Çölyak Hastalığına Diyetetik YaklaşımVolkan Özkaya, Şebnem Özgen Özkaya
Derleme ÖzetiÇölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
DIetetIc Approach To CelIac DIsease
Çölyak hastalığı hayat boyu devam eden tek besin intoleransıdır. Glutene karşı meydana gelen bu intolerans, ince bağırsağın yapısını bozmakta ve besin öğelerinin emilimini engellemektedir. Çölyak hastalığı, genellikle diğer otoimmün hastalıklarla ilişkilidir. Ülkemizde de sıklığı giderek artmaktadır. Farklı yaşlarda ve farklı klinik bulgularda karşımıza çıkabilmektedir. Günümüzde en etkili tedavi yöntemi, glutenin günlük diyetten çıkarılmasıdır. Tedavi aşamasında devreye giren glutensiz diyet, büyüme ve gelişmenin en hızlı olduğu dönemde bireyin tüm yaşantısını etkilemektedir. Glutensiz diyetin sıkı bir şekilde uygulanmasıyla hastalıkla ilişkili düşük kemik mineral yoğunluğu ve bağırsak malignite dahil bir çok komplikasyonun riski azalabilir. Ancak glutensiz diyetin çocuk veya aile tarafından uygulanması ve takip edilmesi her zaman kolay değildir. Ayrıca glutensiz diyet bazı besin ögesi fazlalığına (doymuş yağlar), yüksek kalori alımına ve belirli besin ögelerinin (lif, Folik asit, B 12 vitamini, demir, çinko, magnezyum) yetersizliğine de neden olmaktadır. Özellikle glutensiz ürünler gluten içeren muadilleriyle karşılaştırıldıklarında hem magnezyum, lif ve folik asit içeriği daha düşük hem de daha pahalıdır. Diyet tedavisine “dirençli” olduğu düşünülen birçok hastanın da gluten içeren besinleri tükettikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle glutensiz diyet iyi planlanmalı, aile ve çocuk eğitilmeli ve hasta uzun süreli takibe alınmalıdır. Bu derleme makalede çölyak hastalığı, çölyak hastalığında uygulanan diyet tedavisi, diyet tedavisinin ilkeleri, diyete uyum ve bu uyumu etkileyen faktörlere yer verilmiştir.
\r\n
Celiac disease is the only life-long continuing food intolerance. This intolerance, caused by gluten, endamages the structure of small intestine and prevents the absorption of nutritional elements. Celiac disease is usually related with other auto-immune diseases. Rate of this disease in our country is increasing in time. It can be seen in people of different ages and different clinical findings. In our day, the most efficient way of treatment is removal of gluten from daily diet. Gluten-free diet that step in treatment phase, affects the living of individual in a period in which growth and development is most rapid. By applying the gluten-free diet strictly, the risk of complications like low bone mineral density and intestine malignite related with the disease, can be decreased. However, it is not always easy to apply and keep track of gluten-free diet by family or child. Moreover, gluten-free diet can cause excess of some nutritional elements (saturated fat), gaining high calorie, and poorness of some nutritional elements (fiber, folic acid, vitamin B 12, iron, zinc, magnesium). Particularly, gluten-free products, when compared with their gluten-including equivalents, have less magnesium, fiber, and folic acid, as well as they are far more expensive. It is determined that a lot of patient considered "resistant" to diet treatment are also eating gluten-including food. Therefore, gluten-free diet should be planned and followed well, and family and child should be educated. This editted article is about, celiac disease, diet treatment for celiac disease, principles of the diet treatment, concordance to the diet, and the factors that effects this concordance.
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine EtkisiAtakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi ÖzetiB12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
Benzer Makaleler Editöre Eposta Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez DeneyimiAynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi ÖzetiTrombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili VaskülitAhmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu ÖzetiDokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin AnaliziFatih Ersay Deniz, Fikret Özuğurlu, İlker Etikan, Muzaffer Katar, Gülgün Yenişehirli, Metin Özdemir
Araştırma makalesi ÖzetiNöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
AnalysIs Of VItamIn B12 Levels Of 289 PatIents At A Neurosurgery OutpatIent ClInIc
Vitamin B12 yetmezliği periferik nöropatiye neden olabilir, periferik nöropati distal ekstremite parestezisi mevcudiyetinin en sık karşılaşılan sebebidir. Çalışmamızda hastaların serum vitamin B12 seviyeleri ve başvuru şikâyetleri incelendi. Tüm hastalar aynı klinisyen tarafından değerlendirildi. Beyin ve sinir hastalıkları cerrahisi polikliniğine başvurmuş olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Ağrı ve/veya uyuşukluk/karıncalanma şikâyeti ile başvuran ve serum B12 düzeyi çalışılmış olan 289 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilmiş olan 289 hastanın 77 tanesinin serum B12 değeri 193 pg/ml değerinin altında tespit edildi (ort.157.82±27.45). Hastalardan 75’inin uyuşukluk/karıncalanma şikayeti ile başvurmuş olduğu ve bunların serum vitamin B12 ortalamalarının 235.69±96.19 pg/ml olduğu, geri kalan 214 hastanın serum vitamin B12 ortalamasının ise 285.29±124.50 pg/ml olduğu tespit edildi. Bu değerler normal sınırlar içinde olmakla birlikte, iki ortalama arasındaki farkın önemli olduğu tespit edildi (t=3.136, p=0.002). Düşük serum vitamin B12 değeri her zaman dokudaki vitamin B12 yetersizliği ile birlikte değildir, aynı zamanda serum değerinin normal sınırda olması doku seviyesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Vitamin B12 eksikliği, kansızlık olmaması ve serum seviyesin sınır değerler civarında olması durumunda dahi, duyu bozukluğu sebepleri arasında olabileceği düşünülmelidir.
Vitamin B12 deficiency may cause peripheral neuropathy and peripheral neuropathy is the most common cause of distal extremity paresthesias. The aim of this study was to determine the serum B12 level of the patients with complaints of pain and/or numbness/ tingling and try to demonstrate the relation between them. Patients’ files admitted to neurosurgery outpatient clinic were retrospectively analyzed. Serum vitamin B12 levels and the admission complaints of the patients were studied. A total of 289 patients with complaints of pain and/or numbness/tingling that serum vitamin B12 levels measured were included. All of the patients were evaluated by the same clinician. The serum vitamin B12 concentrations of 77 patients out of 289 were found to be below 193 pg/ml (mean 157.82±27.45). The total number of the patients with the complaint of numbness/tingling was 75 and the mean serum vitamin B12 level was 235.69±96.19 pg/ml, the mean serum vitamin B12 level of the remaining 214 patients was 285.29±124.50 pg/ml. Although these results were within the normal limits, the difference of the mean values of the two groups was found to be significant (t=3.136, p= 0.002). The low serum vitamin B12 level does not always correlate with the tissue insufficiency and also it’s serum level being normal does not indicate it’s being sufficient at the tissues. Vitamin B12 deficiency should also be thought at the etiology of sensory disorder, especially if the radiological findings are normal, even though in the absence of anemia and serum level being at borderline.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta 50 Hz Frekanslı Manyetik Alanın Ratlarda Oluşturduğu Histopatolojik DeğişikliklerMehmet Yeniterzi, Mustafa Cihat Avunduk, Abdulkerim Kasım Baltacı, Olgun Kadir Arıbaş, Niyazi Görmüş, Emine Tosun
Araştırma makalesi Özeti50 Hz Frekanslı Manyetik Alanın Ratlarda Oluşturduğu Histopatolojik Değişiklikler
The HIstopathologIcal Changes In The Rats Caused By MagnetIc FIeld Of 50 Hz. Freguency.
Amaç: Günümüz toplum unda sağlığımızı tehdit eden elektromanyetik alanlar (EMA), en önemli çevre problemleridir. Manyetik alana maruz kalanlarda koroner kalp hastalığı, lösemi, lenfoma ve Alzheimer hastalığının görülme sıklığındaki artışlar bu kaynakların sınırsız kullanılamayacağını hatırlatmaktadır. Günlük konforumuzu artıran ev aletlerinden saç kurutma makinasının raflardaki etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve metod: Çalışmada 200-250 gr ağırlığında 29 erkek rat kullanıldı. Bunların 15’ i kontrol grubunu oluştururken, 14’ ü EMA’ a maruz bırakıldı. Manyetik alan kaynağı olarak BKK 1161 SK saç kurutma makinası kullanıldı. Cihaz 600 Watt (W) lık güce, 220 V - 50 Hz’ lik gerilime ve ortalama 100-150 mG’ luk manyetik alana sahipti. Deneklerle makine arasında ortalama 20-25 cm' lik mesafeden haftada 3 gün, her seferinde 5 dakika olmak üzere toplam 3 ay boyunca 205 dakika uygulandı. Bu sürenin sonunda; serum malondialdehit (MDA) düzeyleri ile beraber beyin, timus, akciğer, kalp ve büyük damarlar, karaciğer, dalak ve böbrek eksize edilip ışık mikroskobunda histopatolojik olarak değerlendirmeye alındı. Sonuçlar: 50 Hz frekanslı manyetik alanın organlarda iltihabi hücre infiltrasyonunu belirgin şekilde artırdığı; özellikle akciğerlerde aiveoler harabiyeti. böbreklerde tübüler dejenerasyonu, beyinde glial proliferasyonu, karaciğerde fibrozisi, büyük damarlarda adventisyal iltihabi infiltrasyonu üç ay gibi bir sürede oluşturduğu tesbit edildi. Büyük vasküler yatakta subendotelyal ayrılmayı, istatistik! bir değere sahip olmamakla beraber önemli bir bulgu olarak düşünmekteyiz. Serum MDA değerleri manyetik alanda kısmi artış gösterirken istatistiki olarak anlamlı değildi. Karar: EMA ’ nın serbest oksijen radikallerinin üretimini artırarak uzun dönemde kanserden aterosklerotik hastalıklara kadar farklı patolojilere yol açabileceğini düşünmekteyiz.
Background: Electromagnetlc fields (EME) are the most important environment problems that effect the public health in our century. Increasing incidence of coronary heart disease, leukemia, lymphoma, and Alzheimer in the patients who are effected from magnetic fields, are revealing that these sources can not be used unlimitedly. İn this study, we would like to investigate the effect of hairdryer on the rats. Materials and methods: İn this study, 200-250 gr weighted 29 male rats vvere used. 15 of them were control group, and 14 vvere faced with EMF. A BKK 1161 SK hairdryer was used as the magnetic field source. This machine had 600 VVatt (W) power, 220 V - 50 Hz resistance, and a mean magnetic field counted 100-150 mG. The distance betvveen the subjects and the machine was 20-25 cm. EMF was performed on them for 3 days of each week, and 5 minutes of each day, and it was lasted after 3 months with a total period of 205 minutes. At the end the malondialdehid (MDA) levels in the subjects sera vvere calculated, and they vvere sacrificed and their cerebrum, thymus, lungs, heart and great vessels, liver, kidneys, and spleen vvere taken to histopathologic examination under light microscope. Results: İt was obviously observed that the EMF in 50 Hz freguency increases the mononuclear celi infiltration in the viscera; especially, it was estimated that EMF causes alveolar destruction in the lungs, tubuler degeneration in the kidneys, glial proliferation in the cerebrum, fibrosis in the liver, and adventitial mononuclear celi infiltration in the great vessels in 3 months, vvhich is thought to be a very short period. Statistically, the subendothelial dissection in the great vessels was not found significant, hovvever, this was thought to be an important finding. The serum MDA levels of EMF group vvas increased, but statistically, this was not significant. Conclusion: We concluded that EMF causes an increase in the production of free oxygene radicals, and in the late-term this results with various diseases including cancers and atherosclerotic dişe ases.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik AktivitesiEmel Uzunoğlu Karagöz, İştar Dolapçı, Esra Koyuncu, Alper Tekeli
Araştırma makalesi ÖzetiHıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
In VItro HaemolytIc ActIvItIes Of CandIda AlbIcans StraIns Isolated
from HIv PosItIve Subjects
Bu çalışmada, Human Immunodeficiency Virus pozitif ve sağlıklı
bireylerin oral kavitelerinden izole edilen Candida albicans suşlarının
in vitro hemolitik aktiveleri araştırılmıştır. Çalışmamızda 52 Human
Immunodeficiency Virus pozitif birey ve 22 sağlıklı gönüllünün ağız
çalkantı suyundan; 2003 yılında izole edilen ve Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Mikoloji Laboratuvarı
kültür koleksiyonunda saklanan C. albicans suşları kullanılmıştır.
Hemolitik aktivite kanlı agar plak metodu kullanılarak gösterilmiştir.
Plaklar 370C’da % 5 CO2’li ortamda 24 ve 48 saat inkübe edilmiş;
hemolitik indeks (Hz), koloni çapının beta hemoliz zon çapına
oranı olarak değerlendirilmiştir. Beta ve alfa hemoliz zonlarının
değerlendirilmesinde kontrol suşu olarak sırasıyla Staphylococcus
aureus ATCC 12228 ve Streptococcus pneumoniae ATCC 6305
suşları, negatif kontrol olarak Candida parapsilosis ATCC 22019
kullanılmıştır. İstatistiksel analiz Mann-Whitney U testi ile yapılmıştır.
HZ değerleri Human Immunodeficiency Virus pozitif grupta 0
ile 2.57, kontrol grubunda ise 0 ile 1.75 arasında saptanmıştır.
Bulgular değerlendirildiğinde her iki gruptan izole edilen C.albicans
izolatlarının hemolitik indeksleri arasında istatistiksel olarak anlamlı
fark bulunamamıştır (p>0.05). Bu durum suşlarımızın kolonizan
izolatlar olmalarıyla açıklanabilir. İn vivo ortamda virülans faktörlerinin
birbirleri ile etkileşim içerisinde oldukları düşünüldüğünde, diğer
virülans özelliklerini de beraberinde araştıran ve virülans genlerinin
ekspresyonlarına bakan çalışmalar ön plana çıkacaktır.
In this study, in vitro haemolytic activities of oral Candida albicans
isolates from Human Immunodeficiency Virus infected subjects and
healthy controls were studied. In our study 52 C.albicans strains
isolated from Human Immunodeficiency Virus positive subjects’
and 22 C.albicans strains isolated from healthy controls’ oral rinse
samples in 2003 which were stored in Ankara University School of
Medicine, Medical Microbiology Department Mycology Laboratory,
were investigated. Haemolytic activity was determined by using the
blood agar plate assay method. Plates were incubated at 37oC in
5% CO2 for 24 and 48 h. Haemolytic index (Hz) were calculated as
the ratio of the colony diameter to the beta hemolysis zone diameter.
Staphylococcus aureus ATCC 12228 and Streptococcus pneumoniae
ATCC 6305 were used to evaluate the alpha and beta haemolysis
zones, Candida parapsilosis ATCC 22019 was used as negative
control. Statistical analysis was performed with Mann-Whitney U test.
The Hz values ranged from 0 ile 2.57 for the Human Immunodeficiency
Virus positive group and from 0 ile 1.75 for the controls. There were
no statistical difference found between the groups (p>0.05). Because
our isolates are colonizing these results can be expected. When the
interactions between the virulence factors in invivo environment is
taken into consideration, studies investigating the other virulance
factors influencing the pathogenesis of the fungus and the expression
of the virulance genes are needed.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez DeneyimiBülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi ÖzetiMultipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik BakımıHandan Eren, Mahinur Durmuş İskender
Olgu sunumu ÖzetiKemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
NursIng Care AccordIng To Roy AdaptatIon Model In A PatIent WIth Chemotherapy Treated GastrIc Cancer
\r\n Mide kanseri sık görülen kanserler arasındadır ve kemoterapi tedavi planı arasında yer almaktadır. Birçok sistemi etkileyen bu tedavi yönteminde bireyin ve çevresinin bu sürece uyumu önemlidir. Bu uyumu artırmak amacıyla makalede Roy Adaptasyon Modeli’ne göre ilk kemoterapi kürünü almaya gelen mide kanserli hastaya verilen hemşirelik bakım süreci anlatılmıştır. Hastadan izin alınarak elde edilen veriler doğrultusunda hastaya; fiziksel harekette bozulma, anksiyete, kemoterapi tedavi sürecine yönelik bilgi eksikliği, bireysel baş etmede yetersizlik, aile içi süreçlerde güçlenmeye hazır oluş hemşirelik tanıları konulmuş, uygun hemşirelik girişimleri yapılmıştır. Modelin kemoterapi tedavisi alan hastalarda kullanılabilir olduğu düşünülmüştür.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Gastric cancer is among the common cancers and chemotherapy is among the treatment plan. Chemotherapy affects many systems, it is important for the individual and her environment to adapt to this process. In order to improve this adaptation, the nursing care process given to the patient with gastric cancer who was receiving the first chemotherapy treatment according to the Roy Adaptation Model was described. According to the data obtained by the permission of the patient, impaired physical mobility, anxiety, deficient knowledge about chemotherapy treatment process, defensive coping, readiness for enhanced family coping, nursing diagnoses were made and appropriate nursing interventions were applied. The model is thought to be available to patients receiving chemotherapy treatment.
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Melkersson-Rosenthal SendromuMehmet İhsan Gülmez, Şemsettin Okuyucu, Cengiz Çevik
Olgu sunumu ÖzetiMelkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome
Melkersson-Rosenthal sendromu, ağırlıklı olarak dudakları tutan
tekrarlayan orofasyal ödem, tekrarlayan fasyal sinir paralizisi ve
fissürlü dil triadı ile karakterize bir hastalıktır. Sıklıkla 2. dekatta
ortaya çıkmaktadır. En sık görülen bulgu orofasyal ödemdir. Bir diğer
bulgu olan fasyal paralizi tipik olarak rekürrendir, unilateral veya
bilateral, parsiyel veya komplet olabilir. Fissürlü dil en az rastlanılan
bulgudur, konjenital olduğu düşünülmektedir. Melkersson-Rosenthal
sendromunun etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik
ve çevresel faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Sendromun
tanısı klinik olarak konur. Tedavide çeşitli medikal ajanlar ve cerrahi
yöntemler uygulanabilmekte ise de üzerinde fikir birliğine varılmış
bir tedavi prorokolü bulunmamaktadır. Bu olgu sunumunda tanısı geç
konulmuş olan ve klasik triadın bir arada görüldüğü bir MelkerssonRosenthal
Sendromu olgusu sunulmuştur.
Melkersson-Rosenthal syndrome is a disease, characterized
by recurrent orofacial edema that predominantly involves the lips,
recurrent facial nerve paralysis and fissured tongue. It is usually
seen in second decade of life. The most common finding is orofacial
edema. Facial paralysis, another finding of syndrome, is typically
recurrent, can be unilateral or bilateral and may be partial or
complete. The fissured tongue is the least common symptom and
considered as congenital. Although Melkersson-Rosenthl Syndrome’s
etiology is unknown, genetic tendency and environmental factors
suspected to play role. The syndrome is diagnosed clinically.
Although various medical and surgical methods implemented, there
is no consensus for its treatment protocol. In this case report, we
presented a Melkersson-Rosenthal Syndrome case which classic
triad seen together and taken a late diagnosis.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Okul Öncesi Çocuk Sağlığının Geliştirilmesine Yönelik Bir Eğitim UygulamasıEmine Aydın Özgür, Galip Ekuklu
Araştırma makalesi ÖzetiOkul Öncesi Çocuk Sağlığının Geliştirilmesine Yönelik Bir Eğitim Uygulaması
A TraInIng ImplementatIon For Development Of Pre-School ChIldren’s Health
Amaç: Okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim kapsamına alınması gündemi, beraberinde okul sağlığı çalışma kapsamının genişletilerek planlanması ve uygulanması ihtiyacını doğurmuştur. Okul öncesi eğitim grubunda yer alan çocuklar, sağlık riskleri bakımından hassas gruplar arasında olup aynı zamanda bu dönem gelişimsel özellikler nedeni ile eğitim ortamlarında çeşitli kazalara maruz kalabilmektedir. İlgili risklerin en aza indirilmesi amacıyla gerçekleştirilen bu çalışma, okul öncesi öğretmenlerinin sağlık okuryazarlığını arttırmaya yönelik katkı sunmayı hedeflemektedir. Hastalar ve Yöntem: Alanın uzmanları ile belirlenen çerçevede okul öncesi çocuk sağlığına yönelik temel bilgiler ile acil durumların tespit edilmesi ve müdahalelerini içeren eğitim programı oluşturularak, 2016 yılında dört grup ve her grup için iki tam günde eğitimler tamamlanmıştır. Edirne Merkez İlçede görev yapan toplam 106 okul öncesi öğretmene uygulanmak üzere hazırlanan eğitim programına, 83 okul öncesi öğretmeni katılmıştır. Çalışmanın verileri araştırmacılar ve eğitim programında görev alan dokuz ayrı alan uzmanı tarafından oluşturulan akademik başarı testi ve kişisel bilgi formu aracılığı ile elde edilmiştir. Söz konusu veri araçlarını tam olarak dolduran ve öntest-sontest eşleştirmesi yapılabilen 59 katılımcının verileri çalışmaya dahil edilmiştir. Bulgular: Araştırmada öğretmenlerin akademik başarılarının verilen eğitim sonunda arttığı (t(58)=17,27, p0,05) ve medeni durumları (t(58)=0,61, p>0,05) ile son test puan ortalamaları arasında anlamlı bir fark olmadığı ortaya çıkmıştır. Sonuç: Okul öncesi öğretmenlerine verilen eğitim ile öğretmenlerin çocuk sağlığına yönelik bilgi düzeylerinin artığı belirlenmiştir. Katılımcıların sağlık okuryazarlığını da destekleyeceği düşünülen çalışma ile eğitim verdikleri çocukların, sağlıklarını da korumak, geliştirmek ve gerekli olduğunda müdahale etmek durumunda kalan öğretmenlerin, bu çerçevedeki süreçleri iyi yönetmelerine destek olunacağı düşünülmektedir. Bu alanda başarıya ulaşılabilmesi için uygulama kapsamının genişletilerek yaygınlaştırılması, güncellenerek sürekliliğin sağlanması gerekmektedir.
Aim: Taking pre-primary education into the scope of compulsory education, the agenda of the school has necessitated the planning and implementation of the school health by enlarging the scope of the study. Children in the pre-school education group are vulnerable to health risks and at the same time they may be exposed to various accidents in educational environments due to their developmental characteristics. This study aims to reduce the related risks and aims to contribute to increase the health literacy of preschool teachers. Patients and Methods: The trainings were completed on two full days by establishing the basic information about pre-school child health in the framework determined by the experts of the field and the training program including the determination of emergency situations and interventions. 83 pre-school teachers participated in the training program prepared for the implementation of a total of 106 pre-school teachers working in the Edirne Central District. The results of the study were obtained through the academic achievement test and personal information form, which was formed by the researchers and nine field specialists involved in the training program. The data of 59 participants who were able to complete the data tools in full and to perform pretest-posttest matching were included in the study. Results: In the study, it was found that the academic achievement of the teachers increased after the training (t(58)=17.27, p0.05) and marital status (t(58)=0.61, p>0.05) . Conclusion: With the training program applied to pre-school teachers, the level of health information about the children's health has been increased. This study, which is thought to support the participants' health literacy, is also expected to help the children who are educated to protect their health, to improve and to intervene when necessary, to better manage the processes in this frame. In order to achieve success in this area, the scope of the application should be enlarged and expanded, updated and maintained.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Histopatoloji Laboratuvarında Rutin Güvenlik ÖnlemleriAydan Canbilen, Şaban Sezen
Araştırma makalesi ÖzetiHistopatoloji Laboratuvarında Rutin Güvenlik Önlemleri
RoutIne Safety In The HIstopathology Laboratory
Histoloji, patoloji ve benzeri laboratuvarlarda rutin güvenlik önlemleri. laboratuvarda çalışan her-kesi ilgilendirmektedir. Lahoratuvarlar, her zaman çalışanları için potansiyel bir tehlike kaynağı olmuştur, fakat daha güvenli bir ortam oluşturmak da personelin görevidir. Tam bir emniyet hiçbir :aman sağlanamasa da. temel bazı çalışma ku-rallarına uyulduğunda, lahoratuvarlar güvenle çalışabilecek duruma getirilehilirler.
Routine safety, in the histopathology laboratory is the con•eı-n of everyone working in it. The la-boratory has alwalys heen an area of potential dan-geı-, but it is everybody's ı-esponsibility tü provide a safer working environment. Ahsolute safety oh-viously can never be achieved, but hy concentrating on the frıllowing basit safe working pro•edures, we can perhaps tıy tü approach this.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun DeğerlendirilmesiMehmet Uyar, Yusuf Kenan Boyraz, Kübra Gençağa, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi ÖzetiBir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Assessment Of Job SatIsfactIon Of The Research AssIstant In A UnIversIty HospItal
Amaç: Kesitsel tipteki bu çalışma Meram Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimi alan araştırma görevlilerinin iş doyumunu ve iş doyumu ile ilişkili olabilecek faktörleri belirlemeyi amaçlamıştır. Hastalar ve Yöntem: Demografik bilgiler ile Minnesota İş Doyum Ölçeği’nden oluşan 36 soruluk anket formu yüz yüze görüşme yöntemiyle 244(%80,2) asistan hekime uygulanmıştır. Bulgular: Katılımcıların %52,5’i erkek, %55,3’ü evliydi ve %29,1’inin en az bir çocuğu vardı. Yaş ortalaması 28,42±3,02 yıl idi. Aylık ortalama nöbet sayıları 6,35±4,10 idi. Araştırma görevlilerinin %9,8’i daha önce bir uzmanlık eğitimini yarıda bırakmıştı. Hekimlerin %60,6’sı aldıkları ücretten memnun değildi. Genel doyum puan ortalaması 3,24±0,53, içsel doyum puan ortalaması 3,40±0,56, dışsal doyum puan ortalaması 2,97±0,62 olarak bulundu. Temel bilimlerde çalışan hekimlerin dışsal iş doyum puan ortalamaları dahili ve cerrahi bilim dallarında çalışan hekimlere göre anlamlı bir şekilde daha yüksek bulundu. Hekimlerin %33,2’si çalışma koşullarından, %44,3’ü amirinin çalışanlara yönelik davranışından, %84,4’ü çalışma arkadaşlarından memnundu. Konya’daki tıp fakültelerinden mezun olanların genel doyum puanı ve dışsal doyum puanı Konya dışındaki fakültelerden mezun olanların genel doyum puanından ve dışsal doyum puanından anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Yoğun çalışma temposuna sahip hekimlerin, çalışma ortamı ve koşullarının iyileştirilmesi, kurum politikalarında söz sahibi olmalarının sağlanması, aldıkları ücretlerin iyileştirilmesi, sadece araştırma görevlisi hekimlerin iş doyumu düzeyini değil hastalara sunulan hizmetin kalitesini de artıracaktır
Aim: This cross-sectional study aims to determine job satisfaction of research assistants taking medical specialization education at Meram Medical School and factors that may be related to job satisfaction. Patients and Methods: A questionnaire consisting of Minnesota Job Satisfaction Scale and questions regarding demographic information is applied to 244 (80,2% ) physician assistants via face to face meeting. Results: 52.5% of participants were male, 55.3% of them were married and 29.1% had at least one child. Average of age was 28.42±3.02 years. Average number of night duties monthly was 6.53±4.10. 9.8% of research assistants had quitted a specialization education before. 60.6% of physicians were not content with their salaries. Overall satisfaction point average was 3.24±0.53, intrinsic satisfaction point average was 3.40±0.56, extrinsic satisfaction point average was found to be 2.97±0.62. Extrinsic satisfaction point averages of physicians working in basic sciences was found to be significantly higher than averages of physicians working in internal medicine and surgery branches. 33.2% of physicians were satisfied with working conditions, 44.3% with their chiefs’ behaviours towards employees, 84.4% with their colleagues. Overall satisfaction and extrinsic satisfaction points of participants who graduated from medical schools in Konya were meaningfully higher than points of those who graduated from medical schools outside Konya. Conclusions: Improving the working environments and conditions of physicians having busy schedule, enabling them to have a voice in institution policies, increasing the wages will not only increase the job satisfaction level of research assistant physicians, but also the quality of service provided to patients.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Güvercin Besleyicisi HastalığıErsin Şükrü Erden, Nebihe İsaoğulları, Mesut Demirköse, Ramazan Davran
Olgu sunumu ÖzetiGüvercin Besleyicisi Hastalığı
PIgeon FancIer’s Lung DIsease
Hipersensitivite pnömonisi, çeşitli organik ya da kimyasal
maddelerin inhalasyonu ile gelişen immun yanıtın neden olduğu bir
inflamatuar intertisyel akciğer hastalığıdır. Kuş besleyicisi hastalığı,
kanatlıların dışkı ve tüy antijenlerine bağlı gelişen bir hipersensitivite
pnömonisidir. Başta güvercin olmak üzere birçok kanatlı
hipersensitivite pnömonisi’ne neden olmaktadır. Burada güvercin
besleyicisi hastalığı tanısı konularak tedavi edilen bir subakut
hipersensitivite pnömoni olgusu sunulmaktadır. Otuz iki yaşında
erkek göğüs hastalıkları polikliniğine iki aydır olan efor dispnesi,
kuru öksürük, ateş, terleme, halsizlik ve kilo kaybı şikayetleri ile
başvurdu. Hastanın güvercin beslediği öğrenildi. Hastaya anamnez,
fizik muayene, solunum fonksiyon testleri, akciğer grafisi ve yüksek
rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografi bulguları ile güvercin besleyicisi
hastalığı tanısı konularak prednizolon tedavisi yapıldı. Sonuç
olarak, bu olguların erken tanı almaları, böylece gerekli önlemlerin
alınarak erken tedavi edilmeleri hastalığın kronik forma ilerlemesinin
önlenmesi bakımından büyük önem taşımaktadır.
Hypersensitivity pneumonia is an inflammatory interstitial lung
disease caused by immune response due to inhalation of various
organic and chemical substances. Bird fancier’s lung disease is a
hypersensitivity pneumonia which develops in response to organic
bird products. Hypersensitivity pneumonitis is caused by many birds,
especially pigeon. In the current case, the diagnosis was subacute
hypersensitivity pneumonitis. Thirty two year-old male was admitted
to chest diseases outpatient clinic due to two months of effort
dyspnea, dry cough, fever, sweating, fatigue and weight loss. The
patient has a history of pigeon feeding. The patient was diagnosed
as pigeon fancier’s lung disease by the help of the history, physical
examination, pulmonary function tests, chest radiography and highresolution
computed tomography findings, and he had prednisolone
therapy. As a result, an early diagnosis and then early treatment
after the necessary precautions are very important to avoid chronic
progress of these diseases.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartmaFatma Kaya, İlhan Çiftci, Ayşe Nazlı Seçkin
Olgu sunumu ÖzetiÇocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
A Rare Method For TakIng The Swallowed ForeIgn BodIes
out Of The ChIldren
Çocuğun çevresini tanımasının ve onunla ilişki kurmasının bir
yolu da, eline geçen her cismi ağzına götürerek tadına bakmasıdır.
Bu nedenle çocuklar hiç akla gelmeyecek tip ve büyüklükteki yabancı
cisimleri yutmaktadır. Yabancı cisim yutan büyük yaştaki çocukların
önemli bir bölümünde zeka özrü veya ruhsal sorunlar vardır. Klinik
olarak öksürük, dispne, ses kısıklığı, solunum güçlüğü, solunum
seslerinde azalma, ağızdan bol tükrük gelmesine neden olabilir.
Bu yabancı cisimler içerisinde madeni parayla sık karşılaşılır.
Yabancı cisim aspirasyonunda alternatif tedaviyi paylaşmak istedik.
Bu makalede dört yaşında, Down sendromlu bir hastada yabancı
cisim aspirasyonuna alternatif bir yaklaşım sunuldu. Müdahale
sırasında komplikasyon gelişmeyen hasta önerilerle taburcu
edildi. Çocukluk çağında yabancı cisim aspirasyonu sıktır. Yabancı
cisimlerin çoğunluğunu metal paralar oluşturmaktadır. Yabancı cisim
aspirasyonuna yaklaşımda hastanın kliniği, yabancı cismin tipi,
takıldığı yer, aspirasyon süresi ve müdahale şartlarına göre tedaviye
karar verilir. Tedavi yaklaşımını endoskopi, gözlem veya cerrahi
oluşturmaktadır. Acil müdahalenin gerektiği hastalarda foley kateter
ile balon ekstraksiyonu gibi alternatif yöntemler deneyimli cerrahlar
tarafından kullanılabilir.
One of the ways for the child to get familiar with its surrounding
environment and to build up relations with the same is bringing
any possible object to the mouth for tasting. Thus, the children
happen to swallow foreign bodies of sorts and sizes unimaginable.
A great portion of the grown up children swallowing foreign bodies
demonstrate mental deficiencies or psychological problems. The
clinic symptoms may be coughing, dyspnoea, hoarseness, breathing
difficulty, weakened respiratory sounds and hyper saliva in the
mouth. The foreign bodies are usually coins. We want to share an
alternative treatment in foreign body aspirations. In this article is
demonstrated an alternative approach for foreign body aspiration in
four years old patients with down syndrome. The patient developed no
complications during the medical intervention and discharged under
recommendations. Foreign body aspiration is common in childhood.
The majority of foreign bodies are coins. Approach to foreign body
aspiration in a patient’s clinical presentation, type of foreign bodies,
inserted in the aspiration time and the response shall be decided
to treatment according to the conditions. Approaching treatment
is endoscopy, observation or operation. In emergency alternative
methods can be used such as balloon extraction with foley catheter
by experienced surgeons.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Ötiroid Guvatırlı Hastalarda Preoperatif Değışık Yöntemlerle Aldosteron BaskılanmasıAdil Kartal, Yüksel Tatkan, Mehmet Metin Belviranlı, A. Erkan Ünal, Şakir Tekin, İrfan Tunç, Mehmet Akdoğan
Araştırma makalesi ÖzetiÖtiroid Guvatırlı Hastalarda Preoperatif Değışık Yöntemlerle Aldosteron Baskılanması
InhIbItIon Of Aldosteron By DIfferen1 Alethwh ApplIed Before And DurIng OperatIon$ In PutIents WIth EuthyroId GoItre
Cerrahi travmaya karşı gelişen aldosteron cevabının tuzlu serumların ameliyat öncesinde ve sonrasında verilmesiyle baskılandığı gösterilmiştir. Bu baskılama yöntemler kolesistektomili vakalarda yapılmıtır. Unıform tutulabilmeleri güç olan ötiroid hastalarda aldosteron inhibisyortu 21 hasta üzerinde çalışılarak araştırıldı. Literatürden farklı olarak aldosteron antdgonisti grubu oluşturuldu. Tuzlu serum ve agonist grup sonuçlarl kendi aralarında ve. şekerli serum grubunun sonuçlarıyla karşılaştırıldı. Tiroideluomi olgularında aldosteron inhibisyonu en çok aldosteron antagonisti grubunda, daha sonra da tuzlu serum grubunda görüldü.
It has been described that aldosteron response to trauma depressed by safin solıdion which were giyen before and during operation. These ınethody r f inhibition were applied tn patients undergoing cholecystectomy. iVe investigated inhibition aldosteron in 21 patients with euthyroid goitre which are difficult ta keep irt uniform. Unlike the liger4.2ture, wc constituted a group paiient adınin. istered aldosteron antagonim (Spironofacton). We compared the results of the groups Ivith each other. The results showed that increase of aldosteron could be inhibited by spironolackın and safin adminisration.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)Emine Göktaş, Ayşegül Zamani, Aynur Uğur Bilgin, Mahmut Selman Yıldırım
Olgu sunumu ÖzetiAkut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Del11q(13) Is A Rare CytogenetIc AbnormalIty In Acute MyeloId
leukemIa
Akut myeloid lösemi, 3-4/100000 insidans ile erişkinde en sık
görülen lösemi türüdür ve her yıl yeni tanı alan hastaların %20’sini
oluşturur. Hastalar; anemi, çabuk yorulma, düşük dereceli ateş,
bağışıklık sisteminde zayıflık gibi şikayetleri içeren geniş bir semptom
yelpazesine sahiptir. Akut myeloid lösemi tanısında sitogenetik
analiz anahtar tetkiktir ve akut myeloid lösemi hastalarındaki malign
hücrelerin çoğunda kromozom anomalisi mevcuttur. Bu çalışmada,
46,XX del11q(13) karyotip kuruluşuna sahip nadir bir akut myeloid
lösemi vakası sunuldu.
Acute myeloid leukemia is the most common type seen in adults
with 3-4/100000 incidence and accounting for %20 newly diagnosed
patients each year. Patient may present with a broad variety of
symptoms including low-grade fever, easy bruising, anemia, weakness
in immune system. Cytogenetic analysis is a key component in
diagnostic of acute myeloid leukemia. Chromosomal abnormality is
present in the majority of malignant cells in acute myeloid leukemia
patients. We presented a rare acute myeloid leukemia case with 46,
XX del11q(13) karyotype organization.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Vıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz OlgusuÖmer Böke, İshak Özkan, E. Böke Sarıçiçek, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi ÖzetiVıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz Olgusu
A Case Of PsychosIs Secondary To VItamIn B12 DefIcIeny
Vitamin B12 eksikligine baglt anemi ye nOrolojik belirtiler bilinmektedir. Bu yetersizlige bagli agir psikiyatrik belirtiler de rapor Bu yazida vitamin B12 eksikligine bagli anemi ve psikotik belirtilerin birlilae oldu:gubir olgu sunulmu4 ve literatiir eViginde vitamin B12 eksikligine Lag 11 psikiyatrik belirtiler ye bunlartn tedaviye yanıtları tartışılmıştır.
Anemia and neurologic symptoms due to vitamin B12 deficiency are well known. Severe psychiatric symptoms related with this deficiency are also reported. in this article a case with anemia and psychotic symptoms due to vitamin B12 deficiency is presented and psychiatric symptoms due to vitamin B12 deficiency, its respond to treatment are discussed with li-terature.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Multipl Sklerozun İmmünopatolojisiZehra Akpınar, Aysun Hatice Akça
Derleme ÖzetiMultipl Sklerozun İmmünopatolojisi
Immunopathology Of MultIple SclerosIs
Amaç: Multipl skleroz (MS) santral sinir sisteminin (SSS) immün aracılı hastalığıdır. Biz bu makalede MS’nin immünopatolojisinde çok farklı mekanizmalar ve kompleks etkileşimlerin önemli role sahip olduğunu vurgulayacağız. Ana Bulgular: MS’nin patogenezi çevresel uyaran ve genetik olarak yatkınlık arasında kompleks etkileşimin en iyi görünümüdür. MS inşamasyon, demiyelinizasyon, oligodendrosit apopitozu, remiyelinizasyon ve akson kaybıyla karekterizedir. SSS’nin farklı komponentlerine (miyelin striktürleri) karşı immün reaksiyon destrüktif proçesin başlamasında önemli role sahiptir. MS’de inşamasyon proinşamatuvar TH1 profilinde T hücrelerinin sayesindedir. Demiyelinzasyon, inşamasyonla oluşan çevrenin indirekt etkisi veya inşamatuvar hücrelerce miyelinin direkt hasarı neticesinde gelişebilir. Akson kaybı, hastalıkta MS lezyonlarının erken başlangıcında görülür. Sonuç: MS farklı immünopatolojik mekanizmalarla gelişir.
Aim: Multiple sclerosis (MS) is an immune- mediated disease of the central nervous system. We will emphasize in this article; very different mechanisms, and complex interactions have important role in immunopathology of multiple sclerosis. Main Findings: The pathogenesis of MS is best viewed as a complex interaction between genetically predetermined susceptibility markers and environmental stimuli. MS is charecterized by inflammation, demyelination, apoptosis in oligodendrocytes, remyelination, and axon loss. Immune reaction against different components of the central nervous system (particularly myelin structures) are thought to play an important role in the initiation of the destructive process. The inflammation in MS appears to be caused by an overactive pro-inflammatory TH1 profile in T cells. Demyelination can result as a consequence of direct damage to myelin by inflammatory cells or indirectly because of the enviroment produced by inflammation. Axon loss occurs in MS lesions starting early in the disease. Conclusion: MS occurs with different immünopathological mechanisms.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Selçuk Üniversitesi Öğrencilerinde Anemi Görülme SıklığıAhmet Ayar, Erkan İpekçioğlu, Ali Borazan, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi ÖzetiSelçuk Üniversitesi Öğrencilerinde Anemi Görülme Sıklığı
The Frequency Of The AnemIa Seen In The Students Of Selçuk UnIversIty
Bu çalışma ile; Selçuk Üniversitesi'nde 1999-2000 eğitim ve öğretim dönemindeki öğrencilerde anemi görülme sıklığını araştırmayı amaçladık. Tüm fakülte ve yüksekokulları temsil edecek öğrenci sayısı önceden belirlenerek, rastgele yöntemle 147 kız, 201 erkek, toplam 348 öğrenci seçildi. Öğrencilerden önce tam kan çalışıldı. Anemi tespit edilen vakalardan, periferik yayma yapıldı. Serum demiri, demir bağlama kapasitesi, transferrin saturasyonu, ferritin, B12, folat düzeyleri çalışıldı. Bu sonuçlara göre anemi tespit edilen tüm vakalar demir eksikliği anemisi ile uyumlu bulundu. Kırmızı küre ortalaması; kızlarda 4,606,530+460,790/mm3, erkeklerde 5,167,810+521,256/mm3 idi. Hb ortalaması, kızlarda 13.8±1.3 g/dl, erkeklerde 15.6±1.4 g/dl idi. Hct ortalaması, kızlarda %40.7±4.0, erkeklerde %45.2±4.7 idi. Kızlardaki KK, Hb, Hct ortalamalarındaki düşüklük istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.0001). Beyaz küre, MCV, MCH, MCHC, RDW, Plt ortalamalarında kızlar ve erkekler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Araştırmamızda anemi prevalansı, kızlarda %6.8, erkeklerde %5.47, toplamda %6.03 oranında bulundu. Kız/erkek oranı 1.24'dür. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Anemi tespit edilen tüm vakalarda serum demiri düşük, demir bağlama kapasitesi yüksek, transferrin saturasyonu düşük, ferritin seviyesi düşük, periferik yayma sonuçları demir eksikliği anemisi ile uyumlu idi. B12 ve folat düzeyleri normal sınırlar içerisinde bulundu. Bu çalışmanın sonuçları literatür ile uyumlu bulundu.
We aimed to investigate the frequency of the anemia seen in the students of Selçuk University in 1999-2000 educational year by this studying. 147 female and 201 male students (total 348) were chosen through the whole university students randomly to The results of this study was in accordance with literatüre as well. represent whole faculty and highschools as before determined the number of students to be investigated. Firstly complete blood count was studied. Peripheral blood smear was done to the findings of anemia. The level of serum iron, iron binding capacity, transferrin saturation, ferritin, B12, folat were established. According to these results, the whole occurance of anemia established was found İn accordance with iron deficiency. The average of red blood cells in giriş was 4,606,530±460,790/mm3, in males 5,167,810±521,256/mm3 and the average of hemoglobin in gir! was 13.8+1.3g/dl, in males 15.6±1.4 g/dl and the average of hematocrit in gir! was 40.7±4.0%, in males 45.2+4.7%. The low average in red blood cells, hemoglobin, hematocrit in females was found meaningfull as statistical (p<0.0001). The average of white blood cells, MCV, MCH, MCHC, RDW and platalets betvveen females and males could not be able to find the meaningfull difference (p>0.05). İn our survey; anemia prevalence ratio in females 6.8%, in males 5.4%, in whole students 6.3% was found. The ratio of females/males is 1.24. Betvveen the two groups could not be able find the meaningfull difference as stastical (p>0.05). The level of serum iron low, iron binding capacity high, transferrin saturation low, serum ferritin low, peripheral blood smear results at the whole occurance of anemia established were in accordance with the iron deficiency. The level of serum B12 and folat were found in normal range.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta 1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın DeğerlendirilmesiAyşe Gülhan Kanat Ünlüer, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi Özeti1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
The FIndIngs Of 539 AnemIc PatIents Who HospItalIzed
between 1996-2003
Bu çalışmada 1996-2003 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Servisinde
yatan ve anemisi olan 539 hastanın klinik ve laboratuar bulguları
değerlendirilmiştir. Çalışmamızda demir eksikliği anemisi 280 hasta
ile en sık görülen anemi sebebi olup kadınlarda 3 kat fazlaydı.
Menapoz öncesi dönemdeki kadınlarda en sık anemi oluşturan sebep
menometrorajiydi (%48). Menapoz sonrası dönemdeki kadınlarda
ve erkeklerde ise en önemli sebep gastrointestinal sistemden
kanamalardı. Hastalarımızda özofagogastroduodenoskopi ile kanama
oluşturabilecek lezyon görülme sıklığı kolonoskopinin 2,7 katı idi. B12
vitamini eksikliğine bağlı görülen megaloblastik anemiler 115 hasta ile
ikinci sıklıkta anemi sebebiydi. Otuziki hastada demir ve B12 eksikliği
birlikteydi. Hastalarımızın 21‘inde folik asit eksikliğine bağlı anemi
görülmüştü Çalışmamızda 28 hastada hemolitik,26 hastada aplastik
anemi mevcuttu. Kronik hastalık anemisi 27 hastada görülmüştü. Dört
hastamızda refrakter anemili miyelodisplastik sendrom, 6 hastamızda
da kronik böbrek yetersizliğine bağlı anemiydi. Araştırmamız yatan
hastalarla ilgilidir. Anemi bütün sistemleri etkileyen, pek çok
hastalığın kötüye gitmesine yol açan bir bulgudur. Bu sebepten
önemli bir sağlık sorunudur.
In this study, the clinical and laboratory findings of 539 anemic
patients who were hospitalized between 1996 and 2003 in Hematology
inpatient clinics of Internal Medicine Department in Selçuk University
Meram Medical Faculty, were evaluated. In our study the most
common anemia was Fe deficiency anemia, there were 280 patients,
it was seen three-fold more in women. In premenapausal period,
menomethrorhagea was the most common cause (48%) in women.
Among postmenapausal women and men, the most gastrointestinal
hemorrhageas. In our patients, the rate of lesions which might bleed
observed in colonoscopy. The second common cause of anemias
was vit B12 deficiency causing megaloblastic anemias. In our study,
cobalamine deficiency was detected in 115 patients.Thirty two
patients had both Fe and vit B12 deficiencies. Twenty one patients
had folic acid deficiency anemia. In our study, 28 patients had
hemolytic. Twentysix patients had aplastic anemia. Twenty seven
patients had chronic disease anemias. Four female patients had
myelodysplastic syndrome with refractory anemia and 6 patients had
anemia due to chronic kidney failure. Our study was carried out in
inpatient clinics. Anemia, affecting all systems, makes many diseases
worse. That’s why, it’s an important health problem.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve KomplikasyonlarTamer Baysal, Sevim Karaaslan
Derleme ÖzetiSiyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
The HematologIcal SIgn And ComplIcatIons Of CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Amaç: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklarında hematolojik belirti ve bulgular derlenmiştir. Ana bulgular: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı hastalarda hematolojik yan etkilerin görülme ihtimali yüksektir. Polisitemi, trombositopeni, faktör eksiklikleri, demir eksikliği anemisi ve yaygın damariçi pıhtılaşması gibi birçok bulgu ve belirtiler bildirilmiştir. Siyanotik doğumsal kalp hastalarında azalmış arteriyel oksijen saturasyonu hemoglobin ve hematokrit değerlerinde kompanzatuar artışlara yol açar. Eritrositoz siyanotik doğumsal kalp hastalarında yeterli oksijenizasyonu sağlamak için ortaya çıkan bir cevaptır. Ancak hematokrit değerleri çok artmış hastalarda hiperviskozite bulguları ortaya çıkabilir. Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklarda demir eksikliği hemoglobin değerleri yüksek olduğu için gözden kaçabilir. Hemostatik anormalliklerin zamanında tespiti ve uygun tedavi yaklaşımları ile yan etkiler azaltılabilir. Sonuç: Siyanotik doğumsal kalp hastalığı olan çocuklar hem tromboz hem de kanamaya eğilimlidir. Bu çocukların hematolojik açıdan takipleri az ilgi çekmektedir. Bu hastalara yönelik olarak pratik tedavi yaklaşımları geliştirilmediği için siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklara yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: This review sought to determine the relationship between cyanosis and hematological signs and findings. Main finding: Patients with cyanotic congenital heart disease are succeptible to develope hematological side effects. Several findings, including polycytemia, thrombocytopenia, factor deficiencies, iron-deficiency anemia and disseminated intravasculary coagulation have been reported. Decreased arterial oxygen saturation in cyanotic congenital heart disease causes compensatory kurise in hemoglobin and haematocrit levels. Erythrocytosis is an adaptive response to improve oxygen transport in cyanotic congenital heart disease. However, at highly increased haematocrit levels patients may experience hyperviscosity symptoms. Iron-deficiency in cyanotic congenital heart disease patients is often overlooked due to elevated hemoglobin concentrations. The detection of a hemostatic abnormality and its correction by appropriate therapy are likely to minimize the side effects. Results: Children with cyanotic congenital heart disease are prone to both thrombosis and hemorrhage. Hematological management of cyanotic congenital heart disease has received little attention. The lack of practical therapeutic guidelines forced us to consolidate our observations on patients with cyanotic congenital heart disease.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Yenidoğan İşitme Tarama SonuçlarımızMithat Arıcıgil, Ali Rıza Ulutaş, Abitter Yücel, Hamdi Arbağ
Araştırma makalesi ÖzetiYenidoğan İşitme Tarama Sonuçlarımız
Our Newborn HearIng ScreenIng Outcomes
İşitme kaybı insanlarda en sık görülen anomalilerden birisidir.
İşitme yaşamın ilk yıllarında konuşma ve kognitif fonksiyonlar için
gerekli olduğundan işitme kaybının erken tanı ve erken amplifikasyonu
çok önemlidir. Çalışmamızda Ocak 2011-Temmuz 2012 tarihleri
arasında Konya Beyhekim Devlet Hastanesinde yapılan yenidoğan
işitme tarama testlerinin sonuçlarını yayınladık. 2-7 gün arasındaki
yenidoğanlara tarama Oto Akustik Emisyon testi ile işitme taraması
yapıldı. Testi geçemeyen bebeklere 14 gün sonra kulak burun
boğaz muayenesi ve test tekrarı yapıldı. Testi tekrar geçemeyen
yenidoğanlar referans merkezine sevk edildi. Ocak 2011-Temmuz
2012 tarihleri arasında 3167 yenidoğan tarandı. 3167 bebekten 310’u
(%9.78) ilk tarama testini geçemedi, ikinci test sonrası testi tekrar
geçemeyen 5 hasta (%0.15) referans merkezine sevk edildi. İşitme
tarama programlarının, işitme kaybının erken dönemde saptanarak
tedaviye başlanması açısından tüm yenidoğanlara yapılmasını
önermekteyiz
Hearing loss is one of the most commonly seen abnormalities
in people. Hearing is essential for speech and cognitive functions
during the first years of life and therefore early diagnosis and
amplification is important. In our study we published the hearing
screening results of newborns collected from Konya Beyhekim State
Hospital between January 2011 and July 2012. Newborns between
the ages of 2-7 days were screened with a otoacoustic emission
hearing test. Newborns who failed in the test had an ear,nose and
throat reexamination and the test also redone after 14 days. Those
who failed the second test were referred to a health reference center.
3167 newborns were screened between January 2011 and July 2012.
310 (9.78%) newborns failed the first test. 5 (0.15%) newborns who
failed the second test were referred to a health reference center. We
advocate hearing screening programs for all newborns as hearing
loss is identified and treated earlier
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Klor Gazı İnhalasyonuna Bağlı Bronş HastalığıHüseyin Çiçek, Şerife Nur Sağmanlıgil, Savaş Yaşar, Oktay İmecik
Araştırma makalesi ÖzetiKlor Gazı İnhalasyonuna Bağlı Bronş Hastalığı
Klor, güçlü, bir oksidan ajandır. Değişik durumlarda klor gazına maruziyet olabilir. Endüstriyel artıklardan su arıtma ve taşınması sırasında, yüzme havuzlarından, ev temizlik maddelerinden inhalasyon olmaktadır. Solunum yollarına toksik etki gösterir ancak akut veya kronik maruziyetten sonra akciğer fonksiyonlanna kronik etkisiyle il-gili yeterli bilgi yoktur. Klor inhalasyonu sonucu minör mukozal cevaptan diffüz alveoler hasara kadar değişik klinik durumlar görülebilir. Hızla akciğer ödemi ve intertisyel pnömoniye yol açarak akut hipaksik solunum yetmeziiğine neden olabilir. lnhalasyondan sonra yapılan solunum fonksiyon testlerinde hava yolu obstrüksiyonu ve hava hapsi dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı klor gazı kurbanlannda yapılan takıplerde birçok kişide astma, kronik bronşit ve amfizem geliştiği görülmüştür. Bizim olgulanmızda klor gazı inhalasyonundan sonra yaygın bronş inf-lamasyonu ve hiperreaktivitesi ortaya çıkmış, hava yolu obstrüksiyonu geliştiği gözlenmiş, gelişen hava yolu obstrüksiyonu tedaviye cevap vermiştir.
Chlorine is a strong oxidizing agent. There are several forms of exposure: industrial leaks, environmental re-leases occurring prirnarily in transport or water purification swimming pool-related events and houselhold-cleaning product misadventures. The toxic effect of inhaled chlorine gas on the respiratory tract has been known but there is insufficient evidence ta conclude that there is a chronic impairment of pulmonary function after acute or chronic exposure. Chlorine inhalation may manifest any of the full spectrum of pulmonary irritant effects, from minor mucosal response ta diffuse alveoler damage, may rapidly cause pulmonary edema and interstitial pne-umania, leading to acute hypoxemic respiratory failure. Pulmonary function tesis obtained following inhalation were most notable for airflow obstruction and air trapping. Follow up studies of World War 1 chlorine gas victims indicate that many of the survivors were subsequently disabled by asthma, chronic bronchitis and emphysema. fn aur cases, following chlorine gas inhalation widespread bronchial inflammation and hyperreactivity, and airway obstruction occurred. Airway obstruction resporıded to medicai treatment.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta External Otitin Nadir Bir Nedeni: Achromobacter XylosoxidansMehmet Fatih Garça, M. Zeki Erdem, M. Reşat Ceylan, Hafit Gür, Ahmet Faruk Kıroğlu
Olgu sunumu ÖzetiExternal Otitin Nadir Bir Nedeni: Achromobacter Xylosoxidans
A Rare Cause Of External OtItIs: Achromobacter XylosoxIdans
Dış kulak yolu kanalının bakteriyel kaynaklı nadir enfektif
etkenlerden biri Achromobacter xylosoxidans’dır. Bu bakteri grubu
insanda enfeksiyon ajanı olarak nadiren görülmesine karşın su
ile ilişkili çevrelerde sıklıkla karşılaşılır. Enfeksiyonların çoğu
nozokomiyal kaynaklıdır. Diyaliz sıvıları, distile veya deiyonize
sular, musluk suları, klorheksidin solüsyonları ve intravenöz sıvılar
enfeksiyon kaynakları arasında sayılabilir. Hastalık genellikle altta
yatan başka hastalıktan dolayı immün direnci bozulmuş hastaları,
immünsüpresan kullanan hastaları, prematüre bebekleri veya
travmaya bağlı immünitesi bozulmuş organları etkileyebilir. Uzun
süre kortizon içerikli damla kullanmış kulaklarda dirençli external
otit varlığında Achromobacter xylosoxidans’a bağlı external otit
düşünülmelidir. Tedavide klasik antibiyoterapi etkisizdir. Trimetoprimsulfametoksazol,
III kuşak sefalosporinler ve antipseudomonal
penisilinler (piperasilin, tikarsilin ve karbapenem) kullanılmalıdır.
One of the rare infective factors of bacterial origin from the external ear canal is Achromobacter xylosoxidans. Although in this group of bacteria as the agent of infection in human rarely seen, this bacteria often encountered associated with water environments. Those most infections are nosocomial origin. Sources of infection include dialysis fluids, distilled or deionized water, tap water, chlorhexidine solutions and intravenous fluids. The disease usually affects patients due to other underlying disease, impaired immune resistance, using immunosuppressants, premature babies or organs impaired immune resistance due to trauma. Ear drops containing cortisone used for a long time in the presence of resistant external otitis external otitis due to Achromobacter xylosoxidans’a should be considered. Classical antibiotic treatment is ineffective. Trimethoprim-sulfamethoxazole, third-generation cephalosporins and antipseudomonal penicillins (piperacillin, ticarcillin, and carbapenems) ‘s should be used.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk VakaAyşenur Akın, Zafer Bağcı, Salih Güler, Derya Arslan
Olgu sunumu ÖzetiTroponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Iron Intoxıcatıon CausIng Troponın ElevatIon: Fırst Case Reported From Our Country
Demir daha çok demir eksikliği anemisinde kullanılan bir ilaçtır. Demirin yüksek dozlarda kullanımı multisistemik bir etkiye neden olabilmektedir. İntoksikasyon gelişen olgularda semptomlar yutulan demirin miktarına bağlıdır. Minimum toksik doz ve ölümcül demir dozları kesin olarak bilinmemektedir. Ancak hayatı tehdit edebilecek düzeyde olan yan etkileri kalp ve karaciğer üzerinde görülmektedir. Bu makalede 16 yasında suisid amaçlı 720 mg; 12mg/kg/doz ‘unda demir preperatı alan bir olgu sunuldu. Herhangi bir şikâyeti olmayan ancak klinik açıdan takip edilen hastanın taburculuğu planlanırken yapılan kontrol kan tetkiklerinde troponin değerinde yükselme görülmesi üzerine takibine devam edildi. Fizik muayene, Elektrokardiyogram (EKG), Ekokardiyografi (EKO) bulgusu olmayan ve demir şelasyon endikasyonu bulunmayan ve takibinde troponin düzeyinde gerileme saptanan hasta önerilerle taburcu edildi. Nadir görülen bir durum olan kardiyak etkilenme olması ve ülkemizden bildirilen ilk vaka olması nedeniyle ilacın toksisite durumundaki etkileri literatür eşliğinde tartışıldı.
Iron is a medication that is used more in iron deficiency anemia. The use of iron in high doses can cause a multisystemic effect. The toxicity of iron depends upon the amount of elemental iron ingested. The minimum toxic dose and the lethal doses of iron are not firmly established. However, side effects that may be life-threatening are seen on the heart and liver. This paper presents a 16-year-old patient who used 720 mg; 12mg / kg / dose preparation of iron for suicide purposes. The control blood tests performed while planning the discharge of the patient, who had no complaints but were followed up clinically, continued to be followed up because of the increase in the value of troponin. The patient who has no record of physical examination, electrocardiogram (ECG), echocardiography (ECO) and indication for iron chelation and in whose troponin level a decrease was diagnosed in the monitoring was discharged with recommendations. Due to the rare occurrence of cardiac involvement and being the first case reported in our country, the effects of the drug on toxicity were discussed in the light of the literature.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Kanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen FaktörlerRuhuşen Kutlu, Selma Çivi, Melih Cem Börüban, Ayşe Demir
Araştırma makalesi ÖzetiKanserli Hastalarda Depresyon Ve Yaşam Kalitesini Etkileyen Faktörler
DepressIon And The Factors AffectIng The QualIty Of LIfe In Cancer PatIents
Bu tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, kanserli hastalarda depresyon ve yaşam kalitelerini değerlendirmek amacı ile yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilimdalında 1-30 Mart 2008 tarihlerinde tedavi gören 102 kanserli hasta oluşturmuştur. Yaşam kalitesini ölçmek için WHOQOL-Brief kullanılmıştır. Depresyon durumu Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile değerlendirilmiştir. Hastaların %57.8’i erkek (n=59), %42.2’si kadın (n=43), yaş ortalamaları 49.7±15.2 idi. Hastaların BDÖ ortalaması 12.4±9.9 (min=0, max=48) olarak tespit edildi. BDÖ’ ne göre sırasıyla %47.1’i (n=48) normal, %21.6’sı (n=22) hafif, %18.6’sı (n=19) orta, %12.7’si (n=13) şiddetli derecede depresyonda idi. Kanserli hastaların cinsiyeti, mesleği, eğitimi ve medeni durumu depresyonu etkilememişti (p>0.05). Yaşam kalitesi skorları ile depresyon durumu karşılaştırıldığında genel sağlık ve yaşamdan memnuniyet (p=0.000), genel sağlık ve yaşam kalitesi (p=0.000), fiziksel sağlık (p=0.011), sosyal ilişkiler (p=0.000), psikolojik sağlık (p=0.000) ve çevre alanı (p=0.000) depresyon olmayanlarda depresyon olanlara göre istatistiksel olarak önemli derecede yüksek idi. Kanser hastalarının yaşam kalitelerinin ölçülmesi hem hastalığı daha iyi tanımamıza yardım edecek, hem de tedavi yanıtlarının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon major sorunlar olup, bunların üstesinden gelmek için bu problemleri anlamak gerekir ve psikolojik yardım esastır.
This descriptive and cross sectional study was conducted to assess the depression and the quality of life (QoL) in cancer patient. The sample of the study consisted of 102 the patients with cancer, treated at Medical Oncology Department of, between 1-30 March 2008. WHOQOL –Brief was used to evaluate the patients’ quality of life. Depression status was evaluated with Beck Depression Inventory (BDI). Of the interviewees, 57.8% were male (n=59), 42.2% were female (n=43), and the mean age was 49.7± 15.2. The mean value of Beck depresyon was found as 12.4±9.9 (min=0, max=48). According to the BDI, 47.1% (n=48) were normal, 21.6% (n=22) mild, 18.6% (n=19) moderate and 12.7% (n=13) were severely depressed respectively. The gender, occupation, education and marital status of the people with cancer had not effected the depression (p>0.05). When we compared the QoL scores and depression status, there was a significant difference in perception of overall health and the satisfaction from life (p=0.000), general health and quality of life (p=0.000), physical health (p=0.011), social relationships (p=0.000), psychological health (p=0.001)) and environmental (p=0.000) between the depressive people and non-depressive ones statistically. Assessing quality of life in cancer patient will provide better understanding of the disease and will improve the evaluation of the therapy response. Anxiety and depression are the major concerns in cancer patient and it is necessary to understand these problems in order to cope with them, and psychological aid is essential.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik PurpuraOsman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar
Olgu sunumu ÖzetiGebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Recurrent ThrombotIc ThrombocytopenIc Purpura In Pregnancy
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), hemolitik anemi ve trombositopeni ile karakterize olup klinik tabloya sıklıkla ateş, nörolojik bulgular ve böbrek yetmezliğinin eşlik ettiği gebelikte görüldüğünde ise ciddi ve mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Gebeliğin bazı hastalıkları ile karışabilmektedir. Erken tanı konulması maternal ve fetal sağlık açısından son derece önemlidir. Biz bu makalemizde kliniğimize kontrol amaçlı başvuran, 23 yaşında ve 23 haftalık intrauterin ex gebeliği saptanan, 2 yıl önce ilk gebeliğinin de 19 haftalık iken intrauterin ex olup sonlandırıldığı öğrenilen ve her iki gebeliğinde de TTP tanısı alan bir olguyu sunduk.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a clinical condition characterized by hemolytic anemia and thrombocytopenia. The condition is usually associated with fever, neurological findings and renal failure. When it occurs in pregnancy, it is a serious disease with high mortality rate. It may become confused with some diseases of pregnancy. Early diagnosis is very important for maternal and fetal health. In our article we present 23 years old patient with 23 weeks intrauterine dead fetus presented to our clinic for control. She had her first pregnancy before 2 years and it was terminated on the 19th week because of intrauterine death. She had the diagnosis of TTP in her both pregnancies.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Sağlık Ocaklarında Çalışan Sağlık Personelinin Mesleki DoyumuSaid Bodur
Araştırma makalesi ÖzetiSağlık Ocaklarında Çalışan Sağlık Personelinin Mesleki Doyumu
Job SatIsfactIon Of Health Staff WorkIng At PublIc Health Centers
Amaç: Bu çalışma, sağlık ocaklannda çalışan sağlık personelinin iş doyum düzeylerini ve iş doyumunu et-kileyen faktörleri belirlemek amacıyla yapıldı. ll/lateryal ve metod Çalışma, bir kesit araştırması olup 1997 yılında Konya ilinde yapıldı. Küme örnekleme yöntemiyle belirlenen 27 sağlık ocağındaki 153 sağlık personeline Min-nesota iş Doğum Ölçeğinin kısa forma uygulandı. iş doyum puanı ortalaması genel olarak ve demografik özelliklere göre hesaplandı. Ayrıca, iş doyumunu oluşturan her konu için 'hoşnut' olanların oranları hesaplandı. Bulgular: Genel olarak sağlık ocağı personelinin % işinderı hoşnut olduğu belirlendi ve iş doyum puanı ortalaması 3.75iti. iş doyumunun yaş, cinsiyet, evlilik durumu, görev süresi ve görev yerinden etkilenmediği be Ebelerin hoşnutluk oranı diğerlerinden daha düşük bulundu. Sağlık personelinin iş doyumunu olumsuz yönde etkileyen en önemli etkenler çalışma şartları ve aldıkları ücretfi. Sonuç: Bu çalışmanın bulgulanna göre sağlık ocağı personelinin iş doyum düzeyinin düşük olduğu saptanmıştır. Başta çalışma şartları ve ücret olmak üzere iş doyumunu olumsuz etkileyen faktörler düzeltilmelidir.
Objective: This paper was aimed ta identify job satisfaction and its sources among health staffs (general practitioners, midwife, nurse, health functionary) working at public health centers. Materials and methods: In 1997, a self-administered questionnaire (Short form of Minnesota Satisfaction Questionnaire) was used for 153 health staffs who were working at 21 public health centers selected with cluster sampling in Konya province. Glo-bal satisfaction score was calculated generally and according ta demographic features. For each item which is constituted job satisfaction the ratio of health staff isafisfied' was calculated. Results: The percentage of health staff satistied was 59.5% and the average of global satisfaction score was 3.75. There was no relation between global satisfaction score and person's age, Bender, marital status, location of practice and job duration. The mid-wifes were less dissatisfied than the others. The working environrrıent and income were the most important fac-fors of dissatisfaction. Conclusion: According to the results health staffs working at public health center have low satisfaction score. The working condition and income salaries should be improved and the other matters which originates dissatisfaction must be considered.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Adolesan Donemindeki Ogrencılerde Boy Uzunlu6u, Vccut Agırlı6ı, Hemoglobın Ye Serum Demir Duzeyı 15lcumlerinin Karsılastırmalı İncelenmesıNesrin Hadimli, Sennur Demirel, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi ÖzetiAdolesan Donemindeki Ogrencılerde Boy Uzunlu6u, Vccut Agırlı6ı, Hemoglobın Ye Serum Demir Duzeyı 15lcumlerinin Karsılastırmalı İncelenmesı
Adolescence HeIght, WeIght, HemoglobIn, And Serum Iron Levels A ComparatIve InvestIgatIon
Bu calışmada. Kadıköy Anadolu Lisesi giirrdiizlri re Gii:el Sanatlar Anadolu Lisesi yattlt. 16 ya,y grubu. ve erkek 35'er ogrencide boy, kilo, he-moglobin ve serum demir dikeylerilerek. de-:Oder karplaittrmali olarak incelenmictir. ve yank kr: ve erkek ogrencilerin boy. ve hemoglobin degerkri m-astndaki farkm istalistiksel olarak onem taltmadigt (P>0.05). sadece t`• atrlt erkek Orencileri► serum demir dfizeyleri arasmda anlamh bir farklatk oldubt belirlenmivir (P<0.001).
Teenagers. 16 years age groups; 35 male and female students each from Kadtkay Anatolian High School and Fine-Art Anatolian Boarding High Scho-ol were included for this study. Their heights. body weights. hemoglobin. arm serum iron levels were de-termined. The values were compared for boarding and regular students. Except the serum iron levels (P<0.001) the other measurements did not differ each other significantly (p>0.05).
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin YeriTülin Demir, Bağnu Orhan
Araştırma makalesi ÖzetiKırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Seroprevalence Of BrusellosIs In KIrsehIr ProvInce And SIgnIfIcance Of SerologIcal And BIochemIcal Tests In The DIagnosIs Of BrucellosIs
Bruselloz enfekte hayvanların sıklıkla et ve sütlerinin tüketimi ile insanlara bulaşan; ateş, kas ve eklem ağrıları ile seyreden bakteriyel zoonotik bir hastalıktır. Çoğu laboratuvarda kan kültürü yapılamaması, bakterinin yavaş üreme özelliği göstermesi ve antibiyotiklerden etkilenmesi nedeniyle tanıda Rose Bengal plate aglutinasyon (RBPA) ve tüp aglutinasyon testi gibi serolojik test yöntemleri kullanılmaktadır. Enfeksiyon seyrinde biyokimyasal parametrelerde değişimler de izlenmektedir. Bu çalışmada, bölgemizdeki bruselloz seroprevalansı Rose Bengal ve standart tüp aglutinasyon (STA) testi ile belirlendi ve bruselloz olarak tanımlanan hasta serumlarında biyokimyasal değerlerdeki değişimler incelendi. Bruselloz ön tanısı ile mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen 4041 hasta serumundan 144’ünde Rose Bengal testi pozitif olarak saptandı. Bunların 121’inde ise STA testi ile 1/160 ve üzeri titre tespit edildi. Çalışma grubumuzda bruselloz seroprevalansı %2,99 olarak belirlendi. Bu örneklerin 98’inde (%81) C-reaktif protein (CRP), 66’sında (%54,5) eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), 29’unda (%24) alanin aminotransferaz (ALT) ve aspartat aminotransferaz (AST) yüksek olarak belirlendi. Ayrıca olguların 11’inde (%9,1) lökositoz, 12’sinde (%9,9) lökopeni, 46’sında (%38,1) anemi ve 53’ünde (%43,8) trombositopeni mevcuttu. STA titresi arttıkça CRP seviyesinde paralel bir yükselme olduğu, lökosit ve trombosit sayısının düştüğü saptandı. Sonuç olarak, özellikle serum CRP düzeyinin bruselloz tanı ve takibinde faydalı bir biyokimyasal test parametresi olabileceği düşünülmektedir.
Brucellosis is a bacterial zoonotic disease with the major symptoms such as fever, joint and muscle pain generally caused by consumption of meat and milk of infected animals. Serological test methods such as Rose Bengal plate agglutination (RBPA) and standart tube agglutination test, are used in the diagnosis of brucellosis because of the lack of availability of blood culture in several laboratories, the low growth rate and ease to be effected by antimicrobials of the bacteria. Variations in biochemical parameters could be seen in the course of infection. In this study, seroprevalence of brucellosis in our region was determined by Rose Bengal and standart tube agglutination tests, and variations in biochemical parameters of the sera defined as positive for brucellosis were also evaluated. Rose Bengal test was found to be positive for 144 out of 4041 patient sera send to Microbiology Laboratory with the initial diagnosis of brucellosis. Among these sera, agglutination titer of 1/160 and over was detected in 121 samples. Seroprevalence for brucellosis was 3.56% for our study group. Among patient sera found to be positive in STA, 98 (81%) showed increase in C-reaktif protein (CRP) level, 66 (54.5%) in erytrocyte sedimantation rate (ESR), 29(24%) in alanin aminotransferase (ALT) and aspartat aminotransferase (AST). Additionally, leucocytosis was seen in 11 (9.1%), leucopenia in 12 (9.9%), anemia in 46 (36%) and thrombocytopenia in 53 (43.8%) patient sera. As STA titer increased CRP level had a paralel rise, but the platelet and leukocyte number decreased. In conclusion, especially serum CRP level could be a useful biochemical test parameter for the diagnosis and follow-up of brucellosis.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Demir Eksikliği Anemisi Tespit Ettiğimiz Vakaların Klinik Değerlendirilmesi: 203 VakaŞamil Ecirli, Ali Borazan, Hakkı Polat
Araştırma makalesi ÖzetiDemir Eksikliği Anemisi Tespit Ettiğimiz Vakaların Klinik Değerlendirilmesi: 203 Vaka
ClInIcal AnalysIs Of The Our ConfIrm Cases Of Iron DefIcIency AnemIa:203 Cases
Bu çalışmada, kliniğimizde Ocak 1996-Haziran 2000 yıllan arasında yatırılarak tetkik ve tedavi edilen 203 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların 143’ü kadın (K), 6O’ı erkek (E) ve yaş ortalaması K’larda 45.09±17.11 yıl, E’lerde 58.43±14.75 yıl idi. Hastaneye yatırıldıkları esnada ortalama eritrosit K’larda 3.673.007±677.929/mm3, Elerde 3.520.333±780.210/mm3, Hemoglobin ortalaması K’larda 8.49+2.2 g/dl, E’lerde 7.42±2.3 g/dl, Hematokrit ortalaması K’larda % 27.1 ±6.3, E’lerde % 23.9+6.3, ortalama eritrosit hacmi K’larda 70.2±9.3 fl, E’lerde 66.9±10.4 fl bulundu. Serum demiri K’larda 27.66±8.5 mcg/dl, E’lerde 25.97+8 mcg/dl iken Serum demir bağlama kapasitesi K’larda 383.94±56.11 mcg/dl, E’lerde 389.72±48.4 mcg/dl, serum ferritin düzeyi K’larda 4.73+3.3 ng/ml, E’lerde 5.05±3.3 ng/ml olarak bulundu. En sık demir eksikliği anemisi sebebi K’larda kronik gastrointestinal ve jinekolojik kanamalar, E’lerde kronik gastrointestinal kanamalar idi.
İn this study, totally 203 patients with iron deficiency anemia who had been hospitalised and became therapy in our department between January 1996-June 2000 were examined. Of the patients143 were female and 60 were male, mean age was 45.09+17.11 year in females and 58.43+14.75 year in male. The mean values of erythrocyte were 3.673.007±677.929/mm3 İn females, 3.520.333±780.210/mm3 in males, haemoglobin was 8.49+2.2 g/dl in females, 7.42±2.3 g/dl in males, hematocrit was 27.1+6.3 % İn females, 23.9+6.3 % in males, mean corpusculer volüme was 70.2±9.3 fl in female, 66.9+10.4 fl in males, serum iron was 27.66±8.5 mcg/dl in females, 25.97+8 mcg/dl in males, serum iron binding capacity was 383.94±56.11 mcg/dl in females, 389.72±48.4 mcg/dl in males, serum ferritin was 4.73+3.3 ng/ml in females, 5.05±3.3 ng/ml in males. Chronic gastrointestinal bleeding and gynecologic bleeding were found to be the most commen causes of iron deficiency anemia in females vvhereas chronic gastrointestinal bleeding in males.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik DeğerlerSelim Karahan, Şamil Ecirli, Süleyman Türk
Araştırma makalesi ÖzetiKomplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
HematologIc Values In UncomplIcated PeptIc Ulcer
1987 yılında S.Ü.T.F. Îç Hastalıkları ABD po-likliniğine başvuran hastalar arasında radyolojik tet-kik, anamnez ve klinik ile desteklenerek seçilen 33 peptik ülserli hastada hematolojik değerler incelendi. Hastaların kanama geçirmemiş olması ile gaitada gizli kan ve parazit olmaması koşulları arandt. Bu hasta grubu peptik ülseri ve gastrik şikayetleri ol-mayan, anemi yapacak bir hastalığı bulunmayan 10 normal kişi ile kıyaslanarak incelendi. Yapılan ince-leme sonunda hasta grubunda normallere oranla he-moglobin, kırmızı küre, hemotokrit sayımlarında çok hafif düşüklük; serum demiri ve demir bağlama kapasitesi değerlerinde de belirgin farklılıklar ortaya konuldu.
In 33 patients with peptic ulcer which were included by radiologic and clinic examination and history were evaluated for hematologic values. These patients should not have a history of gastrointestinal hemorrhage and occult blood and parasites in stool. These patients group were compared with 10 normal people who had not peptic ulcer and gastric compliants and no prominent anemia. At the end of the study; the patient group had a ligde dillerence from the normal group in 1lb, red blood cell count, PCV. There was important dillerence between the values of iron and total Iran binding capacity.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Sıçanlarda Fruktoz Ve Demir Aracılı Steatohepatit ModeliMuharrem Keskin
Araştırma makalesi ÖzetiSıçanlarda Fruktoz Ve Demir Aracılı Steatohepatit Modeli
Fructose- And Iron-MedIated Model Of SteatohepatItIs In Rats
Amaç: Bu çalışmada, sıçanlarda fruktoz ve demir aracılığıyla insan fenotipine yakın bir steatohepatit modeli oluşturulması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada 90 adet 1,5-2 aylık Wistar-Albino cinsi dişi sıçanlar randomize bir şekilde 30' lu 3 gruba ayrılmıştır. Ad libitum beslenen kontrol grubu, içme suyu içinde %60 konsantre fruktoz çözeltisi verilen fruktoz grubu ile içme suyu içinde %60 konsantre fruktoz çözeltisi ve ikişer haftalık aralıklarla parenteral demir uygulanan fruktoz-demir grupları çalışılmıştır. Tüm gruplara günlük eşit miktarda kalori verilmiştir. İkişer haftalık aralıklarla (2., 4., 6., 8. ve 10. haftalarda) tüm gruplardan 5’er sıçana laparotomi uygulandıktan sonra karaciğer ve kan örnekleri alınarak biyokimyasal ve histopatolojik progress değerlendirilmiştir.
Bulgular: On haftalık çalışma sürecinde hiçbir grupta karaciğer yağlanması ve fibrozisi saptanmamıştır. Fruktozla beslenen sıçanlarda hepatosellüler balonlaşma skorları kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulunmuştur (p<0,001). Fruktoz ve fruktoz-demir gruplarında kontrol grubuna göre serum AST ve ALT değerlerinde yükselme saptanmamıştır. Fruktoz-demir grubunda 10. haftada kontrol ve fruktoz gruplarına göre ferritin düzeyi anlamlı yüksek saptanmıştır (p<0,001). Ayrıca histopatolojik olarak 4. haftadan itibaren fruktoz-demir grubunda karaciğerde demir birikimi de saptanmıştır.
Sonuç: Genç ve dişi sıçanlarda %60 konsantrasyonda fruktozlu içme suyuyla ve demir yüklemeyle 10 haftalık süreçte biyokimyasal ve histopatolojik steatohepatit modeli oluşturulamamıştır. İnsan fenotipine yakın bir steatohepatit modeli oluşturabilmek için en az 16 haftalık bir süreyle yetişkin erkek sıçanlarda çalışılması, yeterli hidrasyon ve beslenmenin sağlanabilmesi için de fruktozun yemle kombine edilerek verilmesi daha uygun görünmektedir.
Background: The aim of this study was to develop a fructose- and iron-mediated model of steatohepatitis, which is similar to the human phenotype.
Methods: We randomly divided ninety 1.5 months old female Wistar-Albino rats into three groups. All three groups contained 30 rats in each group and 5 subgroups per group. While the control group was fed ad libitum, the fructose group’s feed consisted of 60% fructose in drinking water and that of the fructose-iron group consisted of 60% fructose in drinking water along with intraperitoneal administration of iron every 2 weeks. We performed laparotomies at 2-week intervals (at 2, 4, 6, 8, and 10 weeks) in all subgroups.
Results: None of the groups had hepatosteatosis or fibrosis at the end of the 10th week. Hepatocellular ballooning scores were significantly higher in the fructose-fed groups than in the control group (p<0.001). At 10th week serum ferritin levels in the fructose-iron group were significantly higher than those in the control and fructose groups (p<0.001). Iron accumulation in the rat liver was observed in the fructose-iron group histopathologically by the 4th week.
Conclusion: Chemically and histopathologically, a model of steatohepatitis can not be developed in young and female rats with 60% concentrated fructose feeding and administration of iron for 10 weeks. To develop a model of steatohepatitis resembling the human phenotype, it is more advisable and feasible to use adult male rats fed meals combined with fructose in order to maintain adequate hydration and nutrition for at least 16 weeks.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniklerinde Yatan Hastalarda Hastane Enfeksiyonuna Neden Olan Mikroorganizmalar Ve Antibakteriyellere DuyarlılıklarıA. Zeki Şengil, Hatice Özenci, Emine İnci Tuncer
Araştırma makalesi ÖzetiSelçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Kliniklerinde Yatan Hastalarda Hastane Enfeksiyonuna Neden Olan Mikroorganizmalar Ve Antibakteriyellere Duyarlılıkları
Mıcroorganısms Causıng Hospıtal Infectıon In Patıents In The Surgıcal Clınıcs Of Selçuk Unıversıty Medıcal Faculty And Theır Sensıtıvıty To Antıbacterıals
Hastane enfeksiyonları, hastanede yapma süresi. içinde kazanılan enfeksiyonlardır (1, 7). En sık rastlanan hastane enfeksiyonları üriner sistem, cerrahi yara ve solunum sistemi enfeksiyonlardır.(1, 3, 6, 7). Neden olan mikroorganizmaları en çok bakteriler ve genellikle aerobik gram negatif basillerdir (1, 3, 5, 7). Etyolojisinde; konakcı ile ilgili faktörler, çevresel faktörler ve etken ajanın antibakteriyellere ,direnci ile faktörler rol oynar (1, 3, 4, 5, 6, 7., 8, 9, 10, 11, 12). Çalışmanın amacı, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, üroloji, ortopedi ve genel cerrahi servislerinde, hastane enfeksiyonu şüpheli materyallerden izole edilen mikroorganizmaları ve antibakteriyel duyarlılıklarını saptamaktır. Bulunan etken ajanlar: %53.5 Pseudomonas, %13.9 E. coli, %9.3 Proteus, %9.3 St. aureus, %7.0 Klebsiella„ %7.0Enterobacter idi. Yapılan antibiyotik duyarlılık test sonuçlarında bazı antibakteriyellere c92'ye varan direnç gözlendi.
Hospital infections, hospitalization time. are acquired infections in (1, 7). The most common nosocomial infections are urinary system, surgical wound and respiratory system infections (1, 3, 6, 7). The causative microorganisms are mostly bacteria and generally aerobic gram-negative bacilli (1, 3, 5, 7). In its etiology; Factors related to the host, environmental factors and the resistance of the active agent to antibacterials play a role (1, 3, 4, 5, 6, 7., 8, 9, 10, 11, 12). The aim of the study is to detect microorganisms isolated from materials with suspicious hospital infection and their antibacterial susceptibility in Selçuk University Medical Faculty Hospital, urology, orthopedics and general surgery services. The causative agents found: 53.5% Pseudomonas, 13.9% E. coli, 9.3% Proteus, 9.3% St. aureus was 7.0% Klebsiella 7.0% Enterobacter. In the antibiotic sensitivity test results, resistance up to C92 was observed against some antibacterials.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Kanser Anemısınde Erıtropoıetının RoluAndaç Argon, Şamil Ecirli, Hakkı Polat, Mustafa Akgüzel
Araştırma makalesi ÖzetiKanser Anemısınde Erıtropoıetının Rolu
The Role Of ErythropoIetIn In Cancer AnemIa We InvestIgated ErythropoIetIn Levels Of 41 Pa-TIents WIth Cancer
Selcuk Universiresi Tip Fakiiltesiinin kli-niklerinde 1991 yili Maps, Haziran ve Temmuz ay-larinda yatzrtlan ye histopatolojik olarak tantlart ke-sinleen kanserli hastalardan 30 tanesi anemik ye 11 tanesi anemik olmayanlardan olmak iizere toplam 41 kanserli hastanin serum eritropoietin seviyelerine baktldi. Anemik elan hastalarin hepsi kronik has-talik anemisi rzelligini tamordu. Anemik plan 30 hastamn serum eritropoietin de-gerleri 17.19110.54 mUlml idi. Anemik olmayan 11 hastanin serum eritropoietin degerleri ise 5.1011.12 mUlml idi. Her iki gruhun ortalamalari arastndaki .firkin onemi kontrol analizi sonucu p<0.01 se-viyesinde bir anlamlrlik ortaya koymaktadir. Fakat anentiA- hastalarda goralen hu yiikselme kullandan kitin normal sinirlartnda kalmiptr ye beklenen yuk-selmenin cok altindadir. Kanserli hastalarda rastlantlan hu endojen erit-ropoietin seviyelerinin anemiye cevapta yetersiz kal-mast fikrinden yola caul) eksojen eritropoietin ye-rilerek anemisinin tedavisi yoluna gidilmesinin rasyonel bir tedavi olabilecegi kanaatindeyiz.
They were admitted to the va-rious clinics of Medical School of Selcuk University from May to July. 1991 and diagnosed pat-hologically. Of them 11 were anemic and 30 non anemic. Serum erythropoietin levels of the anemic and non-anemic patients were 17.19110.54 mUlml and 5.1011.12 mUlml respectively. Although the clic firence between the two groups was statistically sig-nificant (p<0.01), erythropoietin level of anemic pa-tients was between normal range for healty people. Therefore, it was concluded that although eryt-hropietin of cancer patients with anemia was inc-reased, that increase was not enough to correct ane-mia so, for management of anemic patients with cancer, exogen supply of erythropoietin might be considered.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Otistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol DüzeyleriSabri Hergüner, Arzu Hergüner
Araştırma makalesi ÖzetiOtistik Bozukluğu Olan Çocuk Ve Ergenlerde Kolesterol Düzeyleri
Cholesterol Levels In ChIldren And Adolescents WIth AutIstIc DIsorder
Otizm sosyal ilişki ve iletişim alanlarında belirgin güçlükler, yineleyici-sınırlı-olağan dışı davranış ve ilgilerin olduğu nörogelişimsel bir bozukluktur. Otizmin nedeni halen net olarak bilinmemektedir fakat genetik, immünolojik, metabolik ve çevresel faktörlerin etkileşimiyle oluşan multifaktoriyel bir bozukluk olduğu düşünülmektedir. Otizmin etyolojisinde lipid metabolizmasında bozulmanın bulunduğuna dair kanıtlar giderek artmaktadır. Bu çalışmada otistik bozukluğu olan çocuk ve ergenlerin kolesterol düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya DSM – IV ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı alan 88 çocuk ve ergen alınmıştır. Bilinen her hangi bir genetik, metabolik ve/veya nörolojik hastalığı olan olgular çalışma dışı bırakılmıştır. Ortalama kolesterol düzeyi 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl olarak bulunmuştur. On altı olgunun (% 18.2) kolesterol düzeyinin iki yaşından büyük çocuklar için 5. persantil değeri olan 100 mg/dl’den düşük olduğu görülmüştür. Bu bulgular kolesterol metabolizmasında bozulmanın otistik bozukluk etyolojisinde rol alabileceğini desteklemektedir. Otizm ile kolesterol metabolizması arasında ilişkiyi inceleyen daha ileri çalışmalara gereksinin bulunmaktadır.
Autism, a neurodevelopmental disorder, is defined by core abnormalities in reciprocal social interaction and communication, and by the presence of restrictive or stereotyped interests and behaviors. Its etiology is almost unclear however a number of factors is being investigated including genetic, infectious, metabolic and environmental causes. Recent findings suggest the role of abnormal lipid metabolism in autism. The aim of this study was to investigate the incidence of cholesterol deficiency in a group of subjects with autistic dis¬order (AD). Study group included 88 children and adolescents with autistic disorder according to DSM-IV criteria. Children with any diagnosed genetic, metabolic, or neurological disorders were excluded from the study. The mean cholesterol level was 150.5 ± 28.7 (81.0 – 230.0) mg / dl. Sixteen subjects (18.2 %) had a cholesterol level lower than 100 mg/dl, which is below the 5th centile. Our findings confirmed the high prevalence of abnormally low cholesterol levels in autistic disorder and support clinical significance regarding the possible role of cholesterol deficit in the etiology. Further studies are needed to investigate the relation between cholesterol metabolism and autism.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Alüminyum Ve İnsan SağlığıHüseyin Uysal, Neyhan Ergene, Abdulkerim Kasım Baltacı
Araştırma makalesi ÖzetiAlüminyum Ve İnsan Sağlığı
AlmnInIurn And Human Health
Alüminyum, yeryüzünde bulunan en yaygın metal ve üçüncü yaygın elementtir (1). Yerkabuğunun %5 ilâ %8 kadarını oluşturur ve her yerde bulunur (2,3). Tabiatta bileşikler halinde bulunan alüminyum metalinin, boksit cevherinden elde edilmesi uzun ve karmaşık işlemler sonucunda gerçekleşir. Bu zorluklara karşılık, teknik özelliklerinin üstünlüğü sebebiyle, alüminyum giderek daha çok kullanılmaktadır. Yüzyılımızın başlarında 7 bin ton dolaylarında olan dünya alüminyum üretimi bugün 20 milyon tona yaklaşmıştır. Alüminyum, demirden sonra en çok kullanılan metaldir. Alüminyum, başka metallerin bir arada, ya da ayrı ayrı sağlayamadığı özelliklere sahiptir. Yüksek dayanım/ağırlık oranı, mükemmel korozyon direnci, iyi elektrik ve ısı iletkenliği, şekillendirilebilme ve işleme kolaylığı bu metalin özelliklerinden birkaçıdır(4).
Aluminum is the most common metal and third common element found on earth (1). It makes up 5% to 8% of the earth's crust and is ubiquitous (2,3). It takes a long and complicated process to obtain the metal, which is found in compounds in nature, from bauxite ore. Despite these difficulties, the superiority of its features, other usage technical uses. At the beginning of our century, around 7 thousand tons of global aluminum production has reached 20 million tons today. Aluminum is the most used metal after iron. Aluminum can learn that other metals cannot coexist, or else separately. High strength / weight ratio, excellent rust resistance, good electrical and thermal conductivity, formability and processing are some of these metal properties (4).
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hepatıt C Sonrası Geıaen Fatal Aplastik AnemiMehmet Bitirgen, R. Korur, Mustafa Sünbül, Şamil Ecirli, Hakkı Polat
Araştırma makalesi ÖzetiHepatıt C Sonrası Geıaen Fatal Aplastik Anemi
Fatal AplastIc AnemIa AssocIated WIth HepatIt C
Aplastik anemi viral hepatitin ciddi ve nadir bir komplikasyonudur. Bu komplikasymulan daha fok non-A. non-B vimslart (Ozellikle hepatit C virusu) soriwilu tutulmaktaysa da diner hepatit viruslerin de sebep oldugu gosteriltnivir. Sunmak istedigimiz17 ya,unda hepatit erkek bir hastada aplastik anemi geligi. 3 ay sonra re-misym gortilen hastada 26 ay sonra relaps gortild11. Hasta ailesinin zararh geleneksel uygulamalarmin da katkisiyla E. coli sepsisi sonucunda karbedildi.
Aplastik anemia is a rare and severe comp-lication of viral hepatitis. It's mortality rate is al-most 85%. This coplication has been observed most often in association with non A, non-B viruses (es-pecially hepatitis C virus) and also the other he-patitis viruses can cause this complication. We presented a 17 years old male patient who had aplastir anemia associated with hepatitis C virus. Although full hematologic recovery occured in three months but aplastic anemia recurred after 26 months. The patient died of E. roll septicemia ca-used by harmful traditional application.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Konya Bölgesinde Sağlıklı Ve Tip Iı Diabetes Mellituslu Kışılerde Tiroidle Ilgılı Serum Hormon Düzeylerının KarşılaştırılmasıMustafa Ünaldı, Said Bodur, Ahmet Çığlı, Aykut Çağlayan, Mehmet Aköz, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi ÖzetiKonya Bölgesinde Sağlıklı Ve Tip Iı Diabetes Mellituslu Kışılerde Tiroidle Ilgılı Serum Hormon Düzeylerının Karşılaştırılması
A ComperatIve AnalysIs Of Serum ThvroId Hormone Levels Of TIp Iı DIabetIcs And Healthy Subjeets In Konya And SurroundIngs
S. Ü. Tıp Fakültesinde yapılan bir çalışmayla sağlıklı kontrol grubu (normal) ve Tip 11 diabetes mellitus (DM)rhı kişilerde (diabetiklerde) tiroidle il-gili hormonların serum düzeyleri incelendi. Kontrol ve diabetiklerde cinsivete göre serum total tiroksin (rota! T4,1T4 ), total triiyodotironin (rota! T3,77'3 ), serbest tiroksiıı (serbest T4, free thyroxine, FT4), serbest triivodotironin (serbest T3, free triiodoth•l-ronine, FT3) ve tiroid salgılatıcı hormorı (TSH) dü-zeyleri yönünden. önemli bir farklılık bulunamadı (p>0.05). Diabetik kadınların serum 77-4 ve FT4 düzeyleri sağlıklı kadınlardan daha yüksek, FT3 düzeyleri daha düşük bulundu (p>0.05). Mabet& erkeklerde kontrollere göre 17'3 düzeyleri önemli derecede düşük (p<0.01) ve 77-4, F7-4, FT3, TSH düzeyleri arasındaki fark önemsiz (p>0.05) bulundu. Bulgularımız literatür bulguları ile karşılaştırıldı.
Serum rhvroid horrnone levels of heallhy indivi-duals and tip Il diaberic patients were deterınined. There was no difference between1T4, 17'3, FT4• FT3 and TSH levels of both groups. TT4 and FT3 levels of diaberic women were higher, while FT3 levels were lower than those of healthv woınen (p<0.05). Also, TT3 levels of diaberic men were lower (pc0.01 ) than that of healthy men. Our results are discussed and compared with li-terature findings.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Çeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv PozitifliğiA. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ayşen Karabayraktar, Mehmet Çerçi, Bülent Baysal, Ali Koşar
Araştırma makalesi ÖzetiÇeşıtlı Solid Tümörlü Hastalarda Antı-Hcv Pozitifliği
The AntI-Hcv SeroposItIvIty In PatIents WIth DIfferent SolId Tumors
Bu çalışmada yeni tanı konmuş, daha önce kan trasfüzyonu ve herhangi bi cerrahi müdahale öyküsü vermeyen, karaciğer dışı solid tümörlü 46 hastanın serumundan anti-HCV pozitifliği II. kuşak ELISA yöntemi ile değerlendirildi. Hastaların 147i akciğer kanseri (Ca) 7'si lenfoma, 57 meme Ca, hipernef-roma ve 15'i diğer tümörlere sahipti. Toplam hasta-ların 5'inde (%10.8) anti-HCV pozitif bulunduğu; bunların 4'ü akciğer Ca'll, 17 beyin tümörlü hasta-lardan (113) idi. Hastaların hepsinin ALT seviyeleri normal; serum demiri ve demir bağlama kapasiteleri ile %73.9'unda hemoglobin ve hematokrit seviyeleri azalmış bulundu. Ayrıca hastaların 3'ünde (%6.5) HBsAg, 21'inde (%45.6) anti-HBc pozitif bulundu. Sonuç olarak; tesbit edilen anti-HBc pozitifliği Hep-atitis B virüs (HVB)'ün infeksiyonunu gösterirken, benzer buluşma yoluna sahip Hepatitis C virüsü (HCV) infeksiyonu da olasıdır. Kronik infeksiyon yapma niteliği taşıyan HCV'nin bir bulgusu olan anti-HCV pozitifliğinin immün sistemi bozulmuş olan kanser hastalarında normal populasyondan daha fazla görülmesi beklenir. Ancak ilginç olan 5 anti-HCV pozitifliğin 4'ünün akciğer Ca'lı hastalarda tespit edilmesidir.
Tumors In This study, anti-HCV seropozitivity was inves-tigated in 46 new diagnosed patients with different solid tumors without hepatocelluler carcinoma, which they have not received any transfusion or sur-gical operation. The positivity was evaluated using by second generation ELISA system. Patients are consist of 14 lung cancer (Ca), 7 lymphoma, 5 breast Ca, 5 hipernephroma and 15 other tumors. Anti-HCV positivity was in 5 (10.8%) of 46 pa-tients, and 4 of this positive patients were with lung Ca (4114,28.5%), and 1 was with brain Ca (113). ALT levels were normal, serum iron and iron-binding capacily were decrased in all patients, hae-moglobin and haemotocrit were also decreased in 73.9% of patients. In addition, 3 patients (6.5%) HBsAg, 21 patients (45.6%) anti HBc were found to be positive. As a result, the high positivity of anti-HBc while the HBsAg was low positive showed that there was IIBV infection, and the HCV infecton was alsa expected with the same transmission ways. Anti-HCV positivity as a marker of HCV infection-which can produce the chronic carrier state is more expected in cancer patients. They have allected immun status than normal population, but 4 of 5 posi-tivity was in Lung Ca patients is of great interest.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Çocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim AspirasyonlarıBurhan Apilioğulları, Sami Ceran, Gürcan Koşal, Ahmet Dumanlı
Araştırma makalesi ÖzetiÇocuklarda Trakeobronşial Yabancı Cisim Aspirasyonları
TracheabronchIal ForeIgn Body AspIratIons In ChIldren
Yabancı cisim aspirasyonu (YCA) pediatrik yaş grubunda sık görülen ciddi bir sorundur. Tanı ve müdahale de gecikme hayatı tehdit eden bir duruma neden olabilir. Özellikle 3 yaş altı çocuklarda çevreye ve objelere karşı artan ilgi vardır ve nöromuskuler mekanizmaları yeterince gelişmemiştir. Molar dişlerinin olmaması, çiğneme işleminin efektif yapılamaması gibi etkenler de özellikle YCA bu yaş grubunda yüksek olmasının başlıca nedenleridir. YCA’ya maruz kalmış hastanın tanıdan hemen sonra, rijit bronkoskopi imkânının bulunduğu bir hastaneye zaman kaybetmeden sevk edilmesi hayati önem taşımaktadır. Biz bu çalışmamızda, kliniğimizde müdahale edilen 47 hastayı retrospektif olarak, başvuru anındaki klinik semptomu, yaş, cinsiyet, yabancı cismin (YC) natürü, yerleşim yeri, pozitif radyolojik bulgu, olay anı ile hastaneye başvurduğu zamanı olarak inceledik.
47 hastanın; 29 erkek (%63), 18 bayandı (%37), yaşları 3 ay ile 8 yaş arasında değişmekteydi. 37 hastanın yaşı (%80) 3 yaşın altındaydı. Hastaların başvuru anında asıl şikayet olarak, 37’nde öksürük (%80), 23 hastada hırıltılı solunum (%50), 15 hastada nefes darlığı (%32,6), 5 hastada geçmeyen enfeksiyon (%10,8), 2 hastada yüksek ateş (%4,3) vardı. 37 hastada (%78) çıkartılan yabancı cisim organik kökenli (çekirdek içi veya kabuğu, fıstık, fındık parçaları ve benzeri) iken 10 hastada (%22) inorganik yabancı cisime rastlandı (kalem ucu, oyuncak parçası, sibop, plastik parçalar gibi.).YC 18 hastada (%39) sağ ana bronşta, 25 hastada (%51) sol ana bronşta, 4 hastada (8,7) ise trakeada yerleşmişti. 18 hastanın (%39) radyolojik olarak herhangi bir bulgusu yoktu, 11 hastada (%23,9) anamnez mevcut ancak göğüs muayenesinde dinleme bulgusu normaldi, 23 hasta olay olduktan sonraki ilk 24 saat içinde kliniğimize başvurmuşken, 24 hasta olay olduktan sonraki 24 saati geçen zaman diliminde kliniğimize başvurmuştu.
Çalışmamızın sonuçları genel olarak literatüre uyumlu olmakla beraber, YC yerleşim yeri açısından %51 ile sol ana bronşun öne çıkmasıyla literatürden farklılık gösterdi.
Foreign body aspiration (FBA) is a serious problem especially in pediatric age group. Delay in diagnosis and intervention can lead to a life-threatening condition. Young children are more concerned with the environment and neuromuscular mechanisms do not develop sufficiently. Factors such as lack of molar teeth and failure to perform chewing are the main causes of high FBA in children under 3 years of age. It is of vital importance that the patient is referred to a hospital where a rigid bronchoscopy can be performed quickly after the diagnosis. We retrospectively evaluated 47 patients who were treated in our clinic such as clinical symptoms, age, gender, foreign body (FB), location, positive radiological findings, and duration of stay.
47 patients; 29 male (63%), 18 female (37%), age ranging from 3 months to 8 years. The age of the 37 patients (80%) was below the age of 3 years. The main complaint at the time of admission was cough (80%) in 37 patients, wheezing in 23 patients (50%), shortness of breath in 15 patients (32.6%), infection in 5 patients (10.8%), high in 2 patients. there was fever (4.3%). In 37 patients (78%), the foreign body was of organic origin (such as inside or outside the shell, peanuts, hazelnut pieces) while in 10 patients (22%), an inorganic foreign object was found (such as a pen tip, a toy part, plastic parts, etc.). FB was located in the right main bronchus in 18 patients (39%), in the left main bronchus in 25 patients (51%) and in the trachea in 4 patients (8.7). There were no radiological findings in 18 patients (39%). Although 11 patients (23.9%) were anamnesis, their findings were normal. Twenty-three patients applied to our clinic within the first 24 hours after the event, and 24 patients were admitted to our clinic 24 hours after the event.
Although the results were generally consistent with the literature, the left main bronchus was 51% in terms of the localization of FB.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Neonatal HemokromatozisAli Annagür, Hüseyin Altunhan, Rahmi Örs
Derleme ÖzetiNeonatal Hemokromatozis
Neonatal HemochromatosIs
Neonatal hemokromatozis, ekstrahepatik siderozis ile birlikte olan ve klinikte şiddetli neonatal karaciğer hastalığı olarak tanımlanan nadir bir hastalıktır. Neonatal hemokromatozisin etiyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak fetüsta karaciğer hasarına yol açan alloimmun bir bozukluğun neden olduğu kabul edilir. Neonatal hemokromatozisin sonraki gebeliklerde tekrarlama oranı yaklaşık olarak %80’dir. Neonatal hemokromatozis koagülopati, hipoglisemi, hipoalbuminemi, hipofibrinojenemi, trombositopeni, anemi, direkt ve indirekt hiperbilirubinemi ile yaşamın ilk gününde ortaya çıkan hepatosellüler yetmezlik ile karakterizedir. Pozitif aile öyküsü, yüksek serum ferritin düzeyi, yüksek alfa-fetoprotein düzeyleri ve histolojik veya manyetik rezonans görüntüleme ile siderozisin gösterilmesi neonatal hemokromatozis tanısını koymada göz önünde bulundurulan kriterlerdir. Etkili bir medikal tedavisi olmadığı için sıklıkla karaciğer transplantasyonu gerekmektedir. Prognozu genellikle kötüdür. Bu derlemede fetüs ya da yenidoğanda karaciğer yetmezliğine yol açan neonatal hemokromatozis tartışılacaktır.
Neonatal hemochromatosis is a rare disease clinically defined as severe neonatal liver disease in association with extrahepatic siderozis. The etiology of neonatal hemochromatosis is not understood exactly. However, according to a theory neonatal hemochromatosis is accepted to be an alloimmune disorder causing liver injury in fetus. After an effected one in the pregnancy the recurrence rate of neonatal hemochromatosis is ~80%. Hepatocellular failure which occurs in the first days of life with coagulopathy, hypoglycemia, hypoalbuminemia, hypofibrinogenemia, thrombocytopenia, anemia, and direct and indirect hyperbilirubinemia characterizes neonatal hemochromatosis. In order to diagnose neonatal hemochromatosis there are some certain criteria that sould be taken into account such as a positive family history, high serum ferritin levels, high serum alpha-fetoprotein levels and siderozis demonstrated with histology or with magnetic resonance. Since an affective medical treatment has not been found yet, liver transplantation is almost always required. The prognosis of neonatal hemochromatosis is generally poor. This review will discuss neonatal hemochromatosis that leads to liver failure in the fetus or newborn.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Konya'nın İçme-Kullanma Sularının Demır, Fluorür Ve Klorıür Yönünden AraştırılmasıMustafa Mete, Orhan Demireli, Selma Çivi, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi ÖzetiKonya'nın İçme-Kullanma Sularının Demır, Fluorür Ve Klorıür Yönünden Araştırılması
DetermInatIon Of Iron, FluorIne, ChlorIne And LodIrre In Konya's Waters
Konya içme-kullanma sularını sağlık açısından değerlendirmek için toplam 25 kuyudan alınan su-larda demir, fluorür, klorür ve iyodür yönünden analizler yapılmıştır. Yapılan analizler sonucunda klorür, fluorür ve iyodür miktarları standartlar içinde bulunmuştur. Demir miktarlarının ise yaz ve son-bahar aylarında azaldığı, ilkbahar aylarında ise mevsim yağışlarına bağlı olarak artığı saptanmıştır.
Analysis have been made regarding iron, fluorine, chlorine and iodine in water from the total of wells ta evaluate the Konya's drinking-utilizing water in respect tv health. At the result of analysis, chlorine, fluorine and iodine arnounts have been found proper to the standards. But it has been report-ed that the arnotınts of iron are decreased in surnmer and autumn and icreased in spring depending on the seasons rain.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Astım Patogeneziİsmail Reisli, Yavuz Köksal
Derleme ÖzetiAstım Patogenezi
PathogenesIs Of Asthma
Astım dünyanın pek çok ülkesinde gerek çocukların gerekse erişkinlerin en sık görülen hastalıklarından birisidir. Astımın; genetik yatkınlık, vira! enfeksiyonlar, inhaler allerjenler, hava kirliliği ve sigara dumanı gibi birçok faktörün neden olduğu hava yolu inflamasyonu ile karakterize bir hastalık olduğu anlaşılmıştır. Bu inflamasyonun temelinde Th2 tip lenfositlerin ve eozinofillerin önemli rol oynadığı gösterilmiştir. Ancak astımın patogenezi konusundaki bil gilerimizin artması, astım prevelansındaki artışı engelleyememiştir. Bu nedenle 21. yüzyılın başlarında bulun duğumuz şu yıllarda astım, önemli bir sağlık sorunu olma özelliğini hala korumaktadır.
Asthma is one ofthe commonest diseases in children and adults İn many countries. The prevalence of asthma has dramatically increased in recent years. The development of asthma depend on an interaction between genetic factors, environmental exposure to allergens, and nonspesific adjuvant factors such as tobacco smoke, air pollu- tion, and vira! infections. These factors initiates a series of immunological changes, resulting in airvvay inflamma- tion. The airvvay inflammatory process is characterized by chronic eosinophilic and Th2 type lymphocytic infiltra- tion. Although the knovvledge about asthma pathogenesis has increased, the prevalence of asthma has not decreased. Therefore, the asthma stili is a threat for the society’s health at the beginning of the 21 st century.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta TrakeobronkomegalıFaruk Özer, Güven Bektemur, Savaş Yaşar
Araştırma makalesi ÖzetiTrakeobronkomegalı
Tracheobronchomegaly
Trakea ile santral bronVariron geniylemesi olan trakeobronkomegali etyoloji ye patogenezi hi-linmeyen seyrek rastlanan bir patolojidir. Er-keklerde re 30-40 yallarinda daha sik rastlanir. Sik-ltkla hronpktazi ye tekrarlayan bronkopulmoner enfeksiyonlar ile hirlikte hulunur. Tani bronkografi yeya hilgisayarli tomografide trakea capinin artmg oldugunun gosterilmesi ile konur. Bu makalede klinigimilde tam konan bir olgu sunuyoruz.
Tracheobronchomegaly is a rare condition with dilatation of trachea and central bronchi. It is en-countered more commonly in men and middle aged persons. Bronchiectasis and bronchopulmonary in-fections is common in this disorder. The diagnosis is established if the dilatatiton of trachea is de-monstrated by either bronchography or com-puterised tomography. In this article, we present a case of tracheobronchomegaly established in our clinic.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Prenatal Risk FaktörleriSemih Erden, Kevser Nalbant
Derleme ÖzetiOtizm Spektrum Bozukluğu Ve Prenatal Risk Faktörleri
AutIsm Spectrum DIsorder And Prenatal RIsk Factors
\r\n Otizm spektrum bozukluğu, sosyal etkileşim ve iletişim bozukluğu ile kısıtlı ve tekrarlayıcı davranışlarla karakterize nörogelişimsel bozukluklardan biridir. Otizm yaklaşık 68 çocukta 1 görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda görülme sıklığının arttığı bildirilmekte olup bu artışın bilgi ve farkındalığın artması ve tanı ölçütlerinin değişmesinden kaynaklandığı iddia edilmekle birlikte yapılan çalışmalarda çevresel faktörler ve bunların henüz bilinmeyen genetik bir takım etkenlerle ilişkisinin de bu artışa katkı sağladığı düşünülmektedir. Nörogelişimsel olarak önemli ve kırılgan bir dönem olan prenatal dönemde çocuğun maruz kaldığı çevresel faktörlerin otizm spektrum bozukluğu gelişmesi açısından risk etkeni olup olmadığının değerlendirilmesi önemlidir. Gebelik döneminde özellikle valproik asit, terbutalin, selektif serotonin geri alım inhibitörleri gibi ilaçlarla otizm spektrum bozukluğu arasında bir ilişki olduğu, bu dönemde ağır metal ve pestisite maruz kalmanın otizm spektrum bozukluğu riskini arttırdığı, yoğun sigara, alkol ve madde kullanımının nörogelişimsel süreci sekteye uğrattığı, gebelik döneminde geçirilen gestasyonel diyabet, otoimmun hastalıklar, enfeksiyonlar ve uzamış ateşin inflamatuar süreçler aracılığıyla otizm spektrum bozukluğu riskini artırabileceği bildirilmektedir. Göç, mevsimler ve gebelik döneminde maruz kalınan hava kirliliğininde risk artışına etkisi olduğu bildirilmiş ve daha fazla epidemiyolojik çalışmaya ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. otizm spektrum bozukluğu ile ilişkili çevresel etkenlerin tanınması, anne adaylarının bu risk etkenleri ile ilgili bilgilendirilmesinin sağlanarak bu etkenlerden uzak durmaları veya bu etkenlerin elimine edilmesi ile otizm spektrum bozukluğu riskinin azaltılmasına yardımcı olabileceğinden bu alanda yapılan çalışmaların derlenmesi ve risklerin ortaya konulması özellikle önemlidir. Bu gözden geçirmede son dönemde sayısı artan prenatal etkenler ile ilgili yapılan çalışmaların derlenerek bütüncül olarak ele almasının kolaylaştırılması hedeflemektedir.
\r\n
\r\n Autism spectrum disorder is a neuro-developmental disorder characterized by social interaction and communication, and restricted and repetitive behaviors. Autism is seen in nearly one of 68 children. The incidence is reported to increase, and the increase is suggested to arise from increased information, awareness and alterations in diagnostic criteria. However, environmental factors and their relationships to several unknown genetic factors are also considered to contribute to the increase. The assessment of whether environmental factors lead to risks for autism spectrum disorder in perinatal period, especially when children are exposed to these factors in a neurodevelopmentally important and fragile stage, is so important. It is reported that in pregnancy, there is an association between autism spectrum disorder, and exposure to such drugs as valporic acid, terbutaline and Selective Seratonin Reuptake Inhibitors.Exposure to heavy metals and pesticides increases the risk of autism spectrum disorder.Intense smoking, and alcohol consumption and drugsdisrupt neurodevelopmental process, Also, gestational diabetes may elavate the risk of autism spectrum disorder due to autoimmunal disorders, infections and inflammatory pocesse of prolonged fever. Migration, seasons and air pollution exposed in pregnancy are also reported to affect autism spectrum disorder risk. The awareness level between environmental factors and autism spectrum disorder should be increased among prospective mothers, and these mothers should be trained as to the risk factors. Because prospective mothers avoid these factors, or the elimination of these factors should be beneficial for reducing autism spectrum disorder risk, analyzing related studies and enlightening risk factors are especially important. Here, we aimed at revising recent studies related to prenatal factors from a holistic perspective.
\r\n
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Toplum Beslenmesinde Sürdürülebilirlik Ve ÇevreGülsena Akay, Lütfi Saltuk Demir
Derleme ÖzetiToplum Beslenmesinde Sürdürülebilirlik Ve Çevre
SustaInabIlIty In PublIc NutrItIon And EnvIronment
Sürdürülebilirlik, gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini koruyarak mevcut nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Sürdürülebilir bir beslenme sistemi, şimdiki ve gelecek nesillerde sağlıklı bir yaşam için besin ve beslenme güvencesine katkıda bulunan düşük çevresel etkilere sahip bir diyeti ifade eder. Artan küresel nüfus, gelişen teknoloji, kentleşme ve sanayileşme sonucu beslenme sistemleri değişmiştir. Bu durum başta artan kronik hastalık insidansı olmak üzere pek çok sağlık sorununa ek olarak sera gazı salınımlarının artışı, su kaynaklarının ve arazilerin tahripleri gibi çevresel sorunlarla sonuçlanmaktadır. Çevresel değişimler ile beslenme sistemleri birbirleriyle ilişkilidir. Hayvansal besinleri yeterli miktarda içeren, bitkisel besin temelli olan bir beslenme modeli sağlık ve çevrenin sürdürülebilirliğini destekleyebilir.
Sustainability is satisfying the needs of present generation by pro tecting presence and quality of resources that future generations will need. A sustainable nutrition system refers to a diet with low environmental impacts which contribute to food and nutrition security for healthy life for present and future generations. Nutrition systems has changed as a result of growing global population, developing the technology, urbanization and industrialization. This situation result in environmental problems as water resources and land uses and increasing greenhouse gases emissions in addition to several health problems notably increasing cronic diseases incidence. Environmental changes and nutrition systems are interrelated. A nutrition model which is containing animal based food enough and plant based can supply sustainability of health and environment.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Hepatite Bağlı Aplastik AnemiŞamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehmet Bitirgen, Mehmet Polat, Andaç Argon
Araştırma makalesi ÖzetiHepatite Bağlı Aplastik Anemi
PusthepatItIs AplastIc AnemIa
Aplastik anemi vakalarının bir kısmı infeksiyöz hepatiti takiben Aplazi genellikle non-A, non-B hepatiti takiben olur, fakat batan A ve B hepatiti ile birlikte görülebilir.Aplazi şiddetli olur ve sıklılda fatal sonuçlanır.Ölümle sonuçlanan, hepatit sonrası meydana gelmiş iki aplastik anemi yakasını takdim ettik.
A number of cases of aplastic anemia have been reported following infectious ıtepatitis. Aplazsa has usually followed non-A, non-13 hepatitis bul on occasion has been associated with types A and B. The aplasia becomes severe and frequently has a fatal outcorne. We presenled two posthepatiiis aplastic anemia patients who were died.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Demır Eksıklıgı Anemısınde Hbalc DegerlerıSüleyman Alıcı, Şamil Ecirli, Özlem Alıcı, Hakkı Polat
Araştırma makalesi ÖzetiDemır Eksıklıgı Anemısınde Hbalc Degerlerı
Hbalc Levels In Iron DefIcIency AnemIa
Bu calt4ma Selguk Universitesi Tip Fakiiltesi Hastaltklari Anabilim Dali poliklinigine bapuran ye klinikte yatarak takip edilen 30 demir eksikligi ane-mili hasta ile 17 saglikh kii iizerinde yapildt. ca-lqmanin amact demir eksikligi anemisinde HbAlc durumuyla ye demir tedavisiyle olan deg4imleri gOrmekti. HbAlc, hemoglobin ve eritrosit pa-rametreleri kontrol grubunda hir kez calqirken hasta grubunda tedavi ancesi ye tedavinin 6. haf-tasinda olmak iizere iki kez Tedavi sonrasi HbAlc seviyeleri tedavi Oncesine gore istatistiki ola-rak anlamli seviyede di4iik hulunurken (p<0.001). kontrol gruhuyla kiyaslandiginda tedavi oncesinde istatistiki olarak anlamli seviyede yiiksek (p<0.05) ye tedavi sonrasinda ise istatistiki olarak anlamli hir degiikligin olmadigi tesbit edildi (p<0.05). ,Sonuc olarak,- HhAlc'deki bu degiiklik has-talarin telhisinde, tedaviye cevap durumunu de-gerlendirmede ye takihinde diger parametrelerle hirlikte kullanilabilir.
This study was performed on 17 healthy persons and 30 patients with iron deficiency anemia who applied to the department of internal medicine at the Selcuk University medical school. The aim of this study was to investigate HbAlc levels in iron de-ficinecy anemia and to find if there were measured only once in the control group, wherase me-asurements in the patient group were done at the he-gining of iron therapy and after six weeks of tre-atment HbAlc levels after treatment were significantly lower than HbAlc levels before tre-atment (p<0.001). Compering to the control group HbAlc levels were significantly higher before tre-atment in the patient group (p<0.05). Where as there were no statistically significant difference after treatment (p<0.05). Where as there were no statistically significant difference after treatment (p<0.05). As a result these differences in HbAlc le-vels may he used for diagnosis, dedection of res-ponse to treatment and follow up it iron deficiency anemia in conjunction with the other parameters.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Sitogenetik Laboratuvarımıza Başvuran 118 Olgunun DeğerlendirilmesiAynur Acar, Sennur Demirel, Hasan Acar, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi ÖzetiSitogenetik Laboratuvarımıza Başvuran 118 Olgunun Değerlendirilmesi
CytogenetIcal AnalyIs : A Study Of 118 PatIents
1.1.1988 - 31.1.1989 tarihleri arasında Sitogenetik laboratuvarımıza başvuran 118 olgunun ön tanıları ve gönderildikleri klinikler ile sitogenetik bulguların sonuçları değerlendirilmiştir. incelenen 118 olgunun 21'inin Mongolizm, 1'inin Turner sendromu, 3'ünün seksüel gelişme bozuklukları, 2'sinin Fanconi Aplastik Anemisi'ne uygun karyotipik bulgular gösterdiği saptanmıştır. Kromozom düzensizlikleri ile seyreden hastalıkların tanısında sitogenetik laboratuvarının rolü ve bu hastalıkların görülme sıklıkları literatür ışığında tartışılmıştır.
Preliminary diagnoses of 118 patients who applied to our cytogenetics laboratory between 1.1.1988 - 31.1.1989 and the results of the cytogenetic findings were evaluated with the clinic they were sent to. Of the 118 cases examined, 21 of them had Mongolism, 1 of them had Turner syndrome, 3 of them had sexual development disorders, and 2 of them had karyotypic findings suitable for Fanconi Aplastic Anemia. The role of the cytogenetics laboratory in the diagnosis of diseases with chromosomal disorders and the prevalence of these diseases are discussed in the light of the literature.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Retroperıtoneal Kıtlelerde Ince '6ne Aspırasyon Bıopsılerının Tanısal DegerıAli Acar, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi ÖzetiRetroperıtoneal Kıtlelerde Ince '6ne Aspırasyon Bıopsılerının Tanısal Degerı
The DIagnostIc Value Of FIne Needle As-PIratIon BIopsy Of RetroperItoneal Masses
Klinigimizck son 1 icinde rutin •adyolojik uy-gulainalarla retroperitoneal kitle belirlenen 5'i bay ve baran total 6 hastaya ince igne aspirasyon bi-opsisi uygulandt. hastada ince igne aspirasyon biopsisi ile renal cell kat-sit-lama, I hastada hemazont, 1 hastada pe-rirenal apse belirlendi. Renal cell karsinoma ta-mlarz nefrektomi sonrast hiropatolojik olarak. dog-rulandt. Perirenal apse belirlenen vaA-ada apse d•enajt., hematom belirlenen vakaya konservatif te-davi uygulandt. Ince igne aspirasvon biyopsisinin preoperatif doku talitS1 viimincien basil. nisbeten 11011111Vaji ve nett: bit- tarty vonremi olciugu gorii§iine vartich.
Fine needle aspiration biopsy %vas pet:formed in 6 patients with diagnosed retroperitoneal masses by routine •adiologic investigation in our clinic in the last I year. In 4 patients renal cell carcinoma, in 1 patient hematoma, in .1 patient perirenal abscess was di-agnosed with fine needle aspiration biopsies. Renal cell carcinomas MU corrected with histopathologic examination of nephrectomy specimen. The patient ►•ith hematoma was treated conservatively. We conclude that fine needle aspiration biopsy to be a simple, cheap and relatively noninvasive for preoperative tissue diagnosis.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Fanconi Aplastik Anemili Ve Fanconi Aplastik Anemisi İle Birlikte Seyreden Aml Li İki Olgunun DeğerlendirilmesiÜmran Çalışkan, İbrahim Erkul, Aynur Acar, Sennur Demirel, Hasan Acar
Araştırma makalesi ÖzetiFanconi Aplastik Anemili Ve Fanconi Aplastik Anemisi İle Birlikte Seyreden Aml Li İki Olgunun Değerlendirilmesi
A Case Study: One HavIng FanconI's AplastIc AnemIa, And The Other HavIng Aml Together WIth FanconI's AplastIc AnemIa
Fanconi aplastik anemisi olan bir olgu ve Fanconi aplastik anemisi ile birlikte Akut Myloblastik Lösemisi olan bir diğer olgunun klinik, hemotolojik ve sitogenetik bulguları incelendi. Olgularda gözlenen kromozom düzensizlikleri ile bu düzensizliklerin hastalığın gelişmesi ve malignite eğilimindeki muhtemel etkileri tartışıldı.
Clinical, hematologic and cytogenetic findings of two cases were invastigated. One of them was Fanconi's aplastic anemia and other one was Acute Myeloblastic Leukemia associated with Fanconi's aplastic anemia. Chromosomal abnor-malities of these cases and the possible effects of these abnormalities on the progress of the disease and malignancy were ciscussed.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Acıl Tıp Uzmanlıgı Ye Acıl Departman Çalısmalarında StandardızasyonAli Çalıkuşu, M. Ali Uygun
Araştırma makalesi ÖzetiAcıl Tıp Uzmanlıgı Ye Acıl Departman Çalısmalarında Standardızasyon
Standardızatıon In Emergency Medıcal Expertıse And Emergency Department Work
Günümüzde Ulkemizi ilgilendiren bir sorun olan acil saglik hizmeti iiretimindeki yetersizligin bir cok nedeni sayilabilir. Bunlar arasinda yillardir on plan-da olan ftziki yetersizlikler giiniimiizde &pima a§a-masina gelmi§tir.Yoneticiler acil saglik hiz-metlerinin onemini artik kavrami§lardir. BugUn iilkemizde bircok universite, universite dt i kurum ye devlet hastanesinde, merkezi ve lokal kaynaklar kullanilarak yeni, guzel goriiniimlii ye iyi sa-yilabilecek donanimlara sahip acil departmanlar ku-rulmu§ ye kurulmaktadir. Ancak yeni ye donanimli acil servislerde de yeterli ye gerekli acil saglik hiz-meti ne yazikki uretilememektedir. Bunun nedeni acil servislerin standardize olmamasi, fonk-siyonlannin net olarak belirlenmemesi ye bu hiz-meti iiretecek insan faktorti sorununa bugane degin egilinmemesidir. Bu nedenle acil saglik hizmetleri her iinitede sorumlu saglik personelinin bilgi ye tec-rUbe ye ali§kanliklanna Ore nitelik ve nicelik fark-liliklan gostermektedir. Son yillarda artan toplumsal ye medikal ih-tiyaclara paralel olarak, iilkemiz insaninin acil saglik hizmeti beklentisini gereken §ekilde kar§ilayabilmek iizere film tilke genelinde acil departmanlann re-organizasyonu , guniimUzde encok tartiplan saglik sorunlarimizdan birisidir. BugUn saglik sektorLinde cok katilimli tarti§ma ortamlarinda sik tarti§ilan konulardan birisi acil departmanlann re-organizasyonlannin nasil olmasi gerektigidir .
Many reasons can be considered for the insufficiency of emergency health service management, which is a problem that concerns our country today. Among them, physical inadequacies, which have been in the foreground for years, have come to the fore in our days. The administrators have now realized the importance of emergency health services. Today, in our country, many universities, non-university institutions and state hospitals are being established in the state hospitals, using central and local resources, and emergency departments with new, beautiful appearance and equipment that can be regarded well. However, in newly equipped emergency services, unfortunately, sufficient and necessary emergency health services cannot be produced. The reason for this is that the emergency services are not standardized, their functions are not clearly defined, and the human factor problem that will lead this service is not focused on. For this reason, there are differences in quality and quantity in the knowledge and experience training habits of the health personnel in charge of every unit of emergency health services. In parallel with the increasing social and medical needs in recent years, the re-organization of the emergency departments throughout the film fox in order to meet the expectations of the emergency health service of the people of our country, is one of our health problems that are discussed today. One of the most frequently discussed issues in the healthcare sector today in multi-participatory discussion environments is how emergency departments should be re-organized.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Tip Iı Diabetes Mellitus'lu Hastalarda Demır, Bakır Ve Bazi Antioksidan Maddelerın Düzeylerının AraştırılmasıSadinaz Kalak, İdris Akkuş, Osman Çağlayan, Mahmut ay, Elif Zeren
Araştırma makalesi ÖzetiTip Iı Diabetes Mellitus'lu Hastalarda Demır, Bakır Ve Bazi Antioksidan Maddelerın Düzeylerının Araştırılması
Lron, Copper And Some AntIoxIdants Con-CentratIons In Type Il DIabetes MellItus
Çalışmamızda. 34-77 yaşları arasında tip II diabetes mellitus7u 27 (15 kadın, 12 erkek) hasta ile 30 - 74 yaşları arasında 22 (12 kadın, 10 erkek) sağlıklı kişide serum bakır, seruloplazmin, ürik asit, demir, transferrin, ansature demir bağlama kapasitesi (U1BC), total demir bağlama kapasitesi (TIBC) ve transferrin % satürasyon düzeyleri tayin edildi. Hasta grubunda serum seruloplazmin düzeyi kontrol grubuna göre önemli derecede yüksek bu-lunurken diğer parametreler arasında herhangi bir fark görülmedi. Seruloplazmindeki bu artışın nedeni izah edilemedi. Bulgularımız literatür bulgular, ışığında tartışıldı.
In the present study. serum copper. re-ruloplasmin, uric and, iron. unsaturated iron bin-ding capacity (UIBC), total iron hinding capacity (TIBC), transferrin and % transferrin saturation le-vels of patients with type II diahetes mellitus and he-althy controls were investigated. Patients were con-sisted of 27 cases (12 male, 15 female) aged 34 - 77 years and controls consisted of 22 subjects (10 male, 12 female) aged 30 - 74 years. Serum ceruloplasmin concentrations of diahetics was significantly increased compared ta that of he-alty controls (p: 0.01). There was no signıficant dif-ference hetween the other parameters. The un-derlying mechanism of increased ceruloplasmin level of diahetic patients is not known. The results are discussed in •iew of literature findings.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Retroperaoneal-Kitlelere Etkın Bir Cerra-Hi Ulasım Yolu : Modifiye Torakoabdomınal YolRecai Gürbüz, Ali Acar, Şükrü Çelik, Mehmet Özeroğlu, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi ÖzetiRetroperaoneal-Kitlelere Etkın Bir Cerra-Hi Ulasım Yolu : Modifiye Torakoabdomınal Yol
An FlactIve SurgIcal Approach For Ret-RoperItoneal Masses: ModIfIed ThoracoandotnInal Approach
1984 - 1994 villarm arasmnda Seljuk Oniversitesi Tip Fakiiltesi Uroloji Kliniginde retroperitoneal kitle = tmedeniyle 41 hasta opere edildi. Ope-rasyonlarda 15 hastaya (midline) orta hat, 11 has-taya paleintedial, 10 hasta-ya mock he to-rakoabdominal. hastaya subkostal (flank) insizyonu uygulandt. Cerrahi vaklasimlar postoperatif erken. am-bulasyon, 1110thidite. haStanede kcliq siiresi ye in-sizyonua bagim erken ye gel: komplikasyonlar yä-nilyle degerlendirildi. Rerroperironeal kitlelerde modifiye to-rakoabdominal illSi.7)M11111, ci ellikle transperitoneal anterior midline ye paramedian insilvonlara gosterdigi belirlendi.
41 patients with retroperitoneal mass were ope-rated in the Selcuk University medical Faculty Uro-logy' Clinic between 1984-1994. For 15 patients midline approach, for 11 patients paramedical app-roach, for 10 patients ntodllied thoracoabdominal approach, for 4 patients subcostal flank approach were applied_ Surgical tipproaches. early ambulation, mor-bidity, days of hospitilization, early and late comp-lications due to incision were evaluated. More succesfill results are obtained with 1110- dified ihOraCOabdOillinal approach titan other app-roaches for retroperitoneal amasses.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi YaygınlığıSeyhan Dura, Şamil Ecirli, Süleyman Alıcı, Hakkı Polat, Ümmügülsüm Can
Araştırma makalesi ÖzetiSelçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi Yaygınlığı
Iron DefIcIency AnemIa Prevalance In The Stu-Dents Of Selçuk UnIversIty MedIcal School.
Bu çalışma 1995 yılı Ocak - Haziran aylarında S.Ü.T.F. öğrencileri aı-asında yapılan kesitsel ni-telikte bir epidemiyolojik aı-aştırmadır. Çalışmanın amacı S.O.T.F öğrencileri arasında demir eksikliği anemisi prevalansınt ve bunu etkileyen faktörleri tes-bit etmekti. Randomize olarak seçilen 62 kız ve 58 erkek öğrenci çalışmaya dahil edildi. Ögrencilerde eritrosit indekslerini de içeren tam kan sayunı, serum demiri, demir hağlama kapasitesi, ferritin, vitamin B 12 ve folik asit düzeyleri ölçümüile gaitada gizli kan ve parazit tetkikleri yapıldı. Araştırma sonucunda aneıni prevelansı kızlarda % 32. 25, erkeklerde % 5. 17 ola-rak bulundu. Kızlarda hemoglobin ortalaması 12. 8± 1.3 gidi, erkeklerde hemoglobin ortalaması 14.8±1_25 gidi olup, anemiye kızlarda erkeklere göre daha sık ra.stlandı. Bu da istaristiki olarak anlamlı idi. Araştırmamıza alınan yaş grubu ve grubun sos-yodernografik özellikleri dikkate alındığında demir eksikliği anemisinin ne denli önemli bir sağlık so-runu olduğu anlaşılmaktadır.
This study is a epidemiologic investigation performed on a group of medical school students of Sel-çuk Universty Between January and June. 1995. The purpose of this study was to evaluate the prevalence of iron deficiency anemia among the medical stu-dents and factors that affect this. Randomly selected 62 female and 58 male students involved in the study. Complete blood counts including erythrocyte indexes, serum iron, serum iron hinding capacity, ferritin. vitamin B12 and folic acid rneasurements and evaluation of o•cult blood and parasite irr jeces vere done. The prevalence of anemia was 32.25 % in fermale students 5.17 % in male students as a re-sult of the study. Mfean hemoglobin value was 12 .8± 1.3 gidi in females, 14.85 ± 1,25 gidi in males and anemia was more common in females, this difference was statistically significant (p<0.001 ). Considering age and sociodemographic properties of the studuy group, it becomes eviclent that iron de-ficiency anemia is an important health problem.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Brusellozlu Vakalarımızın Degerlendirilmesiİsrafil Şimşek, Mehmet Bitirgen, Mustafa Sünbül, Hakkı Polat
Araştırma makalesi ÖzetiBrusellozlu Vakalarımızın Degerlendirilmesi
BrucellosIs : ClInIcal PresentatIon, Laboratory-FIndIngs And Skeletal System ComplIcatIons
1990-1994 pilaf., icinde Infeksivon Hastalsklart Kliniginde tefhis ye tedavisi yaptlan 63 arusellozits vaka retrospektif olarak arafttrilmz§nr. Bu vakalarats klinik bulgulartsun stklik, tiirii, la-boratuar bulgulart ve iskelet sistemi komp-likasyonlart geizden ge irilmi, tic. Vakalartn 40't kadin 231ii erkektir. Klinik semptom olarak 51 has-tada atec (% 81), 42 hastada terleme (% 67). 39 hastada ii§lime-titreme (% 61), 39 hastada artrit (% 46). 2 hastada lokositoz (% 3), 7 hastada llikopertr (% 11), 42 hastada lenfomonositoz (% 67) bulundu. Vakalartn 6'suula (% 9) kart kiiltiirii pozinfti. Klinik ye radvolojik de gerlendirmelere Ore 13 hastada spondilir (% 20.6). 8 hastada seakroileit (% 12). 4 hastada orFit (% 6) komplikasyonit bulimmuftur. Hastalarm tamainmda Wright aglutina.syon testi I 'us iizerinde pozitifti. 160
It consists of the Central Nervous System and the Peripheral Nervous System, which helps living beings with nervous systems to adapt to their environment.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Sıgaraya Pasıf Maruziyet İle Akciğer Kanserı Ve Kronık Obstrüktif Akciğer Hastalığı (koah) Arasındaki İlişkiTahir Kemal Şahin, Selma Çivi, Murat Yaycı
Araştırma makalesi ÖzetiSıgaraya Pasıf Maruziyet İle Akciğer Kanserı Ve Kronık Obstrüktif Akciğer Hastalığı (koah) Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between PassIve SmokIng And Lung Cancer And ChronIc ObstructIve Pul-Monary DIsease (copd)
Sigara içiminin zararlı etkileri sadece içen kişinin sağlığına verdiği zararla sınırlı değildir. Ayni zamanda, sigara dumanına pasif olarak maruz kalan çevredeki insanların sağlığı da tehdit altındadır. Bu nedenle, sorunun boyutlarını incelemek amacıyla bu araştırma planlanmıştır. lıaka-kontrol tipindeki bu araştırma, Konya il merkezindeki üç büyük hastanede şubat-nisan 1991 döneminde yapılmıştır. Araştırmaya yaka grubu olarak akciğer Ca veya KOAH tanısı ile yatmakta olan 30 yaş üzeri 122 hasta ve kontrol grubu olarak da akciğer hastalıkları dışında farklı tanılarla yatmakta olan 30 yaş üzeri 122 denek alınmıştır. Pasif içicilik sıklığı incelenmiş ve yaka grubunda %44.3 , kontrol grubunda ise % 25.3 olarak bulunmuştur. Aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır (p<0 .01 ). Pasif içicilerde akciğer Ca ve KOAH oluşma riski 2.4 (Odds ratio [OR]=2.4; %95 güven aralığı [GA]=1.3-4.5) olarak tespit edilmiştir. Sağlıklı bir çevreye ve temiz havaya sahip olmanın her bireyin en temel hakkı olduğu göz önüne alınarak sigarayla mücadele daha etkili ve daha gerçekçi bir biçimde sürdürülmelidir.
D and older filan 30 years of age were included toget her with control group which was also consisted of 122 patients older than 30 years of age without having lung Ca and COPD. About 45% of lung Ca and COPD petients and 25% of the control group were passive smokers. Higher percentage of passive smokers in the study groups were statistically meaningful (p<0.01). The risk of having lung Ca and COPD among the passive smokers was 2.4 (Odds ratio fOR]=2.4,..95% confidence interval [CI]=1.2-4.5 ). In conclusion, we can state that to live in and to work in a cleaner environment is the right of individuals and the measures to be taken ejfectively to provide better living conditions.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Rekürran Aftöz Stomatitde Serum Demiri Ve Total Demır Bağlama Kapasıte DüzeylerıAyfer Özkardeş, Şükrü Balevi, Hüseyin Endoğru
Araştırma makalesi ÖzetiRekürran Aftöz Stomatitde Serum Demiri Ve Total Demır Bağlama Kapasıte Düzeylerı
Serum Iron And Total Iron Bondıng Capacıty Levels In Rekürran Aftoz Stomatıte
Rekürran aftöz stomatid oral kavitenin en stk rastlantlan ülseratif hastalığtdır. Her hasta muhtemel nedenler yönünden araşnrtImaltdır. Demir eksikliği ve total demir bağlarna kapisetisindeki artış predispozan faktörler olabilir.
Recurrent aphthous stomatitis is the most comnon ukerative disease of the oral cavity. Eachpatients should be evaluatedfor possible causes of recurrent aphthous stomatitis. Deficiency ofiron, increased iron-binding capacity may be predisposing factors.
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta Atrial Natriuretik Peptidlerin Hipertansiyona EtkileriFatma Şahin, Neyhan Ergene
Araştırma makalesi ÖzetiAtrial Natriuretik Peptidlerin Hipertansiyona Etkileri
The Effects Of AtrIal NatrIuretIc PeptIdes On HypertensIon
Sistolik ya da diastolik kan basıncının primer (esansiyel) ya da sekonder olarak yükselmesine hiper-tansiyon denir (1). Esansiyel hipertansiyonu tek bir etiyolojik faktöre bağlamak imkansızdır. Kalıtımın hipertansiyona elverişli bir zemin hazırladığı kesin-dir, ancak çevresel, nörojen, humoral ve damarsal ol-mak üzere başka bir çok faktör de bir arada etki ede-rek kan basıncı üzerinde etkili olabilmektedir (2). Esansiyel hipertansiyonun etiyolojisinde sodyum önemli bir rol oynar. Ancak daha önceleri sodyumun kan basıncın' nasıl arttırdığı bilinmiyordu. Böbreklerin sodyum atılımında bir eksiklik ya da genetik faktör olabileceği düşünüldü. Sonraları böbreklerden sodyum atılımında etkili olan natriurctik hormonun böbrek tübül hücrelerinden sodyufn pompalarını inhibc etmesiyle açıklandı (3). Ayrıca hipertansif hastaların arteriol çeperlerindeki su ve sodyum miktarı normalden fazladır. Damar lumeni-nin bu nedenle sıkıştırılması periferik direnci arturdabilir (4).
Elevation of systolic or diastolic blood pressure as primary (essential) or secondary is called hypertension (1). It is impossible to attribute essential hypertension to a single etiological factor. It is certain that inheritance provides a favorable ground for hypertension, but many other factors, including environmental, neurogenic, humoral and vascular, can have an effect on blood pressure (2). Sodium plays an important role in the etiology of essential hypertension. However, it was not previously known how sodium increases blood pressure. It was thought that there might be a deficiency in sodium excretion of the kidneys or a genetic factor. It was later explained that natriurctic hormone, which is effective in sodium excretion from the kidneys, inhibits sodium pumps from renal tubule cells (3). In addition, the amount of water and sodium in the arteriolar walls of hypertensive patients is higher than normal. Therefore, compression of the vascular lumen may increase peripheral resistance (4).
PDF Benzer Makaleler Editöre Eposta