Sebahattin Ertuğrul, Tamer Baysal, Hüseyin Altunhan, Ali Annagür, Rahmi Örs, Hasan Koç
\r\n
\r\n
Arif Aslaner, Tuğrul Çakır, Umut Rıza Gündüz, Burhan Mayir, Nurullah Bülbüller
Primer Epiploik Apandisit cerrahiye gereksinim duymadan kendi kendini sınırlayabilen bir durumdur. Bilgisayarlı Tomografi ile tanısı doğrulandıktan sonra konservatif olarak tedavi edilebilir. Acil servisimize ani başlayan karın ağrısı ile başvuran 36 yaşında erkek hastayı tartıştık.
\r\nPrimary Epiploic Appendagitis is a self-limited condition without need any surgery. It can be conservatively treated after diagnosis with Computerized Tomography. We discuss a healthy 36-year-old man who admitted to our emergency clinic with sudden onset abdominal pain.
\r\nArzu Yıldırım ar, Tamer Bayram, Güldem Turan
Giriş: Nörolojik hastalığı olanlar; çeşitli nedenlerle gelişen solunum yetmezliği sonucu yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyabtilirler. Bazıları yoğun bakım destek tedavilerinden fayda görürken bazıları da bakım hastası olarak yaşamlarına devam etmekte ya da rehabilitasyon programlarına ihtiyaç duymaktadır. Yoğun bakımda tedavi süreleri uzayan her hastanın gerektiğinde palyatif bakım yada rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilme ve eve çıkış süreçlerinin iyi yönetilmesi yoğun bakım yataklarının akılcı kullanımı açısından önemlidir.
Gereç Yöntem: XXXXXXXXXXXXX bilimsel çalışmalar kurulunun 17073117-050.06 karar numaralı izni alınarak Ocak 2017-Mayıs 2018 tarihleri arasında yoğun bakım kliniğine primer nörolojik hastalıklar ön tanısıyla yatırılıp eksitus ile sonlanan veya eve/palyatif bakıma yönlendirilen hastalarımızın verilerini retrospektif olarak değerlendirdik. Diğer kliniklere devir edilen hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların APACHE II, SAPS II skorları, yatış günü, mekanik ventilasyon süreleri, trakeostomi ve Perkütan Endoskopik Gastrostomi gereksinimi, ev tipi ventilatör temini ve yoğun bakımdan çıkış şekilleri kaydedildi.
Bulgular: Toplam 942 hasta dosyası tarandı hastaların 74’ü nörolojik hastalıklar nedeniyle yatarken eks olan veya direkt ev/palyatif bakıma transfer olan hastalardı. Nörolojik hastalıklardan dolayı yatan 74 hastanın 30 (%40.5) unda ağır demans 21(%28.3) inde iskemik inme 23(%68,8) ünde ise diğer nörolojik problemler bulunmaktaydı. Bu 74 hastanın 60(%81.1)’ i yatarken eks oldu, palyatif bakıma yönlendirilen hasta sayısı ise 5(%6,8) idi.
Sonuç: Yoğun bakımdan palyatif bakıma zamanında geçiş oranlarının artırılması yoğun bakım yataklarının etkin kullanımı açısından önemlidir. Bu nedenle yoğun bakım hastalarının, gerektiğinde palyatif bakıma yönlendirilmesi açısından belirli aralıklarla değerlendirilmesi önerilir.
Introduction: Patients with neurological diseases may require intensive care support as a result of respiratory failure due to various reasons. Some of them benefit from intensive care supportive treatment while others continue to live as caregivers or need rehabilitation programs. It is important for the rational use of intensive care beds that the routing process to the palliative care, rehabilitation centers or discharge of patients with prolonged treatment in the intensive care unit should be managed well
Materials and Methods: We retrospectively evaluated the data of our patients who were hospitalized with the diagnosis of primary neurological diseases in the intensive care unit and terminated with exitus or referred to home / palliative care between January 2017 and May 2018 with the permission (17073117-050.06 decision no) of XXXXXXXXXXXXXXX scientific studies committee. Patients who transferred to other clinics were excluded from the study. APACHE II/SAPS II scores, hospitalization day, mechanical ventilation time, tracheostomy and percutaneous endoscopic gastrostomy requirement, home ventilator supply and the situation of discharge from intensive care unit of patients were recorded
Results: A total of 942 patient files were reviewed retrospectively and 74 (7.8%) of our patients were neurological patients who were died or discharged to directly home\palliative care. Most of the patients in the study had severe dementia (30 patients, 40.5%) and fewer number of patients had ischemic stroke (21 patients, 28.3%). Sixty of the 74 patients (81.1%) died in the intensive care unit. Only 5 patients were transferred to palliative care (6.8%).
Conclusion: Increasing transfer from intensive care to palliative care is important for the effective use of intensive care beds. Therefore, it is suggested that intensive care patients should be evaluated periodically to be directed to palliative care
Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Ersin Turan, Osman Doğru
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Hamza Bozkurt, Görkem Yaman, Kumru Aygül, Yasemin Bayram, Mustafa Berktaş
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Mehmet Işık, Yüksel Dereli, Ali Sarıgül, Mehmet Yeniterzi, Selmin Ökesli
Halil İbrahim Taşcı, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin
Alper Yosunkaya, Ahmet Keçecioğlu, Tuba Berra Erdem, Hale Borazan
Durmuş Ali Aslanlar, Önder Aydemir, Muammer Kunt, Ekin Koç, Mehmet Koç
Amaç: Bu çalışmada; SARS-CoV-2’nin İngiltere Varyantı (VOC 202012/01-B.1.1.7) ile enfekte olan hastaların demografik ve klinik özelliklerinin saptanması ve İngiltere Varyantı olmayan SARS-CoV-2 ile enfekte hastalarla karşılaştırılarak farklılıkların ortaya konm ası amaçlanmaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Konya İli'nde 02-11 Şubat 2021 tarihleri arasında PCR testi pozitif olarak sonuçlanan ve varyant analiz sonucu VOC 202012/01 (B.1.1.7) olan 671 vaka ile aynı tarihler arasında PCR test sonucu pozitif olan ve varyant olmayan 2284 vakanın, Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Yönetim Sistemindeki (HSYS) kayıtları 24.02.2021 tarihi baz alınarak taranmıştır. Yapılan taramada yaş, cinsiyet, temaslılık durumu, daha önce COVID-19 geçirme durumu, hastaneye ve yoğun bakım ünitesine yatma durumu, yatış süresi, entübasyon ve exitus durumları kaydedilmiştir .
Bulgular: Varyant varlığı/yokluğuna göre hastanede yatış durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p= 0,234). Varyant pozitif olan hastaların %1.9'u, varyant pozitif olmayanların ise %3.9'u yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Varyant pozitif olmayan hastalarda YBÜ'ye kabul oranı, pozitif olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (p= 0.013).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları ışığında SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7)'nin hastaneye yatış ve yoğun bakıma yatış açısından daha tehlikeli olmadığını söylemek mümkündür.
Aim: This study aimed to determine the demographic and clinical characteristics of patients infected with the VOC 202012/01-B.1.1.7 variant of SARS-CoV-2 and to compare these patients with those infected with other variants of SARS-CoV-2, in order to demonstrate the differences.
Patients and Methods: Records of 671 patients with VOC 202012/01 (B.1.1.7)(VOC+) who tested positive in the PCR (polymerase chain reaction) test, between February 2–11, 2021 in Konya Province, and were found to have the VOC 202012/01 (B.1.1.7), according to variant analysis and 2284 (VOC−) patients who also tested positive in the PCR test between the same dates but did not have the variant (VOC−) were screened in the Public Health Administration System of the Turkish Ministry of Health, on February 24, 2021. Age, gender, hospitalization status, and admission to the intensive care unit (ICU) were recorded from the screening results.
Results: There was no statistically significant difference between hospitalization status, according to the presence/absence of the variant (p= 0.234). Of the patients who were variant-positive and those who were not, 1.9% and 3.9% were admitted to the ICU, respectively. The rate of admission to the ICU was significantly higher for patients who were not positive for the variant as compared to those who were (p=0.013).
Conclusıons: In the light of the findings of this study, it is possible to state that SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7) is not more dangerous in terms of hospitalization and admission to the ICU.
Özlem Özer Çakır, Gökhan Güngör, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Saniye Göknil Çalık, Evre Yılmaz, Hatice Balcı, Halil Türktemiz, Gülfidan Başer, Doğa Başer
olanlar ve yaşlı bireyler için daha fazla risk teşkil ettiği incelenen vaka profillerinde görülmüştür. Yaşlı
bireyleri COVID-19’dan korumak amacıyla hükümetler bazı kısıtlamalar getirmiştir. Bu kısıtlamaların yanlış
değerlendirilmesinin yaşlı ayrımcılığı tutumlarına yol açabileceği düşünülmektedir. Bu çalışma, toplumun
COVID-19 korkusu ile yaşlı ayrımcılığına yönelik tutumları arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçlamaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Tanımlayıcı tipte tasarlanan bu çalışma gönüllü 18-65 yaş arası 683 kişi ile
yapılmıştır. Araştırmanın verileri Fraboni Yaşlı Ayrımcılığı Ölçeği ve COVID-19 Korku Ölçeği kullanılarak
toplanmıştır. Veriler 1-20 Haziran 2020 tarihlerinde toplanmıştır .
Bulgular: Ortalama Fraboni Yaşlı Ayrımcılığı Ölçeği ve COVID-19 Korku Ölçeği puanları sırasıyla 67.87
± 6.15 ve 18.81 ± 6.16 bulunmuştur. Sonuçlar, COVID19 korkusu ile yaşlılık arasında zayıf ve negatif bir
ilişki olduğunu göstermiştir .
Sonuç: Genel olarak bireylerin yaşlılara karşı olumlu tutumları ve düşük COVID-19 korkusu bulunmuştur.
Aim: The clinical course of COVID-19 cases and the severity of symptoms vary according to the case.
However, it has been seen in the cases examined that it poses a greater risk for those with chronic
diseases and elderly individuals. In order to protect elderly individuals from COVID-19, governments
have introduced some restrictions. It is thought that the wrong evaluation of these restrictions may lead
to attitudes of ageism. This study aimed to determine the relationship between society's fear of COVID-19
and attitudes towards ageism.
Patients and Methods: This work is designed in descriptive type. This study was conducted with
volunteers between the ages of 18-65 683 people. The data of the study were collected using the Fraboni
Scale of Ageism and COVID-19 Fear Scale. Data were collected on 1-20 Jun e 2020.
Results: The mean Fraboni Scale of Ageism and COVID-19 Fear Scale scores were 67.87±6.15 and
18.81±6.16, respectively. The results showed a weak and negative correlation between COVID19 fear
and ageism.
Conclusion: In general, individuals had a positive attitude towards the elderly and had low levels of
COVID-19 fear.
Halit Müstakim, Günhal Şatırtav, Refik Oltulu, Hürkan Kerimoğlu, Ahmet Özkağnıcı, Hüseyin Altunhan
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
İsa Döngel, Mehmet Bayram, Hakan İmamoğlu, Salih Yıldırım
Tuğba Güler, Soner Sertan Kara, Ali Fettah, Özde Nisa Türkkan
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Mehmet Ertuğrul Kafalı, Hasan Mollahüseyinoğlu, Cemil er, Mustafa Şahin, Yaşar Ünlü
Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Mehmet Sargın, Alper Yosunkaya
Mehmet Gül
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Burhan Mayir, Umut Rıza Gündüz
Murat Konak, Ali Annagür, Fatih Şap, Hüseyin Altunhan, Nuriye Tarakçı, Rahmi Örs
Güven Sadi Sunam, Şebnem Yosunkaya, Mehmet Gök, Sami Ceran, Kemal Ödev, Mustafa Cihat Avunduk
Halil İbrahim Taşcı, Tevfik Küçükkartallar, Mehmet Aykut Yıldırım
Adil Kartal, Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Mustafa Şahin, İrfan Tunç, Yüksel Arıkan, Mustafa Erken
Muhammed Emin Akkoyunlu, Levent Kart, Orhan Kocaman, Hatice Özçelik, Pınar Soysal, Murat Sezer, Fatmanur Karaköse, Ahmet Danalıoğlu
Atakan Tekinalp, Özcan Çeneli, Muhammed Emin Güzel, Miraç Burak Başgün, Sinan Demircioğlu
Amaç: Çalışmanın amacı, COVID-19 enfeksiyonu sonrası hematolojik tanı alan hastalarda SARS-CoV-2 virüsü ve
hematolojik hastalıklar arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: 1 Nisan 2020 ile 1 Nisan 2021 tarihleri arasında, herhangi bir malign ya da otoimmün
hematolojik hastalık tanısı alan hastalar arasında, öncesinde COVID-19 enfeksiyonu geçirenler retrospektif olarak
değerlendirildi. Tanı öncesinde COVID-19 geçiren ve geçirmeyen hastalar karşılaşt ırıldı.
Bulgular: Yeni tanı alan 305 hastanın 24 (%7,8)’ünün öncesinde COVID-19 öyküsü olduğu tespit edildi. İki hasta
grubunda da en sık tanı non-Hodgkin Lenfoma (NHL)’ydı. NHL ve agresif seyirli NHL sıklığı istatistiksel olarak
anlamlı olmamakla birlikte öncesinde COVID-19 öyküsü olan hasta grubunda daha yüksek bulundu (%25,1’e
karşın %23,1, p=0,143 ve %66,6’ya karşın %56,9, p=0,094). Temel hematolojik değerler iki grup arasında
benzerdi. COVID-19 tanısı ile hematololojik hastalık tanısı arasında geçen medyan süre 4,1 (0,6-11,8) ay olup en
kısa süreli tanı İmmün Trombositopenik Purpura, en uzun süre ise Multipl Miyelom tanılı tanılı hastada saptandı.
Malign hasta grubunda tanıya kadar geçen medyan süre daha uzun bulundu (4,5 aya karşılık 2,5 ay, p=0,070).
Sonuç: Bu çalışma ile COVID-19 enfeksiyonunun, malign ve otoimmün patogenezli hematolojik hastalıklar için
etyolojik bir faktör olabileceğini vurguladık.
Aim: The aim of this study is to evaluate the association between hematologic diseases and SARS-CoV-2
infection in patients who have been been diagnosed with a hemat ologic disease after COVID-19 infection.
Patients and Methods: The ones who had a previously history of COVID-19 infection among the patients
diagnosed with any malign or autoimmune hematologic disease were evaluated between April 1, 2020 – April
1, 2021, retrospectively. The Patients who had the COVID-19 infection and the patients who had not were
compared.
Results: Twenty-four (7.8%) patients of 305 newly diagnosed who had a previously history of COVID-19
infection were determined. The most common diagnosis was non-Hodgkin Lymphoma in both of the groups.
Although it was not statistically significant, frequency of NHL and aggressive NHL were most common in
the patients with history of COVID-19 (25.1% vs 23.1%; p=0.143 and 66.6% vs 56.9%, p=0.094). The basic
hematologic parameters were similar between the two groups. The median time between COVID-19 infection
and the hematologic diagnosis was 4.1 (0.6-11.8) month; the minimum duration was in the patient with
Immune Thrombocytopenic Purpura and the maximum was the one with Multiple Myeloma. The median time
up until the diagnosis was longer in the malign group (4.5 vs 2.5 months; p=0.070).
Conclusions: As a result of the study, it has been emphasized that COVID-19 may have an etiological factor
for malign and hematologic diseases with autoimmune pathogenesi s.
Nihal Bakırkalay Aydın, Zehra Küçüktepe
Kürşat Uzun, Şebnem Yosunkaya, Turgut Teke, Emin Maden, Zuhal Yavuz, Levent Kart
Mehmet Tekinalp, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Kurtuluş Özdemir
Ozge Kucur, Sultan Kavuncuoğlu, Mahmut Cem Tarakçıoğlu, Müge Payaslı, Esin Yıldız Aldemir
Amaç: Orta/geç preterm doğan 11-12 yaşındaki çocukların nörogelişimsel sonuçlarını ve okul başarısını araştırmayı ve prognozu etkileyen risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında izlenen orta ila geç preterm bebekler çalışmaya dahil edildi; çocuklar 2016 yılında hastanemiz pediatri polikliniğinde muayene edildi. Perinatal ve neonatal dönem öyküleri hastane veri tabanından elde edildi. Somatik büyüme özellikleri yorumlandı. Nörogelişim, Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC-R) ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Pediatrik Semptom Kontrol Listesi (PSC) uygulandı. Sosyoekonomik düzeyin nörogelişimsel sonuç üzerindeki etkisi incelendi. Okul performansı karne notları kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.6 olan 41 çocuk değerlendirildi. Somatik büyüme ile ilişkili risk faktörleri anne yaşı (>35 yaş), fetal distres ve patent duktus arteriyozus idi. Sepsis, sözel zekada bir azalma ile ilişkilendirildi; periventriküler lökomalazi hem sözel hem de performans zekası üzerinde olumsuz etkilere sahipti. Sosyoekonomik düzey, performans ve tam ölçekli zeka ile orta düzeyde bir korelasyon gösterdi. PSC puanı pozitif olan çocukların zeka bölümü anlamlı olarak daha düşüktü.
Sonuç: Orta ila geç preterm bebekler, beynin tam olgunlaşmaması ve doğum sorunları nedeniyle hem nörolojik hem de gelişimsel olarak geride kalmaktadır. Erken prematüre bebeklere benzer şekilde, bu çocuklar uzun süre izlenmelidir; aile desteği, rehabilitasyon ve özel eğitim ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Background: We aimed to investigate the neurodevelopmental outcomes and school success of 11- to 12-year-old children born as moderate/late preterm infants and identify risk factors affecting prognosis.
Methods: Moderate/late preterm infants followed in the neonatal intensive care unit between January 2004 and December 2004 were included, and the children were examined again in our pediatrics outpatient clinic in 2016. Perinatal and neonatal histories were obtained from the hospital database. Physical growth characteristics were interpreted. Neurodevelopment was evaluated using the revised Wechsler Intelligence Scale for Children (WISC-R). The Pediatric Symptom Checklist (PSC) was also applied. The effect of socioeconomic level on neurodevelopmental outcome was examined. School performance was evaluated using report card grades.
Results: Forty-one children with a mean age of 11.6 years were evaluated. Risk factors associated with physical growth outcomes were maternal age of >35 years, fetal distress, and patent ductus arteriosus. Sepsis was associated with a decrease in verbal intelligence while periventricular leukomalacia had negative effects on both verbal and performance intelligence. Socioeconomic level showed a medium correlation with performance and full-scale intelligence. The intelligence quotients of the children with positive PSC scores were significantly lower.
Conclusions: Moderate/late preterm infants lag both neurologically and developmentally due to incomplete maturation of the brain and natal problems. Similarly, to early preterm infants, these children should be monitored for extended periods, and family support, rehabilitation, and special education needs should be met.
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
Esma Kepenek
Şaduman Dinçer, Müslim Yurtçu, Engin Günel
Ersin Turan, Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Arif Atay, Osman Doğru
Mehmet Aykut Yıldırım, Adil Kartal, Mustafa Şentürk, Mehmet Kılıç, Selman Alkan, Mehmet Metin Belviranlı, Tevfik Küçükkartallar, Faruk Aksoy
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek
Tamer Ertan, Mehmet Kılıç, A. Keşşaf Aşlar, Ömer Yoldaş, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Rükuye Burucu, Nesibe Günay Molu, Figen Türk Düdükcü, Şerife Kurşun, Berat Holta, Elif Çaltepe, Serpil Poyraz
İlkay Özer, Şükrü Balevi, Arzu Ataseven
Fatih Erdi, Fatih Keskin, Erdinç Kurtoğlu, Tevfik Küçükkartallar, Gökhan Toğuşlu
Fatih Yücedağ, Şerife Şamil Kahraman
Amaç: Bu çalışmada COVID-19 pandemi öncesi ve COVID-19 pandemi döneminde uzamış entübasyon nedeniyle
trakeotomi açılmış hastaları karşılaştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmada Karaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi yoğun bakım ünitesinde, Eylül
2018 ile Ağustos 2021 tarihleri arasında uzamış entübasyon sonrası trakeotomi açılmış 179 hastanın kayıtları
retrospektif olarak incelendi. COVID-19 pandemi öncesi 18 aylık dönemde (Eylül 2018 ile Şubat 2020) trakeotomi
açılmış olan hastalar grup 1 (n:80) ve COVID-19 pandemi (Mart 2020 ile Ağustos 2021) döneminde trakeotomi
açılmış hastalar grup 2 (n:99) olacak şekilde iki gruba ayrıldı. İki grup demografik özellikler, entübasyon süreleri,
trakeotomiye bağlı erken ve geç komplikasyonlar, hastaların nihai sonuçları (exitus, eve taburcu, palyatif ve diğer
servislere devri) açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Grup 1’deki hastaların %45’i kadın, % 55’i erkekti. Grup 2’deki hastaların % 51’i kadın, % 49’u erkekti.
Cinsiyet bakımından gruplar arasında istatistiksel fark saptanmadı. Gruplar arasında yaş ve entübasyon süreleri
bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p<0.05). Trakeotomi komplikasyonu bakımından gruplar
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0. 05).
Sonuç: Çalışmamızda COVID-19 pandemi döneminde trakeotomi açılan hastaların pandemi öncesi döneme göre
daha genç yaşta olduğu gözlendi. Ayrıca pandemi döneminde entübasyon süresi pandemi öncesi dönemine göre
daha uzun saptandı.
Aim: To compare patients applied with tracheotomy because of prolonged intubation before the COVID-19
pandemic and during the pandemic.
Patients and Methods: A retrospective examination was made of the records of 179 patients with a tracheotomy
opened following prolonged intubation in the Intensive Care Unit of Karaman Training and Research Hospital
between September 2018 and August 2021. The patients were separated into two groups as group 1 (n:80)
of patients with tracheotomy in the 18-month period before the COVID-19 pandemic (September 2018 –
February 2020) and group 2 (n:99) of patients with tracheotomy during the COVID-19 pandemic (March
2020-August 2021). The two groups were compared in respect of demographic characteristics, duration of
intubation, early and late complications associated with tracheotomy, and patient outcomes (exitus, discharge
to home, transfer to palliative and other wards).
Results: Group 1 comprised 45% females and 55% males and group 2 comprised 51% females and 49%
males, with no statistically significant difference determined between the groups in respect of gender. A
statistically significant difference was determined between the groups in respect of age and the duration
of intubation (p<0.05). Tracheotomy-related complications were not determined to be significantly different
between the groups (p>0.05).
Conclusion: The patients in this study with a tracheotomy opened during the COVID-19 pandemic were
observed to be younger than patients with tracheotomy applied before the pandemic. In addition, the duration
of intubation was determined to be longer during the pandemic t han in the pre-pandemic period.
Cüneyt Kuru, Bülent Baysal
İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci, Kamil Hakan Doğan, Yusuf Aynacı, İdris Deniz
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Güven Sadi Sunam
Alper Kılıçaslan, Ahmet Topal, Atilla Erol, Funda Gök
Mehmet Emre Atabek, Bülent Oran, Hakan Çoban, İbrahim Erkul
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek, Şakir Tavlı
Hasan Koç, Hızır Yılmaz, İsmail Reisli, Mustafa Altındiş, Hüseyin Altunhan, İbrahim Erkul
Osman Serhat Tokgöz, Orhan Demir
Mehmet Yılmaz Salman, Orhun Sinanoğlu, Göksel Bayar
Amaç: Bu önce ve sonra çalışmasının amacı, 2019 ve 2020'nin aynı döneminde pandemi öncesi ve sonrası
ürolojik konsültasyon ve acil durumlardaki değişiklikleri iki g rup olarak karşılaştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Hasta dosyaları geriye dönük olarak taranmış ve konsültasyon, ameliyat ve yatış
sayıları değerlendirilmiştir. İki grup triyaj renk kodları ve nihai kararlar açısından karşılaştırılmıştır. Hastaların
yaş ve cinsiyet gibi demografik verileri, triyaj renk kodu, konsültasyon kliniği, vizit tipi (düzenli vs kontrol) ve
operasyon verileri (ameliyat tipi, profilaksi durumu, ameliyat yeri vb.) kaydedilmiştir.
Bulgular: 2019 yılında 50 günlük dönemde acil servise toplam 89.674 hasta, 2020 yılında ise aynı dönemde
53.745 hasta başvurmuştur. Aynı dönemde acil servise başvuran hasta sayısı bir önceki yıla göre %40,07
azalmıştır. Yeşil triaj kodlu hastaların oranı 2020 yılında 2019 yılına kıyasla %30 azalırken, aynı dönemde
sarı triaj kodlu hastaların oranı ise %28.9 artmıştır. Üroloji vizitlerinde 2020'de %85.91 gibi dramatik bir düşüş
yaşanmıştır.
Sonuç: COVID-19 pandemisi hala devam etmekte olup, aşılama programları ve kısa sürede kullanıma
sunulacak olan yeni ilaçlar dahil olmak üzere tüm çabalara rağmen bir süre daha devam edecek gibi
görünmektedir. Pandemi ile birlikte üroloji kliniğine konsülte edilen hastal arın sayısında azalma olmuştur .
Aim: In this pre-and post- study, we aimed to compare changes in urological consultations and emergencies
between before and after the pandemic at the same time period o f 2019 and 2020 as two groups.
Patients and Methods: Patient files were retrospectively screened and numbers of consultations, surgeries
and admissions were evaluated. The two groups compared in terms of triage color codes, and final decisions.
Patients’ demographic data such as age and gender, triage color code, consultation order clinic, type of visit
(regular vs control), and operational data (type of surgery, prophylaxis status, place of OR etc) were recorded.
Results: A total of 89,674 patients presented to the emergency department in the 50-day period in 2019 and
53,745 patients in the same period of time in 2020. The number of patients presenting to the emergency
department decreased by 40.07% within the same period compared to the previous year. The percentage of
patients with the green triage code was decreased in 2020 by 30% compared to 2019, while the percentage
of yellow triage code was increased in 2020 by 28.9% compared to 2019. There was a dramatic fall in urology
visits in 2020 by 85.91%.
Conclusion: The COVID-19 pandemic is still ongoing, and it seems likely to continue for some time, despite
all efforts including vaccination programs and novel drugs that will also become available in a short time. The
number of patients cosulted with urology outpatient clinic has decreased during the pandemic.
Ömer Tanyeli
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
Hasan Önner, Mustafa Erol
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Aim
The decision to start treatment in sarcoidosis is made based on clinical and radiological findings and changes in pulmonary function test findings during follow-up, and more useful tools are needed in treatment management. F-18 fluorodeoxyglucose (18F-FDG) positron required important tomography / computed tomography (PET/CT) contains important information about the extent of sarcoidosis. On the other hand, the neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) opens as a good prognostic marker for tissue-related inflammation. This study evaluated the relationship between the 18F-FDG PET/CT findings of sarcoidosis and NLR and other clinical findings.
Material and methods
The data of the patient who was diagnosed with sarcoidosis after 18F-FDG PET/CT examination in our clinic were retrospectively reviewed. Patients' age, gender, NLR values, smoking status, extrathoracic involvement and symptoms, and 18F-FDG PET/CT findings were compared.
Results
This study consisted of 41 patients. There was a strong correlation between NLR and whole body total lesion glycolysis (TLG), and moderate correlation between MAIA and NLR (r values: 0.852, 0.660, both of them p value: <0.001, respectively). There was a significant difference between the groups showing only thoracic involvement and additional extrathoracic involvement with MAIA, TLG and NLR values (p values,: 0.002, 0.001 and, 0.003, respectively). In the classification made according to the symptoms of the patients, there was no significant difference between the groups with SUVmax, MAIA, TLG and NLR values. Median values were found to be significantly higher in the elderly group (p values: 0.037 and 0.040, respectively). In the classification made according to gender; there was no significant difference in both PET/CT parameters and NLR values.
Conclusion
The close relationship between the NLR value, which is accepted as a prognostic indicator in sarcoidosis, and the 18F-FDG PET / CT findings which show the involvement of the disease in the whole body, may provide the clinician with significant benefits in treatment management.
Gülşah Barğı, Merve Koku
Amaç: Yeni koronavirüs hastalığının (COVID-19) uzamış süreci ve ilgili kısıtlamalar bireylerde fiziksel
inaktiviteye, COVID-19 korkusuna ve yorgunluğa neden olmaktadır. Pandemi sürecinde, hastalarda
kinezyofobi ölüm korkusu ve fiziksel inaktiviteyi artırabilmektedir. Ancak bireylerde kinezyofobi ve
kinezyofobinin fiziksel aktivite, COVID-19 korkusu ve yorgunlukla ilişkisi henüz bilinmediğinden mevcut
çalışmada araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yetişkin bireyler (n=166, 36,3±15,37 yıl) dâhil edildi. Kinezyofobi
(Tampa Kinezyofobi Ölçeği), fiziksel aktivite düzeyleri (Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Formu),
COVID-19 korkusu (COVID-19 Korkusu Ölçeği (CKÖ-19)) ve yorgunluk (Sayısal Derecelendirme Ölçeği) 3
Haziran 2021 ve 30 Haziran 2021 arasında çevrimiçi platform üze rinden uzaktan değerlendirildi.
Bulgular: Bireylerin 91’inde (%54,8) yüksek derecede kinezyofobi vardı, 55'i (%33,1) inaktif, 84'ü (%50,6)
minimal aktif ve 27'si (%16,3) çok aktifti. Kinezyofobi puanı yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, eğitim
düzeyi, yürüme, toplam fiziksel aktivite, CKÖ-19 ve yorgunluk puanları ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0,05).
Sonuç: Bireylerin çoğunluğunda kinezyofobi ve fiziksel inaktivite yaygındır. COVID-19 pandemisi boyunca
bireylerin hastalığı olmamasına rağmen, yürüme, fiziksel aktiviteler ve eğitim düzeyi azaldıkça bireylerde
kinezyofobi artmaktadır. Yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, COVID-19 korkusu ve yorgunluk arttıkça
da kinezyofobi artmaktadır. Kinezyofobinin ve uzamış pandemi sürecinin olumsuz etkileri düşünüldüğünde,
bireyler acilen fiziksel aktivite danışmanlığı programlarına yö nlendirilmelidir.
Aim: The prolonged process of new coronavirus disease (COVID-19) and related restrictions cause
physical inactivity, fear of COVID-19, and fatigue in individuals. During the pandemic, kinesiophobia may
raise fear of death and physical inactivity in patients. However, kinesiophobia and its relationship with
physical activity (PA), fear of COVID-19, and fatigue in individuals have not been known yet, which was
therefore aimed to investigate in the current study .
Patients and Methods: Adult individuals (n=166, 36.3±15.37 years) were included in the study.
Kinesiophobia (Tampa Scale of Kinesiophobia), PA levels (International Physical Activity Questionnaire-
Short Form), fear of COVID-19 (Fear of COVID-19 Scale (FCS-19)), and fatigue (Numeric Rating Scale)
were evaluated remotely between 3 June 2021 and 30 June 2021 th rough an online platform.
Results: Of the individuals, 91 (54.8%) had a high level of kinesiophobia, 55 (33.1%) were inactive, 84
(50.6%) were minimally active, and 27 (16.3%) were very active. Kinesiophobia score was significantly
correlated with age, weight, body mass index, education level, and walking, total PA, FCS-19, and fatigue
scores (p<0.05).
Conclusion: Kinesiophobia and physical inactivity are prevalent in many individuals. Although individuals
have no disease during the COVID-19 pandemic, their kinesiophobia level increases as walking, physical
activities, and education levels decrease. Kinesiophobia also increases as age, weight, body mass
index, fear of COVID-19 and fatigue increase. Considering the negative effects of kinesiophobia and the
prolonged pandemic process, individuals should be urgently dire cted to P A counseling programs.
Evre Yılmaz, Selda Arslan
Başar Cander, Birsen Ertekin, Zerrin Defne Dündar, Tarık Acar, Izzettin Ertaş, Feridun Koyuncu, Mehmet Okumuş, Metin Bircan
Nurullah Türe, Yeşim Tunç, Cemal Aksoy
Amaç: Bu çalışmada, ulusal ölçekte kulak burun boğaz hekimleri arasında podcast farkındalığının ve
kullanım sıklığının araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çevrimiçi anket türündeki çalışmamız, 2021-2022 yılları arasında ‘Google forms’
(Mountain View, CA) açık web adresi üzerinden yapılmıştır. Hedef kitle, ulusal ölçekteki her yaş ve
deneyim seviyesinden kulak burun boğaz hekimleridir . Anketimiz yirmi sorudan oluşmaktadır .
Bulgular: Anket çalışmamızda, sorularımıza cevap veren kişi sayısı 112’dir. Bu 112 kişinin 92’ si erkek
(%82,1), 20’ si kadın (%17,9)’dır. Kulak burun boğazla ilgili mesleki alanda podcast dinleyen %20,5
(n=23), dinlemeyen %79,5 (n=89) olarak izlendi. Pandemi öncesi en sık başvurulan kaynakların %40,2
(n=45) ile kitap ve %31,3 (n=35) ile e-kitap olurken, pandemide %30,4 (n=34) çevrimiçi toplantı ve %27,7
(n=31) e-kitap olduğu izlenmiştir. Pandemi öncesi ve pandemi dönemi başvurulan kaynakların sıklık
karşılaştırılmasında istatistiksel anlamlı fark bulunmuştur (p< 0,001).
Sonuç: Süregelen pandemi bilgi kaynaklarına başvuru sıklığını etkilemiş olmasına rağmen, podcast
kullanımında anlamlı bir değişikliğe neden olmamıştır. Yazarlar, bu makalenin kulak burun boğaz alanında
Türkçe podcast üretmek için bir farkındalık oluşturacağını umuy orlar.
Aim: It was aimed to investigate podcast awareness and frequency of use among otorhinolaryngologists
on a national scale.
Patients and Methods: This study was conducted via the open web address of 'Google forms'
(Mountain View, CA) between 2021-2022. On a national scale, the intended audience consisted of
otorhinolaryngologists of all ages and levels of experience. Ou r survey consisted of twenty questions.
Results: In our study, the number of people who answered our questions was 112 (92 men (82.1%),
20 women (17.9%). When asked if they had listened to podcasts about otorhinolaryngology, 23 people
(20.5%) answered that they had listened and 89 people (79.5%) had not. When people want to learn
about a topic in the field of Otorhinolaryngology before pandemic, the most frequently used literature
resources are 40.2% (n=45) books and 31.3% (n=35) e-books. It was observed that the most frequently
used literature sources in the pandemic were 30.4% (n=34) online meetings and 27.7% (n=31) e-books.
There was a statistically significant difference between the frequency distribution of resources consulted
before and during the pandemic (p<0.001).
Conclusion: Although the ongoing pandemic has affected the frequency of consulted to literature
resource, it has not caused a significant change in podcast usage. The authors hope that this article will
create an awareness for producing Turkish podcasts in the field of otolaryngology .
İbrahim Koç, Yusuf Doğan, Serdar Doğan, Selçuk Köker, Ayşen Dökme, Abdülaziz Kaya
Mehmet Tolga Kafadar, Gürkan Değirmencioğlu
Akut karının nadir bir nedeni; apendikal nöroma. Olgu sunumu
\r\nÖZET
Akut karın ani başlayan karın ağrısı ile karakterize, travma dışı nedenlere bağlı olarak abdominal bölgede gelişen patolojiler olarak ifade edilir. Ağrının nedeni çoğu olguda acil cerrahi girişim yapılmasını gerektirecek bir patolojidir. Akut karın nedeniyle acil birimlere başvuran hastalarda en sık cerrahi müdahale sebebi akut apandisittir. Akut apandisitin patofizyolojisinde apendiks lümenindeki obstrüksiyonun başlatıcı neden olduğu yaygın olarak kabul görmüştür. Çoğunlukla apendiksin lümenine bazı gıda ve dışkı artıklarının girmesi, bunlarla tıkanması ve bölgede lenf bezlerinin iltihaplanarak şişmesi sonucu meydana gelir. Lümenin obstrüksiyonu bakterilerin aşırı çoğalmasına, mukus sekresyonunun artmasına ve intraluminal basıncın artmasına yol açar. Son yıllarda patofizyolojide nöral komponentin varlığının ileri sürüldüğü çalışmalar da bulunmaktadır. Bunlar oblitere apendiks, fibröz obliterasyon, apendikal nöroma, nörojenik apandisit gibi tanılarla karşımıza çıkabilmektedir. Bu yazıda, akut karının nadir görülen bir nedeni olan, apandisit ön tanısıyla apendektomi uygulanan ve histopatolojik olarak apendikal nöroma tanısı alan bir olguyu sunduk.
A rare cause of acute abdomen; appendiceal neuroma. Case report
\r\n
ABSTRACT
\r\n
Acute abdomen refers to nontraumatic pathologies of abdominal origin which are characterized by sudden-onset abdominal pain. In most cases the cause of pain is a pathological condition requiring urgent surgical intervention. Acute appendicitis is the most common indication for surgical intervention in patients presenting to emergency department with acute abdomen. Obstruction of appendiceal lumen has been widely accepted as the precipitating factor in the pathophysiology of acute appendicitis. It usually develops as a result of food or feces particles entering into and obstructing appendiceal lumen, leading to inflammation and swelling of regional lymph nodes. Luminal obstruction results in overproduction of bacteria, excessive mucus secretion, and increased intraluminal pressure. Some studies in recent years have suggested a neural component in the pathophysiology of this condition. Such cases may present with various diagnoses such as obliterated appendix, fibrous obliteration, appendiceal neuroma, and neurogenic appendicitis. In this paper we present a case operated with the initial diagnosis of appendicitis and histopathologically diagnosed with appendiceal neuroma, a rare cause of acute abdomen.
Güven Sadi Sunam, Serhan Poyraz, Sami Ceran, Mehmet Gök, Mustafa Cihat Avunduk
Alper Yıldırım, Abdullah Yazar, Fatih Akın, Ahmet Osman Kılıç, Mehmet Uyar, Ayşegül Zaimoğlu
Amaç: Çalışmanın amacı pandemi döneminde çocuk acil servisten cerrahi branşlara danışılan hastaların
klinik özelliklerinin ve konsültasyon sürecinin değerlendirilmesi, elde edilen bulguların pandemi öncesi verilerle
kıyaslanmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Araştırma 11.03.2020-11.03.2021 tarihleri arasında hastanemizin çocuk acil servisinde
yapılmıştır. 0-18 yaş grubundaki hastalar geriye dönük olarak cinsiyet, yaş, tanı, konsültasyon sonucu, konsültasyon
yanıt süresi açısından değerlendirildi. Elde edilen bulgular 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasındaki pandemi
öncesi verilerle karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların; %42,4'ü kadın, %57,6'sı erkektir. Ortalama yaş 6,9±4,9 yıldır. Hastalarımızın %27,3'ünün
cerrahi kliniklerden birine yabancı cisim, %22,2'sinin akut karın, %10,6'sının yabancı cisim aspirasyonu tanısı ile
başvurduğu belirlendi. Hastaların %38,5'inin çocuk cerrahisi, %33,9'unun kulak burun boğaz ve %11,4'ünün göğüs
cerrahisi bölümüne konsülte edildiği belirlendi. Ortalama konsültasyon yanıt süresi 72,2±48,8 dakikaydı. Pandemi
sırasında acil servise başvuran hastaların tanı dağılımı, konsültasyon yanıtlanma süresi, konsültasyon yapılan
cerrahi bölüm dağılımı, konsültasyon sonuçları, cerrahi bölümlere göre konsültasyon yanıt sürelerinin dağılımı
pandemi öncesi döneme göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05).
Sonuç: Çalışmamızda pandemi döneminde çocuk acil servisine başvuran hasta sayısının azaldığı, yatış sayısının
arttığı, travma ve yakın fiziksel temasla ilişkili tanıların azaldığı, epididimoorşit tanılarının arttığı saptandı. Bununla
beraber konsültasyon yanıtlanma sürelerinin oldukça uzadığı gör üldü.
Aim: The aim of the study was to evaluate the clinical features and consultation process of the patients who
were consulted from the pediatric emergency department to the surgical departments during the pandemic
period, and to compare the findings with the data before the pa ndemic.
Patients and Methods: The research was conducted between 11.03.2020-11.03.2021 in the pediatric
emergency department of our hospital. The enrolled patients at 0-18 years of age were retrospectively
evaluated in terms of gender, age, diagnosis, consultation result, consultation response time. Our study was
compared with the prepandemic data between 01.01.2019 and 31.12 .2019.
Results: Of the patients; 42,4% were female and 57,6% were male. The mean age was 6,9±4,9 years. It
was determined that 27,3% of our patients were consulted to one of the surgical clinics with the diagnosis of
foreign body, 22,2% acute abdomen, 10.6% foreign body aspiration. It was found that 38,5% of the patients
were consulted to the pediatric surgery department, 33,9% to the otolaryngology department and 11,4% to the
thoracic surgery department. The mean consultation response time was 72,2±48,8 minutes. The distribution
of diagnoses, consultation response time, consulted surgical departments, consultation results by age groups,
and distribution of the consultation response times by surgical departments during the pandemic were found
to be statistically significant compared to the pre-pandemic pe riod (p<0,05).
Conclusion: In our study, it was found that the number of patients admitted to the pediatric emergency
department decreased during the pandemic period, the number of hospitalizations increased, the diagnoses
associated with trauma and close physical contact decreased, and the diagnosis of epididymorchitis increased.
In addition consultation response times were observed to be con siderably longer.
Osman Balcı, Mehmet Sait İçen, Alaa S. Mahmoud
Haluk Gümüş, Ekrem Akkurt, Faruk Ömer Odabaş, Halim Yılmaz, Ramazan Şimşek
Moyamoya hastalığı ön ve orta serebral arterler ile internal karotid arterler arasındaki sahada obstrüksiyon veya stenoza bağlı olarak oluşan, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve anjiyografik olarak tanımlanan bir durumdur. Erişkinlerde hemoraji, çocuklarda iskemi sıklıkla başlangıç semptomlarıdır. Bu yazımızda baş ağrısı, bulantı, kusma ve sol hemiparazi şikayetleri ile acil servisimize başvuran ve radyolojik bulguları sağ basal ganglion hemorajisini gösteren 21 yaşında erkek hastada teşhis edilen bir Moyamoya Hastalığı vakası sunuyoruz.
\r\nMoyamoya disease is an entity, which is caused by obstruction or stenosis in the area between the internal carotid artery, and anterior and middle cerebral arteries, identified angiographically, and does not have an exactly known etiology. The most frequent symptoms of onset are hemorrhage in adults and ischemia in children. In this paper, we present a case of Moyamoya disease which was diagnosed with a 21 year old male patient who was admitted to our emergency department with headache, nausea vomiting and left hemiparasi complaints and whose radiological findings showed right basal ganglia hemorrhage.
\r\nMustafa Kaçmaz
\r\n Kolloid kistler üçüncü ventrikülün nadir benign tümörleri olup tesadüfen bulunan kistlerden akut ölüme kadar çok geniş bir klinik sunum aralığına sahiptir. Bu kistlerde sık görülmeyen bir olay olan kistin büyümesi, obstrüktif hidrosefaliye ve sonuçta hastanın durumunda ani kötüleşmeye ve ölüme neden olabilen yaşamı tehdit edici bir komplikasyondur. Üçüncü ventrikülde büyük kolloid kisti olup, literatürde in vivo tanı konmuş ani ölüme yol açan çocuk kolloid kist tıkanması vakası oldukça nadir bir durumdur. Acil servise ani şuur kaybıyla başvurup Akut Hidrosefali gelişmesi nedeniyle acil ventrikülostomi yapılmasına rağmen, 24 saat içinde beyin ölümü gerçekleşmiş olan bir 3. Ventrikül kolloid kist obstrüksiyonu vakasını sunuyoruz.
\r\n\r\n Colloid cysts are rare benign tumors of the third ventricle and have a wide range of clinical representations from incidentomas to acute death. The growth of these cysts is an uncommon event and may cause obstructive hydrocephalus that lead to sudden deterioration in the patient's condition and may cause life-threatening complications. The large colloid cyst of third ventricle caused sudden death of children due to clogging, diagnosed in vivo is a very rare case in literature. We are representing here a case which patient admitted to emergency room for sudden loss of consciousness. Even he had urgent ventriculostomy due to acute hydrocephalus development, brain death has occured because of 3rd ventricle colloid cyst.
\r\nMehmet Özdemir, Mehmet Emin Demircili, Bahadır Feyzioğlu, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Sevgi Pekcan, Aslıhan Adabalı, Mehmet Akif Eryılmaz, Meltem Energin
Tunç Cevat Öğün, Abdullah Şarlak, Özlem Akkoyun Sert
Ahmet Fevzi Kekeç, Alper Kırılmaz, Haluk Yaka, Tahsin Sami Çolak, Halil Sezgin Semiz
Amaç: Bu çalışmanın amacı, kalça kırığı tanısı almış yaşlı hastalarımızda pandemi öncesi ve sonrasında
ameliyata alınma süresinin değişip değişmediğini ve bu durumun mortalitede artışa neden olup olmadığını
incelemektir.
Hastalar ve Yöntem: Mart 2019-Mart 2020 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen hastalar
pandemi öncesi dönem, Nisan 2020-Nisan 2021 tarihleri arasında kalça kırığı tanısı ile opere edilen
hastalar ise pandemi dönemi olarak kabul edildi. Her iki grup; yaş, cinsiyet, cerrahiye kadar geçen süre,
hastanede kalış süresi ve bir yıllık mortalite açısından karşıl aştırıldı.
Bulgular: Mortaliteyi etkileyen tüm faktörler incelendiğinde, ameliyata kadar geçen sürenin mortaliteyi
anlamlı olarak artırdığını gösterdi. Ameliyat için ortalama bekleme süresi tüm hastalarda 27,6±19,4
saat iken Grup 1'de 25,7±19,1 saat ve Grup 2'de 29,6±19,6 saat olup iki grup arasında anlamlı fark
vardı. (p=0.043). Mortaliteye neden olan cerrahi bekleme süresinin cut-off değeri “23.35” saat olarak
hesaplandı. Grup 1'de mortalitede anlamlı artış saptanmazken (p=0.340), Grup 2'de cerrahi gecikmenin
artması mortaliteyi anlamlı olarak etkiledi (p=0.027).
Sonuç: Bu çalışmada, yaşlı popülasyonda kalça kırığı sonrası 23.35 saatin üzerinde cerrahi başvuru
gecikmesindeki artışın bir yıllık mortalite ile doğrudan ilişkili olduğu gösterilmiştir, ayrıca pandemi
koşullarında ameliyat için bekleme süresindeki artışın direkt olarak mortaliteyi olumsuz etkileyen
faktörlerden biri olduğu düşünülmektedir .
Aim: The aim of this study is to examine whether the timing of surgery in our elderly patients with a
diagnosis of hip fracture changed before and after the pandemic, and whether this situation caused an
increase in mortality .
Patients and Methods: The patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between March
2019 and March 2020 in our hospital database were accepted as in the pre-pandemic period, and the
patients who were operated with the diagnosis of hip fracture between April 2020 and April 2021 were
considered as in pandemic period. Both groups were statistically compared in terms of age, gender,
waiting time for surgery , length of hospital stay and one year mortality .
Results: When the factors af fecting mortality were examined, the time elapsed until surgery significantly
increased mortality. While the mean waiting time for surgery was 27.6±19.4 hours in all patients, it was
25.7±19.1 hours in Group 1 and 29.6±19.6 hours in Group 2 and there was a significant difference between
the two groups (p=0.043). The cut-off value of the waiting time for surgery, which caused mortality, was
determined as “23.35” hours. While no significant increase in mortality was found in Group 1 (p=0.340),
the increased delay for surgery in Group 2 affected mortality significantly (p=0.027).
Conclusion: In this study, it was found that the increase in the delay of admission for surgery over 23.35
hours in the elderly population after hip fractures was directly associated with one year of mortality
and also we think that the waiting time for surgery in the pandemic conditions is one of the factors that
negatively af fect mortality in these patients.
Elif Yıldırım Ayaz, Memduha Boyraz, Miraç Vural Keskinler, Ayşe Naciye Erbakan, Aytekin Oğuz
Amaç: Yirmibirinci yüzyılda pandemi haline gelen diyabet hastalığı tüm branşları ilgilendirmektedir. Amacımız dahiliye dışı servislerde yatan hastalarda HbA1c bakılması ile tanı konmamış diyabet prevalansını belirlemek ve diyabet farkındalığının olmaması ile ilişkili faktörleri değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya dahiliye servisleri dışında yatan, 18 yaş ve üzeri, antropometrik ölçümleri yapılabilecek olan 630 hasta alınmıştır. Katılımcıların sosyo-demografik özellikleri, komorbiteleri kaydedilmiştir. Antorpometrik ölçümleri, açlık kan glukozu ve HbA1c ölçümleri yapılmıştır. Bilinen diyabet tanısı olmayıp yatışı sırasında HbA1c değeri ≥ 6,5% olanlar diyabet farkındalığı olmayanlar olarak adlandırılmıştır. Bilinen diyabeti olanlar, diyabet farkındalığı olmayanlar ve diyabeti olmayan gruplar arasındaki farklılıklar incelenmiştir.
Bulgular: Çalışma 20.04.2017-31.12.2017 tarihleri arasında yapılmıştır. Hastaların yaş ortalaması 58,04±18,56 olup %54,6’sı (n=344) erkektir. Bilinen diyabeti olanların sayısı 190 iken (%30,2), 396 (%62,9) kişinin diyabeti yoktur, 44 (%7) hastada ise bilinmeyen diyabet saptanmıştır. Diyabeti olan 234 hastanın %18,8’i (n:44) diyabet olduğunu bilmemektedir. Diyabet farkındalığı olmayanların 45 yaşın altında olması oranı (%11,4), bilinen diyabet grubundakilerden (%3,7) daha yüksektir (p<0,01); yine erkek olması oranı da daha yüksektir (%68’e karşı %47,9, p:0,15). Diyabet farkındalığı olmayanların fazla kilolu olması oranı (%56,8) bilinen diyabet (%37,9) ve diyabeti olmayanlardan (%39,1) daha yüksektir (sırasıyla p:0,36, p<0,01). Üç grup arasında eğitim düzeyleri açısından farklılık saptanmamıştır. Komorbidite varlığı oranı bilinen diyabeti olanlarda (%89,5), diyabet farkındalığı olmayanlardan (%75) daha yüksektir ( p:0,01). Tüm diyabeti olanlar lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Erkek cinsiyet (OR:2.33), <45 yaş (OR:3.35), aşırı kilolu olma (OR:2.16) ve komorbidite olmaması (OR:2.83) bilinmeyen diyabet ile ilişkilidir.
Sonuç: Hastanede iç hastalıkları servisi dışında yatmakta olan hastaların %7’sinde tanı konmamış diyabet saptanmıştır. Tüm diyabetlilerin %18.8’i diyabet olduğunu bilmemektedir. Yatan hastalarda HbA1c ile diyabet taraması yapmak, özellikle <45yaş, erkek , fazla kilolu ve komorbiditesi olmayan hastalara özellikle dikkat etmek, bilinmeyen diyabeti saptamaya yardımcı olabilir.
Bu çalışma NCT04694326 kayıt numarasıyla Protokol Kayıt ve Sonuçları Sistemi’ne (Clinicaltrials.gov PRS) kaydedilmiştir
Aim: Diabetes, which has turned into a pandemic in the twenty-first century, concerns all branches of medicine. This study aims to investigate the prevalence of diabetes unawareness by checking HbA1c in patients hospitalized in clinics other than internal medicine and evaluate the factors associated with them.
Patients and Methods: The study included 630 patients hospitalized outside internal medicine services at or over the age of 18 whose anthropometric measurements could be made. The sociodemographic properties and comorbidities of the patients were recorded. Their anthropometric measurements, fasting blood glucose and HbA1c measurements were made. Those without a known diabetes diagnosis but with an HbA1c value of ≥6.5% were grouped as diabetes unaware. The differences among known diabetes, diabetes unaware and no diabetes groups were examined.
Results: The study was conducted between 01.03.2017 and 31.12.2017. The mean age of the patients was 58.04±18.56, while 54.6% (n=344) were male. The number of the patients with known diabetes was 190 (30.2%), 396 (62.9%) did not have diabetes, and unknown diabetes was detected in 44 (7%). Among the 234 patients with diabetes, 18.8% (n:44) had diabetes unawareness. The rate of those under the age of 45 in the diabetes unaware group (11.4%) was higher than that in the known diabetes group (3.7%) (p<0.01). Again, the rate of the male sex was also higher among the same individuals (68% vs 47.9%, p:0.15). The rate of overweight in the diabetes unaware group (56.8%) was higher than those in the known diabetes (37.9%) and no diabetes (39.1%) groups (respectively, p:0.36, p<0.01). There was no significant difference among the three groups in terms of educational levels. The rate of comorbidity presence was higher in the known diabetics (89.5%) than the diabetes unaware group (75%) (p:0.01). All patients with diabetes were evaluated by logistic regression analysis. The male sex, age<45 years, being overweight and absence of a comorbidity were associated with diabetes unawareness.
Conclusion: Undiagnosed diabetes was detected in 7% of the patients. Among all diabetic patients, 18.8% had diabetes unawareness. Conducting diabetes screening with HbA1c in inpatients and paying special attention to those under 45, males, overweight patients and those without comorbidities may help detect unknown diabetes.
This study was retrospectively registered at the Protocol Registration and Results System (Clinicaltrials.gov PRS) with the registration number NCT04694326.
Kazım Gemici, Yıldıray Dal, Feridun Koyuncu
Levent Kart, Muhammed Emin Akkoyunlu, Yasemin Akkoyunlu, Murat Sezer, Hatice Kutbay Özçelik, Fatmanur Karaköse, Turan Aslan
Gökhan Kalkan
Mine Şahingöz, Keziban Kendirli, Emre Yılmaz, Erdem Önder Sönmez, Yılmaz Satan, Fadime Aksoy, Adnan Dağıstan, Nazmiye Kaya
Duygu İlke Yıldırım
SARS-CoV-2’nin tanımlanmasından bu yana COVID-19 hastalığı sonrası çocuklarda ortaya çıkan ve
Kawasaki hastalığını taklit eden multisistem inflamatuar bir sendrom (MIS-C) İngiltere’de Nisan 2020’de
bildirilir iken, yetişkinlerde ortaya çıkan COVID-19 ile ilişkili multisistem inflamatuar sendrom (MIS-A)
Haziran 2020’de bildirilmiştir. MIS-A hastalarının literatürde 50 yaşına kadar olduğu bildirilmiş olup MIS-C
ile karşılaştırıldığında altta yatan bazı sağlık koşullarına sahip olma ve yakın dönemde tanımlanabilir bir
solunum yolu hastalığı geçirmiş olma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan MIS-A hastaları ile MIS-C
hastaları örtüşen birçok klinik özelliğe sahiptir fakat MIS-A’da kardiyak disfonksiyonun ciddiyeti, tromboz
insidansı ve MIS-A mortalitesi daha yüksek olabilir. MIS-C/A’da nötrofili, lenfopeni ve trombositopeninin
yaygın olarak bulunduğu açık olmakla beraber bu özellikler troponin ve BNP/NT-proBNP’deki yükselmelerle
birlikte hastalık aktivitesinin ölçüleri olarak kabul edilmişti r.
Since the identification of SARS-CoV-2, a multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) that appears in
children after COVID-19 disease and mimics Kawasaki disease was reported in the UK in April 2020,
while it is associated with Covid-19 in adults. Multisystem inflammatory syndrome (MIS-A) was reported
in June 2020. MIS-A patients have been reported to be up to 50 years of age in the literature and are more
likely to have some underlying health condition and have recently had an identifiable respiratory disease
compared to MIS-C. On the other hand, MIS-A patients and MIS-C patients have many overlapping clinical
features, but the severity of cardiac dysfunction, incidence of thrombosis, and MIS-A mortality may be
higher in MIS-A. While it is clear that neutrophilia, lymphopenia, and thrombocytopenia are common in
MIS-C/A, these features, together with elevations in troponin and BNP/NT-proBNP, have been considered
measures of disease activity .
Selami Aykut Temiz, İlkay Özer, Arzu Ataseven
Alper Yosunkaya
Bilge Burçak Annagür
Osman Serhat Tokgöz, Şerefnur Öztürk
Sağlıkta yaşam kalitesi günümüzde daha da artan bir önemle tıbbın tanı ve tedaviyi içeren bütün alanlarında tedavi ve izlemin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Nöro-yoğun bakımda nörolojik açıdan en ağır, tanı ve tedavi süreci en yoğun hasta grubu izlenmektedir. Yoğun bakımda izlenmesi gereken nörolojik hastalıklar, kronik dönemde olduğu gibi akut ve şiddetli evrelerinde de yaşam kalitesini etkileyebilme potansiyeline sahip pek çok parametre içermektedir. Hastalıkların kendilerine ait yaşam kalitesi etkileri dışında, çok sayıda önemli parametre vardır. Bunları başlıca yoğun bakımda beslenme yetersizliği, ajitasyon, ağrı, cilt bütünlüğünün bozulması, kas iskelet sistemi etkilenmeleri, kardiyovasküler ve otonom etkilenmeler, ilaç yan etkileri ve çoklu ilaç etkileşimleri olarak sıralamak mümkündür. Bu derlemede nöro-yoğun bakımda beslenme ile sağlıkta yaşam kalitesi arasındaki ilişki gözden geçirilecektir.
Today health related quality of life with its ever increasing importance has become an inherent part of treatment and follow up in all departments of medicine including diagnosis and treatment. In neuro-intensive care unit, the severest patients with the most intensive diagnosis and treatment period are followed up. Neurologic disorders with neurointensive care requirement include so many parameters potentially affecting the quality of life in acute and severe stages besides in chronic term. Apart from the effects of these diseases on life quality, there are many other important parameters related to quality of life. It is possible to list chief parameters as malnutrition in intensive care unit, agitation, pain, disruption of skin integrity, musculoskeletal system involvement, cardiovascular and autonomous involvement, side effect of drugs and multidrug interactions. In this review, the relationship between nutrition and health related quality of life in neurointensive care unit will be reviewed.
Mehmet İnce, Erol Arslan
Fatih Akın, Alaaddin Yorulmaz, Abdullah Yazar, Esra Türe, Tarık Acar, Birsen Ertekin, Esma Erdemir
\r\n Amaç: Karbonmonoksit zehirlenmesi, tüm dünyada hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Trombosit fonksiyonlarının karbonmonoksit zehirlenmesindeki rolü net olmamakla birlikte, trombosit aktivasyon ve agregasyonunun arttığı bildirilmiştir. Karbonmonoksit zehirlenmesinde, endotel hasarına bağlı artan trombotik eğilim, artmış trombosit yapışması ve fibrinolitik yoldadeğişiklikler ortaya çıkar. Çalışmamızın amacı trombosit indekslerinin karbonmonoksit zehirlenmesi olan çocuklarda klinik yarar sağlayıp sağlamadığını belirlemektir.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi ve Konya Beyhekim Devlet Hastanesi Çocuk Acil Servislerine başvuran karbonmonoksit zehirlenmesi tanılı çocukların kayıtlarını retrospektif olarak gözden geçirdik. Çalışmaya karbonmonoksit zehirlenmesi olan 92 çocuk ve 62 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı kontrol dahil edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: CO zehirlenmesi olan hastalarda ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri anlamlı olarak yüksek iken (9,34 ± 0,55 vs 9,78 ± 0,97fL, p = 0,001; 11,46 ± 2,64 vs 10,57) ± 1,41, sırasıyla, p = 0.007), trombosit sayısı ve plateletrit (324,05 ± 82,07 vs 357,27 ± 89,70 x109 p = 0,015; 0,31 ± 0,06 vs 0, 33 ± 0,07, sırasıyla, p = 0.039) anlamlı olarak daha düşüktü. Ortalama trombosit hacmi seviyeleri ise karboksi hemoglobin düzeyi 20'den yüksek olan hastalarda, karboksi hemoglobin seviyeleri 20-20 arasında olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Sonuç: Sonuçlarımız karbonmonoksit zehirlenmesi olan hastalarda trombosit indekslerinden ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliğinin belirgin şekilde yükseldiğini trombosit sayısı ve plateletritin azaldığını gösterdi. Trombosit aktivasyonu ve fonksiyonundaki değişiklikleri yansıtan ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri, karbonmonoksit zehirlenmesi sırasında özellikle tromboembolik komplikasyonların gelişimini öngörebilir. Ortalama trombosit hacmi ve trombosit dağılım genişliği düzeyleri karbonmonoksit zehirlenmesinin prognostik tahmininde yararlı olabilir
\r\n
\r\n Prognostic importance of thrombocyte indices in children with carbon monoxide poisoning
\r\n
\r\n Abstract
\r\n
\r\n Objective: Carbon monoxide (CO) poisoning is still being a major cause of morbidity and mortality all over the world. Although the role of platelet functions in CO poisoning is not clear, increased platelet activation and aggregation had been reported previously. Increased thrombotic tendency due to endothelial damage, increased platelet stickiness, and alterations in the fibrinolytic pathway occurs in CO poisoning. The aim of our study was to determine whether platelet indices provide clinical benefit or not in children with CO poisoning.
\r\n
\r\n Materials and Methods: We retrospectively reviwed the records of children with the diagnosis of CO poisoning who admitted to the pediatric emergency departments of Konya Beyhekim State Hospital and Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty. A total of 92 children with CO poisoning and 62 age- and gender-matched healthy controls were included in the study.
\r\n
\r\n Results: While mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) levels were significantly higher (9,34±0,55 vs 9,78±0,97fL, p=0.001 ; 11,46±2,64 vs 10,57±1,41, retrospectively, p=0.007), platelet count and plateletcrit (PCT) (324,05±82,07 vs 357,27±89,70 x109 p=0.015 ; 0,31±0,06 vs 0,33±0,07, retrospectively, p=0.039) were significantly lower in patients with CO poisoning. MPV levels were also significantly higher in patients with a carboxy hemoglobin (COHb) level higher than 20, when compared with COHb levels between 10-20 (9,40±0,84 vs 10,08±1,22 fL, p=0.003).
\r\n
\r\n Conclusion: Our results showed that platelet indices MPV and PDW are markedly elevated in patients with CO poisoning while platelet count and PCT were decreased. MPV and PDW levels, which reflect the changes in platelet activation and function, may predict the development of especially thromboembolic complications in the course of CO poisoning. MPV and PDW levels may be useful in prognostic estimation of CO poisoning.
\r\n
\r\n Keywords: carbon monoxide; children; platelet indices; poisoning
\r\n
\r\n
\r\n
Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hayrullah Alp, Hakan Altın, Sevim Karaaslan
Ali Dur, Şerafettin Demirci, Hacı Yusuf Güneş, Oral Akın, Feridun Koyuncu
Aylin Yücel, Ahmet Osman Kılıç, Sümeyye Beyza Kılınç
Amaç: Yıllardır erişkin literatürünün gölgesinde kalmış olan pediatrik akut pankreatit çalışmaları,
pediatrik şiddet sınıflamasının kabul edilmesinden sonra ivme kazanmıştır. Artık hangi hastalarda ciddi
hastalık gelişeceğini erken aşamada hızla öngörebilecek inflamatuar biyobelirteçlerin belirlenmesine
ihtiyaç vardır. Bu çalışmanın amacı, sistemik immün-enflamasyon indeksi (SII) ve nötrofil-lenfosit oranı
(NLO) gibi inflamatuar biyobelirteçlerin erken prediktör olarak etkinliğini değerlendirmek ve eşik değerler
belirlemekti.
Hastalar ve Yöntem: 2019-2022 yılları arasında akut pankreatit tanısı alan 53 çocuğun klinik özellikleri,
laboratuvar test sonuçları ve görüntüleme bulguları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar şiddetine
göre “hafif” ve “orta şiddetli-şiddetli” olarak iki gruba ayrıldı. Gruplar inflamatuar belirteçler açısından
karşılaştırıldı. Hastalık şiddetini öngören faktörler ROC eğrisi analizi ile incelendi. Anlamlı eşik değerler
için duyarlılık, özgüllük, pozitif prediktif değer (PPD) ve neg atif prediktif değer (NPD) hesaplandı.
Bulgular: NLO ve SII değerleri “orta şiddetli-şiddetli” grupta “hafif” gruba göre istatistiksel olarak anlamlı
derecede yüksekti (tümü için p<0,001). NLO≥3.33 (AUC:0.894, %95 güven aralığı: 0.81-0.979, PPD %89.7,
NPD %83.3%) ve SII indeksi≥1225.57(AUC: 0.912, %95 güven aralığı:0.831-0.992, PPD %90.0, NPD
%87.0) eşik değerlerinin hastalık şiddetini yüksek duyarlılık ve özgüllükle tahmin edebildiği belirlendi.
Sonuç: NLO ve SII pediatrik akut pankreatitte kötü klinik sonucu erken tahmin edebilir. Mevcut çalışma
pediatrik akut pankreatitte bu biyobelirteçlerin prognostik öne minini değerlendiren ilk çalışmadır .
Aim: Studies of paediatric acute pancreatitis have remained in the shadow of adult literature for many
years, and have only increased following the recent acceptance of the severity classification. There is now
a need to determine inflammatory biomarkers which will be able to rapidly predict in the early stage which
patients will develop severe disease. This study's purpose was to research the efficacy as early predictors
and determine cutoff values for inflammatory biomarkers including the systemic immune-inflammation
index (SII), and the neutrophil-lymphocyte ratio (NLR).
Patients and Methods: A retrospective evaluation was made of the clinical characteristics, laboratory
test results, and imaging findings of 53 children diagnosed with acute pancreatitis between 2019-2022.
The study population were separated into groups as ‘mild’ and ‘moderately severe-severe’ according
to severity. The groups were compared in respect of inflammatory markers. Factors predicting disease
severity were evaluated with ROC curve analysis. For the significant cutoff values, positive predictive
value (PPV), negative predictive value (NPV), sensitivity and s pecificity were calculated.
Results: The NLR, and SII values were found to be statistically significantly higher in the “moderately
severe-severe” group than in th “mild” group (p<0.001 for all). The cutoff values of NLR≥3.33 (AUC:0.894,
95% CI:0.81-0.979, PPV 89.7%, NPV 83.3%), and SII≥1225.57 (AUC:0.912, 95% CI:0.831-0.992, PPV
90.0%, NPV 87.0%) were determined to be able to predict disease severity with high sensitivity and
specificity.
Conclusion: The NLR, and SII are inflammatory biomarkers that can make an early prediction of a poor
outcome in paediatric acute pancreatitis. To the best of our knowledge, this is the first study to have
evaluated the prognostic importance of these biomarkers, in pae diatric acute pancreatitis.
Talat Tavlı, Bayram Korkut, Hasan Gök, Alaaddin Avşar
Selin Uğraklı, Fatma Esenkaya Taşbent, Hatice Küçükceran
Amaç: MDR bakteriler ile oluşan enfeksiyonları kontrol etmek, klinisyenler için büyük bir zorluk haline
geldi. Bu nedenle, ana yaklaşım alternatif tedavilerin de gözden geçirilmesidir. Bu çalışmada, gaz
formundaki medikal ozonun çoklu ilaca dirençli (MDR) patojenler üzerindeki antibakteriyel etkisini zamana
bağlı olarak değerlendirilmesi hedeflenmiştir .
Gereçler ve Yöntem: Çalışma 21 Mart-15 Nisan 2021 tarihleri arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi
Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Mikrobiyoloji laboratuvarı’nda gerçekleştirildi. On MDR bakteri, yedi
farklı bakteriyel konsantrasyonunda (102-108 bakteri/petri) petri kaplarında in vitro olarak değerlendirildi.
10, 20 ve 40 dakikalık 40 ug/ml dozda ozon maruziyeti ve kontrol grubunun MDR bakterileri üzerinde
etkinliğini araştırıldı. Plakların 24 saatlik inkübasyonundan sonra, ozonun her maruz kalma süresi için
ortalama koloni sayıları belirlendi ve Log10'a dönüştürüldü.
Bulgular: Ortalama bakteriyel azalma (log10) dikkate alındığında, ozonun bakterisidal etkisi 10 dakikaklık
maruziyette sadece metisiline dirençli Staphylococcus aureus, VIM-1 üreten Klebsiella pneumoniae
ve Karbapenem dirençli Acinetobacter baumannii üzerinde saptandı. Optimum etki, test edilen
izolatlarda genellikle 20 dakika içinde gözlendi. Bununla birlikte, MDR-Pseudomonas aeruginosa, ozon
maruziyetinden nispeten daha az etkilendi. Ancak 40 dakikalık maruziyet sonunda tüm bakteriler %99'luk
seviyenin üzerinde inaktive edildi.
Sonuçlar: Ozon gazı, MDR patojenleri üzerinde etkili bakterisidal aktivite gösterdi ve etkisinin, maruz
kalma süresine ve bakteri tipine bağlı olduğu tespit edildi. Pandemi dünyasında mikrobiyal enfeksiyonların
kontrolü için yeni yaklaşımlara duyulan ihtiyaç dikkate alındığında, ozon tedavisinin optimizasyonu yüksek
öncelikli olarak gerçekleştirilmelidir ve ozonun MDR-bakterilerin inaktivasyonu üzerindeki etkisinin
derinlemesine anlaşılmasını desteklemek için daha fazla in vivo çalışmaya ihtiyaç vardır .
Aim: This study evaluated the antibacterial effect of gaseous ozone on multi-drug resistant (MDR)
pathogens with regard to time dependency. Controlling infections with MDR bacteria became a big
challenge for health care professionals. Therefore, the major corcern should be altered to alternative
therapies.
Materials and Methods: The study was performed in Necmettin Erbakan University Meram Medical
Faculty Hospital, Department of Medical Microbiology Laboratory between 21 March to 15 April 2021. Ten
MDR bacteria were evaluated in vitro using in the Petri dishes at seven bacterial concentrations (102-
108 bacteria/dish). The ozone showed its efficacy on these MDR bacteria under the following conditions
applied: 40 μg/ml at 10, 20 and 40 minutes and control (no gas was used). After 24 hours incubation of
plates, the average colony counts for each exposure time of ozone were figured out and transformed to
Log10.
Results: Taking acccount the mean bacterial reduction (log10), the bactericidal effect of ozone was
determined on only methicillin-resistant Staphylococcus aureus, VIM-1 producing Klebsiella pneumoniae
and Carbapenem resistant-Acinetobacter baumannii in 10 minutes exposure. The optimum effect was
generally observed within 20 minutes on tested isolates. However, the MDR-Pseudomonas aeruginosa
showed a relatively lower response to ozone. All bacteria was inactivated over the level at 99% at the end
of the 40 min exposure to ozone.
Conclusions: The gaseous ozone showed satisfactory bactericidal activity on MDR pathogens and its
effect depens on exposure time and type of bacteria. Taken into account, the need for new approaches
for the control of microbial infections in the pandemic world, the optimization of ozone therapy should be
undertaken high priority and more in vivo studies are needed to support in depth understanding of the
ozone ef fect on the inactivation of MDR bacteria.
Kürşat Uzun, Mehmet Gök, Turgut Teke
Orhan Önder Eren, Umut Kalyoncu, Neslihan Andıç, Yeşim Çetinkaya Şardan
Yasemin Durduran, Lütfi Saltuk Demir, Mehmet Uyar, Hasan Küçükkendirci, Güllü Eren, Tahir Kemal Şahin
Amaç: Bu çalışmada; bir halk sağlığı problemi olarak ele alınan ve bulaş riski yüksek olan COVID-19 hastalığına ilişkin doğru ve yanlış bilinenleri tespit etmek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma https://docs.google.com/forms adresinden online olarak Mayıs 2020 tarihinde gerçekleştirildi. Anket formu, sosyodemografik özellikler ve COVID-19 ile ilgili 40 sorudan oluşmaktadır. Çalışma sonrasında anket sorularına verilen cevaplar SPPS veri programına giriş yapılarak analiz edildi.
Bulgular: Araştırmaya katılan 580 kişinin 363’ü (% 62,6) kadındı. Katılımcıların ortanca yaşı 34,0 (18,0-77,0) idi. Anketi dolduranların 342'si (% 59,0) evli, 438'i (% 75,5) üniversite ve yüksek lisans mezunu idi. Araştırmaya dahil edilen bireylerin 497'si (%85,6) COVID-19 hakkında bilgi sahibi olmak için televizyon/haber kanallarını izlediklerini belirttiler. COVID-19 ile ilgili soruların çoğu katılımcılar tarafından doğru cevaplandı. En çok doğru yanıtlanan önerme oranı % 99,5 (577), en az doğru yanıtlanan önerme oranı %23,6 (137) idi. Önermelere verilen doğru yanıtlar açısından cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p <0.05).
Sonuç: Katılımcıların büyük çoğunluğunun COVID-19 ile ilgili en az bir haber kaynağından yararlandığı belirlendi. Katılımcılar genellikle COVID-19 hakkında doğru bilgiye sahipti. Çoğunlukla yanlış bilinen konular hakkında toplumun farkındalığını artırmak için eğitim programları planlanabilir.
STUDY AIM: In this study, it was aimed to identify the accurate and inaccurate conceptions among the society on COVID-19 disease, which is considered as a public health problem and has a high risk of transmission.
METHODS: The research was performed online at https://docs.google.com/forms in May 2020. The questionnaire form was composed of 40 queries, which were on sociodemographic characteristics and COVID-19. Following the study, the answers obtained from the questionnaire were analyzed by inserting related data to the software of SPSS.
RESULTS: Of 580 participants involved in the study, 363 (62.6%) were female. The median age of the participants was 34.0 (18.0-77.0). Of the individuals who completed the questionnaire, 342 (59.0%) were married and 438 (75.5%) were university graduated and / or postgraduated. Of the individuals included in the study, 497 (85.6%) stated that they watched television / news channels to be informed about COVID-19. Most of the questions related to COVID-19 were answered accurately by the participants. The percentage of the premise, which was answered most accurately, was 577 (99.5%), whereas the lowest percentage of the accurately answered premise was 137 (23.6%). It was found that there was a statistically significant difference among the genders in terms of the percentage of accurate responses to the conceptions (p<0.05).
CONCLUSION: It was determined that the vast majority of the participants utilized from at least one news resource on COVID-19. Participants typically have accurate knowledge about COVID-19. Educational programs can be planned to enhance the awareness of the society about the conceptions, which were answered mostly inaccurately.
Hülya Vatansev, Mehmet Ali Karaselek, Serkan Küçüktürk, Soner Demirbaş, Özcan Çeneli, Bülent Işık, Kazım Çamlı, Celalettin Korkmaz, Şebnem Yosunkaya, Adil Zamani, Turgut Teke
Amaç: Corona Virüs 2019 Hastalığı (COVID-19)’nda şu ana kadar spesifik antiviral ajan olmamasına
rağmen tedavi için konvelesan plazma (CP) tedavisi tedavi için kullanılmıştır. Ancak CP tedavisinin
prognoz ve mortalite üzerindeki etkinliği halen tartışma konusudur. Bu çalışmada COVID-19 hastalığında
CP tedavisinin etkinliğine ilişkin deneyimlerimizin paylaşması am açlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışma Mayıs 2020-Şubat 2021 tarihleri arasında standart tedaviye ek olarak
CP tedavisi alan 126 COVID-19 tanılı hastada gerçekleştirildi. 126 hasta ilk beş gün içinde (Grup A) ve
beş günden sonra (Grup B) CP uygulananlar olarak iki gruba ayrıldı. Bu iki gruptaki hastalar laboratuvar
parametreleri, klinik bulgular ve mortalite açısından değerlend irildi.
Bulgular: Toplam 126 hasta Grup A'da 86 hasta ve Grup B'de 40 hasta) tespit edildi. 119 (%94.4) hasta şifa
ile taburcu olurken 7 (%5,5) hasta kaybedildi. Ortalama hastane yatış süresi Grup A'da 11.4±0.7, Grup B'de
18.4±1.7 gün olarak bulundu (p<0,001). Lenfosit, PLT, fibrinojen ve CRP’nin tedaviye bağlı ana değişim
etkisi istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Ancak, iki grup D-dimer açısından karşılaştırıldığında
sonuçlar marjinal olarak anlamlıydı. Basit etki değerlendirildiğinde; Grup A’daki değişim anlamlı değilken,
Grup B’deki değişim anlamlıydı. CP tedavisine 5 gün önce veya 5 gün sonra başlanması laboratuvar
parametrelerini değiştirmedi. Ancak, D-dimer’daki değişim marjinal olarak anlamlıydı (p=0.058).
Sonuç: Çalışmamızda CP tedavisine erken başlamanın hastanede kalış süresini azalttığı ancak mortalite
ve laboratuvar parametreleri üzerine etkisinin olmadığı gösteri ldi.
Aim: Convalescent plasma (CP) therapy has been used for treatment, although it has not been Corona
Virus 2019 Disease (COVID-19) specific antiviral agent so far. However, the effectiveness of CP treatment
on prognosis and mortality is still a matter of debate. In this study, we aimed to share our experiences
about the ef fectiveness of CP treatment in COVID-19.
Materials and Methods: The study was conducted in 126 patients diagnosed with COVID-19 who received
CP treatment in addition to standard treatment between May 2020 and February 2021. 126 patients were
divided into two groups as those who underwent SP within the first five days (Group A) and after five days
(Group B). The patients in these two groups were evaluated in terms of laboratory parameters, clinical
and mortality.
Results: A total of 126 patients were identified (86 patients in Group A and 40 patients in Group B). 119
(94.4%) patients were discharged with recovery, 7 (5.5%) patients died. The mean days of hospitalization
were found to be 11.4±0.7 in Group A and 18.4±1.7 in Group B (p<0.001). Treatment-related lymphocyte,
PLT, fibrinogen and CRP main effect of change was significant (p<0.001). However, the results were
marginally significant when the two groups were compared in terms of D-dimer. When the simple effect is
evaluated; Group A as not significant, while group B was significant. Starting CP treatment 5 days before
or 5 days later did not change the laboratory parameters. However, D-dimer was marginally significant
(p=0.058).
Conclusion: In our study, it was shown that early initiation of CP treatment reduced the hospitalization,
but had no ef fect on mortality and laboratory parameters.
Ezgi Keser, Serpil Yüksel
Amaç: Bu araştırmada, hareketsizlik ve beslenme sorunları gibi basınç yarası risk faktörlerine maruz kalan cerrahi hastalarına bakım veren hemşirelerin basınç yaralarını önlemeye yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemek amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, XXXX’da bir üniversite hastanesinin cerrahi klinik ve yoğun bakım ünitelerinde çalışan ve meslekte çalışma yılı en az bir yıl olan 150 hemşire ile gerçekleştirildi. Araştırma öncesi etik kuruldan ve kurumdan gerekli izinler alındı. Veriler, hasta bilgi formu, Basınç Ülserini Önlemede Bilgi Değerlendirme Ölçeği (BÜÖBDÖ) ve Basınç Ülserini Önlemeye Yönelik Tutum Ölçeği (BÜÖYTÖ) ile 1 Ekim 2018-1 Şubat 2019 tarihleri arasında toplandı. Verilerin analizinde, bağımsız gruplarda t testi, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis test, korelasyon analizi ve çoklu regresyon analizi kullanıldı.
Bulgular: Hemşirelerin yaş ortalaması 29.91±6.48 yıl olup, %65.3’ü kadın ve yarısı lisans mezunudur. BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasına (<%60) göre hemşirelerin basınç yarasını önlemeye yönelik bilgilerinin yetersiz olduğu, sadece %24’ünün bilgi puanının ≥%60 olduğu saptandı. Regresyon analiz sonuçları, hemşirelerin mesleki deneyim süresi, çalışma şekli, günlük bakım verdikleri hasta sayısı ve basınç yaralı hastaya bakım verme deneyimlerinin BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilediğini ortaya koydu (p< 0.05). BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasına (≥%75) göre hemşirelerin basınç ülserini önlemeye yönelik tutumlarının olumlu olduğu saptandı. Hemşirelerin tanıtıcı özelliklerinin BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilemediği belirlendi (p>0.05). BÜÖBDÖ ile BÜÖYTÖ toplam puan ortalamaları arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Bu araştırma, cerrahi hemşirelerinin basınç yaralarını önlemeye yönelik tutumlarının olumlu, bilgilerinin ise yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular, hemşirelerin basınç yaralarını önleme girişimleri ile ilgili kanıt temelli bilgiye erişimlerini sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine dikkati çekmektedir.
Aim: The aim of this study was to determine pressure ulcer prevention knowledge and attitudes among nurses who cared for surgical patients that were exposed to pressure ulcer risk factors such as immobilization and nutritional problems.
Materials and Method: This descriptive study was carried out with 150 nurses who were working in the surgical clinics and surgical intensive care units of a medical faculty hospital in XXXX and who had at least one year’s professional experience. Necessary permissions were obtained from the ethics committee and the institution prior to the research. Data were collected with a patient information form, the Pressure Ulcer Prevention Knowledge Assessment Instrument (PUPKAI) and the Attitude towards Pressure ulcer Prevention instrument (APuP) between October 1, 2018 and February 1, 2019. Data were analyzed with the independent-samples t-test, the Mann-Whitney U test, the Kruskal-Wallis test, the correlation analysis and the multiple regression analysis.
Results: The mean age of the nurses was 29.91±6.48 years, 65.3% were female and half of them had undergraduate degrees. According to the PUPKAI total mean score (<60%), the pressure ulcer prevention knowledge of the nurses was inadequate and only 24% had a knowledge score ≥60%. Regression analysis results showed that, nurses' professional experience duration, working style, number of patients per shift and the experiences of giving care to patients with pressure ulcers were found to have a significant effect on the PUPKAI total mean score (p<0.05). According to the APuP total mean score (≥75%), the nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention. It was also determined that the descriptive characteristics of the nurses did not significantly affect the APuP total mean score (p>0.05). There was no significant relationship between the total mean scores of the PUPKAI and APuP (p>0.05).
Conclusion: This study revealed that the surgical nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention but they had inadequate knowledge about it. These findings highlight the need for institutional arrangements to ensure that nurses have access to evidence-based knowledge about pressure ulcer prevention.
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer, Aybars Tavlan
Amaç: Bu çalışmada ameliyathane dışı anestezi deneyimlerimizi ve sonuçlarını tartışmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Mayıs 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında tanı ve tedavi amacıyla ameliyathane dışında sedo-analjezi uygulaması yapılan 18 yaş üstü olguların anestezi kayıtları retrospektif olarak tarandı. Kayıtlar; demografik veriler, uygulanan işlem, işlemin süresi, sedasyon derecesi, kullanılan ilaçlar, gelişen minör ve major komplikasyonlar, kronik obstrüktif akciğer hastalığı öyküsü ve yoğunbakım ihtiyacı açısından incelendi. Komplikasyonlar ile demografik veriler ve kategorik değişkenler arasındaki ilişkiler analiz edildi.
Bulgular: Toplam 2562 hastaya sedo-analjezi uygulandı. Bu olguların 1428 (%55.7)’i kadın, 1134 (%44.3)’ü erkek idi. Yaş ortalaması 53.08±16.55 idi. Olguların 268 (%10.5)’i ASA I, 1683 (%65.7)’ü ASA II, 598 (%23.3)’i ASA III, 13 (%0.5)’ü ASA IV idi. 519 (%20.3) hastaya minimal sedasyon, 1541 (%60.1) hastaya orta derecede sedasyon, 502 (%19.6) hastaya derin sedasyon uygulandı. En uzun işlem süresi endoskopik retrograd kolanjiopankreatografide 28.7±16.3 dk, en kısa işlem süresi üst gastrointestinal endoskopide 10.3±3.1 dk olarak tespit edildi. En fazla uygulanan işlem %31 ile kolonoskopi idi. En çok kullanılan ilaç kombinasyonu 1231(%48) hastaya uygulanan midazolam+propofol+fentanil kombinasyonu idi. 148 (%5.76) hastada minör komplikasyon, 10 (%0.37) hastada major komplikasyon gelişti. Toplam 15 (%0.58) hasta prosedür sonrası yoğunbakıma devredildi. Desatürasyon; ASA III ve üzeri hastalarda,15 dakikadan uzun süren işlemlerde, 65 yaş üstü hastalarda ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığında istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksekti. İşlem sonrası yoğunbakım ihtiyacı da bu hasta gruplarında anlamlı oranda yüksekti.
Sonuç: Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarının sıklığı giderek artmaktadır. Bu uygulamalar taşıdığı riskler açısından ameliyathanedeki anestezi uygulamalarıyla benzerdir. Hasta güvenliğinin artırılması ve komplikasyonların azaltılması için işlem öncesi ayrıntılı bir değerlendirme yapılması, uygun fiziksel şartlarda doğru bir monitörize anestezi bakımı sağlanması ve ekipler arasında sağlıklı bir iletişim kurulması önemlidir.
Aim: In this study, we aimed to discuss our experience and results of non-operating room anesthesia.
Materials and Methods: Anesthesia records of patients older than 18 years who underwent sedo-analgesia outside the operating room for diagnosis and treatment between May 2017 and December 2017 were retrospectively screened. The records were examined in terms of demographic data, applied procedure, duration of the procedure, sedation grade, medications used, developing minor and major complications, chronic obstructive pulmonary disease story and intensive care need. Relationships between complications with demographic data and categorical variables were analyzed.
Results: Totally 2562 patients underwent sedo-analgesia. 1428 (55.7%) of these cases were female and 1134 (44.3%) of them were male. The average age of patients was 53.08±16.55. 268 (10.5%) of the cases were ASA I, 1683 (65.7%) were ASA II, 598 (23.3%) were ASA III and 13 (0.5%) were ASA IV. 519 (20.3%) patients were minimally sedated, 1541 (60.1%) were moderate sedated and 502 (19.6%) deep sedated. The longest procedure time in endoscopic retrograde cholangiopancreatography was 28.7 ± 16.3 min, and the shortest procedure time in endoscopy was 10.3 ± 3.1 min. The most commonly performed procedure was colonoscopy with 31%. The most commonly used drug combination was midazolam + propofol + fentanyl applied to 1231 patients (48%). 148 (5.76%) patients had minor complication, and 10 (0.37%) patients had major complication. A total of 15 (0.58%) patients underwent intensive care after the procedure. Desaturation was statistically significantly higher in patients with ASA III and above, in procedures take longer than 15 minutes, in patients older than 65 years, and in the presence of chronic obstructive pulmonary disease. The intensive care need after the procedure was also significantly higher in these patient groups.
Conclusion: The incidence of non-operating room anesthesia is increasing steadily. The risks associated with these practices are similar to the anesthesia in the operating room. In order to increase patient safety and reduce complications, it is important to carry out a thorough evaluation before the procedure, to provide proper monitored anesthesia care in appropriate physical conditions, and to establish healthy communication between the teams.
Hürkan Kerimoğlu, Banu Turgut Öztürk, Rahmi Örs
Ahmet Çizmecioğlu, Burcu Yormaz, Hilal Akay Çizmecioğlu, Mevlüt Hakan Göktepe, Nijat Ahmadli, Dilek Ergun, Baykal Tülek, Fikret Kanat
Amaç: Hipoksemi, koronavirüs hastalığında (COVID-19) prognozu belirlemek için kullanılan hayati bir
kriterdir. Bu çalışmada, COVID-19 hastalarında hipoksiye bağlı hastalık şiddetini tanımlamada kapiller
dolum zamanının (KDZ) etkinliği değerlendirilmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma, COVID-19 hastaları ve yaşça eşleştirilmiş bir sağlıklı grubu
ile gerçekleştirilmiştir. Ölçüm için optimum test ortamı sağlandı ve yöntemimizi standartlaştırmak ve
ölçümleri (milisaniye cinsinden) kaydetmek için sabit bir akıllı telefon platformu kullanıldı. Kaydedilen
videolar daha sonra bir video işleme programı kullanılarak değe rlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 39 COVID-19 hastası ve 40 kontrol grubu katıldı. Hastalar hastalık
şiddetlerine göre orta (n= 25) veya ağır (n= 14) gruplara ayrıldı. Her iki orta / şiddetli grubun ortalama
oksijen satürasyonu %94'ün üzerindeydi. Hastalık şiddetine göre KDZ ölçümleri şiddetli grupta orta gruba
göre daha yüksekti (p= 0.009). Lenfopeni olmayan hastalarda (n= 18), KDZ değerlerinin şiddetli grupta
arttığı saptandı (p= 0.008). Covid-19’lu hastaların takibinde KDZ kullanımı uygulanabilirdi (AUC: 0.91;
%95 SH 0.848-0.978; P= 0.001)
Sonuç: Sonuçlarımız, COVID-19’lu hastalarda KDZ süresinin uzayabileceğini göstermektedir. Lenfopenisi
olmayan ve O2 seviyesi normal olan hastalarda, KDZ uzamasının saptanması yoğun bakıma erken kabul
için bir kriter olabilir .
Aim: Hypoxemia is a vital criterion used to determine prognosis in coronavirus disease (COVID-19)
cases. This study thus examined the effectiveness of capillary refill time (CRT) in defining hypoxiadependent
disease severity in COVID-19 patients.
Patients and Methods: This prospective study was conducted with COVID-19 patients and an agematched
healthy group. The optimum test ambiance was provided, and a stable smartphone platform
was used to record the measurements (in ms) to standardize our method. The captured videos were then
evaluated using a video processing program.
Results: In total, 39 patients with COVID-19 and 40 control groups participated in this study. The patients
were further divided into the moderate (n = 25) or severe group (n = 14) according to disease severity.
The mean oxygen saturation of both moderate/severe groups was above 94%. Per disease severity, the
CRT measurements were higher in the severe group than in the moderate group (p = 0.009). In patients
without lymphopenia (n = 18), CRT values were found to be increased in the severe group (p = 0.008).
The use of CRT in patients with Covid-19 was practicable (AUC: 0.91; 95% CI 0.848-0.978; P = 0.001).
Conclusions: Our results show that CRT prolongation can occur in patients with COVID-19. In patients
without lymphopenia and with normal O2 levels, detecting CRT prolongation may be a criterion for early
admission to ICU.
Ebru Apaydın Dogan, Figen Güney, Emine Genç, Muzaffer Mutluer, Nurhan İlhan
Kemal Deniz Ercan, Mehmet Aykut Yıldırım, Mustafa Şentürk, Mehmet Metin Belviranlı
Özet
AMAÇ:
Akut mezenter iskemi (AMİ) yaşa bağlı olarak artış gösteren ve kötü prognozu olabilen, erken tanı ve tedavide morbidite ve mortalite oranları %10 iken, tanıve tedavide gecikmelerde %100’ e kadar mortal seyreden bir akut karın hastalığıdır. Bu çalışmada amacımız AMİ’nin prognozunu göstermede son zamanlarda kullanılmaya başlanan ve birçok hastalıkta prognostik faktör olarak kullanılan Nötrofil-Lenfosit Oranının (NLO) etkinliğini ortaya koymaktır.
GEREÇ–YÖNTEM
Bu çalışmada 2005 - 2013 yılları arasında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde opere edilen ve intraoperatif olarak mezenter iskemi tanısı konulan, sonrasında patolojik olarak tanısı doğrulanan 111 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Preoperatif değerlendirilmesinde periferik kandan çalışılan hemogram sonuçları tarandı. Hastalara uygulanan cerrahi işlem, patoloji raporuna göre çıkarılan barsağın bölümü ve uzunluğu, hastanede yatış süreleri, sağ kalım oranları, ek hastalığın varlığı, beyaz küre sayısı, kreatinin ve NLO değerleri belirlendi.
BULGULAR
Hayatını kaybeden hastalarda NLO ortalaması 24.77 ±10.38, yaşayanlarda 17,6±10.65 olarak bulundu.
SONUÇ
Sonuç olarak AMİ gelişen görüntüleme yöntemlerine ve laboratuvar tetkiklerine rağmen halen yüksek mortaliteye sahiptir. Erken tanı için spesifik bir laboratuvar testi yoktur. AMİ şüphelenilen hastalarda preoperatif NLO’nın yüksek olması prognozun kötü olacağını gösterebilir.
Anahtar Kelimeler: Akut Mezenter İskemi, Nötrofil,Lenfosit,Oran
Abstract
INTRODUCTION
Acute mesenteric ischemia (AMI) is an acute abdominal disease which is age-related with possible bad prognosis; and while its morbidity and mortality rate is 10% in early diagnosis and treatment it may progress with 100% mortality when diagnosis and treatment are delayed.The aim of this study was to unearth the efficiency of neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) which has recently been started to be utilized in the prediction of AMI prognosis and used as a prognostic factor in many diseases.
MATERIALS and METHODS:
The data of a total of 111 patients, who had undergone surgical procedures and diagnosed with mesenteric ischemia intraoperatively at Necmettin Erbakan University Meram Medical School’s General Surgery Clinic between 2005 and 2013 and whose diagnoses had later on been confirmed pathologically, were retrospectively evaluated within the scope of the study.
The demographic data of all patients (age, sex) were recorded. The hemogram results of the patients, analyzed with peripheral blood, were reviewed for preoperative evaluation. The surgical procedure performed, the part and length of the resected bowel based on pathology results, the duration of hospitalization, survey, presence of comorbidity, white blood cell count, creatinine values, and NLR of the patients were determined. The data were statistically analyzed.
RESULTS:
The patients who did not survive had a mean NLR of 24.77 ±10.38, while the same ratio was found to be 17.6±10.65 for survivors. The NLO value was found to be high in cases with mortality.
CONCLUSION:
AMI still proves to have high mortality in spite of the developments in imaging techniques and laboratory analyses. There is no specific laboratory analysis for early diagnosis. High preoperative NLR in patients suspected to have AMI may indicate bad prognosis.
Fatıma Bilgin, Özhan Özcan, Mustafa Dönmez, Erdem Şentatar, Erhan Ayşan, Arslan Kaygusuz
Murat Kayıpmaz
Işıl Yurdaışık
Amaç: Beyin ölümü, beyin sapı dahil olmak üzere beynin bütün fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz bir şekilde kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü tanısında kullanılan üç esas bulgu koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apnedir. Organ nakli bekleyen hastaların sayısındaki artış ile birlikte beyin ölümü tanısı daha da önemli bir hal almıştır. Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi anjiyografinin (BTA) beyin ölümü tanısındaki etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2015 ile Haziran 2018 arasında hastanemizin yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 21 hastanın beyin ölümünün gerçekleştiği klinik olarak bildirilmiştir. Bu hastalardan birine manyetik rezonans anjiyografi (MRA) uygulandığı için çalışma dışı bırakılmıştır. Geriye kalan ve BTA sonuçları mevcut olan toplam 20 hastanın bulguları retrospektif olarak yeniden değerlendirilmiştir. Hastaların yaşları 25 - 75 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 45±1 yıldır.
BTA değerlendirmeleri 64 dedektör sıralı, döngü başına 128 kesit alan ve 384 kesite kadar yükseltilebilen bir cihaz ile yapılmıştır. 100 ml kontrast madde, çift başlı bir otomatik pompa ile 350-375 mg/ml olacak şekilde 3.5-4 cc/sn hızında verilmiştir. Kontrast madde vermeye başlandıktan sonra ilgili bölge (ROI) eşik değer olan 90-100 HU’ya ulaşınca aksiyel planda 15-20 sn aralığında tarama yapılmıştır. BTA bulguları 10 puanlı skala üzerinden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan ve BTA uygulanan 20 hastanın ölüm nedenleri olarak sekiz hastada intrakranyal hemoraji, dört hastada iskemik serebrovasküler olay (SVO), üç hastada kraniotomi sonrası hemoraji, iki hastada kardiyak arrest, bir hastada travma sonrası kontüzyo serebri ve iki hastada metabolik nedenler olarak bildirilmiştir.
Toplam 20 hastada ACA, PCA, MCA distal ve ICA supraklinoid dallarında kontrast dolumu “0” iken, 8 hastada ise MCA proksimal dallarında kontrast dolumu saptanmıştır. İki hastada tek taraflı ACA proksimalinde şüpheli bir kontrast dolumu belirlenmiştir. Intrakraniyal dalların her birindeki opasifikasyon kaybına 1 puan verilmiştir. Buna göre 20 hastanın tümü toplam 10 puan almıştır.
Sonuç: Organ nakilleri için yasalarla gerekliliği belirlenmiş beyin ölümü tanısı için BTA’nın etkin ve geçerli bir doğrulayıcı yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: Brain death is defined as the complete and irreversible loss of all brain functions including the brain stem. Three major findings used for the diagnosis of brain death are coma, absence of the brain stem reflexes and apnea. The diagnosis of brain death has become more important with the increasing number of patients waiting for transplantation. The objective of this study was to determine the efficacy of computed tomography angiography in confirming brain death.
Material & Methods: Clinical brain death was reported in total 21 patients hospitalized in critical care unit of our hospital between October 2015 and June 2018. One of these patients was excluded since he underwent magnetic resonance angiography. CTA findings of the remaining patients were retrospectively evaluated. Patients were aged between 25 and 75 years with a mean age of 45 ± 1 years. CTA evaluations were performed using a 64 detector device. 100 mL contrast agent was delivered with a double head automated pump at a rate of 3.5 – 4 cc/sec as 350-375 mg/mL. When the region of interest reached to 90-100 HU cut off value, the images were acquired at 15-20 sec intervals on the axial plan. CTA findings were interpreted using 10- point scale.
Results: Causes of death were reported as intracranial hemorrhage in eight patients, ischemic cerebrovascular events in four patients, hemorrhage after craniotomy in three patients, cardiac arrest in two patients, post-traumatic contusio cerebri in one patient, and metabolic reasons in two patients.
Contrast filling was “0” in the ACA, PCA, MCA distal, and ICA supraclinoid branches of all 20 patients. Suspected contrast filling was found in MCA proximal in eight patients and unilateral ACA proximal in two patients. Each loss of opacification in the intracranial brancges was scored as 1 point. Accordingly, all patients were scored as 10 points.
Conclusion: According to our results, CTA is an effective and sensitive method for the diagnosis of brain death which is obligated by regulations.
Özlem Şahin
Amaç: Bu çalışmada onkoloji hastalarında F18-florodeoksiglukoz (FDG) pozitron emisyon tomografi/
bilgisayarlı tomografide (PET/BT) COVID-19 aşılarına bağlı hipermetabolik aksiller lenf nodu insidansını
ve hipermetabolik aksiller lenf noduna etki eden faktörleri değ erlendirmek amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 15 Ocak 2021-15 Haziran 2021 tarihleri arasında kurumumuzda FDG PET/BT
görüntülemesi yapılan hastalardan bir veya iki doz COVID-19 aşısı (CoronaVac veya Biontech) uygulanmış
olanlar çalışmaya dahil edildi. Birinci ve ikinci aşılama sonrası ipsilateral hipermetabolik aksiller lenf nodu
varlığı ve sayısı, FDG tutulumu ve bu veriler arasında fark olu p olmadığı araştırıldı.
Bulgular: CoronaVac ile aşılanan hastaların %9,9'unda (18/182) [1. dozdan sonra %9,6 (9/94), 2. dozdan
sonra %10,2 (9/88)]; Biontech ile aşılanan hastaların %37,5'inde (9/24) [1. dozdan sonra %35 (7/20),
2. dozdan sonra %50 (2/4)] tek taraflı hipermetabolik aksiller lenf nodu gözlendi. CoronaVac uygulanan
hastalarda hipermetabolik aksiller lenf nodu varlığı ile yaş ar asında negatif korelasyon saptandı.
Sonuç: CoronaVac sonrası hipermetabolik aksiller lenf nodu sıklığı, çalışmamızda küçük bir hasta
grubu olan mRNA aşılarından sonra gözlenenden ve literatürde bildirilenden daha düşüktü. Ancak mRNA
grubunda hasta sayısının yetersiz olması nedeniyle istatistiksel fark değerlendirilememiştir. Yanlış
pozitiflikleri azaltmak için FDG PET/BT'den önce kısa bir aşı anamnezi alınması önerilir. FDG PET/BT'nin
farklı biyoteknolojilerle üretilen aşıların etkinliğinin karşılaştırılmasındaki potansiyel rolü, daha geniş
hasta popülasyonlarında yapılacak çalışmalarla araştırılmalıdır .
Aim: This study aimed to evaluate the incidence of hypermetabolic axillary lymph nodes due to COVID-19
vaccines and the factors affecting hypermetabolic axillary lymph nodes in F18-fluorodeoxyglucose (FDG)
positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) in on cology patients.
Patients and Methods: Among the patients who underwent FDG PET/CT in our institution between
January 15, 2021, and June 15, 2021, those who received one or two doses of COVID-19 vaccine
(CoronaVac or Biontech) were included in the study. Presence and number of ipsilateral hypermetabolic
axillary lymph nodes, FDG uptake, and whether there was a difference between these data after the 1st
and 2nd vaccination were investigated.
Results: Unilateral hypermetabolic axillary lymph nodes was observed in 9.9% (18/182) of the patients
[9.6% (9/94) after 1st dose, 10.2% (9/88) after 2nd dose] vaccinated with CoronaVac; It was detected in
37.5% (9/24) of the patients [35% (7/20) after 1st dose, 50% (2/4) after 2nd dose] who vaccinated with
Biontech. A negative correlation was found between the presence of hypermetabolic axillary lymph nodes
and age in patients who vaccinated with CoronaV ac.
Conclusion: The frequency of hipermetabolik aksiller lenf nodu after CoronaVac was lower than that
observed after mRNA vaccines, a small group of patients in our study, and lower than reported in the
literature. However, the statistical difference could not be evaluated due to the insufficient number of
patients in the Biontech group. A brief history of vaccination is recommended before FDG PET/CT to
reduce false positives. The potential role of FDG PET/CT in comparing the efficacy of vaccines produced
with dif ferent biotechnologies should be searched in studies with large r patient populations.
Zerrin Defne Dündar, Kadir Küçükceran, Mustafa Kürşat Ayrancı
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
Amaç: Bu çalışmada, kritik bakım hastalarında yoğun bakım ünitesi (YBÜ) yatışında ölçülen kan üre
azotu (BUN)/albümin oranının hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından prognostik değerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde (AS)
gerçekleştirildi. Altı ay (1 Temmuz 2019 - 31 Aralık 2019) boyunca acil AS-YBÜ’ye yatırılan hastalar
çalışmaya dahil edildi. BUN/albümin oranının hesaplanmasında YBÜ’ye kabul öncesi ölçülmüş olan BUN
ve albümin değerleri esas alındı. Çalışmanın birincil sonucu ha stane içi mortaliteydi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 572 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortanca yaşı 66 (54–77) yıldı
ve bunların 362'si (%63,3) erkekti. Genel hastane içi mortalite oranı 29.0% (166 hasta) idi. Vefat edenlerin
ortanca BUN seviyesi hayatta kalanlardan daha yüksekti (38,2 (21,4-59,7) ve 21,9 (14,9-36,9) mg/dL,
p<0,001). Vefat edenlerin ortanca albümin seviyesi hayatta kalanlardan daha düşüktü (2,9 (2,3-3,5) ve 3,7
(3,2-4,0) g/dL, p<0,001). Vefat edenlerin ortanca BUN/albümin oranı hayatta kalanlardan daha yüksekti
(13.33 (6.69–22.99) ve 6.21 (3.83–11.21), p<0.001). Eğri altında kalan alanların sıralaması albümin
(0,742), BUN/albümin oranı (0,720) ve BUN (0,678) idi. Hastane içi mortaliteyi tahmin etme açısından
hesaplanan kesim değerleri, albümin için 3,2 g/dL, BUN/albümin oranı için 10 ve BUN için 32 mg/dL idi.
Sonuç: Sonuç olarak, YBÜ’ye yatış sırasında saptanan hipoalbüminemi, kritik hastalarda hastane içi
mortalite ile ilişkilidir. Yüksek BUN ve BUN/albümin oranı da bu hastalarda hastane içi mortalitenin
öngörücüleridir; ancak BUN ve BUN/albümin oranı hipoalbüminemid en daha üstün değildir .
Muharrem Keskin
Amaç: Bu çalışmada, serum biyobelirteçlerinin HCC ve HRS tanılı hastalarda tanı ve sağ kalım ilişkilerinin
değerlendirilmesi ayrıca pratikte rutin kullanıma uygunluğun be lirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma, gözlemsel, retrospektif bir Kohort çalışmasıdır; 2005 ve 2020 yılları
arası. Kontrol grubu olarak sadece siroz tanılı olgular alınmıştır ve bu hastalarda HCC veya HRS tanıları
yoktur. Kontrol grubuna ek olarak 3 ayrı grup daha tanımlanmıştır; HCC grubu, HRS grubu ve HCC&HRS
grubu. Kontrol grubuna malign hastalığı olanlar (HCC dışı) alınmamıştır. Hemogram sonuçlarından elde
edilen nötrofil, lenfosit ve platelet sayımları kullanılarak tüm hasta grupları için, nötrofil-lenfosit oranı
(NLR), nötrofil-platelet oranı (NPR), sistemik immün inflamatuvar indeks (SII) skoru ve CRP’nin albümine
oranı (CAR) hesaplandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 110 hasta alınmıştır; hastaların 26’sı (%23,6) kadın iken 84’ü (%76,4)
erkektir. Siroz grubunda 29 (%26,4) hasta, HCC grubunda 27 (%24,5), HRS grubunda 18 (%16,4) ve
HCC&HRS grubunda ise 36 (%32,7) vardır. Gruplardan bağımsız olarak tüm popülasyonda hastaların
63’ü (%57,3) HCC iken 54’ü (%49,1) HRS tanılıdır; HRS hastalarında 36 (%32,7) Tip 1 ve 18 (%16,4)
ise Tip 2 hastasıdır. Sağ kalım bakımından değerlendirmede takip sürecinde tüm hastaların 68’i
(%61,8) kaybedilmiştir (exitus); 27 (tüm hastaların %24,5’i) hasta ilk 1 yıl içinde kaybedilmiştir. Serum
biyobelirteçlerin, HRS tespit etme yeteneklerinin ROC analizleriyle karşılaştırmalarında AUC değeri
0,7 üzerinde saptanmayan tek biyobelirteç SII’dır; >624 eşik değeri için AUC: 0,674 (0,578–0,760).
Serum biyobelirteçlerin, tanı gruplarından bağımsız genel sağ kalımı tahmin etme yeteneklerinin ROC
analizleriyle karşılaştırmalarında tüm biyobelirteçler için AUC>0,7 saptanmıştır; en yüksek sensitivite
(%70,59) ve spesifisite (%80,95) değerleri NLR ve CAR için sapt anmıştır.
Sonuç: Serum biyobelirteçleri NLR, NPR, SII ve CAR siroz hastalarında HCC, HRS varlığında genel sağ
kalımı predikte etmeye yeterlidirler. Hepatorenal sendromu tespit etme bakımından NLR, NPR ve CAR
yeterli sensitivite ve spesifisiteye sahiptir .
Aim: In this study, it was aimed to evaluate the diagnosis and survival relationships of serum biomarkers
in patients with HCC and HRS, as well as to determine their sui tability for routine use in practice.
Patients and Methods: This is an observational, retrospective cohort study; between years 2005 and
2020. Only cases diagnosed with cirrhosis were included as the control group and these patients did not
have a diagnosis of HCC or HRS. In addition to the control group, 3 different groups were defined; HCC
group, HRS group and HCC&HRS group. Those with malignant disease (non-HCC) were not included in
the control group. Using neutrophil, lymphocyte and platelet counts obtained from hemogram results,
neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), neutrophil-platelet ratio (NPR), systemic immune inflammatory index
(SII) score and CRP to albumin ratio (CAR) were calculated for all patient groups.
Results: A total of 110 patients were included in the study; While 26 (23.6%) of the patients were female,
84 (76.4%) were male. There were 29 (26.4%) patients in the cirrhosis group, 27 (24.5%) in the HCC
group, 18 (16.4%) in the HRS group, and 36 (32.7%) in the HCC&HRS group. Regardless of the groups,
63 (57.3%) of the patients in the whole population were diagnosed with HCC, while 54 (49.1%) were
diagnosed with HRS; 36 (32.7%) patients with HRS were Type 1 and 18 (16.4%) were Type 2 patients. In
terms of survival, 68 (61.8%) of all patients died during the follow-up period (exitus); 27 patients (24.5%
of all patients) died within the first year. In comparisons of the HRS detection capabilities of serum
biomarkers with ROC analyses, the only biomarker whose AUC value was not detected above 0.7 is SII;
AUC for >624 threshold: 0.674 (0.578–0.760). Comparisons of serum biomarkers' ability to predict overall
survival independent of diagnostic groups with ROC analyzes found AUC>0.7 for all biomarkers; The
highest sensitivity (70.59%) and specificity (80.95%) values we re determined for NLR and CAR.
Conclusion: Serum biomarkers NLR, NPR, SII and CAR are sufficient to predict overall survival in the
presence of HCC, HRS in cirrhotic patients. NLR, NPR and CAR have sufficient sensitivity and specificity
to detect hepatorenal syndrome.
Bekir Opuş, Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Alper Yosunkaya
Amaç: Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yatan hastaların genel durum ciddiyeti ile aile üyelerinde görülen akut stres semptomları arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Yerel etik kurul onayı ve yazılı bilgilendirilmiş onam alındıktan sonra, yoğun bakımda yatan 60 hastanın yakınlarında bu prospektif tanımlayıcı çalışma gerçekleştirildi. Hastaların klinik özellikleri (APACHE II skoru) kaydedildi. Birinci derece aile üyelerinin demografik verileri ve durumluluk-süreklilik kaygı ölçeği (DSKÖ) ile Pittsburgh uyku kalitesi indeksi (PUKİ) skorları YBÜ’ye kabul edildikten sonraki 24 saat içinde ve 21. Gün kaydedildi.
Bulgular: APACHE 2 ile DKÖ skorları arasında 1. günde orta düzeyde (r=0.477), 21. günde güçlü (r = 0.503) düzeyde korelasyon saptandı (p<0.05). APACHE 2 skoru ile PUKİ arasında 21. günde orta düzeyde (r = 0.503) anlamlı korelasyon bulundu. DKÖ skorları değerlendirildiğinde 1. gün cinsiyetler arasında fark yoktu. Her iki cinsiyette 21. günde DKÖ skorlarında artış saptandı, bu artış kadınlarda daha yüksekti (p=0.003). PUKİ değerlerinde 1. günde istatistiksel olarak bir fark bulunmazken, 21. günde her iki cinsiyette artış saptanmıştır (p<0.001). Uyku bozukluğundaki artış kadınlarda daha fazladır (p=0.008). Yakınlık derecesine göre analiz edildiğinde DKÖ değerleri anne ve babalarda hem 1. hemde 21. günde daha yüksek idi (p<0.001). Grup içi değerlendirmede anne ve babanın kaygılarının gün geçtikçe arttığı gözlendi (p<0.05).
Sonuç: Hastanın akut fizyolojik durumu ile kaygı düzeyi ve uyku kalitesi arasında zaman ilerledikçe giderek artan düzeyde ilişki saptanmıştır.
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between the seriousness of the clinical condition of the patients in intensive care unit (ICU) and acute stress symptoms of family members.
Patients and Methods: After local ethic committe approval and written informed consent was obtained, we carried out a prospective, descriptive study at a universty hospital in patients’ relatives. Clinical characteristics (APACHE II score) of patients was recorded. First degree relatives of 60 ICU patients provided demographic data and completed the State-Trait Anxiety Inventory Form (STAI) and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) within 24 h of ICU admission and 21 days later.
Results: There were a moderate correlation between APACHE 2 and STAI scores on day 1 (r =0.477) and a strong correlation (r = 0.503) on day 21 (p<0.05). A moderate correlation (r = 0.503) was found between APACHE 2 score and PSQI on day 21. STAI scores were not different between genders on day 1. There was an increase in both sexes in STAI scores on day 21), and the scores ere significantly more in females (p=0.003). While there was no statistically significant difference in PSQI scores on day 1, an increase was found in both sexes on day 21 (p <0.001). Female family members had more sleep disturbances (p=0.008). STAI scores were higher in both mothers and fathers on day 1 and 21 (p<0.001).
Conclusions: An increasing relationship was determined between patients' acute physiological condition and anxiety with sleep quality level of patients’ relatives as the time passed.
Cengiz Kılıcaslan, Hüseyin Mutlu, Ekrem Taha Sert, Kamil Kokulu
Amaç: Yanık, özellikle çocukluk döneminde sık görülen bir durumdur. Yanık oluşan çocuklarda, dikkat
eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) semptomlarının görülme sıklığını belirlemek ve sağlıklı çocuklarla
karşılaştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma Ağustos 2019- Nisan 2021 tarihleri arasında yürütülmüştür.
Çalışma grubu, çocuk acil servise yanık nedeni ile başvuran 3-16 yaş arası çocuk hastalardan seçildi.
Kontrol grubu, travma dışı sebeplerle çocuk acil servise başvuran 3-16 yaş arası çocuklardan seçildi. Her
iki grubun da kültürel ve demografik özellikleri benzerdi. Her iki gruba da İlk müdahale ve stabilizasyondan
sonra revize edilmiş Conners Ebeveyn Derecelendirme Ölçekleri ( CPRS-R) uygulandı.
Bulgular: Çalışma grubu 143 kişiden oluşturuldu yaş ortalaması 6,93 ± 2,96 yıl (dağılım: 3-16) ve 69'u
(%48,3) kızdı. Kontrol grubu yaş ortalaması 6.72 ± 2.48 yıl (dağılım: 3-16) olan 140 çocuktan oluşmaktaydı
ve olguların %49.3'ü kızdı. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı fark
yoktu (sırasıyla p = 0.36, 0.84). Yanıkların en sık nedeni( %69.2) sıcak su veya yağdan oluşmaktaydı.
Yanıkların büyük bir kısmı (%89,5) ayaktan müdahale sonrası acil servisten taburcu edildi. CPRS-R'nin
hesaplanan tüm alt ölçek puanları; -bilişsel problemler/dikkatsizlik alt ölçek puanları dışında- çalışma
grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. Çalışma grubundaki ebeveynlerin eğitim
durumu kontrol grubundakilere göre daha yüksekti.
Sonuç: Bizim bulgularımız acil servise yanık yaralanmaları nedeniyle başvuran çocuklarda DEHB
belirtilerinin görülme sıklığının yüksek olabileceğini gösterme ktedir.
Aim: Burns are common, especially in children. Here, we aimed to determine incidence of attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) symptoms in children with burns a nd compare them with healthy children.
Patients and Methods: This prospective study was conducted between August 2019 and April 2021. The
study group consisted of pediatric patients aged between 3-16 years admitted to the pediatric emergency
with burns. Children aged between 3-16 years admitted for non-traumatic reasons also constituted the
controls. Cultural and demographic characteristics of both groups were similar. After initial intervention
and stabilization, the revised Conners’ Parental Rating Scale (CPRS-R) was applied to both groups.
Results: The study group consisted of 143 individuals with a mean age of 6.93±2.96 years, and 69
(48.3%) were girls. The control group consisted of 140 children (mean age: 6.72±2.48 ranging between
3-16 years), and 49.3% were girls. There was no statistically significant difference between both groups
regarding age and gender (p=0.36, 0.84, respectively). The most common cause of burns (69.2%)
was exposure to hot water or oil spill. Most of the victims due to burns (89.5%) were discharged from
emergency after outpatient intervention. All subscale scores calculated through CPRS-R, except for
cognitive problems/inattention subscale scores, were significantly higher in the study group than the
controls. The educational status of the parents in the study group was hi gher than those of the controls.
Conclusion: Our findings indicated that the incidence of ADHD symptoms may be higher in children
admitted to the emergency department due to burn injuries.
Fakıh Cıhat Eravcı, Necdet Poyraz, Celalettin Korkmaz, Hilmi Alper, Miyase Orhan, Mehmet Akif Dündar, Pınar Diydem Yılmaz, Hamdi Arbağ
Amaç: Literatür, koku ve tat kaybı semptomları yaşayan COVID-19 hasta grubunun daha genç olduğunu,
ağırlıklı olarak kadın olduğunu ve bunlarda hastalığın daha hafif seyrettiğini ortaya koydu. Mevcut
çalışmada COVID-19 ile hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı semptomlarının varlığının pnömoni
şiddeti ve laboratuvar test sonuçları ile ilişkisinin değerlend irilmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Ekim 2020-Mart 2021 tarihleri arasında Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı tarafından
yatırılan ve toraks bilgisayarlı tomografisi (BT) çekilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi.
Hastaların toraks BT bulguları, her bir lob için şiddet skoru ile skorlandı ve toplam skor elde edildi.
Pnömoni lezyonların şekline, dağılımına ve görünümüne göre sınıflandırıldı ve laboratuvar test sonuçları
kayıt edildi. Bu bulgular koku ve tat kaybı varlığına göre karş ılaştırıldı.
Bulgular: Yaş ortalaması 53.0±14.5 yıl (18-89 yıl) olan, 89'u (%50.2) erkek ve 88'i (%49.8) kadın olmak
üzere toplam 177 hasta değerlendirilmeye dahil edildi. Anosmi ve ageusia semptomlarından en az birini
yaşayan (Grup 1) hasta sayısı 67 (%37.9) olup, geri kalanı (Grup 2) bunlardan hiçbirini yaşamamıştır. Bu
semptomları olan, Grup 1 hastalarının yaş ortalaması, Grup 2’ye kıyas ile daha gençti (p=0,009). Toplam
pnömoni skoru ve tutulum paternleri açısından gruplar arasında fark saptanmadı (p> 0.05). Bu gruplar
laboratuvar sonuçları açısından da benzer bulundu (p> 0.05).
Sonuç: Hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı prevalansı az değildir ve bu semptomlar gençlerde
daha sıktır. Hastanede yatan hastalarda koku ve tat kaybı semptomlarının varlığı ile pnömoni şiddeti ve
laboratuvar sonuçları arasında ilişki saptanmadı. Bu semptomların hastanede yatan hastalarda, hastalığın
şiddeti açısından prognostik değeri yoktur .
Aim: The literature revealed that group of COVID-19 patients who experience anosmia and ageusia
symptoms is younger, is predominantly female, and experiences a milder course of the disease. This
study aimed to evaluate the relationship of the presence of anosmia and ageusia symptoms with the
severity of pneumonia and laboratory test results in hospitaliz ed patients with COVID-19.
Patients and Methods: A retrospective evaluation was made of patients who were hospitalized by
the Department of Pulmonology between October 2020-March 2021 and underwent thorax computed
tomography (CT). Thorax CT findings of the patients were scored with a severity score for each lobe and
a total score was obtained. Pneumonia was classified according to the shape, distribution and appearance
of the lesions, and laboratory test results were obtained. These findings were compared according to the
presence of anosmia and ageusia symptoms.
Results: Evaluation was made of a total of 177 patients, comprising 89(50.2%) males and 88(49.8%)
females with a mean age of 53.0±14.5 years (range, 18-89 years). The number of patients who experienced
at least one of the symptoms of anosmia and ageusia (Group 1) was 67(37.9%) and the rest (Group 2)
did not experience any of these symptoms. The Group 1 patients who experienced these symptoms was
younger (p=0.009). No difference was determined between groups regarding the total pneumonia score
and involvement patterns (p> 0.05). The groups were similar in terms of laboratory results(p> 0.05) .
Conclusion: The prevalence of anosmia and ageusia in hospitalized patients is not a small number and
is more common in the younger population. No association was seen between the presence of these
symptoms and milder pneumonia severity and laboratory results. These symptoms do not have prognostic
value for the severity of the disease in hospitalized patients.
Ali Çalıkuşu, M. Ali Uygun
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
Aysun Acun, Nurcan Çalışkan
Bu derlemenin amacı, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemeye yönelik yapılan ve yayınlanan
müdahale çalışmalarının sistematik olarak incelenmesidir. Bu çalışmada anahtar kelime olarak “Preventing
CLABSI infections” (Central Line-associated Bloodstream Infection=CLABSI) kullanılarak MEDLINE, CINAHL
COCHRANE Library ve PUBMED veri tabanları taranmıştır. 1 Ocak 2016-10 Kasım 2020 tarihleri arasında
uluslararası dergilerde yayınlanan çalışmalar değerlendirilmiş olup, yapılan tarama sonucunda 99 yayına
ulaşılmıştır. Dahil edilme/çıkarılma kriterleri doğrultusunda yedi çalışma derleme kapsamına alınmıştır. İncelenen
çalışmaların sonucunda, el hijyeni, kateter yerleştirilmesi sırasında maksimum bariyer önlemlerine uyulması,
%2’lik klorheksidin ile cilt antisepsisi, uygun pansuman uygulaması, femoral venden kaçınma ve günlük kateter
gerekliliğinin sorgulanması gibi kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin uygun yöntemler aracılığıyla
uygulanmasının santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemede etkin olduğu saptanmıştır. Bu
sistematik derlemenin sonucunda, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu insidansının düşürülmesi için
kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin özellikle yetişkin yoğun bakım ünitelerinde uygun yöntemler eşliğinde
uygulanmaya devam edilmesinin gerekliliği saptanmıştır.
The purpose of this review is to systematically review the intervention studies conducted and published to
prevent central catheter-related bloodstream infections. In this study, MEDLINE, CINAHL COCHRANE Library
and PUBMED databases were searched using “Preventing CLABSI infections” (Central Line-associated
Bloodstream Infection = CLABSI) as a keyword. Studies published in international journals between January
1, 2016 and November 10, 2020 were evaluated, and 99 publications were reached as a result of the search.
Seven studies were included in the scope of the review in line with the inclusion / exclusion criteria. As a
result of the investigated studies, the application of evidence-based infection control measures such as
hand hygiene, adherence to maximum barrier precautions during catheter insertion, skin antisepsis with 2%
chlorhexidine, appropriate dressing, avoiding the femoral vein and questioning the need for daily catheters
through appropriate methods It has been found to be effective in preventing associated bloodstream infections.
As a result of this systematic review, it was determined that evidence-based infection control measures
should be continued to be applied in adult intensive care units, especially in adult intensive care units, in order
to reduce the incidence of central catheter-associated bloodstr eam infections.