstrakranial segmentleri ( V1-V2 ) incelendi. Bulgular: RDUS ile her iki VA çapları ve sistolik- diastolik hızları hasta ve kontrol grubunda ayrı ayrı karşılaştırıldı. Her iki grupta da sol VA ortalama çapı, sağa göre daha geniş izlendi. Hızlar karşılaştırıldığında, hasta grubundaki sol VA sistolik ve diastolik hız ortalamaları kontrol grubuna göre daha yüksekti. RDUS ile 9 hastaya oklüzyon, 5 hastaya kink veya stenoz, 6 hastaya sadece hipoplazi, 2 hastaya yetersiz akım tanıları kondu. Ayrıca distal segmentlerde oklüzyon veya stenozu bulunan 3 olguda, RDUS’de indirekt bulgular izlendi. MRA ile 14 hastaya oklüzyon, 4 hastaya stenoz, 6 hastaya kink, 6 hastaya sadece hipoplazi, 4 hastaya sadece tortiozite, 1 hastaya fenestrasyon tanısı kondu. 5 hastanın MRA’sı normaldi. Posterior dolaşım iskemisini ortaya koymak için, kranial MR tetkikleri yapıldı ve 7 hastada iskemi- infarkt izlendi. Sonuç: VA’ların sadece ekstrakranial patolojileri değerlendirildiğinde, RDUS’nin MRA’ya göre duyarlılığını yaklaşık % 81.5, seçiciliğini yaklaşık % 84.6 olarak bulduk. Tüm VBS patolojileri yönünde değerlendirildiğinde MRA’ya göre RDUS’nin duyarlılığını % 57.1, seçiciliğini % 60 olarak bulduk.
Aim: Vertebrobasillar insufficiency (VBI) is a common problem of elderly patients. However, diagnosis of VBI is generally difficult. The aim of this study was to determine the findings and efficiencies of MRA and CDUS in the diagnosis of VBI. Material and Method: We examined 40 patients (20 men, 20 women, mean age: 54.83±14.36 years) having signs and symptoms of VBI and 20 controls of the same age and sex. All of the patients, underwent cervical MRA, CDUS, cranial MRI. The diameter measurements and systolic and diastolic flow velocities of the vertebral arteries were compared between study and control group. Posterior circulation was also evaluated by cranial MRI in patients with VBI. Results: By CDUS, 9 patients with oclusion, 5 patients with kink or stenosis and 6 patients with only hypoplasia, and 2 patients with insufficient flow were diagnosed. MRA showed occlusion in 14 patients, stenosis in 4 patients, kink in 6 patients, tortuosity in 6 patients, and fenestration in one patient. MRA of the remaining 5 patients were normal. Cranial MRI of 7 patients was abnormal. On MRA, there was distal oclusion in five out of 14 patients having oclusion. CDUS showed low velocity and high resistance in the extracranial segment of these vessels. Conclusion: When only the extracranial pathologies of vertebral arteries were in concern, CDUS specifity was 81,5% and sensitivity was 84,6% according to MRA. If all the vertebrobasillary system pathologies were in concern CDUS sensitivity and specifity according to MRA were 57,1% and 60%, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
ObsessIve CompulsIve DIsorder In BIpolar DIsorder
Yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmektedir. Bipolar bozuklukta obsesif kompulsif bozukluk en sık rastlanan anksiyete bozukluğudur ve görülme sıklığı %9-35 olarak bildirilmektedir. Eştanılı anksiyete bozukluğunun olması bipolar hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerini etkilemektedir. Bu hastaların tedaviye yanıtlarının düşük olduğu, psikotik ve karma epizotların fazla olduğu, madde kullanımı ve suisidal girişimlerinin yüksek olduğu ve hastaneye yatış oranlarının daha fazla olduğu belirtilmektedir. Son yıllarda yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta (BPB)eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmesine karşın eştanılı durumlarda sosyodemografik, klinik ve tedaviye cevap ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Bu konuya ışık tutmak amacıyla BPB ve OKB eştanısı olan bir olgunun klinik özelliği ve tedavi süreci sunulmuştur. Literatürde bildirilenlerin aksine olguda obsesif kompulsif semptomların manik dönemde agreve olması ilginç bulunarak hazırlanmıştır.
Epidemiological and clinical studies have shown that comorbidity rates in bipolar disorder are quite high. Obsessive compulsive disorder is the most frequently encountered anxiety disorder in bipolar disorder and its frequency is reported as 9-35%. The existence of comorbidity anxiety disorder affects sociodemographic and clinical features of bipolar patients. It has been reported that the response to the treatment in these patients is low, psychotic and mixed episodes are excessive, substance use and suicidal attempts are high and hospitalization rates are higher. Although comorbiditiy rates are high in bipolar disorder in the epidemiological and clinical studies performed recently, studies on sociodemographic, clinical and response to the treatment in comorbidity conditions are limited. In order to shed light to the issue clinical features and treatment process of a case with comorbidity of bipolar disorder and obsessive compulsive disorder has been presented. On the contrary to the facts reported in the literature, the case was presented since it was found interesting that obsessive compulsive symptoms in manic period were aggressive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acil Servise Şuur Değişikliği İle Başvuran Hastaların Infrascanner Cihazı İle Değerlendirilmesi
Başar Cander, Birsen Ertekin, Zerrin Defne Dündar, Tarık Acar, Izzettin Ertaş, Feridun Koyuncu, Mehmet Okumuş, Metin Bircan
Araştırma makalesi
Özeti
Acil Servise Şuur Değişikliği İle Başvuran Hastaların Infrascanner Cihazı İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of PatIents Who AdmItted To Emergency ServIce WIth Altered State Of ConscIousness UsIng The Infrascanner DevIce
Acil servise şuur değişikliği ile başvuran hastalarda hem zaman yönetimi hem de doğru tanıyı koyma sağ kalım açısından oldukça önemlidir. Travmatik beyin hasarlı hastalarda gelişen intrakraniyal hematomun erken tanısı ve müdahalesi başarılı bir tedavi için esastır. Bu nedenle çalışmamızda noninvaz iv ve hızlı bir yöntem olan infrascanner cihazının intrakraniyal kanama tespitini araştırmayı amaçladık. 01 Mart - 08 Nisan 2010 tarihleri arasında hastanemiz acil servisine şuur değişikliği şikayeti ile başvuran 38 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar, acil servise başvurdukları anda cihazın kullanımı için eğitim almış acil tıp asistanları tarafından infrascanner cihazıyla kanama açısından araştırıldı. Hastaların 20’si (%52.6) erkek ve 18’i (%47.4) bayan idi. Yaş ortalamaları 51.8±23,2, glaskow koma skalası (GKS) 10.6 (15-3) idi. Hastaların acil serviste infrascanner cihazı ile değerlendirilmesi için geçen süre olay anından itibaren ortalama 5.2 (0.5-45) saat iken beyin Bilgisayarlı Tomografi (BT) ile değerlendirme için geçen süre ortalama 6.3 (1- 47) saat idi. Hastaların çekilen beyin BT’sinde 22’sinde (%57.9) kanama varken, 16’sında (%42.1) kanama tespit edilmemiştir. Infrascanner cihazı ile yapılan değerlendirme de ise 24 (%63.2) hastada negatif, 14 (%36.8) hastada pozitif değerler saptanmıştır. İnfrascanner cihazının intrakraniyal kanama tespitinde sensitivitesi %63.6, spesifisitesi %100, pozitif prediktif değeri %100 ve negatif prediktif değeri %66,7 olarak bulunmuştur. İnfrascanner cihazının ileri görüntüleme yöntemlerine ihtiyaç duyan hastaları belirlemede semptom ve nörolojik muayeneye ek olarak faydalı klinik bilgiler sağladığı görülmektedir. Tespit edilen yüksek spesifisite değeri, infrascanner cihazı ile kanama tespit edilen hastaların mutlaka ileri tetkik ile değerlendirilmeleri gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Time management and making a correct diagnosis are very important for survival of patients with altered state of consciousness. In our study, we aimed to determine the value of the infrascanner device, which is a non-invasive and a fast method in detection of intracranial hemorrhage. A total of 38 patients who had been admitted to the emergency department of our hospital with the complaint of altered state of consciousness were included in the study. The patients underwent investigations with regard to hemorrhage immediately after admission using the infrascanner device by trained residents of emergency medicine. 20 (52.6%) of the patients were male. The mean age was 51.8 years and the Glasgow Coma Scale was 10.6 (15-3). While hemorrhage was detected on cerebral CT in 22 (57.9%) patients, it was not detected in 16 (42.1%). In the infrascanner device examination, negative results were detected in 24 (63.2%) patients and positive results were detected in 14 (36.8%) patients. The sensitivity of the infrascanner device was found to be 63.6%, specifity was found as 100%, the positive predictive value was found as 100%, and the negative predictive value was found as 66.7%. The results obtained from the study indicate that the infrascanner device provided beneficial clinical data in addition to symptoms and neurological examination in patients who required further imaging procedures. The high specificity puts forth that patients in whom hemorrhages are detected using the infrascanner device, should definitely be evaluated with further tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
Tamer Baysal, Sevim Karaaslan
Derleme
Özeti
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
The HematologIcal SIgn And ComplIcatIons Of CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Amaç: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklarında hematolojik belirti ve bulgular derlenmiştir. Ana bulgular: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı hastalarda hematolojik yan etkilerin görülme ihtimali yüksektir. Polisitemi, trombositopeni, faktör eksiklikleri, demir eksikliği anemisi ve yaygın damariçi pıhtılaşması gibi birçok bulgu ve belirtiler bildirilmiştir. Siyanotik doğumsal kalp hastalarında azalmış arteriyel oksijen saturasyonu hemoglobin ve hematokrit değerlerinde kompanzatuar artışlara yol açar. Eritrositoz siyanotik doğumsal kalp hastalarında yeterli oksijenizasyonu sağlamak için ortaya çıkan bir cevaptır. Ancak hematokrit değerleri çok artmış hastalarda hiperviskozite bulguları ortaya çıkabilir. Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklarda demir eksikliği hemoglobin değerleri yüksek olduğu için gözden kaçabilir. Hemostatik anormalliklerin zamanında tespiti ve uygun tedavi yaklaşımları ile yan etkiler azaltılabilir. Sonuç: Siyanotik doğumsal kalp hastalığı olan çocuklar hem tromboz hem de kanamaya eğilimlidir. Bu çocukların hematolojik açıdan takipleri az ilgi çekmektedir. Bu hastalara yönelik olarak pratik tedavi yaklaşımları geliştirilmediği için siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklara yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: This review sought to determine the relationship between cyanosis and hematological signs and findings. Main finding: Patients with cyanotic congenital heart disease are succeptible to develope hematological side effects. Several findings, including polycytemia, thrombocytopenia, factor deficiencies, iron-deficiency anemia and disseminated intravasculary coagulation have been reported. Decreased arterial oxygen saturation in cyanotic congenital heart disease causes compensatory kurise in hemoglobin and haematocrit levels. Erythrocytosis is an adaptive response to improve oxygen transport in cyanotic congenital heart disease. However, at highly increased haematocrit levels patients may experience hyperviscosity symptoms. Iron-deficiency in cyanotic congenital heart disease patients is often overlooked due to elevated hemoglobin concentrations. The detection of a hemostatic abnormality and its correction by appropriate therapy are likely to minimize the side effects. Results: Children with cyanotic congenital heart disease are prone to both thrombosis and hemorrhage. Hematological management of cyanotic congenital heart disease has received little attention. The lack of practical therapeutic guidelines forced us to consolidate our observations on patients with cyanotic congenital heart disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasık Extrapulmoner Neurofibroma
Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Sami Ceran, Ufuk Özergin, Aydın Şanlı, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasık Extrapulmoner Neurofibroma
IntrathoracIc Extrapulmonary NeurofIbroma
Bu makalemizde neurofibrornalt bir kadui hasta takdini edildi. Radyolojik incelemede sol hemitoraks apexinde kenarlart diizgiin. homojen kitle goriilmesi fizerine neural tumor olabilecegi on tarusi ile sal thorakotomi uygulandi. Sol apexte ektrapulmoner olarak tespit edilen kitlenin histopatolojik tet-kiklerinin sonucu neurofibrorna olarak geldi. Postop herhangi !fir komplikasyon goriilmedi.
Ion our artichle, afamale women with ne-urofibroma was presented. Radiological and Cli-nical diagnosis could not been made preoperatively. Neurofibroma has been diagnosed with his-topathological examination of specimen taken at operation. Complication was not seen during the postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Semi Ozturk, Sefa Tatar, Mehmet Akif Düzenli, Cevat Kırma
Araştırma makalesi
Özeti
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
MyocardIal Injury Non-Related AtherosclerotIc Plaque DIsruptIon In PatIents Younger Than 40 Years Old
Amaç: Koroner arter hastalığı nedenli miyokard infarktüsü (MICAD), miyokardiyal hasarın önde gelen nedenidir. Aterosklerotik plak bozulmasına bağlı olmayan miyokardiyal hasar (MICAD olmayan) nadir ve heterojen bir tanıdır. Genç hasta popülasyonunda MICAD iyi bilinmesine rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasar tam olarak tanımlanmamıştır. Çalışmamızda 40 yaşından genç hastalarda MICAD olmayan miyokardiyal hasarın prevalansı, etiyolojisi ve beş yıllık mortalitesini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Ocak 2010 ile Aralık 2014 arasında 40 yaşından genç akut miyokardiyal hasarı olan 292 hastayı retrospektif olarak çalışmamıza dahil ettik. Klinik, demografik, laboratuvar, anjiyografik özellikler ve beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD olmayan miyokardiyal hasar (n = 78) ve MICAD (n = 214) hastaları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta yaşlarının medyan değeri 36 idi. MICAD olmayan grup, MICAD grubundan daha gençti [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. MICAD olmayan grupta kadın hastaların oranı, MICAD grubuna göre daha yüksekti (% 24.4'e karşılık % 10.3). MICAD olan hastaların çoğu ST elevasyonlu MI (% 77.1) ile başvururken, MICAD olmayan hastaların çoğu ST elevasyonu olmayan MI ile (% 89.7) başvurdu. MICAD olmayan miyokardiyal hasarın en sık görülen etiyolojileri miyokardit (% 32) ve vazospazm (% 9) idi. Yaş, kadın cinsiyet, sigara içmemek ve dislipidemi yokluğu, MİCAD olmayan miyokardiyal hasar için bağımsız öngördürücülerdi. MICAD olmayan grupta beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD grubundan anlamlı derecede daha düşüktü (% 2.6'ya karşılık% 10.3) (log-rank testi p = 0.04).
Sonuç: MICAD olmayan miyokardiyal hasar, farklı yaşlarda farklı etiyolojilere sahip heterojen bir grup hastayı temsil etmektedir. MICAD olmayan grubun düşük mortalite oranına rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasarın yönetiminde farklı tanı ve tedavi stratejileri gerekmektedir.
Backround: Myocardial infarction with coronary artery disease (MICAD) is the leading cause of myocardial injury. Myocardial injury non-related to atherosclerotic plaque disruption (non-MICAD) is a rare and heterogeneous diagnosis. Although MICAD is well studied, non-MICAD was not thoroughly identified in young patient population. We aimed to investigate the frequency, main etiologies, and five-year mortality of patients with non-MICAD younger than 40 years.
Methods: We retrospectively enrolled 292 patients with acute myocardial injury younger than 40 years between January 2010 and December 2014. Clinical, demographic, laboratory, angiographic features, and five-year all-cause mortality were compared between patients with non-MICAD (n=78) and MICAD (n=214).
Results: Median age of patients was 36. Non-MICAD group was younger than MICAD group [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. The frequency of female patients with non-MICAD was higher than those with MICAD (24.4% vs 10.3%). Most of the patients with MICAD presented with STEMI (77.1%), while most of the patients with non-MICAD presented with non-STEMI (89.7%). Most common etiologies of non-MICAD in were myocarditis (32%) and vasospasm (9%). Age, female sex, no smoking and, absence of dyslipidemia were independent predictors for non-MICAD. Five-year all-cause mortality in non-MICAD group was significantly lower than MICAD group (2.6% vs 10.3%) (log-rank test p=0.04).
Conclusion: Non-MICAD represents a heterogeneous group of patients who had varying etiologies at different ages. Despite the lower mortality rate of non-MICAD group, different diagnostic and treatment strategies are required for management of patients with non-MICAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Özlem Düzenli, Ganime Dilek Emlik, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Ct And MrI FIndIng Of Langerhans Cell HIstIocytosIs DIsease
Langerhans hücreli histiyositoz, kemik iliği kökenli Langerhans hücresinin anormal çoğalması ile karakterize ve nedeni bilinmeyen bir hastalık grubudur. Bu çalışmada nadir görülen akciğer, yaygın kemik, hipofiz, dalak tutulumu olan ve biyopsi sonucu Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşen iki yaşındaki erkek olgunun BT ve MR bulguları sunulmuştur. Öksürük, ateş, kusma, ishal, solukluk, halsizlik, ve ciltte döküntü yakınmaları ile hastaneye başvuran 2 yaşındaki erkek çocuğun akciğer grafisinde her iki akciğerde retikülonodüler infiltrasyon gözlendi. Toraks BT’de akciğer parankim alanlarında yaygın mikro ve makronodüler karakterde infiltratif lezyonlar ile direkt grafi, BT ve MR tetkiklerinde kafatasında, vertebralarda, iliak kemiklerde yaygın litik lezyonlar görüldü. Hipofiz MRG’de ise T1A görüntülerde nörohipofize ait hiperintensite izlenmedi ve stalkta hafif kalınlaşma vardı. Batın BT’de ise dalakta hipodens nodül saptandı. İliak kemikten yapılan biyopsi ile Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşti. BT ve MRG’de yaygın akciğer,kemik,hipofiz bezi,dalak tutulumu tespit edilen olgularda Langerhans hücreli histiyositoz ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir
Langerhans cell histiocytosis is a group of idiopathic disorders characterized by the abnormal proliferation of specialized bone marrow-derived Langerhans cells. In this report, we present a rare case of Langerhans cell histiocytosis with CT and MRI in a 2 yearold-boy who developed symptomatic diabetes insipidus and multiple bone ,cranial, lung and spleen metastases during the disease course. A 2-year-old male patient was hospitalized due to complaints of cough, fever, vomitting, diarrhea, achromasia, weakness and rash. Chest X-ray revealed reticulonodular infiltration in both lung fields. Thorax CT revealed diffuse micro and macro nodular type infiltration in both lung parenchyma. On CT and MRI revealed common lytic lesion of skull, vertebra and iliac bone. There are infundibular thickening and absence of posterior pituitary intensity on MRI of pituitary gland. The spleen involvoment is determined by abdominal CT. The diagnosis is confirmed with biopsy of iliac bone. Langerhans cell histiocytosis should be in the differential diagnosis in children having widespread lung, bone, pituitary gland, and spleen involvement on MRI and CT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Alanagement Of TIhIaI Shaft Fraclures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde 1983 ve 1989 yılları arasında tibia cisim kırığı olan 133 hasta tedavi edildi. Çeşitli tedavi metodları ile tedavi edilen 133 hastanın 96 kapalı, 44 açık tibia cisim kırığı bu retrospektif çalışmaya konu edildi. Hastaların tedaviye başlandığı yaşı en az 13, en fazla 72, ortalama 32 yaş idi. 96 hastada yalnız tibia cisim kırığı varken, diğer 37 hastada ilave yaralanmalar tespit edildi. 7 hastada ise bilateral tibia kırığı vardı. Trafik kazaları en fazla kırığı oluşturan sebep olmuştur. Hastalar en az kırığın klinik ve radyolojik iyileşmesine kadar takip edildiler. Yapılan değerlendirmede, tibia kırıklarının kapalı ve cerrahi metodlarla tedavisi sonucu oldukça tatminkar sonuçlar elde edildi.
A retrospeetive study was done of the treatrnent of closed and open fractures of the tibia in 133 patients with 140 fractures. These patients vith shafi fractures of tibia were treated at the Department of Orthopaedics and Trawıatology of the Selçuk Oniversitiy Hospital, between 1983 and 1989 The mean oge al initiation of treatrnent was 32 years. Their ages ranged from 13 to 72 years old. ln all, 96 fractures were closed and 44 were opera. Traffic accidents were the most cause of the injury. In 96 patients, the tibial fracture was the only inju.ry, i,x 37 patients other injuries also were present. 7 patients had bilaterall tibial fractures. The patients were followed al least unlu/ to clinical and radiographical union of the fracture. Iri (his series, the overall succes rates in healing of the fractures with open and closed method_v were highly satisfactory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Telenjiektatik Osteosarkoma
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Salim Güngör, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Telenjiektatik Osteosarkoma
TelangIectatIc Osteosarcoma : A Case Report
Telenjiektatik osteosarkomlarda, radyolojik olarak minimal .sklerozla beraber, osteolitik ve deskniktif görünüm vardır. Mikroskopisinde; ince fibröz septalarla ayrılmış, kanla dolu kitik boşluklar ve septalarda sarkom hücreleri izlenir. Telenjiektatik osteosarkomların, yaş ve cinsiyet dağılımı, klinik bulgu ve semptomlan diğer osteosarkomlarla benzerlik gösterir. Femurun proksimal metafizine yerleşmiş bir telenjiektatik osteosarkom vakası sunularak, ilgili literatür gözden geçirildi.
The radiologic apperance of telangiectatic osteosarcoma is usually a osteolitic and destructive lesion with only minimal ituralesional sclerosis. Histologically, large cvstic blood spaces seperated bv thin fibrous septa and lined .sarcoma cell were noted. The age and sex distnibition or clinical signs and semptoms are the same as those of ordinaty osteosarcomas. An example of telangiectatic osteosarcoma, localised on the proximal pan of femur has been presemed. The new siglus on the entity has been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Murat Koşan, Tufan Çiçek, Bülent Öztürk, Hakan Özkardeş
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Kistlerinin Laparoskopik Dekortikasyonunda Ultrasonik Enerji Kullanımı: Etkin Ve Güvenilir Bir Yöntem
UsIng Laparoscop DecortIcatIon Of Renal Cyst WIth UltrasonIc DevIce: A Safe And EffectIve Method
Toplumda sık olarak gözlenen basit böbrek kistleri genellikle asemptomatikdirler ancak bazen yan ağrısı, hipetansiyon, idrar yolu enfeksiyonu ve toplayıcı sisteme bası gibi semptomlar verirler. Laparoskopi bu kistlerin tedavisinde iyi tanımlanmış bir yöntemdir. Bu çalışmada laparoskopik kist dekortikasyonu sırasında ultrasonik enerjinin güvenilirliği ve etkinliği gösterilmek istenmiştir. Kliniğimizde ocak 2006 ve şubat 2010 yılları arsında toplam 14 hastaya böbrek kisti nedeniyle transperitoneal laparoskopik kist dekortikasyonu uygulanmıştır. Periton içine girildikten sonra told hattı açılmış gerota fasyası açılarak kist ortaya konulmuştur, daha sonra kist duvarının kesme ve mühürleme işleminde ultrasonic enerji ile çalışan harmonic™ cihaz kullanılmıştır. Hastaların ortalama yaşı 58.1 idi ve hastaların 8’si kadın 6’sı erkek idi. Operasyon süresi 59.2 hastanede kalış süresi ort 1.57 olarak bulundu. Hiç bir hastada 4. trokara ihtiyaç kalmadan operasyon tamamlandı ve hiç bir hastada komplikasyon gelişmedi. Uzun dönem takiplerinde 1 hastada semptomatik nüks görülürken yine 1 hastada radyolojik nüks gözlendi. Ultrasonik enerji kullanarak laparoskopik kist dekortikasyonun etkin ve güvenilir bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz ancak diğer enerji kaynaklarınıda değerlendirecek karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Simple renal cysts are asymptomatic incidental findings; however, for a small subset of benign renal cysts, patients may present with pain, hematuria, urinary infection, pyelocaliceal obstruction or hypertension. Laparoscopic cyst ablation is an effective minimally invasive modality for the treatment of benign renal cyst. Our aim was to show the ultrasonic energy safe and effective method during laparoscopic renal cyst excision. In our clinic 14 patients underwent operated laparoscopic renal cyst excision with transperitoneal approach between January 2006 and February 2010. Trocar port for camera was inserted to the peritoneum in order to open the told line, gerato fascia and fat over the cyst. Harmonic™ scissor with the cautery was used to incise the cyst wall. Mean age of the patients was 58,1 years. Mean operation and hospitalization times were 59,2 minutes and 1,57 days, respectively. We did not need the fourth trocar during operation and the operation was finished. There was no complication in this procedure. Mean follow-up time was years. In long-term follow-up period symptomatic recurrence was observed in one patient and someone else be observed radiologic recurrence. We believe that using ultrasonic device is safe and effective method in laparoscopic cyst decortication. However, prospective controlled trials are needed to evaluate the other energy sources.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epistaksis İle Başvuran Olgularda Kanama Diyatezi Oranı Ve Pediatrik Kanama Skorunun Tanıdaki Değeri
Nergiz Öner, Gürses Şahin, Şule Yeşil, Burçak Kurucu Bilgin, Emre Çapkınoğlu, Azize Ceren Kılcı, Şeyma Ünüvar Gök, Ali Fettah
Araştırma makalesi
Özeti
Epistaksis İle Başvuran Olgularda Kanama Diyatezi Oranı Ve Pediatrik Kanama Skorunun Tanıdaki Değeri
The DIagnostIc Value Of BleedIng DIathesIs Rate And PedIatrIc BleedIng Score In PatIents PresentIng WIth EpIstaxIs
Amaç: Epistaksis çocukluk yaş grubunda sık görülen bir durumdur. Ancak bu şikayet ile başvuran çocuklarda altta yatan kanama bozukluklarına tanı konulması önemlidir. Hastalarda kanama bozukluğu olup olmadığını belirlemek için birinci basamak sağlık hizmetlerinde kullanılacak basit yöntemlere ihtiyaç vardır.
Bu çalışmanın amacı, epistaksis ile başvuran hastaları pediatrik kanama anketi ile değerlendirmek ve semptomatik ancak başlangıç hemostatik testleri normal olan hastaların tanısal değerini belirlemektir.
Gereç ve yöntemler: Çalışma grubuna burun kanaması olan 77 çocuk, kontrol grubuna 20 sağlıklı çocuk dahil edildi. Değerlendirme için Pediatrik Kanama Anketi (PBQ) kullanıldı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların % 19,4'üne (n = 15) kanama diyatezi (vWh: 10, nadir faktör eksikliği: 5) tanısı konuldu. Hastaların ortalama başvuru yaşı 8,99 ± 3,42 (3-17) yıldı. Otuz yedi’si (%48) kız, 40’ı erkekti. PBQ epistaksis skoru açısından kanama diyatezi olanlar ve olmayanlar arasında istatistiksel olarak fark yoktu, genel skor istatistiksel olarak farklı olmamakla birlikte kanama diyatezi olan grupta daha yüksekti (p>0,05). Kutanöz kanama skoru kanama diyatezi olan grupta daha yüksekti ve istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p:0,004) (ED: 0,62).
Sonuç: Bu çalışma, birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran epistaksisli hastalarda pediatrik kanama anketinin kullanılabileceğini ve yüksek genel skor ve kutanöz kanama skorlu hastalardan ileri araştırmalar için hematoloji konsültasyonu istenmesi gerektiğini göstermiştir.
Objective: Epistaxis is a common condition in the childhood age group. However, it is important to diagnose the underlying bleeding disorders in children presenting with this complaint. Simple methods to be used in primary health care are needed to determine whether patients have bleeding disorders.
This study aims to evaluate patients presenting with epistaxis with the bleeding questionnaire and determine the diagnostic value of patients with symptomatic but normal hemostatic tests.
Methods: Seventy-seven children with epistaxis were included in the study group and 20 healthy children in the control group. Pediatric Bleeding Questionnaire (PBQ) was used for evaluation.
Results: In our study, 19.4% (n = 15) of the patients were diagnosed with bleeding diathesis (vWh: 10, rare factor deficiency: 5). The mean age at presentation was 8.99 ± 3.42 (3-17) years. Thirty-seven (48%) were girls and 40 were boys. In terms of PBQ epistaxis score, there was no statistically significant difference between those with and without bleeding diathesis. However, the overall score was not statistically different; it was higher in the group with bleeding diathesis. The cutaneous bleeding score was higher in the group with bleeding diathesis and there was a statistically significant difference.
Conclusions: This study showed that bleeding scores can be used in patients with epistaxis who apply to primary health care institutions and patients with high overall scores and cutaneous bleeding scores should be directed to the hematologist for further research.Keywords: Epistaxis, bleeding diathesis, bleeding score
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Haluk Gümüş, Ekrem Akkurt, Faruk Ömer Odabaş, Halim Yılmaz, Ramazan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Moyamoya DIsease: Case PresentatIon And RevIew
Moyamoya hastalığı ön ve orta serebral arterler ile internal karotid arterler arasındaki sahada obstrüksiyon veya stenoza bağlı olarak oluşan, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve anjiyografik olarak tanımlanan bir durumdur. Erişkinlerde hemoraji, çocuklarda iskemi sıklıkla başlangıç semptomlarıdır. Bu yazımızda baş ağrısı, bulantı, kusma ve sol hemiparazi şikayetleri ile acil servisimize başvuran ve radyolojik bulguları sağ basal ganglion hemorajisini gösteren 21 yaşında erkek hastada teşhis edilen bir Moyamoya Hastalığı vakası sunuyoruz.
\r\n
Moyamoya disease is an entity, which is caused by obstruction or stenosis in the area between the internal carotid artery, and anterior and middle cerebral arteries, identified angiographically, and does not have an exactly known etiology. The most frequent symptoms of onset are hemorrhage in adults and ischemia in children. In this paper, we present a case of Moyamoya disease which was diagnosed with a 21 year old male patient who was admitted to our emergency department with headache, nausea vomiting and left hemiparasi complaints and whose radiological findings showed right basal ganglia hemorrhage.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesi Agenezisi; Nadir Bir Konjenital Hastalık
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Adil Kartal
Olgu sunumu
Özeti
Safra Kesesi Agenezisi; Nadir Bir Konjenital Hastalık
Gallbladder AgenesIs, A Rare CongenItal DIsorder
Safra kesesi agenezisi toplumda 10000’de 1-2 arasında görülen
nadir konjenital anomalidir. Olgular üst karın ağrısı gibi biliyer tip
bulgularla karşımıza çıkabilirler. Ultrason biliyer semptomlar için
ilk tercih edilecek görüntüleme yöntemidir. Ancak ultrasonografi ile
safra kesesi agenezisini sıklıkla yanlış yorumlanır. Laparoskopik
cerrahi esnasında teşhis edilen safra kesesi agenezisi ve safra
yolları amomalisini olan olguyu sunduk. Sonuç olarak birçok hastanın
tanısı laparoskopi sonrası açık cerrahi kolesistektomi esnasında
safra kesesinin olmaması ile teşhis edilir. Laparoskopi esnasında
safra kesesi agenezisinden şüphelenildiğinde açık cerrahi prosedüre
geçmek gereksizdir. Aksi halde biliyer kanal yaralanması ile birlikte
artmış mortalite ve morbititeye neden olunabilir.
Agenesis of the gallbladder is a rare congenital anomaly occurring
in 1 to 4 people of a population of 10000. It may present with biliary
type symptoms such as upper abdominal pain requiring further
investigation. Ultrasound is the first choice of imaging for biliary
symptoms but is frequently misleading in the context of Gallbladder
Agenesis. We report a case of congenital Gallbladder Agenesis and a
biliary tract abnormality diagnosed by laparoscopy. As a result most
patients are diagnosed following conversion of laparoscopic to open
cholecystectomy and subsequent failure to identify the gallbladder.
Failure to suspect Gallbladder Agenesis at laparoscopy can result in
unnecessary open surgery and a high risk of bile duct damage with
corresponding postoperative morbidity and mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rekürren Eosinofilik Sistitin Oluşturduğu Mesane Yassı Hücreli Metaplazisi
Talat Yurdakul, Mehmet Mesut Pişkin, Mustafa Cihat Avunduk
Olgu sunumu
Özeti
Rekürren Eosinofilik Sistitin Oluşturduğu Mesane Yassı Hücreli Metaplazisi
Squamous Cell MetaplasIa Of Bladder Induced By Recurrent EosInophIlIc CystItIs
Amaç: Nadir görülen bir patoloji olan mesanenin rekürren eozinofilik sistit olgusuna bağlı gelişen mesane yassı hücre metaplazisini sunmak. Olgu sunumu: Yirmi dört yaşında kadın olgu sık idrar yapma, supra pubik ağrı ve dizüri şikayetleri ile kliniğimize başvurdu. idrar mikroskopisinde hematüri saptandı. idrar kültürü steril idi. Genel anestezi altında yapılan sistoskopide mesane trigonunda yerleşmiş ödemli, ülsere lezyon görüldü. Transüretral yolla lezyon rezeke edildi, patolojik değerlendirme ile eozinofilik sistit tanısı konuldu. Sonrasında antihistaminik ve antikolinerjik medikal tedaviye başlandı. Tedavi bitiminden iki ay sonra şikayetleri tekrarlayan hasta yapılan Sistoskopide farklı bir alanda lezyon izlendi. Lezyona transüretral rezeksiyon yapıldı. Biyopside epitelde yassı hücreli metaplazi ile birlikte eozinofilik hücre infiltrasyonu izlendi. Hastaya ek olarak steroid ve antihistaminik kombinasyon tedavisi başlandı. ilaçların kesilmesini takiben 6. ayında hasta semptomsuz izlenmektedir. Sonuç: Eozinofilik sistit rekürensleri medikal tedavi ile etkili bir şekilde kontrol altına alınabilir. Rekürren eozinofilik sistit, mesane mukazasında yassı hücreli metaplaziye yol açabilir.
Aim: To present a squamous cell metaplasia of bladder which is induced by a rarely seen pathology called recurrent eosinophilic cystitis. Case report: Twenty four years old female patient, admitted to our clinic with frequent urination, suprapubic pain and dysuria. Microscopic hematuria was found in urine analysis. We performed cystoscopy under general anestesia and an edematous, ulcerative lesion located at the trigone was found. The lesion was resected transuretrally. Pathology revealed eosinophilic cystisis. The patient began antihystaminics and aniticholinergics. The symptoms of the patient relapsed 2 months after medical treatment. This time the cystoscopy revealed a similiar lesion in a different area than the first one. The lesion was resected transurethrally. The biopsy revealed squamous cell metaplasia of epithelium and eosinophilic cell infiltration. Patient began steroid and antihistaminic combination postoperstively. The patients has been followed up to 6 months without any symptom. Result: Medical treatment is effective in the control of reccurencies of eosinophilic cystitits. Recurrent eosinophilic cystitis might cause squamous cell metaplasia in the bladder mucosa.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik Esnasında Adneksiyal Kitlelere Laparoskopik Yaklaşım
Osman Balcı, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelik Esnasında Adneksiyal Kitlelere Laparoskopik Yaklaşım
LaparoscopIc Management Of Adnexal Masses DurIng Pregnancy
Bu çalışmada amacımız kliniğimizde gebelik esnasında adneksiyal kitle saptanan ve laparoskopik cerrahi yaklaşımla tedavi edilen olgularımızın değerlendirilmesidir. Ocak 2005 ile Aralık 2009 yılları arasında, kliniğimizde gebelik esnasında adneksiyal kitle tespit edilen veya dış merkezlerden kliniğimize gebelik+adneksiyal kitle tanısıyla sevk edilen ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 18 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, ultrasonografi (USG) bulguları, uygulanan laparoskopik yöntemler ile operasyon ve hospitalizasyon süreleri açısından incelendi. Çalışmamız 18 olgudan oluşmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 28.5±4.3 (20–37) ve ortalama gebelik haftaları 13.1±3.3 (8–20) hafta idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı şikayeti ile başvurmuşlardır. Hastalarda USG bulguları olarak gebelik ve sıklıkla adneksiyal bölgede kist tespit edilmiştir. 8 hastada aynı zamanda adneksiyal torsiyon saptanmıştır. Hastalarımızın 9’u 1. trimesterde, 9’u ise 2. trimesterde idi. Laparoskopik olarak 10 olguya kistektomi, 6 olguya detorsiyon ve kistektomi ve 2 olguya da salpingo-ooferktomi yapılmıştır. Ortalama adneksiyal kitle çapı 7.8±2.3 (5–15) cm idi. Ortalama operasyon süresi 37.2±7.1 (25– 50) dakika ve ortalama hastanede kalış süresi 1.8±0.6 (1–3) gün idi. Hiçbir olgumuzda abortus gelişmemiştir. Gebelik esnasında adneksiyal kitlelere cerrahi yaklaşımda uygun hastalarda ve deneyimli laparoskopistlerin varlığında en uygun yöntem laparoskopik cerrahi yapılmasıdır. Uzman bir kadro tarafından yapıldığında laparoskopik cerrahi anne ve bebek açısından güvenli ve avantajlı görülmektedir.
The aim of this study was to evaluatie of adnexal masses cases that were diagnosed and laparoscopically treated during pregnancy in our clinic. This retrospective study included 18 cases that were diagnosed to have adnexal masses during pregnancy or referred from other clinics to our clinic and treated by laparoscopy between January 2005 and December 2009. Patient’s characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, and type of laparoscopic surgery, operation time and hospitalization time were recorded. Eighteen women with adnexal masses during pregnancy who underwent laparoscopic surgery were included in this study. The average age of the patients was 28.5±4.3 (range 20–37) years and the average gestational age was 13.1±3.3 (range 8–20) weeks. The patients presented usually with pelvic pain. Adnexal cyst was mostly seen by ultrasonographic evaluation. Adnexal torsion was detected in 8 patients. Nine patients were in first trimester, other 9 patients were in second trimester. We performed laparoscopic cystectomy in 10 patients, detorsion and cystectomy in 6 patients and salpingoooferectomy in 2 patient’s. Mean adnexal mass size was 7.8±2.3 (range 5–15) cm. Mean operation time was 37.2±7.1 (25–50) minutes and mean hospitalization time was 1.8±0.6 (1–3) days. Abortion was not detected in our cases. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for patients with adnexal masses during pregnancy in the presence of expert surgeons. Laparoscopic surgery if performed by experienced surgeons seems to be safe and better management method for maternal-fetal health.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalça Çıkığının 0-18 Aylar Arasındaki Konservatif Tedavisi
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalça Çıkığının 0-18 Aylar Arasındaki Konservatif Tedavisi
Treattnent Of CongenItal DIslocatIon Of The IlIp From BIrdh Tü EIghteen Monllıs Of Age
Doğuştan kalça çıkığının teşhis ve tedavisi bakımından ilk 18 aylık dönem çok önemlidir. Bu dönem de erken tedavi halinde çok iyi sonuçlar alınabilir, Tedavinin gayesi femur başı ile asetabulum arasındaki normal ilişkinin sağlanması, devamı v. epatolojik değişikliklerin düzeltilmesidir. Yaşları 6 gün ile 17 ay arasında değişen 97 hastanın 164 kalçasına ait klinik ve radyolojik erken sonuçlar gözden geçirildi. Bunlardan yaşları .6 gün ile 6 ay arasında olan 68 hasta ara beni, Frejka yastığı ve Von Rosen cihazı ile tedavi edildiler, 1,5 ay ile 17 aylar arasındaki 29 hastaya ise kapalı redüksiyon ve alçı immobilizasyonu uygulandı. Tedavi sonrası klinik muayenelerinde bütün kalçalar normal bulunurken, radyolojik incelemede bir kalçada sublukzasyon, üç kalçada avasküler nekroz tespit edildi.
İn the manegement of CDH, the first 18 monhs of lıfe i,r by far the most critical period. The ezcellent results that can be obtained by early treatment. The goal of treattnent is to return the femoral head to its normal relationship within the acetebulum and rnaintain 'his position until pathologic change reverse... The early results of 164 CD1-1 in 97 patients have been reviewed between 1983 and 1987. 68 patients who were between 6 days and 6 monihs old were treated by triple diapers, Wrejka pillows and vonRosen splints. 29 patients who were between 1,5 months and 17 months old. were treated by closed reduction under general anesthesia and immobolization in a hip-spica cast. All of the hips were normal clinically. Radiologically there were subluxation in one hip and avascular necrosis in three hips.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Özefagial Polipin Endoskopik Rezeksiyonu, Özefagial Leiomyomun Sıra Dışı Yerleşimi
Adnan Şahin, Özgür Türk
Olgu sunumu
Özeti
Üst Özefagial Polipin Endoskopik Rezeksiyonu, Özefagial Leiomyomun Sıra Dışı Yerleşimi
EndoscopIc ResectIon Of Upper EsophagIal Polyp,
unusual LocatIon Of Esophageal LeIomyoma
Özefagial benin tümörler nadir görülen lezyonlardır. Özefagusun
üst 1/3 bölümünde yerleşimleri oldukça nadirdir. Özefagial poliplerin
endoskopik olarak çıkartılması ile ilgili bilgiler henüz yaygın değildir.
Endoskopik prosedürün teknik zorlukları olmakla beraber işlem
sonrası hemoztazın sağlanmasında zor olabilir. 60 yaşında bayan
bir hastada polipektomi loop’u kullanarak başarılı olarak polibi
tamamen çıkarttığımız vakayı sunuyoruz. Üst özefagus leiomyomları
nadir görülen klinik tablolardır. Özefagial leiomyomaların tanısı
hem radyolojik olarak hem de endoskopik olarak yapılmalıdır.
Salin enjeksiyonu metodu pediküllü poliplerin endoskopik olarak
çıkartılmasında başarılı bir yöntem olabilir.
Esophagail benign tumors are limited seen lesions. Rarely
located at the upper one third part of the esophagus. Endoscopic
removal of osephagial polyps has been declared infrequently. The
procedure hast technically difficulties and after the polypectomy
hemostasis can be hard. We performed a successful endoscopic
polypectomy handlig a polypectomy loop to ablate the polyp in a
60-year-old woman patient. Leiomyoma of upper esophagus is a
rare clinical situation. The diagnosis of esophageal leiomyomas
must be achieved both endoscopic and radiologic examinations.
Saline injection can be a useful method for endoscopic resections of
pediculed polyps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ateşli Silah Yaralanmasına Bağlı İlginç Bir Klavikula Kırığı
Tunç Cevat Öğün, Abdullah Şarlak, Özlem Akkoyun Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Ateşli Silah Yaralanmasına Bağlı İlginç Bir Klavikula Kırığı
An InterestIng ClavIcular Fracture Due To Gunshot Injury.
Sol omuzunda ateşli silah yaralanması olan hasta acil servisimize başvurdu. Yapılan muayenesinde, sol omuz önünde kurşun giriş deliği dışında herhangi bir patolojik durum saptanmadı. Kurşun çıkış deliği yoktu. Radyolojik incelemede, sol klavikula kırığı ve sağ klavikula distalinde omuz eklemi önünde metal bir cisme uyan görüntü tespit edildi. Bu yaralanmada sol omuzdan giren kurşunun, boyun bölgesinde hiçbir organ, damar ve sinir yapısında hasara yol açmadan karşı tarafa geçmesi ilginçtir.
A patient presented with a gunshot injury to his left shoulder. On his examination, there were no symptoms or signs except an entrance hole in front of his left shoulder. There was no bullet exit hole. Radiologic examination revealed a left clavicular fracture and a dense image suggestive of a metal at the distal portion of the right clavicle just in front of the right glenohumoral joint. İt is very interesting and unusal that a bullet tracing its way from the left shoulder to the right vvithout damaging any internal organ, vascular structure and nerves.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliğin İkinci Trimesterinde Morgagni Kistine Bağlı Fallop Tüpünde Torsiyon: Olgu Sunumu
Fedi Ercan, Melike Bayman, Osman Balcı, Mehmet Aykut Yıldırım, Teyfik Küçükkartallar
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliğin İkinci Trimesterinde Morgagni Kistine Bağlı Fallop Tüpünde Torsiyon: Olgu Sunumu
FallopIan Tube TorsIon Due To MorgagnI Cyst In Second TrImester Pregnancy: A Case Report.
\r\n Tubal torsiyon, özellikle gebelikte çok nadir bir durumdur. Burada gebeliği 24 haftasında akut karın kliniği ile kliniğimize başvuran bir olguyu sunmaktayız. Radyolojik ve biyokimyasal araştırmalar karın ağrısının nedenini açıklamadı ve laparatomi uygulandı. Ameliyat sırasında, daha önce ultrasonografik muayene ile görülen Morgagni kisti nedeniyle sağ fallopian tüpün torsiyone olduğu görüldü. Sırasıyla Morgagni kistine kistektomi ve fallopin tüpe de detorsiyon uygulandı.
\r\n
\r\n Tubal torsion is a very rare case, especially in pregnancy. We present a case of a patient of 24 weeks gestation that was admitted to our clinic with acute abdomen. Radiological and biochemical investigations did not reveal the cause of abdominal pain which resulted in laparatomic exploration. During the operation, the Morgagni cyst, previously explored by ultrasonographic examination, and the right fallopian tube were found twisted among themselves. Cystectomy and detorsion was performed of the Morgagni cyst and the fallopian tube, respectively.
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maternal Serum Progesteron Düzeyinin Preterm Doğumu Öngörmede Rolü
Yeliz Şenal, Orhan Gelişen, Metin Altay, Burak Karadağ
Araştırma makalesi
Özeti
Maternal Serum Progesteron Düzeyinin Preterm Doğumu Öngörmede Rolü
The Role Of Maternal Serum Progesterone Levels In PredIctIng
preterm Labor
Preterm doğum neonatal morbidite ve mortalitenin önde gelen
nedenlerindendir, bu nedenle preterm doğum riski yüksek gebelerin
erken dönemde tespit edilmesi önem kazanmaktadır. Çalışmamızda
preterm doğumu öngörmede erken dönemde bakılan maternal serum
progesteron düzeyinin önemi araştırıldı. Çalışmaya erken gebe
polikliniğine başvuran yaşları 18-42 arasında değişen 10-12 hafta
tek, canlı gebeliği olan 280 gebe dahil edildi ve prospektif olarak
izlendi. Serum progesteron düzeyleri çalışıldı. Bu hastalarda 16-
20. haftalar arasında tekrar maternal serum progesteron düzeyi
bakıldı ve vaginal kanama öyküsü (abortus imminens) sorgulandı ve
kaydedildi. Takibe alınan gebelerin doğumdaki gestasyonel haftaları
SAT’a göre hesaplandı ve 24-366/7 haftalar arasındaki doğumlar
preterm doğum, 37. haftadan sonraki doğumlar term doğum olarak
kabul edildi. Toplam 280 gebeliğin %10.4’ü (n=29) preterm doğum,
%89.6‘sı (n=251) term doğum olarak sonuçlandı. Maternal yaş,
daha önceki gebeliklerinde abortus öyküsü, sigara kullanım öyküsü
ve VKİ değerinin preterm doğumla ilişkisi bulunmadı. 10-12 haftada
bakılan maternal serum progesteron düzeyi ortalaması term doğum
yapan grupta 26.58 ng/ml, preterm doğum yapan grupta 23.9 ng/
ml olarak bulundu. 23ng/ml cut-off değer olarak alındığında bu
değerin altında progesteron düzeyinde gebeliklerin %15‘i preterm
doğumla sonuçlanırken, bu değerin üstündeki progesteron düzeyinde
gebeliklerin %8’i preterm doğumla sonuçlanmıştır. 23ng/ml
üstündeki progesteron düzeyinde gebeliklerin %92’si term doğumla
sonuçlanırken bu değerin altında gebeliklerin %85’i term doğumla
sonuçlanmıştır. Term doğumu öngörmede progesteron cut-off
değeri 23ng/ml olarak alındığında sensitivite %55, spesifisite %62,
negatif prediktif değer %92 olarak bulunmuştur. Progesteron düzeyi
23ng/ml üzerindeki gebeliklerde preterm doğum görülme sıklığının
%10,4’ten, %7’ye düştüğü bulunmuştur. Sonuç olarak 10-12. haftada
bakılan progesteron düzeyi 23ng/ml üstü ise gebeliklerin %92’si term
doğumla sonuçlandığı tespit edildi. Erken dönem gebelikte bakılan
progesteronun preterm doğumdaki önemini belirlemede daha geniş
kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
As preterm labor is one of the leading causes of neonatal
mortality and morbidity, it is important to determine the pregnant
women who are at high risk of preterm labor. In our study, we
investigated the importance of maternal serum progesterone levels
to predict preterm pregnancy. Two hundred eighty patients with
singleton, alive pregnancy between 10-12 weeks were included in
our study. We also evaluated serum maternal progesterone levels at
16-20 weeks and presence of vajinal bleeding was investigated. The
gestational age was calutated according to the first day of the last
menstrual period. Deliveries between 24-366/7 weeks were accepted
as preterm delivery, deliveries after 37 weeks were recorded as term
delivery. Of all pregnancies %10,4 (n=29) were preterm and % 89,6
(n=251) were term delivery. We did not find any correlation between
preterm labor and maternal age, abortion history, smoking history
and VKİ. We found correlation between history of vaginal bleeding
and preterm labor. The mean of maternal serum progesterone
levels between 10-12 weeks was 26.58 ng/ml in patients who had
term delivery and 23.9ng/ml in patients who had preterm delivery.
Twenty three ng/ml was accepted as the cut-off level, %15 of
pregnancies with progesterone below this level were resulted with
preterm delivery and above this level only %8 of pregnancies were
resulted with preterm delivery. Progesterone level above 23 ng/ml
%92 of pregnancies resulted with term delivery ,below this level %85
pregnancies resulted with term delivery. When we use cut off level
23 ng/ml to predict term birth it had 55% sensitivity, 62% specificity,
negative predictive value was 92%. Pregnants whose progesterone
levels were above 23 ng/ml preterm birth fail from 10,4% to 7%. As a
result; if progesterone values between 12 and 14 weeks was above
23 ng/ml we found that pregnancies were resulted as term in 92%
of patients. We need wide studies for maternal serum progesterone
levels in early pregnancy to predict preterm labor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Egzersiz Dispnesinin Nadir Bir Nedeni: Swyer-James Sendromu
Yusuf Aydemir
Olgu sunumu
Özeti
Egzersiz Dispnesinin Nadir Bir Nedeni: Swyer-James Sendromu
The Rare Cause Of ExertIonal Dyspnea: Swyer-James Syndrome
Swyer-James Sendromu, tek taraflı saydamlık artışı, etkilenen
bölgede vasküler yapıların azlığı ve küçük hilus gölgesi ile
karakterize nadir bir akciğer hastalığıdır. Genellikle asemptomatik
olmakla birlikte, sık tekrarlayan akciğer enfeksiyonu, egzersiz
dispnesi ve hemoptizi gibi belirtiler de olabilir. 23 yaşında erkek
hasta egzersizle oluşan nefes darlığı şikâyeti ile başvurdu. Fizik
muayenesinde, sol hemitoraksda solunum sesleri azalmıştı. Akciğer
grafisinde; sol orta ve alt zonda daha belirgin olan saydamlık artışı,
mediastende sola kayma ve küçük hilus gölgesi izlendi. Ventilasyonperfüzyon
sintigrafisinde uyumlu defekt alanları belirlendi. Akciğer
grafisi ile tanı konulabildiği halde, nadir görülmesi nedeni ile akla
getirilmeyen Swyer-James Sendromu tanısı konulan hasta, literatür
bilgileri eşliğinde sunuldu.
Swyer-James Syndrome is a rare pulmonary disease,
characterized by one-sided hyperlucency, smaller hilum shadow
and lack of vascular structures in affected side. Although usually
asymptomatic, can also be symptoms such as recurrent lung
infection, exertional dyspnea and hemoptysis. 23-year-old male
patient presented with exercise-induced dyspnea. On physical
examination, decreased breath sounds on the left hemithoraxes.
Chest x-ray showed right middle and lower lobe more prominent
hyperlucency, mediastinal shift to the left and small hilar shadow.
Ventilation-perfusion scintigraphy were determined consistent defect
areas. Swyer-James Syndrome diagnosed by chest X-ray is possible,
but it is unthinkable because of the rarity. Swyer-James syndrome
diagnosed patient is presented with literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
Hüsnü Alptekin
Olgu sunumu
Özeti
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
PylorIc StenosIs Secondary To A GastrIc DIvertIculum
Amaç: Mide divertikülü nadir görülen ve genellikle asemptomatik seyir gösteren bir hastalıktır. Literatürde bugüne kadar, mide divertikülü nedeniyle pilor darlığı gelişmiş yalnızca bir hasta rapor edilmiştir. Mide divertikülüne bağlı pilor darlığı gelişmiş bir hastanın klinik özelliklerinin literatür eşliğinde tartışılması ve sunulması amaçlandı. Olgu sunumu: Üç aydır peptik ülser tanısı ile tedavi edilen 66 yaşında bayan hasta, son onbeş gündür oral gıda alımı sonrası kusma şikayetinin başlaması üzerine hastanemize başvurdu. Üst gastrointestinal sistemin görüntülenmesini sağlayan tetkikler sonrasında midede pilora bitişik yerleşimli, pilor halkasını içine alıp deforme etmiş divertikül saptandı. Hasta endoskopik pilor balon dilatasyonu yapılarak tedavi edildi. Sonuç: Semptomatik mide divertikülü olan hastalarda tedavi amacıyla divertikülün basit rezeksiyonu önerilmekteyse de, divertiküle bağlı oluşan pilor darlığının endoskopik pilor balon dilatasyonu ile tedavi edilebileceği unutulmamalıdır.
Aim: Gastric diverticula are uncommon and usually asymptomatic. Only one case of pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum was published in the literature. A case treated for pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum and the related literature are reviewed. Case report: The 66-year-old female, treated for peptic ulcus along three month, consulted to our hospital complaining about vomiting after eating something for last 15 days. Having examined upper gastrointestinal system, diverticulum was found on at lesser curvature, located adjacent to and partially including the pylor. Patient was treated with endoscopic balloon dilatation. Conclusion: Even if simple resection was suggested for symptomatic gastric diverticula, pyloric stenosis secondary to a gastric diverticulum can be cured with endoscopic balloon dilatation was reosanable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
Oğuzhan Güven Gümüştaş, İbrahim Akdağ, Yurtkuran Sadıkoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Renal Arter Stenozu Nedeniyle Endovasküler Stent Veya Balon Anjioplasti Uygulanan Hastaların Radyolojik Ve Klinik Takibi
RadIologIcal And ClInIcal Fallow Up Results Of Renal Artery StentIng Or Ballon AngIoplasty In PatIents WIth Renal Artery StenosIs
Amaç: Renal arter darlıklı hastalarda renal yetmezlik ve renovasküler hipertansiyonun kontrolünde balon anjioplasti veya renal artere stent uygulaması sonuçlarının takibi ve primer başarı oranını saptamak.Yöntem: Olguların renal anjioplasti ve stent uygulaması öncesi renal anjio bulguları, Doppler ultrasonografi bulguları ve varsa MR anjio bulguları değerlendirildi. Olguların klinik değerlendirilmesi renal fonksiyonları, tansiyon değerleri ve kullanılan ilaç sayısındaki değişikliklere göre yapıldı. Bulgular: Otuz yedi (22 erkek, 15 kadın; ortalama yaş 50.24) hastanın 32 renal arterine balon ile genişleyen stent yerleştirildi. 37 hastanın 7 renal arterine balon anjioplasti uygulandı. Tüm hastalarda hipertansiyon, 12 hastada böbrek disfonksiyonu bulunmaktaydı. Hastalar tedavinin etkinliğini belirlemek için, işlem öncesi ve sonrası kan basıncı ve serum kreatinin düzeyleri ile takip edildiler. Darlık oranı %30-%100 idi (ort %74.15). On beş hastada lezyonlar ostialdi. Yirmi dört hastada trunkaldi. Takip süresi ortalama 21.2 (3-84 ay) aydı. Hipertansiyon 9 (%24.33) hastada iyileşti. 19 hastada düzeldi. 9 hastada ise yanıt alınamadı. Böbrek fonksiyonu bozuk olan 12 hastanın da 8’inde (%22.22) düzelme görülürken, 4’ünde kötüleşme görüldü. 4 (%11.10)’ünde ise değişiklik izlenmedi. Sonuç: Renal arter darlıklarının stent ve perkütan transluminal anjioplasti ile revaskülarizasyonu, basit etkin ve güvenilir bir tedavi yöntemidir. İlerleyici böbrek yetmezliği ve kontrol edilemeyen hipertansiyonlu hastalarda perkutan transluminal anjioplasti ve stent ile renal arter darlıklarının revaskülarizasyonu önemli klinik yarar sağlamaktadır.
Aim: To determine the primary success rate and follow up results of renal artery stenting or balloon angioplasty in controlling renovascular hypertension and renal failure in patients with renal artery stenosis. Method: Before balloon angioplasty and stenting; renal angiography and Doppler ultrasonography findings were evaluated and also findings of MRA were estimated if present.The clinical estimation of the cases were made upon to renal functions, hypertension values and the changes of the number of medicines used. Results: Balloon expandable stents were placed in 32 renal arteries of 37 patients. Balloon angioplasty were used in 7 renal arteries of 37 patients (22 men, 15 women; mean age 50.24). There were hypertension in all of the patients. In 12 patients; there were disturbed renal functions. In order to determine the activity of the cure of the disease, the patients are followed by measuring blood pressures and serum creatinin levels before and after the stenting and balloon angioplasty. Stenosis rate was 30-100% (mean 74.15%).The lesions were ostial in 15 patients, truncal in 24 patients. Mean follow up time was 21.2 months (3-84 months). Hypertension was cured in 9 (24.33%) patients, improved in 19 (51.35%).patients In 9 (24.33%) patients there was no respond. In 12 patients with disturbed renal function, 8 (22.22%) patients showed improvement, 4 (11.10%) patients showed deterioration and 4 (11.10%) patients were stable. Conclusion: Revascularization of renal artery stenosis with stenting and balloon angioplasty is a simple, efficient and safe procedure. In patients with uncontrolled hypertension and progressive renal failure; revascularization of renal ar tery stenosis with stenting and baloon angioplasty pointed out impor tant clinical benefit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Organık Fosforlu İnsektisid Zehirlenmeleri
Selmin Ökesli, Şeref Otelcioğlu, A. Feyza Ünal, Alper Yosunkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Organık Fosforlu İnsektisid Zehirlenmeleri
Organophosphorus InsecIIcIde PoIsonIng
Organik fosforlu bileşikler tarzında insektisid olarak geniş bir şekilde kullanırlar. Deri ve mukozalardan hızlı bir şekilde absorbe edilerek akut zehirlemnelere neden olabilirler. Zehirlenmeleri oldukça ciddi semptomlara neden olur ve reanimasyon tedavisi gerektirir. Spesifik ilaçlarla, ortaya çıkan muskarinik. nikotinik ve santral etkiler geri döndürülebilir. Erken tanı ve etkili tedavi hayat kurtarıcı-dıı-. Bu çalışmada 1990-1991 yıllan arasında tedavi ettiğimiz organik fosfor antikolinesteraz insektisitteri ile akut zehirlenme gösteren 7 vakanın bulguları tarif edilmiş ve tedavisi tartışılmıştır.
Orgamıphosphorus insecticides are widely used agents which are quickly absorbed through the skin and mucous membranes. The effects of acute expo-sure to these agenıs can be .severe and imensive the-rapy mav be required. Specific drugs are available to reverse the muscarinic. nicotinic and central effects of !hese poisons. when giyen early they are very ef-fective and early diagnosis and treatment may there-fore be life saving. Iıı Iliis study seven cases of acute poisoning with an organophosphorus insecticide are reported. The sings and semptoms of acute poisoning are described anda rational approach to treatment is discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pnömatosis Sistoides İntestinalis
Yüksel Arıkan, Faruk Aksoy, İbrahim Sungur
Olgu sunumu
Özeti
Pnömatosis Sistoides İntestinalis
PneumatosIs CystoIdes IntestInalIs.
Sadece ileıımu tutan bir pnömatozis sistoides intestinalis olgusu klinik, radyolojik, histopatolojik ve laparotomi bulguları ile birlikte sunulmuş ve literatür bilgileri gözden geçirilmiştir.
A case of pneumatosis cystoides intestinalis involving only the ileum is reported with clinical, radyologic, histopathological and operation findings by the review of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis: 6 Olgunun Literatür
eşliğinde Değerlendirilmesi
Tümay Özgür, Sibel Hakverdi, Muhyittin Temiz, Mehmet Yaldız, Seçkin Akküçük
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis: 6 Olgunun Literatür
eşliğinde Değerlendirilmesi
EndometrIosIs In Cesarean Scar: EvaluatIon Of SIx Cases WIth
revIew Of The LIterature
Endometriozis normal endometrial dokunun uterus dışında
görülmesidir. Skar endometriozisi en sık karın duvarına yapılan
obstetrik ve jinekolojik cerrahi işlemlerden sonra ortaya çıkan genel
cerrahlar tarafından ayırıcı tanıda ön planda pek düşünülmeyen, nadir
görülen jinekolojik patolojidir. Genel Cerrahi polikliniğine 2008-2012
yılları arasında abdominal kitle şikayeti ile başvuran, kitleleri total
eksize edilmiş ve patoloji laboratuvarında skar endometriozisi tanısı
almış altı olguya ait klinik, radyolojik ve patolojik veriler retrospektif
olarak değerlendirildi. Bu hastaların başvuru semptomları farklı idi;
dördü siklik dönemde artan ağrı ve şişlik ile karakterize, ikisi ise nonspesifik
özellikli abdominal duvarda insizyon skarı bölgesinde kitle
şikayeti ile Genel Cerrahi polikliniğine başvurdu. Tüm kitleler total
eksize edildi ve patoloji laboratuarında skar endometriozisi tanısı
aldı. Genel Cerrahi polikliniğine abdominal insizyon skarı lojunda
kitle şikayeti ile başvuran bayan hastalarda jinekolojik bir patoloji
olan endometriozis ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
Endometriosis is the presence of normal endometrial tissue
outside the uterus. Scar endometriosis is a rare pathology resulting
after obstetric and gynecologic surgery procedures on abdominal
wall which is not pre-diagnosed in differential diagnosis by general
surgeons. Six cases referred to General Surgery outpatient clinic with
mass on abdominal wall that have been totally excised and diagnosed
as endometriosis in pathology laboratory between 2008-2012 , have
been reviewed retrospectively with clinic, radiologic and pathologic
findings. The presenting symptoms of six pateints were different;
four of them referred with cyclic pain and swelling and two with nonspesific
symptoms to general surgery outpatient clinic. All of the
masses have been totally excised and diagnosed as endometriosis
in pathology laboratory. Scar endometriosis should be considered in
differential diagnosis of incisional abdominal wall masses in females
referring to General Surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
Zeynettin Kaya, Kenan Demir, Mehmet Alparslan Küçük, Hasan Kara
Olgu sunumu
Özeti
Total Daralmaya Neden Olan Myokardiyal Kas Bandı
MyocardIal BrIdge WhIch Cause Total OcclusIon
Miyokardiyal kas bandı(MKB) koroner arterlerin doğumsal sık bir anomalisidir. MKB sıklıkla asemptomatiktir ancak göğüs ağrısına, miyokard enfarktüsüne, çok nadiren yaşamı tehdit edici aritmilere hatta ani ölüme neden olabilmektedir. Kardiyoloji kliniğimize tipik göğüs ağrısı ve elektrokardiyografide anterior iskemi bulguları ile başvuran 44 yaşında erkek hastada yapılan koroner anjiyografide sol inen koroner arter orta segmentte tam tıkanmaya neden olan kas bandı saptandı. Bizler bu vaka ile MKB’nın semptomlara neden olma mekanizmasını, mevcut medikal ve girişimsel tedavi seçeneklerini ve MKB uzun dönem takip sonuçlarını tartışmayı hedefledik.
Myocardial bridge(MB) is common congenital anomaly of coronary arteries. Altough MB is generally asymptomatic, it can manifest as angina pectoris, acute myocard infarction, very rarely fatal cardiac arrhythmias and even sudden death. 44 years old man admitted to our cardiology clinic with typical chest pain and signs of anterior ischemia at electrocardiography, coronary angiography was performed and a myocardial bridge which cause total occlusion at mid-segment of left anterior descending artery detected. In this case report we aimed to discuss mechanism of symptoms, medical and invasive theraphy options and long term follow outcomes in MB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konvansiyonel Koroner Anjiografide İzole Tek Koroner Arter Anomalisi Sıklığı
Nurcan Başar, İbrahim Akpınar, Osman Turak, Mahmut Mustafa Ulaş, Gökhan Lafçı, Özgül Malçok Gürel, Ahmet İşleyen, Ayşenur Ekizler, Kumral Çağlı, Halil Lütfü Kısacık
Araştırma makalesi
Özeti
Konvansiyonel Koroner Anjiografide İzole Tek Koroner Arter Anomalisi Sıklığı
Frequency Of Isolated SIngle Coronary Artery AnomalIes DurIng ConventIonal Coronary AngIography
İzole tek koroner arter anomalili (TKAA) olgular; klinik özellikleri, anjiyografik bulguları ve tedavi yöntemleri araştırılmak üzere geriye dönük değerlendirildi. Ekim 2005 ve Ekim 2008 tarihleri arasında Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Kardiyoloji Kliniğinde 27.714 hastaya tanısal amaçlı yapılan koroner anjiyografi (KAG) kayıtları incelendi ve TKAA tanılı 10 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalamaları 60±13, (dağılım 33–77 yıl ) idi, hastalardan 4’ ü erkek (%40), 6’ sı kadındı (%60) (yaş ortalaması sırasıyla 49±14,5 yıl; dağılım 33–68 yıl ve 67±8 yıl; dağılım 60–77 yıl). Hastaların başvuru sırasındaki klinik ve demografik özellikleri ve uygulanan tedavi yöntemleri kaydedildi ve KAG kayıtları izlenerek modifiye Lipton sınıflandırmasına göre sınıflandırıldı. Çalışmaya alınan kardiyak kateterizasyon yapılmış 27.714 hastanın 10 tanesinde TKAA tespit edilmiştir. Hastalardan 9 (%90) tanesinde tek koroner arter sağ sinüs valsalvadan orjin alırken, 1 hastada (%10) tek koroner arter sol sinüs valsalvadan orjin almıştı. Hastaların 4’ ünde (%40) ciddi aterosklerotik kalp hastalığı mevcuttu ve bu hastaların 2’ sine koroner baypas cerrahisi uygulandı. Diğer hastalar medikal takibe alındı. Tek koroner arter anomalileri nadir anomaliler olmasına rağmen özellikle KAG işleminin sık yapıldığı büyük merkezlerde insidental olarak daha sık saptanırlar. Birçok olgu klinik olarak iyi seyirlidir ve medikal izlem yeterlidir. Fakat tedavi planlanırken; klinik semptomlar, aterosklerotik kalp hastalığı varlığı, koroner anomalinin tipi dikkate alınmalıdır.
Patients with isolated single coronary anomaly were retrospectively evaluated for clinical features, angiographic findings and treatment options. Medical records of 27714 patients, who had undergone diagnostic coronary angiography in Türkiye Yüksek İhtisas Hospital between October 2005 and October 2008, were researched and 10 patients with the diagnosis of isolated single coronary artery were recruited into the study. The mean age of patients were 60±13 years (ranging from 33 to 77), 4 of them were men (40%) and 6 were women (60%); mean ages 49±14,5 years (ranging from 33 to 68) and 67±8 years (ranging from 60 to 77), respectively. The patient’s clinical and demographic features on admission, the treatment method used were recorded and the records of coronary angiography were examined again and were classified according to modified Lipton’s classification. Isolated single coronary artery anomaly was diagnosed in 10 patients in the group of a 27714 patients who had undergone coronary angiography. Single coronary artery was originating from right sinus valsalva in 9 patients (90%), and from left sinus valsalva in a patient (10%). Four patients (40%) had severe atherosclerosis and 2 of them had undergone coronary by-pass surgery. The rest of the patients were followed-up under medical treatment. Although isolated single coronary artery anomaly is a rare entity, in hospitals in which coronary angiographic procedures are frequent, its incidence is incidentally more common. In most of the cases clinical outcomes are well and medical treatment and follow-up is enough. In cases which we plan coronary intervention, clinical features, presence of the atherosclerotic disease and the type of coronary anomaly should be watched out.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trakeobronkiyal Yaralanmalar
Tahir Yüksek, Ali Ersöz, Hasan Solak, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Trakeobronkiyal Yaralanmalar
Tracheobroncıal Injurıes
Trakea üzerine ilk müdahale (trakeostomi) ile ilgili bilimsel kayıt M.Ö. 100 tarihlerinde Asclepidias tarafından yapılmıştır (28). 1881 yılında Gluk ve Zeller tarafından deneysel olarak köpekte gerçekleştirilmiş olan trakea reanastomozunu takiben, 1885 yılında Kuester tarafından bir trakea striktürü yakasında rezeksiyon ve başarılı bir reanastomoz uygulanmıştır (28).
This collective study covıers 25 cases with tracheobronchial rupture from five different cardio-thoracic clinics between 1973 - 1986. 22 case.s was diagnosed prior surgery. in three cases diagnosis was done per-operativeiy. Diagnostic procedures, symptoms and surgical procedures is discussed and literature was revieved.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Allerjik Rinit Hayvan Modeli Ve Balın Allerjik Rinit Üzerinde Tedavi Edici Etkisi
Seda Türkoğlu Babakurban, Erkan Yurtcu, Selim S Erbek
Araştırma makalesi
Özeti
Allerjik Rinit Hayvan Modeli Ve Balın Allerjik Rinit Üzerinde Tedavi Edici Etkisi
AnImal Model Of AllergIc RhInItIs And TherapeutIc Effect Of Honey In
allergIc RhInItIs
Allerjik rinit hastalığının patofizyolojisinin açıklanması ve
tedavisinde kullanılabilecek alternatif etken maddelerin bulunabilmesi
amacıyla çeşitli hayvan modelleri geliştirilmiştir. Literatürde alerjik
rinit semptomlarını iyileştirmeye yönelik kullanılan maddelerden
biri de baldır. Balın bu etkiyi gerçekleştirme mekanizması henüz
açıklanamamıştır. Bu çalışmada allerjik rinit hastalığı modelini
sıçanlar üzerinde oluşturup, allerjik rinit hastalığı tedavisinde
balın etkinliğini değerlendirmek amaçlanmıştır. 6 adet sıçandan
0.5 cc venöz kan alındıktan sonra allerjen olarak 25 µg ovalbumin,
2.5 mg alüminyum hidroksit distile su içinde 0, 7, ve 14. günlerde
intraperitoneal yolla sıçanlara verilerek sensitizasyon sağlandı. Bir
hafta sonra 7 gün boyunca her bir nazal pasaja 50 mikrogram ovalbumin
intranazal yoldan verilerek alerjik rinit semptomlarının ortaya çıkışı
sağlandı. Deney başlangıcındaki ve sonundaki serum IgE değerleri
spektrofotometrik olarak belirlendi. İntranazal ovalbumin verilmeden
30 dakika önce 3 adet sıçana 1 gr/kg dozunda bal su ile karıştırılarak
gavaj yoluyla verildi. 7. günün sonunda intranazal ovalbumin çözeltisi
verildikten sonra bal verilen grup ile bal verilmeyen grup arasında
hayvanların burun kaşıma ve hapşırıkları 10 dk izlenerek sayılıp,
gruplar arasında karşılaştırıldı. Bal verilen grupta kaşıntı skorları
ve hapşırık skorları daha düşük saptandı, ancak bu fark istatiksel
anlamlı değildi (p=0,513; p:0,127). İki grup arası serum total IgE
değerleri arasında istatistiksel anlamlılık tespit edildi (p=0.046).
Ovalbumin kullanılarak sıçanlarda 1 ay içinde alerjik rinit modeli
oluşturulabilmektedir. Balın serum IgE düzeyinde yaptığı değişiklik
ve alerjik rinit semptomları üzerindeki etkisi nedeniyle allerjik rinit
tedavisinde diğer tedavilere alternatif veya ek bir tedavi olabileceği
ve bu ön çalışmadan yola çıkarak daha ileri çalışmalar yapılabileceği
sonucuna varılmıştır.
Numerous animal models are developed in order to describe
pathophysiology of the allergic rhinitis and to find alternative
treatment. One of the substances used in the literature to improve
the symptoms of allergic rhinitis is honey. Mechanisms of honey to
accomplish this effect have not yet been explained. In this study, the
aim was creating allergic rhinitis in rats, and evaluating the efficacy
of honey in the treatment of allergic rhinitis disease. 0.5 cc venous
blood sample was taken from 6 rats. To provide sensitization, 25 µg
ovalbumin, dissolved in 2.5 mg aluminum hydroxide, was injected to
rats via intraperitoneal way on 0,7, and 14th days. After one week,
to give rise the symptoms of allergic rhinitis, 50 µg ovalbumin were
given intranasal during 7 days. 30 minutes before giving intranasal
ovalbumin, 1gr/kg honey dissolved in the water was given by gavage.
At the beginning and end of the experiment, serum IgE levels were
determined by spectrophotometry. On the last day of the experiment
the number of itching nose and sneezing of rats was counted for 10
min and compared between two groups. Itching nose and sneezing
scores were lower in the honey-treated group, but this difference
was not statistically significant (p= 0.513; p= 0.127). Statistical
significance was found between serum total IgE levels between the
two groups (p= 0.046). Allergic rhinitis model in rats using ovalbumin
can be achieved within 1 month. Honey changed the serum IgE
levels and symptoms of allergic rhinitis. Due to the these results of
preliminary study , honey can be an alternative treatment besides
other treatment modalities for allergic rhinitis and further studies can
be done in the future.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğerdeki Dev Büllöz Oluşumla Birlikte Görülen Bir
trakeobronşial Yabancı Cisim
Sami Ceran, Burhan Apilioğulları
Olgu sunumu
Özeti
Akciğerdeki Dev Büllöz Oluşumla Birlikte Görülen Bir
trakeobronşial Yabancı Cisim
Tracheobroncheal ForeIgn Body WIth A GIant Bullae Of Lung
Akciğerin karşılaşılan önemli hastalıklarından olan büllöz akciğer
hastalığı, çoğunlukla paraseptal amfizemle birlikte görünmektedir.
Bu hastalık çoğunlukla akciğer lobulusları arasındaki septumlara
komşu olan lobulus dış bölümünü tutar. Genellikle sigara içenlerde ve
üst loblarda görülür. Bu hastalar spontan pnömotoraks ile karşımıza
çıkabilirler. Bronşial sistemde görülen yabancı cisimler ise daha
çok çocukluk çağında karşımıza çıkan netice ve komplikasyonları
açısından oldukça önemli bir durumdur. Çıkartılmayan uzun süre
bronş içinde kalan yabancı cisimler bronş stenozu, abse, bronşektazi
gibi komplikasyonlara neden olabilirler. Bizim vakamız spontan
pnömotoraks ile başvurmuş olan kronik sigara içicisi olan bir
hastaydı. Hastada alt lobları tutan bilateral dev büller tespit edildi.
Operasyona alınan hastanın sağ alt lob distalinde tamamen bül
formasyonu gelişmiş olan segment komşuluğunda organize olmuş
yabancı cisime rastlandı. Bronşial obstrüksiyon yapan etkenler
check-valve mekanizması ve inflamatuar süreçte Proteolitik –
antiproteolitik dengenin bozulmasına yol açabilirler. Bu durum
akciğer hasarına ya da var olan hasarın artmasına neden olabilir.
Büllerin normal lokalizasyonu dışında alt loblarda yerleşmiş olması
ve hastada intrapulmoner bir yabancı cismin bulunmuş olması, büllöz
hastalıklarda karşılaşılan nadir bir birlikteliktir.
Bullous lung disease, one of the serious pulmonary diseases
which is mostly observed together with paraseptal emphysema
spreads on the outer part of lobulus adjacent to septums between
pulmonary lobulus. It is widely common among smokers’ upper
lobs. This patients present with spontaneous pneumothorax. And
foreign bodies in bronchial system is a situation mostly emerging at
childhod which has critical importance in terms of its consequences
and complications. If not pulled out, foreign bodies remaining
inside bronchi for extended periods can cause complications such
as bronchial stenosis, abscess and bronchiectasis. In our case, the
patient was a chronic smoker who applied us having spontaneous
pneumothorax. Bilateral giant bullae spreaded on lower lobes was
spotted. Organized foreign body in the neighbourhood of throughly
grown up bullae formation segment on distal part of right lower lobe
was observed during the surgery. Agents of bronchial obstruction
can cause proteolytic – antiproteolitik imbalance in check-valve
mechanism and inflammatory process. This circumstance can harm
the lungs or increase the existing harm. Localization of bullae in the
lower lobes rather than their standard location and presence of a
foreign body is a rare occasion of association for bullous diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subtotal Sistektomide İleal Artifisyel Mesane (interstisyel Sıstitde Ileosistoplasti Uygulaması Nedenıyle)
Mehmet Arslan, Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Celal Sönmez, Ahmet Öztürk, Atilla Semerciöz, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Subtotal Sistektomide İleal Artifisyel Mesane (interstisyel Sıstitde Ileosistoplasti Uygulaması Nedenıyle)
Subtotal Cystectomy Andal Artıfıcal Bladder (due To Ileocystoplasty Applıcatıon In Interstıtıal System)
Kronik interslisyel sistit, tüberküloz sistit ve diğer nedenlere bagh olarak ortaya çıkan, ağrılı semptomlar gösteren ve medikal tedaviye cevap alınamayan kontrakte mesane vakalarındaareterokiiteneostorni, coofey operasyonu, ileal loop, enterosisioplasti v.b. uygulanmakta ve ileosistoplasti operasyonu bu hastaların yaşam kalitesini yükseltmektedir. interstisyel sistit nedeniyle kliniğimizde uyguladıgımız bir ileosistoplasiinin sonuçları gözden geçirilmiş ve bu vakalarda uygulanmasının yararı ortaya konmuştur.
Chronic interstitiel cystilis, tuberculous cystilis and related coniracted bladder causes a coditien which can not be itnprove by medication and bladder irrigation and patients suffer from persistent vesical pain. Ureterocuianeostomy, ileal loop, sigınoid conduiı and enterocysıoplasty can be used for this patienis. Augmentation cystoplasty improve the quality of life considerably. The result of an augtnentation cystoplasty done and its usefulness is presented bere irt this article.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Scheuermann Kifozu
Barış Özöner, Mehmet Çetinkaya, Rakesh Dhokia
Derleme
Özeti
Scheuermann Kifozu
Scheuermann’s KyphosIs
Hastalık ilk olarak Scheuermann tarafından, 1920 yılında, juvenilin dorsal kifozu olarak tanımlanmıştır. Scheuermann hastalığı adölesan çağda torakal hiperkofozun en sık nedenidir. İki alt tibi bulunmaktadır: Torakal ve torakolomber/lomber. Histolojik açıdan vertebral son plakalardaki düzensizlikler incelendiğinde, kollejen fibrillerde azalma veya kaybolma görülmektedir. Bunun sonucunda son plak devamlılığı bozulmakta ve disk materyalinin korpus içine protrüde olmasıyla Schmorl nodülleri ortaya çıkmaktadır. Bozulmalar vertebra korpusunda kamalaşmaya neden olmakta, bunun sonucunda dar açılanma gösteren kifotik deformite ortaya çıkmaktadır. Prevalans açısından bakıldığında, büyük serilerde %8’e varan oran görülmekte, hastalığın epidemiyolojisinde ise genetik geçiş ve mekanik stres faktörleri ön plana çıkmaktadır. Hastalığın semptomatik olması durumunda, ağrı deformiteye eşlik edebilir. Hastalığın klasik radyolojik tanımlaması, düzensiz vertebral son plak varlığı, 45 dereceyi geçen kifotik deformite ve en az 3 vertebrada bulunan ve 5 dereceyi geçen vertebra korpusunda olan kamalaşmayı içermektedir. Bazı olgularda kifoz ile minimal skolyoz birlikteliği görülebilmektedir. Tedavi ve takipte 50 derecenin altında kifozu olan olgularda periyodik radyolojik takip önerilmektedir. 75 dereceye kadar kifozu olan olgularda eğer iskelet matüritesi tamamlanmamış ise breys kullanımını uygundur. 75 dereceyi geçen olgularda ise; adölesanlarda breys uygulamasının başarısız olduğu durumlarda, erişkinlerde ise belirgin şekil bozukluğu olan ve konvansiyonel tedavi yöntemlerine rağmen ağrı şikayeti düzelmeyen olgularda cerrahi tedavi uygulanması düşünülmelidir.
The disease was first described by Scheuermann as the dorsal kyphosis of juveniles in 1920. Scheuermann's disease is the most common cause of thoracic hyperkyphosis in adolescence. There are two sub-types: thoracic and thoracolumbar / lumbar. Histologically, when the irregularities in the vertebral end plates are examined, collagen fibrils are seen to decrease or vanish. As a result, end-plate continuity deteriorates and Schmorl nodules appear when the disc material protrudes into the corpus. Deformations cause wedging in the vertebral corpus, resulting in narrow angled kyphotic deformity. In the large series, the prevalence is up to 8%, and the genetic transition and mechanical stress come into prominence in the epidemiology of the disease. Pain can be accompanied by deformity in symptomatic state. Classical radiological features include irregular vertebral endplates and kyphosis more than 45 degrees with 5 degrees of wedging in 3 or more vertebrae. In some cases, minimal scoliosis may accompany to kyphosis. Periodic radiologic follow-up is recommended for patients below 50 degrees of kyphosis. Bracing is appropriate in uncompleted skeletal maturation with kyphosis up to 75 degrees. In cases above 75 degrees, it is appropriate to perform surgical treatment when bracing is unsuccessful in adolescence and presence of exceeding pain despite the conventional methods and obvious deformity in adults.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çekum Divertikülit Perforasyonuyla Eş Zamanlı Retroçekal Apandisit
Kazım Gemici, Yıldıray Dal, Feridun Koyuncu
Olgu sunumu
Özeti
Çekum Divertikülit Perforasyonuyla Eş Zamanlı Retroçekal Apandisit
SImultaneous Cecal DIvertIculItIs PerforatIon And Retrocecal
appendIcItIs
Olgumuz apandisit ön tanısı konulan ancak ameliyatta çekum
divertikül perforasyonuyla karşılaştığımız bir vakaydı. Ayrıca
diseksiyona devam edildiğinde retroçekal subseröz yerleşimli
apandisit tespit edildi. Nadir görülen lokalizasyondaki bir apandisitin
aynı anda çekum divertikül komplikasyonu tespit edilen hastalarda
gözden kaçabileceğini vurgulamak için bu vakayı sunmak istedik.
Çekum divertikülleri nadir görülen bir lezyon olmakla birlikte
komplikasyon geliştiği zaman, semptomları akut apandisit ile
benzerlik gösterdiğinden dolayı tanı ve tedavi açısından bazı
zorluklarla karşılaşılır. Fizik muayene ile akut apandisitten hemen
hemen hiç ayırt edilemez ve radyolojik görüntüleme yöntemleri de
çoğu kez yetersizdir. Bu nedenle tanı genellikle ameliyat sırasında
konulur. Akut apandisit, akut batının en sık sebeplerinden birisidir.
Apendektomi de karın içi acil cerrahi müdahaleler arasında en fazla
yapılan ameliyattır. Akut apandisit tanısında iyi alınan bir anamnez
ile yapılacak dikkatli ve iyi bir fizik muayene oldukça önemlidir.
Bunun yanı sıra çeşitli laboratuvar ve görüntüleme tekniklerinden
de yararlanılabilir. Apendiks farklı lokalizasyonlarda yerleşmesine
rağmen retroçekal bölge bunlar içerisinde nadir görülen alanlardan
birisidir. Sağ alt kadran ağrısıyla acil servise başvuran hastalarda
başta apandisit olmak üzere hastanın yaş ve cinsiyetine göre birçok
hastalık akla gelmelidir. Bu hastalıkların aynı anda bulunabileceği
ve dolayısıyla ameliyat sırasında eksplorasyonun eksiksiz yapılması
gerekmektedir.
Our case was pre-diagnosed with appendicitis but during the
surgery it was seen that the patient had cecal diverticulum perforation.
Further, as the dissection continued appendicitis with retrocecal
subserous localization was identified. The goal of our study is to
underline the possibility that appendicitis in a rare localization can be
overlooked in patients diagnosed with simultaneous cecal diverticulum
complications. Although cecal diverticulum is a rare lesion, there
are some difficulties regarding its diagnosis and treatment since
its symptoms are similar to acute appendicitis when there is a
complication. It can hardly be differentiated from acute appendicitis
through physical examination and radiological imagining methods are
mostly insufficient. Therefore, patients are generally diagnosed intraoperatively.
Acute appendicitis is one of the most frequent causes of
acute abdomen. Appendectomy, too, is the most frequently performed
surgery among intraabdominal emergency surgical procedures. A
good anamnesis and a careful and sufficient physical examination
are very significant in the diagnosis of acute appendicitis. Alongside
these, various laboratory and imaging techniques can be utilized.
Although the appendix can be seen in different localizations, the
retrocecal site is one of the rare localizations among all. In patients
presenting to the emergency departments with complaints of right
lower quadrant pain, many diseases, led by appendicitis, based
on the patient’s age and sex should be taken into consideration.
The possibility that these diseases may co-exist should always be
remembered and, therefore, intra-operational exploration should be
performed thoroughly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Ayşenur Akın, Zafer Bağcı, Salih Güler, Derya Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Iron Intoxıcatıon CausIng Troponın ElevatIon: Fırst Case Reported From Our Country
Demir daha çok demir eksikliği anemisinde kullanılan bir ilaçtır. Demirin yüksek dozlarda kullanımı multisistemik bir etkiye neden olabilmektedir. İntoksikasyon gelişen olgularda semptomlar yutulan demirin miktarına bağlıdır. Minimum toksik doz ve ölümcül demir dozları kesin olarak bilinmemektedir. Ancak hayatı tehdit edebilecek düzeyde olan yan etkileri kalp ve karaciğer üzerinde görülmektedir. Bu makalede 16 yasında suisid amaçlı 720 mg; 12mg/kg/doz ‘unda demir preperatı alan bir olgu sunuldu. Herhangi bir şikâyeti olmayan ancak klinik açıdan takip edilen hastanın taburculuğu planlanırken yapılan kontrol kan tetkiklerinde troponin değerinde yükselme görülmesi üzerine takibine devam edildi. Fizik muayene, Elektrokardiyogram (EKG), Ekokardiyografi (EKO) bulgusu olmayan ve demir şelasyon endikasyonu bulunmayan ve takibinde troponin düzeyinde gerileme saptanan hasta önerilerle taburcu edildi. Nadir görülen bir durum olan kardiyak etkilenme olması ve ülkemizden bildirilen ilk vaka olması nedeniyle ilacın toksisite durumundaki etkileri literatür eşliğinde tartışıldı.
Iron is a medication that is used more in iron deficiency anemia. The use of iron in high doses can cause a multisystemic effect. The toxicity of iron depends upon the amount of elemental iron ingested. The minimum toxic dose and the lethal doses of iron are not firmly established. However, side effects that may be life-threatening are seen on the heart and liver. This paper presents a 16-year-old patient who used 720 mg; 12mg / kg / dose preparation of iron for suicide purposes. The control blood tests performed while planning the discharge of the patient, who had no complaints but were followed up clinically, continued to be followed up because of the increase in the value of troponin. The patient who has no record of physical examination, electrocardiogram (ECG), echocardiography (ECO) and indication for iron chelation and in whose troponin level a decrease was diagnosed in the monitoring was discharged with recommendations. Due to the rare occurrence of cardiac involvement and being the first case reported in our country, the effects of the drug on toxicity were discussed in the light of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eksploratif Timpanotomi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Eksploratif Timpanotomi
Exploratory Tympanotomy
Kulak hastalıklarında preoperatif araştırmalar, yapılacak cerrahi öncesinde temel hastalığı tanımlar. Ancak bazı hallerde tüm klinik ve radyolojik araştırmalara rağmen klinisyen doğru tanıyı koymada tereddüde düşer. Eksploratif timpanotomi orta kulak yapılarını gözkemede emniyetli yegane cerrahi girişimdir. Bu makalede, işitme kaybı nedeniyle eksploratif timpanotomi uyguladığımız 13 hastanın klinik bulguları ile birlikte eksploratif timpanotomi endikasyonları tartışıldı.
Preoperative clinical evaluation remains the basis in determination of an appropriate surgical procedure for the patient with otologic disease. Sometimes, howereri after a most complete clinical and radiogical work-up, the clinician will be in doubt about the correct diagnosis. Explarotary tympanotomy provides a unique and helpful, safe and minor surgical procedure that allows direct visualization of contents of the middle ear. In this article, thirteen patients who had exploratory tympanotomy for hearing loss and contemporary indications for exploratory tympanotomy were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diagnostık Radyolojıde Basın' Metotlarla Kalıte Kontrolu
Emsal Hediye Uğur, İlhami Demirel
Araştırma makalesi
Özeti
Diagnostık Radyolojıde Basın' Metotlarla Kalıte Kontrolu
QualtIty Control WIth SImple Methods In DIagnostIc RadIology
Bu çalışmada, basit metodlarla diagnostik rad-konvansiyonel röntgen sistemlerinin kalite kow rt, f f ci )iq)antloir. Bu testier, lineerite, zamana, yari kahnhk degeri (HILL (Alain uyu§-mast, demetin tiip ‘1' riEtforsatiir-film temast, farkh lardtek! karanlik oda Okiimieri ve banyo iestierini kermektedir.
in this study, the quality control tests are performed on diagnostic x-ray systems using simple methods. These quality control tests include the measurements of linearity, grid, reproducibility, exposure time, half value layer (HVL), x-ray light congruous, beam alignment tube output, screen-film contact, screen with different speed, dark room and the quality control of the film processing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Osman Yılmaz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Bronchıal Carcınoıd Tumors
Bronşial karsinoid tümörler tüm akciğer tümürlerinin yaklaşık % 5'ini oluştururlar. Her iki cinsiyette eşit sıklıkla bulunurlar. Hastaların çoğu genç veya orta yaşlı erişkinlerdir. Bu tümörlerin sigara içme veya bilinen diğer akciğer karsinojenleri ile bir ilgisi yoktur. Tümörün akciğerdeki lokalizasyonuna,klinik özelliklerine morfolojik görünümüne bağlı olarak bu tümörler 4 çeşittir. Bunlar sentral karsinoid, periferik karsinoid, atipik karsinoid ve tumorlet tip bronşial karsinoiddir.
Bronchial carcinoid tumors constitute approximately 5 percent of all lung tumors. They occur with about equal frequency in both sexes. Most patients are young or middle aged adults. These tumors are not related to cigarette smoking or other known pulmonary carcinogenic factors. Dependent upon the location of the tumor within the lung clinical presentation and morphologic appearance, these tumors are four variants. These variants are the central carcinoid, the peripheral carcinoid, atypical carcinoid, tumorlet type bronchial carcinoid. In this study, two cases diagnosed as bronchial carcinoid turner in Pathology Depart-ment of Medical School of Selçuk University between May 1987 -April 1988 were presented and discusseJ.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Osman Yılmaz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Bronchıal Tumor Carsınoıd
Bronşial karsinoid tümörler tüm akciğer tümürlerinin yaklaşık % 5'ini oluştururlar. Her iki cinsiyette eşit sıklıkla bulunurlar. Hastaların çoğu genç veya orta yaşlı erişkinlerdir. Bu tümörlerin sigara içme veya bilinen diğer akciğer karsinojenleri ile bir ilgisi yoktur. Tümörün akciğerdeki lokalizasyonuna,klinik özelliklerine morfolojik görünümüne bağlı olarak bu tümörler 4 çeşittir. Bunlar sentral karsinoid, periferik karsinoid, atipik karsinoid ve tumorlet tip bronşial karsinoiddir.
Bronchial carcinoid tumors constitute approximately 5 percent of all lung tumors. They occur with about equal frequency in both sexes. Most patients are young or middle aged adults. These tumors are not related to cigarette smoking or other known pulmonary carcinogenic factors. Dependent upon the location of the tumor within the lung clinical presentation and morphologic appearance, these tumors are four variants. These variants are the central carcinoid, the peripheral carcinoid, atypical carcinoid, tumorlet type bronchial carcinoid. In this study, two cases diagnosed as bronchial carcinoid turner in Pathology Depart-ment of Medical School of Selçuk University between May 1987 -April 1988 were presented and discusseJ.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
Levent Kart, Muhammed Emin Akkoyunlu, Yasemin Akkoyunlu, Murat Sezer, Hatice Kutbay Özçelik, Fatmanur Karaköse, Turan Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of End Stage PatIent In IntensIve Care UnIt
Mevcut teknolojik imkanlar ve bilimsel veriler çerçevesinde iyileşme umudunun kaybedildiği düşünülen hastalara uygulanan tıbbi müdahaleler, hastaya sağladığı yarar ve zarar açısından etik tartışmalara neden olmuştur. Özellikle yoğun bakım gibi ülkemiz için kısıtlı olan kaynaklar açısından değerlendirildiğinde durum yönetimsel bir boyut kazanmaktadır. Çalışmamızda üniversitemiz Göğüs hastalıkları bünyesinde bulunan dahili yoğun bakım ünitemizde takip edilen, tıbben iyileşme ümidi olmayan ve hastalığın son döneminde olduğuna karar verilen hastalar ve sonuçları değerlendirilmiştir. Retrospektif olarak 25 Ekim 2010 ile 30 Nisan 2010 tarihleri arasında yoğun bakım ünitemizde 24 saatten fazla yatmış olan toplam 163 hastanın terminal dönemde olan 17’si incelenmiştir. Hastaların 11’i onkoloji hastasıydı. Bunların 6’sında akciğer, 5’inde ise diğer organ kanserlerine bağlı tedaviye yanıtsız yaygın metastaz mevcuttu. Diğer hastalardan 3’ü miyokart enfarktüsü sonrasında ejeksiyon fraksiyonunun %15’in altında olmasına bağlı genel durum bozukluğu nedeni ile nakil şansı olmayan, 1’i ileri dönem solunum kaslarının da tutulduğu musküler distrofi, 1 olgu ileri solunum yetmezliğinde olan intersitisyel akciğer hastalığı, diğeri ise tedaviye yanıtsız çoklu komplikasyonları olan karaciğer sirozu hastaydı. Onbeş hasta yoğun bakımda yaşamını yitirirken sadece 2 hasta mekanik ventilatör desteğinde taburcu edildi. Hastaların yattığı dönem içinde yapılan tıbbi müdahale maliyeti 208.200,640 TL olarak saptandı. Hastalar toplam 233 yatak/gün boyunca yoğun bakımda takip edildi. Sonuç olarak yoğun bakımımızda terminal dönem hastalarına ayrılan yatak sayısı ve yatak başı maliyet oldukça yüksek olarak saptanmıştır. Gerekli kanuni düzenlemeler ile birlikte palyatif bakım üniteleri yada hospis sistemlerinin kurulması, gerek sınırlı olan kaynakların daha akılcı kullanımı, gerekse hasta ve hasta yakınlarının ve memnuniyeti için önemlidir.
Medical interventions to the patients from whom healing expectations (with the current technological and scientific data) were considered to be lost are being ethically discussed about the benefit and loss to the patient. When it is about the limited sources of the country, particularly like the intensive care units, it becomes an administrative issue. In this study we evaluated the patients in the terminal phase of their diseases with no expectancy of healing, hospitalized in the medical intensive care unit (ICU)of our university hospital. Thirteen terminal phase patients out of 73 patients hospitalized between 25 October 2010 and 30 April 2011 were evaluated retrospectively in ICU. Eleven of the patients had oncological disease (6 lung cancers and 5 other organ cancers). These patients had widespread metastases not responding to therapy. Tree of the other patients had ejection fraction lower than 15% following myocardial infarction with no chance for transplantation due to low health status, one had advanced respiratory muscle involvement due to muscular dystrophy, the another had intersitisyel lung diseases with severe respiratory failure, the other had liver cirrhosis with multiple complications. Fifteen patients died in the intensive care unit, whereas two patient was discharged with home mechanical ventilator support. Medical cost of the patients was 208.200,640/TL. They were hospitalized for 233 bed/days. The number of beds occupied by these terminal phase patients in this period were considered to be high. Foundation of palliative care units or hospice service with necessary law evaluations, is very useful and important not only for optimal use of limited financial sources but also for comfort of patient and relatives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çölyak Arter Stenozu Olan Bir Olguda Cerrahi Tedavi: Aorto-Hepatik Bypass
Mehmet Işık, Ali Sarıgül
Olgu sunumu
Özeti
Çölyak Arter Stenozu Olan Bir Olguda Cerrahi Tedavi: Aorto-Hepatik Bypass
Surgıcal Treatment In A Patıent Wıth Celıac Artery Stenosıs: Aorta-Hepatıc Bypass
Kronik mezenterik iskemi, intestinal perfüzyon bozukluğundan kaynaklanan nadir görülen bir hastalıktır. Yemeklerden sonra artan karın ağrısı, iştahsızlık, kilo kaybı gibi belirtilerle seyreder. Olgu sunumu yapılan hastada, intestinal iskemi, arterya dorsalis pedis tıkanıklığı, çölyak arter (ÇA) ve süperior mezenterik arter (SMA) tutulumu mevcuttu. 35 yaşındaki bir bayan hastada tüm bu lezyonların birlikte görülmesi, nadir olması açısından ilginçti.
Bu çalışmada, multipl lezyonlar nedeniyle endovasküler işleme uygun olmayan ve safen ven ile aorta-hepatik bypass yapılan genç hastanın cerrahi tedavisi paylaşılmak istendi.
Chronic mesenteric ischemia is a rare disease caused by intestinal perfusion disorder. Increased abdominal pain after meals, loss of appetite, weight loss, such as the symptoms of the course. The patient was presented with intestinal ischemia, arterial dorsalis pedis obstruction, celiac artery and superior mesenteric artery involvement. The coexistence of all these lesions in a 35-year-old female patient was interesting because of its rarity. In this study, we wanted to share the surgical treatment of a young patient who was not suitable for endovascular treatment and underwent saphenous vein and aorta-hepatic bypass due to multiple lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Holt-Oram Sendromu
Hamiyet Pekel, Hidayet Durmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Holt-Oram Sendromu
Holt-Oram Syndrome
İskelet ve kardiovasküler anomali ile ilgili Holt-Oram Sendromlu ve içe kayması olan erkek bir çocuk hasta sunuldu. Hastada; her iki kolun hipoplazik, sağ elde üç parmak, sol elde dört parmak, atrioseptal defekt ve gözlerde 35 prizm diopri içe kayma olduğu tespit edildi. Pedigri incelenmesinde, annede ortaya çıkan ilk mulasyon ile yorumlandı.
A maIe child who had a skeletal and cardiovascular anomaly relaled with Synrome and esotropia was presented. On !his palient following symptoms were observed; bilaterally hypoplasique arm, 3 fingers on the right and 4 flngers on the left hand, arrioseptal defect and on the. eye 35 prisin diopri esoıropia, in the pedigri, tl was stated that was a first mutation occurred in mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetik Ayak
Ahmet Kaya, Laika Karabulut, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabetik Ayak
The DIabetIc Foot
Diabetik bir kişide nöropati, infeksiyon ve damarsal bozukluklar nedeniyle ayakta sıklıkla malformasyonlar oluşmaktadır. 70 diabetik hastanın (10 tip 1,60 tip II) 16'sında radyografik olarak kemiklerinde destrüksiyon saptandı. Bu 16 hastanın 7'inde ayak derisinde eritem, ülserasyon ve ayakta gangrene lezyonlar tespit edildi. Cilt lezyonu ve gangren bulunmayan 55 diabetik hastanın ise 9'unda ayak kemiklerinde radyolojik olarak destrüksiyon gösterildi. Diabet süresi ve hastanın yaşı ile ayak lezyonları ara-sında bir ilişki kurulamadı. Kalp yetmezliği cilt lezyonlarını hızlandıran en önemli etkendir. Ayrıca ayak hijyeninin iyi olmaması olayı proveke etmektedir. Bu nedenle diabetik ayakta oluşacak komplikasyonları önleyebilmek için ayak bakımı ve proveke edici etkenlerden hastaya uzak tutmak gerekmektedir.
In a diabetic person, foot malformations frequently occur due to neuropathy, infection and vascular disorders. Radiographic destruction of bones was detected in 16 of 70 diabetic patients (10 type 1.60 type II). In 7 of these 16 patients, erythema, ulceration and gangrenous lesions were detected on the skin of the feet. Radiological destruction of the foot bones was demonstrated in 9 of 55 diabetic patients without skin lesions and gangrene. No relationship could be established between the duration of diabetes and the patient's age and foot lesions. Heart failure is the most important factor that accelerates skin lesions. Also, poor foot hygiene provokes the event. Therefore, in order to prevent complications that may occur in the diabetic foot, it is necessary to keep the patient away from foot care and provoking factors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
Çağatay Han Ülkü, Ziya Cenik, Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
The Value Of The Computed Tomography In EvaluatIng The LocalIzatIon Of LarIngeal CarcInomas
Bu çalışmada kliniğimizde Kasım 1994-Haziran 7996 tarihleri arasında larenks karsinomu tanısı almış 30 yaka preoperafif dönemde çekilen bilgisayarlı tomografi, larengoskobik muayene ve makroskobik piyes bulgulari ile karşılastınIch. Larengoskopi sadece mukozal yüzeyi ve kord vokal hareketlerini değerlendirebilmektedir. Kord ha-reketlerinde sinirlilik derin invazyon şeklinde yorumianabilmekte, ancak tümörün gerçek boyutlannın ve sınırlarının belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.Konvansiyonel radyolojik tetkikler de larengoskopiye ilave bilgi ver-memektedir. BT, klinisyenin cerrahi tedavi yönetrnini belirleyecek olan tümörün gerçek anatomik lokalizasyanu ve derin yayılımını tespitte karşılaştığı bu belirsizliğin çözümüne önemli katkılar sağlamaktadırLarengoskopi ve kon-vansiyonel radyolojik tekniklerle değerlendirilemeyen preepiglottik aralık, paraglottik aralık, subglottik alan, kitle sebebiyle değerlendirilemeyen larenksin alt bölümleri ve kartilaj tutulumunu belirlemede bilgisayarlı tomografinin etkin bir tanı yöntemi olduğunu tesbit ettik.Ancak kartilaj tutulumunda irregüler kalsifikasyon ve mikroinvazyonlar sebebiyle yanlış değerlendirmeler olabileceğini belirledik. Küçük mukozal lezyonların değerlendirilmesinde de Binin yalancı (-) sonuç verebileceğini ve bu lezyonları belirlenmesinde larengoskopinin daha duyarlı olduğunu tesbit ettik. Konservatif cerrahi yönteminin belirlenmesinde BT, klinisyene tümörün deri yayılımı hakkında çok önemli bilgiler vermekte ve larengoskopiyi tamamlayıcı rol oynamaktadır.
In this study, thirty cases af laringeal carcinoma which diagnosed in our clinic between November-1994 June-1996 are compared by preoperative CT, laryngoscopy and postoperative speciemen findings. By laryngoscopy one could evaluate the status the mucosal lining and vocale cord motility. Lımitations of the cord vocale motility is attributed to deep invasion of the tumour but, the exact dimensions of the tumour could not be estimated. The conventional radiologic examination methods da not add any useful knowledge to the laryngoscopy. The com-puted tomograpic examination is useful to determine the precise anatomic localization and spread of the tumour which is very useful ta surgeon to choose the surgical treatment method. We concluded that CT is valuable di-agnostic method in evaluating the preepiglottic area, paraglottic area, subglottic area and the inferior areas of the larynx which is obstructed by the large laryngeal masses and the cartilage invasion which could not be evaluated by laryngoscopy and other conventional radiological methods. Also we concluded that there may be wrong de-cisions about the cartilage invasion due to the irreguler calcifications and microinvasions by CT examination. In the evaluation of the small mucosal lesions CT could yield false negative results and these lesions could be more accurately determined by laryngoscopy. CT evaluation of the laryngeal carcinoma patient prior to surgical in-tervantion is an additional diagnostic tool to the laryngoscopy and very useful for the determination of the best conservative surgical method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aile Planlaması: Geleneksel Ve Modern Yöntemler
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
Aile Planlaması: Geleneksel Ve Modern Yöntemler
FamIly PlannIng: TradItIonal And Modern Methods
Kliniğimize başvuran hastaların kontraseptif yöntem kullanma
oranını ve kullanılan yöntemlerin yaş, parite, sigara gibi değişkenlerle
ilişkisini ortaya koymak. Çalışmamızda aile planlaması polikliniğinde
Ocak 2010 – Ocak 2013 tarihleri arasında muayane edilen 906 olgu
retrospektif olarak incelendi. Hastaların kullandığı kontraseptif metot,
yaş, evlilik süresi, parite sayısı, küretaj sayısı, sigara kullanımı
değerlendirildi. Kullanılan kontraseptif yöntemler geri çekme,
kondom, rahim içi araç (RİA), oral kontraseptif (OKS), kontraseptif
iğne ve tubal sterilizasyon olarak sınıflandırıldı. İstatiksel anazlizleri
yapıldı. Kontraseptif yöntem kullanma oranı %85 idi. Hastaların %
48’i modern bir korunma yöntemi kullanmakta idi. Geri çekme yöntemi
%37 ile en çok kullanılan aile planması yöntemi idi. Bunu sırasıyla
rahim içi araç (%17.5), kondom (%17), oral kontraseptif (%6.5),
tubal sterilizasyon (%3.8) ve kontraseptif iğne (%3.2) takip ediyordu.
Korunma yöntemi olarak 35 yaş ve altı grupta daha çok kondom,
oral kontraseptif ve geri çekme tercih edilirken; 35 yaş üstü grupta
daha çok rahim içi araç, kontraseptif iğne ve tubal sterilizasyon
kullanılmakta idi. Bölgemizde herhangi bir aile planlaması yöntemini
kullanma oranı Türkiye verilerine göre daha yüksek saptandı. Ancak
buna rağmen modern bir yöntem kullanma oranı Türkiye ortalaması
düzeyinde idi. Toplumda yüz yüze yapılan eğitimlerle aile planlaması
bilinç düzeyi yükseltilebilir. Özellikle geri çekme metodunu kullanan
hasta grubu modern aile planlaması yöntemleri kullanma konusunda
bilinçlendirilmelidir.
To puth forward the rates of using contraceptive methods and
to find out relationships of used methods with age, parity, cigarette
smoking. In our study, 906 patients were analysed retrospectively
who applied to family planning clinic between January 2010 - January
2013. Contraceptive methods age, duration of marriage, parity,
number of curretage, cigarette smoking behaviours were evaluated.
Contraceptive methods were classified as coitus interruptes,
condom, intrauterine device (IUD), oral contraceptives, other
hormonal contraceptive methods and tubal sterilisation. For analysis
of datas, SPSS version 16 was used. The rate of using contraceptive
method was 85%. Fourty eight percent of patients were using a
modern contraceptive method. Coitus interruptes was the mostly
used family plannning method with a rate of 37%. In turn, intrauterin
device (17.5%), condom (17%), oral contraceptives (6.5%), tubal
sterilisation (3.8%) and hormonal contraceptive injections (3.2%)
were following coitus interruptes method. In patient under 35 years
old group mostly used method was condom, oral contraceptives and
coitus interruptes; while in patient group below 35 years old IUD,
contraceptive injections and tubal sterilisation was the mostly used
methods. In our region, the rate of using anyone of contraceptive
method was higher than the Turkey’s data. But rate of using a modern
contraceptive method was near to mean data of Turkey. In society,
conciousness of family planning may have been increased with face
to face education programmmes. Especially, patient group of using
coitus interruptes method must be rendered concious about modern
family planning methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İki Vaka Nedeniyle Sifiliz Ve Condylomata Lata
Hüseyin Tol, Hüseyin Endoğru, Şükrü Balevi, Alaalldin Atalık, Ayfer Özkardeş, Müfide Bozkürk
Araştırma makalesi
Özeti
İki Vaka Nedeniyle Sifiliz Ve Condylomata Lata
Two Cases Of SyphIlIs And Condylomata Lata
Cinsel yolla bulaşan hastalıklar grubuna giren sifiliz, tüm dünyadave ülkemizde önemini korumaya devam etmektedir. Son yıllarda, sifiliz vakalarında bir artma eğiliıni gözlenmektedir. Bu eğilimin sebepleri arasında sos-yal, ekonomik ve ahicşki faktörleri sayabiliriz. Sifiliz ikinci devir lezyonlarından Kondilomata lata ve diğer bulgulan taşıyan 2 olgu konunun önemi nedeniyle takdim edildi.
Syhilis, in the group of sexuallY transmitted di-seases, maintains its importance' over the world and in our countm Iiı recent years, a trend tv increase iıt. cases of syphilis has been observed. Among causes of this trend are social, ecoıtomic and moral factors. Two cases with Condylomata lata and other symptoms of secondarv svphilis vere presemed be-cause of the importance of the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ameliyathanede Çalışan Sağlık Profesyonellerinde Tükenmişlik, İş Doyumu Ve Depresyon
Muhammet Emin Naldan, Ali Karayağmurlu, Murat Yayık, Muhammet Ali Arı
Araştırma makalesi
Özeti
Ameliyathanede Çalışan Sağlık Profesyonellerinde Tükenmişlik, İş Doyumu Ve Depresyon
Burnout, Job SatIsfactIon, DepressIon On The Healthcare ProfessIonals WorkIng In The OperatIon Room
\r\n ÖZET
\r\n
\r\n Amaç: Bu çalışmada ameliyathanede çalışan sağlık personellerinin tükenmişlik, mesleki doyum , depresyon belirti düzeylerini ve bunları etkileyen sosyodemografik özellikleribelirlemek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Araştırmanın örneklemini, Erzurum Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ameliyathanesinde çalışan anestezi doktoru, cerrahi hemşire, anestezi teknisyeni olmak üzere toplam 230 kişi oluşturmuştur.Çalışmada, Sosyodemografik Veri Formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği( MTÖ), Minnesota Doyum Ölçeği (MDÖ)ve Beck Depresyon Envanterini (BDE) doldurmaları katılımcılardan istendi.
\r\n
\r\n Bulgular: Haftada 60 saatin üzerinde çalışan ameliyathane personelinde Duygusal Tükenme(DT), Duyarsızlaşma (D)ve Beck Depresyon Envanteri (BDE) puanları anlamlı biçimde daha yüksek, Kişisel Başarı(KB) puanları düşüktü.(p<0.05 )Üniversite hastanesinde çalışanların DT,BDE ve D puanları anlamlı derecede yüksek bulundu.(p<0.05 )Doktorların DT ve D puanları, yüksek bulundu. ( p<0.05) Çalışanların BDE ile MDÖ ve KB ölçek puanları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişkinin olduğu; DT ve D alt boyutlarından aldıkları puan ortalamaları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulundu.(p<0.05 )
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Hastalara etkili, doğru ve hızlı müdahale gerektiren yoğun iş baskısı altındaki bir birim olan ameliyathane çalışanlarının ruh sağlıklarını ve çalışma koşullarını değerlendirip, çalışanların iş baskısı ve yükünü azaltmak, ruh sağlığını koruyarak işlevselliğini artırarak hizmet kalitesinin artması açısından faydalı olacaktır.
\r\n
\r\n ABSTRACT
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Aim : In this study, it was aimed to determine burnout, occupational satisfaction, depression symptom levels and sociodemographic characteristics affecting health personnel working in the operating room.
\r\n
\r\n Patients and Methods:The sample of the study consisted of a total of 230 people, including an anesthesiologist, a surgical nurse and an anesthesia technician working in the Erzurum Regional Training and Research Hospital and Atatürk University Medical Faculty Hospital. In the study, the Sociodemographic Data Form, Maslach Burnout Inventory , Minnesota Satisfaction Scale and Beck Depression Inventory were requested from participants
\r\n
\r\n Results:Emotional Exhaustion , Desensitization and Beck Depression Inventory scores were significantly higher and Personal Achievement scores were lower in operating room personnel working more than 60 hours a week (p <0.05). Desensitization scores were found to be significantly higher (p <0.05). Doctors' Emotional Exhaustion and Desensitization scores were high. (p <0.05). There was a significant negative correlation between the Beck Depression Inventory and the Minnesota Satisfaction Scale and Personal Achievement scale scores of the employees; There was a significant positive correlation between the mean scores of the Emotional Exhaustion and Desensitization subscales (p <0.05)
\r\n
\r\n Conclusion:The operating room, which is a unit under intensive work pressure that requires effective, accurate and rapid intervention, will be useful in evaluating the mental health and working conditions of employees, reducing the work pressure and burden of employees and increasing the quality of service by increasing mental health and functioning.
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Ümran Yıldırım, Fahri Halit Beşir, Süleyman Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Castleman’s DIsease In The Neck
Castleman hastalığı nadir görülen etiyolojisi tam olarak bilinmeyen lenfoprolifetif bir hastalıktır. En sık mediastinal lenf nodu tutulumu görülmekle birlikte servikal, retroperitoneal, aksiller ve diğer bölgelerdeki lenf nodları da tutulabilir. Sıklıkla genç erişkinlerde görülür ve cinsiyet ayırımı göstermez. Histopatolojik olarak hiyalin vasküler ve plazma hücreli olmak üzere iki tipi bulunmaktadır. Kliniğine göre de lokalize ve sistemik (multisentrik) formları bulunmaktadır. Lokalize tip genellikle asemptomatiktir ve kitle veya şişlik ile kendini gösterir. Sistemik (multisentrik) tipte ise ateş, anemi, yaygın lenfadenopati ve hepatosplenomegali gibi nonspesifik semptomlar görülür. Lokalize tip hastalığın tedavisi kitlenin cerrahi olarak eksizyonudur. Sistemik tip hastalığın tedavisinde genellikle steroid tedavisi, kemoterapi ve radyoterapi kullanılmasına rağmen kesin tedavisi yoktur. Bu çalışmada boyunda kitle şikâyeti ile gelen ve hiyalin vasküler tip Castleman hastalığı tanısı konulan bir olgu sunuldu.
Castleman’s disease is a rare lymphoproliferative disorder of unknown etiology exactly. Although the disease most commonly appears in the mediastinal lymph nodes, it can be occur in cervical, retroperitoneal, axillary and other regions lymph nodes. There is no gender predominance and often occurs in young adults. Two histological variants as hyaline-vascular and plasma cell type have been described. Clinically it is also divided in two types: a localized type, which is usually asymtomatic and presented as a mass or swelling. Systemic (multicentric) type is characterized nonspecific symptoms such as fever, anaemia, generalized lymphadenopathy and hepatosplenomegaly Complete surgical excision is curative for localized form. Although systemic type is usually treated with radiation therapy, corticosteroids and chemotherapy, there is no certain treatment. We herein reported a neck mass diagnosed as hyaline vascular type Castleman’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
Mine Şahingöz, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
AnalysIs Of PatIents Who AdmItted To The ChIld And Adolescent OutpatIent ClInIc In A UnIversIty HospItal
Çalışmamızda çocuk ve ergen psikiyatrisine başvuran hastaların belirti ve tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine 2002 -2007 tarihleri arasında başvuranların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların başvuru şikayetleri incelendiğinde, en sık görülen yakınmaların sinirlilik, aşırı hareketlilik, alt ıslatma, kekeleme, sıkıntı hissi olduğu belirlendi. DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan değerlendirmelerde 2082 hastanın (% 86.8) herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı aldığı görüldü. En sık görülen tanılar sırasıyla anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygudurum bozuklukları, dışa atım bozuklukları, iletişim sorunları, mental retardasyondur. Olguların %20,1’i birden fazla tanı almıştır. Sık görülen komorbid durumlar enürezis ve depresyon idi. Mental retardasyon-enürezis, enürezis-DEHB, depresyon-anksiyete bozukluğunun en sık birlikte görüldüğü belirlendi. Olguların yaklaşık üçte birine psikotrop ilaç reçetelenmiştir. Çalışmamızda saptanan bulgular çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında tedavi hizmetlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilir.
To evaluate symptoms and diagnosis of patients who presented to the child and adolescent psychiatric outpatient clinic. Medical records of patients admitted to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic at Selcuk University Meram Faculty of Medicine between 2002 and 2007 were studied retrospectively. When admisson complaints of cases were reevaluated the most frequent symptoms were nervousness, over-activity, ürine to miss, stuttering and feeling of distress. According to the DSM-IV diagnoses, 2082 (%86.8) cases had any psyciatric disorder. The most common diagnosis were anxiety disorders, attention deficit hyperactivity disorder, mood disorders, enuresis, relationship problems and mental retardation, respectively. Of the cases, 20.1 % were diagnosed with multiple conditions. The most frequent comorbid diagnoses were enüresis and depression. The most frequent comorbid diagnoses were mental retardation-enüresis and enüresis-attention deficit hyperactivity disorder and depression-anxiety disorders. Approximately one-third of subjects were prescribed psychotropic medications. Our findings may be helpful in improving treatmentservices in child and adolescent psychiatry
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
Aslı Akyol Gürses, Figen Güney, Bülent Oğuz Genç, Betigül Yürüten
Olgu sunumu
Özeti
16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
16 Years Hıstory Of Presyncope: An Unexpected Presentatıon Of Myotonıc Dystrophy
Miyotonik distrofi, erişkin çağın en sık görülen musküler distrofisidir. Hastalığın nörolojik bulguları tipik olmakla birlikte; kardiyak ve sistemik semptomların baskın olduğu olgularda tanı güçleşebilir. 16 yıldır süregelen presenkop atakları nedeniyle ilk olarak kardiyoloji bölümüne başvuran 46 yaşındaki erkek hasta, son dönemde belirginleşen yürüme güçlüğü şikayeti tanımlaması üzerine nöroloji bölümüne yönlendirilmişti. Detaylı nörolojik muayene ve elektrofizyolojik inceleme sonrasında hasta tip 1 miyotonik distrofi tanısı aldı. Mevcut olgu, sebebi bilinmeyen kardiyak ileti defekti, aritmi ve kardiyomiyopatiyle prezente olan hastalarda; özellikle de eşlik eden silik veya aşikar nörolojik şikayetler varlığında, nörolojik değerlendirmenin önemini ve gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu tip olguların ayırıcı tanısında nöromuskuler hastalıklar da akılda tutulmalıdır ve doğru tanısal değerlendirme için multidisipliner yaklaşım esastır.
Myotonic dystrophy is the most common muscular dystrophy of adulthood. Neurological manifestation of the disease is typical, however diagnosis could be challenge in patients presentig with predominant cardiac or systemic symptoms. 46 year old male was suffering from presyncope attacks for 16 years, and first examined by a cardiologist. Because of the recent complaints including walking difficulty, he was referred to neurology department. Following a detailed neurological examination and electrodiagnostic workup, he was finally diagnosed myotonic dystrophy type 1. The case highlights the necessitiy of neurological consultation in patients who present with conduction defects, arythmias or cardiomyopathies of unknown origin, accompanied by overt or subtle neurological symptoms. In such patients, neuromuscular disorders should be considered in the differential diagnosis; and in order to provide thorough diagnostic evaluation, multidisciplinary approach is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
Suna Kabil Kucur, İlay Gözükara, Havva Yılmaz, Ayşenur Aksoy, Eda Ülkü Uludağ, Hülya Uzkeser, Yasemin Kaya, Esra Ademoğlu, Ayşe Çarlıoğlu, Şenay Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
CorrelatIons Of VItamIn D Level WIth Hormonal And BIochemIcal
parameters In PolycystIc Ovary Syndrome
Polikistik over sendromu (PKOS) hastalarında 25(OH)D
düzeyi ve bunun hormonal ve biyokimyasal parametrelerle ilişkisini
değerlendirmek. Çalışmaya Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesine
Mayıs - Ekim ayları arasında başvurmuş 33 PKOS tanısı almış hasta
ve 42 yaş ve vücut kitle indeksi (VKİ) uyumlu kontrol grubunu içeren
toplam 75 olgu katılmıştır. Erken folliküler fazda 12 saat açlık sonrası
total testosteron (TT), serbest testosteron (fT), 25 Hidroksi D vitamini
(25(OH)D), Dihidroepiandrostenedion sülfat (DHEAS), LH, FSH, tiroid
stimulan hormon (TSH), kortisol ve 17αOH-progesteron, açlık kan
şekeri (AKŞ) ve insülin için kan örneği alındı. HOMA-IR (açlık kan
şekeri x açlık insülini / 405) hesaplandı. PKOS hastalarında kontrol
grubuna göre 17αOH progesteron ve 25(OH)D seviyeleri istatistiksel
olarak anlamlı düşük bulundu (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT,
insulin, ACTH ve DHEAS seviyeleri PKOS grubunda anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur (p<0.01). 25(OH)D düzeyi ile PKOS, LH/FSH,
TT, fT, DHEAS ve FGS arasında negatif korelasyon izlenirken,
25(OH)D seviyesi ile yaş, VKİ ve insülin direnci arasında anlamlı
bir korelasyon bulunmadı. Çalışmamızda PKOS grubunda kontrol
grubuna göre vücut kitle indeksinden bağımsız olarak D vitamini
düzeyinin istatistiksel olarak ciddi düşük olduğu gözlendi. 25(OH)D
seviesinin hiperandrojenik tablo ile korele olduğu gözlendi. Düşük
serum 25(OH)D düzeyinin PKOS hastalarında semptomları arttıracağı
düşünülebilir. PKOS’ un yönetiminde D vitamini takviyesinin hormonal
ve klinik parametrelere etkisini araştıran geniş girişimsel çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır.
To investigate the level of 25(OH)D and association between
25(OH)D level and hormonal-biochemical parameters in Polycystic
ovary syndrome (PCOS). Thirty three patients diagnosed with PCOS
and 42 age- body mass index (BMI) matched control group admitted
to Bolge Training and Research Hospital from May to October were
included in the study. Serum total testosterone (TT), free testosterone
(fT), 25(OH)D, dihydroepiandrostenodione sulphate, LH, FSH, thyroid
stimulating hormone (TSH), cortisol, 17αOH-progesterone, fasting
glucose, insulin levels were evaluated after 12 hour fasting. HOMA-IR
(fasting glucose level x fasting insülin / 405) was calculated. Serum
17αOH progesterone and 25(OH)D levels were significantly lower in
PCOS group (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT, insulin, ACTH,
and DHEAS levels were significantly higher in PCOS group (p<0.01).
There was statistically significant negative correlation of 25(OH)D
levels with PCOS, LH/FSH, TT, fT, DHEAS ve FGS. There was no
statistically significant correlation between 25(OH)D levels and age,
body mass index and insulin resistance. The results of this study
indicated that vitamin D deficiency is highly prevalent among women
with PCOS independent of body mass index. We also demonstrated
that vitamin D deficiency was correlated with hyperandrogenism in
PCOS women. Low serum 25(OH)D levels might exacerbate PCOS
symptoms. Large intervention trials are needed to evaluate the effect
of vitamin D supplementation on hormonal and clinical parameters in
PCOS women.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Normotansif Ve Hipertansif Prostat Hipertrofili Hastalarda Doksazosin Tedavisi
Talat Yurdakul, Giray Karalezli, Bülent Yiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Normotansif Ve Hipertansif Prostat Hipertrofili Hastalarda Doksazosin Tedavisi
DoxazosIn Treatment In NormotensIve And HypertensIve PatIents WIth BenIgn ProstatIc HyperplasIa
Benign prostat hipertrofisi (BPH) tanısı almış normotansif (grup I) (n=21) ve antihipertansif kullanan nor-motansif (grup Il) (n=13) hastalarda, selektif bir alfa-1 bloker olan doksazosinin idrar akım hızları, uluslarası pros-tat semptom skoru (IPSS), rezidüel idrar miktarları ve kan basıncı üzerindeki etkileri araştırıldı. Hastalar 3 haftalık titrasyon periyodunu takiben 12 hafta süreyle günde 4 mg doksazosin ile tedavi edildi. Aradaki farklar bütün pa-rametreler için istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Her iki grupta da doksazosin, diastolik kan basınçlarında is-tatistiksel olarak anlamlı ama klinik olarak önemli olmayan düşmelere yol açtı_ Tedaviye bağlı yan etkiler hastalar tarafından iyi bir şekilde tolere edildi. Normotansif ve farmakolojik olarak normotansif BPH hastalarda medikal tedavi düşünüldüğünde, doksazosin, kan basınçlarında önemli düşmelere neden olmadan kullanılabilir.
Normotensive (group l) (n-21) and pharmacologically normotensive (group Il) (n=13) patients with benign prostate hypertrophy (BPH) are included in a survey for efficacy of doxazosin, which is a selective alpha-1 bloc-ker. The effects of doxazosin on urinary flow rates, International Prostate Symptom Score (IPSS), residual urine volume and blood pressure are evaluated. Doxazosin was giyen 4 mg for 12 weeks after a titration period of 3 weeks. Differences were found statistically significant in all parameters. In both groups, doxazosin caused a sta-tistically significant reduction in diastolic blood pressure but this was clinically unimportant. Side effects were to-lerated well by the patients. When medical treatment is indicated in normotensive and pharmacologically nor-motensive BPH patients, doxazosin can be used without significant blood pressure reduction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Paget Hastalığında Gelışen Kemik Sarkomları
Bone Sarcomas ArIsIng In Paget's DIsease
Paget hastalığında gelişen en önemli komplikasyon biride sarkamatöz değişimlerdir. 1983 ve 1988 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde, Paget hastalığı zemininde gelişen iki kemik sarkomlu hasta teşhis ve tedavi edildi. Bu tümörlerin histolojik incelenmesinde osteosarkom olduğu tesbit edildi. Radyolojik olarak osteolitik karakterde idiler. En önemli klinik bulgular' ağrı, patolojik kırık ve hassas şişlik olan vakaların birinde femur, diğerinde humerusta tutulum vardı. Prognoziarı kötü seyreden bu vakalar literatürle karşılaştırılarak gözden geçirildi.
The most serious complication of Paget's disease is the sarcomataus degeneration. Two cases of bone sarcoma in Paget's disease were diagnosed and treated at the University Hospital, departrnent of orthopaedy and Traumatology between 1983 and 1988. Histologically, lesions were osteogenic sarcoma and it is radiographically found ta be osteolitic. Pain, pathologic fracture and tender swelling were constant features. Femur and humerus were the affected bones. Overall prognosis for !hese patients were poor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigara Kullanma Alışkanlığının İnsan Lenfositlerindeki Mikronükleus Oluşumuna Etkileri
Sennur Demirel, Hatice Gül Dursun
Araştırma makalesi
Özeti
Sigara Kullanma Alışkanlığının İnsan Lenfositlerindeki Mikronükleus Oluşumuna Etkileri
The Effects Of CIgarette SmokIng On MIcronucleus Frequency In Human Lymphocytes
Bu çalışmada, sigara kullanma alışkanlığının mikronükleus (MN) oluşumuna etkisini incelemek amacıyla, sigara kullanan, bilinen bir mutajene maruz kalmamış, sağlıklı 10 kadın ve 10 erkek ile kontrol grubu olarak yaşları sigara kullananlara yakın seçilen, hiç sigara kullanmamış, bilinen bir mutajene maruz kalmamış, sağlıklı 10 kadın ve 10 erkek bireyden hazırlanan periferal kan lenfosit kültürlerinde Sitokinezi-Blok metoduyla MN oranları araştırılmıştır. Bulgularımız, sigara kullananların oluşturduğu kadın ve erkek grubunda gözlenen ortalama MN oranının, kontrol grubunu oluşturan kadın ve erkeklerde gözlenen ortalama MN oranından önemli derecede yüksek olduğunu ortaya koymuştur (P<0.001). Sonuçta; sigaranın insan genetik materyalinde hasar oluşturan önemli mutajenik faktörler den biri olduğu gösterilmiştir.
İn this study, with the aid of the Cytokinesis-Blocked method, MN ratios were investigated in the peripheral blood lymphocyte cultures obtained from healthy donors consisting of 10 male and 10 female cigarette smokers, who v/ere never exposed to any known mutagens versus 10 male and 10 females, v/ho have never smoked cigarette before and never exposed to any of the known mutagens as age matched control group. Our findings showed that the mean MN ratio of the cigarette smokers is significantly higher than the mean MN ratio of the control group (PcO.001). This findings showed that cigarette smoking is one of the important mutagenic factors which caused damage to human genetic materials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Sami Ceran, Mustafa Çalık, Şebnem Yosunkaya
Olgu sunumu
Özeti
Üç Yıllık Mediastinoskopi Olgularımızın Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MedIastInoscopy Cases Tor Three Years ExperIence
Giderek yaygınlaşan mediastinoskopi akciğer kanserinin evrelenderilmesinde, mediastenin primer ve sekonder patolojilerin tanısında invaziv girişimlerden biri Haline gelmiştir. Preoperatif evrelemede duyarlılığının % 75 ‘ten fazla , tanıya ulaşma oranının % 90’ın üzerinde olduğu bildirilmektedir.Bu araştırmada Ocak 1999 ve Aralık 2002 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi kliniğinde yatan toplam 24 olgunun hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Vakalarımızın 17’si ( % 70) erkek, 7’si (% 30) kadındı. Yaşlan 24 ile 77 arasında olup ortalama yaş 57, operasyon süreleri 30- 60 dakika idi. Evrelendirme amacıyla medi astinoskopi yapılan 8 akciğer Ca dan üçünde N2 ve N3 hastalık tespit edilmesi üzerine inoperabıl kabul edil di. Tanı amacıyla mediastinoskopi yapılan 16 vakadan 5’inde ( % 32) sarkoidoz , 4’ünde ( % 25) küçük hücre dışı akciğer Ca , 4 ‘ünde ( % 25) tüberküloz, 1 'inde ( %6) lenfoma ve 2 vakada ( %12) akciğer fibrozisi ve reaktif lenf nodu tespit edildi. Hiçbir vakamızda morbidite ve mortalite ile karşılaşılmadı. Mediastinoskopinin mediastinal hastalıkların tanısında ve akciğer kanserlerinin evrelemesinde etkili ve güvenli bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.
Mediastinoscopy is a widely used technique in the diagnosis of staging of lung cancer and primary and secondary mediastinal disease. İt was reported that mediastinoscopy was greater than sensitivity of %75 and specificity of % 90. We retrospectively revievved 24 mediastinoscopy performed in our clinic betvveen January 1999 and December 2002. There were 17 men and 7 women aged from 24 to 77 (mean age 57 years ) and the duration of operation was 30- 60 minutes. Eight patients had mediastinoscopy for the staging of lung cancer and sixteen patients for diagnosis of mediastinal mass. İn 3 of 8 patients N2 and N3 disease was identified. İt was suggested that these patients were inoperable. İn six- teen patients with mediastinal disease, sarcoidosis was diagnosed in 5 patients, non small celi lung cancer in 4 patients, tuberculosis in 4 patients, lymphoma in one patient, lung fibrosis and reactive lymph nodes in two patients. There were no complications and mortality in our cases. We conclude that mediastinoscopy is highly effective and safe procedure in the diagnosis of mediastinal diseases and staging of the lung cancers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Kırsal Alanında Kocası Yurt Dışında Çalışan Kadınların Ruhsal Sorunları
Hasan Herken, Sıtkı Karaca, İshak Özkan, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Kırsal Alanında Kocası Yurt Dışında Çalışan Kadınların Ruhsal Sorunları
PsychIatrIc Problems Of Women Whose Husband's Works Out Of The Country LIvIng In CountrysIde
Bu çalışma Konya ili Kulu ilçesinin 3 köyü temel alınarak yapıldı. Köylerin rastgele yöntemle seçilen 5 sokağındaki tüm evli kadınlar, kocası yurt dışında olan 79 kadın ve eşi yurt içinde çalışan 90 kadın şeklinde iki grup olarak çalışmaya alındı. Her iki grup bazı demografik özellikler ve psikopatolojik belirti yönünden karşılaştırıldı. Kocası yurt dışında bulunan kadınların, diğer gruba göre psikolojik belirti gösterme oranı is-tatistiksel olarak anlamlı bulundu. Sosyodemografik özelliklerin belirti gösterme ile ilişki saptanmadı. Bulgular "kocanın yurt dışında bulunmasının ruhsal belirti ortaya çıkması için yeterli bir sebep olduğu" kanısını des-teklemektedir. Bu da parçalanmış aileler sorununun hızla çözülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
This stuy was performed mainly in 3 villages of Kulu, Konya. All of the wives living in 5 avenues of the villages which were chosen randomly were included in the study. They were divided into two groups first, group was con-sisted of 79 spouses whose husbands were working in the abroad and the second was consisted of 90 women whose husbands were working in Turkey. Both groups were compared in terms of some demographic and psychologic symton-ıs_ First group had a significantly high ratio of psychologic symptoms compared to those of se-cond group. No relation between sociodemographic features and psychologic symptoms was determined. Results suggest that "being abroad" is an enough reason for wives to exhibit psychologic symptoms. This means that se-parated famllies have to be united as soon as possible fn order to solve these problems.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lateks Allerjisi
İsmail Reisli, Ruhiye Reisli
Derleme
Özeti
Lateks Allerjisi
Latex Allergy
Son yıllarda lateks allerjisi ile ilgili olgu sunuları ve araştırmaların yayınlandığı dikkati çekmektedir. Lateks antijeni ile meydana gelen anafilaktik reaksiyonların gösterilmesi ile önemli bir tıbbi sorun haline gelen bu konu özellikle riskli grupların tanımlanması ile daha da önem kazanmıştır. Lateks alerjisinin meydana gelmesinde en büyük risk faktörleri arasında lateks içeren ürünleri (eldiven, idrar sondası, kateter, vb.) yoğun olarak kullanma, alerjik bünye, el dermatiti, bayan cinsiyet, öyküde geçirilmiş cerrahi girişim ve diş tedavisi bulunması sayılmaktır. Sağlık personeli ve lateks endüstrisinde çalışan işçiler gibi bazı meslek grupları yoğun antijenik temas nedeniyle lateks allerjisi için risk altındadır. Ayrıca lateks allerjisi ile bazı meyve (muz, avakado, ananas, k,vi, vb.) allerjileri arasında çapraz reaksiyonlar bildirilmiştir. Lateks allerjisi hafif bir dermatitten hayatı tehdit eden anafilaktik reaksiyonlara kadar ilerleyen klinik durumlara neden olabilir. Bu yüzden lateks allerjisi için risk taşıyan bireylerde lateks allerjisi araştırılmalıdır. Böylece lateks ile ilişkili alerjik reaksiyonlar için önlemler alınması ve özellikle hayatı tehdit eden klinik durumların engellenmesi mümkün olacaktır.
The latex allergy has been increasingly recognised in recent years in both adultsand children. After anaphylactic type reactions due to latex has been shown as case reports, latex allergy became an important problem especially in medical practice. The majör risk factors in latex allergy are intense exposure to latex allergens (surgical gloves, catheters, etc.), atopy hand eczema, female gender, history of multiple operations and dental interventions. Some occupational groups such as health-care workers and workers in latex industry are under greater risk due to their possible frequent contact with latex. An association between latex allergy and allergy to various fruits (banana, avocado, pineapple, kiwi, etc) has been reported. Latex allergy is responsible for a wide spectrum of clinical symptoms ranging from a mild dermatitis to severe anaphylaxis in both adults and children. There fore an allergologic investigation for latex allergy should be considered for those from high-risk groups. Then, it will be possible to take precautions in order to prevent life-threatining allergic reactions by exposure to latex
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
Esra Eruyar, Emine Genç, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
DemographIc And ClInIcal CharacterIstIcs Of
mIgraIne PatIents In Konya
Migren toplumda sık görülen bir baş ağrısıdır. Bu kesitsel
çalışmanın amacı Konya ilinde bir üniversite hastanesine başvuran
migren baş ağrılı hastaların demografik ve klinik özelliklerini ortaya
koymaktır. Çalışmaya 2004 yılı Uluslararası Baş Ağrısı Topluluğu
kriterlerine göre migren tanısı konan 206 hasta ile cinsiyet, yaş,
medeni durum ve eğitim düzeyleri benzer olan ve ayda birden
daha sık olmamak üzere gerilim tipi baş ağrısı dışında baş ağrısı
bulunmayan 218 sağlıklı birey dahil edildi. Anket formu kullanılarak
206 migren hastasında olguların demografik profili, migren baş ağrısı
atak özellikleri, aile öyküsü ve eşlik eden semptomlar değerlendirildi.
Migren grubunda 173 kadın, 33 erkek değerlendirildi. Erkek/kadın
oranı 1:5’ti. Olguların ortalama yaşı 37.02±10.40 yıldı. %64.4’ü
aurasız migren, %35.4’ü auralı migren kriterlerini karşılıyordu.
Kadınların çoğu düşük eğitim düzeyine sahipti. Yarıdan fazlası
şiddetli ve ayda 3’ten fazla baş ağrısı atağı geçiriyordu. Atak
tedavisi sık kullanılıyordu. Çalışmamız migrenin eğitim düzeyi
düşük kadınlarda daha sık görüldüğünü desteklemektedir. Ayrıca
ilaç aşırı kullanımının zararları konusunda hastaların bilgilendirmesi
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Migraine is a frequent headache disorder in the population. The
aim of this cross-sectional study was to document demografic and
clinical features of subjects with migraine headache who admitted
to the outpatient department of a university hospital in Konya. The
study included 206 patients diagnosed as migraine according to
the 2004 International Headache Society criteria and 218 healty
controls of identical sex, age, marital status and education level
who did not suffer from frequent headaches other than tension
type with a frequency of not more than once a month. Using a
questionnaire, we evaluated patient demographics, characteristics
of migraine headache, family history and associated symptoms in
206 migraine pattients. 173 woman and 33 men were evaluated. The
male:female ratios of migraine patients were 1:5. The mean age at
consultation was 37.02±10.40 years. Of the 206 patients, 64.4%
met criteria for migraine without aura, while 35.4% met criteria for
migraine with aura. Most of the women were of lower educational
level. Approximately half of the patients had severe and more than 3
attacks per month. Attack treatment was used frequently. Result of
the study confirm that migraine is a more common disorder in women
with lower educational level. In additon; this article emphasizes the
need for informing patients of the hazards of drug overuse.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Ekleminde Lipoma Arboresans
Memduha Akyol, Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Mehmet Arazi
Olgu sunumu
Özeti
Diz Ekleminde Lipoma Arboresans
LIpoma Arborescens Of The Knee
Amaç: Lipoma arboresans etyopatogenezi bilinmeyen nadir görülen bir intraartikuler patolojidir. Amacımız lipoma arboresansın doğru tanısında önemli yeri olan radyolojik bulguları gözden geçirmek ve ayırıcı tanıdaki patolojileri tanımlamaktır. Olgu Sunumu: Sinoviumun villöz lipomatöz proliferasyonu ile karakterizedir. En sık diz eklemini tutar. Doğru tanı cerrahi tedavi gerektiren bu patoloji için önemlidir. Otuzdört yaşında diz ağrısı olan olguya radyolojik bilgisayarlı tomografi ve özellikle manyetik rezonans görüntüleme ile lipoma arboresans tanısı konuldu. Sonuç: Klinik olarak nonspesifik olan lipoma arboresansın tanısı MRG ile doğru olarak konulabilmektedir.
Aim: Lipoma arborescens is a rare intra-articular disease whose etiopatogenesis remains unknown.It was the aim to describe the radiological findings and to discuss the differential diagnosis. Case Report: Lipoma arborescens is a lesion characterized by the replacement of the subsynovial tissue by fat cells giving rise to a villous proliferation. It commonly affects the knee. Accurate diagnosis is important for surgical treatment. A 34-year-old patient who was suffering from a pain in his knee joint was examined by convansional radiography, computerized tomography, and magnetic resonance imaging. The lesion was diagnosed as lipoma arborescens especially with magnetic resonance imaging. Conclusion: The characteristic MR features of lipoma arborescens which has nonspecific clinical findings allows an accurate diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Miyeloproliferatif Neoplazi Tanılı
114 Hastanın İncelemesi
Zafer Gökgöz, Füsun Özdemirkıran, Melda Cömert, Güray Saydam
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Miyeloproliferatif Neoplazi Tanılı
114 Hastanın İncelemesi
ExperIence Of 114 PatIents WIth ChronIc MyeloprolIferatIve Neoplasm
Kronik miyeloproliferatif neoplaziler , kemik iliğindeki
multipotansiyel kök ve öncül hücrelerde ortaya çıkan ve kontrolsüz
hücre yapımı sonucu periferik kanda olgun hücrelerin artışı ile
karakterize hastalıklardır. Biz bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Polikliniğine ayaktan başvuran Philedelphia
(-) 114 Kronik miyeloproliferatif neoplazi hastasının geriye yönelik
olarak klinik özelliklerini inceledik. Hastalarımızın 58’i kadın (%49.1),
56’sı (%50.1) erkekti. Tanı anında ortanca yaş 52 idi. 39 hasta
polisitemia vera, 23 hasta primer miyelofibrozis, 52 hasta esansiyel
trombositoz tanılarıyla izlenmekteydi. 29 hasta iskemik semptomlar,
29 hasta halsizlik, 11 hasta başağrısı, 10 hasta karın ağrısı,8 hasta
kaşıntı, 3 hasta baş dönmesi yakınması ile başvurmuş. 24 hasta ise
tesadüfen yapılan tetkikler sonucu tanı almış. Hastalarımızın tanı
anında ortalama tam kan değerleri ise sırasıyla; lökosit:11.163x 〖10
〗^6 ±5600µL, trombosit: 901.336±439.105/µ , hemoglobin:13.8±2.91
g/dl idi. Hastalarımızın %25.4 ‘ünde tromboz hikayesi varken %74.6
‘sında tromboz hikayesi yoktu. Tedavilere baktığımızda ise 18
hasta anegralide, 26 hasta hidroksiüre, 8 hasta asetilsalisik asit
diğer hastalar ise ya tedavisiz takipte ya da kombinasyon tedavileri
almaktaydı. Bu çalışma ülkemizde yapılan kronik miyeloproliferatif
neoplazi hastalarının klinik özelliklerinin incelendiği en büyük
serilerden biridir.
Chronic myeloid neoplasms are pluripotent hematopoetic
diseases characterized by maturating and differantiating defects
of bone marrow cells and reflecting to peripheral blood. We
retrospectively analysed the clinical features of Philedelphia (-)
114 Chronic myeloid neoplasm diagnosed patients of Ege Universty
Hematology Department Outpatient Clinic. 58 (49.1%) of patients
are female, 56 (50.1%) of patients are male. The median age is
52. 39 of patients has policytemia vera, 23 of patients has primary
myelofibrosis, and 52 of patients have essential trombocytosis
diagnosis. The appealing sypmtoms are; for 29 of patients have
weakness, for 29 of patients have ischemic symptomps, 11 have
headache, 8 have pruritis and 3 patients have vertigo. 24 patients
were diagnosed incidentally. The mean leucocyte value is 11.163x 〖10
〗^6±5600µL, platelet: 901.336±439.105/µ and hemoglobin:13.8±2.91
g/dl. 25.4% of patients had a story of thrombosis while the 74.6% not.
18 patients are under treatment with anegralide, 26 hydroxyurea,
8 acetylsalisilic acid other patients have combination treatments or
under follow up without treatment. This study is one of the largest
series in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, İsmail Hakkı Ersoy, Banu Kale Köroğlu, İrem Arı
Olgu sunumu
Özeti
Sakroiliak Eklem Tutulumu İle Seyreden Alkalen Fosfatazın Normal Olduğu Bir Paget Hastası
A Paget PatIent WIth SacroIlIac JoInt Involvement And Normal AlkalIne Phosphatase Level
Paget Hastalığı, artmış osteoklastik aktivite sonrası aşırı kemik yapımıyla karakterize olan ve osteoporozdan sonra ikinci sıklıkta görülen bir kemik hastalığıdır. Genellikle ileri yaştaki erkeklerde görülmektedir. Klinik olarak kemik ağrıları, patolojik kırıklar, nörolojik ve işitsel problemler görülse de hastaların çoğu asemptomatik seyretmektedir. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamakla beraber genetik faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Tanı alkalen fosfataz yüksekliği ve radyolojik bulgular ışığında koyulur. Tedavide bifosfonatlardan büyük oranda fayda görülmektedir. Burada yoğun bel ve kalça ağrısı ile kliniğimize başvuran, alkalen fosfataz değerleri normal sınırlarda seyreden ve sakroiliak eklem tutulumu olan, kemik sintigrafisi bulguları ile Paget hastalığı tanısı koyduğumuz bir olgu takdim edilmiştir.
Paget’s disease is the most frequent disorder of bone after osteoporosis characterized by excess bone growth due to increased osteoclast activitiy. It is usually seen in older males. Patients are often asymptomatic but sometimes bone pain, fractures, neurological and hearing problems can be seen. Although the pathogenesis of disease is not clear, genetical factors are thought to play role on pathogenesis. Paget’s disease is diagnosed by elevated serum alkaline phosphatase activity and abnormal radiological findings. Bisphosphonates are useful in controlling disease activity. Here, we present a patient admitted to our clinic with severe pelvic and back pain, mimicking sacroiliitis, diagnosed via bone sintigraphy as Paget’s disease in contrast to normal alkaline phosphatase levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Efor Sonrası Gelişen Primer Subklavian Ven Trombozu Vaka Takdimi
Cevat Özpınar, Ufuk Özergin, Niyazi Görmüş, Kadir Durgut
Olgu sunumu
Özeti
Efor Sonrası Gelişen Primer Subklavian Ven Trombozu Vaka Takdimi
PrImary SubclavIan VeIn ThrombosIs After Effort Case Report
Efor sonrasında sol kolda şişlik ve bası hissi ile başvuran 38 yaşında bayan hasta takdim edildi. Şikayetlerinin başlamasından 2 gün sonra kliniğimize başvuran hasta detaylı olarak muayene edildi. Üst extremite venografisi ile sol axiller-sublavian venlerde trombüs saptandı. Antikoagülan ve müteakiben antiagregan tedavi uygulandı. Hastanın sol kolundaki semptomlar tamamen düzeldi. Kliniğe yatışının 7. gününde ora! v/arfarin ve antiagregan tedavisi ile taburcu edildi. 3 aylık kontrolde nüks görülmedi. Perde asarken meydana gelen primer subklavian ven trombozunun (Paget-Schroetter Sendromu) nadir görülen bir vaka olduğu düşünüldüğünden ilgili llteeratür eşliğinde tartışıldı.
A 38 year-old-female patient found svvelling and an oppressive feeling in the left superior limb after effort was reported. Two days after the beginning of symptoms she admitted to our hospital and detail examination was performed. Diagnosis of thrombosis of the left axillary-subclavian vein was confirmed by venography. Anticoagulan and then antiagregan therapy was performed. Left arm symptoms of this patient were almost improved. The patient discharged on the 7 th hospital day with oral vvarfarin antiagregan therapy. 3 months after the onset of the disorder any recurrent symptom has not seen. İt was thought this was a rare case of primary subsclavian vein thrombosis (Paget-Schroetter Syndrome) caused by hanging the curtains.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
Mustafa Kösem, Bülent Özbay, Deniz Rençber, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
The DIagnostIc Value Of Sputum And BronchIal Lavage CytologIes In The Lung Cancers
Bu çalışma ile fakültemizde değerlendirilen balgam ve bronş lavajı sitolojilerinin, tanı dağılımını belirlemek ve malign ön tanısı olanlarda, biyopsi materyalleri ile karşılaştırılarak tanısal değerlerini ortaya çıkarmak amaçlandı. Ocak 1990-Aralık 2000 tarihleri arasında YYÜ. Tıp Fakültesi Patoloji AD’a gönderilen balgam ve bronş lavajı sitolo- jileri ile bronş biyopsileri saptandı, sitolojik tanı dağılımının yanı sıra, malign akciğer sitolojileri ve biyopsileri karşılaştırıldı. İncelenen 1140 balgam sitoloji materyalinin %8.7’si malign tanı almıştı. Tek balgamlı hastalarda malign tanı oranı %2.2, multipl balgamlılarda ise %18.1 idi. 283 bronş lavajı materyalinin %8.6’sı malign tanı almıştı. Tek lavajlı hastalarda malign tanı oranı %6.8, multipl lavajlılarda ise %24.2 idi. Balgam ile malign tanı alan ve biyopsi ile tanı konulamayan hasta sayısı 31, aynı şekilde lavaj tanısı malign olan ise 10 kişi idi. Her üç materyali olan biyopsi ile malign tanı alan 63 hastanın, 41 inde sitolojik tanılar negatifti. Bu hastalarda balgam ve bronş lavajı birlikte değerlendirildiğinde pozitif tanı oranı %34.9, tek başına balgam ile pozitif tanı oranı %30.2, tek başına bronş lavajı ile pozitif tanı oranı ise %17.5 idi. malignite düşünülerek gönderilen 185 hastaya ait materyalde ise, biyopsi ile %62.7, balgam ile %29.8, lavaj ile %11.4 ve üçü birlikte %84.9’luk bir pozitiflik vardı. Sonuç: Balgam tekrarı pozitif tanı oranını sekiz katına, bronş lavajları ise 3.5 katına çıkarmaktadır. Malign ön tamlı olgularda her üç yöntemin birlikteliği ile pozitif tanı oranındaki artış, istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001). Biyopsinin yetersiz olduğu durumlarda balgam ve bronş lavajının tanısal önemi daha da artmaktadır.
The aim of this study was to evaluate the cytologic and histopathologic results of sputum, bronchial lavage fluid, and biopsy materials and to compare their diagnostic Utilities especially in the patiets with malignity. Sputum and bronchial lavage cytologies and bronchial biopsies send to the pathology department of medical faculty between January 1996 and December 2000 were reevaluated by archive scanning. Malign lung cytologies and biopsies were compared with each other, as well as diagnostic distribution of cytology. Of the 1140 sputum cytology mate rial, 8.7% had malignant diagnosis. For the patient having single sputum specimen, the rate of malign diagnosis was 2.2%, and for those multipl sputum specimens 18.1%>. Of the 283 bronchial lavage material, 8.6% had malig nant diagnosis. The rates of malignant diagnosis were 6.8% and 24.2% for the patient having single lavage spec imen and multipl specimens respectively. The number of the patient with negative malignity for biopsy and posi tive malignity for sputum was 31 and similaly lavage positive and biopsy negative was 10. Cytologic diagnoses were negative in 41 of the 63 patients who having both each material (sputum, lavage biopsy) and diagnosed with biopsies. İn this patients when sputum and bronchial lavage are evaluated with together the rate of positive diag nosis was 34.9°/o, for sputum it self 30.2%> and for bronchial lavage 17.5%>. İn the 185 patient considered to have malignity positive results were obtained in the rates of 62.7%, 29.8%, 11.49% and 84.9% for biopsy, sputum, lavage and ali, respectively. As conclusion, repeated sputum cytologies increases the rate of positive diagnosis as much as 8 times, and bronchial lavage 3.5 times. Positive diagnoses will significantly increases if three diagnos tic methods are evaluated with together (p<0.001). İn the case of biopsy failure, the diagnostic importance sputum and bronchial lavage is further increasing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
Krishnappa Amita, Shivashankar Vijay Shankar, Mallika Rajshekar Kalmood, Channagangappa Shimoga Indira
Olgu sunumu
Özeti
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
NeutrophIl ErythrophagocytosIs And NeutrophIl Erythrocyte RosettIng In Paroxysmal Cold HaemoglobInurIa
Paroksismal soğuk hemoglobinüri (PCH), spesifik olmayan semptomlar nedeniyle öntanıda göz önüne genellikle alınmayan nadir görülen bir otoimmün hemolitik anemidir. Periferik yaymada nötrofilik eritrofagositoz ve nötrofil eritrosit rozet oluşumu, özellikle PCH'de olmak üzere otoimmün hemolitik anemide nadiren bildirilen bir bulgudur. Akut başlangıçlı ateşi olan ve bu olağandışı periferik yayma bulgularını paroksismal soğuk hemoglobinüri açısından değerlendirdiğimiz 25 yaşında bir kadın hastayı sunduk. Nötrofil eritrosit rozetinin varlığı ve periferik yaymada nötrofillerle eritrofagositoz varlığı halinde patolog, PCH tanısı açısından dikkatli olmalıdır ve bu bulgular gereksiz araştırmalardan kaçınmaya yönlendirebilir.
Paroxysmal cold haemoglobinuria (PCH) is an uncommon form of autoimmune haemolytic anaemia the diagnosis of which is usually not considered at the initial presentation due to nonspecific symptoms. Neutrophilic erythrophagocytosis and neutrophil erythrocyte rosette formation in peripheral smear is an uncommon finding which has been reported rarely in autoimmune haemolytic anaemia, especially PCH. We report a case of a 25-year-old female who presented with acute onset fever and in whom these unusual peripheral smear findings directed the pathologist to initiate the work up for paroxysmal cold haemoglobinuria. Being vigilant about the presence of neutrophil erythrocyte rosette and erythrophagocytosis by neutrophils in peripheral smear will guide pathologist towards initiating a workup for PCH and avoiding unnecessary investigations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Tülin Demir, Bağnu Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Seroprevalence Of BrusellosIs In KIrsehIr ProvInce And SIgnIfIcance Of SerologIcal And BIochemIcal Tests In The DIagnosIs Of BrucellosIs
Bruselloz enfekte hayvanların sıklıkla et ve sütlerinin tüketimi ile insanlara bulaşan; ateş, kas ve eklem ağrıları ile seyreden bakteriyel zoonotik bir hastalıktır. Çoğu laboratuvarda kan kültürü yapılamaması, bakterinin yavaş üreme özelliği göstermesi ve antibiyotiklerden etkilenmesi nedeniyle tanıda Rose Bengal plate aglutinasyon (RBPA) ve tüp aglutinasyon testi gibi serolojik test yöntemleri kullanılmaktadır. Enfeksiyon seyrinde biyokimyasal parametrelerde değişimler de izlenmektedir. Bu çalışmada, bölgemizdeki bruselloz seroprevalansı Rose Bengal ve standart tüp aglutinasyon (STA) testi ile belirlendi ve bruselloz olarak tanımlanan hasta serumlarında biyokimyasal değerlerdeki değişimler incelendi. Bruselloz ön tanısı ile mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen 4041 hasta serumundan 144’ünde Rose Bengal testi pozitif olarak saptandı. Bunların 121’inde ise STA testi ile 1/160 ve üzeri titre tespit edildi. Çalışma grubumuzda bruselloz seroprevalansı %2,99 olarak belirlendi. Bu örneklerin 98’inde (%81) C-reaktif protein (CRP), 66’sında (%54,5) eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), 29’unda (%24) alanin aminotransferaz (ALT) ve aspartat aminotransferaz (AST) yüksek olarak belirlendi. Ayrıca olguların 11’inde (%9,1) lökositoz, 12’sinde (%9,9) lökopeni, 46’sında (%38,1) anemi ve 53’ünde (%43,8) trombositopeni mevcuttu. STA titresi arttıkça CRP seviyesinde paralel bir yükselme olduğu, lökosit ve trombosit sayısının düştüğü saptandı. Sonuç olarak, özellikle serum CRP düzeyinin bruselloz tanı ve takibinde faydalı bir biyokimyasal test parametresi olabileceği düşünülmektedir.
Brucellosis is a bacterial zoonotic disease with the major symptoms such as fever, joint and muscle pain generally caused by consumption of meat and milk of infected animals. Serological test methods such as Rose Bengal plate agglutination (RBPA) and standart tube agglutination test, are used in the diagnosis of brucellosis because of the lack of availability of blood culture in several laboratories, the low growth rate and ease to be effected by antimicrobials of the bacteria. Variations in biochemical parameters could be seen in the course of infection. In this study, seroprevalence of brucellosis in our region was determined by Rose Bengal and standart tube agglutination tests, and variations in biochemical parameters of the sera defined as positive for brucellosis were also evaluated. Rose Bengal test was found to be positive for 144 out of 4041 patient sera send to Microbiology Laboratory with the initial diagnosis of brucellosis. Among these sera, agglutination titer of 1/160 and over was detected in 121 samples. Seroprevalence for brucellosis was 3.56% for our study group. Among patient sera found to be positive in STA, 98 (81%) showed increase in C-reaktif protein (CRP) level, 66 (54.5%) in erytrocyte sedimantation rate (ESR), 29(24%) in alanin aminotransferase (ALT) and aspartat aminotransferase (AST). Additionally, leucocytosis was seen in 11 (9.1%), leucopenia in 12 (9.9%), anemia in 46 (36%) and thrombocytopenia in 53 (43.8%) patient sera. As STA titer increased CRP level had a paralel rise, but the platelet and leukocyte number decreased. In conclusion, especially serum CRP level could be a useful biochemical test parameter for the diagnosis and follow-up of brucellosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perianal Akıntının Ender Bir Nedeni; Unutulmuş Cerrahi Drenler
Murat Kapan, Akın Önder, İlhan Taş, Tarık Sırça, Hekim Kuzu, Abdullah Oğuz
Olgu sunumu
Özeti
Perianal Akıntının Ender Bir Nedeni; Unutulmuş Cerrahi Drenler
A Rare Cause Of PerIanal DIscharge; Forgotten SurgIcal DraIns
Çeşitli ameliyatlarda unutulmuş yabancı cisimlere (pet, gazlı bez, v.b.) bağlı, girişimlerden uzun süre sonra klinik semptomlara yol açan birçok olgu sunulmuştur. Ancak literatürü incelediğimizde, perianal apse drenajı sonrası apse poşuna kaçan penröz drene bağlı kronik akıntılar ile ilişkili herhangi bir yayına rastlanmaması nedeniyle kronik perianal akıntı şikayeti olan hastamızın güncel literatür eşliğinde sunulması amaçlanmıştır. 46 yaşında erkek hasta perianal bölgede kronik akıntı şikâyetiyle kliniğimize başvurdu. Perianal fistül saptanan hasta hospitalize edildi. Ameliyatta önceki cerrahi girişim esnasında yara alanının drenajı için kullanılan ve unutulan bir penröz dren apse poşunda tespit edildi ve klinik bulguların unutulan dren ile ilgili olduğu görüldü. Önceden cerrahiye maruz kalmış hastalarda, unutulmuş penröz drenler gibi yabancı cisimlere bağlı kronik akıntıların olabileceği akılda tutulmalıdır.
Due to the forgotten foreign bodies (plastic, gauze, etc.) in a variety of operations, many cases which caused to clinical symptoms long after the surgical interventions were present in the literature. However, when we examined the literature, we didn’t find any publication related with chronic discharge due to the penrose drain which fled into the abscess pouch after perianal abscess drainage. For this reason, we aimed to present our patient who complained from chronic perianal discharge in the light of current literature. A 46 years old male patients was admitted to our clinic with chronic discharge at the perianal region. He was hospitalized with the diagnosis of perianal fistula. Intraoperatively, a penrose drain which used for drainage the wound area and forgotten at the previous surgical intervention was determined at the abscess pouch and clinical symptoms were related to this forgotten drain. Chronic discharge due to the foreign bodies such as forgotten penrose drains should be kept in mind in patients who were exposed to the previous surgery
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ust Gastroıntestınal Sıstem Endoskopısı Uygulanan Olgularda Asemptomatık Slıdıng Hernı Sıklıgı
İhsan Taşçı, Feridun Şirin, Berat Apaydın, Sinan Çarkman, Kağan Zengin, Can Gökdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Ust Gastroıntestınal Sıstem Endoskopısı Uygulanan Olgularda Asemptomatık Slıdıng Hernı Sıklıgı
The IncIdance Of AsymptomatIc SlIdIng Her-NIas In The PatIents Undergone Gastroscopy
Ozofagogastrik bileyigin ve /veya midenin prok-shnal ktsnunin arahkli ya da devamh protrtizyonuna hiatal herniasyon denir. Bu anatomik konum de-gonigi kardia kontinansinda bozukluga neden ohm Sonurta semptomsuz seyredebilecegi gibi gam-rotizofageal refill, peptik Ozofajit gibi komp-likasyonlara yol acabilir. bu caltymada 1995 ythnda endoskopik in-reknte yapt►nnak amactyla Cerrah,yapa Tip Fa-ktiltesi Genel Cerrahi Klinigi Endeskopi Sek-siyontena bayvuran 76 hastada hiatal herni insidensini, bayvunt yikayetkrini, tantlannt ret-rospektif olarak inceledik. Hastalannuzin 47 ta-nesinde (%61.8) sliding herni saptadik. Sliding herni saptanan hastalann 3(%6.4) tanesinde sliding herni'ye bagh sempto►t bulduk. Bona gore toplumda asentplontatik sliding herni insidanstntn ytiksek ol-dugu ye herhangi bir nedenle yaptlan inceleme st-rastnda, ortaya rtkan bit patolojinin semptom ver-tneden herhangi bir tedavi gerektinnedigi kanistna yard► ve bunu az olan litettirle karytlayurdtk.
Endoscopic diagnosis and Evaluation of Asym-ptomatic sliding Hernias Intermittent or continous protrision of esophagogastric junction and/or pro-xitnal segment of stomach is called "Hiatal Her This anatomical change of location results in dysfunction of cardia continence. While it can have an asymptomatic course, hiatal hernia can re-sult in complications like gastroesophageal reflux and peptic esophagitis. In this stdudv we observed retrospectively. The incidence of hiatal hernia, the complaint and diagnoses of 76 patients who can re-sulted Cerrahyapa Medical faculty General Surgery Department Endoscopy section in order to have en-doscopic investigation in 1995. Sliding Hiatal Hernia was detected in 47 (61.8%) of our patients. We found symptoms due to sliding Hernia in 3 (6.4%) of these patients. Ac-cording to this we concluded that the incidence of asymptomatic sliding hernia is quite high in the so-ciety and that this pathology that reveals itself du-ring investigations due to other causes does not re-quire any therapy as for as it is not symptomatic and we compared this with the literature that is scant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hodgkin Dışı Lenfomada Lenf Bezi İnce İğne Aspirasyonu Örneklerindeki P Glikoprotein Ekspresyonu
Bahriye Payzin, Melek Üstün, Ayhan Kılıç, Binnur Önal, Arzu Avcı, Dilek Soysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hodgkin Dışı Lenfomada Lenf Bezi İnce İğne Aspirasyonu Örneklerindeki P Glikoprotein Ekspresyonu
P GlycoproteIn ExpressIon In FIne Needle AspIratIon SpecImens From Lymp Nodes Of Non-HodgkIn’s Lymphoma
Histolojik olarak Hodgkin dışı lenfoma (HDL) olduğu ispatlanmış 30 olgunun lenf bezlerinin ince iğne aspirasyonu örneklerinde, C-494 antikoru kullanarak immunositokimyasal bir test yöntemiyle, P glikoprotein (Pgp) ekspres- yonunu tanıdı ve üç kür kemoterapi sonrasında inceledik. Pgp ekspresyonu tamda; evde l-ll'deki iki hastanın birinde, evre lll-IV'deki sekiz hastanın üçünde saptandı. Hastalık evresi, B semptomlarının varlığı, tedaviye cevap oranı ve toplam sağkalım süresi, Pgp negatif ve Pgp pozitif hasta grupları arasında anlamlı bir fark göstermedi. Sonuç olarak Pgp ekspresyonunun, olası ilaç direncinin diğer çok etmenli mekanizmalar nedini ile, HDL'da kemoterapiye olan direnci tek başına açıklayamayacağnı ileri sürmekteyiz.
We studied P glycoprotein (Pgp) expression by testing fine needle aspiration specimens from lymp nodes with C- 494 antibody using an immunocytochemical assay in 30 cases of hlstologically proven non-Hodgkin’s lymphoma (NHL) at diagnosis and after three courses of chemotherapy. Pgp expression was detected İn two of eight patients with stage l-ll, 10 of 22 patients with stage lll-IV at diagnosis and in one of two patients with stage l-ll, three of eight patients with stage lll-IV after chemotherpy. The stage of disease, the presence of B symptoms, the rate of response to treatment and duration of overall survival showed no significant difference between the group of Pgp negative patients ad the group of Pgp positive patients. İn conclucion we suggest that Pgp expression alone can not explain the treatment of chemotherapy resistance in NHL probably due to multifuctorial mechanisms of drug resistance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesinde Evlilik Çağındaki Kadınlarda Rubella
ıgg Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
Şerife Yüksekkaya, Hatice Türk Dağı, Fatma Kalem
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesinde Evlilik Çağındaki Kadınlarda Rubella
ıgg Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Rubella Igg PosItIvIty Of MarrIage-Age Women
Kızamıkçık (rubella) çocuk ve erişkinlerde döküntü, ateş ve
lenfadenopati ile seyreden viral bir hastalıktır. Çocukluk döneminde
hafif semptomlarla geçirilen bu hastalık, virüsün gebelik sırasında
fetusa geçmesi ile konjenital kızamıkçık sendromuna yol açmakta ve
birçok anomaliye neden olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, evlilik
çağındaki kadınlarda rubella seroprevalansının belirlenmesidir.
Bu çalışmada, evlilik öncesi testlerini yaptırmak üzere birinci
basamak sağlık kuruluşlarına başvuran evlilik çağındaki kadınların
serumlarında rubella IgG antikorları prospektif olarak araştırılmıştır.
Electrochemiluminescence immunoassay yöntemi ile üretici firmanın
(Cobas, Roche, Almanya) önerileri doğrultusunda çalışılmıştır. Evlilik
çağındaki 18- 25 yaş arasında 963 kadın çalışmaya alınmıştır. Rubella
IgG antikorları 963 kadının 929’unda (%96.5) pozitif, 34’ünde (%3.5)
negatif olarak saptanmıştır. Konya’da kızamıkçık seroprevalansının
yüksek olduğu tespit edilmiştir. Enfeksiyonu geçiren kişilerde oluşan
bağışıklık ömür boyu sürmektedir. Enfeksiyonu geçirmemiş ve
aşılanmamış doğurganlık çağındaki kadınlar risk altındadır. Evlilik
öncesi testleri yaptırmak üzere başvuran kadınların aşılanması
ile konjenital kızamıkçık sendromuna bağlı mortalite ve morbidite
azaltılabilir.
German measles (rubella) is a viral disease characterized by
rash, fever and lymphadenopathy in children and adults. This disease
is passed with mild symptoms in childhood, if the virus passes to
the fetus during pregnancy, it leads to congenital rubella syndrome
and can lead to many anomalies. The purpose of this study was to
determine the seroprevalence of rubella IgG antibodies in women of
marriage-age. In this study, Rubella IgG antibodies were investigated
in the serum of marriage-age women who had attended to step one
health care provider for premarital tests, prospectively. Tests were
performed by Electrochemiluminescence immunoassay (Cobas,
Roche, Almanya) according to the manufacturer’s recommendations.
963 women who were between18-25 years old in marriage age were
included in this study. Rubella IgG antibodies were positive in 929
(96.5%) and were negative in 34(3.5%) of them.The seroprevalence
of rubella have been found to be high in Konya. Immunity continues
during lifetime in individuals who suffered from infection but women
in marriage age who had not been infected and unvaccinated are at
risk. Vaccination of women attended for premarital tests may reduce
morbidity and mortality associated with congenital rubella syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
Ali Yavuz Karahan, Ali Sallı, Muhammed Şahin
Olgu sunumu
Özeti
Geriatrik Olgularda Kladikasyo: Nörojenik Ve Vasküler Kladikasyo Birlikteliği
ClaudIcatIon In GerIatrIc PatIents: AssocIatIon Of NeurogenIc And Vascular ClaudIcatIon
Geriatrik olgularda yürüme esnasında bel, kalça, diz ve diğer bölgelerin çeşitli patolojilerine bağlı farklı şekillerde izlenen yürüme güçlüğü, ağrı, uyuşma ve benzeri bulgular görülebilir. Ancak kladikasyo daha özgün bir semptomdur. Hastalar tarafından sıklıkla belirli bir mesafe yürümekle ortaya çıkan, bir veya iki bacakta, lokalize edilemeyen ağrı, güçsüzlük, uyuşma, parestezi ve kramp olarak ortaya çıkan ancak istirahat ile rahatlayan bir tablo olarak tanımlanır. Özellikle periferik arter hastalıklarında görülen vasküler kladikasyo ve lomber spinal stenoz kliniğinde izlenen nörojenik kladikasyo, bu klinik tabloların ilk ve en önemli semptomlarıdır. Geriatrik hastalarda ağrılı alt ekstremite varlığında ayırıcı tanıda akılda tutulması gereken birçok hastalık vardır. Bu yüzden hastalar tarafından tarif edilen kladikasyo göz ardı edilmemesi gereken ayırıcı tanı için uyarıcı ve yol gösterici bir semptomdur. Biz de bu yazımızda bel bacak ağrısı ile başvuran, değişken bir kladikasyo tarifleyen, ayırıcı tanıya yönelik yapılan çalışmalar sonucunda lomber spinal stenoz ve sol ana iliak arter darlığı ile seyreden periferik arter hastalığı (PAH) tanılarını bir arada koyduğumuz bir olguyu semptomdan teşhise yönelik süreci tekrar gözden geçirmek amacıyla sunduk.
Difficulty in walking, pain, numbness and other symptoms may occur in geriatric patients during walking, depending on various pathologies of waist, hips, knees and other areas. However claudication is an important symptom that is watched in specific clinic tables. That often appears by walking and it is described as not localized pain in one or two legs, weakness, numbness, parestesia and cramp by patients. Vascular claudication, especially monitored in peripheral arterial disease and neurogenic claudication monitored in lumbar spinal stenosis are the most important and initial clinical symptoms of these statements. In the presence of lower extremity pain in geriatric patients there are many diseases to be considered in the differential diagnosis. Therefore, patients with claudication should not be neglected as defined for the differential diagnosis and a guiding symptom. In this text, we present a case which described a variable claudication and diagnosed with lumber spinal stenosis and peripheral artery disease the aim of rewiewing the process from symptoms to diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıçkırık Semptomlu Vertebrobaziler Dolikoektazi Olgusu
Abdullah Seyithanoğlu, Ali Ulvi Uca, Necdet Poyraz
Olgu sunumu
Özeti
Hıçkırık Semptomlu Vertebrobaziler Dolikoektazi Olgusu
VertebrobasIlar DolIchoectasIa PresentIng WIth HIccups
Vertebrobaziler dolikoektazi genişlemiş, kıvrımlı ve uzamış
arterleri tanımlar. Tromboembolik epizod ve/veya lokal kompresyona
bağlı kraniyal sinir felçleri şeklinde ortaya çıkar. Vertebrobaziler
dolikoektazi hıçkırığın nadir bir nedenidir. Burada hıçkırığa neden
olan vertebrobaziler dolikoektazi olgusu görüntüleme bulguları
eşliğinde sunulmuştur.
Vertebrobasilar dolichoectasia refers to a markedly dilated and
tortuous vertebrobasilar arterial system, occasionally presenting with
thomboembolic episodes or symptoms related to local compressive
effects, such as cranial nerve palsies. Vertebrobasilar dolichoectasia
is an uncommon cause of hiccups. A rare cause of hiccups,
vertebrobasilar dolichoectasia is presented with imaging findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
Şule Şahin Onat, Zuhal Özişler
Olgu sunumu
Özeti
Tek Başına Dizestezi Bulgusu Olan Multipl Skleroz
MultIple SclerosIs WIth DysesthesIa Symptoms
Multipl skleroz (MS), farklı klinik seyir özellikleri gösteren
heterojen hastalık grupları içermektedir. MS lezyonları, merkezi sinir
sisteminin farklı bölümlerinde oluşabildiğinden, çok çeşitli semptom
ve belirtilere neden olabilirler. Bu vakada da olgunun dizestezi
dışında herhangi bir bulgu olmadan MS tanısı almasını ve kas
iskelet sistemi semptomatolojisinde MS’in çok farklı klinik tablolara
bürünerek sinsi seyrine dikkat çekmek istedik. Yirmi iki yaşında
bayan hasta fizik tedavi polikliniğine son bir aydır olan sağ kolda
dizestezi şikayetiyle geldi. Yapılan muayenesinde tüm sağ kolda
yaygın dizestezi dışında yüzeyel ve derin duyu kaybı, motor kayıp,
derin tendon reflekslerinde kayıp,patolojik refleksi bulunmamaktaydı.
Serebellar testleri normaldi. Özgeçmiş,soygeçmişinde özellik
bulunmamaktaydı. Boyun grafisi normaldi. Bunun üzerine çekilen
magnetik rezonans görüntülemede (MRG)’de spinal kortta C2-3 ve
C3-4 düzeylerinde belirgin olmak üzere T2 sekansında hiperintens,
beyindede sol sentrum semiovalede T1’de hipo, T2 kesitlerinde
hiperintens sinyal özelliğinde olan ve İV Gad enjeksiyonu sonrası
halkasal kontrastlanan, bilteral sentrum semiovale ve periventriküler
beyaz cevherde milimetrik boyutlu demiyelinizan plaklar gözlendi.
BOS’ta bakılan oligoklonal bant pozitif,IgG indeksi 0.98 idi. Rutin
kan değerleri normaldi. Nörolojiyle birlikte değerlendirilen olgu
klinik,radyolojik görüntüleme ve laboratuvar verileri ışığında olası
diğer etiyolojilerde dışlandıktan sonra MS olarak değerlendirildi.
Klasik bulgularla başladığında MS tanısı koymak kolaydır fakat atipik
seyirde tanı koymak zorlaşmaktadır. Bu da branşımızın kapsamındaki
hastaların semptom ve bulguların ne kadar çeşitli altta yatan
hastalıkların ne kadar farklı olabileceğini göstermiştir.
Multiple sclerosis(MS) lesions can occur in different parts of the central nervous system therefore cause a variety of symptoms and signs.In this case receive a diagnosis of MS without finding anything other than dysesthesia and changed into a very different clinical pictures of musculoskeletal symptomatology of MS would like to draw attention to an insidious course. 22-year-old female patient physical therapy clinic complaining of dysesthesia that since the last 1 month in the right arm.All examination of the outside of the left arm common dysesthesia;cranial nerve,superficial and deep sensory,motor,deep tendon reflex and pathological reflexes examination was normal. There was no resume and family history feature.Neck x-ray was normal.But magnetic resonance imaging (MRI) in the spinal cord to be C2-3 and C3-4 levels hyperintense signal in the T2sequence and also in the brain in the left centrum semiovale hypointense signal in T1,hyperintense signal in T2sections,and after İV of Gad,bialteral centrum semiovale and periventricular white matter was observed enhancing rim millimeter-sized demyelinating plaques. In CSF oligoclonal bands tended positive IgGindex was 0.98. Routine blood tests was normal. After evaluating the case with neurology,clinical,radiological and laboratory data were evaluated by the MS after the exclusion of other etiology. 1000 mg/day dose intravenous methylprednisolone was given for 5 days. When the diagnosis of MS is easy to put the classic symptoms,but atypical in navigation is difficult to diagnose. This is how a variety of signs and symptoms within the scope of physical therapy clinics and how different it may indicate an underlying disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
Sevgi Pekcan, Mehmet Köse, Nural Kiper, Ayşe Tana Aslan, Nazan Çobanoğlu, Özge Aydemir, Ebru Yalçın, Eda Ütine, Deniz Doğru, Uğur Özçelik
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Öksürüklü Çocuklarda Fleksible Bronkoskopi Bulguları
The FlexIble Bronchoscopy FIndIngs Of ChIldren Who Have ChronIc Cough
Amaç: Kronik öksürük, çocukluk ça¤›nda s›k karfl›lafl›lan, hasta ve aileyle birlikte hekimi de huzursuz eden bir bulgudur. Bu çal›flman›n amac›; merkezimizde kronik öksürük nedeni ile araflt›r›lan ve fleksible bronkoskopi (FB) yap›lan hastalar›n klinik, laboratuar ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan de¤erlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Hacettepe Çocuk Gö¤üs Hastal›klar› Ünitesinde Ocak 2002- Aral›k 2006 tarihleri aras›nda kronik öksürük nedeniyle izlenen, 4-6 haftadan beri öksürü¤ü olan, akci¤er grafi bulgular› spesifik olmayan bu nedenle FB yap›lan 23 hasta çal›flmaya al›nd›. Hastalar›n dosyalar› retrospektif olarak demografik, klinik ve bronkoskopik bulgular aç›s›ndan incelendi. Gastroözofagial reflü veya immün yetmezli¤i olan hastalar çal›flmadan ç›kar›ld›. Bulgular: Kronik öksürük nedeniyle bronkoskopi yap›lan 23 hastan›n 12’i erkek, 11’i k›zd›. Yafllar› 1-13,8 y›l aras›nda de¤ifliyordu. Ortalama yafl 5 y›l idi. Bir hasta hariç tüm hastalar›n radyolojik incelemesi normaldi. Bir hastada sanal bronkoskopide bronfl anomalisi saptand›. Yirmi üç hastan›n FB ile de¤erlendirilmesinde 10 hastada normalin d›fl›nda bulgu saptand›. ‹ki hastada sol ana bronflta yabanc› cisim ve granülasyon dokusu, 2 hastada trakeomalazi, 3 hastada enfeksiyonla uyumlu olan hiperemi ve sekresyon, 1 hastada mantar enfeksiyonu düflündüren trakeada beyaz plaklar saptand›. ‹ki hastada ise bronfl anomalisi saptand›. Fleksible bronkoskopi de patoloji tesbit edilen hastalar›n 6’›nda da BAL kültürlerinde üreme tesbit edildi. Üç hastada Bronkoalveolar lavaj (BAL) da lipid yüklü makrofaj tesbit edildi ve daha önce gastroözofageal reflü (GÖR) sintigrafisi normal olan iki hastan›n tekrarlanan GÖR sintigrafisi pozitif olarak bulunup reflü tedavisi baflland›. Sonuç: Fleksible bronkoskopi invaziv bir giriflim olmas›na ra¤men solunum sisteminin fonksiyonel, anotomik özelliklerini iyi de¤erlendiren, kronik öksürükte nedeni ayd›nlatmakta tan›ya yard›mc› bir yöntemdir.
Aim: Coughing is a common symptom in childhood. The cough last for over 4 to 6 weeks and also which makes patients the family and the doctor feel discomfort is called chronic cough. If this cough last long and repeats, it has to be investigated. After a detailed history and physical examination, distinctive studies have to be made. The purpose of this study is to evaluate the patients, which have been made flexible bronchoscopy because of chronic cough, by their clinical, laboratory and bronchoscopic findings. Material and Method: In this study we evaluated 23 patients with chronic cough; which were examined between January 2002 and December 2006 in Pediatric Chest Unit of Hacettepe University. Patients have cough for over 4 to 6 weeks, without specific chest X Ray findings, gastroesophageal reflux and problem with their immunologic system were and because of all these reasons they have been made bronchoscopy. The patients files are analyzed retrospectively by their demographic, clinic and bronchoscopic findings. Results: The study consisted of 23 patients: (12 males/11 females). The age of the patients vary between 1 and 13,8 years (mean age: 5 years). All patient’s radiological findings were normal without one patient. This patient’s have bronchial abnormalities in sanal bronchoscopy. When it is observed with flexible bronchoscopy ten patients have abnormal findings. Two patients have foreing body aspiration in their left main bronchus, two patients have tracheomalasia, three patients have hyperemia and secretions infection and two have bronchial abnormalites.In six patients’ bronchoalveolar lavage microorganism grew. Three patients have lipid laden macrophage and two patients whose previous gastroesophageal reflux scintigraphie were negative then found in and started treatment Conclusion: Although flexible bronchoscopy is an invasive technique, it evaluates respiratory system’s functional, anatomic characteristics well and it is a valuable technique in finding the etiology of chronic cough.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
Selim Karahan, Şamil Ecirli, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
HematologIc Values In UncomplIcated PeptIc Ulcer
1987 yılında S.Ü.T.F. Îç Hastalıkları ABD po-likliniğine başvuran hastalar arasında radyolojik tet-kik, anamnez ve klinik ile desteklenerek seçilen 33 peptik ülserli hastada hematolojik değerler incelendi. Hastaların kanama geçirmemiş olması ile gaitada gizli kan ve parazit olmaması koşulları arandt. Bu hasta grubu peptik ülseri ve gastrik şikayetleri ol-mayan, anemi yapacak bir hastalığı bulunmayan 10 normal kişi ile kıyaslanarak incelendi. Yapılan ince-leme sonunda hasta grubunda normallere oranla he-moglobin, kırmızı küre, hemotokrit sayımlarında çok hafif düşüklük; serum demiri ve demir bağlama kapasitesi değerlerinde de belirgin farklılıklar ortaya konuldu.
In 33 patients with peptic ulcer which were included by radiologic and clinic examination and history were evaluated for hematologic values. These patients should not have a history of gastrointestinal hemorrhage and occult blood and parasites in stool. These patients group were compared with 10 normal people who had not peptic ulcer and gastric compliants and no prominent anemia. At the end of the study; the patient group had a ligde dillerence from the normal group in 1lb, red blood cell count, PCV. There was important dillerence between the values of iron and total Iran binding capacity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adölsan Çaöındaki Alışkanlıklar Ve Bunların Önlenmesı
İbrahim Erkul, Sevim Karaarslan, Ümran Çalışkan, Dursun Odabaş, Sadettin Açar, Gülay Reis, Fatih Toksöz, Ruhuşen Kutlu, Abdurrahman Üner
Araştırma makalesi
Özeti
Adölsan Çaöındaki Alışkanlıklar Ve Bunların Önlenmesı
AddIctIons DurIng Adolescence And The PreventIon Of Them
Araştırmamızın yapıldığı Konya Endüstri Meslek Lisesinde okuyan 1030 öğrenci arasında sigara içme alışkanlığı %22.04, içki alışkanlığı %0.68 ve uyuşturucu kullanma alışkanlığı %0.097 olarak bulunmuştur. Okulda okuyan öğrenciler arasındaki sigara alışkanlığı nisbeti Türkiye'nin diğer illerinde yapılan benzer çalışmalardaki sonuçlara uygunluk göstermiştir. Gerek öğrenciler ve gerekse babaları arasında içki içme alışkanlığı oranı diğer illerden elde edilen değerlerden düşük bulunmuştur. Ebeveynleri arasında sigara ve içki alışkanlığı bulunan çocuklar arasında sigara ve içki alışkanlığına istatistiki olarak anlamlı bir şekilde daha fazla rastlandığı gösterilmiştir.
Among 1030 students studying at Konya Industrial Vocational High School where our study was conducted, smoking habit was 22.04%, drinking habit 0.68% and drug use habit 0.097%. relatively smoking habits among students studying at the school showed compliance with the results of similar studies in other provinces of Turkey. The rate of drinking habit among both students and their fathers was found to be lower than the values obtained from other provinces. It has been shown that among children whose parents have smoking and drinking habits, there is a statistically significant higher rate of smoking and drinking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
Hayrettin Temel, Mehmet Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcal And Laboratory Data Of PedIatrIc PatIents DIagnosed WIth InfectIous MononucleosIs
Amaç: Çocukluk döneminde Epstein-Barr virüsüne (EBV) nedenli enfeksiyöz mononükleoz olguları yüksek sıklıkta görülmektedir. Akut EBV enfeksiyonu belirti ve bulguları farklı klinik tablolarla kendini gösterebilmektedir. Çalışmamızda çocuklar arasında yaş ve yüksek riskli yaş gruplarına göre akut EBV enfeksiyonlarının klinik sunumunun incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2013-2020 yıllarında üçüncü basamak hastanemize başvuran ve enfeksiyöz mononükleoz tanılı toplam 337 çocuk hasta dahil edildi. EBV VCA IgM ve IgG antikorları ELISA yöntemiyle (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Almanya) firma önerileri doğrultusunda çalışıldı. Hasta bilgileri ve sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 5.1±3.4 yıl idi. Hastaların %22.8’si 0-2, %43.0’i 3-5, %29.7’si 6-12, %4.5’i ise 12 yaş ve üzeri gruptaydı. Akut EBV enfeksiyonu tanısı konulan çocuklarda en sık görülen belirti veya bulgular lenfadenopati (%59.6), lenfositoz (%45.1), ateş (%40.9), boğazda şişlik (%39.2) ve farenjit (%30.0) idi. Ateş şikayeti, 3-5 yaş arasında diğer yaş gruplarına göre anlamlı yüksekti (p=0.003). Olguların mevsimsel dağılımı benzerdi. Olguların yıllara göre artış içinde olduğu, en çok olgunun 2019 yılında görüldüğü (%23.4) belirlendi. Şikayetlerin başlamasından hastaneye başvuru yapılana kadar geçen sürenin yaş grupları ile doğru orantılı olarak arttığı görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda akut EBV enfeksiyonunda çocukluk dönemi yaş grupları arasında belirti ve bulgular açısından farklılık olmadığı, yıllara göre olgu sayılarının hafif bir artış içinde olduğu, özellikle lenfadenopati, splenomegali ve hepatomegali görülen çocuklarda EBV enfeksiyonundan şüphe etmek gerektiği sonucna varıldı.
Aim: In childhood, infectious mononucleosis cases caused by Epstein-Barr virus (EBV) are seen with high frequency. The signs and symptoms of acute EBV infection can manifest with different clinical pictures. Care should be taken in differential diagnosis for correct treatment. In our study, it was aimed to examine the clinical presentation of acute EBV infections by age and high-risk age groups among children.
Patients and Methods: A total of 337 pediatric patients with infectious mononucleosis who applied to our tertiary hospital in 2013-2020 were included in the study. EBV VCA IgM and IgG antibodies were studied by ELISA method (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Germany) in accordance with company recommendations. Patient information and results were evaluated retrospectively.
Results: The mean age of the patients was 5.1 ± 3.4 years. 22.8% of the patients were in the group of 0-2, 43.0% of them were 3-5, 29.7% of them were 6-12, and 4.5% of them were 12 years old and above. The most common signs or symptoms in children diagnosed with acute EBV infection were lymphadenopathy (59.6%), lymphocytosis (45.1%), fever (40.9%), swelling in the throat (39.2%) and pharyngitis (30.0%). Fever complaints were significantly higher between the ages of 3-5 compared to other age groups. The seasonal distribution of the cases was similar. It was determined that the cases increased over the years and the most cases were seen in 2019 (23.4%). It was observed that the time between the start of complaints and the application to the hospital increased directly proportional to age groups.
Conclusion: In our study, it was concluded that there was no difference in acute EBV infection in childhood age groups in terms of signs and symptoms, and the number of cases increased slightly over the years, especially in children with lymphadenopathy, splenomegaly and hepatomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Farklı Klinik Bulgularla Başvuran Erişkin Still Hastalığı
Yunus Ugan, Mehmet Şahin, Şevket Ercan Tunç, Onur Kaya, Füsun Zeynep Akçam, Bülent Kaya, Ali Kutlucan
Olgu sunumu
Özeti
Farklı Klinik Bulgularla Başvuran Erişkin Still Hastalığı
Adult StIll’s DIsease PresentIng WIth DIfferent ClInIcal ManIfestatIons
Erişkin Still hastalığı (ESH), etiyolojisi bilinmeyen, patogenezinin henüz aydınlatılamadığı nadir bir sistemik inflamatuar hastalıktır. Tanı koydurucu spesifik bir testin olmaması nedeniyle tanı klinik olarak konulmaktadır. Bu hastalık yüksek ateş, artralji veya artrit ve geçici makülopapuler döküntü ile karakterizedir. Tedavide non-steroid antiinflamatuvar ilaçlar (NSAİİ), kortikosteroidler ve immunsupresif ajanlar kullanılmaktadır. Burada alışılmışın dışında farklı klinik tablo ile başvuran ve erişkin Stil hastalığı tanısı konulan iki olgu sunulmuştur.
Adult Still’s disease is a rare systemic inflammatory disease with unknown etiology and its pathogenesis has not been clarified yet. Since, there is no specific diagnostic test the diagnosis is made by clinical symptoms. It is characterized by high fever, arthralgia or arthiritis and transient maculopapular rash. Non-steroidal antiinflammatory drugs, corticosteroids and immunosuppressive agents are used in the treatment. Here, we present two cases with unusual clinical manifestations which are diagnosed as adult Still’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Göknur Kalkan, Yalçın Baş, Havva Yıldız Seçkin, Salim Karahan
Olgu sunumu
Özeti
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Black HaIry Tongue In A 65-Year-Old DIabetIc Woman
Lingua villoza nigra olarak da adlandırılan siyah kıllı dil; çeşitli
tetikleyici faktörler nedeniyle oluşan dil sırtında anormal kahverengi
siyah renk değişikliği ile karakterize ağrısız, asemptomatik benign
bir bozukluktur. Sıklıkla oral hijyeni bozuk, sigara ve antibiyotik
kullanımı olan 40 yaş üstü kişilerde görülür. Burada siyah kıllı dil
nedeniyle polikliniğimize başvuran 65 yaşında diyabetik kadın hasta
sunulmaktadır. Bu vaka aracılığıyla, bu hastalık tekrar gözden
geçirilecek ve günlük pratikte nadiren görülen bu hastalık hatırlatılmış
olunacak ve tedavide oral hijyene dikkat etmenin önemi ve fırçalama
teknikleri anlatılacaktır.
Black hairy tongue, also named as lingua villosa nigra, is a
painless, asymptomatic, benign condition characterized by an
abnormal brownish–black discoloration of the dorsal surface of the
tongue caused by variety of precipitating factors. It usually appears
in people over age 40 years with a history of poor oral hygiene,
smoking and antibiotic use. Here we report a case of 65-year-old
diabetic woman patient presented to our outpatient clinic with black
hairy tongue. By means of this case, data about this disorder will
be able to reviewed and reminded to be aware of this rarely seen
disease in daily practice and advise to pay more attention to oral
hygiene and brushing techniques that will help treating this disorder.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bolgesınde Hodgkın Hastalıgının Epıdemıyolojısı, Klınıgı Ve Hıstopatolojısı
Şamil Ecirli, Seyhan Dura, Alim Koşar, Hakkı Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bolgesınde Hodgkın Hastalıgının Epıdemıyolojısı, Klınıgı Ve Hıstopatolojısı
The EpIdemIologIc, ClInIc And HystopathologIc PropertIes Of HodgkIn DIsease In Konya RegIon
Selcuk Universitesi Tip Fakaltesi Ic Hastalikian Anahihm Dali'nda 1988-1994 yillan arasinda takip edilen 29 Hodgkin Hasta (HH) =in alnig hasta retrospektif olarak incelendi. Ayni &Mem icerisinde takip edilen 435 malignite vakasi icinde Hodgkin hastaligi garairne sikligi % 6.6 idi. Erkek-Kadin ofani 1.41 'di. Kaditilarin y‘cq ortalamasi 41.3±12.7, erkeklerin ya4. ortalamasi 41.5±14.7 idi. Mikst se-tiller tip en sik rastlanan tipti ye hastalann cogu ileri evre idi. B gruhu semptomlar (atel, gece ter-lemesi, zaytf7ania) vakalarin % 1007inde vardi.
In this study, 29 patients with Hodgkin Disease (HD) were evaluated retrospectively between 1988 and 1994 in Selcuk University, Department of In-ternal Medicine. Among 435 malignant cases fol-lowed up in the same period, incidence of HD was 6.6%. MalelFemale ratio was 1.41. Mean age for women and men were 41.3±12.7 and 41.5±14.7 res-pectively. Mixed cellularity was the most common histologic type (75.86%) and most of the patients had high grade disease. B group symptoms (fever, night sweats, weight loss) were present in 100% of cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Görülen Bir Özefageal Tüberküloz Olgusu
Hatice Kutbay Özçelik, Sibel Yurt, Gülşah Günlüoğlu, Turan Aslan, Murat Sezer, Filiz Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Görülen Bir Özefageal Tüberküloz Olgusu
An Unusual Case Of Esophageal TuberculosIs
Gelişmekte olan ülkelerde yaygın organ tüberkülozu önemli bir halk sağlığı problemidir. Ağızdan anüse kadar gastrointestinal sistemin herhangi bir yerinde tüberküloz görülebilir. Özefageal tüberküloz ise % 0,14 gibi çok az bir oranda görülür. Genellikle mediastinel lenf nodlarından direkt olarak yayılır. Bizim vakamız, polikliniğimize disfaji, odinofaji, kilo kaybı ve 6 aydır devam eden epigastrik ağrı şikayeti ile başvuran 55 yaşında bayan hasta idi. PA akciğer grafisinde; sol hemotoraksta hilustan perifere uzanan fibrotik bant izlenimi veren lineer opasite ve sol kostofrenik sinüste küntleşme mevcuttu. Toraks bilgisayarlı tomografisinde subkarinal ve sağ hiler milimetrik sekel kalsifik lenf nodları, torakal özefagusta karina düzeyinde ve hemen proksimalinde duvar kalınlaşması ve lümende daralma, sağ akciğer orta ve sol akciğer alt lobda subsegmenter atelektazi alanları izlendi. Üst gastrointestinal endoskopisinde; özofagusta 19. cm’de arka duvarda yaklaşık 1 cm çapında ülsere lezyon görüldü. Bu bölgeden alınan biyopside tüberküloz ile uyumlu nekrotizan granülomatöz iltihap izlendi. Antitüberküloz tedavinin 2. ayında yapılan endoskopide ülsere lezyonun iyileştiği, alınan biopsi örneğinde tüberküloza ait bir bulgunun görülmediği saptandı. Sonuç olarak; disfaji ve kilo kaybı ile başvuran ve radyolojik bulgusu olan hastalarda ayırıcı tanıda özofageal tüberküloz düşünülmelidir.
Organ tuberculosis is an important problem for the public health in devoloping countries. Tuberculosis can be seen on any part of the gastrointestinal tract from mouth to anus. Esophageal tuberculosis is very rarely seen with 0.14% prevalance. It usually originates from mediastinal tuberculous lymphadenopathy. We report a 55-year-old woman who admitted to our hospital with complaints of dysphagia, weight loss, audinophagia and epigastric pain. The chest radiography revealed a linear opacity compatible with fibrotic tape was seen on chest x-ray. Thorax CT examination revealed milimetric calcified lymph nodes at subcarinal and the right hilar region, thickening of proximal part of esophageal wall through carinal leveland subsegmenter collapse on left lower lobe. Ulcerative lesion with dimension of 1×1 cm localized in the 19th cm of the esophagus was seen on upper gastrointestinal endoscopy, suggesting esophageal carcinoma. Biopsy revealed necrotizing granulomatous ulceration which resembled tuberculosis. After antituberculous chemotherapy, the endoscopy repeated in end of the 2nd month of antituberculous therapy and the recovery of ulcer lesion was seen and the biopsy showed no signs of tuberculosis. Conclusion; esophageal tuberculosis should be kept in mind at differential diagnosis in patients who have complaints of dysphagia and loss weight and radiological signs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
Sabri Hergüner, Erdinç Çiçek, Fatih Kayhan, Arzu Hergüner
Olgu sunumu
Özeti
Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
A PedIatrIc Case WIth CyclIc VomItIng Syndrome
Döngüsel kusma sendromu (DKS), tekrarlayıcı bulantı ve kusma
atakları ile kendini gösteren bir durumdur. Belirtilerin başlangıcı
genellikle 4–6 yaş arasındadır ve kızlarda daha sık görülmektedir.
Ataklar çoğunlukla psikososyal ya da fiziksel bir tetikleyici ile ortaya
çıkar. Son yıllarda DKS ve migren arasında ortak bir patofizyoloji
olabileceği üzerinde durulmaktadır. DKS olan çocuklarda ve
annelerinde kaygı bozukluklarının sık olduğu gösterilmiştir. Bu
yazıda tekrarlayan kusma atakları nedeniyle kliniğimize başvuran 5
yaşındaki bir kız hasta sunulmuştur. Kaygı belirtileri ve kusma atakları
nedeniyle tedavi olarak bir seçici serotonin geri alım inhibitörü olan
essitalopram başlanmış ve tedaviden belirgin fayda görmüştür.
Cyclic vomiting syndrome (CVS) is characterized by recurrent
episodes of nausea and vomiting. Age at onset of symptoms ranges
between 4–6 years and there is a female predominance. CVS attacks
are generally associated with psychosocial or physical triggers. In
last years a shared pathophysiology between migraine and CVS has
suggested. Children with CVS and their mothers have elevated rates
of anxiety disorders. In this report, we presented a 5-year-old girl
who referred to our out-patient clinic because of recurrent vomiting
episodes. Because of her anxiety symptoms and vomiting attacks,
escitalopram, a selective serotonin reuptake inhibitor, was initiated
and she had significant improvement during treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazolabial Kistte Tirozin Kristalleri - Sitolojide Tanı Konulan İlginç Bir Görünüm
Vijay Shankar S, Mg Abhishek, M Sanjay, K Amita
Olgu sunumu
Özeti
Nazolabial Kistte Tirozin Kristalleri - Sitolojide Tanı Konulan İlginç Bir Görünüm
TyrosIne Crystals In NasolabIal Cyst – A MorphologIc CurIosIty DIagnosed At Cytology
Tirozin bakımından zengin kristaller (TC), histopatolojide nadiren karşılaşılan, sitolojide daha nadir görülen ilginç yapılardır. Bu kristaller, tükürük bezi, lakrimal bezin ve nadiren larinksin çeşitli neoplastik olmayan ve neoplastik lezyonlarında nadir olarak görülebilir. Nazolabial kistte bu kristallerin bulgusu bugüne kadar bildirilmemiştir.
Nazolabial kistin klinik ve radyolojik tanısı ile 35 yaşında bir kadın hastaya ince iğne aspirasyon sitolojisi (FNAC) uygulandı. Singles ve ‘petaloid’ ve ‘daisy head’ formları varsayan gruplarda tirozin kristalleri az sayıda lenfosit ve histiyositle birlikte kaydedildi. Amilaz kristalleri de not edildi.
Kesin nedene bakılmaksızın, TC'nin sitolojik olarak tanınması karışıklığı önlemek için önemlidir. Bu kristallerin FNAC'de tanımlanması için ön tanıda düşünülmesi, sitopatolojiyi tüm aspiratın titizlikle incelenmesi için uyarır. Bu yazı ayrıca, TC'nin oluşumunun nazolabial kist ile sınırlı olmadığını ve bunun çeşitli durumlarda gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır.
Background: Tyrosine rich crystals (TC) are curious structures, rarely encountered at histopathology, more so at cytology. These crystals have been documented exceptionally in various non-neoplastic and neoplastic lesions of salivary gland, lacrimal gland and rarely in larynx. The finding of these crystals in nasolabial cyst has not been reported till date.
Case: A 35-year-old female with a clinical and radiologic diagnosis of nasolabial cyst underwent fine needle aspiration cytology (FNAC). Tyrosine crystals in singles and in groups assuming ‘petaloid’ and ‘daisy head’ forms were noted along with few lymphocytes and histiocytes. Amylase crystals were also noted.
Conclusion: Regardless of the precise cause, cytologic recognition of TC is important to avoid confusion. Identification of these crystals at FNAC is a matter of avid observation and encourages cytopathologist for meticulous examination of all fluids. The case also highlights that the occurrence of TC is not restricted to SG and the circumstances in which it occurs is diversified.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Ali Ulvi Uca, Zehra Akpınar, Orhan Demir
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome.
Melkersson Rosenthal sendromu (MRS), etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen, seyrek görülen bir hastalıktır. Bu sendrom tekrarlayan orofasiyal ödem, periferik fasiyal parallzi atakları ve skrotal dil ile karakterizedlr.Bu çalışmada MRS’nun klinik özelliklerini gösteren 24 yaşında bir erkek hastayı sunarak bu sendromun insidansı, etyolojisi, patolojisi, klinik özellikleri, ayırıcı tanı ve tedavisini ilgili literatür bilgileri ışığında gözden geçirdik.
Melkersson- Rosenthal syndrome (MRS) is a rare disorder of unknovvn etiopathogenesis. This syndrome is characterized by a triad of recurrent orofacial edema, relapsing facial palsy, and scrotal tongue. İn this report a 24 year old man with the typical clinical symptoms and signs of MRS is reported. İn addition, the literatüre on MRS is revievved with respect to incidence, etiology, clinical features, pathology, diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arterıa Femoralıs Dallarının Çıkış Varyasyonu
Nadire Ünver Doğan, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mehmet Tuğrul Yılmaz, İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker
Olgu sunumu
Özeti
Arterıa Femoralıs Dallarının Çıkış Varyasyonu
VarIatIon In The OrIgIns Of Branches Of Femoral Artery
Amaç: Bu çalışmada, a. femoralis’in dallarında gözlenen kompleks ve nadir bir varyasyonun değerlendirilmesi ve konu ile ilgili literatürün gözden geçirilmesi amaçlandı. Olgu sunumu: Anatomi Anabilim Dalı rutin laboratuvar diseksiyonları sırasında 65 yaşındaki erkek kadavranın sağ uyluğunda a. profunda femoris, a. circumşexa femoris medialis ve a. circumşexa femoris lateralis’in a. femoralis’ten orijin aldığı tespit edildi. Sonuç: A. femoralis ve dallarındaki varyasyonlarla ilgili çalışmalar, cerrahi yaklaşımlar ve özellikle anjiografi gibi girişimsel radyolojik işlemler sırasında oluşabilecek komplikasyonların önlenmesinde bilgi kaynağı olabilir.
Aim: In this study, it is aimed to evaluate a complex and rare variation on branches of femoral artery and to review related literature. Case report: During routine dissections in laboratory of the Department of Anatomy, it is determined that deep femoral artery, medial femoral circumflex artery and lateral femoral circumflex artery had originated from femoral artery in the right thigh of 65-yearold cadaver. Conclusion: Studies related with the variations on femoral artery and its branches may be information source in preventing complications during surgical approachs and especially invasive radiologic procedures like angiography.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Plevranın Lokalize Solid Fibröz Tümörü
Olgun Kadir Arıbaş, Niyazi Görmüş Görmüş
Olgu sunumu
Özeti
Plevranın Lokalize Solid Fibröz Tümörü
LocalIzed SolItary FIbrous Tumor Of The Pleura.
Plevranın lokalize solid fibröz tümörü, az görülen primer plevra tümörüdür. Tümörün histogenezl, diferansiyasyonu, malignite potansiyeli ve klinik davranışı halen tartışmalıdır. Sıklıkla 5-8. dekatta görülen olguların yarısından çoğu asemptomatikdir. Tümörün boyutu, sellülaritesinin yüksek olması ve rezektabilitesi en önemli prognostik faktörlerdir. Bu nedenle, cerrahi tedavide özellikle tümörün oldukça geniş bir rezeksiyon sınırıyla tamamen çıkarılması önemlidir. Bu makalede, diafragmatik plevradan kaynaklanan lokalize solid fibröz tümör saptadığımız, 48 ve 53 yaşlarında iki kadın olgu sunuldu. Tümörler başarıyla rezeke edildi ve hastalarda postoperatif komplikasyon görülmedi. Oldukça ender görülmeleri nedeniyle klinikopatolojik, radyolojik bulguları ve tedavi sonuçları literatür verileriyle tartışıldı.
Localized solitary fibrous tumor of the pleura is a rarely seen tumor of the pleura beyond It’s unclear histogenesis, differantiation, malignity potential, and clinical behaviour. They are usually seen in 5-8. decades and more than 50 % of the cases are asymptomatic. The most important prognostic factors are the size, cellularity, and resectability of the tumor. For these reasons in surgical treatment wide resection is advised. İn this article, two female patients who were 48 and 53 year-old are reported with the diagnosis of localized solitary fibrous tumor originated from diaphragmatic pleura. The tumors removed successfully and the patients did not have any complication postoperatively. Because of the rareness of localized solitary fibrous tumor of the pleura it is thought to be worth reporting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dev Sürrenal Kitle
Serhat Doğan, Adil Kartal, Tevfik Küçükkartallar, Mustafa Şentürk, Yusuf Yavuz, Mehmet Aykut Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Dev Sürrenal Kitle
GIant Surrenal Mass
Kırk bir yaşında kadın ve 64 yaşında bir erkek hasta karın ağrısı nedeniyle kliniğimize başvurdu. Yapılan tetkiklerinde her iki vakada da karaciğerde dev hemanjiom olduğu raporlandı. Her iki vakada semptomatik olması ve malignite şüphesi olması nedeniyle operasyon kararı alındı. Operasyon esnasında kitlenin karaciğer kaynaklı olmadığı, sağ sürrenal kaynaklı dev adenom olduğu görüldü, ikinci vakada da kitlenin sağ böbrek kaynaklı olduğu görüldü. Rezeksiyon yapıldı. Sürrenal bölgedeki kitlelerin hemanjiomlarla karıştırılabileceği unutulmamalıdır.
\r\n
Fourty one years old female and 64 years old man were admitted to our clinic because of abdominal pain. In investigating the liver was reported with a giant hemangioma. It was symptomatic and look like malignancy for each cases so they were operated. In operation it was not a liver mass , one of them observed right giant adrenal adenoma and the second one is renal cell carsinoma. Resection was performed for each cases. Adrenal mass could be noted that mixed hemangiomas.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Spinal Sinovial Kist: Vaka Takdimi
Osman Acar, Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, Abdullah Konak
Olgu sunumu
Özeti
Lomber Spinal Sinovial Kist: Vaka Takdimi
Lumbal SpInal SynovIal Cyst: A Case Report
Intraspinal synovial kistler nadir lezyonlardır. Bu makalede sol L4-5 disk mesafesinde intraspinal sinovial kisti olan 72 yaşında bayan hasta, klinik semptom ve bulguları yanı sıra manyetik rezonans görüntüleme, operasyon ve patoloji sonuçları ile birlikte sunulmuştur. Intraspinal synovial kistlerin klinik, radyolojik, patolojik özellikleri yanında tedavi seçenekleri de tartışılmıştır.
Intraspinal synovial cysts are uncommon lesions. İn this article a 72 year-old woman who developed a spinal synovial cyst at the left side of L4-5 disk space is reported. Beside her clinical signs and symptoms, magnetic resonance imaging, operative andpathological findings are presented. Treatment options, clinical, radiological and pathological aspects of intraspinal synovial cysts are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Post-Travmatik Akciğer Psödokistleri
Olgun Kadir Arıbaş, Ganime Dilek Emlik, Niyazi Görmüş
Olgu sunumu
Özeti
Post-Travmatik Akciğer Psödokistleri
Post-TraumatIc Pseudocysts Of Lung
Post-travmatik akciğer psödokisti, kunt toraks travmalarının oldukça nadir lezyonlarındandır. Genellikle 2-4 ay içinde spontan rezolüsyon gösterirler. Ancak çok azı, infekte olursa abse formasyonu oluşturabilir veya progresif olarak expanse olursa tansiyon kisti geliştirebilir. Bu tür komplikasyonlarda ise seçilecek tedavi, cerrahidir. Genellikle 40 yaşın altındaki travmalı olgularda, ince duvarlı, hava-sıvı seviyesi gösteren bu lezyonlar, drenaj bronşu yoksa başlangıçta pulmoner hematom şeklinde de görülebilir. Biz, künt toraks travmasına maruz kalan 15, 17, 47 ve 49 yaşlarında 3’ ü erkek, 1’ i kadın psödokistii 4 olgu sunduk. Hepsi sağ akciğerde lokal ize bu psödokistler, 2 olguda 2.5 ve 4 ay sonra konservatif tedaviyle tamamen kayboldu. Ancak 2 olguda progressif expansiyona bağlı büyüme gösterdiklerinden dolayı psödokistlere cerrahi rezeksiyon gerekti. Bu makalede, psödokistlerin ender görülmeleri dolayısıyla klinikopatolojik, radyolojik özellikleri, tedavi yaklaşımları literatür ışığında gözden geçirildi ve tartışıldı.
Post-traumatic pseudocysts of lung are rarely seen complications of blunt chest traumas. Usually spontaneous resolution is seen in 2- 4 months after trauma, but a few of them are get into abscess or tension cyst formation after Progressive expansion and in these circumstances surgical resection is indicated. Radiologically they are frequently seen as thin-wall cysts consisting air-liquid levels. Unless they had a drainage bronchus in the beginning they are usually seen as pulmonary hematomas due to hemorrhage. 14/e herein report 15, 17, 47 and 49 year old four cases who were hospitalized for blunt chest traumas in our clinic. Three of them were male and one was female. Ali the pseudocysts localized in the right lung, and in two of the case the cysts resolved in a period of 2.5 and 4 months with medical treatment. But in two cases surgical treatment needed for their Progressive expansions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antegrad Üreteral Stentleme; Endikasyon- Yöntem- Komplikasyonlar Ve Komplikasyonlara Radyolojik Yaklaşım
Süleyman Bakdık, Mehmet Giray Sönmez, Pınar Didem Yılmaz, Cengiz Kadıyoran, Necdet Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Antegrad Üreteral Stentleme; Endikasyon- Yöntem- Komplikasyonlar Ve Komplikasyonlara Radyolojik Yaklaşım
Antegrad Ureteral Stentıng; Indıcatıons - Methods - Complıcatıons And Radıologıcal Approach To Complıcatıons
ANTEGRAD ÜRETERAL STENTLEME; ENDİKASYON- YÖNTEM- KOMPLİKASYONLAR VE KOMPLİKASYONLARA RADYOLOJİK YAKLAŞIM
Özet
Amaç
Bu çalışmanın amacı malign ve benign etyolojilerin neden olduğu üreteral obstrüksiyonların ve üreteral kaçakların tedavisinde antegrad üreteral stentlemenin endikasyonlarını, başarı oranını, komplikasyonlarını , teknik başarıyı artıcak yöntemleri, retrograd ve antegradüreteralstentlemeye ikincil oluşan komplikasyonların radyolojik yönetimini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem
Bu retrospektif çalışmada Ocak 2016 ve Aralık 2018 tarihleri arasında floroskopi ve US rehberliğinde yapılan antegradüreteralstentleme işlemleri incelendi.Ortalama yaşları65,87(20-90) olan 25 kadın (%32,05)ve ortalama yaşları 68,73( 30-90) olan 53erkek (%67,94) toplam 78 hastaya 110 adet antegradüreteral stentleme ve perkütan nefrostomiyapıldı. Her hasta için demografik veriler antegradüreteralstentlemeendikasyonları, işlem sonuçları ve komplikasyonları tarandı.
Sonuç:
Antegrad üreteral stent yerleştirilmesi, retrograd üreteral stent yerleştirmenin başarısız olduğunda ve zaten perkütannefrostomi kateteri bulunan hastalarda iyi bir alternatiftir. Yüksek bir teknik başarı oranı ve düşük komplikasyon riski içermektedir. Diğer radyolojik prosedürlerde kullanılan ekipmanlardan antegradüreteralstentlemede faydalanılması teknik başarıyı artırmaktadır. Retrograd veya antegradüreteralstentlemesırasında oluşanmalpozisyon, perforasyon, kanama, ürinom, apse gibi kompliaksyonlarında radyolojik metodlarla yönetimi mümkündür.
Anahtar Kelimeler: Duble J üreteral stent, Üreteral obstrüksiyon, Perkütan, Antegrad, Hidronefroz,
ANTEGRAD URETERAL STENTING; INDICATIONS - METHODS - COMPLICATIONS AND RADIOLOGICAL APPROACH TO COMPLICATIONS
Abstract:
Objectives
The aim of this study is to evaluate the indications, success rate, complications, technical success enhancing method, methods of antegrad ureteral stenting and the radiological management of complications due to retrograde and antegrade ureteral stenting in the treatment of ureteral obstructions and ureteral leaks caused by malignant and benign etiologies.
Materials and Methods
In this retrospective study, fluoroscopy and US-guided antegrade ureteral stenting procedures between January 2016 and December 2018 were examined. The study included 110 antegrade ureteral stenting and percutaneous nephrostomy in a total of 78 patients with 25 female patients (32.05 %), a mean age of 65.87 (20-90) and 53 male patients (67.94%) with a mean age of 68.73 (30-90). Demographic data, antegrade ureteral stenting indications, procedure results and complications were evaluated for each patient.
Results
Antegrade ureteral stenting is a good alternative for patients with retrograde ureteral stent placement and already with percutaneous nephrostomy catheters. It has a high technical success rate and low complication risk. The use of the equipment used in other radiological procedures in antegrade ureteral stenting increases the technical success. Malposition, perforation, hemorrhage, urinoma, abscess complications such as retrograde or antegrade ureteral stenting can be managed by radiological methods.
Key Words: Double J Ureteral stent, Ureteral obstruction, Percutaneous, Antegrade, Hydronephrosis,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ailesel Akdeniz Ateşi
İlhan Sezer, Hilal Kocabaş
Derleme
Özeti
Ailesel Akdeniz Ateşi
FamIlIal MedIterranean Fever
Amaç: Ailesel Akdeniz Ateşi, günümüzde bilinen herediter periyodik ateş sendromları arasında en yaygın ve en iyi tanınmış olanıdır. Biz bu derlemede, yurdumuzda sıkça görülen bu hastalığı ve yeni tedavi metotlarını özetledik. Ana bulgular: Ailesel Akdeniz ateşi literatürde ilk defa 1908 yılında bir Yahudi kızında tanımlanmıştır. Çoğunlukla Ermenilerde, Sefarad Yahudilerinde, Araplarda, Anadolu Türklerinde görülür. Hastalığın patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır. Tipik özelliği karın ağrısı, göğüs ağrısı veya eklem ağrısının eşlik ettiği akut ateş ataklarıdır. En önemli komplikasyonu ise AA tipi amiloidozdur. Spesifik bir laboratuvar veya radyolojik bulgusu yoktur. Tedavide en çok kullanılan kolşisin, akut atak sıklığını azalttığı gibi amiloidoz gelişimini önlemede de etkindir. Sonuç: Hastaların yaklaşık 1/4’ü kolşisin tedavisine dirençlidir. Bu hastalarda tedaviye eklenen interferon a, selektif seratonin reuptake inhibitörleri veya biyolojik ajanların etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır.
Aim: Familial Mediterranean fever, is the most common and well known disease in hereditary periodic fever syndromes at the present time. In this review we summarized the disease, which was seen frequently in our country, and newly treatment methods. Main findings: Familial Mediterranean fever was described in a Jewish girl in 1908. Generally it was seen in Armenians, Sefaradian Jew, Arabians and Anatolian Turks. Pathogenesis of the disease was not clear. Characteristic feature of the disease is acute fever attacks accompanied with abdominal pain, chest pain and joint pain. The most important complication is type AA amiloidosis. There is no specific laboratory or radiological finding. Colchicum which is used in the treatment, decreases frequency of attacks and prevents from development of amiloidosis. Result: Aproximately 1/4 patients are resistive to colchicum treatment. There are some studies which shows adding interferon a, selective seratonine reuptake inhibitors and biological agents to the treatment are effective in these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal İleri Evre Rektum Kanseri Hastalarında Neoadjuvan Kemoradyoterapi Sonrası Yanıt Değerlendirmede Manyetik Rezonans Görüntülemenin Rolü
Şehnaz Evrimler, Zümrüt Arda Kaymak, Hanefi Diler, Emine Elif Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal İleri Evre Rektum Kanseri Hastalarında Neoadjuvan Kemoradyoterapi Sonrası Yanıt Değerlendirmede Manyetik Rezonans Görüntülemenin Rolü
The Role Of MagnetIc Resonance ImagIng In The EvaluatIon Of Response Of The Locally Advanced Rectal Cancer To The ChemoradIotheraphy
Amaç: Lokal ileri evre rektum kanseri hastalarında neoadjuvakne moradyoterapi (KRT) yanıtının
değerlendirilmesinde Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) özelli klerinin rolünü araştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: KRT sonrası 6-8 hafta içinde 2015-2020 yılları arasında total mezorektal eksizy on
uygulanan 24 lokal ileri evre rektum kans erli olgunun KRT öncesi ve sonrası T2-Ağırlıklı ve Diffüzyon Ağırlıklı
Görüntülemeleri (DAG) retrospek tif olarak değerlendirildi. Radyolojik olarak kitle morfolojisi, lokalizasyonu,
boyut, mrT, mrN evrelemesi ve ekstramural vasküler invazyon (EMVİ) açısından değerlendirildi. Post-KRT
görüntülemelerde rezidü skorlaması; 0: rezidüel kitle yok, 1: fibrotik duvar kalınlaşması var, belirgin rezidü
kitle izlenmemekte, 2: rezidüel kitle var şeklinde yapıldı. Regresyon derecelendirmesi ise şu şekildeydi; 1:
Tümör yok, 2: İyi yanıt, çoğunlukla fibrozis, 3: %50’den fazla fibrozis ve musin, 4: Zayıf yanıt, 5: Yanıt yok.
Bulgular: KRT sonrası tümör kraniokaudal uzunluğunda anlamlı gerileme ve Apparent Diffusion Coefficient
(ADC) ortalamalarında artış izlendi (p=0,001). Histopatolojik T (pT) ile post-KRT mrT evresi anlamlı, kuvvetli
korelasyon gösterdi (r=0,54, p=0,006). Pre-KRT EMVİ ile perinöral invazyon (PN İa)rasında anlamlı korelasyon
mevcuttu (r=0,53, p=0,008). Rezidü skorlaması ile regresyon derecelendirm esi (r=0,6; p=0,001), pT (r=0,48;
p=0,02) ve tümör uzunluğu (r=0,51; p=0,01) arasında anlamlı ve k uvvetli korelasyon saptandı. Regresyon
derecesi ise EMVİ (r=0,43, p=0,036), PNİ (r=0,46, p=0,02), pT (r=0,41; p=0,048), pN (r=0,55; p=0,006) ve
metastatik/total lenf nodu oranı (r=0,46; p=0,02) ile anlamlı korelasyon gösterdi.
Sonuç: Lokal ileri evre rektum kanserinde neoadjuvanK RT sonrası MRG postoperatif patolojik değerlendirme
ile kuvvetli korelasyon göstermektedir. MRG primer evrelemede olduğu gibi KRT sonrası evrelemede de baş
arılıdır. MRG regresyon derecelendirmesi ile tedavi yanıtının değerlendir mesi cerrahi plana katkı sağlayabilir.
Aim: Investigate the role of Magnetic Resonance Imaging (MRI) in the evaluation of response of the locally
advanced rectal cancer to the chemoradiotheraphy (CR T).
Patients and Methods: T2-weighted and Diffusion Weighted Imaging (DWI) of 24 cases with locally advanced
rectal cancer who have undergone total mesorectal excision 6-8 weeks following the CRT between 2015 and
2020 were evaluated retrospectively. The evaluated radiological parameters were as follows; Tumor morphology,
localization, length, mrT/mrN stages, and extramural vascular invasion (EMVI). Post-CRT MRI residue scoring
was performed (0: No residual tumor, 1: No significant residual tumor, fibrotic wall thickening, 2: Residual tumor
present). Regression grading was as follows; 1: No tumor, 2: Good response, mostly fibrosis, 3: Fibrosis and
mucin more than 50%, 4: Slight response, 5: No response.
Results: There was a significant decrease in the craniocaudal length of tumor and a significant increase
in the mean ADC of tumor after CRT (p=0.001). A significant and high correlation was observed between
histopathological T (pT) and post-CRT mrT (r=0.54, p=0.006). There was a significant correlation between pre-
CRT EMVI and perineural invasion (PNI) (r=0.53, p=0.008). A significant correlation was found between residue
scoring and regression grading (r=0.6; p=0.001), pT (r=0.48; p=0.02), and tumor length (r:0.51; p=0.01). There
was a significant correlation between regression grading and EMVI (r=0.43, p=0.036), PNI (r=0.46, p=0.02), pT
(r=0.41; p=0.048), pN (r=0.55; p=0.006), and metastatic/total lymph node ratio (r=0.46; p=0.02).
Conclusion: Post-CRT MRI is highly correlated with postoperative pathological evaluation of the locally
advanced rectal cancer. MRI is highly successful in re-staging as well as primary staging. The evaluation of
treatment response by MRI regression grading may contribute to the surgical planning.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
Ömer Şatıroğlu, Mehmet Bostan, Yüksel Çiçek, Mustafa Çetin, Engin Bozkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Arter Hastalığı Yaygınlığıyla Aterosklerotik Risk Faktörleri Arasında İlişki
The RelatIonshIp Between PerIpheral Artery DIsease Prevalence And AtherosclerotIc RIsk Factors
Bu çalışmada ülkemizde periferik arter hastalığı tanısı almış hastalarda, aterosklerotik risk faktörleri ile ilişkilerini belirlemek amaçlanmıştır. Risk faktörlerinin iyi bilinmesi modifiye edilebilir olanlara karşı gerekli önlemlerin alınmasını, erken tanı ve tedaviyi mümkün kılacaktır. Klinik olarak veya ultrasonografi ile periferik arter hastalığı (PAH) tanısı almış olan hastalara alt ekstremite arterleri için periferik anjiyografi yapıldı. Hastaların yaş, cinsiyet ve ateroskleroz risk faktörleri sorgulandı. Çalışmaya alınan 408 hastanın %78.4’i erkek olup, hastaların yaş ortalaması 61.5±9.5 idi. Hastaların %58.3’ünde hipertansiyon (HT), %26.7’sinde diyabetes mellitus (DM), %15.9’unda ailede koroner arter hastalığı (KAH) öyküsü mevcuttu. Hastaların %48.2’i sigara kullanıyordu, %49.7’sinde hiperkolesterolemi vardı. Periferik alt ekstremite anjiyografisinde saptanan periferik arter hastalığı yaygınlığının derecesi ile aterosklerotik risk faktörleri arasında ilişki vardır. Risk grubundaki hastalarda morbidite ve mortaliteyi azaltmak için periferik arter hastalığı açısından dikkatli olunmalı ve erken tanı için noninvaziv testler ve gerekirse invaziv testler yapılmalıdır.
The current study aimed to determine the in our country patients diagnosed peripheral arterial disease (PAD), the relationship with the atherosclerotic risk factors. A better understanding of the risk factors will make it possible to take precautions against the modifiable risk factors, and will facilitate the early diagnosis and implementation of effective therapy. The patients who had been diagnosed with PAD either clinically or by using ultrasonography underwent peripheral angiography for the arteries of the lower extremities. The patients were evaluated in terms of age, gender, and atherosclerotic risk factors. Of the 408 patients, 78.4% were males, and the mean age was 61.5±9.5 years. The patients had the following risk factors: hypertension (HT), 58.3%; diabetes mellitus (DM), 26.7%; a family history of CAD (Coronary artery disease), 15.9%; smokers, 48.2%; hypercholesterolemia, 49.7%. The extent of PAD observed during peripheral lower extremity angiography was associated with atherosclerotic risk factors. Particular attention should be focused on the co-morbidities of PAD. Non-invasive, as well as invasive tests, should be performed when indicated to decrease morbidity and mortality in patients at risk for PAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Selenyum Düzeyı
Ali Bayram, Mehmet Erkoç, Aşkın Işımer, Ahmet Soyal, Ahmet Aydın, Alaaddin Avşar
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Selenyum Düzeyı
Serum SelenIum Levels In PatIents WIth Acute MyocardIal InfarctIon
Akut miyokard infarktüslü 37 ve sağlıklı 33 ol-guda serum selenyum düzeyi araştırıldı. Ilk grupta selenyum düzeyi 49.340 9.906 Agit, ve ikinci grup-ta 70.849±12.868 pgİL olup, iki grup arasında an-lamlı farklılık bulundu (p<0.01). Selenyum düzeyi ile cinsiyet, sigara ve hipertansiyon arasında ilişki saptanamazken; selenyum düzeyi, 60 yaşın üze-rindeki olgularda 60 yaşın altındakilere göre anlamlı şekilde düşük bulundu (p<0.05). Koroner arter hastalığı ile serum selenyum düzeyi arasında anlamlı bir ilişkinin bulunduğu •ve bu ilişkinin açıklanabilmesi için prospektif çalışmalara ve hayvan deneylerine gereksinim olduğu kanaatine varıldı.
We investigated the serum selenium levels in 37 patients with acute myocardial infarction (Group I) and in 33 healthy people (Group II). The mean levels of selenium in both groups were 49.340.906 pgl L and 70.849±12.868 pgiL, respectively. There was significant difference between two groups (p<0.01). There was no relationship between selenium levels and sex, smoking and hypertension. The selenium levels showed decrease in patients older than sixty compared to those under sixty (p<0.05). In conclusion, we found that there was meaning relationship between serum selenium levels and cora onary artery disease. In order to describe the relation-ship we need prospective clinical and experimental studies with more detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tunç Cevat Öğün, Mustafa Yel, M. İ. Safa Kapıcıoğlu
Olgu sunumu
Özeti
An Unusual Cause Of Svvollen Hand
An unusual cause of acute svvollen hand is described in a ten year old boy vvithout accompanying signs or symptoms. The subject is discussed under the light of current literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnflamatuar Kronik Pelvik Ağrı Sendromu Tedavisinde Antibiyotik + Antiinflamatuar Ve Antibiyotik + Alfa-Bloker Tedavilerinin Plasebo İle Karşılaştırılması
Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Recai Gürbüz, Selçuk Güven, Mehmet Mesut Pişkin, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
İnflamatuar Kronik Pelvik Ağrı Sendromu Tedavisinde Antibiyotik + Antiinflamatuar Ve Antibiyotik + Alfa-Bloker Tedavilerinin Plasebo İle Karşılaştırılması
ComperIsIon Of AntIbIotIc+antIInflamatuar And AntIbIotIc+alfa Blocker Therapy EffectIvIty ComparIson Of Inflamatuar ChronIc PelvIc PaIn Syndrome Treatments A Placebo Controlled Study
Amaç: Çalışmamızda, inşamatuar kronik pelvik ağrı sendromu (Kronik prostatit kategori 3A) tedavisinde antibiyotikle beraber kullandığımız alfa-bloker ve antiinşamatuar tedavilerin etkinliğini araştırıp bunları plasebo ile karşılaştırdık. Gereç ve Yöntem: Kronik prostatit kategori 3A tanısı konulan 76 hasta çalışmaya dahil edildi. Plasebo grubu 19 (Grup 1), antibiyotik + antiinşamatuar alan hastalar 29 (Grup 2) ve antibiyotik + alfa-bloker (Grup 3) alan hastalar 28 kişiden oluşmaktadır. Tedavi öncesi ve sonrası tüm hastalar kronik prostatit semptom indeksi (NIH-CPSI) toplam skoru, ağrı, işeme ve yaşam kalitesi skorlarına göre tek tek değerlendirildi. Bundan başka rezidüel idrar miktarı, maksimal idrar akım hızları (Qmax) ve prostat spesfik antijen (PSA) değerleri karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 33.31 (19-51) olarak bulundu. Plasebo grubu(Grup1) tedavi öncesi ve sonrası değerleri karşılaştırıldığında ağrı, işeme ve NIH-CPSI toplam puanında anlamlı düzelme gösterdi(p<0.05), diğer parametrelerde ise istatistiksel olarak anlamlı değişme olmadı. Grup 2’de Qmax ve rezidüel idrar miktarı haricinde diğer parametrelerdeki değişim istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Grup 3’de ise tüm parametrelerde anlamlı değişim gösterildi. Her üç grup birbirleriyle karşılaştırıldığında ise grup 3’ün daha anlamlı düzelme gösterdiği belirlendi. Tedaviler sonunda ciddi bir yan etki görülmedi ve hastalar tedavileri iyi tolere ettiler. Sonuç: Çalışmamızın sonunda kronik prostatit kategori 3A tedavisinde antibiyotik ile kombine edilen alfa-bloker ve antiinşamatuar tedavilerinin etkili olduğunu ancak alfa-bloker ve antibiyotik birlikteliğinin diğer tedaviye göre daha da etkili olduğu sonucuna vardık.
Aim: In our study, we evaluated the effect of antibiotics together with alpha-blocker and anti-inflammatory drugs; and we compared the effect of these treatments with placebo in patients with inflammatory chronic pelvic pain syndrome. Material and Method: Seventy-six patients with diagnosed NIH category 3A chronic prostatitis were included in this study. Placebo group included 19 patients (group 1), antibiotic + anti-inflammatory drug group included 29 patients (Group 2), while antibiotic + alpha-blocker group composed of 28 patients (Group 3). Before and after treatments all patients were evaluated separately according to national institutes of health-chronic prostatitis symptom index (NIH- CPSI) total score and pain, voiding and life quality scores. In addition; residual urine, maximum urinary flow (Q max) and prostate specific antigen (PSA) values were evaluated. All parameters of the 3 groups were evaluated by t-test before and after treatments. The values of the 3 groups after treatment were compared together by Mann Whitney-U test. Result: Patients mean age was 33.31(19-51). When we compared the pre-treatment and post treatment values of the placebo group, the pain, voiding, total NIH-CPSI score; there was a significant improvement while there were no statistically difference in other parameters. In group 2, there were statistically significant change in all parameters except Qmax, residual urine. In group 3, all parameters showed significant improvement. In comparison of the 3 groups, we found that the third group showed a more significant change than the other two groups. The patients tolerated the treatment well and there were no serious side effects. Conclusion: In our study we found that combination of antibiotics, alpha-blockers, and antiinflamatories are effective in treatment of category 3A chronic prostatitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antibiotic Usage İn Konya District
Kemal Tahir Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Antibiotic Usage İn Konya District
AntIbIotIc Usage In Konya DIstrIct
Bu çalışmada, Konya bölgesinde toplumun antibiyotik kullanma durumunun incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmaya, son bir ay içinde antibiyotik kullanan 206 olgu alınmıştır. Bu olgulara yüz-yüze görüşme yöntemiyle bir anket formu uygulanmıştır. Araştırmaya katı tanların % 18'inin herhangi bir sağlık güvencesi olmadığı, % 91.3’üne antibiyotiği doktorun önerdiği tespit edilmiştir. Hastaların yaklaşık 3/4’ünün antibiyotik kullanma nedeninin solunum sistemi infeksiyonu olduğu saptanmıştır. Antibiyotik yazılan hastaların % 12.1'ine ne fizik muayene, ne de laboratuar tetkik yapılmıştır. Yapılan tetkikler içinde radyolojik inceleme, kullanılan antibiyotikler içinde amoksisilin-klavulanat ilk sırayı almıştır. Olguların % 44.7'si antibiyotiği kesme nedeni olarak iyileştiğini düşünmüştür. Antibiyotik kullanım özellikleri ile öğrenim durumu arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. Uygun antibiyotik kullanımı konusunda, toplumla birlikte doktorların da bilgilendirilmesi gerekmektedir.
İn this study, evaluation of antibiotic usage in the community of Konya district was aimed. 206 patients, who used antibiotics during the last month were included in the study. A questionnaire form was applied face to face to the patients. 18 % of the patients did not have a health assurance. İt was found that antibiotics were proposed to 91.3 % of the patients by doctors. İt was determined that about 3/4 of the patients used antibiotics for respiratory infections. Radiological examinations were the most requested examination and amoxicilline-klavulanat was the most frequently used antibiotic by the patients. 44.7 % of the patients declared feeling healthy as the reason of quitting the antibiotic use. There was no significant relation betvveen antibiotic usage properties and educational level of the community. İt was concluded that, the doctors should also be educated with the community about acceptable antibiotic usage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Esra Hazar Sayar
Araştırma makalesi
Özeti
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Aeroallergen SensItIvIty Of AtopIc ChIldren In Alanya RegIon
Amaç: Alerjik hastalıklarda semptomları azaltmak ve yaşam kalitesini arttırmak için sorumlu alerjenleri belirlemek önemlidir. Bu nedenle bölgemizdeki alerjik hastalarda aeroalerjenlerin duyarlılığını ve sıklığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, Eylül 2017-Mart 2018 tarihleri arasında pediatrik alerji immünoloji polikliniğine başvuran 1078 hasta (2-18 yaş) dahil edildi. Deri prick testinde en az bir alerjik duyarlılık saptanan 642 hastanın klinik ve demografik özellikleri, total IgE düzeyleri, kandaki periferik eozinofil sayıları, aeroalerjen duyarlılıkları hasta dosyalarından retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışma için Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi Tıp Fakültesi Yerel Etik Kurulundan onay alındı.
Bulgular: Hastaların 642'sinde (%59.5) en az bir aeroalerjene karşı pozitif yanıt gözlendi. Hastaların %34.8'inde astım, %73.7'sinde alerjik rinit, %12.6'sında atopik dermatit ve %3'ünde kronik ürtiker tanısı vardı. 159 (%24.8) hastada birden fazla alerjik hastalık tanısı vardı. Pozitif cilt prick testi olan hastaların 368’i (%57.3) erkek, 274’ü (%42.7) kızdı. Yaş ortalaması 8.49±4.15 yıldı. En sık Akar duyarlılığı saptandı (%76.1). İkinci sıklıkta küf mantarları (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) ve üçüncü sıklıkta grass ve cereal polen (39.8%) duyarlılığı gözlendi. Diğer aeroalerjen duyarlılık sıklıkları; yabani ot polen karışımı (%24.6), ağaç polen karışımı (%21.7), hamamböceği (%17.8), kedi tüyü (%31.2), zeytin ağacı (%20) olarak saptandı. Ortalama serum total IgE düzeyi 215.6 IU/ml ve ortalama eozinofil sayısı 410.63/mm³ idi.
Sonuç: Alerjik hastalıklarda sorumlu alerjenlerin tespit edilmesi semptomların kontrol edilmesi ve seçilmiş vakalarda immünoterapi şansı vererek hastalık seyrini değiştirebilmesi açısından önemlidir.
Aim: It is important to identify allergens in reducing disease-related symptoms and improving quality of life in the allergic diseases. Therefore, we aimed to evaluate the frequency of aeroallergens in allergic patients in our region.
Method: 1078 patients (2-18 years) who applied to the pediatric allergy immunology outpatient clinic between September 2017- March 2018 were included to the study. The demographic and clinical characteristics of 642 patients with at least one allergic sensitization in the skin prick test were evaluated retrospectively. Total IgE levels, peripheral eosinophil counts in the blood, aeroallergen sensitivities in skin prick test were evaulated from the patient’s files. The study was approved by the Ethics Committee of the Alanya Alaaddin Keykubat Medical Faculty.
Results: In 642 of the patients (59.5%), a positive response was observed against at least one aeroallergen. Among patients, 34.8% had asthma, 73.7% had allergic rhinitis, 12.6% had atopic dermatitis, and 3% had chronic urticaria. 24.8% of the patients (159) had more than one allergic disease. When the evaulation of the patients with positive skin prick test, 57.3% were male and 42.7% were female. The mean age was 8.49 +/- 4.15 years. The sensitivity of house dust mites was the most common (76.1%). In the second and third frequency, molds (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) and grass and cereal pollen (39.8%) sensitivity were observed. Other determined aeroallergen sensitivity frequencies were; weed pollen mixture (24.6%), trees pollen mixture (21.7%), cockroach (17.8%), cat hair (31.2%), olive tree (20%). The mean serum total IgE level was 215.6 IU/ml and the mean eosinophil count was 410.63/mm³.
Conclusion: Detection of responsible allergens is important to control symptoms and to give the chance the course of the disease with immunotherapy in the selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Ebru Apaydın Dogan, Figen Güney, Emine Genç, Muzaffer Mutluer, Nurhan İlhan
Olgu sunumu
Özeti
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Temporary NeurologIcal Symptoms, Headache And Csf IymphocytosIs-Handl Syndrome
Amaç: Bu vaka sunumunda, HaNDL Sendromunun (Baş ağrısı,nörolojik defesit,BOS’ ta lenfositoz) literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 20 yaşında bayan hasta, acil servise başının sol tarafında olan, bulantı-kusma, sonofobi ve fonofobinin eşlik ettiği şiddetli, zonklayıcı karakterde başağrısı nedeniyle başvurdu. Ağrının başlamasından yaklaşık olarak 30 dakika sonra vücudunun sağ tarafında, bacaklarından başlayıp kola ve yüze yayılan uyuşma ve hafif güçsüzlük ile konuşmada bozulma olduğu, bu şikayetlerinin 20-25 dakikada düzeldiği öğrenildi. Hastanın bu olaydan ortalama 2 hafta önce, yaklaşık olarak 3 gün kadar devam eden şiddetli bulantı ve diyarenin olduğu viral gastroenterit geçirdiği, hekime başvurduğu ve destek tedavi dışında bir tedavi almadığı öğrenildi. Klinikte yapılan lomber ponksiyonda lenfositik pleositoz ve protein düzeyinde yükseklik (49 mg/dL) saptandı. Hastanın acil serviste çekilmiş olan BBT’si ve kontrastlı MR’ı normaldi. BOS pleositozuna ve şiddetli başağrısına neden olabilecek diğer nedenlerin dışlanması sonucunda hastaya HaNDL Sendromu tanısı kondu. Sonuç: Benign bir sendrom olan HaNDL Sendromunun tanınması, tanı amaçlı yapılacak olan anjiografi gibi tetkiklerin getirebileceği ciddi riskler nedeniyle önem taşımaktadır.
Aim: In this case report, it is aimed to discuss the ‘HaNDL Syndrome’ with the relevant literature. Case Report: A 20 year-old woman was admitted to the emergency department with left-sided, severe, throbbing headache accompanied with nausea, vomitting, sonophophia and phonophophia. Approximately 30 minutes after the pain emerged, she had suffered numbness and mild paresis on the right side of the body including the right side of her face accompanied with difficulty in speech which improved in approximately 20-25 minutes. She reported that 2 weeks prior these symptoms, she had suffered severe nausea and diarrhea that had lasted for 3 days. A diagnosis of viral gastroenteritis had been made and supportive therapy had been advised by a doctor. In the clinic, spinal tap was performed which revealed lymphocytic pleocytosis and mild elevation of protein level (49 mg/dL). Brain computerized tomography and the contast MR were normal. After the exclusion of other conditions which may cause CSF pleocytosis and severe headache; a diagnosis of HaNDL Syndrome was made. Conclusion: Recognition of this bening syndrome, is important as performing a diagnostic angiography may cause severe complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigara İçenlerde Psikolojik Bağımlılığın Ve Sigara İçme İsteğinin Bırakma Başarısı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
Ruhuşen Kutlu, Nur Demirbaş, Tuğba Yazıcı, Nazan Karaoglu
Araştırma makalesi
Özeti
Sigara İçenlerde Psikolojik Bağımlılığın Ve Sigara İçme İsteğinin Bırakma Başarısı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of PsychologIcal AddIctIon And SmokIng Urge On The Success Of SmokIng CessatIon
Amaç: Sigaraya fiziksel bağımlılık kadar psikolojik bağımlılık ve sigara içme arzusu da önemlidir. Bu çalışmanın
amacı sigarayı bırakmak isteyen kişilerin bağımlılık düzeyleri ve sigara içme arzularının bırakma başarıları üzerine
etkilerinin değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Kesitsel tipte analitik bir çalışma olan bu araştırma 10 Ocak 2020-30 Nisan 2020 tarihleri
arasında sigara bırakma polikliniğine başvuran kişilerde yapıldı. Katılımcıların sosyodemografik bilgi formu,
Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi (FNBT) ve Sigaranın Psikolojik Bağımlılığının Değerlendirilmesi Testi (SPBDT)
ölçekleri uygulandı ve Karbon monoksit (CO) düzeyleri ölçüldü. Motivasyonel görüşme yapıldı ve gerekli ise
tedavileri düzenlendi. Bir ay sonra kontrole çağrılan hastaların tekrar CO düzeyleri ölçülerek Sigara İçme Arzusu
Ölçeği (SİAÖ) uygulandı. CO düzeyi 5 ppm ve üzerinde olanlar si garayı bırakamadı olarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan 176 sigara içen hastanın yaş ortalaması37,68±11,89 yıl ve %81,3’ü erkekti. Sigara
tüketim paket/yıl ortalaması 23,42±16,06, FNBT ortalaması 6,13±2,39 ve CO 13,33±6,31 ppm idi. SPBDT ölçeği
puan ortalaması 15,19±2,63 (8-24) puan bulundu. FNBT puanına göre hastaların %41,5’i yüksek düzeyde bağımlı,
SPBDT puanına göre %6,8’i (n=12) ciddi bağımlı idi. Bir ay sonra kontrole gelen hastaların kontrol CO düzeyi
5,03±3,03 ppm olarak bulundu. Buna göre hastaların %67,6’sı sigarayı bırakamamıştı ve ortalama SİA puanı
33,56±15,71 idi. Sigarayı bırakanların FNBT, SPBT ve SİA ölçeği ortalama puanları, sigarayı bırakamayanların
FNBT, SPBT ve SİA puanlarına göre istatistiksel olarak anlamlı olarak daha düşüktü (sırasıyla p=0,015, p<0,001
ve p=0,025).
Sonuç: Sigaraya psikolojik bağımlılığı fazla olanların sigara bırakma başarısı düşük olmaktadır. Sigara bırakma
polikliniklerine başvuranların nikotin bağımlılığı gibi psikolojik bağımlılıkları da değerlendirilmeli ve motivasyonel
görüşmeler sırasında sigara içme arzusu ile baş etme yolları an latılmalıdır.
Aim: Psychological dependence and smoking desire are as important as physical dependence on smoking.
The aim of this study is to evaluate the effects of the addiction levels and smoking urge of people who want
to quit smoking on their success.
Patients and Methods: This study, which is a cross-sectional analytical study, was conducted people who
applied to a smoking cessation clinic between 10 January 2020 - 30 April 2020. Sociodemographic information
form, the Fagerström Nicotine Dependence Test (FNDT) and the Test for the Assessment of the Psychological
Addiction of Smoking (APAS) were applied and CO levels were measured. Motivational interviews were made
and treatments were arranged if necessary. The Carbon monoxide (CO) levels of the patients who were called
for control one month later were measured and the Questionnaire of Smoking Urges (QSU) was applied.
Those with a CO level of 5 ppm and above were considered to be unable to quit smoking.
Results: The average age of 176 patients participating in the study was 37.68±11.89 years and 81.3% were
male. The mean of cigarette consumption per pack was 23.42±16.06, the average FNDT was 6.13±2.39
and the CO was 13.33±6.31 ppm. APAS scale mean score was 15.19±2.63 points. According to the FNDT
score, 41.5% of the patients were highly dependent, and 6.8% according to the APAS score were severely
dependent. Control CO level of the patients who came for control one month later was found to be 5.03±3.03
ppm. Accordingly, 67.6% of the patients could not quit smoking, and the mean QSU score was 33.56±15.71.
FNDT, APAS and QSU scale mean scores of those who quit smoking were statistically significantly lower than
those who did not quit smoking (p=0.015, p<0.001 and p=0.025, respectively).
Conclusion: Those who are high psychological dependence to smoking have low success to quitting smoking.
Psychological addiction such as nicotine addiction of those who apply to smoking cessation clinics should be
evaluated and ways of coping with smoking desire should be expl ained during motivational interviews.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Başlangıçlı Pür Mitokondrial Miyopati
Emrah Aytaç, Selçuk Çomoğlu, Bülent Kurt
Olgu sunumu
Özeti
Erişkin Başlangıçlı Pür Mitokondrial Miyopati
Early Pur MItochondrIal Myopathy In Adult
Mitokondriyal hastalıklar genellikle mitokondriyal DNA (mtDNA) veya nükleer DNA (nDNA) mutasyonları sonucu gelişir. Mitokondriyal miyopatide bulgular sıklıkla iskelet kası ile sınırlı olup, ekstremitelere ait yavaş ilerleyici kas güçsüzlüğü yanısıra ekstraoküler kas zayıflığına bağlı oftalmoplejiye sık rastlanır. Kas güçsüzlüğü özellikle proksimal kaslarda belirgin olmakla birlikte distal tutulum da görülebilir. Biz bu yazıda son 10 yıl içerisinde yavaş ilerleme gösteren, izole kas tutulumu ile seyreden ve kas biyopsisi sonucunda ragged red lifler saptanan erişkin başlangıçlı mitokondriyal miyopati tanısı konulan bir vakayı sunduk.
Mitochondrial disease usually occur as a result at mitochondrial DNA (mtDNA) or nucleer DNA (nDNA) mutations.Findigs in mitochondrial myopathy are often limited with skeletel muscle symptoms, slowly progresive muscle weaknes at extremites and oftalmoplegy due to extaoculer muscle weaknes are common. Muscle weaknes is prominent in the proximal muscles but distal muscle involvement is propable. In this article, we present a patient diagnosed as adult onset mitochondrial myopathy with slow progress in 10 years , regged red fibers in muscle biopsy and ısolated muscle ınvolvement
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Büyük Çocuklarda Doğuştan Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavisi
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Büyük Çocuklarda Doğuştan Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavisi
SurgIcal CorreotIon Of CongenItally DIslocated HIps In The Older ChIldren
Doğuştan kalça çıkığı olan, 5-11 yaşları arasında 18 ço-cuğun 21 kalçasına cerrahi tedavi yapıldı. Açık redüksiyon, Salter veya üçlü osteotomy ve femoral osteotomiler uygulandı. 15'i kız, üçü erkek olan hastalar en az bir yıl takip edildi. Radyolojik olarak Severin klasifikasyonuna göre değerlendirildi ve 19 kalça (%90) çok iyi ve iyi, iki kalça (%10) kötü olarak bulundu. iki kalçada tekrar çıkık meydana geldi ve bunlardan birinde femur başı avasküler nekrozu gelişti.
Surgical treatment was performed in 21 hips of 18 children aged 5-11 years with congenital hip dislocation. Open reduction, Salter or triple osteotomy and femoral osteotomies were performed. The patients, 15 girls and three boys, were followed for at least one year. It was evaluated radiologically according to the Severin classification and 19 hips (90%) were found to be very good and good, and two hips (10%) bad. Re-dislocations occurred in two hips and one of them developed avascular necrosis of the femoral head.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Kist Hidatikler
Ertuğ Özkal, Faruk Temel, Mehmet Şenyüz, Kemal Ödev, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Kist Hidatikler
SpInal HydatId Cysts
Bu makalede üç spinal kist hidatik vakası takdim edilmiştir. Hastaların tümü medulla spinalis basısı şikayetleri ile müracaat etmişlerdir. Yalnız bir vakada nüks görülmüş olup, mortalite yoktur.
Thrce cases of spinal hydatid cysts are reported. Ali the patients were admitted with symptoms of compression of the spinal cord. The patients were treated surgicall, recurrens was in only one patiant and no mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
A. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ayşen Karabayraktar, Mehmet Çerçi, Bülent Baysal, Ali Koşar
Araştırma makalesi
Özeti
Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
The AntI-Hcv SeroposItIvIty In PatIents WIth DIfferent SolId Tumors
Bu çalışmada yeni tanı konmuş, daha önce kan trasfüzyonu ve herhangi bi cerrahi müdahale öyküsü vermeyen, karaciğer dışı solid tümörlü 46 hastanın serumundan anti-HCV pozitifliği II. kuşak ELISA yöntemi ile değerlendirildi. Hastaların 147i akciğer kanseri (Ca) 7'si lenfoma, 57 meme Ca, hipernef-roma ve 15'i diğer tümörlere sahipti. Toplam hasta-ların 5'inde (%10.8) anti-HCV pozitif bulunduğu; bunların 4'ü akciğer Ca'll, 17 beyin tümörlü hasta-lardan (113) idi. Hastaların hepsinin ALT seviyeleri normal; serum demiri ve demir bağlama kapasiteleri ile %73.9'unda hemoglobin ve hematokrit seviyeleri azalmış bulundu. Ayrıca hastaların 3'ünde (%6.5) HBsAg, 21'inde (%45.6) anti-HBc pozitif bulundu. Sonuç olarak; tesbit edilen anti-HBc pozitifliği Hep-atitis B virüs (HVB)'ün infeksiyonunu gösterirken, benzer buluşma yoluna sahip Hepatitis C virüsü (HCV) infeksiyonu da olasıdır. Kronik infeksiyon yapma niteliği taşıyan HCV'nin bir bulgusu olan anti-HCV pozitifliğinin immün sistemi bozulmuş olan kanser hastalarında normal populasyondan daha fazla görülmesi beklenir. Ancak ilginç olan 5 anti-HCV pozitifliğin 4'ünün akciğer Ca'lı hastalarda tespit edilmesidir.
Tumors In This study, anti-HCV seropozitivity was inves-tigated in 46 new diagnosed patients with different solid tumors without hepatocelluler carcinoma, which they have not received any transfusion or sur-gical operation. The positivity was evaluated using by second generation ELISA system. Patients are consist of 14 lung cancer (Ca), 7 lymphoma, 5 breast Ca, 5 hipernephroma and 15 other tumors. Anti-HCV positivity was in 5 (10.8%) of 46 pa-tients, and 4 of this positive patients were with lung Ca (4114,28.5%), and 1 was with brain Ca (113). ALT levels were normal, serum iron and iron-binding capacily were decrased in all patients, hae-moglobin and haemotocrit were also decreased in 73.9% of patients. In addition, 3 patients (6.5%) HBsAg, 21 patients (45.6%) anti HBc were found to be positive. As a result, the high positivity of anti-HBc while the HBsAg was low positive showed that there was IIBV infection, and the HCV infecton was alsa expected with the same transmission ways. Anti-HCV positivity as a marker of HCV infection-which can produce the chronic carrier state is more expected in cancer patients. They have allected immun status than normal population, but 4 of 5 posi-tivity was in Lung Ca patients is of great interest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hepatit C Virüs Enfeksiyonuna Eşlik Eden Dermatolojik Hastalıkların Değerlendirilmesi
Cahit Yavuz, Esma Eroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hepatit C Virüs Enfeksiyonuna Eşlik Eden Dermatolojik Hastalıkların Değerlendirilmesi
Assessment Of DermatologIcal DIsorders WIth ChronIc HepatItIs C VIrus InfectIon
Amaç: Hepatit C virüsü (HCV) esas olarak hepatopatik olmasına rağmen HCV enfeksiyonuna bağlı gelişebilen çok sayıda ekstrahepatik belirti vardır. Bunlar arasında dermatolojik bulgular ekstrahepatik belirtilerin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu çalışmada, bölgemizde kronik HCV enfeksiyonuna eşlik eden dermatolojik hastalıkları değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya, 2008-2020 tarihleri arasında 12 yıllık süreçte Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniğinde takip edilen Kronik HCV enfeksiyonu tanısı alan 2050 hastanın ek olarak dermatolojik hastalığı tesbit edilen 394’ü dahil edildi.
Bulgular: Dermatolojik hastalık tanısı alan 394 hastanın yaş ortalaması 56 ±17 yıl idi. Bunların 218’i (%58,6) kadın, 176’sı (41,4%) erkek idi. Dermatoloji polikliniğine başvuran kronik HCV enfeksiyonu hastalarında en sık pruritus (18,5%) ve kontakt dermatit (%17,5) saptandığı görüldü. Pruritus ve kontakt dermatitin; ileri yaşta ve kadın cinsiyette daha sık görülmesi istatistiksel olarak ile anlamlı bulunmuştur (sırasıyla p: 0,013, p: 0,038).
Sonuç: Çalışmamızda HCV enfeksiyonu olan hastaların dermatoloji polikliniğine en sık başvuru sebebi pruritus ve kontakt dermatit olarak saptandı. Hepatit C enfeksiyonunun erken teşhisine ve tedavisine yardımcı olabileceğinden, hepatit C ile ilişkili dermatolojik durumları anlamak önemlidir. Kronik Hepatit C (KHC) hastalarının dermatoloji poliklinik başvuruları sonrası aldıkları tanıların görülme sıklığı ve çeşitliliği bu alanda yapılacak olan çalışmaların daha standardize edilmiş hasta grupları ve standart laboratuvar teknikleri kullanılarak yapılması gerekliliğini düşündürmüştür
Aim: Although hepatitis C virus (HCV) is essentially hepatopathic, there are many extra-hepatic symptoms that may develop with associated HCV infection. Of these, dermatological findings constitute a significant proportion of extra-hepatic symptoms. The aim of this study was to evaluate dermatological diseases accompanying to chronic HCV infection in our region.
Patients and Methods: From a total of 2050 patients diagnosed and followed up for chronic HCV infection in the Infectious Diseases and Clinical Microbiology Clinics in a 12-years period between 2008 and 2020, 394 determined with concurrent dermatological disease were included in the study.
Results: Chronic HCV patients diagnosed with dermatological disease comprised 218 (%58.6) females and 176 (%41.4) males with a mean age of 56±17 years. In the patients with chronic HCV infection presenting at the dermatology outpatient clinic, pruritus was determined most (%18.5) and followed by contact dermatitis (%17.5). At univariate analyses female gender (p:0,005, OR:3,329, CI 95% [1,439-7,701]) and advanced age (p:0,013, OR:1,029, CI 95% [1,006-1,052]) were detected as significant variables of frequent dermatological diseases. The female gender ( p: 0,038, OR:2,682, CI 95% [1,054-6,826]) was detected as the predictor of most frequent dermatological diagnoses in chronic HCV infection at multivariate logistic regression analysis.
Conclusion: The most common reasons for presentation of patients with HCV infection at the dermatology outpatient clinic were determined to be pruritus and contact dermatitis. The frequency and variability of the diagnoses seen in chronic hepatitis C patients after presentation at the dermatology outpatient clinic suggest the need for further studies in this area with more standardised patient groups using standard laboratory techniques.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
Burhan Apilioğulları, Sami Ceran, Gürcan Koşal, Ahmet Dumanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
TracheabronchIal ForeIgn Body AspIratIons In ChIldren
Yabancı cisim aspirasyonu (YCA) pediatrik yaş grubunda sık görülen ciddi bir sorundur. Tanı ve müdahale de gecikme hayatı tehdit eden bir duruma neden olabilir. Özellikle 3 yaş altı çocuklarda çevreye ve objelere karşı artan ilgi vardır ve nöromuskuler mekanizmaları yeterince gelişmemiştir. Molar dişlerinin olmaması, çiğneme işleminin efektif yapılamaması gibi etkenler de özellikle YCA bu yaş grubunda yüksek olmasının başlıca nedenleridir. YCA’ya maruz kalmış hastanın tanıdan hemen sonra, rijit bronkoskopi imkânının bulunduğu bir hastaneye zaman kaybetmeden sevk edilmesi hayati önem taşımaktadır. Biz bu çalışmamızda, kliniğimizde müdahale edilen 47 hastayı retrospektif olarak, başvuru anındaki klinik semptomu, yaş, cinsiyet, yabancı cismin (YC) natürü, yerleşim yeri, pozitif radyolojik bulgu, olay anı ile hastaneye başvurduğu zamanı olarak inceledik.
47 hastanın; 29 erkek (%63), 18 bayandı (%37), yaşları 3 ay ile 8 yaş arasında değişmekteydi. 37 hastanın yaşı (%80) 3 yaşın altındaydı. Hastaların başvuru anında asıl şikayet olarak, 37’nde öksürük (%80), 23 hastada hırıltılı solunum (%50), 15 hastada nefes darlığı (%32,6), 5 hastada geçmeyen enfeksiyon (%10,8), 2 hastada yüksek ateş (%4,3) vardı. 37 hastada (%78) çıkartılan yabancı cisim organik kökenli (çekirdek içi veya kabuğu, fıstık, fındık parçaları ve benzeri) iken 10 hastada (%22) inorganik yabancı cisime rastlandı (kalem ucu, oyuncak parçası, sibop, plastik parçalar gibi.).YC 18 hastada (%39) sağ ana bronşta, 25 hastada (%51) sol ana bronşta, 4 hastada (8,7) ise trakeada yerleşmişti. 18 hastanın (%39) radyolojik olarak herhangi bir bulgusu yoktu, 11 hastada (%23,9) anamnez mevcut ancak göğüs muayenesinde dinleme bulgusu normaldi, 23 hasta olay olduktan sonraki ilk 24 saat içinde kliniğimize başvurmuşken, 24 hasta olay olduktan sonraki 24 saati geçen zaman diliminde kliniğimize başvurmuştu.
Çalışmamızın sonuçları genel olarak literatüre uyumlu olmakla beraber, YC yerleşim yeri açısından %51 ile sol ana bronşun öne çıkmasıyla literatürden farklılık gösterdi.
Foreign body aspiration (FBA) is a serious problem especially in pediatric age group. Delay in diagnosis and intervention can lead to a life-threatening condition. Young children are more concerned with the environment and neuromuscular mechanisms do not develop sufficiently. Factors such as lack of molar teeth and failure to perform chewing are the main causes of high FBA in children under 3 years of age. It is of vital importance that the patient is referred to a hospital where a rigid bronchoscopy can be performed quickly after the diagnosis. We retrospectively evaluated 47 patients who were treated in our clinic such as clinical symptoms, age, gender, foreign body (FB), location, positive radiological findings, and duration of stay.
47 patients; 29 male (63%), 18 female (37%), age ranging from 3 months to 8 years. The age of the 37 patients (80%) was below the age of 3 years. The main complaint at the time of admission was cough (80%) in 37 patients, wheezing in 23 patients (50%), shortness of breath in 15 patients (32.6%), infection in 5 patients (10.8%), high in 2 patients. there was fever (4.3%). In 37 patients (78%), the foreign body was of organic origin (such as inside or outside the shell, peanuts, hazelnut pieces) while in 10 patients (22%), an inorganic foreign object was found (such as a pen tip, a toy part, plastic parts, etc.). FB was located in the right main bronchus in 18 patients (39%), in the left main bronchus in 25 patients (51%) and in the trachea in 4 patients (8.7). There were no radiological findings in 18 patients (39%). Although 11 patients (23.9%) were anamnesis, their findings were normal. Twenty-three patients applied to our clinic within the first 24 hours after the event, and 24 patients were admitted to our clinic 24 hours after the event.
Although the results were generally consistent with the literature, the left main bronchus was 51% in terms of the localization of FB.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Ve Hemodiyaliz Hastalarında Helicobacter Pylori Antikor Pozitiflik Oranı
Lütfullah Altıntepe, Zeki Tombul, Süleyman Türk, İbrahim Güney, Abdullah Sadık Girişgin, Emine İnci Tuncer, Mehdi Yeksan
Araştırma makalesi
Özeti
Sürekli Ayaktan Periton Diyalizi Ve Hemodiyaliz Hastalarında Helicobacter Pylori Antikor Pozitiflik Oranı
The Prevalence Of HelIcobacter PylorI-AntIbody In HemodIalysIs And Capd PatIents
Bu çalışmada hemodiyalize (HD) girmekte olan 83 hasta ile sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) uygulanan 30 hastada Hp-lgG antikor pozitiflik oranı araştırıldı ve 45 sağlıklı kontrol ile karşılaştırıldı. Helicobacter pyloriye (Hp) karşı oluşan IgG antikorlarının tayininde enzim immunoassay ELİSA metodu kullanıldı. HD ve SAPD hastalarının yaş ortalaması sırasıyla, 46.2+17.4 ve 44.6+15.7 yıl ile diyaliz süresi sırasıyla, 35.4+ 36.9 ay ve 20.2+18 ay idi. Kontrol grubunun yaş ortalaması 49.4+15.3 (18-80) yıl idi. HD hastalarının 36’sında (%43.4), SAPD hastalarının 9’unda (%30) ve sağlıklı kontrollerin 19’unda (%42.2) Hp IgG antikoru pozitif idi. Hemodiyaliz ve SAPD hasta larında Hp-lgG antikor pozitifliği sağlıklı kontrollerden farklı değildi. Her iki grupta da Hp-lgG antikor pozitifliği ile yaş, cinsiyet, diyaliz süresi ve dispeptik yakınmalar arasında ilişki saptanmadı. Sadece Hp antikor pozitifliğine bakarak karar verilmemesi, olguların endoskopik ve histopatolojik olarak da değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varıldı.
İn this study, the prevalence of H.pylori-lgG antibody was investigated in 83 hemodialysis (HD) and 30 CAPD patients and compared with those of 45 healthy control group. İn determination of IgG antibody against H.pylori enzyme immunoassay ELİSA method was used. Mean ages were 46.2+17.4 and 44.6+15.7 years and dialysis durations were 35.4+ 36.9 months and 20.2+18 months in HD and CAPD patients respectively. Age of control group was 49.4+15.3 (18-80) years. H. Pylori-antibody was positive in 36 HD patients (43.4 %), in 9 CAPD patients (30 %) and in 19 healthy Controls (42.2 %). Hp-lgG antibody positivity in HD and CAPD patients was not statistically different from control subjects. İn conclusion, there is no assosiation between Hp-lgG antibody posi tivity and age, sex, dyspeptic symptoms two groups. İn this patients Hp IgG positivity should not be evaluated with- out endoscopic and.histopathologic findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Maternal İnv 9'a İlave Olarak De Novo T(4;22) Taşıyan Bir Olgu
Hatice Gül Dursun, Ayşegül Zamani, Ruhuşen Kutlu
Olgu sunumu
Özeti
Maternal İnv 9'a İlave Olarak De Novo T(4;22) Taşıyan Bir Olgu
A Case WIth De Novo T (4;22) In AddItIon To Maternal Inv 9
Down Sendromu ön tanısı ile laboratuvarımıza gönderilen 8 aylık kız hastamızda mental retardasyon ile burun kökünün basık olması ve düşük- malforme kulakların da eşlik ettiği dismorfik yüz görünümü vardı. Alınan aile hikayesinde annenin daha önce bir düşüğünün olması ve hastamıza hamile iken 8. ayda geçirdiği karbon monoksit zehirlenmesi dışında önemli bir özellik yoktu. Yapılan sitogenetik analizde hastamızın kromozom kuruluşunun 46,XX,t(4;22),inv(9) olduğu görüldü. Aile çalışmalarında anne ve babanın bu translokasyonu taşımadığı, ancak inv(9)ün anneden kal itildiği tesbit edildi. Görünürde de nova dengeli translokasyon taşıyıcısı olan hastamızın biyokimyasal, radyolojik ve klinik bulguları literatür ışığında tartışıldı.
A 8- mounth- old gir! was referred to our laboratory because of Down Syndrome. She had had phenotypical features as mild mental retardation, flated nasal bridge, low- set and malformed ears. İn detailed family history, her mother had had an carbon monoxide poisoning during proband’s pregnancy and an abortus before her. Chromosome analysis was carried on peripheral blood lymphocytes culture, using standart technigues and chromosomes were identified by using GTG, C and NOR- banding. Her karyotype was foundjo be 46, XX, t (4q;22q), inv(9). Family studies were shovved that neither her mother nor her father had carried this translocation but inv(9) was inherited from her mother to our patient. Our patient who seems as though a de novo balanced translocation carrier was discussed under the light of literatüre with her biochemical, radiologic and clinic features.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alkoliklerin Ergen Çocuklarında Davranış Sorunları.
H G Kshamaa, Aswath Manju, Aswath Padmanabha
Araştırma makalesi
Özeti
Alkoliklerin Ergen Çocuklarında Davranış Sorunları.
BehavIoural Problems In Adolescent ChIldren Of AlcoholIcs.
Bağlam: Alkol bağımlılığı sendromu hem bireyleri hem de aileyi etkileyen önemli bir sorundur. Alkole bağımlı ebeveynlerin çocukları birçok davranış problemine karşı savunmasızdır. Batıdaki çalışmalar, bu çocuklarda hem içsel hem de dışsal semptomları göstermiştir.
Amaç: Alkole bağımlı ebeveynlerin yavrularında psikolojik işlevlerini ve alkol bağımlılığının şiddeti ile ilişkilerini değerlendirmek.
Ayarlar ve Tasarım:
Bu çalışma Bangalore'deki bir üçüncü basamak hastanenin Psikiyatri Bölümü'nde bir yıllık bir süre içinde yürütülmüştür. Alkol bağımlılığı olan 11 baba ile 18 yaş arasındaki 80 çocuğa yaklaşıldı.
Yöntem ve Gereç: Ebeveynin ve çocuğun sosyografik demografik bilgileri yarı yapılandırılmış bir Performa tarafından bilgilendirilmiş onam alınarak toplandı. Alkol bağımlılığının şiddeti Alkol Bağımlılığı Şiddeti Anketi (SADQ) kullanılarak değerlendirildi. Çocukların psikolojik işlevleri Gençlik Öz Raporlama Ölçeği (YSR) kullanılarak değerlendirildi.
Kullanılan istatistiksel analiz: SPSS V20
Bulgular: Değerlendirilen 80 çocuktan 41'i erkek, 39'u kadındı. % 47.5'i anlamlı içselleştirme belirtileri ve% 48.7'si önemli dışsallaştırma belirtileri gösterdi. İçselleştirme puanları kızlarla daha yüksek korelasyona sahipti (P - 0.004) ve erkeklerde dışsallaştırma semptomları (P - 0.008). Ancak babada bağımlılığın şiddeti ile korelasyon bulunmadı.
Sonuç: Alkol bağımlısı babaların çocuklarında dışsallaştırma ve içselleştirme davranışları açısından psikiyatrik morbidite prevalansının yüksek olduğu bulunmuştur. Bu nedenle, bu sorunların erken teşhisi ve müdahale bu grupta daha iyi çalışmayı sağlayacaktır.
Context: Alcohol dependence syndrome is a major problem affecting both individuals and their family. Children of alcohol dependent parents are vulnerable to a host of behavioural problems. Studies in the west have shown both internalizing and externalizing symptoms in these chi