Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Ersin Turan, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Spontaneous IdIopathIc PneumoperItoneums: Four Case Reports And
revIew Of The LIterature
Pnömoperitoneumların %90’dan fazlası gastrointestinal
perforasyonların sonucu olarak meydana gelmektedir. Ancak
bazen pnomoperitoneum visseral perforasyonla ilişkili değildir. Bu
çalışmamızda spontan idiopatik pnömoperitoneum tespit edilen 4
vakanın takdimi ve literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Yaşları 58-83 arasında değişen ve acil servise başvuruları esnasında
yapılan görüntüleme yöntemlerinde karın içi serbest hava tespit
edilen ancak etyolojisi belirlenemeyen 4 olgu takdim edilmektedir.
Bu olgulardan 3’üne cerrahi sonrası, birine ise medikal takip sonrası
spontan idiopatik pömoperitoneum tanısı konulmuştur. Olguların tümü
erkek olup özgeçmişlerinde KOAH tanıları dışında pnömoperitoneum
oluşturacak etyolojik faktör yoktu. Spontan pnömoperitoneumların
belirlenmesinde detaylı öykü, fizik muayene bulgularının da ayrıntılı
olarak değerlendirilmesi gereksiz laparotomileri engelleyebilir.
Pnömoperitoneum tespit edilen hastalarda neden bulunamamışsa
KOAH öyküsünün sorgulanması önerilir.
More than 90% of pnömoperitoneum occur as a result of
gastrointestinal perforation. However, sometime spneumoperitoneum
is not associated with visceral perforation. In this study, we aimed to
introduce the four cases of idiopathic spontaneous pneumoperitoneum
and to review the literature. Ages were between 58 and 83 years old
and intra-abdominal free air was determined during the emergency
room imaging applications with undetermined etiology. One patient
was diagnosed with idiopathic spontaneous pömoperitoneum after
medical follow-up, and the others were diagnosed after surgery.
All patients were male and did not have any etiologic factors other
than diagnosis of COPD to create pneumoperitoneum. A detailed
history and physical examination findings may prevent unnecessary
laparotomy for diagnosis spontaneous pnömoperitoneum. In
spontaneous pnömoperitoneum patients, it is suggested that COPD
history should be questioned if no other etyological factor was found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Atak, Stabil Koah Ve Kor Pulmonale Hastalarında Adma, Arjinin Ve No Düzeylerinin Belirlenmesi
Said Sami Erdem, Fikret Kanat, Ali Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Atak, Stabil Koah Ve Kor Pulmonale Hastalarında Adma, Arjinin Ve No Düzeylerinin Belirlenmesi
InvestIgatIon Of Adma, ArgInIne And No Levels Of PatIents WIth Acute Attack, Stable Copd And Cor Pulmonale
Bu çalışmada atak, stabil ve kor pulmonale grubu kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olanlarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA), nitrik oksit (NO) ve arjinin düzeylerindeki değişiklikleri belirlemeyi amaçladık. Çalışmamıza 25 akut atak KOAH, 25 stabil KOAH, 25 kor pulmonale hastası dahil edildi. Hastaların KOAH ve kor pulmonale dışında ek bir hastalığı yoktu. Kontrol grubu 25 sağlıklı kişiden oluşturuldu. ADMA ve Arjinin düzeyleri yüksek basınçlı likit kromatografi yöntemiyle floresans dedektörde ölçüldü. Serum nitrit/nitrat konsantrasyonları kolorimetrik metotla ölçüldü. Akut atak,(p
The aim of our study was to determine serum asymmetric dimethylarginine (ADMA), nitric oxide (NO) and arginine levels in patients with acute attack, stable and cor pulmonale Chronic Obstuctive Pulmonary disease (COPD). Twenty five acute attack of COPD, twenty five stable of COPD, twenty five cor pulmonale subjects partipicated in this study. To be selected patients had to have no other diseases. The control group was formed by twenty five appearentely healthy people. ADMA and arginine levels were measured by high performance liquid chromatoghraphy with fluorecence detection. Serum nitrite/nitrate concentrations were determined using a commercial colorimetric assay. Patients of acute (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigarayı Bırakan Ve Bırakmayı Deneyip Halen İçen Kişilerin Kullandıkları Metotlar
Lütfi Saltuk Demir, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Sigarayı Bırakan Ve Bırakmayı Deneyip Halen İçen Kişilerin Kullandıkları Metotlar
People Who QuItted SmokIng And Who TrIed But Could Not QuIt
smokIng Methods Used
Sigara bırakma döneminde çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Bu
çalışmada, sigara içmeyi bırakmış kişilerde ve bırakmayı deneyip
halen içenlerde sigarayı bırakma girişimlerinde başvurdukları
metotların ve sigara bırakma döneminde karşılaştıkları sıkıntıların
karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Tanımlayıcı tipteki bu çalışma
2007 yılında Konya il merkezinde bulunan 5 sağlık ocağına başvuran
157 kişi ile yapıldı. Verilerin değerlendirilmesinde T testi ve MannWhitney
U testi kullanıldı. Çalışmaya katılanların 66 (%42)’sı sigarayı
bırakmış, 91 (%58)’i ise bırakmayı denemiş fakat halen sigara
içen kişilerdi. Sigarayı bırakanları %18’i, bırakmayı deneyip halen
içenlerin ise 6.6’sı sigara bıraktıkları dönemde profesyonel yardım
almıştır (p=0.03). sigarayı bırakmış kişilerin %27.3’ü, bırakmayı
deneyip halen içenlerde ise %10.6’sı bu dönemde herhangi bir yöntem
kullandığını belirtmiştir (p=0.008). Sigarayı bırakma döneminde
profesyonel destek almak ve herhangi bir yöntem kullanmak sigarayı
bırakmaya yardımcı olmaktadır.
There are several methods exist to quit smoking. In this study it
is aimed to evaluate the inconvenience and the methods which were
used by people who have successfully gave-up smoking and who tried
to quit but could not do so. Total 157 volunteers who have applied
to 5 different primary health care facilities at Konya city center were
involve in this descriptive study. t-test and Mann-Whitney-U test were
used to evaluate the data. Of the study population 66 (42%) were
successfully quitted smoking and 91 (58%) were tried but could not
quit smoking. 18% of successfully quitters and 6.6% of non successful
attempts were received professional support (p=.03). Only 27.3% of
quitters and 10.6% of attempts were utilized any kind of method to
quit smoking (p=.008). Receiving professional support and utilizing a
reliable method aid to quit smoking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
Mahmut Altuntas
Araştırma makalesi
Özeti
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
The Role Of Patıent Traınıng Level And Famıly Medıcıne Admınıstratıon In The Dıagnosıs Of Arterıal Hypertensıon
Giriş
Hipertansiyon (HT) , başta kalp damar hastalıkları olmak üzere birçok ciddi hastalıkta risk faktörüdür. HT tanısının konulması pek çok kişide geç kalabilmektedir. Bununla birlikte birinci basamakta aile hekimliğinin günlük pratiğinin oldukça önemli bir kısmını oluşturan ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur.
Amaç
Çalışmamızda, aile hekimliği uygulamasının, arteriyel hipertansiyon tanısı konulmasındaki etkinliği araştırılmıştır.
Gereç Ve Yöntem
2017-2018 tarihleri arasında retrospektif olarak aile hekimliği birimimizde verilerine ulaşılabilen ve kesin kayıtları mevcut 18 yaş ve üzerindeki HT hastaları çalışmaya dahil edildi. Kişisel bilgiler (yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi) ve hastalık tanımlama bilgilerini ( kaç yıldır hipertansiyon tanısı aldığı, başlangıç semptomu, hipertansiyon tanısı ilk nerede ve nasıl konulduğu) içeren toplamda yedi soruya verilen cevaplar Aile Hekimliği Bilgi Sisteminden retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
- kadın, 108 erkek toplam 286 hasta tespit edildi. Araştırmaya katılanların %5,9’u okur-yazar olmayan kesim, %94.1 okur yazar kesimdi. Okur yazar hastaların eğitim düzeyleri ; %59,8 ‘i ilköğretim, %10,5’i lise ve %16,8 ‘i lisans üzeri olarak tespit edildi. Araştırmaya katılanların % 7.7’si aile hekimliği polikliniğinde, geri kalan % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde tanı almışlardı. Eğitim düzeylerine göre %7,7’si aile hekimliğinde, % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde arteriyel hipertansiyon için tanı almışlardı.
Sonuç
- arteriyel hipertansiyon tanısı olan hastaların, eğitim düzeyleri ne olursa olsun, ikinci basamak sağlık kuruluşlarında daha sık tanı aldıkları tespit edildi. Konya ilimizde aile hekimliği uygulamasının başlamasından sonra, birinci basamakta arteriyel hipertansiyon tanısı alma oranı %1,5’ten %16,3 gibi bir oranda artmış olmasına karşın aile hekimliği uygulamasının arteriyel hipertansiyon tanısı alma üzerine rolünün daha da arttırılması gerektiğini düşünüyoruz.
Background
Hypertension (HT) is a controllable and preventable public health problem that is a risk factor for many serious diseases, especially cardiovascular diseases. Hypertension, which can be silent and lethal, can not be diagnosed in many people. HT constitutes a significant part of the daily practice of the primary care physician. Today, the Family Medicine is a medical discipline constitutes the first level of the health system in Turkey.
Aim
In our study, the effectiveness of family medicine practice in the diagnosis of arterial hypertension was investigated.
Material and Method
We retrospectively reviewed the data of the patients aged 18 years and older who had access to their data in our family medicine department between 2017-2018. A total of seven questions, including personal information (age, gender and education level) and disease identification information (how many years were diagnosed with hypertension, baseline symptom, where and how the diagnosis of hypertension was first established) were retrospectively reviewed from the Family Medicine Information System.
Results
A total of 286 patients, 178 female and 108 male were detected. 9% of the participants were illiterate while 94.1% were literate . 59.8% of the illiterate patients were in primary education, 10.5% in high school and 16.8% in graduate education. 7.7% of the participants were diagnosed in the family medicine polyclinic, and the remaining 92.3% were diagnosed in secondary health care facilities and other places except family medicine. According to education level, 7.7% were diagnosed in family medicine and 92.3% were diagnosed in second-level health facilities and elsewhere except family medicine.
Conclusion
In our study; patients with arterial hypertension were diagnosed more frequently in secondary health care institutions regardless of their education level. Although the rate of diagnosis of arterial hypertension was increased from 1.5% to 16.3% in primary care after starting the practice of family medicine in Konya, we believe that the role of family medicine practice on the diagnosis of arterial hypertension should be increased even more.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
Mehmet Ünlü, Ünal Şahin, Ahmet Akkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
InvestIgatIon Of EducatIon On MIsuse Of Inhalers By PatIents WIth ChronIc ObstructIve Lung DIsease
İnhaler steroidler ve bronkodilatörler obstrüktif havayolu hastalıklarının tedavisinde oldukça etkilidirler. Tedavi yetmezliği sıklıkla hastaların kötü uyumuna veya inhalerlerin yanlış kullanımına bağlıdır. Yatarak tedavi gören KOAH’lı hastaların sıklıkla reçete Eğitim verilmesinin hata düzeylerinde anlamlı düzeyde azalmaya yol açtığı gözlemlendi.edilen inhaler aletlerin (ölçülü doz inhaler, turbuhaler, diskus) kullanımıyla ilgili bilgi ve becerilerini araştırdık. On dört KOAH’lı olgu çalışmaya alındı. Hastalara inhaler aletlerin kullanılmasını basamaklı olarak göstermesi istendi. İnhalasyon tekniği 10 basamakta değerlendirildi. Doğru kullanma 10 puan üzerinden değerlendirildi. Çalışma sonunda olgularda inhalerlerin yanlış kullanım oranının yüksek olduğu görüldü.
Aerosol glucocorticoids and bronchodilators are highly effective in the treatment of obstructive lung disease. Treatment failures can often be attributed to poor patient compliance or incorrect use of the inhaler. IVe surveyed the patients with chronic We showed that training in application associated with demonstration and subsequent exercise reduces the error ratio to a tolerable level in COPD patients.obstructive pulmonary disease (COPD) to assess their knovvledge of and ability to use four widely used inhaler devices; metered-dose inhaler, turbuhaler and diskus. Fourteen paitents with COPD were asked to demonstrate the use of each device using placebo inhalers. The inhalation technique was assessed in ten steps. Correct use was considered if 10 points were obtained. This study showed a high incidence of incorrect usage of inhalers amongst COPD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
Duygu İlke Yıldırım, Kamile Marakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RelatIonshIp Between VItamIn D And Hba1c Levels In DIabetIc PatIents
\r\n Amaç: Diyabet son yıllarda hızla artış gösteren, ciddi komplikasyonlara yol açan bir sağlık problemidir. D vitamini düzeyi, diyabetin kontrolüne katkıda bulunan bir faktör olarak belirtilmektedir. Bu çalışmada diyabetik hastalarda D vitamini düzeylerini ve glisemik kontrol arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Yöntem: Çalışmaya Diyabet Eğitim Polikliniği’ne Eylül 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran takip ve tedavi altında ki 330 diyabetik hasta alındı. Çalışmaya 18 yaş ve üzerinde olan hastalar dahil edildi. Hastalar vitamin D düzeylerine göre; ≤20 ng/mL, 20-30 ng/mL arasında ve ≥30 ng/mL olmak üzere üç gruba ayrılarak kategorize edildi. Bu gruplar hastaların sosyo-demografik özellikleri, kan parametreleri, diyabetile ilgili özellikleri ve diyabettedavileri yönünden karşılaştırıldı. HbA1c düzeylerine göre≤%7altıve >%7 üzeri olmak üzere iki gruba kategorize edildi. Buiki grupta da aynı parametreler ve D vitamini değerleri karşılaştırıldı. İstatistiksel sonuçlar SPSS 21.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Katılımcıların demografik bilgileri yüzde ve frekans değerleri tablolar halinde gösterildi. Önemlilik düzeyi olarak p<0.05 alındı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Bulgular: Çalışmaya alınan 330 diyabetik hastanın %51,2’si (n=169) kadın ve %48,8’i (n=161) erkekti. Hastaların yaş ortalamaları 53,79±10,2 yıl idi. Çalışmamıza alınan hastalar VKİ açısından değerlendirildiğinde %13,9’u (n=46) normal, %34,5’i (n=114) fazla kilolu ve %51,5’i (n=170) obez olarak sınıflandırılmıştır. Hastalar D vitamini düzeylerine göre gruplara ayrıldığında, vitamin D seviyesi 20 ng/mL’nin altında 286 hasta (%86.7), 20 ng/mL’nin üzerinde 44 hasta (%13.3) saptandı.Hastalar D vitamini düzeylerine göre karşılaştırıldığında D vitamini değerleri ile hastaların açlık kan şekeri (AKŞ), tokluk kan şekeri (TKŞ) arasında negatif korelasyon (-r=0.357, p<0.001, -r=0.344, p<0.001 sırasıyla) bulundu. D vitamini değerleri ile HbA1c değerleri arasında negatif korelasyon olduğu (-r=0.433, p<0.001) tespit edildi. D vitamini ile trigliserid düzeyi arasında ise negatif yönde korelasyon (-r=0.131, p<0.05) saptandı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Çalışmamızda D vitamini düzeylerine göre istatistiksel değerlendirme yapıldığında; HbA1c>%7 olanların (n=191), HbA1c<7 olanlara (n=95) göre D vitamini düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p<0,001). Bu sonuçlar D vitamini seviyelerinin diyabet hastalarında glisemik kontrolde önemli olduğu kanısını desteklemektedir.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nAim: Diabetes is a serious health problem which has increased rapidly in recent years and causes numerous complications. Vitamin D levels may be a contributing factor to the glycemic control. The aim of the study was to evaluate the relationship between vitamin D levels and glycemic control in diabetic patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nMethods: 330 patients with Diabetes Mellitus type 2, who were admitted to our outpatient clinic between September 2015 and June 2016, were included in the study. Patients were stratified into three groups according to the vitamin D levels; ≤20 ng / mL, between 20-30 ng / mL and ≥30 ng / mL. These groups were compared in terms of patients' socio-demographic characteristics, blood parameters, diabetes-related characteristics, and diabetes treatment. Patients were categorized into two groups according to the HbA1c levels; ≤7% and ≥7%. The same parameters and vitamin D values were compared between two groups. All data were recorded into the SPSS version 21. Participants' demographic datas, percentage and frequency values, were tabulated. A p value of <0.05 was the limit for statistical significance.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nResults: A total of 330 patients (51.2% females, mean age 53,79±10,2 years) with diabetes were interviewed. When evaluated in terms of body mass index, 13.9% (n = 46) were classified as normal, 34.5% (n = 114) were overweight and 51.5% (n = 170) were obese. When patients were divided into groups according to vitamin D levels, 286 (86.7%) patients with a vitamin D level below 20 ng / mL and 44 patients (13.3%) with a level above 20 ng / mL were detected. When patients were compared according to vitamin D levels, there was a negative correlation (-r = 0.357, p <0.001, -r = 0.344, p <0.001, respectively) between vitamin D levels and patients' fasting blood glucose level (FBG) and postprandial glucose level (PBG). There was a negative correlation (-r = 0.433, p <0.001) between vitamin D levels and HbA1c levels. Negative correlation (-r = 0.131, p <0.05) was found between vitamin D and triglyceride levels.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nConclusion: Vitamin D levels were significantly lower in patients with HbA1c> 7% (n = 191) when compared to those with HbA1c <7 (n = 95) (p <0.001). Vitamin D levels may be important in glycemic control of diabetic patients.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya'da Sosy0-Ekonomık Duzey Farklılığı Gösteren İlkokul Çocuklarında Diş Sağlığını Etkıleyen Faktorler
Orhan Demireli, Selma Çivi, Necla Mısıroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Konya'da Sosy0-Ekonomık Duzey Farklılığı Gösteren İlkokul Çocuklarında Diş Sağlığını Etkıleyen Faktorler
Factors EffectIng The Dental Ilealth Of PrImary School ChIldren OrIgInatIng From DIfferent SocIo-EconomIe Levels In Konya
Diş çürükleri en sık rastlanan sağlık sorunlarındandır. Özellikle çocukluk döneminde en sık görülen 10 hastalık arasındadır. Memeli hayvanların dişlerinin dökülüp beslenememeleri ölüm nedenlerinden biridir. insanlarda çürük dişlerin tedavisi mümkündür, Ayrıca protez kullanma şansları olmasına rağmen, hiç bir protezin kişinin kendi dişlerine üstün olmayışı ve getirdiği ekonomik yük nedeni ile diş sığlığınğla koruyucu önlemler daima tedaviden üstün olmuştur. Araştırmamada, Konya*da sosyo-ekonornik düzeyi farklı ola,: iki ilkokulda 8 ile 12 yaşlar arasında toplam 152 çocukta diş sağlığına etki etmesi mümkün olabilen faktörler incelendi ve bu çocukların diş muayeneleri yapıldı. Bu çalışmada yalnız 9 (%5,9) çocukta çürük dişe rastlanmamıştır. Kızlarda erkeklere göre daha az 'sayıda çürük diş tesbit edilmiştir. Diş çürükleri ile anne-babanın eğitim düzeyleri arasında önemli bir ilişki bulunamamıştır (p>0.05). Kabuklu besinlerin dişlerle kırılınastyla clis çürükleri arasındaki ilişkinin önemli olduğu ortaya çıkmıştır (p<0.05). Sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan ilkokulda öğünler arasında iüketilen yiyeceklerin diş çürüklerini artırdığı tesbit edilmiştir (p<0.05). DAM." inele.ksi, iki ilkokuldan sosyo-ekonomik düzeyi düşük alanda 0.15 olarak saptandı. df indeksi, düşük sosyo-ekonomik düzeyli ilkokulda 5.59, diğer il-kokulda ise 5.0 olarak bulunmuştur. Sosyo-ekonoınik düzey farklılığı ile DıtIF ve df indeksleri arasında önemli bir fok bulunamaıntşur (P>0.05). Çürük prevalans hızı, düşük sosyo-ekonomik düzeyli ilkokulda %97.6, yüksek sosyo-ekonomik düzeyli ilkokulda ise %92.7 dir. Diş sağlığının korunması ve devamı için içme sularının florizasyonu, ilkokullarda diş sağlığı ile ilgli eğitim yapılması, kitle iletişim araçları ile halka eğitim verilmesi ve diş sağlığı sorunu belir-diğinde vakit kaybetmeden dis hekimine başvurınanm önemli olduğu belirlendi.
Carious tooth is one of the most prominent health prebletn. It is one of the ten diseases ıneet in the childhood period. Preventing form the disease 'is more casier and more economic ihan treating of them. This siu.dy had been compteted on 152 prirnary school Children of eight-twelve years old, Which were socially and economically different leıel. Various paraıneiers were detected by using khikare tesis. in the school which low socio-econoınical kvel index of DMF was 0.30, index rıJ q- was 5.59 and prevalance of carious tooih was 97.6 %. In the school was high socio-econoınicai level index of DMF was 0.15, index of df was 5.0 and prevalance of carious tooth was 92.7 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Wen Ye Icmeyen Genclerde C Vıtamın! Kaynaoı Olan Besın Alımının Kan Ye Idrar C Vitamint Duzeylerıne Etkısının Incelenmesı
Esra Teberdar, Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Wen Ye Icmeyen Genclerde C Vıtamın! Kaynaoı Olan Besın Alımının Kan Ye Idrar C Vitamint Duzeylerıne Etkısının Incelenmesı
A Study On The E,ffect Of (smoker And Non-Smoker) Young People's NutrItIon Abundant In VI-TamIn C (whom Smoker And Non-Smoker) On Blood And UrIne VItamIn C Levels.
VET Konya Selcuk Universitesi Tip Fakultesi ye Egi-tim Nisan-Mayis 1993 doneminde yaplan bu aravirmada, 18-25 ya§lart arasinda, si-.gara is en 82, sigara ictneyen 163 olmak iizere 245 ogrenciden faydalantlmtpr. Deneklerin sigara icme durumlari ile birlikte, C vitamini kaynagz olan be-sinlerin ahmintn kan ye idrar C vitamini diizeylerine etkisi incelenmgtir. Ara§tirmada, genclerde sigara kullantmtnin kan C vitamini duzeyini dii§iirdiigii saptannuotr. Diyetle yetersiz miktarda C vitamini kaynagi plan besinlerin alinumn, kan C vitamini duzeyindeki der-letici etkisi oldugu tespit edilmitir. C vitamini kay-nagi olan besinlerin ahmtnin artmasi, sigara ken ye icmeyen deneklerin kan C vitamini diizeykrinin art-manna yol agni§tir. Elde edilen hulgular sonucunda, sigara is iminin insan saghgt is in tehlikeli hir sorun oldugu kabul edilmic ve bu sorunun cOzamlenmesi kin acil on-lemlerin alinmast gerektigi ifade edilmiştir.
In the research, which was made in the Medicine and Education faculties of Konya Selguk University between April 1995 and May 1995, 245 students at the age of 18-25 were examined, 82 of whom were smokers, and 163 of whom were non-smokers. In addition to smoking habits, the intake of food con-taining vitamin C and its effect on the blood and urine vitamin C levels were examined. It has been observed that smoking decreased the blood vitamin C level. It has been also observed that intake of poor vitamin C had an important effect on the decrease of the blood vitamin C level. Increase in the uptake of pod rich in vitamin C has cor-relation with the increase in the blood vitamin C level in both smokers and non-smokers. It has been understood that smoking is harmful for the human health and urgent precautions should he taken against it.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solunum Yetmezliği Olmayan Koah Atakda Kısa Süreli Noninvaziv Mekanik Ventilasyonun Etkisi
Kürşat Uzun, Emine Kurt, Turgut Teke, Emin Maden
Araştırma makalesi
Özeti
Solunum Yetmezliği Olmayan Koah Atakda Kısa Süreli Noninvaziv Mekanik Ventilasyonun Etkisi
The Effect Of Short Term NonInvasIve MechanIcal VentIlatIon In Copd ExacerbatIon WIthout RespIratory FaIlure
KOAH atak esnasında artan hava yolu direncine bağlı dinamik hiperinflasyon ve dolayısıyla ekspiryum sonu pozitif basınç (PEEPi) gelişmektedir. Meydana gelen PEEPi ise kas yorgunluğuna ve yetersiz ventilasyona sebep olmaktadır. Şiddetli KOAH’lı hastalarda noninvaziv mekanik ventilasyonun (NIMV) solunum kaslarının dinlenmesine yardımcı olabileceği ve hastanın kendisini daha iyi hissetmesini sağlayabileceği düşünülmüştür. Biz çalışmamızda atakla gelen ancak solunum yetmezliği olmayan KOAH’lılarda NIMV’un standart medikal tedaviye ek olarak faydası olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Çalışmaya KOAH atakla gelen 45 hasta dahil edildi. Hastalar randomize olarak üç gruba ayrıldı. Birinci gruba medikal tedavi, 2. gruba medikal tedaviye ek olarak ilk gün 2 saat BiPAP tedavisi ve 3. gruba da medikal tedaviye ek olarak hergün 2 saat BiPAP tedavisi verildi. Hastaların yatış, çıkış ve 1 ay sonraki kontrollerinde olmak üzere toplam 3 kez dispne skorları hesaplandı. Yatış ve 1 ay sonraki kontrollerinde St George solunum anketi uygulandı. Bütün hastalara taburcu olurken MIP, MEP ölçümü yapıldı ve 6 dakika yürüme testi uygulandı. Her üç grupta dispne skorlarında çıkışta anlamlı azalma varken 1 ay sonraki kontrolde ölçülen azalma çıkış skoruna göre anlamlılık göstermedi. Ayrıca yatış süresi boyunca birinci ve ikinci grupda St George solunum anketinde anlamlı düzelme varken 3. grupda anlamlı değişiklik tesbit edilmedi. Her üç gruptaki tedavi arteryel kan gazlarında (AKG) anlamlı değişikliğe neden olmadı. Atakla gelen KOAH’lı hastalarda NIMV’un hastanede yatış süresi, AKG ve fonksiyonel durum üzerine standart tedaviye ek olarak anlamlı etkisinin olmadığı ve böylece de atak tedavisinde yeri olmadığı kanaatine vardık.
Positive end expirium pressure(PEEPi) develops due to dynamic hyperinflation caused by increased airway resistance during the COPD exacerbations. This PEEPi causes muscle weakness and ventilation deficiency. It is thought that noninvasive mechanical ventilation(NIMV) helps the muscle to relax and provide a better feeling in severe COPD patients. In this study we aimed to evaluate whether NIMV has additional benefit to medical therapy in patients with nonasidotic COPD exacerbations. Forty five patients presented with COPD exacerbation were divided into three groups randomly. First group received medical therapy, second group received 2 hours of BiPAP in addition to medical therapy in the first day and third group received BiPAP for two hours in addition to medical therapy every day. The dyspnea scores and StGoerge respiratory questionnaire was applied. All patients underwent MIP, MEP measurement and 6 minutes walking test before discharge. While there was significant decrease in dyspnea scores obtained during discharge compared to admission scores in all three groups, no significant difference was found between discharge and 1st month control scores. Also, while significant improvement was present in StGoerge Questionnaire of first and second groups during hospitalization, no difference was present in the third group. The treatment options caused no significant improvement in the arterial blood gas(ABG) parameters in all three groups. We found that NIMV had no additional effect on hospitalization period, ABG and functional status of the cases admitted with COPD exacerbation, so NIMV had no place in exacerbation treatment of these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
Veli Avci, Mehmet Melek, Salim Bilici, Perihan Tunçdemir, Deniz Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
A Rarecause Of IntestInal ObstructIonIn Infancy: PrImary IntestInal
tuberculosIs
Tüberküloz, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler başta olmak
üzere halen tüm dünyada önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu
çalışmada primer bağırsak tüberkülozu tanısı alan 14 aylık kız olgu
rapor edildi. İki aydan beri devam eden emmeme, ateş, karın şişliği,
kusma ve zayıflama yakınmaları ile kliniğimize başvuran hastaya
akut batın tablosu nedeni ile acil cerrahi uygulandı. Cerrahi girişim
sırasında makroskopik olarak tüm bağırsaklarda peynir görünümünde
lezyonlar dikkati çekti.Histopatolojik değerlendirmede bağırsak
tüberkülozu saptandı. Erken dönemde teşhisi konulamadığı için
tüberküloz tedavisini alamayan hasta kaybedildi. Çalışmada hastanın
klinik bulguları, teşhis ve tedavisi ile ilgili ayrıntılar rapor edilerek bu
ender duruma dikkat çekilmesi hedeflendi.
Tuberculosis is still an important public health problem in the
World, especially, in undeveloped and developing countries. In this
study, the primary diagnosis of intestinal tuberculosis was reported
from a 14 months old female patient. The patient applied to our
clinic with complaints of refusing breastfeeding, fever, abdominal
distention, vomiting and loss of weight, then, the patient was taken
to emergency operation due to the acute abdomen. In the operation,
cheese-shaped lesions on whole intestines were macroscopically
observed. Its histopathological examination revealed intestinal
tuberculosis. Tuberculosis treatment for patient who were not
diagnosed in the early stage was lost. In this study, details related
with clinical findings, diagnosis and curation were reported with the
aim of making an awareness on this rare case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusellozda Akciğer Tutulumu
Erdal Peker, Murat Doğan, Sinan Akbayram, Selçuk Bektaş, A. Faik Öner
Olgu sunumu
Özeti
Brusellozda Akciğer Tutulumu
Pulmonary Involvement In BrucellosIs
Bruselloz, gram-negatif bakteri ailesinden Brusella türü bakterilerle oluşan zoonotik bir hastalıktır. Bruselloz, dünya genelinde özellikle gelişmekte olan ülkelerde bir halk sağlığı sorunu olarak görülmeye devam etmektedir. Bakteri başta retiküloendotelyal sistem olmak üzere eklem, kalp, böbrek gibi pek çok sistemi tutabilir. Solunum sistemini tuttuğu bilinmesine rağmen akciğer tutulumu nadirdir. Akciğer tutulumu olan hastalarda klinik bulguların ve komplikasyonların nonspesifik olması tanı koymayı zorlaştırmaktadır. Bu olgu sunumunda, ateş yüksekliği, öksürük, balgam çıkarma, hemoptizi, halsizlik, istahsızlık, dizlerde ağrı şikâyetiyle başvuran 6 yaşındaki erkek hasta pnömoni ve plevral efüzyon tanılarıyla yatırıldı. Yapılan tetkiklerinde hepatosplenomegali ve bisitopeni saptanan olgunun alınan kan ve plevral efüzyon mayisinden RoseBengal testi (+++) ve Wright agglütinasyon testi 1/1280 (+) saptandı. Olgu brusellaya bağlı pnömoni ve plevral effüzyon olarak kabul edildi. Olgu nadir görülmesi ve ülkemiz gibi brusellanın endemik olduğu ülkelerde brusellaya bağlı komplikasyonların geniş bir yelpazede olduğunu vurgulamak üzere sunuldu.
Brucellosis is a zoonotic disease caused by bacteria of the Brucella subspecies from the gram-negative bacteria family. Brucellosis continues to be a public health problem worldwide, especially in developing countries. The bacteria can involve the reticuloendothelial system foremost, and many systems such as joints, the heart and the kidneys. Despite the respiratory system involvement being known, lung involvement is rare. Non-specific findings and complications in the patients with lung involvement makes the diagnosis difficult. In this case report, a 6-year-old male patient, presenting with the complaints of fever, cough, expectoration, hemoptysis, exhaustion, anorexia and knee ache, was hospitalized with the diagnosis of pneumonia and pleural effusion. On the performed examinations, hepatosplenomegaly and bicytopenia were detected. The Rose-Bengal test was (+++) and the Wright agglutination test was 1/1280 (+) in the blood and pleural effusion fluids of the case. The case was considered to be a pneumonia and pleural effusion due to brucella. The case has been presented since it is rarely seen, and in order to emphasize that in countries such as ours, in which brucella is endemic, complications due to brucella show a wide spectrum.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
İsa Yılmaz, Osman Güvenç, Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Derya Arslan, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
ClInIcal CharacterIstIcs And EchocardIographIc FIndIngs Of PatIents
dIagnosed WIth Acute RheumatIc Fever
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu farenjit veya
tonsillitin non-süpüratif geç komplikasyonu sonucunda oluşan akut
romatizmal ateş, gelişmiş ülkelerde az sıklıkta görülmesine karşın
gelişmekte olan ülkelerde hala önemini koruyan edinsel bir kalp
hastalığıdır. Bu çalışmadaki amaç, merkezimizde akut romatizmal
ateş tanısı almış hastaların değerlendirilmesi ve ülkemizde önemli
bir sağlık sorunu olan bu nedenin son literatür bilgileri eşliğinde
tartışılmasıdır. Ocak 2010-Mayıs 2014 yılları arasında Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesine müracaat eden ve akut romatizmal
ateş tanısı konulmuş olan hastaların dosyaları geriyedönük olarak
incelendi ve demografik verileri, klinik ve ekokardiyografik özellikleri,
uygulanan tedaviye verilen yanıtları tespit edildi. Akut romatizmal
ateş tanısı konulan, tanı anındaki yaş ortalaması 11.6 yıl (5-17 yıl)
olan 26 (%40) kız, 39 (%60) erkek olmak üzere toplam 65 hastadan,
16 (%24.6) hastaya kardit, 11 (%16.9) hastaya artrit, 5 (%7.7) hastaya
kardit + artrit, 33 (%50.8) hastaya sessiz kardit tanısı konuldu.
Hastalar en sık % 59 oranında artrit ve artralji belirtileri başvurdu.
Fizik muayenede 25 (%38.4) hastada patolojik, 21 (%32.3) hastada
masum üfürüm duyuldu, 19 (% 29.2) hastada üfürüm duyulmadı.
Ekokardiyografik değerlendirmede mitral yetmezlik 14 (%21.5)
hastada, aort yetmezliği 10 (%15.4) hastada, birlikte mitral ve aort
kapak tutulumu 22 (% 33.9) hastada tespit edildi. Akut romatizmal
ateş ülkemizde hala insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Artriti olan veya artralji şikayetleriyle başvurup akut faz belirteçleri
normalden yüksek olan hastalarda fizik muayenede patolojik üfürüm
duyulmasa bile ekokardiyografik inceleme yapılması gerektiği
vurgulandı.
Acute rheumatic fever (ARF) is an acquired cardiac disease,
that may develop as a non-supurative, late-onset complication of an
infection with group A β-hemolytic Streptococcus, such as pharyngitis
or tonsillitis, continues to maintain its importance in developing
countries, despite it is relatively rare in developed countries. The
aim of this study was to review patients, diagnosed with acute
rheumatic fever at our center, and to discuss this disease, which is
a major health problem in our country, in the light of recent literature
data. Files of patients, who referred to Selçuk University Medical
Faculty Hospital, and diagnosed with ARF between January 2010
and February 2014, were assessed, retrospectively, and patient
demographic data, clinical and echocardiographic (ECHO) features,
treatment responses were identified. A total of 65 patients, including
26 (40%) girls and 39 (60%) boys, diagnosed with ARF, with an
average age of 11,6 years (5-17 years) at the time of diagnosis, 16
(24.6%), 11 (16.9%), 5 (7.7%) and 33 (50.8%) of 65 patients has also
been diagnosed with carditis, arthritis, carditis and (+) arthritis, and
silent carditis, respectively. The most frequently referred symptoms
are arthritis and arthralgia, with a 59% rate. Although pathological
murmurs and innocent murmurs were identified during physical
examination in 25 (38.4%) and 21 (32.3%) patients, respectively; 19
(29.2%) patients had no evidence of heart murmur. The most common
findings in echocardiographic assessment are mitral insufficiency
(MI), aortic insufficiency (AI), and mitral and aortic valve involvement
in 14 (21.5%), 10 (15.4%) and 22 (33.9%) patients, respectively.
Acute rheumatic fever continues to be a health-threatining condition
in our country. Even if there are no pathological murmur in patients
referred with arthritis or arthralgia, with an increased level of acute
phase reactants; echocardiographic assessment should be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sydenham Kore
Haluk Gümüş, Meltem Gümüş
Derleme
Özeti
Sydenham Kore
Sydenham Chorea
Sydenham koresi (SK) antistreptokokal antikorların beyinde
özellikle bazal ganglionlarda çapraz reaksiyon yapması ve
inflamasyon oluşturması sonucu ortaya çıkan nörolojik bir hareket
bozukluğu tablosudur. SK, 1992 modifiye Jones kriterlerine göre akut
romatizmal ateşin major kriterlerinden olup tanı için yeterlidir. En
sık 5-15 yaşları arasında görülür. ARA atağından yaklaşık olarak
6 ay sonra ortaya çıkmaktadır. Genellikle 4-6 hafta sürer, yıllar
boyu kalıcı olabilmektedir. Diğer ARA bulgularından en sık kardite
eşlik eder. Sydenham koresi anksiyete, duygu-durum bozuklukları,
obsesif kompulsif belirtiler, dikkat eksikliği ve hiperaktivite belirtileri
veya tiklerle seyredebilen bir nöropsikiyatrik durumdur. Spontan
düzelmekle birlikte şiddetli vakalar için günümüzde pekçok tedavi
yöntemi mevcuttur. Rekürens bildirilmektedir. Rekürrens ve karditi
engellemek için penisilin proflaksisi önerilmektedir. SK, gelişmekte
olan ülkelerde akkiz korenin en sık nedeni olarak kabul edilmektedir.
Asırlardır tanınan bir hastalık olmasına rağmen dönem dönem
alavlenmekte ve önemini korumaktadır. SK ve ARA son yıllarda
azalmakla birlikte ülkemizde hala önemli düzeyde morbidite sebebi
olan bir halk sağlığı sorunudur.
Sydenham’s Chorea (SC) is a neurological movement disorder
that results from antistreptocpccal antibodies cross-reacting with
brain tissues, especially basal ganglia and causing to an inflamatory
reaction. According to the 1992 modified Jones criteria, acute
rheumatic fever is a major criterion and is sufficient evidence on
which to base a diagnosis. SC is frequently seen in the 5-15 years
of age. It appears approximately 6 months later from the attack of
ARF. SC usually continues 4-6 weeks, it may be permanent. Carditis
accompanies SC much more frequently than the other signs of ARF.
SC is a neuropsychiatric disorder that may present with anxiety,
emotional lability, obsessive compulsive symptoms, attention deficit
and hyperactivity symptoms or tics. Most of the cases improve
spontanously and many treatment are available. Recurence is
common. Penisilin prophylaxis should continued to avoid carditis
and recurrence. SC is considered to be the most common cause of
acquired chorea in devoloping countries. Even though it has been
recognized for centuries, it has kept up its importance by periodic
exacerbations. SC and ARF are still declining in recent years in our
country, together with which is a significant cause of morbidity as a
public health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
Ayşe Gülhan Kanat Ünlüer, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
The FIndIngs Of 539 AnemIc PatIents Who HospItalIzed
between 1996-2003
Bu çalışmada 1996-2003 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Servisinde
yatan ve anemisi olan 539 hastanın klinik ve laboratuar bulguları
değerlendirilmiştir. Çalışmamızda demir eksikliği anemisi 280 hasta
ile en sık görülen anemi sebebi olup kadınlarda 3 kat fazlaydı.
Menapoz öncesi dönemdeki kadınlarda en sık anemi oluşturan sebep
menometrorajiydi (%48). Menapoz sonrası dönemdeki kadınlarda
ve erkeklerde ise en önemli sebep gastrointestinal sistemden
kanamalardı. Hastalarımızda özofagogastroduodenoskopi ile kanama
oluşturabilecek lezyon görülme sıklığı kolonoskopinin 2,7 katı idi. B12
vitamini eksikliğine bağlı görülen megaloblastik anemiler 115 hasta ile
ikinci sıklıkta anemi sebebiydi. Otuziki hastada demir ve B12 eksikliği
birlikteydi. Hastalarımızın 21‘inde folik asit eksikliğine bağlı anemi
görülmüştü Çalışmamızda 28 hastada hemolitik,26 hastada aplastik
anemi mevcuttu. Kronik hastalık anemisi 27 hastada görülmüştü. Dört
hastamızda refrakter anemili miyelodisplastik sendrom, 6 hastamızda
da kronik böbrek yetersizliğine bağlı anemiydi. Araştırmamız yatan
hastalarla ilgilidir. Anemi bütün sistemleri etkileyen, pek çok
hastalığın kötüye gitmesine yol açan bir bulgudur. Bu sebepten
önemli bir sağlık sorunudur.
In this study, the clinical and laboratory findings of 539 anemic
patients who were hospitalized between 1996 and 2003 in Hematology
inpatient clinics of Internal Medicine Department in Selçuk University
Meram Medical Faculty, were evaluated. In our study the most
common anemia was Fe deficiency anemia, there were 280 patients,
it was seen three-fold more in women. In premenapausal period,
menomethrorhagea was the most common cause (48%) in women.
Among postmenapausal women and men, the most gastrointestinal
hemorrhageas. In our patients, the rate of lesions which might bleed
observed in colonoscopy. The second common cause of anemias
was vit B12 deficiency causing megaloblastic anemias. In our study,
cobalamine deficiency was detected in 115 patients.Thirty two
patients had both Fe and vit B12 deficiencies. Twenty one patients
had folic acid deficiency anemia. In our study, 28 patients had
hemolytic. Twentysix patients had aplastic anemia. Twenty seven
patients had chronic disease anemias. Four female patients had
myelodysplastic syndrome with refractory anemia and 6 patients had
anemia due to chronic kidney failure. Our study was carried out in
inpatient clinics. Anemia, affecting all systems, makes many diseases
worse. That’s why, it’s an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Turgut Teke, Mustafa Dinç, Emin Maden, Hatice Toy, Orhan Özbek, Sami Ceran, Mustafa Serdengeçti, Kürşat Uzun
Olgu sunumu
Özeti
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Tuberculous LymphadenItIs WhIch MImIcked MedIastInal Tumor And Elevated Fdg Uptake At Pet-bt
Tüberküloz tüm dünyada ve ülkemizde çok ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak önemini korumaktadır. Ekstrapulmoner yerleşimli tüberküloz vakaları ayırıcı tanıda karşılaşılan zorluklar nedeni ile önemli bir klinik sorun oluşturmaktadır. Kontrastlı toraks BT’de mediastende patolojik boyutlarda lenfadenomegaliler bulunan, PETBT’sinde lenfadenomegalilerinde yüksek FDG tutulumunun görülmesi nedeniyle yapılan mediastinoskopik biyopside tüberküloz lenfadenit olduğu saptanan vakayı tartışmayı amaçladık. 80 yaşında bayan hasta PA akciğer grafisinde sağ paratrakeal bölgede genişleme tespit edilmesi üzerine yatırıldı. Toraks BT ve MR görüntülemeleri bu genişlemenin mediastinal tümörle uyumlu olduğunu destekliyordu. PET-BT incelemesinde kitlenin malignite lehine artmış FDG tutulumu gösterdiği izlendi. Ancak mediastinoskopik biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit olarak rapor edildi ve tüberküloz tedavi başlandı. Erişkin hastalarda bile görüntüleme yöntemleriyle dahi malign olduğu düşünülen mediastinal kitlelere sebep olan patolojiler arasında tüberküloz lenfadenitin de olabileceği akılda tutulmalı ve tüberküloz lenfadenitin PET-BT incelemesinde artmış FDG tutulumu gösterebileceği unutulmamalıdır.
Tuberculosis remains to be a serious public health problem in our country and all over the world. Extrapulmonary tuberculosis causes major clinical problems because of difficulties encountered in the differential diagnosis. In this case report, we aimed to discuss a case of tuberculous lymphadenitis mimicking mediastinal tumor in chest CT and PET-CT examination. Eighty years old female patient with right paratracheal enlargement in the chest radiography was admitted to our hospital. Thorax CT and MR imaging was supporting this expansion as concordant with the mediastinal tumor. The PETCT showed increased FDG uptake in favor of malignant masses. However, mediastinoscopic biopsy was reported as tuberculous lymphadenitis and antituberculous therapy was started. It should be kept in mind that even in adults patients, tuberculous lymphadenitis should be thought in differential diagnosis of mediastinal masses suspecting malignancy with imaging techniques and also it should not be forgotten that tuberculous lymphadenitis may be presented with elevated FDG uptake at PET-BT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Göğüs Ağrısı İle
başvuran Hastaların Tanısal Dağılımı
İbrahim Koç, Yusuf Doğan, Serdar Doğan, Selçuk Köker, Ayşen Dökme, Abdülaziz Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Göğüs Ağrısı İle
başvuran Hastaların Tanısal Dağılımı
ClInIcal Follow Up Of PatIents AdmIttIng To
pulmonary ClInIc WIth Chest PaIn
Acil servis başvurularında göğüs ağrısı en sık başvuru sebebi
olup nedenlerine bakıldığında kardiyak ve non-kardiyak olarak iki
bölümde incelenmektedir. Kardiyak kökenli ağrılar iyi bilinse de nonkardiyak
göğüs ağrılarının (NKGA) patofizyolojisi kompleks olup tam
anlaşılamamıştır. Bu çalışmada amacımız göğüs hastalıkları kliniğine
göğüs ağrısı ile başvuran hastaların özelliklerini ve aldıkları tanıları
değerlendirmektir. Çalışmamızda göğüs hastalıkları kliniğine göğüs
ağrısı şikayeti ile başvuran 97’si erkek 103’ü kadın toplamda 200
hasta prospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastaların demografik ve
klinik özellikleri, özgeçmişleri ve soy geçmişleri not edildi. Endikasyon
dahilinde ilgili branşlara konsültasyonlarının ardından aldıkları
tanılar kaydedildi. Çalışma sonuçlarına bakıldığında kas iskelet
sistemi ile ilişkili olan göğüs ağrıları ilk sırada, gastroözefageal reflü
(GÖR) ikinci sırada, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH),
astım ve akut bronşit ile ilişkili olan göğüs ağrıları ise üçüncü en sık
başvuru sebebi olmuştur. Göğüs hastalıkları kliniklerine göğüs ağrısı
ile başvuran hastaların çoğunluğunu kas iskelet sistemi ilişkili ağrılar
oluşturmakta ancak KOAH, astım ve akut bronşitte de özellikle henüz
tanı konmamış olan hastalar nefes darlığı ve göğüste sıkışma hissini
bazen göğüs ağrısı olarak tanımlayabilmektedir.
Chest pain is the most common reason of emergency service
visits and is analysed in two subdivisions as cardiac and non-cardiac.
Pain of cardiac origin is well understood but pathophysiology of
non-cardiac chest pain is complex and poorly understood. In this
study, we aimed to assess the characteristics of patients and final
diagnoses of patienets admitted to pulmonary clinic with chest pain.
In our study, we prospectively analyzed 97 male and 103 female in a
total 200 patients who admitted to pulmonary clinic with chest pain.
Demographic, clinic characteristics, medical and family histories
were noted. After their consultation with the relevant clinic within
indications their final diagnosis were recorded. According to the
results, pain with musculoskeletal origin was the most common,
gastrooesophageal reflux the second, chronic obstructive pulmonary
disease, asthma and acute bronchitis related chest pain was
the third most common reason. In conclusion majority of patients
admitted to pulmonary clinics with chest pain mostly are related to
musculoskeletal reasons. On the other hand, patients with chronic
obstructive pulmonary disease, asthma and acute bronchitis patients
especially who are not diagnosed yet may define shortnes of breath
and chest tightness as chest pain.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
Esma Kepenek, Bahar Kandemir, İbrahim Erayman, Sümeyye Yüce, Rukiyye Bulut
Araştırma makalesi
Özeti
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of BrucellosIs PatIents Followed-Up In A TertIary HospItal
Giriş ve Amaç
Brusellozis Türkiye’de endemik olarak görülen aynı zamanda halk sağlığı problemi olan zoonotik bir infeksiyondur. Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen brusellozis olgularının demografik/epidemiyolojik, klinik, laboratuvar özelliklerinin, komplikasyon ve tedavilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem
Bu çalışmada kliniğimizde 1 Ocak 2010-31 Aralık 2018 tarihleri arasında takip edilen olguların özellikleri retrospektif olarak incelendi. Tanımlayıcı veriler sayı ve yüzde (%) olarak belirtildi. Kategorik değişkenler ki-kare testi, sayısal değişkenler Student-T testi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular
Toplam 365 brusellozisli hastanın 159 (%43.56)’u kadın, 206 (%56.44)’sı erkekti. Hastaların yaş ortalaması 45.9±14.51 (18-82) idi. En sık başvuru zamanı 137 (%37.5) ile yaz mevsimiydi. Hastalığın en sık 252 (%69) bulaş yolu hayvancılıkla uğraşma öyküsü olarak bulundu. Olguların 168 (%46)’i akut, 96 (%26.3)’sı subakut, 101 (%27.7)’i kronik brusellozis idi. Hastaların en sık şikayeti 302 (%82.7) halsizlik olup akut bruselloziste daha yüksekti (0.0015). Elli üç (%33.3) erkek, 114 (%55.3) kadında anemi olup kadınlarda anemi daha yüksek (p₌0.0283) bulundu. Hastalarda %7.9 lökopeni, %16.2 lökositoz, %9.6 trombositopeni, %4.1 nötropeni, %9 nötrofili, %12 lenfomonositoz saptandı. Wright agglütinasyon testi 26 (%7.1), Brusella immuncapture aglütinasyon testi 361 hastada bakılmış olup hepsinde pozitif saptandı. Hastaların 172 (%47.1)’sinde komplikasyon gelişip en sık 58 (%15.9) spondilodiskit saptandı. Olguların 61(%31.8)’inde relaps gelişti.
Sonuç
Brusellozisin ülkemizde endemik olması ve bölgemizde hayvancılığın yaygın olarak yapılması nedeniyle halsizlik, eklem ağrısı ve ateş gibi şikayetler ile başvuran hastalarda brusellozis ön tanılar arasında yer almalıdır. Ayrıca hastalar nüks açısından takip edilmelidir.
Introduction and Objective
Brucellosis is a zoonotic infection seen as an endemic in Turkey and is a public health problem at the same time. The objective of this study was to evaluate demographic/epidemiologic, clinic, laboratory features, complications and treatments in brucellosis patients followed-up in our clinic.
Material & Methods
In this study, features of patients followed-up between 01/01/2010 and 31/12/2018 in our clinic were retrospectively evaluated. Descriptive data were expressed as number and percentage. Categorical variables were analyzed with Chi-square test and numerical variables with Student’s t test.
Results
Of the total of 365 brucellosis patients, 159 (43.56%) were female and 206 (56.44%) were male. The mean age of the patients was 45.9±14.51 (18-82) years. The most common time of presentation was summer season with 137 (37.5%) patients. The most common transmission route of the disease was a history of animal husbandry with 252 (69%) patients. Of all cases 168 (46%) were acute, 96 (26.3%) were subacute, and 101 (27.7%) were chronic brucellosis. The most common complaint of the patients was fatigue in 302 (82.7%) patients with being higher in acute brucellosis (p=0.0015). Anemia was found in 53 (33.3%) male and 114 (55.3%) female patients with being significantly higher in female patients (p=0.0283). Leukopenia was found in 7.9%, leukocytosis in 16.2%, thrombocytopenia in 9.6%, neutropenia in 4.1%, neutrophilia in 9% and lymphomonocytosis in 12% of the patients. Wright agglutination test was performed in 26 (7.1%) and brucella immunocapture agglutination test in 361 (98.9%) patients and all results were positive. Of all patients, 172 (47.1%) developed complications with spondylodiscitis being the most commonly found in 58 (15.9%) patients. Sixty-one (31.8%) of patients developed relapse.
Conclusion: Since brucellosis is endemic in our country, it should be considered in presumed diagnosis of patients presenting with complaints such as fatigue, articular pain and fever.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Günümüzde Rektum Kanserinde Radyoterapinin Yeri
Güler Yavaş, Çağdaş Yavaş
Derleme
Özeti
Günümüzde Rektum Kanserinde Radyoterapinin Yeri
Current Status Of RadIotherapy For Rectal Cancer
Kolorektal kanser günümüzde önemli bir sağlık problemi olmaya devam etmektedir. Cerrahi alandaki gelişmelere paralel olarak uygulanan adjuvan ve neoadjuvan tedavilerdeki ilerlemeler sayesinde lokal kontrol ve genel sağkalımda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu derlemenin temel amacı rektum kanseri tedavisinde günümüzde kaydedilen ilerlemeleri literatür bilgileri doğrultusunda tartışmaktır. Rektum kanserinde cerrahi vazgeçilmez bir tedavi seçeneğidir. Cerrahiye adjuvan (postoperatif) veya neoadjuvan (preoperatif) uygulanan (kemo) radyoterapi ile tedavi başarısı artmaktadır. Yapılan çalışmalar doğrultusunda preoperatif (kemo) radyoterapi lokal kontrol ve sfinkter korunması açısından daha üstündür. Ancak preoperatif kısa dönem radyoterapi ile uzun dönem kemoradyoterapinin etkinlik açısından farklılığını gösteren prospektif randomize bir çalışma yoktur. Günümüzde rektum kanserinde preoperatif (kemo) radyoterapinin genel sağkalım ve lokal kontrol açısından postoperatif tedaviye göre üstünlüğü ispatlanmıştır. Ancak preoperatif kısa dönem radyoterapi ile uzun dönem kemoradyoterapinin etkinliğini karşılaştıran yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
Colorectal cancer remains a significant health problem today. In parallel to the developments in the field of surgery, improvements in adjuvant and neoadjuvant treatment modalities lead to increase in both local control and overall survival times. The main purpose of this review is to discuss the current treatment options of rectal cancer with literature data. Surgery is an essential treatment option for rectal cancer. Treatment success for rectal cancer has been increasing by the help of neoadjuvant (preoperative) or adjuvant (postoperative) modalities. According to the recent studies, preoperative (chemo) radiation therapy is superior to postoperative treatment in terms of local control and sphincter preservation. However, there is not enough data regarding to the difference between the efficacy of shortterm preoperative radiotherapy and long-term chemoradiotherapy. Today, for the treatment of rectum cancer, preoperative (chemo) radiotherapy is superior to postoperative (chemo) radiotherapy in terms of overall survival and local control. However, new prospective randomized trials should be designed to compare the short term and long term preoperative (chemo) radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
Turgut Teke, Emin Maden, Aysel Kıyıcı, Durdu Mehmet Yavşan, Hüseyin Çiçek, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperkapnik Solunum Yetmezliği Gelişen Koah’lı Hastalarda Non-İnvaziv Ventilasyonun Plazma Brain Natriüretik Peptid (bnp) Ve Troponin Üzerine Etkisi
The Effect Of NonInvasIve VentIlatIon On Plasma BraIn NatrIuretIc PeptIde (bnp) And TroponIn In Copd PatIents WIth HypercapneIc RespIratory FaIlure
Kronik obstrüktif akciğer hastalığında (KOAH) yüksek BNP değerleri ile mortalite arasında ilişki olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada non-invaziv ventilasyonun (NIV) pro-BNP ve troponine etkisi araştırılmıştır. Bu çalışmaya KOAH’lı 58 hasta alınmıştır. Hastalar NIV uygulananlar (n:41) ve uygulanmayanlar (n:17) olarak iki gruba ayrıldı. Kontrol grubunda ve NIV uygulananlarda tedavi öncesi ve sonrası pro-BNP ve troponin değerleri ölçüldü. Başlangıçta NIV grubunda hem pro-BNP (2013.95 pg/ml) hem de troponin (0.17 ng/ml) seviyeleri kontrol grubundan (sırasıyla 328.9 pg/ml, 0.02 ng/ml) anlamlı olarak belirgin yüksekti (p0.05). Solunum yetmezliği gelişen şiddetli KOAH akut alevlenmelerinde pro-BNP ve troponin seviyeleri belirgin artmaktadır. Bu artış KOAH alevlenmelerinde alevlenmenin şiddetine bağlı olarak sağ ventrikül yüklenmesinin ve pulmoner hipertansiyonun daha fazla olabileceğini ve buna miyokard hasarının da eklenebileceğini düşündürmektedir. NIV tedavisi hiperkapnik solunum yetmezliğinin geliştiği KOAH akut alevlenmelerinde artmış pro-BNP seviyelerini miyokard hasarını arttırmadan güvenli bir şekilde düşürmektedir.
It was reported that there is relationship between high brain natriuretic peptide (BNP) levels and mortality in chronic obstructive pulmonary disease (COPD). In this study, we investigated effect of NIV to the BNP and troponin. Fifty eight cases with COPD were enrolled to this study. The patients were divided into two groups as cases receiving NIV (n:41) and cases not receiving NIV (n:17). In both groups pretreatment and posttreatment pro BNP and troponin levels were measured. Initially, in NIV group both pro-BNP (2013.95 pg/ml) and troponin (0.17 ng/ml) levels were significantly higher than those of control group (328.9 pg/ml and 0.02 ng/ml, respectively) (p0.05). In conclusion, in severe COPD acute exacerbations that develop respiratory failure, both pro-BNP and troponin levels increase significantly. This increase suggests that in COPD exacerbations, depending on severity of exacerbation right ventricle load and pulmonary hypertension may be more prominent and myocardial injury may accompany this. In COPD exacerbations, NIV treatment could safely decrease the increased pro-BNP levels without increasing the myocardial injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İli Sağlık Ocakları Bölgelerınde Ve Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Hastane Personelinde Guatr Taraması
Selma Çivi, Mustafa Mete, Tahir Kemal Şahin, Ersin Eröktem, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İli Sağlık Ocakları Bölgelerınde Ve Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Hastane Personelinde Guatr Taraması
ThyroId ScreenIng In Health Centers In Konya And In HospItal Staff Of Selçuk UnIversIty MedIcal Faculty
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi hastane per-soneli, Konya ili merkez sağlık ocakları ve Çumra ilçesi Apa köyünde, 15 yaş üzeri kadın ve erkeklerde boyun paipasyonu ve anket yöntemi ile yapılan bu çalışmada, tiroid hiperplazisi sıklığı rf013.6 olarak bulundu. Kadınların %18,2'sinde, erkeklerin %6.96'sında tiroid hiperplazisi vardı. Konya içme ve kullanma sularında ortalama 12.5 6.25 mcg1L iyot bulunmasına rağmen, bölgemizcle guatr bir sorun olarak görülmektedir. Korunmada iyotlu tuz kullanılmasını önermekteyiz.
Selçuk University Medical Faculty staff and people of some health eenters in Konya (Mevlana, 1 Hasanköy. Aydınlıkevler, Binkonut, Karaaslan and Apa village) were examined by palpation of thyroid gland and a specific questionnaire form. 1190 female and ınale people, who were older than 15 years and were selected by lzaphazard method, were entered the study. Thyroid hyperplasia occurance was found ta be 13.6% in Imal. 18.2% of women and 6.96% of men had thyroid hyperplasia. Although the iodine concentration of drinkingutilizing waters in Konya was 12.5 ± 6.25 mcgIL, thyroid hyperplasia is slill a health problem today. We suggest the iodine salt in prophylaxis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
Said Bodur, Yasemin Durduran, Hasan Küçükkendirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
The Assesment Of Level Of Health Related Knowledge Of Teachers Of Health EducatIon
Bu çalışmada, ortaöğretim kurumlarında sağlık bilgisi dersine giren ve girmeyen öğretmenlerin sağlıkla ilgili temel konulardaki bilgi düzeyinin karşılaştırılması amaçlandı. Bu kesitsel çalışma, 2011 yılında Konya il merkezindeki tüm ortaöğretim okullarında yapıldı. Örneklem, sağlık bilgisi dersine giren ya da sağlıkla ilgili kulüplerde rehberlik yapan tüm öğretmenler ile en az aynı sayıda diğer derslere giren öğretmenlerden oluşturuldu. Veriler anketör gözetiminde kendi kendine doldurulan bir anket yardımıyla toplandı. Anketin ilk bölümü demografik bilgilerle ilgili olup ikinci bölüm sağlığı koruma, geliştirme, aşılar, bulaşma, beslenme, sağlıklı davranış biçimleri, ergen sağlığı, sık karşılaşılan sağlık problemlerinde ilk yaklaşım, gibi konulardaki bilgileri değerlendiren 35 sorudan oluşturuldu. Genel sağlık bilgi düzeyi, her konu için “bilen 2”, “kısmen bilen 1” ve “bilmeyen/boş 0” olacak şekildeki kodlanıp yüzlük puana dönüştürülerek değerlendirildi. Veri analizinde t testi ve varyans analizi kullanıldı. Çalışmaya katılan 314 öğretmenin yaş ortalaması 39±8 yıl olup % 55’i erkek, % 45’i kadın ve % 90’ı evli idi. Katılımcıların % 39’u sağlık bilgi dersine giren ya da sağlıkla ilgili bir kulüpte rehber öğretmenlik yapan, % 61’i ise diğer derslere giren öğretmenlerdi. Ortalama puan; sağlık bilgisi dersine giren grupta (56±16) diğer öğretmenlere (43±14) göre daha yüksekti (P
This study was aimed to compare the knowledge levels of health education teachers with others in basic health subjects. This crosssectional study was performed in all high schools in Konya city center in 2011. The sample consisted of teachers who taught health education or counseled in health related clubs and same number of teachers of other lessons. Data were obtained by a questionnaire filled by teachers themselves under the supervision of interviewer. First part of the questionnaire was about demographic information while the second consisted of 35 questions evaluating the knowledge about protection, improvement, vaccines, contagion, diet, healthy behavior, adolescent health, first approach to frequently encountered health problems, etc. Overall level of health knowledge was assessed by summing the points for each subject, 2 for known, 1 for partially known and 0 for unknown/blank, and converting them to percentage. T test and variation analysis were used for data analysis. The mean age of 314 teachers participated in the study was 39±8, 55% of them were males, 45% were females and 90% were married. 39% of the participants consisted of health education teachers and guide teachers of health related clubs, 61% were the teachers of other lessons. The average score was higher in health education group (56±16) than the other teachers (43±14). The knowledge score was also higher in female teachers and graduates of health related faculties (biology, physical education, child development). Teaching health education or counseling in a health related club increases the general knowledge level of teachers. In writers’ opinion, improving the knowledge level of teachers in health might help students to acquire positive behaviors about health as the current level is not adequate and significant number of wrong answers was present.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Çocuk Hastalarda Hepatit B Sıklığı
Meltem Energin, Şefika Elmas, Ahmet Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Çocuk Hastalarda Hepatit B Sıklığı
Frequency Of HepatItIs B In ChIldren ApplyIng To OutpatIent ClInIcs Of PedIatrIcs In Meram MedIcal Faculty Of Selcuk UnIversIty
Amaç: Hepatit B virüsü enfeksiyonunun ülkemizde halen önemli bir sağlık sorunu olmasından yola çıkarak, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği'ne çeşitli nedenlerle getirilen çocuklarda Hepatit B virüsü ile karşılaşma oranını saptamak ve seronegatif çocukların aşı programına katılımını sağlamaktı. Gereç ve Yöntem: Temmuz-Aralık 2005 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği'ne sarılık dışı nedenlerle getirilen 3 ay-18 yaş arasında 297 çocuk çalışma kapsamı na alındı. Çalışma kapsamındaki çocuklar 3 ay-7 yaş ve 8-18 yaş olmak üzere iki gruba ayrıldı. Araştırma kapsamına giren çocukların anne ve babalarından izin alındıktan sonra, her çocuktan 3 cc venöz kan örneği alındı. Hepatit B virüsünün serolojik belirleyicileri Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Laboratuarı’nda Enzyme-Linked Immunosorbent Assay yöntemi ile çalışıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 10.0 programı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan toplam 297 çocuğun 143’ünde (% 48,1) anti-HBs pozitişiği saptandı. Bu çocuklardan 117’si (% 81,8) aşılı, 26’sı (% 17,5) hepatit B enfeksiyonu geçirmiş idi. Çalışmaya alınan 297 çocuğun 5’inde (% 1,6) HBsAg pozitişiği saptandı. Yaşlara göre aşılanma oranları sırasıyla 3 ay-7 yaş grubunda % 66,4, 8-18 yaş grubunda % 11,0 idi. Tüm çocuklardaki aşılanma oranı ise % 39,3 olarak bulundu. Sonuç: Hepatit B aşısı ulusal aşı programımızda uygulanmasına rağmen, bölgemizdeki anti-HBs seropozitişik oranlarımız henüz istenen düzeylere ulaşmamıştır. Bu nedenle çalışmamızda, bölgemizdeki çocuklarda Hepatit B aşılanmasının önemi hakkında halkı bilgilendirmede yetersiz kalındığı vurgulanarak, bu noktada biz hekimlere düşen görevin önemine dikkat çekilmiştir.
Aim: Hepatitis B virus infection is a very important health problem in our country. In this regard, we evaluated the children who were inspected in our outpatient clinics for Hepatitis B virus seropositivity. We aimed to join the children who were seronegative in the immunization program. Material and method: A total of 297 children between the ages of 3 months and 18 years who were inspected in the General Pediatric Outpatient Clinics of Meram Medical Faculty except for jaundice between July 2005 and December 2005 were evaluated. The children were divided into two groups as 3 months-7years and 8-18 years. After getting permission from parents, 3 cc venous blood samples were collected from all of the children. The serological markers of Hepatitis B virus were studied by Enzyme-Linked Immunosorbent Assay Method in the microbiology laboratories of Meram Medical Faculty. The statistical analysis was performed by SPSS 10.0 program. Results: Anti-HBs positivity were found in 143 ( 48,1 %) of 297 children. One hundred seventeen (81,8 %) of those children were vaccinated while 26 (17,5 %) of them had experienced the infection. Five children (%1,6) had HBsAg positivity. The ratios of children who were vaccinated were 66,4 % in 3 months-7years group and 11,0 % in 8-18 years group, respectively. The ratio of children who were vaccinated was 39,3 % in all children. Conclusion: Although Hepatitis B vaccination is a part of our National Immunization Program, the seropositivity of our region is not as much as it is expected. In this study, we found that the people in our region are not well-informed about the necessity of vaccination against Hepatitis B virus infection, and attention is called to the importance of our job in this point.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Murat Büyükdoğan
Derleme
Özeti
Kolorektal Kanserde Genetik Ve Etyolojik Faktörler
Colorectal Cancer
Kolon ve rektumun kanserlerine kolorektal kanser denir. Kolorektal kanserler, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin önemli bir sağlık sorunudur. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya v.b. ülkelerde görülme sıklığı yüz binde 40-60 arasında değişmektedir. ABD’de yılda yaklaşık olarak 150.000, Avrupa’da 170.000 tüm dünyada ise yılda bir milyon yeni vaka görülmektedir. ABD’de görülme sıklığı yeni kanser vakaları içinde %11 ile üçüncü sırayı alır, Avrupa ülkelerinde ise akciğer kanserinden sonra kanserden ölümün en sık nedenidir
Colon and rectum cancer, is called for colorectal cancer. Colorectal cancer, is a major health problem especially of developed western countries. The prevalence in U.S., Canada, Britain France, Germany varies between 40-60 per thousand faces. In the United States per year is approximately 150.000, in Europe, 170,000 ,a million new cases are seen all in the world. The prevalence of new cases of cancer in the U.S. in the third place receives 11%, while in European countries after lung cancer is the most common cause of cancer death (1).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tüberküloz Teşhisinde Yenı Laboratuvar Metodları Ve Elısa Testinin Değeri
Ahmet Saniç, Bülent Baysal, A. Zeki Şengil
Araştırma makalesi
Özeti
Tüberküloz Teşhisinde Yenı Laboratuvar Metodları Ve Elısa Testinin Değeri
The Value Of New Laboratory Methods And Elısa In The DIagnosIs Of TuberculosIs
İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan tüberküloz, teşhis ve tedavi yöntemlerindeki ilerle-melere rağmen 30 milyonluk prevalansı, 10 milyon yeni olgusu ve 3 milyon ölüm insidansıyla bütün dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerin insanlarında önemli bir enfeksiyon hastalığı olarak karşımıza çıkmaktadır. 1960'lı yıllara göre büyük ölçüde azalmasına rağmen ülkemizde de başta gelen sağlık sorunlarından biri tüberkülozdur.
Tuberculosis, which has a history as old as human history, appears as an important infectious disease especially in the people of developing countries with a prevalence of 30 million, 10 million new cases and an incidence of 3 million deaths, despite the advances in diagnosis and treatment methods. Although it has decreased significantly compared to the 1960s, one of the leading health problems in our country is tuberculosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortopedık Cerrahı Uygulanan Hastaların Hepatit-B Yuzey Antıjen Yonunden Arastırılması
M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Cafer Ayata, Abdurrahman Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ortopedık Cerrahı Uygulanan Hastaların Hepatit-B Yuzey Antıjen Yonunden Arastırılması
HepatItIs B Surface AntIgen ScreenIng Of Sur-GIcal Treatment ReceIved OrthopaedIcs PatIents
Hepatit-B enftksiyonu faun diinyada yaygin olan Onemli saglik sorunlarindan birisidir ve bu sorun ozellikle hastalarla yakin temasta bulunan saglik perosoneli kin ayri bir &nem taornaktadir. Bu calurnada, Selcuk Universitesi Tip Fakilltesi Or-topedi ye Travmatoloji Anabilim Dalmda Aral& 1992- Haziran 1994 tarihleri arasinda yatarak te-davi goren her pasta rutin olarak Hepatit-B yiizey antijen (HBsAg) to i tcaltgt yOniinderi incelendi. Bu 19 aylik anon icinde incelenen 685 hastarun 47'sinde (%6.8) 11BsAg pozitifligine rastlandi_ HBsAg pozitif olarz hastalardan rastgele 50 hastada taburcu olduktan 2 ay sonraki kontrollerinde HBsAg tekrar caluildi ye 1 h?zstada (%2) HBsAg pozitif bu-ludu. Ancak hastada B hepatitine ait klinik ye la-boratuvar bulgu yoktu. Buna gore hepatit yoniinden yiiksek risk altinda bulunan saglik personeli ile ba-olmayan diger insarilarm korunmasi ile gerekli onlemlerin alinmasimn fart oldugu vurgulandi.
Hepatitis B infection is one of the major health problem and the risk of hepatitis releated disease ma-nifestation is higher around the world. There for he-alth releated personnel is under great risk if any pre-cautionary measures are not taken. In order to determine, a study was undertaken at the department of orthopaedics and traumatology from December 1992 to June 1994, how seriously health worker inc-luding doctors were exposed to-hepatitis B infection. All in patients were checked routinely for a hepatitis B surface antigene (HBsAg) carriage. During these 19 months pariod 685 patients were investigated. Among them 47 (%6.8) patients were HBsAg(+). Ho-wever these patients did not have clinical and la-boratory (biluribins, SGOT, SGPT etc) findings re-lated to hepatitis B. Fifty randomly selected discharged patients who were initially HBsAg(-) were recalled for follow up and checked for HBsAg positivity. Only one patient (%2) was HBsAg (+) si-milarly, this patient did not have clinical and la-boratory findings related to hepatits. This findings suggested that protective measures should be taken and necessary immunisation should be done for the health personnels in the cilinics.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
Yasemin Durduran, Lütfi Saltuk Demir, Mehmet Uyar, Hasan Küçükkendirci, Güllü Eren, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
The Accurate And Inaccurate ConceptIons AcquIred By SocIety Throughout The Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu çalışmada; bir halk sağlığı problemi olarak ele alınan ve bulaş riski yüksek olan COVID-19 hastalığına ilişkin doğru ve yanlış bilinenleri tespit etmek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma https://docs.google.com/forms adresinden online olarak Mayıs 2020 tarihinde gerçekleştirildi. Anket formu, sosyodemografik özellikler ve COVID-19 ile ilgili 40 sorudan oluşmaktadır. Çalışma sonrasında anket sorularına verilen cevaplar SPPS veri programına giriş yapılarak analiz edildi.
Bulgular: Araştırmaya katılan 580 kişinin 363’ü (% 62,6) kadındı. Katılımcıların ortanca yaşı 34,0 (18,0-77,0) idi. Anketi dolduranların 342'si (% 59,0) evli, 438'i (% 75,5) üniversite ve yüksek lisans mezunu idi. Araştırmaya dahil edilen bireylerin 497'si (%85,6) COVID-19 hakkında bilgi sahibi olmak için televizyon/haber kanallarını izlediklerini belirttiler. COVID-19 ile ilgili soruların çoğu katılımcılar tarafından doğru cevaplandı. En çok doğru yanıtlanan önerme oranı % 99,5 (577), en az doğru yanıtlanan önerme oranı %23,6 (137) idi. Önermelere verilen doğru yanıtlar açısından cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p <0.05).
Sonuç: Katılımcıların büyük çoğunluğunun COVID-19 ile ilgili en az bir haber kaynağından yararlandığı belirlendi. Katılımcılar genellikle COVID-19 hakkında doğru bilgiye sahipti. Çoğunlukla yanlış bilinen konular hakkında toplumun farkındalığını artırmak için eğitim programları planlanabilir.
STUDY AIM: In this study, it was aimed to identify the accurate and inaccurate conceptions among the society on COVID-19 disease, which is considered as a public health problem and has a high risk of transmission.
METHODS: The research was performed online at https://docs.google.com/forms in May 2020. The questionnaire form was composed of 40 queries, which were on sociodemographic characteristics and COVID-19. Following the study, the answers obtained from the questionnaire were analyzed by inserting related data to the software of SPSS.
RESULTS: Of 580 participants involved in the study, 363 (62.6%) were female. The median age of the participants was 34.0 (18.0-77.0). Of the individuals who completed the questionnaire, 342 (59.0%) were married and 438 (75.5%) were university graduated and / or postgraduated. Of the individuals included in the study, 497 (85.6%) stated that they watched television / news channels to be informed about COVID-19. Most of the questions related to COVID-19 were answered accurately by the participants. The percentage of the premise, which was answered most accurately, was 577 (99.5%), whereas the lowest percentage of the accurately answered premise was 137 (23.6%). It was found that there was a statistically significant difference among the genders in terms of the percentage of accurate responses to the conceptions (p<0.05).
CONCLUSION: It was determined that the vast majority of the participants utilized from at least one news resource on COVID-19. Participants typically have accurate knowledge about COVID-19. Educational programs can be planned to enhance the awareness of the society about the conceptions, which were answered mostly inaccurately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bağırsak Mikrobiyatası Vücut Ağırlığını Etkiler Mi?
Büşra Totan, Hilal Yıldıran, Feride Ayyıldız
Derleme
Özeti
Bağırsak Mikrobiyatası Vücut Ağırlığını Etkiler Mi?
Does Gut MIcrobIota Effect On Body WeIght?
Günümüzde prevalansı gittikçe artan ve en büyük sağlık problemlerinden biri olan obezite; diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, inme, kanser, astım, obstrüktif uyku apne sendromu gibi bir çok kronik hastalıkla ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle obezitenin tedavisi bir çok kronik hastalık riskinin önlenmesine katkı sağlamaktadır. Yeterli ve dengeli beslenme, fiziksel aktivitede artış ve yaşam tarzı değişikliklerinin yanı sıra son dönemlerde obezite tedavisinde gastrointestinal sistem etkilerinin üzerinde durulmaya başlanmıştır. Özellikle bağırsak mikrobiyatasının obeziteyle ilişkilendirildiği görülmektedir. Bağırsak mikrobiyatasının beslenme alışkanlıkları ve obeziteyle birlikte değişebildiği bir çok çalışmada gösterilmiştir. Değişen mikrobiyatanın obezite ve obeziteyle ilişkili bir çok hastalıkla ilişkisi olabileceği tartışılmaktadır. Bu alanda uzun dönemde yapılacak kontrollü çalışmaların obezitenin tedavisinde yeni bir yaklaşım oluşturacağı ve obeziteyle mücadelede önem kazanacağı düşünülmektedir. Bu derlemede bağırsak mikrobiyatası ve obezite arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
\r\n
Today an increasing prevalence of obesity, which is one of major health problems is associated with many chronic diseases such as diabetes, cardiovascular disease, stroke, cancer, asthma obstructive sleep apnea syndrome. Therefore, treatment of obesity contribute to prevention of many chronic diseases risk. Recent years, it has started to consider on effects on the gastrointestinal system in treatment of obesity as well as adequate and balanced diet, increasing physical activity and lifestyle changes. Especially it was seen that gut microbiota has been associated with obesity. Many studies showed that gut microbiota may be vary with eating habits and obesity. It is discussed changed microbiota might be associated with obesity and many obesity-related diseases. It is thought that long term-controlled studies in this area will create a new approach to the treatment of obesity and come into prominence in the fight against obesity. In this review,it was aimed to evaluate the relationship between body weight and the gut microbiota.
\r\n amaçlanmıştır.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Birimi Ekokardiyografi Laboratuvarının İlk Altı Aylık Sonuçları
Bülent Oran, Fazıl Kasap, Nimet Kabakuş, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Birimi Ekokardiyografi Laboratuvarının İlk Altı Aylık Sonuçları
FIrst SIx Month Results Of The PedIatrIc CardIology UnIt EchocardIography Laboratory
Fakültemiz çocuk kardiyoloji birimi ekokardiyografi laboratuvarında, faaliyete geçişinin ilk altı ayı içerisinde ekokardiyografik inceleme yapılan 371 hasta değişik yönleriyle incelendi. Akut romatizmal karditin, bölgemiz için önemli bir sağlık problemi olduğu dikkat çekici bulundu. Alınan sonuçlar literatür verileri ile karşılaştırıldı.
In the echocardiography laboratory of the pediatric cardiology unit of our faculty, 371 patients who underwent echocardiographic examination in the first six months of their activation were examined from different aspects. It was found remarkable that acute rheumatic carditis is an important health problem for our region. The results obtained were compared with the literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigara İçenlerde Psikolojik Bağımlılığın Ve Sigara İçme İsteğinin Bırakma Başarısı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
Ruhuşen Kutlu, Nur Demirbaş, Tuğba Yazıcı, Nazan Karaoglu
Araştırma makalesi
Özeti
Sigara İçenlerde Psikolojik Bağımlılığın Ve Sigara İçme İsteğinin Bırakma Başarısı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of PsychologIcal AddIctIon And SmokIng Urge On The Success Of SmokIng CessatIon
Amaç: Sigaraya fiziksel bağımlılık kadar psikolojik bağımlılık ve sigara içme arzusu da önemlidir. Bu çalışmanın
amacı sigarayı bırakmak isteyen kişilerin bağımlılık düzeyleri ve sigara içme arzularının bırakma başarıları üzerine
etkilerinin değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Kesitsel tipte analitik bir çalışma olan bu araştırma 10 Ocak 2020-30 Nisan 2020 tarihleri
arasında sigara bırakma polikliniğine başvuran kişilerde yapıldı. Katılımcıların sosyodemografik bilgi formu,
Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi (FNBT) ve Sigaranın Psikolojik Bağımlılığının Değerlendirilmesi Testi (SPBDT)
ölçekleri uygulandı ve Karbon monoksit (CO) düzeyleri ölçüldü. Motivasyonel görüşme yapıldı ve gerekli ise
tedavileri düzenlendi. Bir ay sonra kontrole çağrılan hastaların tekrar CO düzeyleri ölçülerek Sigara İçme Arzusu
Ölçeği (SİAÖ) uygulandı. CO düzeyi 5 ppm ve üzerinde olanlar si garayı bırakamadı olarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan 176 sigara içen hastanın yaş ortalaması37,68±11,89 yıl ve %81,3’ü erkekti. Sigara
tüketim paket/yıl ortalaması 23,42±16,06, FNBT ortalaması 6,13±2,39 ve CO 13,33±6,31 ppm idi. SPBDT ölçeği
puan ortalaması 15,19±2,63 (8-24) puan bulundu. FNBT puanına göre hastaların %41,5’i yüksek düzeyde bağımlı,
SPBDT puanına göre %6,8’i (n=12) ciddi bağımlı idi. Bir ay sonra kontrole gelen hastaların kontrol CO düzeyi
5,03±3,03 ppm olarak bulundu. Buna göre hastaların %67,6’sı sigarayı bırakamamıştı ve ortalama SİA puanı
33,56±15,71 idi. Sigarayı bırakanların FNBT, SPBT ve SİA ölçeği ortalama puanları, sigarayı bırakamayanların
FNBT, SPBT ve SİA puanlarına göre istatistiksel olarak anlamlı olarak daha düşüktü (sırasıyla p=0,015, p<0,001
ve p=0,025).
Sonuç: Sigaraya psikolojik bağımlılığı fazla olanların sigara bırakma başarısı düşük olmaktadır. Sigara bırakma
polikliniklerine başvuranların nikotin bağımlılığı gibi psikolojik bağımlılıkları da değerlendirilmeli ve motivasyonel
görüşmeler sırasında sigara içme arzusu ile baş etme yolları an latılmalıdır.
Aim: Psychological dependence and smoking desire are as important as physical dependence on smoking.
The aim of this study is to evaluate the effects of the addiction levels and smoking urge of people who want
to quit smoking on their success.
Patients and Methods: This study, which is a cross-sectional analytical study, was conducted people who
applied to a smoking cessation clinic between 10 January 2020 - 30 April 2020. Sociodemographic information
form, the Fagerström Nicotine Dependence Test (FNDT) and the Test for the Assessment of the Psychological
Addiction of Smoking (APAS) were applied and CO levels were measured. Motivational interviews were made
and treatments were arranged if necessary. The Carbon monoxide (CO) levels of the patients who were called
for control one month later were measured and the Questionnaire of Smoking Urges (QSU) was applied.
Those with a CO level of 5 ppm and above were considered to be unable to quit smoking.
Results: The average age of 176 patients participating in the study was 37.68±11.89 years and 81.3% were
male. The mean of cigarette consumption per pack was 23.42±16.06, the average FNDT was 6.13±2.39
and the CO was 13.33±6.31 ppm. APAS scale mean score was 15.19±2.63 points. According to the FNDT
score, 41.5% of the patients were highly dependent, and 6.8% according to the APAS score were severely
dependent. Control CO level of the patients who came for control one month later was found to be 5.03±3.03
ppm. Accordingly, 67.6% of the patients could not quit smoking, and the mean QSU score was 33.56±15.71.
FNDT, APAS and QSU scale mean scores of those who quit smoking were statistically significantly lower than
those who did not quit smoking (p=0.015, p<0.001 and p=0.025, respectively).
Conclusion: Those who are high psychological dependence to smoking have low success to quitting smoking.
Psychological addiction such as nicotine addiction of those who apply to smoking cessation clinics should be
evaluated and ways of coping with smoking desire should be expl ained during motivational interviews.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Olgularda Retina Sinir Lifi Kalınlığının Optik Koherens Tomografi İle Değerlendirilmesi
Meydan Turan, Mehmet Kemal Gündüz, Mehmet Adam
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı Olan Olgularda Retina Sinir Lifi Kalınlığının Optik Koherens Tomografi İle Değerlendirilmesi
The Evaluatıon Of Retınal Nerve Fıber Layer Thıckness By Optıcal Coherence Tomography In Patıents Wıth Chronıc Obstructıve Pulmonary Dısease
Özet
Amaç: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan hastalarda retina sinir lifi tabakası (RNFL) ve optik sinir başı (ONH) değişikliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya ağır KOAH'lı 30 hasta ve yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 29 sağlıklı kişi alındı. Ayrıntılı bir oftalmik muayeneden sonra, ONH ve RNFL kalınlık ölçümleri optik koherens tomografi (OCT) (Stratus OCT-3) ile yapıldı. Arteriyel kan gazları (pO2 ve PCO2) ölçüldü ve KOAH hastalarının evrelemesi için solunum fonksiyon testleri yapıldı. OCT parametreleri, bağımsız t testi kullanılarak iki grup arasındaki fark karşılaştırılırken, solunum fonksiyon testleri, arter kan gazı ve RNFL kalınlık parametreleri arasındaki korelasyonu değerlendirmek için Pearson korelasyon analizi yapıldı. P değerinin 0.05'ten küçük olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: KOAH ile sağlıklı bireyler arasında optik disk alanı, kap alanı ve rim alanı açısından anlamlı fark yoktu (p> 0,05). KOAH hastalarında ortalama ve üst kadran RNFL kalınlık parametrelerinin kontrol grubuna (sırasıyla 107.9 ± 5.4 µm ve 131.31 ± 13.6 µm) göre anlamlı derecede daha kalın olduğu (sırasıyla 114.52 ± 7.7 µm ve 141.07 ± 18.2 µm) p= <0.05) bulundu. PO2 ve RSLT kalınlığı arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (r = -0.22, p = 0.33), pCO2 ve üst kadran RNFL arasında orta derecede anlamlı korelasyon bulundu (r = 0.53 ve p = 0.017) ve FEV1 / FVC ve üst kadran RNFL arasında yüksek negatif yönlü korelasyon bulundu. (r = -0.76, p = 0.003).
Sonuç: pCO2'deki artış ve FEV1 / FVC'deki azalma, artmış hipoksiyi göstermektedir. RGC ölümüyle ilişkili olan peripapiller RNFL kaybını hipoksi / iskemi kaynaklı retina ve optik disk ödemi tarafından maskelenebilir. KOAH hastalarında ortalama RNFL kalınlığındaki artışın, artmış hipoksi ile ilişkili retinal ödeme bağlı olduğu düşünüldü.
Abstract
Aim: We aimed to assess the changes in retinal nerve fiber layer (RNFL) and optic nerve head (ONH) in patients with chronic obstructive pulmonary disease (COPD).
Patients and Methods: Thirty patients having severe COPD and 29 age and sex-matched healthy subjects were enrolled in the study. After a detailed ophthalmic examination, the ONH and RNFL thickness measurements were taken by an optical coherence tomography (OCT) (Stratus OCT-3). Arterial blood gases (pO2 and PCO2) were measured and respiratory functional tests were performed for the staging of COPD patients. The OCT parameters were compared difference between the 2 groups using independent t test, while Pearson correlation analysis was performed to assess the correlations between respiratory functional tests, arterial blood gases and RNFL thickness parameters. A p value less than 0.05 was accepted as statistically significant.
Results: There were no significant differences in optic disc area, cup area and rim area between COPD and healthy subjects (p>0.05). Parameters of mean and superior quadrant RNFL thickness were found to be significantly thicker in COPD subjects (114.52±7.7 µm and 141.07 ±18.2 µm, respectively) compared to the control subjects (107.9±5.4 µm and 131.31±13.6 µm, respectively) (p<0.05). No correlation was found between pO2 and RNFL thickness (r=-0.22, p=0.33). There was a moderate correlation between pCO2 and superior quadrant RNFL (r= 0.53 and p=0.017), and a high negative correlation between FEV1/FVC and superior quadrant RNFL (r=-0.76, p=0.003).
Conclusions: The increase in pCO2 and the decrease in FEV1 / FVC indicate increased hypoxia. Peripapillary RNFL loss associated with RGC death can be masked by hypoxia / ischemia-induced retinal and optic disc edema. Increased mean RNFL thickness in COPD patients was thought to be due to retinal edema associated with increased hypoxia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toplum Beslenmesinde Sürdürülebilirlik Ve Çevre
Gülsena Akay, Lütfi Saltuk Demir
Derleme
Özeti
Toplum Beslenmesinde Sürdürülebilirlik Ve Çevre
SustaInabIlIty In PublIc NutrItIon And EnvIronment
Sürdürülebilirlik, gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini koruyarak mevcut nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Sürdürülebilir bir beslenme sistemi, şimdiki ve gelecek nesillerde sağlıklı bir yaşam için besin ve beslenme güvencesine katkıda bulunan düşük çevresel etkilere sahip bir diyeti ifade eder. Artan küresel nüfus, gelişen teknoloji, kentleşme ve sanayileşme sonucu beslenme sistemleri değişmiştir. Bu durum başta artan kronik hastalık insidansı olmak üzere pek çok sağlık sorununa ek olarak sera gazı salınımlarının artışı, su kaynaklarının ve arazilerin tahripleri gibi çevresel sorunlarla sonuçlanmaktadır. Çevresel değişimler ile beslenme sistemleri birbirleriyle ilişkilidir. Hayvansal besinleri yeterli miktarda içeren, bitkisel besin temelli olan bir beslenme modeli sağlık ve çevrenin sürdürülebilirliğini destekleyebilir.
Sustainability is satisfying the needs of present generation by pro tecting presence and quality of resources that future generations will need. A sustainable nutrition system refers to a diet with low environmental impacts which contribute to food and nutrition security for healthy life for present and future generations. Nutrition systems has changed as a result of growing global population, developing the technology, urbanization and industrialization. This situation result in environmental problems as water resources and land uses and increasing greenhouse gases emissions in addition to several health problems notably increasing cronic diseases incidence. Environmental changes and nutrition systems are interrelated. A nutrition model which is containing animal based food enough and plant based can supply sustainability of health and environment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acıl Tıp Uzmanlıgı Ye Acıl Departman Çalısmalarında Standardızasyon
Ali Çalıkuşu, M. Ali Uygun
Araştırma makalesi
Özeti
Acıl Tıp Uzmanlıgı Ye Acıl Departman Çalısmalarında Standardızasyon
Standardızatıon In Emergency Medıcal Expertıse And Emergency Department Work
Günümüzde Ulkemizi ilgilendiren bir sorun olan acil saglik hizmeti iiretimindeki yetersizligin bir cok nedeni sayilabilir. Bunlar arasinda yillardir on plan-da olan ftziki yetersizlikler giiniimiizde &pima a§a-masina gelmi§tir.Yoneticiler acil saglik hiz-metlerinin onemini artik kavrami§lardir. BugUn iilkemizde bircok universite, universite dt i kurum ye devlet hastanesinde, merkezi ve lokal kaynaklar kullanilarak yeni, guzel goriiniimlii ye iyi sa-yilabilecek donanimlara sahip acil departmanlar ku-rulmu§ ye kurulmaktadir. Ancak yeni ye donanimli acil servislerde de yeterli ye gerekli acil saglik hiz-meti ne yazikki uretilememektedir. Bunun nedeni acil servislerin standardize olmamasi, fonk-siyonlannin net olarak belirlenmemesi ye bu hiz-meti iiretecek insan faktorti sorununa bugane degin egilinmemesidir. Bu nedenle acil saglik hizmetleri her iinitede sorumlu saglik personelinin bilgi ye tec-rUbe ye ali§kanliklanna Ore nitelik ve nicelik fark-liliklan gostermektedir. Son yillarda artan toplumsal ye medikal ih-tiyaclara paralel olarak, iilkemiz insaninin acil saglik hizmeti beklentisini gereken §ekilde kar§ilayabilmek iizere film tilke genelinde acil departmanlann re-organizasyonu , guniimUzde encok tartiplan saglik sorunlarimizdan birisidir. BugUn saglik sektorLinde cok katilimli tarti§ma ortamlarinda sik tarti§ilan konulardan birisi acil departmanlann re-organizasyonlannin nasil olmasi gerektigidir .
Many reasons can be considered for the insufficiency of emergency health service management, which is a problem that concerns our country today. Among them, physical inadequacies, which have been in the foreground for years, have come to the fore in our days. The administrators have now realized the importance of emergency health services. Today, in our country, many universities, non-university institutions and state hospitals are being established in the state hospitals, using central and local resources, and emergency departments with new, beautiful appearance and equipment that can be regarded well. However, in newly equipped emergency services, unfortunately, sufficient and necessary emergency health services cannot be produced. The reason for this is that the emergency services are not standardized, their functions are not clearly defined, and the human factor problem that will lead this service is not focused on. For this reason, there are differences in quality and quantity in the knowledge and experience training habits of the health personnel in charge of every unit of emergency health services. In parallel with the increasing social and medical needs in recent years, the re-organization of the emergency departments throughout the film fox in order to meet the expectations of the emergency health service of the people of our country, is one of our health problems that are discussed today. One of the most frequently discussed issues in the healthcare sector today in multi-participatory discussion environments is how emergency departments should be re-organized.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi Yaygınlığı
Seyhan Dura, Şamil Ecirli, Süleyman Alıcı, Hakkı Polat, Ümmügülsüm Can
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi Yaygınlığı
Iron DefIcIency AnemIa Prevalance In The Stu-Dents Of Selçuk UnIversIty MedIcal School.
Bu çalışma 1995 yılı Ocak - Haziran aylarında S.Ü.T.F. öğrencileri aı-asında yapılan kesitsel ni-telikte bir epidemiyolojik aı-aştırmadır. Çalışmanın amacı S.O.T.F öğrencileri arasında demir eksikliği anemisi prevalansınt ve bunu etkileyen faktörleri tes-bit etmekti. Randomize olarak seçilen 62 kız ve 58 erkek öğrenci çalışmaya dahil edildi. Ögrencilerde eritrosit indekslerini de içeren tam kan sayunı, serum demiri, demir hağlama kapasitesi, ferritin, vitamin B 12 ve folik asit düzeyleri ölçümüile gaitada gizli kan ve parazit tetkikleri yapıldı. Araştırma sonucunda aneıni prevelansı kızlarda % 32. 25, erkeklerde % 5. 17 ola-rak bulundu. Kızlarda hemoglobin ortalaması 12. 8± 1.3 gidi, erkeklerde hemoglobin ortalaması 14.8±1_25 gidi olup, anemiye kızlarda erkeklere göre daha sık ra.stlandı. Bu da istaristiki olarak anlamlı idi. Araştırmamıza alınan yaş grubu ve grubun sos-yodernografik özellikleri dikkate alındığında demir eksikliği anemisinin ne denli önemli bir sağlık so-runu olduğu anlaşılmaktadır.
This study is a epidemiologic investigation performed on a group of medical school students of Sel-çuk Universty Between January and June. 1995. The purpose of this study was to evaluate the prevalence of iron deficiency anemia among the medical stu-dents and factors that affect this. Randomly selected 62 female and 58 male students involved in the study. Complete blood counts including erythrocyte indexes, serum iron, serum iron hinding capacity, ferritin. vitamin B12 and folic acid rneasurements and evaluation of o•cult blood and parasite irr jeces vere done. The prevalence of anemia was 32.25 % in fermale students 5.17 % in male students as a re-sult of the study. Mfean hemoglobin value was 12 .8± 1.3 gidi in females, 14.85 ± 1,25 gidi in males and anemia was more common in females, this difference was statistically significant (p<0.001 ). Considering age and sociodemographic properties of the studuy group, it becomes eviclent that iron de-ficiency anemia is an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgara Ve Çocuk
Haluk Yavuz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgara Ve Çocuk
SmokIng And ChIld
Son yıllarda sigaranın kanser ve diğer bazı hastalıklara sebep olarak, insan sağlığını tehdit etmesinin kesinleşmesinden sonra, birçok ülkede sigaraya karşı kampanyalar yoğunlaştırılmış ve bu ülkelerde sigara içme oranı önemli derecede azalma göstermiştir. Yurdumuzda ise maalesef tüketilen ve ithal edilen sigara miktarı giderek artmaktadır. Bu sigaranın zararına uğrayacak insanlarımızın çoğalması demektir. Bu zarara uğrayacaklar sadece aktif olarak sigara içen erişkinler değil, aynı zamanda anne kamındaki fetus, bebekler ve çocuklardır. Bu yazıda sigaranın çocuk sağlığı ile ilgili bazı etkilerinden bahsedilecektir. Sigaranın diğer etkilerinin de yer alacağı bir kitapçığın parçası olarak bu yazı hazırlanmıştır.
In recent years, after it became clear that smoking poses a threat to human health by causing cancer and some other diseases, anti-smoking campaigns have intensified in many countries and the smoking rate has decreased significantly in these countries. Unfortunately, the amount of cigarettes consumed and imported in our country is gradually increasing. This means the number of people who will be harmed by smoking. Those who will suffer are not only actively smoking adults, but also the fetus, babies, and children in the mother's abdomen. In this article, some of the effects of smoking on child health will be discussed. This article has been prepared as part of a booklet that will also include other effects of smoking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıgaraya Pasıf Maruziyet İle Akciğer Kanserı Ve Kronık Obstrüktif Akciğer Hastalığı (koah) Arasındaki İlişki
Tahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Murat Yaycı
Araştırma makalesi
Özeti
Sıgaraya Pasıf Maruziyet İle Akciğer Kanserı Ve Kronık Obstrüktif Akciğer Hastalığı (koah) Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between PassIve SmokIng And Lung Cancer And ChronIc ObstructIve Pul-Monary DIsease (copd)
Sigara içiminin zararlı etkileri sadece içen kişinin sağlığına verdiği zararla sınırlı değildir. Ayni zamanda, sigara dumanına pasif olarak maruz kalan çevredeki insanların sağlığı da tehdit altındadır. Bu nedenle, sorunun boyutlarını incelemek amacıyla bu araştırma planlanmıştır. lıaka-kontrol tipindeki bu araştırma, Konya il merkezindeki üç büyük hastanede şubat-nisan 1991 döneminde yapılmıştır. Araştırmaya yaka grubu olarak akciğer Ca veya KOAH tanısı ile yatmakta olan 30 yaş üzeri 122 hasta ve kontrol grubu olarak da akciğer hastalıkları dışında farklı tanılarla yatmakta olan 30 yaş üzeri 122 denek alınmıştır. Pasif içicilik sıklığı incelenmiş ve yaka grubunda %44.3 , kontrol grubunda ise % 25.3 olarak bulunmuştur. Aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır (p<0 .01 ). Pasif içicilerde akciğer Ca ve KOAH oluşma riski 2.4 (Odds ratio [OR]=2.4; %95 güven aralığı [GA]=1.3-4.5) olarak tespit edilmiştir. Sağlıklı bir çevreye ve temiz havaya sahip olmanın her bireyin en temel hakkı olduğu göz önüne alınarak sigarayla mücadele daha etkili ve daha gerçekçi bir biçimde sürdürülmelidir.
D and older filan 30 years of age were included toget her with control group which was also consisted of 122 patients older than 30 years of age without having lung Ca and COPD. About 45% of lung Ca and COPD petients and 25% of the control group were passive smokers. Higher percentage of passive smokers in the study groups were statistically meaningful (p<0.01). The risk of having lung Ca and COPD among the passive smokers was 2.4 (Odds ratio fOR]=2.4,..95% confidence interval [CI]=1.2-4.5 ). In conclusion, we can state that to live in and to work in a cleaner environment is the right of individuals and the measures to be taken ejfectively to provide better living conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta