Bir Endemik Guatr Bölgesinde Guatr-Tiroid Kanseri İlişkisi
Ömer Karahan, G. Karpuzoğlu, Mustafa Şahin, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Endemik Guatr Bölgesinde Guatr-Tiroid Kanseri İlişkisi
The RelatIonshIp Between Goller And ThyroId CarcInoma In An EndemIc Goller Area
1984-1988 yılları arasında Korkuteli Devlet Hastanesi'nde ameliyat edilen guatrlı 125 hasta, tiroid sintigrafisi ve histopatolojik bulgular arasındaki ilişki ortaya konmak için incelendi. Hastaların %67.5 unda multinodüler, %32.5 unda uninodüler guatr saptandı. Tiroid sintigrafisi yapılan 106 hastanın %85.8 inde hipoaklif %6.6 sında hipoaktif ve normoaktif, %3.8 inde hiperaktif nodüller ve %3.8 inde diğer patolojiler tespit edildi. 125 hastanın tamamı ötiroid vaziyette ameliyata alındı. Hastaların %97.6 sında unilateral veya bilateral subtotal titroidektorni uygulandı. Histopatolojik tetkik yapılabilen 100 hastada 131 histopatolojik sonuç alındı. Tiroid sintigrafi-sinde hipoaktif nodül bulunan 81 hastanın %68.8 inde multinodüler guatr, %16.5 unda foliküler adenom, %7.4 ünde kronik tiroidi, %5.5 inde malign tiroid hastalığı ve %1.8 iade kolloidal kist saptandı. Malignite bulunan hastaların tamamında hipoaktif nodül mevcuttu. 6 maligniteli vakanın 5 inde multinodüler, 1 inde uninodüler guatr vardı.
In order to investigate the relation hetween the thyroid radionuclide scanning and the histopathological findings, we reviewed 125 patients operaled on from 1984 to 1988 in Korkuteli State Hospital. Sixty seven point five percent of patients had multinodular and 32.5% uninodular goiter. One hundred sir patients underwent thyroid radionuclide scanning and 85.8% revealed hypoactive, 6.6% hypoactive and normoactive, 3.8% hyperactive nodules and 3.8% other pathologies. Ali of the 125 patients were euthyroid at the time of operation. Mnety seven point six percent of the patients underwent unilateral or bilateral subtotal thyroidectomy. In 100 patients who had histopathologic exarnination had 131 hislopathologic diagnosis. In 81 patients who had hypoactive nodules determined with radionuclide scanning, 68.8% were diagnosed as multinodular goiter, 16.5% follicular edenoma, 7.4% chronic thyroiditis, 5.5% malig,nant thyroid disease and 1.8% colloidal cyst histopathologically. All cases with malignant thyroid disease had hypoactive nodules, five of them were multinodular and one solitary nodule.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
Mustafa Nuri Deniz, Nezih Sertöz
Olgu sunumu
Özeti
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
AnesthetIc Approach To The CandIdate For Heart Transplant To
undergo Tur-M
Saddle blok, özellikle yaşlı ve yüksek kardiyak riskli hastalarda hemodinamik stabiliteyi koruyarak yeterli anestezi sağlanması açısından ideal bir uygulamadır. Transüretral mesane rezeksiyonu (TUR-M) planlanan 52 yaşında mesane tümörü olan erkek hastanın özgeçmişinde HT, DM, ve konjestif kalp yetmezliği mevcuttu. Ekokardiyografisinde: LVEF % 20, RVEF % 28, MY 30, TY 20, biventriküler global hipokinezi, sağ ve sol yapılarda ileri derece dedilatasyon vardı. Hasta, (ASA IV) olarak değerlendirildi. TUR-M Operasyonu saddle blok ile gerçekleştirildi. Mesane tümörü olan yüksek riskli hastada saddle bloğun nöroaksiyel blok ve genel anesteziye oranla daha güvenli ve yeterli bir anestezi yöntemi olduğunu düşünüyoruz.
Saddle block is an ideal procedure that can provide sufficient anesthesia by protecting hemodynamic stability especially in elder patients with high cardiac risk. A 52 years old male patient with bladder tumor who was scheduled for transurethral bladder resection (TUR-B) had history of hypertension, diabetes mellitus and congestive heart failure. Echocardiography showed that LVEF was 20%; RVEF was 28% and there were insufficiency (MVI) of third degree, insufficiency (TVI) of second degree, biventricular global hypokinesia and remarkable dilatation on the right and left structures of the heart. The patient was considered as having ASA class IV. He had TUR-B under saddle block. In conclusion, we considered that saddle blockade was a more safe and efficient anesthetic procedure rather than neuroaxial blockade or general anesthesia for the highrisk patient who had bladder tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün, Tahir Kemal Şahin, Gamze Sarkılar, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Factors EffectIng PreoperatIve Fear And Worry
Bu çalışmanın amacı; preoperatif dönemde hastaların anestezi ve cerrahi girişim hakkında korku, endişe ve anksiyeteleri ile, bilgi edinme isteklerini bir anket yardımı ile değerlendirmek ve anksiyetelerinin şiddetini görsel analog skala (VAS) kullanarak ölçmeye çalışmaktı. Beşyüz otuz altı hasta (>19 yaş) bir anket kullanılarak endişeleri, korkuları ve bilgi istemleri hakkında sorgulandılar. Yanıtların istatistiksel analizi kikare ve korelasyon testleri kullanılarak yapıldı ve p<0.05 anlamlı kabul edildi. Daha az eğitimli hastaların cerrahi hakkındaki korkuları daha fazlaydı (p<0.05). Eğitim düzeyi arttıkça bilgi istemi arttı (p=0.007). Kadınlar anestezi ve cerrahiden erkek lere göre daha fazla korkuyordu (p=0.0001). Erkekler lokal anesteziyi kadınlara oranla daha fazla tercih ediyorlardı (p=0.00165). Gelir arttıkça korku ve bilgi istemi de artıyordu (p=0.01). VAS skorları kadın hastalarda, okuma yazma bilmeyenler ile ilkokul mezunlarında ve daha önce cerrahi ve anestezi deneyimi olmayan hastalarda daha fazlaydı (p<0.05) Gelir düzeyinin ve bilgi isteminin artması veya azalması ile VAS skorları arasında bir korelasyon yoktu (p>0.05). Anket uygulanan hastaların tümünün değil de yalnızca bir bölümünün anesteziden ve cerrahiden korktuğu ve bilgi istediği sonucuna varıldı Bu hastaların anestezinin ve cerrahinin sonuçları hakkında bil gilendirilmesi korku ve endişelerinin giderilmesinde faydalı olabilir. VAS skorları ile anket yöntemi ile elde edilen sonuçlar arasında pozitif korelasyon gözlenmesi, preoperatif anksiyetenin ölçümünde VAS skorlamasından yarar lanabileceğimizi düşündürdü.
The purpose of this study was to evaluate the fear, vvorry and axieties of patients about anesthesia and surgery preoperatively by using a questionaire, and to measure their anxiety by using visual analogue scale (VAS). Five hundred and thirty six patients (>19 yr of age) were questioned about their worries, fears and request of Infor mation by means of a questionaire. The ansvvers were analysed with chi-square and correlation tests and p<0.05 was considered as significant. Fear from surgery was higher in the less educated patients (p<0.05). VVomen feared from anesthesia and surgery more than men (p=0.0001). Men prefered local anesthesia more than vvomen (p=0.00165). Fear and request of Information increased with increased income (p=0.01). VAS scores vvere high er in vvomen, illeterate and primary school graduates, and patients vvithout previous surgical or anesthesia expe- rience (p<0.05). No correlation was present betvveen VAS scores and income or increase or decrease of Informa tion requests (p>0.05). İt was concluded that not ali but some patients feared of surgery or anesthesia or vvanted Information. Informing these patients on the consequences of anesthesia and surgery may be usefull in alleviating their fears or vvorries. Positive correlation betvveen the results of the questionaire and VAS scores, leads us to con- sider that VAS scores may be usefull for measuring preoperative anxiety.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Distal Diafiz Kırıklarının İntramedüller Çivi
ile Tedavisinde Dizilimin Değerlendirilmesi
Tahsin Sami Çolak, Kayhan Kesik, Mustafa Özer, Faik Türkmen, Burkay Kutluhan Kaçıra, İsmail Hakkı Korucu
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Distal Diafiz Kırıklarının İntramedüller Çivi
ile Tedavisinde Dizilimin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Femoral AlIgnment In Femur DIstal
dIaphyseal Fractures WhIch Treated WIth Intramedullary
naIllIng
Amaç: Distal femur kırıkları hem genç hem de yaşlı nüfusta sık görülmektedir. Tüm femur kırıklarının %
7’sini oluşturmaktadır. Kırık sonrası dizilimin sağlanması, deformite ve kısalık gelişmemesi için önemlidir.
Bu çalışmada eklem içine uzanmayan distal femur diafiz kırıkları tedavisinde uygulanan intramedüller çivi
(İMÇ) yönteminin dizilime etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 2010-2016 yılları arasında, femur distal diafiz kırığı tanısıyla, İMÇ ile tedavi
edilmiş 62 hasta değerlendirildi. Hastaların takip süresi en az 1 yıldı. Hastalar kırık hattının ekleme olan
mesafesine göre 3 gruba ayrıldı (< 100 mm, 100-130 mm, > 130 mm). Her grubun çivi-eklem mesafesi
(ÇEM), kırık hattı-eklem mesafesi (KEM), kırık-çivi mesafesi (KÇM), ayrıca translasyon miktarı ve dizilim
bozukluğu miktarı değerlendirildi.
Bulgular: Grup 1’de; ÇEM 17,1±6,8 mm, KEM 78,4±17,6 mm, KÇM 60,8±15,9 mm, translasyon miktarı
4±1,3 mm ve dizilim bozukluğu 2,9±1,7° olarak bulundu. Grup 2’de; ÇEM 19±6,8 mm, KEM 119,5±8 mm,
KÇM 100,6±8 mm, translasyon miktarı 3,9±1,7 mm ve dizilim bozukluğu 3±1,7° olarak bulundu. Grup 3’de;
ÇEM 25,2±8,7 mm, KEM 143,3±7,8 mm, KÇM 118,1±11,7 mm, translasyon miktarı 3,5±1,8 mm ve dizilim
bozukluğu 2,5±1,4° olarak bulundu.
Sonuç: Yaptığımız çalışmada kırık ile eklem arası mesafe azaldıkça dizilim bozukluğunun ve translasyon
miktarının arttığını, çivi distali ile eklem mesafesi arası 20 mm altında tutulduğunda dizilim bozukluğunun
ve translasyon miktarının azaldığını gördük. İMÇ ile tedavi uygulanacak ekleme yakın distal femur diafiz
kırıklarında, dizilim bozukluğu ve translasyon açısından dikkatli olunması gerekmektedir. Özellikle kırıkeklem
mesafesi 100 mm’nin altında olan olgularda çivi distali ile eklem arasındaki mesafenin 20 mm’nin
altında tutulması, translasyon miktarını ve dizilim bozukluğunu minimum düzeyde tutacaktır.
Aim: Distal femoral fractures are common seen both elderly and young population. These fractures are %
7 of all femoral fractures. Providing of alingment after distal femoral diaphyseal fractures is important for
the development of deformity and shortness. In this study, it was aimed to determine whether the effect
of intramedullary nail method applied in the treatment of distal femoral diaphyseal fractures that do not
extend into the joint to the femoral alignment.
Patients and Methods : 62 patients were evaluated who were treated with intramedullary nail with the
diagnosis of distal femoral diaphyseal fracture between 2010 and 2016. Patients has at least 1 year of
follow-up. Patients were divided into 3 groups according to fracture joint distance (<100 mm, 100-130 mm,
>130 mm). Nail-joint distance (NJD), fracture line-joint distance (FJD), fracture-nail distance (FND), and
the translation and alignment of the fracture line were evaluated for each group.
Results: In group 1; NJD 17,1±6,8 mm, FJD 78,4±17,6 mm, FND 60,8±15,9 mm, translation 4±1,3 mm,
and the malalignment was 2,9±1,7°. In Group 2; NJD 19±6,8 mm, FJD 119,5±8 mm, FND 100,6±8 mm,
translation 3,9±1,7 mm, and malalignment 3±1,7°. In group 3; NJD 25,2±8,7 mm, FJD 143,3±7,8 mm, FND
118,1±11,7 mm, translation 3,5±1,8 mm, and malalignment was 2,5±1,4°.
Conclusion: In our study, we found that as the distance between the fracture and the joint decreased, the
degree of malalignment and translation increased, and when the distance between the nail and the joint
was kept below 20 mm, the amount of malalignment and translation decreased. If distal femur fractures
near the joint line will be treated with intramedullary nailing attention must be taken for the malalignment
and translation. Especially when the fracture-joint distance is less than 100 mm, keeping the distance
between the nail and the joint below 20 mm will keep the translation and malalingment at a minimum level.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olağandışı Ekstranodal Tutulumlarla Agresif Seyredenmantle Hücreli Lenfoma
Mehmet Hilmi Doğu, İsmail Sarı, Sema Ertürk, Sibel Hacıoğlu, Ali Keskin
Olgu sunumu
Özeti
Olağandışı Ekstranodal Tutulumlarla Agresif Seyredenmantle Hücreli Lenfoma
AggressIve Mantle Cell Lymphoma PresentIng WIth Unusual
extranodal Involvements
Mantle hücreli lenfoma tüm Hodgkin dışı lenfomaların %3-
10’unu oluşturmaktadır. İleri yaş hastalığı olup erkeklerde daha sık
görülmektedir. Mantle hücreli lenfoma olguları genellikle ileri evrede
tanı almaktadır ve ekstranodal tutulumlara sık rastlanmaktadır.
Bu yazıda, hastaneye sağ diz ağrısı ve şişlik nedeniyle başvuran
ve olağandışı ekstranodal tutulumlarla giden agresif seyirli mantle
hücreli lenfoma tanısı alan 62 yaşında erkek bir olgu paylaşıldı.
Mantle cell lymphoma represents 3-10% of all non-Hodgkin
lymphomas. It is mostly a disease of the elderly and shows a male
predominance. Patients with mantle cell lymphoma usually present
with advanced stage. Extranodal involvements are common finding.
In this paper, we presented a case of an 62 year old male admitting to
hospital only right knee pain and swelling who had aggressive mantle
cell lymphoma with unusual extranodal involvements.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2’nin Hematolojik Hastalıklar Üzerindeki Etyolojik Rolü
Atakan Tekinalp, Özcan Çeneli, Muhammed Emin Güzel, Miraç Burak Başgün, Sinan Demircioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Sars-Cov-2’nin Hematolojik Hastalıklar Üzerindeki Etyolojik Rolü
The EtIologIcal Role Of Sars-Cov-2 On HematologIc DIseases
Amaç: Çalışmanın amacı, COVID-19 enfeksiyonu sonrası hematolojik tanı alan hastalarda SARS-CoV-2 virüsü ve
hematolojik hastalıklar arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: 1 Nisan 2020 ile 1 Nisan 2021 tarihleri arasında, herhangi bir malign ya da otoimmün
hematolojik hastalık tanısı alan hastalar arasında, öncesinde COVID-19 enfeksiyonu geçirenler retrospektif olarak
değerlendirildi. Tanı öncesinde COVID-19 geçiren ve geçirmeyen hastalar karşılaşt ırıldı.
Bulgular: Yeni tanı alan 305 hastanın 24 (%7,8)’ünün öncesinde COVID-19 öyküsü olduğu tespit edildi. İki hasta
grubunda da en sık tanı non-Hodgkin Lenfoma (NHL)’ydı. NHL ve agresif seyirli NHL sıklığı istatistiksel olarak
anlamlı olmamakla birlikte öncesinde COVID-19 öyküsü olan hasta grubunda daha yüksek bulundu (%25,1’e
karşın %23,1, p=0,143 ve %66,6’ya karşın %56,9, p=0,094). Temel hematolojik değerler iki grup arasında
benzerdi. COVID-19 tanısı ile hematololojik hastalık tanısı arasında geçen medyan süre 4,1 (0,6-11,8) ay olup en
kısa süreli tanı İmmün Trombositopenik Purpura, en uzun süre ise Multipl Miyelom tanılı tanılı hastada saptandı.
Malign hasta grubunda tanıya kadar geçen medyan süre daha uzun bulundu (4,5 aya karşılık 2,5 ay, p=0,070).
Sonuç: Bu çalışma ile COVID-19 enfeksiyonunun, malign ve otoimmün patogenezli hematolojik hastalıklar için
etyolojik bir faktör olabileceğini vurguladık.
Aim: The aim of this study is to evaluate the association between hematologic diseases and SARS-CoV-2
infection in patients who have been been diagnosed with a hemat ologic disease after COVID-19 infection.
Patients and Methods: The ones who had a previously history of COVID-19 infection among the patients
diagnosed with any malign or autoimmune hematologic disease were evaluated between April 1, 2020 – April
1, 2021, retrospectively. The Patients who had the COVID-19 infection and the patients who had not were
compared.
Results: Twenty-four (7.8%) patients of 305 newly diagnosed who had a previously history of COVID-19
infection were determined. The most common diagnosis was non-Hodgkin Lymphoma in both of the groups.
Although it was not statistically significant, frequency of NHL and aggressive NHL were most common in
the patients with history of COVID-19 (25.1% vs 23.1%; p=0.143 and 66.6% vs 56.9%, p=0.094). The basic
hematologic parameters were similar between the two groups. The median time between COVID-19 infection
and the hematologic diagnosis was 4.1 (0.6-11.8) month; the minimum duration was in the patient with
Immune Thrombocytopenic Purpura and the maximum was the one with Multiple Myeloma. The median time
up until the diagnosis was longer in the malign group (4.5 vs 2.5 months; p=0.070).
Conclusions: As a result of the study, it has been emphasized that COVID-19 may have an etiological factor
for malign and hematologic diseases with autoimmune pathogenesi s.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
Tuğrul Çakır, Cemal Özben Ensari, Arif Aslaner, Burhan Mayir, Mehmet Tahir Oruç
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
RIght SIded Zenker DIvertIculum
Zenker’in divertikülü (Faringeal poş) krikofaringeal kas üstündeki
farenks mukozasının nadir görülen bir pulsiyon divertikülüdür.
Sıklıkla sol tarafta ve yaşlı hastalarda görülür. Başlıca tipik belirtileri
disfaji, regürgitasyon, kronik öksürük, aspirasyon ve kilo kaybıdır.
Semptomatik büyük divertikülü olan olguların cerrahi olarak tedavi
edilmesi gerekmektedir. Son yıllarda endoskopik tedaviler ile başarılı
sonuçlar bildirilse de divertikülektomi ve myotomi halen en iyi tedavi
yöntemi olarak gözükmektedir. Bu çalışmada 36 yaşında kadın
hastada sağ taraf yerleşimli bir Zenker divertikül olgusu, kliniği ve
tedavi yönetimi literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
The Zenker’s diverticulum (pharyngeal pouch) is a rare
pulsion diverticulum of the mucosa of the pharynx just above the
cricopharyngeal muscle. It occurs at the left side and was commonly
seen in elderly patients. Maintypical symptoms include dysphagia,
regurgitation, chronic cough, aspiration and weight loss. Symptomatic
patients with large diverticulum should be treated surgically. Although
in recent years successful results with endoscopic therapy has been
reported, diverticulectomy and myotomy are still seems to be the best
treatment. In this study, a case of 36 years old woman with rightsided
Zenker’s diverticulum, clinical presentation, and management
are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melanoakantom / Pigmente Seboreik Keratoz: Yaygın Bir Antitenin Nadir Bir Varyantı
Faheema Hasan, Pramila Anthony Singh, Nidhi Shukla
Olgu sunumu
Özeti
Melanoakantom / Pigmente Seboreik Keratoz: Yaygın Bir Antitenin Nadir Bir Varyantı
Melanoacanthoma / PIgmented SeborrhoeIc KeratosIs: A Rare VarIant Of A Common EntIty
Melanoakantom veya pigmente seboreik keratoz, sıklıkla yaşlı hastaların gövde, baş ve boyun bölgesinde ortaya çıkan, yoğun pigmente sahip, seboreik keratozun nadir bir varyantıdır. Melanoakantomların histolojik incelemesinde dendritik melanositlerin ve bazaloid keratinositlerin proliferasyonu izlenir. Lezyon klinik olarak malign melanomu taklit edebildiğinden, doğru tanı ve doğru klinik yönetim için histopatolojik inceleme yapılması gereklidir.
Melanoacanthoma or pigmented seborrhoeic keratosis is a rare variant of seborrhoeic keratosis which commonly occurs as deeply pigmented lesion in the head and neck or trunk of elderly patients. Melanoacanthomas shows proliferation of dendritic melanocytes and basaloid keratinocytes on histology. The lesion can clinically mimic malignant melanoma and variants a histopathological examination for the right diagnosis and proper management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
Halil Kunt, Hayri Dayıoğlu, Muhammed Kasım Çaycı
Araştırma makalesi
Özeti
Kütahya İlindeki Postmenopozal Kadınlarda Çeşitli Risk Faktörleri İle Kemik Mineral Yoğunluğu Arasındaki İlişki
RelatIonshIp Between Bone MIneral DensIty WIth VarIous RIsk Factors In Postmenopausal Women In Kutahya ProvInce
Osteoporozun postmenopozal kadınlarda görülme sıklığı çeşitli faktörlere bağlı olarak artmaktadır. Kütahya da yaşayan kadınlarda osteoporoza neden olan risk faktörlerini değerlendirmek amacıyla bu çalışma gerçekleştirildi. Kütahya devlet hastanesi DEXA birimine kemik mineral yoğunluğu ölçümü için başvuran menopoza girmiş yaşları 40-82 arasında değişen 103 kadının dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) cihazıyla a-p pozisyonunda lumbar omur (L1- L4) kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçümleri yapılmıştır. Çalışma verileri anket sonuçları kullanılarak elde edildi. Değerlendirme grupları Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Osteoporoz sınıflandırmasına göre DEXA ölçümleri, T skor -1,0 SD’ den büyük normal, T skor -1,0 SD ile -2,5 SD arası osteopeni ve T skor -2,5 SD’ den daha düşük olanlar osteoporoz olarak gruplandırıldı. Olguların % 86’sının ev hanımı, % 85’inin eğitiminin ilköğretim olduğu ve olguların tümünde aktivite düzeyinin düşük olduğu saptandı. Osteoporoz ve osteopeni grubunun normal gruba göre daha yaşlı olduğu saptandı (p0.05). Çalışmamızın sonuçlarından yaşa bağlı osteoporoz riskinin arttığı, yaşam stili ve sosoyodemografik karakteristiklerin kemik mineral yoğunluğundaki düşüşlerde etkili olduğu tespit edilmiştir.
Frequency of osteoporosis in postmenopausal women is rising depending on various factors. This study is aimed at to analyse the risk factors that cause osteoporosis for women living in Kütahya. The assessment of bone mineral density (BMD) of Lumbar vertebral bone (L1-L4) via dual energy X-ray absorptiometry (DEXA) machine in a-p position was carried out on 103 women, aged between 40- 82 who had already been in menopause and applied to Kütahya Devlet Hastanesi (Kütahya State Hospital) department of DEXA for assessment of bone mineral density. Study data were achieved from survey results. Experimental group was evaluated according to World Health Organisation (WHO)’s Osteoporosis Classifications via DEXA assessments as T score -1,0 SD> normal, T score -1,0 SD and -2,5 SD is osteopeni and T score <-2,5 SD is osteoporosis. It was observed that all the respondents are housewifes, primary school educated and have a low activity level. It was observed again that the responders who are osteoporosis and osteopenia are older,shorter; particularly, osteoporosis group is 3 cm shorter and have less weight than normal group of people. The group of people who are osteoporosis and osteopenia have a lower age of first and last menstruation than normal people. Yet, they have a higher breast-feeding duration. It was detected that the patients have a lower T scores who had used cortisone for a long time and had bone fracture than who didn’t have any. It was detected again that the scores fell down depending on tested people’s decreasing in come, however, they rose depending on tested people’s rising education status. It was detected that the T scores of people who are leading a rural life was lower than who are leading a urban life. As a result of our study it was noticed that risk of osteoporosis rises depending on age, life style, characteristics of sociodemographic are effective on falling of bone mineral density.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Harap Akciğer
Tahir Yüksek, Ali Ersöz, Hasan Solak, Mehmet Yeniterzi, Osman Yılmaz, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Harap Akciğer
Harap Lungs
Mayıs 1984-Nisan 1988 arasında, akciğerleri tahrip olan 7 vaka S. Ü. Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı. En genç ve en yaşlı hastalar 5 ve 47 yaşlarındaydı. Hastalar kendilerini öksürük, pürülan balgam, nefes darlığı, plevral ağrı ve hemoptizi ile gösterdiler. Parmakların çarpması her durumda yaygındı. Tahrip olmuş akciğer tarafında araştırabileceğimiz bir perfüzyon elde edemedik. 5 pnömonektomi ve 2 plöropnömonektomi ile cerrahi tedavi kabul edildi. Bir hastada bronko-plevral fistül ile postoperatif komplikasyon olarak 2 ampiyem vardı. Bu hasta torakoplasti sonrası öldü. Diğer hasta halen açık drenaj ile yaşıyor.
Between May 1984-April 1988 7 cases with destroyed lung were treated at S. Ü. Faculty of Medicine Thoracic and Cardiovascular Surgical Department. The youngest and oldest patients were 5 and 47 years old. Patients presented themselves with coughing, purulant sputum, dyspnea, pleural pain and hemoptysis. Clubbing of fingers was common in all cases. We obtained no perfusion in the destroyed lung side whom we could research. Surgical treatment with 5 pneumonectomy and 2 pleuropneumonectomy were corned out. There were 2 empyema as post operative complication with broncho-pleural fistula in one patient. This patient died following thoracoplasty. The other patient is still alive with open drainage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
Tahsin Gökhan Telatar, Sarp Üner, Hilal Özcebe, Burcu Küçük Biçer, Özge Yavuz Sarı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlılarda Düşmeler Ve İlişkili Risk Faktörlerinin Yaş Ve Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi
DefInIng Falls And AssocIated RIsk Factors In Elderly Among Age Groups And Sex
Amaç
Araştırmada Türkiye, Sinop ilinde yaşayan yaşlıların düşme sıklıklarının ve düşmelerle ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler
Kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini 2013 yılında Sinop ilinde yaşayan ve aile hekimliği bilgi sistemine kayıtlı olan 32506 kişilik 65 yaş ve üzeri nüfus oluşturmaktadır. Cinsiyet ve yaş gruplarına (65-74, 75 ve üzeri) göre yapılan tabakalama sonucunda 2463 kişilik örnek büyüklüğü belirlenmiş ve %92,1’ine ulaşılmıştır. Yapılandırılmış bir anket formu aracılığıyla katılımcıların bazı sosyo-demografik özellikleri, düşme durumları, günlük yaşam aktivitelerindeki fonksiyonellikleri, depresyon durumları ve düşmeler konusundaki farkındalıklarını içeren veriler toplanmıştır. Risk faktörlerinin düşmelerle ilişkisi dört farklı lojistik regresyon modeli kullanılarak hesaplanmıştır.
Bulgular
Araştırmaya katılan yaşlıların 65 yaşından sonra düşme prevalansları %36,4 olarak bulunmuştur. Herhangi bir okuldan mezun olmamış olmak, mevcut sağlık durumunu düşük puanlamış olmak, sürekli olarak ilaç kullanıyor olmak, günlük kullandığı ilaç sayısının fazla olması, desteksiz olarak yürüyememek ve depresyonda olmak her iki yaş grubu ve cinsiyet için de düşme riskini artıran faktörler olarak tanımlanmıştır. Herhangi bir kronik hastalığa sahip olmak, yalnız yaşamak, düşme korkusu yaşıyor olmak, düşmeler konusunda farkındalığın düşük olması, günlük yaşsam aktivitelerinde bağımsız olmamak ve düşmelerden korunma hakkında yetersiz bilgi sahibi olmak yaş ve cinsiyet gruplarının en az ikisinde düşme riskini artıran faktörler olarak bulunmuştur. Daha önce gelir getiren bir işte çalışmış olmak ve halen çalışıyor olmak ile düşme riski arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç
Düşmeler yaşlılık dönemi için önemli bir halk sağlığı sorunudur ve düşmelerin önlenmesi ile risk faktörlerinin kontrolü konularında ileriye dönük müdahalelerin planlanmasında 65 yaş üzeri nüfus içerisinde yaş ve cinsiyet gibi belirleyicilere bağlı olarak risk faktörlerinin değişiklik gösterdiği göz önüne alınmalıdır.
Aim
This study aims to determine the prevalence of falls and associated risk factors among elderly living in Sinop, Turkey.
Materials and methods
The universe of this cross-sectional study consists of 32506 people older than 65 years old whom are registered to the family physicians’ information system and live in Sinop. After stratification for sex and age (65-74, 75 and over) a sample size of 2463 and 92.1% were reached. Data about some of the socio-demographic characteristics, falling status, daily living activity functionalities, depression status and awareness about falls of the participants were collected via a structuralized questionnaire. Relations between falls and associated risk factors were assessed by four different logistic regression models.
Results
The mean of falling prevalence after age 65 among elderly was 36.4%. Not being graduated from any school, having low scores for current health conditions, using more than one drug daily, not being able to walk without support and being positive for depression are found to be risk factors for falling among both sex and age groups. Having a chronic disease, living alone, having fear of falling, having low awareness about falls, being dependent in daily living activities and having inadequate knowledge about prevention from falls are found to be risk factors for at least two of the sex and age groups. There were no statistically significant relations between falling risk and previous or current employment status.
Conclusion
Falls are important public health concerns among elderly and the variability of risk factors depending on determinants such as age and sex should be considered while planning further implementations targeting fall prevention and control of risk factors for elderly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Hasan Önner, Mustafa Erol
Araştırma makalesi
Özeti
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of The Integrıty Of Actıve Inflammatıon By Comparıng 18f-Fdg Pet/ct Fındıngs And Neutrophıl-Lymphocıde Rate In Sarocoıdosıs.
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Aim
The decision to start treatment in sarcoidosis is made based on clinical and radiological findings and changes in pulmonary function test findings during follow-up, and more useful tools are needed in treatment management. F-18 fluorodeoxyglucose (18F-FDG) positron required important tomography / computed tomography (PET/CT) contains important information about the extent of sarcoidosis. On the other hand, the neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) opens as a good prognostic marker for tissue-related inflammation. This study evaluated the relationship between the 18F-FDG PET/CT findings of sarcoidosis and NLR and other clinical findings.
Material and methods
The data of the patient who was diagnosed with sarcoidosis after 18F-FDG PET/CT examination in our clinic were retrospectively reviewed. Patients' age, gender, NLR values, smoking status, extrathoracic involvement and symptoms, and 18F-FDG PET/CT findings were compared.
Results
This study consisted of 41 patients. There was a strong correlation between NLR and whole body total lesion glycolysis (TLG), and moderate correlation between MAIA and NLR (r values: 0.852, 0.660, both of them p value: <0.001, respectively). There was a significant difference between the groups showing only thoracic involvement and additional extrathoracic involvement with MAIA, TLG and NLR values (p values,: 0.002, 0.001 and, 0.003, respectively). In the classification made according to the symptoms of the patients, there was no significant difference between the groups with SUVmax, MAIA, TLG and NLR values. Median values were found to be significantly higher in the elderly group (p values: 0.037 and 0.040, respectively). In the classification made according to gender; there was no significant difference in both PET/CT parameters and NLR values.
Conclusion
The close relationship between the NLR value, which is accepted as a prognostic indicator in sarcoidosis, and the 18F-FDG PET / CT findings which show the involvement of the disease in the whole body, may provide the clinician with significant benefits in treatment management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
Ganime Dilek Emlik, Ali Erbay, Demet Kıreşi, Orhan Demir, Serdar Karaköse
Araştırma makalesi
Özeti
Vertebrobaziller Yetmezlik Tanısında Radyolojik Görüntüleme Yöntemlerinin Etkinliği
EffectIvIeness Of The RadIologIc ImagIng Methods In The DIagnosIs Of The VertebrobasIllar InsuffIcIency
Amaç: Vertebrobasiller yetmezlik (VBY), özellikle ileri yaş grubunda görülen, nonspesiŞk semptomlara sahip klinik bir sendromdur. Amacımız VBY tanısında yüksek duyarlılık ve seçiciliğe sahip, maliyeti uygun, hastaya mümkün olduğunca zarar vermeyen radyolojik yöntemleri belirlemek ve bunların etkinliğini tartışmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda VBY semptom ve bulguları bulunan, yaşları 18-79 yaş arasında değişen 40 hasta grubu ile yaşları 25-72 yaş arasında değişen 20 kontrol grup vakası değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubundaki olgulara RDUS, boyun MRA, kranial MR tetkikleri yapıldı. RDUS ile vertebral arterlerin (VA) sadece ekstrakranial segmentleri ( V1-V2 ) incelendi. Bulgular: RDUS ile her iki VA çapları ve sistolik- diastolik hızları hasta ve kontrol grubunda ayrı ayrı karşılaştırıldı. Her iki grupta da sol VA ortalama çapı, sağa göre daha geniş izlendi. Hızlar karşılaştırıldığında, hasta grubundaki sol VA sistolik ve diastolik hız ortalamaları kontrol grubuna göre daha yüksekti. RDUS ile 9 hastaya oklüzyon, 5 hastaya kink veya stenoz, 6 hastaya sadece hipoplazi, 2 hastaya yetersiz akım tanıları kondu. Ayrıca distal segmentlerde oklüzyon veya stenozu bulunan 3 olguda, RDUS’de indirekt bulgular izlendi. MRA ile 14 hastaya oklüzyon, 4 hastaya stenoz, 6 hastaya kink, 6 hastaya sadece hipoplazi, 4 hastaya sadece tortiozite, 1 hastaya fenestrasyon tanısı kondu. 5 hastanın MRA’sı normaldi. Posterior dolaşım iskemisini ortaya koymak için, kranial MR tetkikleri yapıldı ve 7 hastada iskemi- infarkt izlendi. Sonuç: VA’ların sadece ekstrakranial patolojileri değerlendirildiğinde, RDUS’nin MRA’ya göre duyarlılığını yaklaşık % 81.5, seçiciliğini yaklaşık % 84.6 olarak bulduk. Tüm VBS patolojileri yönünde değerlendirildiğinde MRA’ya göre RDUS’nin duyarlılığını % 57.1, seçiciliğini % 60 olarak bulduk.
Aim: Vertebrobasillar insufficiency (VBI) is a common problem of elderly patients. However, diagnosis of VBI is generally difficult. The aim of this study was to determine the findings and efficiencies of MRA and CDUS in the diagnosis of VBI. Material and Method: We examined 40 patients (20 men, 20 women, mean age: 54.83±14.36 years) having signs and symptoms of VBI and 20 controls of the same age and sex. All of the patients, underwent cervical MRA, CDUS, cranial MRI. The diameter measurements and systolic and diastolic flow velocities of the vertebral arteries were compared between study and control group. Posterior circulation was also evaluated by cranial MRI in patients with VBI. Results: By CDUS, 9 patients with oclusion, 5 patients with kink or stenosis and 6 patients with only hypoplasia, and 2 patients with insufficient flow were diagnosed. MRA showed occlusion in 14 patients, stenosis in 4 patients, kink in 6 patients, tortuosity in 6 patients, and fenestration in one patient. MRA of the remaining 5 patients were normal. Cranial MRI of 7 patients was abnormal. On MRA, there was distal oclusion in five out of 14 patients having oclusion. CDUS showed low velocity and high resistance in the extracranial segment of these vessels. Conclusion: When only the extracranial pathologies of vertebral arteries were in concern, CDUS specifity was 81,5% and sensitivity was 84,6% according to MRA. If all the vertebrobasillary system pathologies were in concern CDUS sensitivity and specifity according to MRA were 57,1% and 60%, respectively.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dekübit Ülserlerinde Cerrahi Tedavi Sonuçlarımız
Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Sadık Şentürk, Adem Özkan, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Dekübit Ülserlerinde Cerrahi Tedavi Sonuçlarımız
Our SurgIcal ResultsIn DecubItus Ulcers
Dekübit ülserleri uzun süreli yatağa bağımlı hastalarda gelişebilir. Yaşlı ve spinal kord yaralanması olan hastalar yüksek risk grubundadır. Bu yazıda Mayıs 1994 - Ocak 2000 yılları arasında kliniğimizde öpere edilen 52 dekübit hastası ve bunlara uygulanan onarım yöntemlerimiz sunulmuştur. Çalışmaya sakral, trokanterik ve iskiyal bası yaraları dahil edilmiş olup bunun dışındaki alanlar hariç tutulmuştur. 3 iskiyal ülserli hasta nüks nedeniyle başvurmuşken sakral ve trokanterik ülserlerde hiç nükse rastlanmadı. Bu nüksün cerrahi teknikten çok basıya bağlı olduğu düşünüldü. Dekübit ülserlerinde cerrahi yaklaşımların hem nüksü önleme hem de fonksiyonel hasar oluşturmaması bakımından önemlidir. Bu yazıda 1994 - 2000 yılları arasında öpere ettiğimiz hastalar ışığında dekübit ülserleri onarımına yaklaşımlarımız sunulmuştur.
Decubitus ulcers can develop in immobilized patient. Patients with spinal cord injury and elderly patients are at high risk. We presented 36 patient with pressure sore that we operated between May 1994 and January 2000 and our reconstructive procedures. Sacral, trochanteric and ischial pressure sores we are included the study, other sites were excepted. As 3 patient with ischial ulcer were accepted because of recurrence, there were no recur- rence for sacral and trochanteric ulcers. This recurrences were not depend on surgical techniçues perhaps due to pressure. Selecting the proper surgical technique for decubitus ulcer, is important eitherpreventing recurrence and funtional loss. We revievved our experience with reconstruction of decubit ulcers betvveen 1994 and 2000 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Ömer Erdur, Mehmet Şentürk, Nurdoğan Ata, Ersen Koç, Gültekin Övet, Necat Alataş
Olgu sunumu
Özeti
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Extramedullary Plasmacytoma In The Nasopharynx
Seksen yaşında erkek hasta kliniğimize, burundan nefes
alma güçlüğü, burun kanaması ve nadiren ağızdan kan gelmesi
şikayetleri ile başvurdu. Hastanın oral, anterior rinoskopik ve
otoskopik muayenelerinde özellik saptanmazken yapılan fiberoptik
nazofaringoskopik incelemede nazofarinkste kitle gözlendi. Alınan
derin nasofarinks biyopsisi ile hastaya ekstramedüller plazmasitom
tanısı konuldu. Plazmasitomalar plazma hücresi tümörleri olup
soliter olarak kemik iliği dışında ortaya çıkarlar ve multipl myelom ile
ilişkili olabilirler. Baş boyun bölgesinde ekstramedüller plazmasitom
(EMP) olguları nadiren gözlenir. Nazofarinksin malign tümörleri
cerrahi ve/veya radyoterapi ile tedavi edilirler. Ekstramedüller
plazmasitomlar radyosensitif olarak bilinmelerine rağmen birçok
yazar tarafından kombine cerrahi ve radyoterapi önerir. Hasta ile
tüm tedavi seçenekleri paylaşıldığında hasta cerrahiyi kabul etmedi.
Bunun üzerine radyoterapiye yönlendirilen hastanın yirmidokuz aylık
kontrollerinde nüks saptanmadı. Burun tıkanıklığı, epistaksis gibi
şikayetlerle başvurun ileri yaş hastalarda daha dikkatli olunmalı ve
mutlaka nazofarinks ve nazal kavite endoskopik olarak detaylı bir
şekilde değerlendirilmeli.
Eighty year old, male patient presented to our clinic with
symptoms of difficult nose breathing, epistaxis and rarely
hemoptysis. No abnormalities were seen during oral, anterior nasal
and ear examination of the patient. A mass in the nasopharynx was
observed during the fiberoptic nasopharyngoscopic examination. The
patient was diagnosed as extramedullary plasmacytoma based on the
deep biopsy from nasopharynx. Plasmacytomas are tumors of plasma
cells, develop outside the bone marrow as solitary masses and they
may be associated with multiple myeloma. Cases of extramedullary
plasmacytoma (EMP) in the head-neck area develops rarely.
Malignant tumors of the nasopharynx are treated surgically and/or via
radiotherapy. Extramedullary plasmacytomas are known to be radiosensitive,
however, many authors recommend a combined therapy of
surgery and radiotherapy. All the treatment options were explained to
the patient, however, the patient did not accept surgery. Therefore,
the patient was started on radiotherapy and no recurrences were
observed during the twenty-nine-month follow-up period. More
caution should be exercised for elderly patients presenting with nasal
obstruction, epistaxis, and their nasopharynx as well as nasal cavity
should be endoscopically assessed in detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Serdar Yol, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Adil Kartal, Mehmet Karademir
Araştırma makalesi
Özeti
Yaşlı Hastalardaki Acil Operasyonlar: Morbidite Ve Mortalite Sıklığı
Emergency OperatIons In Elderly PatIents: MorbIdIty And MortalIty
Yaşlı hastaların acil operasyonlarında mortalite elektif operasyonlara göre en az 2-3 kat artmaktadır. Yaşlı hastalardaki acil operasyonların riskleri ile tedavi sonuçlarının mortalite ve morbiditeye etkilerini incelenmiştir. Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD'da Mayıs 1991 ile Nisan 1997 tarihleri arasında ameliyat edi-len 65 yaş ve üzerindeki 884 hasta (tüm olguların %11.9'u) dosya analizi ile retrospektif olarak incelendi. Bunların 183'ünü (%20.7) acil, 701'ini (%79.3) efektif olarak operasyona alınan hastalar oluşturuyordu. Acil arrıeLyat yapılan olgularda erkek/ kadın oranı 1.9 (120/63), yaş ortalaması 72.3 (65-95) idi. En sık acil operasyon nedenleri barsak tıkanması (49 olgu), akut mezenterik iskemi (24 olgu) ve peptik ülser perforasyonu (23 olgu) idi. Ortalama hastanede yatış acil vakalarda 10.8 gün (3-51), elektif vakalarda 7.2 gün (1-41) idi (p<0.0001). Acil operasyon uy-gulanan olgularda mortalite %18.6 iken elektif olgularda bu oran %3.4 idi (p<0.0001). Yaşlı hastaların değişik yaş gruplarındaki mortalite oranları arasında istatistik' bır fark saptanmadı (p<0.05). Acil vakalarda ölüm en sık karın içi abseler ve safra kesesi perforasyonlarında görüldü. Ölen olguların %70.6`sında (24/34 olgu) yandaş kalp ve/veya akciğer hastalığı mevcuttu. En sık ölüm nedenleri sepsis ve kardio-pulmoner yetmezlik idi. ileri yaş acil operasyon için kontrendike değildir ve mortaliyeti etkilemernektedir. Mortalite ve morbidite, doğrudan hastalığın kendisi ve bir-likte bulunan kardio-pulmoner patolojilerle ilgilidir. Bu nedenle yaşlı hastaların acil operasyonlarında zamanlama son derece önemlidir ve genel durumu iyi olmayan hastalarda en konservatif operasyon yöntemi tercih edilmelidir.
in this study, the risks of emergency surgical procedures in elderly patients and the effect of surgery on the morbidity and mortality were investigated. The records of 884 patients, those who were 65 years old or elder, and who were operated on in the Department of Surgery, University of Selçuk beetwen May 1991 and April 1997 were analyzed, retrospectively. One hundred eighty three patients (20.7%) were operated on urgently and 701 patients (79.3%) were elective. The ratio of male ifemale was 1.9 (120M/63F) and the mean age was 72.3 (range 65-95) in the emergency operations. Most frequent reason for the emergency operations were intestinal obstruction (49 cases), acute mesenteric ischemia (24 cases) and pepic ulcer perforation (23 cases). Mean hospital stay was 10.8 days (3-51 days) in the emergency and 7.2 days (1-41 days) in the elective operation (p<0.0001). The mor-tality was 18.6% in the emergency and 3.4% in the elective operations (p<0.0001). There was no correlation bet-ween mortality rates in different age groups (p>0.05). The highest mortality was observed in intraabdominal abs-cess and in perforated gallbladder disease. Intestinal resection and anastomosis was performed in 55.9% of expired cases. The majority of the patients (70.6%), who had died, had coexisting cardiopulmonary diseases. The main causes of death in alt patients were sepsis and cordio-pulmonary diseases. The main causes of death in all patients were sepsis and cardio-pulmonary failure. In conclusion, age is not a contraindication for an emergency operation and does not affect mortality which appears to be directly related to the severity and nature of the di-sease and to the coexisting cordio-pulmonary diseases. For this reason, timing is very important in the operations of elderly patients, and it is wise to perform the most conservative operation in some severe surgical conditions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Aydın Şanlı, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Intratorasik İezyonlarda Anterior Mediastinotominin Tanı Değeri
DIagnostIc Value Of AnterIor MedIastInotomy Irı IntrathoraeIe LesIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cer-rahisi Kliniğinde 1994 Ocak 1996 Eylül tarihleri arasında /6 yakaya mediastinal eksplorasyon uy-gulanmıştır. Vakaları,' 11 'i erkek, 57 kadındır. En küçük hastanuz 35, en yaşlı hastannı ise 68 yaşında olup yaş ortalaması 53_8'dir. Bunların 13 (% 81 .25)rüne sağ anterior mediastinotomi, 3 (% 18.75)7ine sol anterior Mediastinotomi uy-gulanmıştır. Sağ anterior mediastinounni uygulanan vakaların 1 'iııde hiopsi alınamanuş, hiopsi için to-rakotomi gerekmiştir_ 16 vakatun 14 (% 87.50)'ünde tnediastinal eksplorasyonla patolojik kmıya ıdaşılabilmiştir. Vakaların 3`iinde epidermoid kar-sinom. 37inde sarkoidoz, 2`sinde küçük hiicreli Ca, 2'sinde leufinna. 2'sinde tüberküloz, 1 'inde ade-nokarsinom ve 1 'inde kronik nonspesifik iltihap tanısı konmuştur. Torakoıonıi uygulanan bir hastada sonuç sarkoidoz olarak alınmıştır. Hiçbir vakada operatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Between Januar). 1994 to Septemher 1996. 16 patients with mediastinal mass were surgically eAp-Iored. Among them 11 of them were males and 5 were .female. Their ages ranged 35 ta 68 vears (mean 53.8). For 13 patients right anterior me-diastinotomy were pe)formed (81.25%) and left an-terior mediastinotomy were perforıned for 3 pa-tients, respectiyely. 117 one case the right anterioı-mediastinotomy procedure failed and thoracotomy required. In 14 cases of 16 (87.50 %) pathologi• di-agnosis was made hy ınediastinal exploration. Par-hologic extıminations revealed that epidermoid can-cinonıa in 3 patients, sarcoidosis in 3 patients, oat cell carcinoma in 2 patients, lenfoğna in 2 patients. tuberculosis in 2 patients. adenocarcinoma in 1 pa-tient, and chronic nonspesıfic inflamation in 1 pa-tient refflectively. The patient who required tho-racotomy was diagnosed as sarcoidosis. Opeıyuive complication and moı-tality occured,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Osman Yılmaz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Bronchıal Carcınoıd Tumors
Bronşial karsinoid tümörler tüm akciğer tümürlerinin yaklaşık % 5'ini oluştururlar. Her iki cinsiyette eşit sıklıkla bulunurlar. Hastaların çoğu genç veya orta yaşlı erişkinlerdir. Bu tümörlerin sigara içme veya bilinen diğer akciğer karsinojenleri ile bir ilgisi yoktur. Tümörün akciğerdeki lokalizasyonuna,klinik özelliklerine morfolojik görünümüne bağlı olarak bu tümörler 4 çeşittir. Bunlar sentral karsinoid, periferik karsinoid, atipik karsinoid ve tumorlet tip bronşial karsinoiddir.
Bronchial carcinoid tumors constitute approximately 5 percent of all lung tumors. They occur with about equal frequency in both sexes. Most patients are young or middle aged adults. These tumors are not related to cigarette smoking or other known pulmonary carcinogenic factors. Dependent upon the location of the tumor within the lung clinical presentation and morphologic appearance, these tumors are four variants. These variants are the central carcinoid, the peripheral carcinoid, atypical carcinoid, tumorlet type bronchial carcinoid. In this study, two cases diagnosed as bronchial carcinoid turner in Pathology Depart-ment of Medical School of Selçuk University between May 1987 -April 1988 were presented and discusseJ.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Osman Yılmaz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronşial Karsınoıd Tumörler
Bronchıal Tumor Carsınoıd
Bronşial karsinoid tümörler tüm akciğer tümürlerinin yaklaşık % 5'ini oluştururlar. Her iki cinsiyette eşit sıklıkla bulunurlar. Hastaların çoğu genç veya orta yaşlı erişkinlerdir. Bu tümörlerin sigara içme veya bilinen diğer akciğer karsinojenleri ile bir ilgisi yoktur. Tümörün akciğerdeki lokalizasyonuna,klinik özelliklerine morfolojik görünümüne bağlı olarak bu tümörler 4 çeşittir. Bunlar sentral karsinoid, periferik karsinoid, atipik karsinoid ve tumorlet tip bronşial karsinoiddir.
Bronchial carcinoid tumors constitute approximately 5 percent of all lung tumors. They occur with about equal frequency in both sexes. Most patients are young or middle aged adults. These tumors are not related to cigarette smoking or other known pulmonary carcinogenic factors. Dependent upon the location of the tumor within the lung clinical presentation and morphologic appearance, these tumors are four variants. These variants are the central carcinoid, the peripheral carcinoid, atypical carcinoid, tumorlet type bronchial carcinoid. In this study, two cases diagnosed as bronchial carcinoid turner in Pathology Depart-ment of Medical School of Selçuk University between May 1987 -April 1988 were presented and discusseJ.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bağımlı Yaşlıların Aile İçi Bakıcılarının Bakımla İlgili Tutumları Ve Eğitimle İlişkisi
Said Bodur, Dilek Cingil
Araştırma makalesi
Özeti
Bağımlı Yaşlıların Aile İçi Bakıcılarının Bakımla İlgili Tutumları Ve Eğitimle İlişkisi
The AttItude Of FamIly CaregIvers Of Dependent Older Adults Related To Care And Its RelatIonshIp WIth EducatIon
Amaç: Araştırma, bağımlı yaşlıların aile içi bakım vericilerinin demografik özelliklerini, bakımla ilgili tutumlarını ve kısa süreli eğitimin bakım tutumu üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: Araştırma, yarı-deneysel olarak yapıldı. Karaman il merkezinde basit rastgele yöntemle belirlenen bir sağlık ocağı bölgesindeki 65 yaş üstü bağımlı yaşlıların tümünün (n=48) aile içi bakım vericileri çalışma kapsamına alındı. Bir anket aracılığıyla yaşlı bakımıyla ilgili tutumları belirlendi. Bakım vericilere eğitim yapıldı. Eğitimden iki ay sonra tekrar anket uygulandı. Bulgular: Bağımlı yaşlıların aile içi bakım vericilerinin yaş ortalaması 49±16 olup % 71’i evli ve % 35’i öğrenim görmemişti. Bakım vericilerin tamamına yakını kadındı ve herhangi bir işte çalışmamaktaydı. Aile içi bakım vericilerin 26 konuda aldıkları olumlu tutum puan ortalaması yüz üzerinden 59±27 idi. Tutum puanının demografik özelliklere göre değişimi önemsizdi. Eğitim sonrasında tutum puanı eğitim öncesine göre artış gösterdi. Sonuç: Yaşlıların aile içi bakım vericilerine başta halk sağlığı hemşiresi olmak üzere sağlık personeli tarafından eğitim verilmesinin bağımlı yaşlıların bakım kalitesine olumlu etki yapacağı kanısına varıldı.
Aim: This study was aimed to determine the demography of family caregiver of dependent older adults and their attitude related to care and relationship between attitude and short time education. Material and Method: The study carried out as quasi-experimental design. Forty-eight family caregivers of dependent older adults were included from a randomly selected health center area in Karaman city center. The family caregiving questionnaire was applied by interviewing. The family caregivers were educated by co-researcher about care of elderly. The questionnaire was applied again after eight weeks of education. Results: The mean age of the family caregivers was 49±16, 71% of them were married and 35% were uneducated. Almost all of them were women and were not working elsewhere. In 26 items the average of positive attitude score of the family caregivers was 59±27 on 100 points. The attitude scores was not significantly different according to demographic features. The scores were higher in post-training compared to pre-training. Conclusion: It is concluded that education of family caregivers by public health nurses positively affect the quality of care of dependent older adults.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malıgn Eksternal Otıt
Yavuz Uyar, Ziya Cenik, Levent Soley
Araştırma makalesi
Özeti
Malıgn Eksternal Otıt
MalIgn External OtItIs
Malign Eksternal Ozit (MEO); 1968 de Chandler tarafından tanımlanmıştır. Genellikle oldukça yaşlı diabelli hastalarda görülen, Pseudornonas AeruginosaWın sebep olduğu, dış kulak yolunun ilerleyici bir infeksiyonudur. Temporal kemik ve kafa tabanına yayılan infeksiyon, multipl kranial sinir paralizileri ve diğer intrakranial komplikasyonlarla ölümcül bir klinik tablo meydana getirmektedir. Bu makalede; kliniğimizde MEO tanısı alan bir yaka sunularak; etyopatogerıezi, klinik tablosu, teşhis ve tedavisiyle MEO tartışılmaktadır.
MEO was described by Chandler in 1968. it is a progressive exiernal otitis that usually occuring elderly diabetic patients caused by Pseudomonas Aeruginosa. Leads ta death by paratysis of multipl cranial nerves and other iniracranial complications when attaching ternporal bone and skull base. in this article, we present a patient who was diagnosed as MEO at arar clinic and üs etiopathogenesis, clinical features, diagnosis and Ireatment have been cliscused.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Burak Subaşı, Halil Özcan, Serkan Pekçetin, Büşra Göker, Suphi Tunç, Beyhan Budak
Araştırma makalesi
Özeti
Doğum Eğitiminin Doğum Kaygısı Ve Korkusu Üzerine Etkisi
Effects Of DelIvery EducatIon On ChIldbIrth AnxIety And Fear
Bu araştırmada amaç gebelerde doğum öncesi eğitim, fizyoterapi
ve psikoterapi temelli müdahalelerin doğum süreci ile ilgili korkular ve
kaygılar üzerine etkilerini incelemektir. Gebeliğinin son trimesterinde
olup; daha önce doğum yapmamış anne adayları çalışmaya alındı.
Katılımcılar ilk olarak uzman bir psikiyatrist tarafından muayene edildi,
ardından katılımcılara sosyodemografik veri formu ile birlikte Wijma
Doğum Beklentisi/Deneyimi Ölçeği (W-DEQ), Beck Depresyon ve Beck
Anksiyete Ölçekleri (BDI ve BAI) uygulandı. Sonrasında bu kişilere
her biri 60 dakika süren 3 ayrı seansta doğum öncesi ve sonrasında
yaşanabilecek fiziksel ve ruhsal sıkıntılar, doğum sırasında doğumu
kolaylaştırmak için yapılabilecek egzersizler hakkında bilgilendirme
yapıldı ve soruları yanıtlandı. Sonuçlarda grubun yaş ortalaması
27,2±3,6 olarak bulunmuştur. Gebelik haftası ortalama 35,7±2,3
olarak bulunmuştur. Yapılan ilişki analizinde sosyodemografik
özelliklerle (yaş, gelir düzeyi, eğitim seviyesi vs.) W-DEQ puanları
ile arasında ilişki bulunmamıştır. İlk değerlendirmedeki W-DEQ puanı
(W-DEQ 1) ile BAI puanları arasında pozitif yönde ilişki saptanmıştır.
Yapılan Wilcoxon testi analizinde katılımcıların W-DEQ’dan aldıkları
puanlara bakıldığında toplam ölçek puanları da dahil tüm puanlarda
eğitim öncesi ve sonrası puanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı
farklılık vardır. Sonuç olarak doğum öncesi eğitimin son trimesterdaki
gebelerde doğum korkularının doğumla ilgili olumsuz düşüncelerinin
azalmasına yardımı olduğu bulunmuştur.
The aim of this study is exploring the effects of childbirth
education, physiotherapy and psychotherapy-based interventions on
fears and worries about childbirth and labour. Expectant mothers in
the last trimester of gestation those did not have a delivery before
were taken to the study. At first the participants were examined
by a psychiatrist than sociodemographic data form Wijma Delivery
Expectancy/Experience Questionnaire (W-DEQ), Beck Depression
and Beck Anxiety Inventories (BDI, BAI) were applied. Then 3 sessions
each taking 60 minutes on possible physical and mental problems
before birth were done, an exercise plan and recommendations for
facilitating delivery were given to participants, information about
possible physical and psychological problems after childbirth were
given and their questions on these issue were answered. In results
mean age of the group was found as 27.2±3.6. The mean gestational
age was 35.7±2.3. Socio-demographic characteristics (age, education
level, income level, etc.) was not found significantly correlated with
the W-DEQ scores. W-DEQ 1 scores were positively correlated with
BAI scores. In Wilcoxon test analyses W-DEQ 1 and W-DEQ 2 scores
including all the subscales were significantly different p<0.001. As
a conclusion on expectant mothers having their third trimester of
pregnancy, education before childbirth was found helpful in reducing
fears and negative thoughts related to childbirth.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
65 Yaş Ve Üzerindeki Vakalarda Elektrokardiografik Bozukluklar
Hasan Hüseyin Telli, Kemal Küçük, Asım Sarıgüzel, Bayram Korkut, Hasan Gök
Araştırma makalesi
Özeti
65 Yaş Ve Üzerindeki Vakalarda Elektrokardiografik Bozukluklar
The Eleetroccn-DIographIc Changes Iu Subjects Over 65 Years Of Age
Nin-nıal kişilerde ve kalp hastalıklarının teşhisi nde efekti sıklıkla • kul-lanılmaktadır_ Yaşlı kişilerin elektrokardiografileri incelendiğinde, kalp hastalığı ile ilgisi olmadığı halde. sıklıkla anormal elektrokardlografik bul-gular° rastlannıaktadır, Çalışmaya SÜTT iç hastalıkları kliniğine nıiiracaat eden 65 yaş ve üzeri 400 kişi katıldı. Elde edilen sonuçkır değeriendirildiğinde % 32. oranında elektı-okardiografik anarmallikler tesbit edildi. Kli-nik ve laboratuvar Olarak hastalık tesbit edilen. ya-k-010,-117 % 53'ünde EKG anormalliği tesbit edilirken, hastalık tesbit edilmeyen Yakala,- arasında % 12 oranında anormal EKG bulgusuna rastlandı. Bu elde edilen anormal elektrokardiografik bulguların kalp hastalığı hikayesi ile önemli derecede ilişki göstermediği bulundu.
The electrocardiography (EKG) is a usefid di-agnostic tool, extensiyely used in either cardiac pa-tient or normal infrequent that abnormal changes are obseryed. When EKG'_ç of the elderly people, not as.sociated with a cardiac disorder, are examined. The this study 400 subjects, having been exa-mined in the outpatient department were involved. The ECG's examined, revealed nn overall «ab-normality rate of % 32. A : 53 abnoı-mality was ob-served. in cardiac patient, whereas %12 of normal subjects clemostrated an abnormal ECG. Moreoyer, these changes in ECGs were not associated with a pathological coııdition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaşlılık Ve Ekstrapulmoner Tüberküloz: Testis Tüberkülozu Olan 90 Yaşındaki Olgu Nedeniyle
Fikret Kanat, Turgut Teke
Olgu sunumu
Özeti
Yaşlılık Ve Ekstrapulmoner Tüberküloz: Testis Tüberkülozu Olan 90 Yaşındaki Olgu Nedeniyle
AgIng And Extrapulmonary TuberculosIs: A 90 Year Old Case WIth TestIcular TuberculosIs
Amaç: Akut veya kronik hastalıklar, malnütrisyon ve yaşlanma ile ilişkili biyolojik değişiklikler vücudun savunma bariyerlerini, klirens mekanizmalarını bozabilir ve Mycobacterium tuberculosis gibi mikroorganizmalara karşı hücresel immün cevapta yaşla ilişkili beklenen azalmaya katkıda bulunur. Olgu Sunumu: Testiste kitle nedeniyle opere edilen ve testis tüberkülozu tanısı konulan 90 yaşındaki hasta izoniazid, rifampisin, etambutol, morfozinamid kombinasyonu ile tedavi edildi. Sonuç: Yaşlanmaya bağlı olarak immün sistemde olan değişiklikler nedeniyle yaşlılıkla tüberküloz insidansı ve bununla birlikte ekstrapulmoner tüberküloz riski artmaktadır.
Aim: Acute or chronic diseases, malnutrition, and the biological changes reagarding to aging can disrupt protective barriers, impair clearance mechanisms, and contribute to the expected age-related diminution in cellular immune responses to microorganisms such as Mycobacterium tuberculosis. Case Report: A 90 year old patient with the diagnosis of testicular tuberculosis after an operation because of a mass in testis was treated with isoniazide, rifampicin, ethambutol and morphozinamide. Conclusion: The extrapulmonary tuberculosis risk may increase in the elderly together with the increase in tuberculosis because aging may reduce the effectiveness of the body's immune system.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
Yasemin Durduran, Lütfi Saltuk Demir, Mehmet Uyar, Hasan Küçükkendirci, Güllü Eren, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
The Accurate And Inaccurate ConceptIons AcquIred By SocIety Throughout The Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu çalışmada; bir halk sağlığı problemi olarak ele alınan ve bulaş riski yüksek olan COVID-19 hastalığına ilişkin doğru ve yanlış bilinenleri tespit etmek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma https://docs.google.com/forms adresinden online olarak Mayıs 2020 tarihinde gerçekleştirildi. Anket formu, sosyodemografik özellikler ve COVID-19 ile ilgili 40 sorudan oluşmaktadır. Çalışma sonrasında anket sorularına verilen cevaplar SPPS veri programına giriş yapılarak analiz edildi.
Bulgular: Araştırmaya katılan 580 kişinin 363’ü (% 62,6) kadındı. Katılımcıların ortanca yaşı 34,0 (18,0-77,0) idi. Anketi dolduranların 342'si (% 59,0) evli, 438'i (% 75,5) üniversite ve yüksek lisans mezunu idi. Araştırmaya dahil edilen bireylerin 497'si (%85,6) COVID-19 hakkında bilgi sahibi olmak için televizyon/haber kanallarını izlediklerini belirttiler. COVID-19 ile ilgili soruların çoğu katılımcılar tarafından doğru cevaplandı. En çok doğru yanıtlanan önerme oranı % 99,5 (577), en az doğru yanıtlanan önerme oranı %23,6 (137) idi. Önermelere verilen doğru yanıtlar açısından cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p <0.05).
Sonuç: Katılımcıların büyük çoğunluğunun COVID-19 ile ilgili en az bir haber kaynağından yararlandığı belirlendi. Katılımcılar genellikle COVID-19 hakkında doğru bilgiye sahipti. Çoğunlukla yanlış bilinen konular hakkında toplumun farkındalığını artırmak için eğitim programları planlanabilir.
STUDY AIM: In this study, it was aimed to identify the accurate and inaccurate conceptions among the society on COVID-19 disease, which is considered as a public health problem and has a high risk of transmission.
METHODS: The research was performed online at https://docs.google.com/forms in May 2020. The questionnaire form was composed of 40 queries, which were on sociodemographic characteristics and COVID-19. Following the study, the answers obtained from the questionnaire were analyzed by inserting related data to the software of SPSS.
RESULTS: Of 580 participants involved in the study, 363 (62.6%) were female. The median age of the participants was 34.0 (18.0-77.0). Of the individuals who completed the questionnaire, 342 (59.0%) were married and 438 (75.5%) were university graduated and / or postgraduated. Of the individuals included in the study, 497 (85.6%) stated that they watched television / news channels to be informed about COVID-19. Most of the questions related to COVID-19 were answered accurately by the participants. The percentage of the premise, which was answered most accurately, was 577 (99.5%), whereas the lowest percentage of the accurately answered premise was 137 (23.6%). It was found that there was a statistically significant difference among the genders in terms of the percentage of accurate responses to the conceptions (p<0.05).
CONCLUSION: It was determined that the vast majority of the participants utilized from at least one news resource on COVID-19. Participants typically have accurate knowledge about COVID-19. Educational programs can be planned to enhance the awareness of the society about the conceptions, which were answered mostly inaccurately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nitrendipinin Hipertansiyon Tedavısindeki Yerı
Mehdi Yeksan, Doğan Çiftçi, Mehmet Numan Tamer, Hüseyin Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Nitrendipinin Hipertansiyon Tedavısindeki Yerı
NItrendIpIne In The Treatment Of HypertensIon
Nitrendipinin hipertansif hastalarda kfrnik etkin-liği, tokrabilitesi, yan etkileri ve metabolik etkileri-ni incelemek amacı ile planlanan bu çalışmaya 43 hasta alındı. Hastalar hafif, orta ve ağır derecede ol-mak üzere 3 gruba ayrıldı. Çalışma grubunu oluşturan hastalardan 1 l'inde aterosklerotik kalp has-talığı, 3'ünde konjestif kalp yeimezliği, 13'ünde dia-betes mellitııs vardı. ilaç protokoliinde tüm hastalara günde tek doz şeklinde sabahları 20 mg. nitrendipin başlandı. Rutin hasta kontrolleri başlangıçta, 1, 3 ve 6. haftalarda yapıldı. Altı haftalık tedavi sonunda nitrendipinin etkisi ve yan etkileri değerlendirildi. Çalışmamızda nitren-dipin ile antihipertansif tedavideki başarı oranları; hafif hipertansiyonda %86.66, orta derecede hipertan-siyonda %81 .81, ağır hipertansiyon grubunda %64.70 ve toplam 43 hipertansif hasta ele alındığında başarı oranı %76.74 idi. Tüm hipertansif gruplarda 6 haftalık nitrendipin tedavisi ile kan basıncında anlamlı düşmeler gözlenirken, diabetik ve yaşlı hasta grubu dışındaki hastalarda anlamlı nabız artışı tesbit edildi. Tüm gruplarda çarpıntı hissi ve baş ağrısı başla olmak üzere flushing, baş dönmesi, bulantı ve yorğunluk gibi yan etkiler 9<,44.18 oranında görüldü. Sonuç olarak nitrendipinin değişik hipertansif hasta gruplarında hipertansiyonun kontrolünde güvenli ve etkili olduğu düşünüldü.
This study was carried out to find out the clinical affect, tolerance, side affect and metabolic affects of nitrendipine on 43 hypertensive patients. The pa-tients were divided tn to 3 groups as light, rnild and severe. In study group 11 patients had atherosciehot-ic heart disease, 3 had congestive heart failure and 13 had diabetes mellitus. Nitrendipine was giyen ta all patients 20 mg one dese daily in the morning. The patients were examined upon his application, in the firsth, the third and the sixth weeks. At the end of the six week treatment, the affect and the side affect of nitrendipine were evaluated. The success rate of nitrendipine in light hypertension was 86.66%, in mild hypertension was 81.81%, 64.70% in severe hypertension and considering the total 43 patients, the success was 76.74% in our study. While meaningful decrease in blood pressure in all hypertensive groups was observed at the end of six week treat►ent, meaningful increase in pulse rate was noticed in all except diabetic and the old pa-tients. The side affects such as particularly palpita-tion, headache and flushing, dizziness, feel of vomit-ing and exhoustion were noticed 44.18% of all groups. In conclusion, nitrendipine was proved to be ef-fectiw and reliable drug in all hypertensive patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Kartilajinöz Tümörleri
Kayhan Öztürk, Yavuz Uyar, Çağatay Han Ülkü, Hamdi Arbağ
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Kartilajinöz Tümörleri
CartIlagInous Tumors Of The Larnyx
Larenksin karitaljinöz tümörleri nadir görülen tümörlerdir fakat ses kısıklığı, dispne ya da disfaji şikayeti olan yaşlı hastalarda, malign epiteliyal tümörler ekarte edildikten sonra bu tümörlerden şüphelenilmelidir. Literatürde bugüne kadar yaklaşık 250 vaka bildirilmiştir. Literatür gözden geçirilerek bu nadir tümörler incelendi.
Cartilaginous tumors of larynx are rare, but should be suspected in elderly patients with persistent hoarseness, dyspnea, or dysphagia after malign epithelial tumors has been disproved. 250 cases have been reported in the literatüre. These tumors were investigated by revievved of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Ahmet Çizmecioğlu, Burcu Yormaz, Hilal Akay Çizmecioğlu, Mevlüt Hakan Göktepe, Nijat Ahmadli, Dilek Ergun, Baykal Tülek, Fikret Kanat
Araştırma makalesi
Özeti
Kapiller Dolum Süresi, Covıd-19 Hastalarında Erken Prognostik Faktör Mü?
Is CapIllary RefIll TIme An Early PrognostIc Factor In Covıd-19 PatIents?
Amaç: Hipoksemi, koronavirüs hastalığında (COVID-19) prognozu belirlemek için kullanılan hayati bir
kriterdir. Bu çalışmada, COVID-19 hastalarında hipoksiye bağlı hastalık şiddetini tanımlamada kapiller
dolum zamanının (KDZ) etkinliği değerlendirilmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma, COVID-19 hastaları ve yaşça eşleştirilmiş bir sağlıklı grubu
ile gerçekleştirilmiştir. Ölçüm için optimum test ortamı sağlandı ve yöntemimizi standartlaştırmak ve
ölçümleri (milisaniye cinsinden) kaydetmek için sabit bir akıllı telefon platformu kullanıldı. Kaydedilen
videolar daha sonra bir video işleme programı kullanılarak değe rlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 39 COVID-19 hastası ve 40 kontrol grubu katıldı. Hastalar hastalık
şiddetlerine göre orta (n= 25) veya ağır (n= 14) gruplara ayrıldı. Her iki orta / şiddetli grubun ortalama
oksijen satürasyonu %94'ün üzerindeydi. Hastalık şiddetine göre KDZ ölçümleri şiddetli grupta orta gruba
göre daha yüksekti (p= 0.009). Lenfopeni olmayan hastalarda (n= 18), KDZ değerlerinin şiddetli grupta
arttığı saptandı (p= 0.008). Covid-19’lu hastaların takibinde KDZ kullanımı uygulanabilirdi (AUC: 0.91;
%95 SH 0.848-0.978; P= 0.001)
Sonuç: Sonuçlarımız, COVID-19’lu hastalarda KDZ süresinin uzayabileceğini göstermektedir. Lenfopenisi
olmayan ve O2 seviyesi normal olan hastalarda, KDZ uzamasının saptanması yoğun bakıma erken kabul
için bir kriter olabilir .
Aim: Hypoxemia is a vital criterion used to determine prognosis in coronavirus disease (COVID-19)
cases. This study thus examined the effectiveness of capillary refill time (CRT) in defining hypoxiadependent
disease severity in COVID-19 patients.
Patients and Methods: This prospective study was conducted with COVID-19 patients and an agematched
healthy group. The optimum test ambiance was provided, and a stable smartphone platform
was used to record the measurements (in ms) to standardize our method. The captured videos were then
evaluated using a video processing program.
Results: In total, 39 patients with COVID-19 and 40 control groups participated in this study. The patients
were further divided into the moderate (n = 25) or severe group (n = 14) according to disease severity.
The mean oxygen saturation of both moderate/severe groups was above 94%. Per disease severity, the
CRT measurements were higher in the severe group than in the moderate group (p = 0.009). In patients
without lymphopenia (n = 18), CRT values were found to be increased in the severe group (p = 0.008).
The use of CRT in patients with Covid-19 was practicable (AUC: 0.91; 95% CI 0.848-0.978; P = 0.001).
Conclusions: Our results show that CRT prolongation can occur in patients with COVID-19. In patients
without lymphopenia and with normal O2 levels, detecting CRT prolongation may be a criterion for early
admission to ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusella Endokarditi
Ahmet Kaya, Hasan Hüseyin Telli, Laika Karabulut, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Brusella Endokarditi
Brusella Endocardıtıs
Bölgemizde oldukça yaygın olarak görülen Brusellosisin en korkulan ve en az görülen komplikasyonu endokarditisdir.
A case report of endocarditis patient due to Brucellosis who had gaye to open heart surgery and had an aortic walve replacement.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brusella Endokarditi
Ahmet Kaya, Hasan Hüseyin Telli, Laika Karabulut, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Brusella Endokarditi
Brusella Endocardıtıs
A case report of endocarditis patient due to Brucel-losis who had gaye to open heart surgery and had an aortic walve replacement.
Bölgemizde oldukça yaygın olarak görülen Brusellosisin en korkulan ve en az görülen komplikasyonu endokarditisdir.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyovasküler Yaşlanma
Mehmet Akif Düzenli, Kadriye Zengin
Derleme
Özeti
Kardiyovasküler Yaşlanma
CardIovascular AgIng
Amaç: Yaşlanma, sağlıklı yaşlılarda görülen kardiyovasküler yapı ve fonksiyon bozukluklarına neden olan önemli bir olaydır. Bu derlemede amacımız kardiyovasküler yapı ve fonksiyonlar üzerine yaşlanmanın etkisini özetlemektir. Ana bulgular: Arteriyal sertlikte artma sol ventrikül şeklini ve afterloadını artırır. Sol ventrikül yapı ve fonksiyonlarındaki yaşla ilişkili olumsuz değişiklikler, ejeksiyon rezervinde bozulma, diyastolik çapta artış ve diyastolik doluş paternindeki değişiklikleri içerir. Miyosit sayısında azalma ve subsellüler yapılarda bozulma ilerleyen yaşla belirginleşir. Yaşlılarda egzersiz sırasında kardiyovasküler fonksiyonlarda anlamlı değişikler olduğu da gösterilmiştir. Sonuç: Yaşlanma sonucu olduğu düşünülen kardiyovasküler sistemin yapı ve fonksiyonunda önemli değişiklikler gözlenmektedir. Bu değişiklikler ya adaptif yada erken preklinik hastalık sayılabilir, fakat klinik olarak açık disfonksiyon yokluğunda da oluşabilir.
Aim: Aging is a major process that results in changes in cardiovascular structure and function in elderly people. The aim of this review to summarize the effect of aging on some aspects of cardiovascular structure and function. Result: Increased arterial stiffness alters afterload and left ventricular shape. Age related deteriorations in left ventricular structure and functions are impaired ejection reserve, increase in diastolic volume and an altered diastolic filling pattern. Reduction in the number of myocytes and deterioration of subcellular structure are also remarkable with advanced age. Significant alterations in cardiovascular function during exercise are also demonstrated in elderly people. Conclusion: Significant changes have been noted in the structure and function of the cardiovascular system in older people that are considered to be the result of aging. These changes can be regarded as either adaptive or early preclinical disease, but they occur in the absence of clinically manifest dysfunction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anestezi İle İnkarsere Skrotal Dev İnguinal Herni Onarımı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Ali Bal
Olgu sunumu
Özeti
Lokal Anestezi İle İnkarsere Skrotal Dev İnguinal Herni Onarımı
Local AnesthesIa WIth GIant Incarcerated Scrotal InguInal HernIa RepaIr
İnguinal herni operasyonları, genel cerrahi kliniklerinde sıkça uygulanan operasyonlardandır. Bu operasyonlar genel anestezi dışında spinal anestezi, epidural anestezi ve lokal anestezi gibi yöntemlerle de uygulanabilmektedir. Özellikle yaşlı, komorbiditesi ve ciddi anestezi riski olan hastalarda lokal anestezi ile fıtık onarımı başarıyla uygulanabilir. Literatürde lokal anestezi ile yapılan fıtık onarımlarının sonuçlarının genel anestezi ile yapılan onarımlardan farklı olmadığı bir çok çalışmada vurgulanmıştır. Bu sunumda redükte edilemeyen inguinal herni beraberinde hipertansiyon, diyabetes mellitus, konjestif kalp yetmezliği, kronik böbrek yetmezliği gibi komorbid hastalıkları olan 87 yaşında erkek hastaya acil şartlarda lokal anestezi altında yapılan fıtık onarımı tartışılmıştır. Lokal anestezi ile inguinal herni onarımı literatürde tüm yönleriyle değerlendirilmiş olmasına karşın inkarsere inguinal hernilerin lokal anestezi ile onarımı hakkında bilgi oldukça kısıtlıdır. Sonuç olarak strangülasyon riski düşük olan sıkışmış fıtıkların cerrahi tedavisinin lokal anestezi ile özellikle yaşlı ve komorbid hastalarda başarıyla uygulanabileceğini düşünüyoruz. Ancak lokal anestezi ve genel anestezi altında yapılan acil fıtık operasyonları arasında karşılaştırmalı bir çalışma yapılmasının bu konuda öneri yapabilmek adına faydalı olacağı kanısındayız.
Inguinal hernia operations are frequently performed at general surgery clinics. These procedures can be performed not only under general anesthesia but also with methods like spinal anesthesia, epidural anesthesia, and local anesthesia. Inguinal reparations can be successfully performed with local anesthesia especially on older patients, those with comorbidity and significant risk of anesthesia. An ample amount of studies in literature underline the fact that the results of hernia reparations performed under local anesthesia are no different than the results of hernia reparations done under general anesthesia. This report discusses the case of an 87-yearold male patient with comordid diseases like hypertension, diabetes mellitus, congestive heart failure, and chronic kidney failure as well as irreducible inguinal hernia who had to undergo emergency hernia reparation under local anesthesia. Although inguinal hernia reparation under local anesthesia has been comprehensively evaluated in literature, there is very limited information on the reparation of incarcerated inguinal hernias under local anesthesia. Consequently, we think that it is possible to use local anesthesia successfully to surgically treat incarcerated hernias with low risk of strangulation especially on senior and comorbid patients. However, we also believe that it would be of utmost significance to conduct a comparative study between emergency hernia operations performed under local anesthesia and general anesthesia in order to be able to recommend a safer solution on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Fatma Şimşek, Nuray Bilge, Gökhan Aydoğan
Olgu sunumu
Özeti
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Late-Onset Advanced Age Systemıc Lupus Erythematous After Central Nerveus System Involvement: Case Report
Sistemik lupus eritematozus, otoimmün karakterli, bir çok sistemi tutan inflamatuar bir hastalıktır. Hastalık bazen sinsi bir şekilde seyrederek yıllarca ateş, halsizlik, yorgunluk semptomları ile seyredebilir. Merkezi sinir sistemi tutulumu yaygındır. Klinik değişken olup çok hafif olabileceği gibi çok ağırda olabilir. Hastaların çoğunda başlangıç yaşı 16-55 yaş arasında olup, ileri yaşta tanı alan vakalarda bulunmaktadır. Burada 80 yaşında iken baş dönmesi ve sağ taraf kuvvetsizliği gelişen, 85 yaşında lupus tanısı alan ileri yaş hasta sunulmuştur. Hastanın hem çok ileri yaş olması hemde lezyonların demiyelinizan plaklara benzer özellikte olması nedeniyle sunmaya değer bulduk. İleri yaş olgularda santral sinir sistemi tutulumunda ayırıcı tanıda lupus unutulmamalıdır.
Systemic Lupus Erythematous, autoimmune character, is a inflammative disease holding many systems. The disease can sometimes follow insidiously with symptoms of fever, asthenia and prostration for years. Central nervous system is common. It is the clinical variable and may be very mild or very severe. In most patients, the age of onset is between 16-55 years old and is found in cases diagnosed in advanced age. Here, it is presented an elderly patient developed dizziness and right side prostration when she was 80 and diagnosed lupus when she was 85. We thought as worth for presenting because of that both the patient is elder and that the lesions have similar features with demyelinating plaques. The lupus should not be forgotten in the central nervous system involvement in advanced age cases and separator diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 İmmunopatogenezi Ve Olası Anti-İnflamatuvar Tedavi Seçenekleri
Özge Atay
Derleme
Özeti
Sars-Cov-2 İmmunopatogenezi Ve Olası Anti-İnflamatuvar Tedavi Seçenekleri
Sars-Cov-2 ImmunopathogenesIs And PossIble AntI-Inflammatory Treatment OptIons
2019'un sonlarına doğru, Çin'in Wuhan Eyaletinde hastalarda akut solunum sıkıntısı sendromuna neden olan yeni koronavirüs tespit edildi. Bu virüse, Uluslararası Virüs Taksonomi Komitesi tarafından ciddi akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) adı verildi. Bu yeni koronavirüsün neden olduğu hastalığa ise Dünya Sağlık Örgütü tarafından koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) adı verildi. Bu virüsün yarasalardan kaynaklanan Betakoronavirus alt sınıfında olduğu belirlenmiştir. Viral enfektiviteden sorumlu zarf, membran, nükleokapsid ve spike proteinleri gibi viral proteinlerin immünopatogenezdeki rolü çalışmalarda araştırılmaktadır. Özellikle hastalığın ileri evrelerinde sitokin fırtınası gelişimine bağlı çoklu organ yetmezliklerinin geliştiği çalışmalarda vurgulanmıştır. SARS-CoV-2'ye karşı doğal ve adaptif bağışıklık da dahil olmak üzere etkin konakçı bağışıklık yanıtı viral enfeksiyonu kontrol etmek ve tedavi için çok önemlidir. Günümüzde hastalıkta etkili bir tedavi bulunamamakla beraber çalışmalarda çeşitli immünsupresif ve immunmodülatör özelliği olan bazı ilaçların faydası gösterilmiştir. Bu yazıda SARS-CoV-2’nin immunopatogezi ve bunun üzerinden etkili olabilecek tedavi modelleri, güncel literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
Towards the end of 2019, new coronavirus causing acute respiratory distress syndrome in patients was detected in Wuhan Province, China . This virus was called serious acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2) by the International Virus Taxonomy Committee. The disease caused by this new coronavirus was called coronavirus disease-2019 (COVID-19) by the World Health Organization. This virus was found to be in the subclass of Betakoronavirus caused by bats. The role of viral proteins such as envelopes, membranes, nucleocapsids and spike proteins responsible for viral infectivity in immunopathogenesis is being investigated in studies. It has been emphasized in studies in which multiple organ failure develops due to the development of cytokine storm, especially in the advanced stages of the disease. An effective host immune response, including natural and adaptive immunity to SARS-Cov-2, is essential for controlling and treating viral infection. Although there is no effective treatment for the disease today, the benefits of various immunosuppressive and immunomodulatory drugs have been shown in studies. In this article, the immunopathogenesis of SARS-CoV-2 and the treatment models that can be effective on immunopathogenesis are reviewed in the light of current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fdg Pet/bt'de Covıd-19 Aşısına Bağlı Hipermetabolik Aksiller Lenfadenopati
Özlem Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Fdg Pet/bt'de Covıd-19 Aşısına Bağlı Hipermetabolik Aksiller Lenfadenopati
HypermetabolIc AxIllary Lymphadenopathy On Fdg Pet/ct Due To Covıd-19 VaccInatIon
Amaç: Bu çalışmada onkoloji hastalarında F18-florodeoksiglukoz (FDG) pozitron emisyon tomografi/
bilgisayarlı tomografide (PET/BT) COVID-19 aşılarına bağlı hipermetabolik aksiller lenf nodu insidansını
ve hipermetabolik aksiller lenf noduna etki eden faktörleri değ erlendirmek amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 15 Ocak 2021-15 Haziran 2021 tarihleri arasında kurumumuzda FDG PET/BT
görüntülemesi yapılan hastalardan bir veya iki doz COVID-19 aşısı (CoronaVac veya Biontech) uygulanmış
olanlar çalışmaya dahil edildi. Birinci ve ikinci aşılama sonrası ipsilateral hipermetabolik aksiller lenf nodu
varlığı ve sayısı, FDG tutulumu ve bu veriler arasında fark olu p olmadığı araştırıldı.
Bulgular: CoronaVac ile aşılanan hastaların %9,9'unda (18/182) [1. dozdan sonra %9,6 (9/94), 2. dozdan
sonra %10,2 (9/88)]; Biontech ile aşılanan hastaların %37,5'inde (9/24) [1. dozdan sonra %35 (7/20),
2. dozdan sonra %50 (2/4)] tek taraflı hipermetabolik aksiller lenf nodu gözlendi. CoronaVac uygulanan
hastalarda hipermetabolik aksiller lenf nodu varlığı ile yaş ar asında negatif korelasyon saptandı.
Sonuç: CoronaVac sonrası hipermetabolik aksiller lenf nodu sıklığı, çalışmamızda küçük bir hasta
grubu olan mRNA aşılarından sonra gözlenenden ve literatürde bildirilenden daha düşüktü. Ancak mRNA
grubunda hasta sayısının yetersiz olması nedeniyle istatistiksel fark değerlendirilememiştir. Yanlış
pozitiflikleri azaltmak için FDG PET/BT'den önce kısa bir aşı anamnezi alınması önerilir. FDG PET/BT'nin
farklı biyoteknolojilerle üretilen aşıların etkinliğinin karşılaştırılmasındaki potansiyel rolü, daha geniş
hasta popülasyonlarında yapılacak çalışmalarla araştırılmalıdır .
Aim: This study aimed to evaluate the incidence of hypermetabolic axillary lymph nodes due to COVID-19
vaccines and the factors affecting hypermetabolic axillary lymph nodes in F18-fluorodeoxyglucose (FDG)
positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) in on cology patients.
Patients and Methods: Among the patients who underwent FDG PET/CT in our institution between
January 15, 2021, and June 15, 2021, those who received one or two doses of COVID-19 vaccine
(CoronaVac or Biontech) were included in the study. Presence and number of ipsilateral hypermetabolic
axillary lymph nodes, FDG uptake, and whether there was a difference between these data after the 1st
and 2nd vaccination were investigated.
Results: Unilateral hypermetabolic axillary lymph nodes was observed in 9.9% (18/182) of the patients
[9.6% (9/94) after 1st dose, 10.2% (9/88) after 2nd dose] vaccinated with CoronaVac; It was detected in
37.5% (9/24) of the patients [35% (7/20) after 1st dose, 50% (2/4) after 2nd dose] who vaccinated with
Biontech. A negative correlation was found between the presence of hypermetabolic axillary lymph nodes
and age in patients who vaccinated with CoronaV ac.
Conclusion: The frequency of hipermetabolik aksiller lenf nodu after CoronaVac was lower than that
observed after mRNA vaccines, a small group of patients in our study, and lower than reported in the
literature. However, the statistical difference could not be evaluated due to the insufficient number of
patients in the Biontech group. A brief history of vaccination is recommended before FDG PET/CT to
reduce false positives. The potential role of FDG PET/CT in comparing the efficacy of vaccines produced
with dif ferent biotechnologies should be searched in studies with large r patient populations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
Özgür Külahcı, Gülay Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
PrImary And MetastatIc MalIgnant Melanomas Of The DIgestIve System
Amaç:
Primer ve metastatik sindirim sistemi malign melanomları oldukça nadirdir. Çalışmamızda safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölge malign melanomlarında lenf nodu metastazı ile klinik ve patolojik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler:
Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010- Ocak 2020 yılları arası XXXXXXXXXXXX gastrointestinal sistem organlarından safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölgede malign melanom tanısı konan 20 olgu dahil edildi. Çalışmamızda gastrointestinal sistemde görülen primer ve metastatik malign melanom olgularında bölgesel lenf nodu metastazı ile yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, ekstraintestinal melanom öyküsü, melanin pigmenti, nötrofil-lenfosit oranı ve tanı sonrası yaşam süreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek istedik. Ayrıca melanomun sindirim sisteminde kaynaklandığı hücrelerin kökenini ve literatürü gözden geçirdik.
Bulgular:
Tümör çapı ile bölgesel lenf nodu metastazı arasında istatistiksel bir ilişki vardı(p=0.000). Tümör çapı arttıkça lenf nodu metastaz oranı artmaktaydı. Hayatta kalma ile cinsiyet, tümör lokalizasyonu, uzak metastaz, primer ve metastatik sindirim sistemi melanomları arasında ilişki vardı(tümü p<0.05). Erkeklerin ve sindirim sisteminden uzak metastaz yapmayan olguların çoğu hayattaydı. Sindirim sistemine melanom metastazı olan hastaların tamamı ile safra kesesi ve ince bağırsak lokalizasyonlu hastaların tamamı hayattaydı. Safra kesesi primer malign melanom tanılı 70 yaşındaki olgumuz literatürde belirleyebildiğimiz en yaşlı hastaydı.
Sonuç:
Kutanöz veya kökeni ne olursa olsun, tüm melanomlar, embriyolojik sinir krestinden türetilen hücreler olan melanositlerden kaynaklanır. Malign melanom gastrointestinal sistemde anorektal bölgede daha sık olmak üzere her bölgede primer görülebilir. En sık metastaz ise ince bağırsağa olmaktadır. Sindirim sistemi gibi az görüldüğü yerlerde doğru tanı hayati önem taşımaktadır. Son zamanlarda metastatik melanomda, hastalığın metastatik yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için immüno-onkolojik ajanların adjuvan tedavide kullanımı söz konusudur. Bu tedaviler sayesinde cerrahi rezeksiyon sonrası metastaz riski taşıyan melanomlu hastaların yarıdan fazlasında rekürrensiz sağ kalım sağlandığı bildirilmektedir. Çok nadir görülmesine rağmen sindirim sistemi biyopsilerinin değerlendirilmesinde primer veya metastatik malign melanom olabileceği akılda tutulmalıdır.
Purpose:
Primary and metastatic digestive system malignant melanomas are extremely rare. In our study, we aimed to compare lymph node metastasis with clinical and pathological parameters in gallbladder, stomach, small intestine and anorectal region malignant melanomas.
Materials and methods:
This retrospective study included 20 cases diagnosed with malignant melanoma in the gastrointestinal tract organs between January 2010 and January 2020 at XXXXXXXXXXXX. In our study, we wanted to evaluate the relationship between regional lymph node metastasis and age, gender, tumor localization, tumor size, extraintestinal melanoma history, melanin pigment, neutrophil-lymphocyte ratio and post-diagnosis life span in primary and metastatic malignant melanoma cases. We also reviewed the origin and literature of the cells from which melanoma originates in the digestive system.
Results:
There was a statistical relationship between tumor diameter and regional lymph node metastasis (p =0.000). As the tumor diameter increased, the lymph node metastasis rate increased. There was a relationship between survival and gender, tumor localization, distant metastasis, primary and metastatic digestive system melanoma (all p <0.05). Most of the men and those who did not metastasize away from the digestive system were alive. All patients with melanoma metastases to the digestive system and all patients with gallbladder and small intestine localization were alive. Our 70 year old patient with gallbladder primary malignant melanoma was the oldest patient we could identify in the literature.
Conclusions:
Regardless of cutaneous or origin, all melanomas originate from melanocytes, cells derived from embryological nerve crest. Malignant melanoma can be primary in every region, more frequently in the anorectal region in the gastrointestinal tract. The most common metastasis is to the small intestine. Accurate diagnosis is vital in places where it is rarely seen, such as the digestive system. Recently, in metastatic melanoma, immuno-oncological agents are used in adjuvant therapy to help prevent metastatic spread of the disease. Thanks to these treatments, it is reported that more than half of patients with melanoma who have the risk of metastasis after surgical resection provide recurrence-free survival. Although it is very rare, it should be kept in mind that there may be primary or metastatic malignant melanoma in the evaluation of digestive system biopsies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Greft Enfeksıyonları
İslam Kaklıkkaya, Ramis Özdemir, Hakan Filizlioğlu, Neşe Ünal, Fahri Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Greft Enfeksıyonları
Graft InfectIons
Ocak 1988 - Mart 1996 tarihleri arasinda kli-ni§imizde toplam 167 vakaya otojen yen velveya prostetik materyal (Dacron veya PTFE) kullanilarak vaskiiler rekonstriktif ameliyat yaptimiftir. Aynt ytllar arasinda takip siiresince 6 (%3.56) hustada greft enfeksiyonu gel4migir. Greft en-feksiyonlarinda temel tedavi prensihi ktiltiir an-tibiyogram sonuclanna gore uygun antibiyotik te-davisi ye greftin total olarak clkarilmast olmuour. Morbidite 1 amputasyon olup, mortalitemiz yoktur. Greft enfeksiyonlan vaskiiler cerrahinin en korkulan komplikasyonlanndan biridir ye yiiksek morbidite ye mortalite sebehidir. Degi4ik serilerde %1.3 ile %6 arasinda de,g4en greft enfeksiyonu in-sidanst gorulmu tar.
167 vascular reconstructive operations have been performed in our clinic using a prosthetic vas-cular graft (Dacron or PTFE) and/or autogenous vein graft between the dates of January 1988 -March 1996. During their follow up in this period 6 graft infection (%3.56) have been developed. Our major treatment protocol in graft infections was to remove the infected graft totally and to use app-ropriate antibiotics according to culture results. Our morbidity was I amputation . In different series incidence of graft infections is reported to he between 1.3 - 6%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Hastalarında Pnömoni Şiddeti İle Koku Ve T At Kaybı Varlığı Arasındaki İlişki
Fakıh Cıhat Eravcı, Necdet Poyraz, Celalettin Korkmaz, Hilmi Alper, Miyase Orhan, Mehmet Akif Dündar, Pınar Diydem Yılmaz, Hamdi Arbağ
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Hastalarında Pnömoni Şiddeti İle Koku Ve T At Kaybı Varlığı Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between PneumonIa SeverIty And The Presence Of AnosmIa And AgeusIa In HospItalIzed PatIents WIth CovId-19
Amaç: Literatür, koku ve tat kaybı semptomları yaşayan COVID-19 hasta grubunun daha genç olduğunu,
ağırlıklı olarak kadın olduğunu ve bunlarda hastalığın daha hafif seyrettiğini ortaya koydu. Mevcut
çalışmada COVID-19 ile hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı semptomlarının varlığının pnömoni
şiddeti ve laboratuvar test sonuçları ile ilişkisinin değerlend irilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Ekim 2020-Mart 2021 tarihleri arasında Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı tarafından
yatırılan ve toraks bilgisayarlı tomografisi (BT) çekilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi.
Hastaların toraks BT bulguları, her bir lob için şiddet skoru ile skorlandı ve toplam skor elde edildi.
Pnömoni lezyonların şekline, dağılımına ve görünümüne göre sınıflandırıldı ve laboratuvar test sonuçları
kayıt edildi. Bu bulgular koku ve tat kaybı varlığına göre karş ılaştırıldı.
Bulgular: Yaş ortalaması 53.0±14.5 yıl (18-89 yıl) olan, 89'u (%50.2) erkek ve 88'i (%49.8) kadın olmak
üzere toplam 177 hasta değerlendirilmeye dahil edildi. Anosmi ve ageusia semptomlarından en az birini
yaşayan (Grup 1) hasta sayısı 67 (%37.9) olup, geri kalanı (Grup 2) bunlardan hiçbirini yaşamamıştır. Bu
semptomları olan, Grup 1 hastalarının yaş ortalaması, Grup 2’ye kıyas ile daha gençti (p=0,009). Toplam
pnömoni skoru ve tutulum paternleri açısından gruplar arasında fark saptanmadı (p> 0.05). Bu gruplar
laboratuvar sonuçları açısından da benzer bulundu (p> 0.05).
Sonuç: Hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı prevalansı az değildir ve bu semptomlar gençlerde
daha sıktır. Hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı semptomlarının varlığı ile pnömoni şiddeti ve
laboratuvar sonuçları arasında ilişki saptanmadı. Bu semptomların hastanede yatan hastalarda, hastalığın
şiddeti açısından prognostik değeri yoktur .
Aim: The literature revealed that group of COVID-19 patients who experience anosmia and ageusia
symptoms is younger, is predominantly female, and experiences a milder course of the disease. This
study aimed to evaluate the relationship of the presence of anosmia and ageusia symptoms with the
severity of pneumonia and laboratory test results in hospitaliz ed patients with COVID-19.
Patients and Methods: A retrospective evaluation was made of patients who were hospitalized by
the Department of Pulmonology between October 2020-March 2021 and underwent thorax computed
tomography (CT). Thorax CT findings of the patients were scored with a severity score for each lobe and
a total score was obtained. Pneumonia was classified according to the shape, distribution and appearance
of the lesions, and laboratory test results were obtained. These findings were compared according to the
presence of anosmia and ageusia symptoms.
Results: Evaluation was made of a total of 177 patients, comprising 89(50.2%) males and 88(49.8%)
females with a mean age of 53.0±14.5 years (range, 18-89 years). The number of patients who experienced
at least one of the symptoms of anosmia and ageusia (Group 1) was 67(37.9%) and the rest (Group 2)
did not experience any of these symptoms. The Group 1 patients who experienced these symptoms was
younger (p=0.009). No difference was determined between groups regarding the total pneumonia score
and involvement patterns (p> 0.05). The groups were similar in terms of laboratory results(p> 0.05) .
Conclusion: The prevalence of anosmia and ageusia in hospitalized patients is not a small number and
is more common in the younger population. No association was seen between the presence of these
symptoms and milder pneumonia severity and laboratory results. These symptoms do not have prognostic
value for the severity of the disease in hospitalized patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Determınatıon Of The AnxIety Level In Pregnant Women Who Admınıster To The ObstetrIcs ClInIc WIthIn The Covıd-19 PandemIa PerIod
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta