Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Fibröz Banda Bağlı Meckel Divertikül Torsiyonu
Muzaffer Haldun Çolak, Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Ramazan Atalay
Özeti
Konjenital Fibröz Banda Bağlı Meckel Divertikül Torsiyonu
TorsIon Of Meckel's DIvertIculum Caused By CongenItal FIbrous Band
Meckel divertikülü, gastrointestinal traktın en sık görülen konjenital anomalisidir. Vakaların çoğu asemptomatiktir. Genel olarak cerrahi ve otopsiler esnasında rastlantısal olarak bulunur. Ani gelişen karın ağrısı ve akabinde hayatı tehdit edici komplikasyonlarla karşımıza çıkabilir. Komplikasyon gelişmiş bir Meckel divertikülünde tanı, genel olarak tanısal laparotomiler sonrasında konulmaktadır. Biz bu makalemizde, akut apandisit (a.apandisit) ön tanısı ile operasyona alınan ve cerrahisi laparoskopik olarak tamamlanan, literatürde ender bir komplikasyon olarak belirtilen fibrotik banta bağlı torsiyona uğrayarak gangrene olmuş meckel divertikülü olgumuzu sunmak istedik.
Meckel’s diverticulum is the most frequently seen congenital anomaly of the gastrointestinal tract. Most of the cases are asymptomatic. Generally they are found randomly during surgical procedures and autopsies. They can be seen following fulminant abdominal pain and subsequently life-threatening complications. A Meckel’s diverticulum with complications is generally diagnosed following diagnostic laparotomy procedures. In our study, we present the case of a gangrened Meckel’s diverticulum case twisted and attached to the fibrotic band, which is reported to be a rare complication in literature. The patient was taken into surgery with the pre-diagnosis of acute appendicitis and the procedure was completed laparoscopically.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Epiploik Apandisit: Olgu Sunumu
Arif Aslaner, Tuğrul Çakır, Umut Rıza Gündüz, Burhan Mayir, Nurullah Bülbüller
Olgu sunumu
Özeti
Primer Epiploik Apandisit: Olgu Sunumu
PrImary EpIploIc AppendagItIs: Case Report
Primer Epiploik Apandisit cerrahiye gereksinim duymadan kendi kendini sınırlayabilen bir durumdur. Bilgisayarlı Tomografi ile tanısı doğrulandıktan sonra konservatif olarak tedavi edilebilir. Acil servisimize ani başlayan karın ağrısı ile başvuran 36 yaşında erkek hastayı tartıştık.
\r\n
Primary Epiploic Appendagitis is a self-limited condition without need any surgery. It can be conservatively treated after diagnosis with Computerized Tomography. We discuss a healthy 36-year-old man who admitted to our emergency clinic with sudden onset abdominal pain.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
Memet Taşkın Eğici, Sedat Altın, Yusuf Üstü, Mehmet Uğurlu, Güven Bektemür
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
The Performance Based Supplementary Payment System Issues In The HospItals For Chest MedIcIne
Bu çalışmada Performansa Dayalı Ek Ödeme Sistemi’ nin (PDEÖS) Sağlık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren ikinci ve üçüncü basamak göğüs hastanelerindeki uygulamaları karşılaştırılarak yaşanan problemlerin tespiti ve çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu kesitsel çalışmada göğüs hastalıkları alanında faaliyet gösteren 7 devlet hastanesi ile 4 eğitim ve araştırma hastanesinde performans ödemelerine ilişkin uygulamalar incelenerek ilgili veriler değerlendirilmiştir. 2008 Ocak ayında hasta yükü en fazla 7 göğüs hastalıkları hastanesinde aylık toplam 28.783 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 604.461 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişim puanı oranı % 47 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 32 poliklinik hastası ve 1.310 performans puanı hesaplanmıştır. Buna karşın, 4 göğüs eğitim ve araştırma hastanesinde aynı dönemde 38.962 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 818.926 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişimsel işlem puanı oranı % 36 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 16 poliklinik hastası ve 931 performans puanı hesaplanmıştır. Üçüncü basamak hastanelerde eğitim faaliyetleri ve ikinci basamak hastanelere nazaran daha ağırlıklı verilen yataklı tedavi hizmetleri dikkate alınmalı, asistanların iş yüküne katkısını da değerlendiren puanlama sitemi kullanılmalıdır. Her iki hastane grubunun hem poliklinik hem de yataklı tedavi hizmetlerinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi de performans değerlendirmesinde yararlı olacaktır.
The aim of this proje is to compare the budgetary practice between the training and research hospital centers for the chest medicine and thoracic surgery, and to rule out the problems and the analytic suggestions of the performance based supplementary payment system. In this cross-sectional study, operating under the Ministry of Health 7 chest diseases hospitals and 4 hospitals of chest training and research hospitals, by examining the data on applications for payment of hospital performance assessed. The policlinic service was given to 28.783 patients per month at the 7 chest hospitals at which maximum number of patients are examined and maximum number of operations are performed and total of 604.461 medical examination points were obtained. The total medical examination/intervention point was found as 47 %. 32 policlinic patients and 1.310 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. After all, the policlinic service was given to 38.962 patients at the 4 education and research hospitals and total of 818.928 medical examination point was gained on 2008 January. The ratio of total medical examination to the total venture point was found out as %36. 16 policlinic patients and 931 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. At training and research hospitals; taking into consideration training activities and to be weighted total beds treatment services, different performance evaluation methods. should be used. A detailed performance evaluation would be useful in the investigation for both group of two hospital inpatient and outpatient treatment services
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Süleyman Kargın, Emet Ebru Nazik, Ersin Turan, Osman Doğru
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Idiopatik Pnömoperitoneumlar: Dört Olgu
sunumu Ve Literatürün Değerlendirilmesi
Spontaneous IdIopathIc PneumoperItoneums: Four Case Reports And
revIew Of The LIterature
Pnömoperitoneumların %90’dan fazlası gastrointestinal
perforasyonların sonucu olarak meydana gelmektedir. Ancak
bazen pnomoperitoneum visseral perforasyonla ilişkili değildir. Bu
çalışmamızda spontan idiopatik pnömoperitoneum tespit edilen 4
vakanın takdimi ve literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Yaşları 58-83 arasında değişen ve acil servise başvuruları esnasında
yapılan görüntüleme yöntemlerinde karın içi serbest hava tespit
edilen ancak etyolojisi belirlenemeyen 4 olgu takdim edilmektedir.
Bu olgulardan 3’üne cerrahi sonrası, birine ise medikal takip sonrası
spontan idiopatik pömoperitoneum tanısı konulmuştur. Olguların tümü
erkek olup özgeçmişlerinde KOAH tanıları dışında pnömoperitoneum
oluşturacak etyolojik faktör yoktu. Spontan pnömoperitoneumların
belirlenmesinde detaylı öykü, fizik muayene bulgularının da ayrıntılı
olarak değerlendirilmesi gereksiz laparotomileri engelleyebilir.
Pnömoperitoneum tespit edilen hastalarda neden bulunamamışsa
KOAH öyküsünün sorgulanması önerilir.
More than 90% of pnömoperitoneum occur as a result of
gastrointestinal perforation. However, sometime spneumoperitoneum
is not associated with visceral perforation. In this study, we aimed to
introduce the four cases of idiopathic spontaneous pneumoperitoneum
and to review the literature. Ages were between 58 and 83 years old
and intra-abdominal free air was determined during the emergency
room imaging applications with undetermined etiology. One patient
was diagnosed with idiopathic spontaneous pömoperitoneum after
medical follow-up, and the others were diagnosed after surgery.
All patients were male and did not have any etiologic factors other
than diagnosis of COPD to create pneumoperitoneum. A detailed
history and physical examination findings may prevent unnecessary
laparotomy for diagnosis spontaneous pnömoperitoneum. In
spontaneous pnömoperitoneum patients, it is suggested that COPD
history should be questioned if no other etyological factor was found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Amaçlı Av Fistül Anevrizmalarında Etkili Bir
yaklaşım: Anevrizmorafi
Mehmet Özülkü, Fatih Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Amaçlı Av Fistül Anevrizmalarında Etkili Bir
yaklaşım: Anevrizmorafi
EffectIve Approach To Aneurysms Of Av FIstulas For HemodIalysIs:
aneurysmorrhaphy
Anevrizmanın incelmiş duvar kısmının rezeke edilerek kalan
kısmın tamir edilmesi yoluyla venöz devamlılığın sağlandığı bir yöntem
olan anevrizmorafi, öncelikli kullandığımız bir tamir metodudur.
Komplikasyon gelişmeden önce anevrizmanın anevrizmorafi yoluyla
tamir edilmesinin, AVF veninin devamlılığı ve uzun süre kullanılabilmesi
açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz. 2010-2015 tarihleri
arasında AVF’ye bağlı gelişen, anevrizmorafi yöntemiyle tamir edilen,
33 gerçek anevrizma vakası çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya katılan
bireylerin AVF’ye bağlı gerçek anevrizmalarının lokalizasyonları;
antebrakiyal bölgedeki radio-sefalik AVF’de (11 hasta), antekübital
bölgedeki brakio-sefalik AVF’de (20 hasta) ve antekübital bölgedeki
brakio-bazilik AVF’de (2 hasta) yer almaktadır. Anevrizmorafi sonrası
üç yıl takip edilen 33 hastanın 30’unda tamir yapılan venöz yapılarda
genişleme görülmesine rağmen müdahale gerektiren patoloji tespit
edilmedi. Üç hastada anevrizmorafi yapılan alanda tekrar genişleme
ve tamir yapılması gereken problemler görülmüştür. Herhangi bir
komplikasyon gelişmeden mümkün olduğunca anevrizmaya erken
müdahale etmek ve AV fistül devamlılığını bozmadan anevrizmayı
küçültmek sonuçları etkili olan cerrahi bir yöntemdir.
Aneurysmorrhaphy is the procedure through which venous
continuity is provided by resecting the thinned wall of aneurysm
and fixing the remaining part. Aneurysmorrhaphy is the repairing
method that we apply in priority. We believe that, the fixing of
aneurysm by aneurysmorrhaphy before the complications comes out
is important in terms of continuity of vein of AVF and long term
use. A total of 33 cases of true aneurysm induced by and repaired
through aneurysmorraphy method between 2010 and 2015 were
included in the study. The localization of true aneurysm depending
on AVF of the persons who were participated in this study included
antebrachial of the radio-cephalic AVF in 11 patients, the antecubital
region brachio-cephalic AVF in 20 patients and in the antecubital AVF
brachio-basilica in 2 patients. Patients were followed for three years
after aneurysmorraphy. Despite the fact that expansion occurred
in repaired venous structure, no pathology was identified requiring
intervention in in 30 cases. In three patients, recurrent expansion and
problems were observed in the localization where aneurysmorraphy
repairing was reapplied. Before any complication occurs, intervening
in aneurysm and reduction of it without breaking the continuity of AV
fistula are effective surgical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dupuytren Cerrahisinde Pnömotik Turnikenin Yeri
Bilsev İnce, Mehmet Dadacı, Zeynep Altuntaş, Fatma Bilgen
Araştırma makalesi
Özeti
Dupuytren Cerrahisinde Pnömotik Turnikenin Yeri
The Role Of PneumatIc TournIquet In Surgery For Dupuytren’s
dIsease
Dupuytren hastalığı palmar aponöroz ve digital uzantılarının band,
nodul, kontraktür ve tendon benzeri band oluşumuyla sonuçlanan
parmak ve avuç içi fasyasında ortaya çıkan benign proliferatif bir
hastalıktır. Pnomotik turnike, kansız ortam sağlayarak cerrahi
girişimleri kolaylaştırması, transfüzyon ihtiyacını sınırlaması ve
ameliyat süresini kısaltması gibi avantajları nedeniyle üst ekstremite
cerrahisinde sıklıkla kullanılır. Turnike, cerraha kolaylık sağlasa da
uzun süreli veya uygunsuz basınçlı kullanımında reperfüzyon hasarı
ve sinir hasarı ortaya çıkabilir. Bu çalışmada dupuytren cerrahisinden
sonra ortaya çıkan komplikasyonların önlenmesinde pnömotik
manşon kullanımının etkisi araştırıldı. 2010-2013 yılları arasında
dupuytren kontraktürü nedeniyle opere edilen 28 hasta retrospektif
incelendi. Hastalar grup 1: manşon uygulanan, grup 2: manşon
uygulanmayan hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gruplardaki
hastalar predispozan faktörler, aile hikayesi, komplikasyonlar,
cerrahi süre ve yara iyileşmesi açısından karşılaştırıldı. Dupuytren
hastalığında tedavide amaç palmar fasyanın çıkarılması olup, temel
tedavi cerrahidir. Dupuytren cerrahisinde turnike kullanımının cerrahi
güvenlik sağladığı ileri sürülse de yaptığımız çalışmada istatistiksel
bir fark ortaya konulamadı. Bunun sebebi, komplikasyonların düşük
olmasında turnike kullanımı kadar cerrahın dikkat ve tecrübesinin de
rol oynaması olabilir.
Dupuytren’s disease is a benign proliferative disorder of
the palmar fascia that results in the formation of bands, nodules,
contracture, and tendon-like bands in palmar aponeurosis and
its digital extensions. A pneumatic tourniquet is frequently used
in upper extremity surgery, because it offers the advantages of
facilitating surgical procedures by offering a bloodless surgical field,
limiting transfusion requirements, and the time of surgery. The use
of a tourniquet may provide convenience to the surgeon, but it can
also cause reperfusion injury and nerve damage in prolonged and
inappropriate use. The present study investigated the effects of
using a pneumatic tourniquet in reducing complications after surgery
for Dupuytren’s contracture. A total of 28 patients, who underwent
surgery between 2010 and 2013 due to Dupuytren’s contracture, were
retrospectively reviewed. The patients were divided into two groups:
Group 1, tourniquet group, and Group 2, non-tourniquet group. The
patients in the two groups were compared in terms of predisposing
factors, family history, complications, surgery time, and wound
healing. The goal in the treatment of Dupuytren’s disease is the
removal of palmar fascia by surgical means. Although it is suggested
that the use of tourniquet in the surgery for Dupuytren’s contracture
provides surgical safety, the present study did not find statistical
differences. Along with the use of a tourniquet, the precision and
experience of the surgeon might have also contributed to the low rate
of complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Köpek Portal Ven Üzerine Prazosin, Yohimbin Ve Hidralazin'in Gevşetici Etkileri.
Laika Karabulut, Ekrem Çiçek, Ahmet Kaya, Ergin Şingirik
Araştırma makalesi
Özeti
Köpek Portal Ven Üzerine Prazosin, Yohimbin Ve Hidralazin'in Gevşetici Etkileri.
The Relaxant Effect Of PrazosIn, YohImbIne And HydralazIne In Isolated CanIne Portal VeIn
Köpek vena portasında yapılan bu in vitro çalışmada kasıcı ajan olarak fenilefrin, klonidin ve potasyum klortir (KCL) kullanılmış, belirtilen ilâçlara bağlı kasılmaları inhibe etmek amacıyla da prazosin, yohimbin ve hidralizin denenmiştir. Kümülatif konsantrasyonlarda uygulanan fenilefrin ve klonidin doza bağımlı kasılma oluşturmuş ve bu cevaplar prazosin (10-6M) ve yohimbin (10-8M, 10-6M) tarafından nonkompetitif olarak inhibe edilmiştir. KC1(80 mM) topik ve fazik bir kasılmaya neden olmuş, bu cevab ktimtllatif konsantrasyonda verilen hidralazin ile azaltılmıştır. Bulgular, vena porta vazokonstrUksiyonunu ortadan kaldırmak amacıyla alfa1 ve alfa2 - adrenerjik reseptör antagonistleri ve direkt etkili vazodilatör ilaçların kullanılabileceğini ortaya koymaktadır.
Phenylephrine, clonidine and potassium chloride (KCL) were used as contractive agents in this in vitro study conducted in the canine vena portal, and prazosin, yohimbine and hydralizine were tested to inhibit the contractions due to the specified drugs. Phenylephrine and clonidine administered in cumulative concentrations produced dose-dependent contractions and these responses were inhibited noncompetitively by prazosin (10-6M) and yohimbine (10-8M, 10-6M). KC1 (80 mM) caused a topical and phasic contraction, this response was reduced by hydralazine given at ktimllative concentration. The findings suggest that alpha1 and alpha2 - adrenergic receptor antagonists and direct acting vasodilator drugs can be used to eliminate vena porta vasoconstriction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Investıgatıon Of Lıpofussın Pıgment In Whıte Rats At Lıght Mıcroscope Level By Hıstochemıcal Methods In Cerebellar Nucles And Neurons In Medulla Spınalıst By Age Group
1, 1.5 ve 2 yaşındaki sıçanların medulla spinalislerinin servikal, thorakal, lumbal bölümlerinde, serebellumun nukleus dentatus, nukleus globosus ve nukleus fastigi nöronlarında ve Purkinje hücrelerinde lipofussin polar, bipolar, perinükleer, ve diffuz şekillerde görüldü. Purkinje hücrelerinde ve medulla spinalisde pigment miktarı belirgin biçimde arttığı halde beyincik çekirdeklerinde bu artışın daha az olduğu tespit edildi.
The lipofuscin pigment in neurons of the cervical, thoracal and lumbal paris of the spinal cord and of the nucleus dentatus, fastigii, globosus of the cerebellum of the 12, 18, 24 months old rats was observed as polar, bipolar, diffuse and perinucleer. Although the lipofuscin accumulation was obviousiv high in neurons of the spinal cord, this increase in neurons of the cerebellar nucleus was less atan that of the spinal card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Asım Duman, Nuri Ildız, Cemil Ceviz, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Causes Of Cholecstectomy And Colledoc Exploratıon
Bu makalede kliniğimizde kolesistektomi veya kolesistektomi ile birlikte koledok eksplorasyonu yapılan 750 vakanın sonuçları sunulmuştur. Vakalarımızın 549 unda (% 73,2) kronik kolesistit, 150 sinde ( O 20) akut kolesistit, 34 tinde (% 4,5) safra kesesi yaralanması 9 unda (%1,2) safra kesesi kanseri nedeniyle ve 8 inde (% 1,1) ise diğer nedenlerle kolesistektomi yapılmıştır. 150 vakada (% 20) çeşitli nedenlerle koledok eksplorasyonu uygulanmıştır. Yaşayan 720 hastanın 80 inde (% 11.1) tıbbi veya cerrahi tedavi ile iyileşen çeşitli postoperatif komplikasyonlar tespit edilmiştir, Postoperatif devrede 750 hastanın 30 u kaybedilmiş olup mortalite oranı % 4 dür. Taşlı ve taşsız kronik kolesistit nedeniyle kolesistektomi yapılan 556 hastanın 7 si (% 1,2) kaybedilmiştir.
In this article, results of 750 cases who underwent choledochus exploration with cholecystectomy or cholecystectomy in our clinic are presented. In 549 (73.2%) of our cases, chronic cholecystitis, 150 (O 20) acute cholecystitis, 34 (4.5%) had gallbladder injury, 9 (1.2%) were due to gallbladder cancer and 8 (1%) , 1) cholecystectomy was performed for other reasons. Common bile duct exploration was performed in 150 cases (20%) for various reasons. Various postoperative complications were detected in 80 (11.1%) of 720 surviving patients who recovered with medical or surgical treatment. 30 of 750 patients died in the postoperative period, with a mortality rate of 4%. 7 (1.2%) of 556 patients who underwent cholecystectomy for chronic cholecystitis with and without stones died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akcıger Kıst Hıdatıgınde Cerrahı Yaklasım
Sami Ceran, Tahir Yüksek, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Hasan Solak, Kazım Gürol Akyol, Aydın Şanlı, Tunç Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Akcıger Kıst Hıdatıgınde Cerrahı Yaklasım
SurgIcal InterventIon In The Lung HydatId Cyst
1987-1994 yillari arasinda S.O. Tip Fakiiltesi Grips Ka1p Damar Cerrahisi Klinigirte witirilarak tedavi edilen 191 pasta sunuldu. Vakalarin % 52.87si erkek, % 47.12'si kadindi. En cok gririilme 11-20 yak gruhundaydi. Kistin 99 (% 51.83)'ii sag akcikerde, 84 (% 43.97)'6 sol akcikerde ve 8 (%4.18)`i her iki akcigerde lokalize idi. 5 Median sternotorni, 6 segmentektomi, 7 wedge rezeksiyon, 9 lohektomi, 13 transdiafragmatik karaciger kistine miidahale, 1 transdiafragmatik- yolla dalak kistine mildahale, 159 kistotomi + kapitonaj, 10 de-kortikasyon, 4 kistekrom.i yapildi. 4 vakada postoperatif ampiyem ortaya cikti ve tedavi edildi. 1 vaka S011illUM yetmezlikinden kay-hedildi. Niiks grizlenmedi.
In this article, 191 cases were presented who operated in The Thoracic and Cardiovascular Sur-gery Clinic, University of Selcuk between 1987 and 1994. 52.87% of them were male and 47.12% of were female. Most of the patients were 11-20 years of age. 99 of cystes (51.83%) were in right lung, 84 (43.97%) were in left lung and 8(04.17%) of them were in both lungs. Median sternotomy was per-formed in 5 cases, segmentectomy in 6 cases, wedge resection in 7 cases, lohectomy in 9 cases, cystotomy and capitonage in 159 cases, decortication in 10 cases and cystectomy in 4 cases. 13 liver cystes and one spleen cyste were excised via trans-diaphragmatic approach. Empyerna was seen in 4 cases and succesfully treated. Only one case died on respiratory failure. Relapse was not seen in any case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Kemal Arslan, Bülent Erenoğlu, Hande Köksal, Ersin Turan, Arif Atay, Osman Doğru
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Desarda Procedure In InguInal HernIa Surgery
Kasık fıtık cerrahisinde operasyonun başarısını nüksün
yanında hasta konforuda belirlemektedir. Yama kullanılarak
geliştirilen operasyonlar nüks gelişimini belirgin olarak azaltmakla
birlikte yamaya bağlı gelişen problemler hasta konforunu olumsuz
etkileyebilmektedir. Desarda’nın tarif ettiği yamasız teknik fizyolojiye
uygunluğu, düşük nüks oranları ve yüksek hasta konforuyla dikkati
çekmektedir. Burada Desarda tekniğini uyguladığımız hastalarımızın
sonuçları sunulmaktadır. Kliniğimize 2010-2012 tarihleri arasında
kasık fıtığı şikayeti ile başvuran hastalar çalışmaya dahil edildi.
Femoral ve nüks inguinal hernisi olanlar, 18 yaşının altındakiler, yara
iyileşmesini etkileyecek sistemik hastalığı olanlar çalışmaya dahil
edilmedi. Çalışmaya alınan hastalara Desarda prosedürü uygulandı.
Hastalar demografik özellikleri, fıtık tipleri, postoperatif komplikasyon
ve nüks açısından incelendi. Toplam 72 hastaya Desarda prosedürü
uygulandı. Hastaların 71’i erkek 1’i kadındı. Ortanca yaş 51 (18-85)
idi. Vakaların 62’si tek, 10 tanesi 2 taraflı idi. Tek taraflı vakaların
18 tanesi Modifiye Rutkow-Gilbert sınıflamasına göre Tip 2, 16
tanesi Tip 4, 14 tanesi Tip 3, 9 tanesi Tip 6, 5 tanesi Tip 1 herni idi.
Ortalama operasyon süresi tek taraflı vakalarda 34.7±11.5, iki taraflı
vakalarda 76.1±15.4 idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1.02 gün
(1-2 gün), ortama takip süresi 22.0±4.2 ay idi. Bir hastada 6.ayda
erken nüks (%1.3), 1 hastada skrotal ödem (%1.3), 3 hastada kord
ödemi (%4.1), 1’i antikoagulan kullanan 2 hastada hematom(%2.7)
gelişti. Hastaların hiçbirinde erken dönemde nonsteroid aneljezikler
dışında ek narkotik analjeziklere ihtiyaç duyulmadı ve geç dönemde
nöralji görülmedi. Desarda prosedürü uygun vakalarda ucuz, kolay
ögrenilebilen ve uygulanabilen, dokuların fizyolojisine uygun, düşük
nüks ve yüksek hasta konforu ile fıtık cerrahisinde önemli bir yöntem
olarak göze çarpmaktadır.
Successful management of inguinal hernia depends on not
only prevention of recurrence but also patient comfort. Although
recurrence is lower in procedures using prosthetic meshes,
complications related to these meshes negatively affect patient
comfort. The procedure described by Desarda, draws attention due
to lower recurrence, conformance to physiology and higher patient
comfort. In this study we present results of patients treated using
desarda procedure. Seventy two patients admitted to our clinic with
inguinal hernia between 2010 and 2012 and treated using Desarda
procedure were included in this study. Patients with recurrent
inguinal hernias, femoral hernias, patients below 18 years of age and
patients with systemic disease excluded. Demographic properties,
types of hernias, postoperative complications and recurrence of the
patients were recorded. Of the patients, 71 were male and 1 was
female. Median age was 51 (range 18-85). Median operating time was
34.7±11.5 for single sided cases and 76.1±15.4 minutes for bilateral
cases. Mean hospitalization was 1.02 days (range 1-2), mean
follow up was 22.0±4.2 months. Early recurrence was observed in 1
(1.3%) patient at 6th month. One (1.3%) patient had scrotal edema,
3 (4.1%) patients had edema of spermatic cord, 2 (2.7%) patients,
one of these using anticoagulant, developed hematomas. None of
the patients required analgesics beside routinely used non-steroid
analgesics and no neuralgia was observed. Desarda procedure is
a remarkable technique for treatment of inguinal hernias of suitable
patients, which is non-expensive, easy to learn and more physiologic
technique providing lower recurrence and higher patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
Ruküye Burucu, Saniye Gencer, Nesibe Günay Molu, Deniz Sağlam Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Ve Çok Kullanımlık Cerrahi Örtülerin Maliyet Analizi
A Cost AnalIsIs Of DIsposable And Reusable SurgIal Dropes
Bu araştırma, tek kullanımlık ve çok kullanımlık cerrahi
örtülerin tıbbi atık ve yıkama maliyetinin karşılaştırılması amacıyla
gerçekleştirildi. Tanımlayıcı tipteki araştırmanın örneklemini bir eğitim
ve araştırma hastanesindeki izlenen 304 vaka oluşturdu. Veriler
“cerrahi örtüler izlem formu” kullanılarak toplandı. Ameliyathanenin
çalışma düzenine müdahale edilmedi ve vaka seçimi rastgele yapıldı.
Her iki örtü grubu da, örneklem grubundaki tüm ameliyatlarda eşit
sayıda kullanıldı ve araştırmacılar tarafında izlendi. Araştırmanın
yapılabilmesi için Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu
ve Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Planlama ve
Koordinasyon Kurulundan yazılı izinler alındı. Veriler sayı, yüzde,
ortalama ve standart sapma ile özetlendi, analizde t ve ANOVA testleri
kullanıldı. Tek kullanımlık örtülerin maliyetini tıbbi atık ve malzemenin
alınmasındaki maliyet oluşturmaktadır. Çok kullanımlık örtülerde ise
kullanılan örtülerin yıkama, sterilizasyon maliyeti, maliyeti oluşturan
başlıklardır. Çok kullanımlık örtülerin maliyetinin daha fazla olduğu
tespit edilmiştir. Tek kullanımlık örtülerin çok kullanımlık örtülere
göre maliyeti daha düşüktür.
The purpose of that study is comparing reusuable and disposable
dropes’ medical waste and washing expenditures. Sample of
definer type study generates 304 case who fallowed at a training
and research hospital.Parameters were collected with using “the
inspection form of surgial dropes”.The work order of operating room
was not interfereted and all cases were choosen randomly.Both
drope groups were used in all surgeries which is in group of sample
and it was watched by researchers.For practicable study;written
written authority was gotten from Ethical Committee of The Selçuk
University and Educational Planning and Coordination Committee
of Konya Training and Research Hospital.Datas were summerized
with number,percent,average and standart deviation. T and ANOVA
tests were used on analysis.Findings: The cost of buying medical
waste and materials generates the cost of disposable dropes.
In case reusuable dropes,washing and sterilization costs on used
dropes generate main costs .Resusuable dropes has a cot overrun
was determined. Disposable dropes are more cost-effective than the
disposable dropes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
Osman Balcı
Olgu sunumu
Özeti
Evre I Serviks Kanseri Olan Genç Bir Hastada
laparoskopik Radikal Histerektomi (tip Iıı), Pelvik
ve Para-Aortik Lenfadenektomi Ve Bilateral Overial
transpozisyon
LaparoscopIc RadIcal Hysterectomy (type III) WIth PelvIc And ParaaortIc
lymphadenectomy And BIlateral OvarIan TransposItIon In A
young PatIent WIth Stage I ServIcal Cancer
Erken evre serviks kanserleri evre I ile evre IIA arasını
içermektedir ve tedavisinde radikal histerektomi ve pelvik lenf
nodu diseksiyonu uygulanmaktadır. Operasyonun laparatomi ile
yapılabilmesinin yanında laparoskopik teknolojinin gelişmesiyle
birlikte tedavide laparoskopik radikal histerektomi ve laparoskopik
lenf nodu disseksiyonu gündeme gelmeye başlamıştır. Laparoskopik
yaklaşımın daha az analjezik ihtiyacı, minimal post-operatif
rahatsızlık, daha kısa hastanede kalış süresi ve daha hızlı normal
günlük aktivitelere dönme gibi avantajlar bulunmaktadır. Bu makalede
30 yaşında erken evre serviks kanseri tanısı alan ve bu nedenle
laparoskopik radikal histerektomi (tip III), laparoskopik bilateral
pelvik paraaortik lenf nodu diseksiyonu ve ayrıca radyoterapi alma
ihtimaline karşılık overleri radyoterapi alanından uzaklaştırmak
için laparoskopik bilateral overial transpozisyon uygulanan bir olgu
sunulmaktadır. Bu operasyon her merkezde yapılamamakla birlikte
ileri tecrübe gerektirmektedir.
Early stage cervical cancers involve stage I and stage IIA. The
treatment is radical hysterectomy and pelvic lymph node dissection.
Besides the operation can be performed by laparotomy, with the
development of laparoscopic technology, the treatment has been
started with laparoscopic radical hysterectomy and laparoscopic
lymph node dissection. The advantages of laparoscopic approach
are less analgesic requirement, minimal postoperative discomfort,
shorter hospital stay and faster return to normal daily activities.
In this article, a patient was presented having early stage cervical
cancer at 30 years old; therefore, applied laparoscopic radical
hysterectomy (type III), laparoscopic bilateral pelvic para-aortic
lymph node dissection. Also, despite possibility receive radiotherapy,
laparoscopic bilateral ovarian transposition was applied due to
remove ovaries from radiation area. This operation can not be
performed at any center, because it requires advanced experience.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Asetilsalisilik Asidin Serum Lipidleri Üzerine Olan Etkilerinin Araştırılması
Sevil Kurban, İdris Mehmetoğlu, Said Sami Erdem
Araştırma makalesi
Özeti
Asetilsalisilik Asidin Serum Lipidleri Üzerine Olan Etkilerinin Araştırılması
InvestIgatIon Of Effect Of AcetylsalIcylIc AcId On Serum LIpIds
Bu çalışmada, 100 ve 150 mg/gün Asetilsalisilik asid (ASA, aspirin) tedavisinin kan lipidleri üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya, toplam 30 sağlıklı gönüllü alındı. İki ay boyunca vakaların 17’si (7K, 10E) günde 100 mg (Grup I) ve 13’ü (5K, 8E) günde 150 mg (Group II) ASA kullandı. Vakaların ASA verilmeden önce ve verildikten 1 ve 2 ay sonra açlık kan örnekleri alındı. Bu kan örneklerinden serum total kolesterol, yüksek dansiteli lipoprotein (HDL) kolesterol, ve trigliserid seviyeleri rutin metodlarla ölçüldü. Düşük dansiteli lipoprotein (LDL) kolesterol seviyeleri Friedwald formülü kullanılarak hesaplandı. Her iki grup da 2 ay boyunca ASA tedavisi sonucu total kolesterol, LDL kolesterol ve trigliserid seviyelerinin biraz azaldığı, HDL kolesterol seviyelerinin ise biraz arttığı ancak bu değişikliklerin istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı görüldü. Sonuç olarak günde 2 ay boyunca 100 ve 150 mg ASA tedavisinin kan lipidleri üzerine önemli bir etkisinin olmadığı ve bu konuda daha uzun süreli ve yüksek doz ASA tedavisinin araştırılmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz
The aim of the study was to investigate the effect of 100 and 150 mg/day acetylsalicylic acid (ASA, aspirin) treatment on blood lipids. The study group consisted of 30 healthy volunteers. Of the volunteers, 17 (7F, 10M) received ASA as 100 mg (Group I) and 13 (5F, 8M) received ASA as 150 mg (Group II) daily for a period of two months. Fasting blood samples of the subjects were drawn before and 1 and 2 months after ASA treatment. Serum total cholesterol, high density lipoprotein (HDL) cholesterol and triglyceride levels of the subjects were measured by routine methods. Low-density lipoprotein (LDL) cholesterol levels were calculated by Friedwald formula. Althought total cholesterol, LDL cholesterol and triglyceride levels were slightly decreased and HDL cholesterol levels were slightly increased 2 months after ASA treatment in both groups, the differences between lipid levels were not statistically significant. In conclusion, ASA treatment at 100 and 150 mg daily for a period of 2 months has no significant effect on blood lipid levels and further investigations about ASA treatment for longer time and at higher doses might be useful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Selman Hakkı Altuntaş, Fuat Uslusoy, Gülşah Uslu Yunusoğlu, Dudu Dilek Yavuz, Mustafa Asım Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Investıgatıon Of The Effect Of Topıcal Ankaferd Blood Stopper® On Perıoperatıve Bleedıng In Orthognatıc Surgery
Konvansiyonel cerrahi hemostaz yöntemlerinin kullanılmasına rağmen ameliyat sahasında kanama tam olarak sonlandırılamaz. Bu çalışmada amacımız mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde topikal Ankaferd Blood Stopper®’in (ABS) etkilerini araştırmaktır. Bu amaçla Le Forte I osteotomi ve/veya bilateral sagittal split osteotomi yapılan 19 hastada, kanamalara konvansiyonel müdaheleleri müteakip ameliyat sahalarına ABS veya plasebo sprey uygulandı. Ortognatik cerrahi grubunda, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin ve hematokrit düşüş oranlarından kan kaybı miktarı hesaplandı ve bunun ABS kullanımı, tek ya da çift çene ameliyatı olması, ameliyat süresi, ameliyatta ortalama kan basıncı, yaş ve cins faktörleri ile ilişkisi araştırıldı. Postoperatif Hb ve Htc düşüş oranları ABS grubunda % 25 iken, plasebo grubunda; Hb ve Htc düşüş oranları sırasıyla % 19 ve 20 idi. Kanama miktarının bağımsız belirleyicisi olarak sadece cinsiyet bulundu. Erkek olmak daha fazla kananama ile birlikteydi (p=0,01). Sonuç olarak bu çalışmada ABS nin mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde bir etkinliği gösterilememiştir.
Bleeding can not be absolutely terminated in spite of conventional techniques of hemostasis. In order to investigate the effect of Ankaferd Blood Stopper® (ABS) on persisting bleeding after conventional hemostasis, we applied topical ABS spray or plasebo on orthognatic surgery (n=19). Substances were applied to the surgical field after conventional methods of hemostasis. In orthognatic surgery group, the association of blood loss with the operation type, age, gender, ABS usage, duration of operation and blood pressure was analyzed. The rates of Hb and Htc decline was % 25 in ABS group and % 19 (Hb), % 20 (Htc) in placebo group. The only significant association was with gender indicating a higher blood loss with being male (p=0,01). In conclusion, this study did not reveal any ABS effect on bleeding from the surgical site persisting after conventional hemostasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metilen Mavisi, Pilonidal Sinüs Hastalığının Tedavisinde
etkili Rezeksiyon Sağlar
Himmet Durgut
Araştırma makalesi
Özeti
Metilen Mavisi, Pilonidal Sinüs Hastalığının Tedavisinde
etkili Rezeksiyon Sağlar
Methylene Blue ProvIdes An EffIcIent ResectIon
for The Treatment Of PIlonIdal SInus DIsease
Amaç: Metilen Mavisi (MM) Sacrokoksigeal Pilonidal Sinüs Hastalığı (SPSH) için yaygın olarak kullanılan bir boyadır.
Bu randomize prospektif çalışmanın amacı, Karydakis flep prosedüründe sakrokoksigeal (SPSH) için (MM) yararlarını ve
etkinliğini saptamaktır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016 ile Nisan 2017 tarihleri arasında SPSH Karydakis flep prosedürü uygulanan olan toplam
100 hasta randomize olarak, iki eşit gruba ayrıldılar. Hastaların yaş, cinsiyet, VKİ, hastalık süresi, delik sayısı ve eksize
edilen numune yüksekliği, genişliği, alanı, çevresi, derinlik, hacim ölçüleri, postoperatif komplikasyonlar ve hastanede yatış
süresi kaydedildi.
Bulgular: Her iki grupta da hastaların özellikleri benzerdi. MM kullanılan grupta eksize edilen örneklerin derinliği dışındaki
tüm parametreler istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.01).
Sonuç: Sonuçlarımız MM kullanımının Karydakis flep prosedüründe açık bir fayda sağladığını gösterdi.
Aim: The Methylene Blue (MB) is commonly used dye for Sacrococcygeal Pilonidal Sinus Disease (SPSD).
The aim of this randomized prospective trial was to determine the benefits and effectiveness of (MB) for
(SPSD) by comparing the results of Karydakis flap procedure.
Patients and Methods: Between January 2016 and April 2017, a total of 100 patients with sacrococcygeal
pilonidal sinus disease were randomly assigned to two equal groups which underwent Karydakis flap
procedure with or without MB usage. Patients age, gender, BMI, duration of the disease and number of the
orifices, excised specimen height, width, area, circumference, depth, volume,postoperative complications
and duration of hospital stay were recorded.
Results: Characteristics of the patients were similar in both groups. In the MB used group all the
parameters except the depth of the excised specimens found as statistically significant (p<0.01).
Conclusion: Our results s
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptorşidısm
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Kriptorşidısm
CryptorchIdIsm
21.4.1983 ile 22.11.1991 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Üroloji Kliniğinde kriptorşidism ve retraktil testis tanısıyla tedaviye alınan 181 has-tanın retrospektif değerlendirilmesi yapıldı. Uygulamalarda mikrovasküler cerrahi ve tes-tiküler arterin insizyonu gibi yöntemlere gerek kal-madan vakaların büyük bölümünde kozmotik açıdan olumlu sonuçlar alındığı belirlenmiş, ancak takip periyodunun kısalığından orşiopeksinin fertiliteye olumlu etkileri ve tümör gelişim insidensi belirlen-memiştir.
The retrospective evaluation of 181 patients with cryptorchidism. and retractile testis was mode from 21.4.1983 to 22.11.1991 in the Urology Department of Konya Selçuk Medical Fakulty. In most of the cases, positive results were obtained in cosmotic respect without the requirement of microvascular surgery and testicular arter incision, but positive effect of orchiopexy to fertilization hadn't been able to determined because of the monitoring period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Rekonstrüksiyonunda Kosta Koruyuculu İnternal Mammaryan Damar Yaklaşımının Ameliyat Sonrası Dönemde Ağrı Yönetimine Etkisi
Burak Sercan Erçin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Rekonstrüksiyonunda Kosta Koruyuculu İnternal Mammaryan Damar Yaklaşımının Ameliyat Sonrası Dönemde Ağrı Yönetimine Etkisi
The Effect Of RIb-SparIng Internal MammarIan Vascular Approach WIth In Breast ReconstructIon On PostoperatIve PaIn Management
Amaç: Otolog meme rekonstrüksiyonunda postoperatif dönemde kosta kıkırdağı müdahalesine bağlı olarak alıcı bölgede ağrı olur. Bu çalışmada meme rekonstrüksiyonunda alıcı saha hazırlanırken kosta koruyucu cerrahi yaklaşımının postoperatif ağrı üzerine etkisini kostal koruyucu olmayan yaklaşımla karşılaştırarak ortaya koymayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2018-2022 yılları arasında opere edilen 25 hasta dahil edildi. Gruplar internal mammarian arter (IMA) izole etme tekniklerine göre ayrıldı. Grup 1: Kosta koruyucu cerrahi uygulanan hastalar(n=9), Grup 2: Kosta kıkırdak rezeksiyonu uygulanan hastalar(n=16). Postoperatif dönemde her iki grupta da Hasta Kontrollü Analjezi pompası (HKA) kullanım süresi, kullanılan morfin dozu, erken ve geç ağrı skorları kaydedildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 49,8 idi. Postoperatif erken ve geç dönemde herhangi bir komplikasyonla karşılaşılmadı. Tüm flep transferleri başarılı oldu. Ortalama HKA süresi grup 1'de 24±1,41 saat, grup 2'de 26,31±1,62 saat idi. Grup 1'de morfin dozu 9,67±1 mg, grup 2'de 23,93±3,02 mg idi. Erken ağrı skoru grup 1'de 2,89±1,16, grup 2'de ise 5,18±1,22 idi. Geç ağrı skorları grup 1'de 2,11±0,98 ve grup 2'de 2,75±0,77 idi. Grupların morfin dozu ve erken ağrı skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,01). HKA kullanım süresi(p=0,3) ile geç ağrı skorları(p=0,07) arasında anlamlı fark yoktu (p>0,05).
Sonuç: Sonuç olarak, otolog meme rekonstrüksiyonunda alıcı bölge hazırlığında erken dönemde kostal koruyucu cerrahinin ağrıyı önemli ölçüde azalttığını düşünüyoruz.
Aim: In autologous breast reconstruction, there is pain in the recipient site due to rib cartilage intervention in the postoperative period. In this study, we aimed to reveal the effect of the rib-sparing internal mammarian vessel approach on postoperative pain in breast reconstruction by comparing it with the noncostal-sparing approach.
Patients and Methods: Between 2018 and 2022 twenty five patients underwent surgery were included in the study. Groups were divided according to internal mammary artery(IMA) exposure techniques. Group 1: Patients who underwent rib-sparing surgery(n=9), Group 2: Patients who underwent rib cartilage resection(n=16). Patient Controlled Analgesia(PCA) pump usage time, morphine dose used, and early and late pain scores were noted in both groups in the postoperative period.
Results: The mean age of the patients was 49.8 years. No complications were encountered in the early and late postoperative period. All flap transfers were successful. Mean PCA duration was 24±1.41 hours in group 1 and 26.31±1.62 hours in group 2. The dose of morphine was 9.67±1 mg in group 1 and 23.93±3.02mg in group 2. The early pain score was 2.89±1.16 in group 1 and 5.18±1.22 in group 2. Late pain scores were 2.11±0.98 in group 1 and 2.75±0.77 in group 2.
There was a statistically significant difference between the morphine dose and early pain scores of the groups (p<0.01). There was no significant difference between the duration of PCA use (p=0.3) and late pain scores (p=0.07) (p>0.05).
Conclusion: In conclusion, we think that costal sparing surgery significantly reduces pain in the early period during recipient site preparation in autologous breast r econstruction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
Demet Kıreşi, Olgun Kadir Arıbaş, Aydın Karabacakoğlu, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
RadIologIcal Features Of Pulmonary HydatId DIsease
Amaç: Altmışüç pulmoner hidatik kist olgusunu akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile değerlendirmek. Materyal ve method: Cerrahi olarak ispat edilmiş 63 pulmoner hidatik kistli olgu (27’si kadın, 36’sı erkek) bu çalışmaya dahil edildi. Olgular 3 ile 76 (ort:42.8) yaşları arasında idi. Olguların tümüne akciğer radyografisi ve toraks BT tetkiki yapıldı. Lezyonlar sayı, lokalizasyon, boyut ve iç yapısı yönünden radyolojik olarak değerlendirildi.Bulgular: Bilgisayarlı tomografide toplam 107 kist mevcut iken akciğer grafilerinde ancak 78 kist tespit edildi. BT’de 36 olguda tek kist, 27 olguda ise multipl kist bulundu. Onsekiz kist 10 cm’den büyük bulundu. İç yapısı yönünden değerlendirildiğinde; 3’ünde meniskus bulgusu, 9’unda nilüfer işareti, 11’inde hava-sıvı seviyesi, 8’indeboş kist kavitesi ve 76’sında homojen dansite içeren lezyonlar görüldü. Ayrıca BT’de 17’sinde atelektazi, 29’unda plevral sıvı, 38’inde perikistik infiltrasyon görüldü. Akciğer radyografisinde ise 58 kist homojen dansitede olup 20 kist rüptüre idi. Sonuç: Akciğer grafileri kist hidatik tanısında yardımcı olmakla beraber lezyon lokalizasyonunu, sayısını ve iç yapısını değerlendirmek için BT gereklidir.
Objective: To evaluate the chest roentgenogram and CT findings of 63 patients with pulmonary hydatid disease. Methods: Sixty-three (27 female and 36 male, aged between 3 and 76 years) patients with surgically proven pulmonary hydatid cysts were included to the study. Chest roentgenogram and thorax CT were obtained from all the patients. Radiological features (number, localization, diameter, internal architecture) were determined. Results: On CT examination, 107 cysts were determined but on 78 of 107 cysts were detected on chest roentgenogram. Single cysts were seen in 36 patients, while multiple cysts were seen in 27 on CT. Eighteen cysts were larger than 10 cm in diameter. CT scan showed crescent sign (3 patients), water lily sign (9 patients), air-fluid level (11 patients), dry cyst sign (8 patients), and homogenous shadow (46 patients). In addition, atelectasis (n 17), pleural effusion (n 29), and pericystic infiltration (n 38) were also seen on CT. On the other hand, 58 cysts were homogenous and 20 cysts were rüptüred on chest roentgenogram. Conclusion: Although chest roentgenogram is helpful for diagnosis of pulmonary hydatid disease, CT examination must be done to evaluation nature and localization of cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Mehmet Tuğrul Cabıoğlu, Nuri Çetin, Neyhan Ergene, Nimet Ünal Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Tedavisinde 2 Hz Frekansta Dietle Birlikte Elektroakupunktur Ve Sadece Diet Uygulamasının Kilo Kaybı İle Beta Endorfin, Adrenokortikotrop Hormon Ve Kortizol Düzeylerine Etkileri
Effect Of 2 Hz Electroacupuncture ApplIcatIon And DIet RestrIctIon On The Levels Of Beta EndorphIn, Acth And CortIsol In The ObesIty Treatment
Amaç: Obezlerde 2 Hz frekanstaki elektroakupunktur ve diet tedavisinin vücut ağırlığına, serum beta endorfin, adrenokortikotrop hormon (ACTH) ve kortizol düzeylerine etkilerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Yaş ortalamaları 40.95±5.08, vücut kitle indeksleri (VKİ) 33,18±2,23 olan 22 kadına diyet ve elektroakupunktur (EA), yaş ortalamaları 43,09±3,52, VKİ’leri 33,77±2,61 olan 22 kadına sadece diyet programı uygulandı. Elektroakupunktur kulak noktalarından Hungry, Shenmen ve Stomach, vücut noktalarından KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 ve Da 3 kullanılarak, haftada bir gün kulak ve vücuttan, iki gün ise sadece vücuttan, günde tek seans ve 30 dakika olmak üzere 20 gün süre ile uygulandı. Diet programı ise 20 gün süre ile 1400 kcal olarak uygulandı. Bulgular: Elektroakupunktur ve diyet uygulamasıyla % 3.83, sadece diyet uygulaması ile % 3.05 oranında ağırlık kaybı gözlendi. Elektroakupunktur ve diyet uygulanan grup ile sadece diyet uygulanan gruptaki deneklerin vücut ağırlığına, ACTH, kortizol ve beta endorfin parametrelerinin etkisinin karşılaştırılması Mann Whitney U testi ile irdelendi. Ayrıca grupların temel değişkenlerle ilgili ortalamaları arasındaki farklılık da Mann Whitney U testi ile karşılaştırıldı. EA ve diyet grubunda sadece diyet grubuna göre ağırlık kaybında (P<0.001) artma gözlendi. Aynı şekilde gruplar arasında ACTH (P<0.001), kortizol (P<0.05) ve beta endorfin’in (P<0.001) serum düzeylerindeki farklar karşılaştırıldığında EA ve diyet grubunda, diyet grubuna göre artma gözlendi. Sonuç: Obezlerde diyete ek olarak 2 Hz frekansta elektroakupunktur uygulanmasının sadece diyet uygulamasından daha fazla ağırlık kaybına neden olduğu belirlendi. Bunu EA etkisi ile artan serum beta endorfin ve ACTH düzeylerinin büyük bir olasılıkla lipolitik etki yapmasına bağlamaktayız.
Aim: To evaluate the effect of EA application at 2 Hz and diet restriction on the levels of serum beta endorphin, ACTH and cortisol in obese women. Material and Method: EA application and diet restriction was applied on 22 women who had the mean age of 40.95±5.08 and Body Mass Index (BMI) of 33.18±2.23 and only diet restriction was performed on 22 women who had the mean age of 43.09±3.52 and BMI 33.77±2.61. EA was performed on ear points of Hungry, Shenmen and Stomach and body points of KB 4, KB 11, Mi 25, Mi 36, Mi 44, Kc 3 and Da 3 once a week to ear and body points and twice a week only body points for 30 minutes for a 20 days period. Diet restriction was organized for 20 days to give a daily 1400 kcal diet. Results: Weight loss of 3,83% was observed with EA and diet application whereas 3.05% loss was observed with diet restriction alone. Comparison of effects of ACTH, cortisol and beta endorphin on body weigths of the patients in the groups of EA and diet application and diet restriction alone were made with Mann Whitney U test. Additionally the differences between the mean values of basic variables also compared with Mann Whitneyu test. An increase at the weight loss was observed in EA and diet group compared to the diet restriction group alone (p<0.001). Similarly when the differences were compared between the groups significant increases were observed in the levels of serum ACTH (p<0.01), cortisol (p< 0.05) and beta endorphin (p<0.001) in the EA and diet group compared to the diet group alone. Conclusion: It was observed that EA application at the frequency of 2 Hz in addition to diet restriction caused more weight loss than the diet restriction alone in obese individuals. This may be due to the lipolytic effect of increased beta endorphin and ACTH with EA application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Hakan Öner, Ahmet Songur, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
Effect Of OvarIectomy And OvarIectomy Follovved By AdmInIstratIon Of Estrogen On The PIneal Gland: A LIght MIcroscopIc Study.
Bu çalışma, ovarektominin ve ovarektomi sonrası uygulanan östrojenin pineal bez üzerine etkisinin ışık mikroskop düzeyde araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 15 adet Wistar-Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-ovarektomi) ve ovarektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Bu hayvanlara günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susamyağı enjekte edildi. Grup III deki sıçanlara da ovarektomi sonrası günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susam yağı içerisinde 0.5 mg Estradiol Beonzoate enjekte edildi. Bir aylık deney süresi sonunda tüm hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Sıçanların pineal bezleri çıkartılarak rutin histolojik yöntemlerle ışık mikroskobik preparatları hazırlandı. Çalışmamızda, ovarektomi sonrası pinealositlerde hipertrofinin oluştuğu ve bez yapısında lipid damlacıklarında artış meydana geldiği gözlendi. Ovarektomi sonrası östrojen enjeksiyonu sonucunda ise, ovarektomi sonrası gözlenen hipertrofinin ve lipid damlacıklarındaki artışın kaybolduğu tespit edildi. Ayrıca, parankima! hücreler arasındaki bağ dokuda artış gözlendi. Sonuç olarak, ovarektomi sonrası pinealosit hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği ve bu artışın östrojen enjeksiyonu ile baskılandığı görüldü.
This study was aimed to examine the effects of ovariectomy and ovariectomy follovved by estrogen administration on the pineal gland by light microscopy. For this purpose 15 female Wistar rats vvere used. Animals were divided into three groups. Group I and II vvere designated as sham-ovariectomised (Control) and ovariectomised, respectively. They received sesame oil (0.1 mİ subcutaneously) alone. The rats in Group III vvere ovariectomised and daily injected vvith Estradiol Benzoate (0.5 mg/0.1 mİ sesame oil per day s.c) for 1 months. At the end, ali animals vvere killed by vascular perfusion. The pineal glands of rats vvere removed, then processed for light microscopy. Ovariectomy caused hypertrophy in pinealocytes and an increase of lipid droplets in the structure of pineal gland. İt was observed that Estradiol administration follovving ovariectomy inhibited ovariectomy induced hypertrophy and increase of lipid droplets. Additionally, the connective tissue betvveen parenchymal cells was increased in this group. İn conclusion, increased of celi activity was seen in the pinealocytes after ovariectomy and this increase was suppressed follovving the administration of Estradiol benzoate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
Kazım Gezginç, Elif Utku Dalkılıç
Derleme
Özeti
Jinekolojik Kanserlerde Fertilite Koruyucu Cerrahi
FertIlIty SparIng Surgery In GynecologIcal Cancers
Günümüzde sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle kadınların çocuk sahibi olma yaşı giderek artmaktadır. Her ne kadar jinekolojik kanserler ileri yaşta görülseler de bunların önemli bir kısmı reprodüktif çağda karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda patoloji, cerrahi ve kemoterapi alanlarındaki gelişmelerle birlikte artık jinekolojik kanserli hastalarda düşük riskli gruplar saptanabilmektedir. Tüm bunlar sonucunda çağdaş kanser tedavisinde; hastanın duygu durumu, fiziksel görünümü, cinsel işlevleri ve fertilite isteği göz önüne alınarak fertilite koruyucu tedavi yaklaşımları ön plana çıkmaktadır.
Today, age of childbearing women is increasing because of social and economic conditions. Although gynecological cancers are seen in old age, some of them may occur in reproductive age. With recent advances in the fields of surgery, pathology and chemotherapy, low risk patient group can be identified in gynecological cancers. Fertility sparing surgery appears as a parallel development in current cancer treatment, when considering the emotional condition, physical appearance, sexual function and fertility desire of the patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
Hilal Erinanc, Özgül Topal
Araştırma makalesi
Özeti
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
A RetrospectIve AnalysIs Of Oral Mucosa
pathologIes: A SIngle-Center TrIal
Amaç: Oral skuamöz hücreli karsinom dünyada en sık görülen 6. tümör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte pek çok hastalık oral mukozada lezyon oluşturabilmektedir. Bu çalışmada 10 yıllık süreçte kendi hasta serimize ait oral mukoza patolojierini oluşturan lezyonlar histopatolojik tanılara göre sınıflandırılmış ve tanılara göre lezyonların yeri, yaş ve cinsiyet dağılımları tespit edilmiş ve malignite ile ilişkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Çalışmamız 2002-2014 yılları arasında Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi Konya Uygulama ve Araştırma hastanesi kulak burun boğaz hastalıkları bölümü tarafından tanı amacıyla biopsi alınarak patoloji laboratuarına gönderilen 288 hastaya ait oral mukoza lezyonunun retrospektif analizini içermektedir. Hastalara ait histopatolojik tanı, yaş, cinsiyet ve lokalizasyon bilgisi patoloji rapor arşivinden elde edilmiştir. İstatistiksel tanımlayıcı analiz SPSS17.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların büyük çoğunluğunu benign epitelyal proliferasyon ve reaktif patolojiler oluşturmaktadır(%22,7). Bu grupta en sık skuamöz papillom(n: 31; % 9,9) görülmüş olup bunu fibroepitelyal polip (n:24; %7,7) ve irritasyon fibromu (n:16; %5,1) izlemektedir. Benign patolojiler içerisinde oral mukozal dermatozlar en sık görülen ikinci lezyondur (n:63, % 21,8). Çalışmamızda 288 oral mukozal lezyonun % 15,3’ünü (n:44) malign patolojiler ve % 17,7’sini (n:51) prekanseröz lezyonlar oluştumaktadır. Skuamöz hücreli karsinom tüm malign patolojilerin %95,5’idir.Tespit edilen premalign lezyonlar; skuamöz hücreli hiperplazi (n:47; 16%), orta dereceli displazi (n:2; % 0,7) ve likenoid displazidir (n:2; % 0,7). Skuamöz hücreli karsinom en sık dudakta lokalizedir. Kadın erkek oranı premalign lezyonlar için hemen hemen eşit olup skuamöz hücreli karsinom erkeklerde biraz daha fazladır (p>0.1). Sonuç: Skuamöz hücreli karsinom, benign lezyonlar ve premalign lezyonlara göre daha yaşlı hastalarda görülmektedir. Çok geniş spektrumdaki birçok oral mukozal patolojinin benzer bir klinik görüntüsü olması klinisyenleri tanı aşamasında zorlayıcı bir unsurdur. Özellikle malign lezyonlarda erken teşhis hayat kurtarıcı olabilir. Bu nedenle patolojilere yönelik kendi serilerimizi oluşturmak önemlidir. Histopatolojik tanılarına göre sınıflandırılmış lezyonların lokalizasyon, yaş ve cinsiyet gibi bazı klinik özelliklerine göre dağılımını veren bu serimiz klinik tanıda yol gösterici ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Aim: Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide however a wide range of diseases may affect the oral mucosa. We aim to determine the prevalence of the oral mucosal pathologies in our patient series and discuss the final diagnosis in relation to sex, age and subsite distribution. Patients and Methods: This was a cross sectional descriptive study, including 288 patients with oral mucosal pathologies, diagnosed at Baskent University Konya Hospital between January 2002 and December 2014. Data were retrieved from archives of pathology laboratory, retrospectively. A commercially available statistical package (SPSS17.0) was used for descriptive statistical analysis. Results: The results showed that benign epithelial proliferations and reactive pathologies were the most frequently diagnosed lesion, accounting for 22.7% of the total number of patients. Among this reactive pathologies, squamous papillomas were the most common (n: 31; 9,9%), followed by fibroepithelial polyps (n:24;7,7%) and irritation fibromas (n:16; 5,1%). Oral mucosal dermatoses were the second common benign lesions, accounting for 21,8% (n:63) of all cases. Of the 288 oral mucosal pathologies 15,3% (n:44) were malignant and 17,7% (n:51) were precancerous. Squamous cell carcinoma were comprised of 95,5% of all the malignant lesions. Premalignant lesions were with the following distribution: squamous cell hyperplasia (n:47; 16% ), moderate dysplasia (n:2; 0,7% ) and lichenoid dysplasia (n:2; 0,7% ). Lip was the most frequently involved site for squamous cell carcinoma. The male to female ratio was almost equal in both sex for premalignant lesions however there was slight male predominance for squamous cell carcinoma (p>0.1). Squamous cell carcinoma was commonly seen in the older age group compared to benign and precancerous lesions. Conclusion: The similar clinical appearance of oral mucosal pathologies in a very wide spectrum is a compelling element for clinicians in the process of diagnosis. Especially in malignant lesions early diagnosis may be life saving. Therefore, it is important to reveal our own series about these pathologies. This study, by demonstrating distribution of histopathologically classified lesions according to some clinical features such as location, age and gender, will guide and facilitate the clinical diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pektus Ekskavatum Ve Cerrahı Tedavısı
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Mehmet Gök, Simsen Avvuran, Aydın Şanlı, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pektus Ekskavatum Ve Cerrahı Tedavısı
Pectus Excavatum And SurgIcal Treatment
Pektus ekskavatum sternumun en sik gorillen konjeniral deformitesidir. Cerrahi tedavi genelikle psikolojik ve kozmetik nedenlerle yapilmaktadtr. Bu makalede 1983-1996 yrilart arastnda hastanemizde opere edilen 26 vaka incelenmiştir.
Pectus excavatum is the most common deformity of the sternum. Surgical treatment is mostly per-formed by cosmetic and physicologic reasons. 26 cases were evaluated that treated in our hospital from 1983-1996.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tromboflebitis Ve Tıbbi Tedavi Yöntemleri
Hasan Solak, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tromboflebitis Ve Tıbbi Tedavi Yöntemleri
ThrombophlebItIs And Methods Of MedIcal Treatment
1976-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp-Göğüs-Damar Cerrahisi Kliniğine 70 tromboflebitisli hasta müracaat etmiştir. Drekt ve indrekt olarak hayatı tehdit etmesi sebebiyle tromboflebitisin etiyoloilk sebeplerini, tedavi yöntemlerini ve komplikasyonlarını anlatmayı uygun bulduk.
Between 1976-1982 70 patients with tiırombophlebitis applied to the Clinic oi Thoracic and Cardiovascular Surgery of Dicle University, School of Medicine. We thought that it would be interesting to study the etiological causes, methods of treatment and complications of thromhophlebitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Kalp Cerrahisi Sonrası Pulmoner Hipertansif
kriz Tedavisi İçin Sildenafil Kullanımı
defekt Hastaları
Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Mehmet Işık, Yüksel Dereli, Ali Sarıgül, Mehmet Yeniterzi, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Konjenital Kalp Cerrahisi Sonrası Pulmoner Hipertansif
kriz Tedavisi İçin Sildenafil Kullanımı
defekt Hastaları
SIldenafIl Use For Treatment Of Pulmonary HypertensIve CrIsIs After
congenItal Heart Surgery
Bir fosfodiesteraz inhibitörü olan sildenafil, pulmoner yatakta
vazodilatasyona yol açarak pulmoner kan basıncını düşürmektedir.
Bu çalışmada, konjenital kardiyak defektli hastalarda sildenafil
kullanımının postoperatif dönemde pulmoner hipertansif kriz
ataklarını önlemedeki etkinliği araştırıldı. Kliniğimizde, Kasım 2005
ile Mayıs 2006 tarihleri arasında pulmoner hipertansiyonu bulunan
9 konjenital kardiyak defektli hasta opere edildi. Hastaların yaş
ortalaması 9.6±8.1 (3-12) ay ve ortalama vücut ağırlığı 5.5±0.9
(4-7) kg idi. Tüm hastalar median sternotomiyi takiben aortik ve
bikaval kanülasyon ile ekstrakorporeal dolaşım kullanılarak opere
edildi. Orta derecede hippotermi uygulandı ve kan kardiyoplejisi
kullanıldı. Ameliyat sonrası erken dönemde 0.5 mg/kg/gün dozunda
oral (nazogastrik tüp aracılığıyla) sildenafil tedavisi başlandı. Doz
kademeli olarak arttırılarak 2mg/kg/gün’e kadar çıkıldı ve tedaviye
bir hafta devam edildi. Hastalara ait sonuçlar retrospektif olarak
değerlendirildi. Preoperatif dönemde ortalama pulmoner arter
basıncı 52.7±7.9 mmHg idi. Hastaların ortalama entübasyon süreleri
58.4±34.0 (20-100) saat, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri
ise sırasıyla 2-7 (ortalama 4.8±2.0) ve 6-12 (ortalama 10.11±2.8)
gün idi. Çalışmada mortalite veya sildenafile bağlı ciddi hipotansiyon
görülmedi. Sadece 1 hastada ve 1 kez pulmoner hipertansif kriz atağı
görüldü. Postoperatif dönemde 1 hastada kalıcı kalp bloğu gelişti
ve bu hastaya kalıcı pacemaker yerleştirildi. Sildenafil, pulmoner
hipertansiyonu bulunan konjenital kardiyak defektli hastalarda
postoperatif pulmoner hipertansif krizlerin önlenmesinde etkin bir
tedavi seçeneğidir.
Sildenafil, a phosphodiesterase inhibitor, decreases pulmonary
arterial pressure by providing vasodilation in the pulmonary vascular
bed. In this study, the effect of sildenafil use was investigated
for prevention of pulmonary hypertensive crisis attacks in the
postoperative period in patients with congenital heart defects. In
our clinic, 9 patients with pulmonary hypertension and congenital
heart defects were operated in between November 2005 and May
2006. Mean age of the patients were 9.6±8.1 (3-12) months and the
mean body weights were 5.5±0.9 (4-7) kg. All patients were operated
following median sternotomy by using extracorporeal circulation
after aortic and bicaval cannulation. Medium hypothermia with cold
blood cardioplegia was used. Sildenafil treatment was started in the
early postoperative period by 0.5 mg/kg/day through the nasogastric
tube. The dose was gradually increased up to 2 mg/kg/day and the
treatment was maintained for one week. The results of the patients
were evaluated retrospectively. Mean pulmonary arterial pressure in
the preoperative period was 52.7±7.9 mmHg. Mean intubation times
of the patients were 58.4±34.0 (20-100) hours, whereas intensive
care unit stay and hospitalization periods were 2-7 (mean 4.8±2.0)
and 6-12 (mean 10.11±2.8) days, respectively. During the study,
neither mortality, nor important hypotension caused by sildenafil, was
detected. Only a pulmonary hypertensive crisis attack was detected
in 1 patient. One patient had consistent heart block and permanent
pacemaker was implanted. Sildenafil is an effective choice of
treatment for prevention of postoperative pulmonary hypertensive
crisis in patients with congenital heart defects accompanied by
pulmonary hypertension.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Emrullah Durmuş, Engin Özbay, Arif Aydın, İsmail Karlıdağ, Halil Ferat Öncel, Remzi Salar, Ekrem Özyuvalı, Talip Göktaş, Mehmet Giray Sönmez
Araştırma makalesi
Özeti
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Our InItIal Laparoscopy Surgery ExperIences In UrInary System: 97 Cases
Özet:
Amaç: Bu çalışmada üriner sisteme yönelik gerçekleştirdiğimiz 4 yıllık laparoskopik cerrahi deneyimlerimizi literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2014-Ekim 2018 tarihleri arasında kliniğimizde 97 hastaya üriner sisteme yönelik laparoskopik cerrahi girişim uygulandı.54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim ve 1 hastaya da radikal prostatektomi uygulandı.. Hastalar sağ ve sol olmak üzere iki gruba ayrılarak operasyon süresi, ortalama kan kaybı, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar, hastanede kalış süresi ve dren kalma süresi açısından retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
Hastaların ortalama yaşı 44(16-67) idi .Erkek/Kadın oranı 54/43 idi. Radikal prostatektomi hariç 54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim uygulandı. Tüm girişimlerde ortalama ameliyat süresi 145(40-210) dakika, ortalama dren alınma süresi 3.1(1-10) gün, yatış süresi 3.4(1-14) gün,kanama miktarı 150(20-500) cc olarak hesaplandı. Pyelolitotomi yapılan 1 hastada ve radikal prostatektomi yapılan 1 hastada drenden uzamış idrar drenajı gözlendi. Tüm girişimler gözönüne alındığında ortalama komplikasyon oranı %5.1 olarak bulundu. Sağ laparoskopik cerrahi girişim ile sol laparoskopik cerrahi girişim arasında karşılaştırılan parametreler açısından herhangi bir fark gözlenmedi.
Sonuç: Laparoskopinin ilk öğrenme döneminde olan bir cerrahın başlangıçta nispeten daha basit prosedürler seçmesi ancak bu süreyi çok uzatmadan daha kompleks ameliyatlara geçmesi öğrenme süresini hızlıca kısaltabilir. Uygun hasta seçimi ve yeterli ekipman ile perifer merkezlerde de laparoskopik cerrahi güvenle uygulanabilir.
Abstract:
Objective: Our objective in this study was to present our four years of experience in laparoscopic surgery for urinary system accompanied by literature.
Material and Methods: Between January 2014 and October 2018, laparoscopic surgical intervention was made on urinary system for 97 patients in our clinic. 54 patients had right and 42 patients had left laparoscopic surgical intervention and 1 patient had radical prostatectomy. Patients were retrospectively examined for operation duration, average blood loss, intraoperative and postoperative complications, hospitalization duration and drain installation time after separating into two groups as right and left.
Results.
Average age of the patients was 44(16-67). Male/Female rate was 54/43. Apart from radical prostatectomy, 54 patients had right and 42 patients had left kidney laparoscopic surgical intervention. Average operation duration was 145 (40-210) minutes, average drain removal time was 3.1 (1-10) days, hospitalization duration was 3.4 (1-14) days and bleeding amount was 150(20-500) cc in all interventions. Lengthened urinary drainage was observed from the drain in one patient who had pyelolithotomy and one patient who had radical prostatectomy. When all interventions were considered, the average complication ratio was found 5.1%. No differences were observed in the parameters compared among right and left laparoscopic surgery interventions.
Conclusion: For a surgeon in the first learning phase of laparoscopy, choosing relatively simpler procedures in the beginning but passing to more complex operations without much delay may quickly shorten the learning phase. Through the selection of suitable patients and adequate equipment, laparoscopic surgery can also be applied safely in peripheral centers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
Bedri Özer, Salim Güngör, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
SurgIcal Therapy For BenIgn ParotId Tumors
Yetersiz eksizyon ve enükleasyon tekniği nedeniyle yaklaşık 50 yıl öncesine kadar benign tümörlerin, özellikle ple- omorfik adenomların postoperatif nüks oranları %21-70 arasında değişmekteydi. Bugün cerrahi teknikler daha güvenli ve yeterli düzeydedir. Fasyal sinirin identifikasyonu ve korunmasının avantajı ile çevreden yeterli sağlıklı parotis dokusunu da içerecek tarzda tümörün çıkartılması, 1940 lı yıllardan itibaren temel filozof iyi oluşturmuştur. Süperfisyal parotidektomi olarak tanımlanan bu teknik tüm otolarengologlar tarafından uygulanmaktadır. Bu çalışmada çeşitli tekniklerle müdahale edilen bir grup benign parotis tümörü vakasında cerrahi tekniklerin avantaj, dezavantaj ve postoperatif morbiditesi literatür verileri ile birlikte tartışıldı. Süperfisyal parotidektominin sınırlı va kalar dışında kitlenin eksizyonu, fasyal sinir ve dallarının korunması, postoperatif nüksün önlenmesi açısından en sağlıklı teknik olduğu sonucuna ulaşıldı.
Because the technique of enucleation and incomplete excisions, 50 years ago recurrence rates after surgical re- moval of tumors, especially pleomorfic adenomas ranged betvveen 21% and 70% . Today, surgery for bening pa rotid tumors has evolved into a procedure that is both effective and safe. The advent of facial nerve Identification and preservation with tumor removal with a adequate amount of surrounding healthy parotid tissue, occurred in the early 1940s as a true change in philosophy. The operation, termed superficial parotidectomy, is no w accepted by the majority of otolaryngologists. İn this article 23 patient that had benign parotis tumors was presented. Sur gical therapy and techniques discussed vvith literatüre, l/Ve shovv that superficial parotidectomy is the better tec- nique for benign parotis tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Mehtap Karameşe, Mustafa Keskin, Zekeriya Tosun, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Effect Of NebIvolol On Rat Tram Flap VIabIlIty
Meme rekonstruksiyonu; meme kanserinin cerrahi tedavisinin bir parçası olarak düşünülmektedir. Rekonstrüksiyon seçenekleri arasında bulunan transvers rektus abdominis kas deri flebinin (TRAM) belirli beslenme zonlarındaki perfüzyon yetersizlikleri, cerrahi sonrası görülen komplikasyonların artmasına neden olmaktadır. Periferik vazodilatasyonla kanlanma artırıldığında, flep viabilitesi artmakta ve komplikasyon riski azaltılabilmektedir. Nebivolol, üçüncü kuşak beta-adrenoreseptor blokeri olup nitrik oksit aracılığıyla periferik vazodilatasyon yapmaktadır. Çalışmada otuz adet, 250-300 gr ağırlığında Spraque- Dawley rat, beş deney grubuna ayrıldı. Tüm gruplarda TRAM flep kaldırıldı. Kontrol grubu kabul edilen birinci gruba ilaç uygulanmadı. İkinci gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol (Vazoksen, Abdi Ibrahim) oral gavaj yöntemi ile başlandı ve postoperatif 7 gün uygulamaya devam edildi. Üçüncü gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol, verildi. Peroperatif dönemde ve postoperatif 7 gün devam edildi. Dördüncü gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol başlandı ve postoperatif dönemde 7 gün devam edildi. Beşinci gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol kullanıldı. Peroperatif veya postoperatif dönemde ilaç kullanılmadı. Yedinci gün, tüm ratlarda kan laktat düzeyi ölçüldü ve fleplerin fotoğrafları çekilerek, nekroz alanlarının yüzdeleri belirlendi. Kan laktat değerlerinin, istatistiksel olarak tüm gruplarda kontrol grubuna (grup I) göre belirgin farklılık gösterdiği bulundu. En anlamlı fark kontrol grubu ile (grup 4) arasında tespit edildi. Fleplerin nekroz oranlarının değerlendirmelerinde, istatistiksel olarak grup 1’e göre diğer tüm gruplarda anlamlı fark mevcuttu (p
Breast reconstruction is an essential part of the breast cancer threapy. The transverse rectus abdominis musculocutaneous (TRAM) flap has been widely used for reconstruction of the breast. Partial loss of the flap is still a major problem. The defficiency of flap perfusion may cause partial necrosis of the flap. Periferic vasodilatation may increases flap viability. The aim of this study is evaluation of affect of nebivolol on rat TRAM flap perfusion. Nebivolol is a selective β1 adrenergic receptor antagonist that causes a direct vasodilator effect attributed to the action on vascular nitric oxide (NO). In this study 30 male spraque–dawley rats were used. A pedicled TRAM flap based upon the the right inferior epigastric artery was elevated and reapproximated. Animals were randomly assigned to 5 treatment groups (n:6). Group 1 received no nebivolol. Groups 2 through 5 were administered 100 mg/kg nebivolol orally 24 hours preoperatif; in addition groups 2 to 4 received orally postoperatif for 7 days. Group 3 also received intraoperatively; groups 4 and 5 were given nebivolol orally for 7 days before the 24 hours preoperatif treatment. Seven days after surgery skin paddles were photographed and assessed for viability. In seventh day blood lactate levels were measured. Statically significant differences were found in all experimental groups relative to the controls. Group 4 displayed the greatest improvement in flap viability, significantly better than other nebivolol groups. This study indicates that nebivolol may provide a useful pharmacologic tool for reducing iscemia-reletad necrosis in TRAM flaps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardıak Tamponat Olusturan Perıkardıal Effuzyonlarda Subksıfoıdal Perıkardıotom1 Uygulanması Ye Perıkardıosenteze Ustunluklerı
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Kazım Gürol Akyol, Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Simsen Avvuran, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Kardıak Tamponat Olusturan Perıkardıal Effuzyonlarda Subksıfoıdal Perıkardıotom1 Uygulanması Ye Perıkardıosenteze Ustunluklerı
SubxIphoId PerIcardIotomy
Seljuk Universitesi Tip Fakultesi Gogus Ka1p Damar Cerrahisi Kliniginde Aralik 1983 ile Aralik 1995 yillart arasi ileri perikardial efflizyonu olan 50 hastanin 47'sine subksifoidal perikardiotomi uy-gtdandi. Bit yontentin perikardiosenteze oranla eti-yolojik tam ye tedavide olan iistiinliikleri vur-gulandi. Her iki yontem sonrast geliFbilecek ciddi komplikasyonlar nedeni ile preoperatuvar he-modinamik monitorizasyonun onemi belirtildi.
In Patients Have Pericardial Effusion Causing Cardiac Tamponade and A Comparison With Pericardiosynthesis. Between December 1983 and December 1995 fifty patients with severa Pericardial effusion were sed suhxiphoid pericardiotomy is more usufitll than pericardiosyntesis. Preoperative hemodynamic monitorisation sho-uld he performed in every patient since dangereous complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Tavsan Merkezı Sınır Sıstemınde Lip0fussın Pıgmentının Hıstokımyasal Metodla Ism Mıkroskobu Duzeyınde Incelenmesı
The LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of LIpofIscIn PIgment Of The Central Nervous System On Aged RabbIts HIstochemIcal Methods
Yeni Zellanda tipi beyaz tavşanlarda spinal genglion, formasyo retikularis ye medulla spinalisin üç bölgesindeki nöronlarda lipofissin polar, bipolar, periniikleer ye diffüz olarak gorüldu. Alternativ Nile Blue, Hueck metodu, Indefenol, PAS. Perasetik asit ye Sudan Black B+,• Masson-Fontana ye Long Ziehl Neelson-dir.
In this study; the lipofuscin pigment of the neuron of the spinal ganglions, formatio reticularis, three parts of the spinal cord and purkingje cells of the cerebellum of the aged white New Zealland rabbits were studied. The pigment were studied following: Alternative Nile Blue Methode +, Hueck rnethode +, PAS and indephenol +, Sudan Black B +, Schmorl methode -„ Long Ziehl Neelson -, Masson-Fontana and Chrom Alum -. The lipofuscin pigment in the Purkinje cells have never been found.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Osman Serhat Tokgöz, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Dislipidemik Erişkinlerde, Antihiperlipidemik İlaç Tedavilerinin Optimal Etki Ve Nörolojik Yan Etki Yönünden Değerlendirilmesi
Assessment The OptImum EffIcacy And NeurologIc SIde Effect(s) Of AntIhyperlIpIdemIc Drug RegImens In DyslIpIdemIc Adult PatIents
Amaç: Dispidemik erişkinlerde, antihiperlipidemik ilaç tedavilerinin optimal etki ve nörolojik yan etki yönünden araştırılması. Gereç ve Yöntem: Nöroloji ve kardiyoloji polikliniklerine başvuran 37-77 yaşları arasında 42 kadın, 87 erkek, toplam 129 dislipidemik hasta çalışmamız için seçildi. Tüm hastalara, ideal kilolarına ulaşmaları ve standart lipidden fakir beslenme diyetini uygulamaları önerildi. Hastalar 5 gruba ayrıldı. Gruplara sık kullanılan antihiperlipidemik ilaçlardan; düşük doz atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrat (200 mg) ve fenofibrat + atorvastatin kombinasyonu başlandı. 0, 3, 6 ve 12. aylarda nörolojik muayene yapıldı ve kan lipit profili, kan enzimleri izlendi. İlaç kullanımı sonrası nörolojik şikayeti olanlara, nörolojik muayenesinde patolojik bulgu tespit edilenlere ve kas enzimleri yüksek olanlara ENMG yapıldı. Bulgular: ATP III Kriterlerine göre yüksek ve sınırlı yüksek hiperlipidemi vakalarında düşük doz antihiperlipidemik ilaç kullanımı sonucu; ikinci 6 ayda fenofibrat provastatine oranla anlamlı bir şekilde Trigliserit’de (TG) düşme sağladı. İlk 3 ayda atorvastatin fenofibrata oranla LDL-K değerlerine anlamlı bir düşmeye neden oldu. İlk 6 ayda pravastatin, atorvastatine oranla kreatin kinaz seviyelerinde anlamlı artışa neden oldu. Kullanılan ilaçlar arasında diğer lipit profilleri üzerine etkiler ve yan etkileri açısından bir fark yoktu. ENMG yapılan hastalarda patolojik bulgu gözlenmedi. Sonuç: Bir yıl süreyle düşük doz kullanılan antihiperlipidemik ilaçlar çoğunlukla etki bakımından benzer konumdadır. Kas enzimleri üzerine yan etkileri miyalji ve % 4-68 oranında enzim artışı şeklindedir. Tüm ilaçlar için CK artışı literatürde belirtilen 3-10 kat yüksekliğe ulaşmamıştır. ENMG’de miyopati olmamasına rağmen miyalji, önemli bir yakınma nedenidir. Sonuçta uzun süreli statin tedavisinin yüksek risk taşıyan ve düzenli kontrol edilebilen hastalarda önerilmesinin uygun olduğu kanısındayız.
Aim: To assess the optimum efficacy and neurological side effect(s) of antihyperlipidemic drug regimens in dyslipidemic adult patients. Material and Method: Fotry-two male, eighty-seven female; totally 129 dyslipidemic patients, 37 to 77 years of age who admitted to neurology and cardiology out-patient clinics were eligible for our study. All of the patients were recommended to reach an ideal body weight and to maintain a standard low-lipid diet. Patients were divided into 5 subgroups and were assigned to receive commonly used antihyperlipidemic agents; low-dose atorvastatin (10 mg), pravastatin (10 mg), simvastatin (10 mg), fenofibrate (200 mg) and a combination of fenofibrate and atorvastatin regimen. Neurological examination was evaluated besides fasting plasma lipid profile and muscle enzyme levels at 0, 3, 6 and 12-month intervals. Electroneuromyography (ENMG) was performed in patients having neurological complaint(s), finding(s) and/or elevated muscle enzyme levels after drug administration. Results: According to ATP III criteria, in the second 6-month period, fenofibrate effectively improved the triglyceride profile in patients with high and borderline plasma lipid levels versus pravastatin therapy. In the first 3-month period, atorvastatin significanty improved LDL-C levels versus fenofibrate. In the first 6-month period, pravastatin caused a marked elevation of creatinine kinase levels versus atorvastatin. Among all the drugs, no other differences were observed either on lipid or on side effect profiles. No pathological findings were observed in patients who underwent ENMG. Conclusion: For the first year, low-dose antihyperlidemic agents have mostly similar efficacy profiles. Encountered side effects are; myalgia and elevated serum creatinine phosphokinase (CPK) levels at a range of 4-68 %. CPK elevations did not exceed to 3 to 10 times as reported in the literature with any of the drugs. In spite of myopathic changes in ENMG, myalgia was commonly reported. In conclusion we suggest that, patients at hig-risk, represent a suitable group for prolonged statin treatment with regular clinical follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Niyazi Görmüş, Kadir Durgut, Atilla Orhan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Early And MId-Term Results Of Urgent Open Heart Surgery In PatIents WIth Left Maln Coronary Artery DIsease
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal Anestezi Altında Mini Laparotomi İle Cerrahi Gastrostomi: 62 Olgunun Analizi
Cebrail Akyüz
Araştırma makalesi
Özeti
Lokal Anestezi Altında Mini Laparotomi İle Cerrahi Gastrostomi: 62 Olgunun Analizi
SurgIcal Gastrostomy WIth MInI Laparatomy Under Local AnesthesIa: AnalysIs Of 62 Cases
Amaç: Obstrüktif tümörler, nöromuskuler hastalıklar, felç, serebral kanama gibi durumlarda genelllikle beslenme amaçlı gastrostomi gerekir. Bu çalışmanın amacı, endoskop kullanımının kısıtlı olduğu durumlarda lokal anestezi altında uygulanabilen mini laparotomi ile cerrahi gastrostominin başarılı şekilde kullanımınını tartışmaktır.
Gereç ve Yöntemler: 62 hastaya Stamm gastrostomi prosedürü uygulandı.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 63.7 idi ve % 83.9’ u ASA IV’ tü. Gastrostomiendikasyonunu% 51.6’ sını tümör obstrüksiyonu, % 17.7’ sini nöromüskuler hastalıklar, % 16.6’ sını ise inme ve serebral kanamalar, % 1.6’ sınıözafagus yaralanması, % 12.9’ unu metastatik tümörler ve hipoksikensefalopati oluşturmaktaydı.Ortalama ameliyat süresi 36 ± 12.8 dakika idi. İşleme bağlı hastane içi morbidite ve mortalite oranları düşüktü (sırasıyla; % 16.2- % 14.5).
Sonuç: Lokal anestezi altında mini laparotomi ile Stammgastrostomi, perkütan ve endoskopik yaklaşımların uygulanamadığı durumlarda etkili bir alternatiftir. Yüksek riskli hastalarda kısa ameliyat süresi, düşük morbidite ve mortalite oranları ile güvenli bir şekilde uygulanabilir.
Objective: Feeding gastrostomy is generally needed in the cases of oropharnyngeal dysphagia. The objective of this study is to analyze the use of surgical gastrostomy with mini laparatomy under local anaesthesia in situations where endoscopic procedure is not possible.
Methods: Stamm gastrostomy was performed in 62 patients in whom oral and nasogastric tube feeding could not be given and percutaneous endoscopic gastrostomy could not be performed.
Results: A mean age of 63.7 years and 83.9% of them were ASA IV. The indications for gastrostomy were tumour obstruction, neuromuscular diseases, paralysis and cerebrovascular bleeding, oesophageal injury, metastatic tumours and hypoxic encephalopathy in 51.6, 17.7, and 16.6, 1.6 and 12.9% respectively. The mean operation duration was 34 ± 12.8 minutes. Procedure-dependent hospital morbidity and mortality were low (% 16.2- % 14.5, respectively).
Conclusion: Stamm gastrostomy with mini laparatomy under local anaesthesia is an effective alternative in situations where percutaneous or endoscopic procedures cannot be done. It can be performed in high-risk patients safely due to its short operation time, low morbidity and mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Zafer Şahin, Ahmet Özkaya, Ökkeş Yılmaz, Ahmet Orhan Görgülü
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Effect Of GeranIol On BraIn Cholesterol, VItamIn
a And E Levels In The Hydrogen PeroxIde-Treated
rats
Amaç: Bir monoterpen olan geraniol, bazı bitkilerde yer alan doğal bir antioksidandır. Hidrojen peroksit
(H2O2) ise reaktif oksijen türlerinin (ROS) bir üyesidir. Bu çalışmada, H2O2 uygulanan sıçanlarda geraniolün
beyin kolesterolü ve yağda çözünen A (retinol) ve E (alfa (α)-tokoferol ve α-tokoferol asetat) vitaminlerine
etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada yetişkin erkek Wistar sıçanlar rastgele dört gruba ayrılarak (n=7),
geraniol (50mg/kg) ve H2O2 (16mg/kg), intraperitoneal olarak, 30 gün süresince gün aşırı uygulandı. Beyin
numuneleri homojenize edildikten sonra kolesterol, α-tokoferol, α-tokoferol asetat ve retinol düzeyleri yağ
ekstraktlarından HPLC ile analiz edildi.
Bulgular: Beyin kolesterol düzeyinin H2O2 grubunda kontrol grubuna kıyasla daha fazla olduğu belirlendi.
H2O2 ve geraniol+ H2O2 gruplarında, beyin α-tokoferol asetat düzeylerinin kontrole kıyasla daha yüksek
olduğu bulundu. Beyin retinol seviyesi bakımından grupların hiçbirisinde istatistiksel olarak anlamlı bir
değişiklik mevcut değildi.
Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, beyinde kolesterol ve α-tokoferol asetat düzeylerinin H2O2 ile oluşturulan
oksidatif stresten etkilendiğini göstermektedir. Geraniolün erkek sıçanlarda H2O2’nin etkilerini azaltma
potansiyeli olduğu söylenebilir.
Aim: Geraniol, a monoterpene, is a plant-derived natural antioxidant. Hydrogen peroxide (H2O2) is a
member of reactive oxygen species (ROS). The objective of this study is to de-termine the effect of
geraniol on brain cholesterol and lipophilic vitamins such as vitamin A (retinol) and vitamin E (alpha (α)-
tocopherol and α-tocopherol acetate) in H2O2-administrated male rats.
Materials and Methods: Adult male Wistar rats were randomly divided into four groups (n=7). Geraniol
(50 mg/kg) and H2O2 (16 mg/kg) were administered by an intraperitoneal injection for 30 days with a
1-day interval. Brain samples were homogenized and cholesterol, α-tocopherol, α-tocopherol acetate, and
retinol levels analyzed from lipid extracts by HPLC.
Results: Brain cholesterol level was found to be significantly higher in the H2O2 group than the control
group. Brain α-tocopherol acetate levels were found to be significantly higher in the H2O2 and the
geraniol+H2O2 groups than the control group. There was no difference in retinol levels between any
groups.
Conclusion: In conclusion, our results indicate that brain cholesterol and α-tocopherol acetate levels are
affected by H2O2-induced oxidative stress. Moreover, we suggest that geraniol has the potential to reduce
the effect of H2O2 in male rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Status Epileptikus Kliniği İle Başvuran Şizensefali
vakası
Hilal Aydın, Nimet Kabakuş, Gökçe Kaya, Emine Dağıstan
Olgu sunumu
Özeti
Status Epileptikus Kliniği İle Başvuran Şizensefali
vakası
A Case Study Of SchIzencephaly WIth Status EpIleptIcus ClInIcs
Şizensefali, hemisfer boyunca ependimal yüzeyden korteksin
pia örtüsüne kadar uzanan, gri madde ile çevrili bir yarıktır.
Yarıkların gri cevher ile örtülü duvarlarının birbirine yakın olması
Tip 1 (kapalı dudak), birbirinden uzak olması ise Tip 2 (açık dudak)
olarak adlandırılır. Çocuklardaki kliniği mental motor retardasyon,
nöbetler ve fokal nörolojik bozukluklara kadar değişen geniş bir
aralığa sahiptir. Epilepsi hastaların çoğunda vardır, genellikle
fokal nöbetler ile karakterizedir. Şizensefalinin status epileptikus’a
neden olabileceği az sayıda vakada bildirilmektedir. Bu yazımızda,
nöbeti fokal başlayıp jeneralize devam eden, status epileptikus
kliniği ile başvuran yedi yaşındaki bir şizensefali olgusu sunularak;
şizensefalinin epilepsi ve status epileptikustaki yeri vurgulanmaya
çalışılmıştır.
Schizencephaly is a slit covered with gray matter, that lies from
the ependimal surface to the piadressing a long the hemisphere. If
the walls of the slitscovered with gray matter of are close to each
other it is named as Type 1 (closedlip), if they are further from each
other, it is called astype 2 (openlip). Clinics in children has a large
range of spectrum from mental motor retardation, seizure to focal
neurological disorders. Most of the patients have epilepsy which
are usually characterized by focalseizures. There are only a few
cases where schizencephaly causes status epilepticus. Here in, we
report a schizencephaly case of a 7 year old boy who was accepted
with a status epilepticus clinics that started locally and progressed
generally. We emphasize the important role of schizencephaly in
epilepsy and status epilepticus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Morbid Obezite Cerrahisi Ve Komplikasyonlar
Bayram Çolak, Serdar Yormaz, İlhan Ece, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Mehmet Ertuğrul Kafalı, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Morbid Obezite Cerrahisi Ve Komplikasyonlar
MorbId ObesIty Surgery And ComplIcatIons
Obezite ameliyatları, morbid obez hastalarda kilo kaybının
devamlılığının sağlanmasında oldukça etkili yöntemdir. Obezite
ameliyatlarından sonra ameliyatın tipine özel komplikasyonlar
olmasına karşın bunların dışında erken ve geç dönem komplikasyonlar
da görülmektedir. Çalışmamızda, morbid obezite nedeniyle bariartrik
cerrahi uyguladığımız hastaların ameliyat esnasında veya ameliyat
sonrasında tespit edilen komplikasyonlarını sunmayı amaçladık.
Toplam 361 hastaya bariatrik cerrahi uygulandı. Hastaların 207’sine
(%57.3) laparoskopik sleeve gastrektomi (LSG), 38’ine (%10.5)
laparoskopik Roux-n-Y gastrik bypass (LRYGB), 32’sine (%8.8)
Roux-n-Y gastrik bypass (RYGB), 32’sine (%8.8) mini gastrik bypass
(MGB), 28’ine (%7.7) laparoskopik mini gastrik bypass (LMGB),
21’ine (%5.8) sleeve gastrektomi (SG), 2’sine (%0.5) vertikal bantlı
gastroplasti (VBG) ve 1’ine (%0.2) intragastrik balon yerleştirilmesi
işlemleri yapıldı. Roux-n-Y gastrik bypass yapılan 2 hastada (%0.5)
anastomoz kaçağı tespit edildi. SG yapılan bir hastada stapler
hattından kaçak meydana geldi. 1 hastada evisserasyon, 1 hastada
ameliyat esnasında dalak yaralanması, 44 hastada (%12.1) cerrahi
alan enfeksiyonu tespit edildi. Cerrahi alan enfeksiyonu tespit edilen
hastaların %91’inde diabetes mellitus mevcuttu. Laparoskopik
bariatrik cerrahi yapılan hastalarda cerrahi alan enfeksiyonu oranı
%6.8 iken açık cerrahide bu oran %29.4’e kadar çıktığı görüldü. 9
hastada (%2.4) ileus, 3 hastada (%0.8) pulmoner emboli, 8 hastada
(%2.2) DVT gelişti. Süper obez 2 hastada postoperatif akciğer
yetmezliğine bağlı mortalite meydana geldi. Bariatrik cerrahide hangi
ameliyat tekniği tercih edilirse edilsin morbidite ile karşılaşılması
muhtemeldir. Bu nedenle morbid obez hasta seçiminde ve tedavi
sürecinde komplikasyon açısından dikkatli olunması gerekmektedir.
Obesity surgery is a highly effective method on ensuring a
maintained weight loss. Following the obesity surgeries, while
there are complications specific to type of the surgery, early or late
complications also can be seen. In our study, we aim to present the
determined complications during or post surgery on patients who
were conducted bariatric surgery due to morbid obesity.Bariatric
surgery was conducted on a total of 361 patients. Of these patients,
207 (57.3%) laparoscopic sleeve gastrectomy (LSG), 38 (10.5%)
laparoscopic Roux-n-Y gastric bypass (LRYGB), 32 (8.8%) Rouxn-Y
gastric bypass (RYGB), 32 (8.8%) mini gastric bypass (MGB), 28
(7.7%) laparoscopic mini gastric bypass (LMGB), 21 (5.8%) sleeve
gastrectomy (SG), 2 (0.5%) vertical banded gastroplasty (VBG) and
1 (0.2%) intragastric balloon placement procedures were applied.
Anastomotic leak was determined on 2 patients (0.5%) with Roux-n-Y
gastric bypass. On 1 patient with SG conducted, a leak through stapler
route has occurred. On 1 patient evisceration, on 1 patient a spleen
injury during the surgery, on 44 patient (12.1%) surgical site infection
were detected. 91% of these patients with surgical site infection
had diabetes mellitus. While on patients with laparoscopic bariatric
surgery the ratio of surgical site infection was 6.8%, in open surgery
this ratio was increased up to 29.4%. Ileus, pulmonary embolism
and DVT were developed in 9 (2.4%), 3, (0.8%) pulmonary and 8
(2.2%) patients, respectively. On super obese 2 patients mortality
was occurred due to postoperative lung insufficiency. With bariatric
surgery, regardless of the surgery technic used there is a possibility
of morbidity. Consequently, it must be careful for selecting a morbid
obese patient and during the treatment in terms of complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
Tevfik Küçükkartallar, Bayram Çolak, Murat Çakır, Ahmet Tekin
Olgu sunumu
Özeti
Proksimal Jejenumda Gastrointestinal Stromal Tümöre Bağlı Perforasyon
PerforatIon Caused By GastroIntestInal Stromal Tumour In ProxImal Jejunum
Gastrointestinal tümörlere (GİST) bağlı perforasyon çok sık görülen bir durum değildir. Bu yüzden proksimal jejenumda GİST’e bağlı perforasyon görülen bir olgumuzu sunmayı amaçladık. Yaklaşık 30 gündür karın ağrısı olan bir hasta akut karın tanısıyla ameliyat edildi. Proksimal jejenumda perforasyon vardı. Bu segmentin rezeksiyonundan sonra yapılan histopatolojik inceleme sonucu yüksek risk grubunda GİST olarak bildirildi. Hastanın cerrahi tedavisi tamamlandıktan sonra medikal tedavisi düzenlendi. Histopatolojik olarak yüksek risk grubunda olduğu için yakın takibe alınan hastada sürelik takipte nüks bulgusu bulunmadı. Genellikle rastlantısal olarak saptanan GİST vakaları bazen perforasyonla da akut karın tablosu olarak karşımıza çıkabilir.
Perforation caused by gastrointestinal stromal tumours (GIST) is not a frequently observed phenomenon. Therefore, we intend to present a case in which perforation was observed in proximal jejunum caused by GIST. A patient who had been complaining of abdominal pain for about 30 days was operated on after being diagnosed with acute abdominal pain. Perforation was observed in proximal jejunum. At the end of the histopathological examination performed after the resectioning of this segment, the case was reported as high risk GIST. A medical treatment was arranged for the patient after his surgical treatment was completed. No finding of recurrence of the disease exists in the patient who has been kept under close observation as he is in the high risk group histopathologically. Generally identified by chance, cases of GIST may also present themselves as acute stomach through perforation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
Ömer Faruk Cihan, Ahmet Uzun, Sadice Karakaş, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
MenIngeal Structure Of The Cavernous SInüs; An AnatomIc Study.
Amaç: Bu çalışmada, sinüs cavernosus'un lateral duvarı'nın meningeal yapısı ve Dorello kanalının mikroanatomisi, lig. petrolinguale ve lig. petrosphenoidale'nin etraf yapılarla olan ilişkileri anatomik olarak çalışıldı. Bu bölgeye yapılacak openatif yaklaşımlara katkı sağlamak amacıyla yapılmıştır. Yöntem : Çalışmamız 14 erişkin insan kadavrasında Olympus operasyon mikroskobu ve stereo mikroskopla gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmamızda sinüs cavernosus'un lateral duvarı, yüzeysel ve derin olmak üzere iki tabaka halinde bulundu. Yüzeysel tabaka daha kalın ve düzenli bir yapıya sahip iken, iç tabaka ince, düzensiz, değişken ve üzerinde yer yer dural defektlerin olduğu bir yapı şeklinde idi. Sinüs cavernosus'un lateral duvarındaki derin tabakasının posteroinferior bölümünün lig. petrolinguale ile devam ettiği ve yüzeyel tabakadan kolaylıkla ayrıldığı ve arteria carotis interna (ACİ)'nın sinüs cavernosus'a bu noktadan girdiği tespit edildi. Dorello kanalının, petroclival bölgenin her iki dural yaprağı arasındaki birleşmenin içinde yer aldığı gözlendi. Sonuç: Bu çalışmamızda, sinüs cavernosus ve etraf yapılarının anatomik ve morfometrik ilişkilerinin anlaşılmasında, bölgeye yapılacak olan cerrahi yaklaşımlarda komplikasyon riskinin azaltılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
Aim: İn this study the meningeal structure of the lateral wall of the cavernous sinüs and the microanatomy of Dorell's canal, and the anatomical relations of petrolingual and petrospheonidal ligaments with the adjacent structures were studied. By aim of additional security during the surgical approach in this region this study was performed. Materials and Methods: İn the present study, the microanatomy of the cavernous sinüs and the neighbouring structures in 14 adult human cadavers were examined using for this purpose Olympus operation and stereo microscope. Findings: İn our study, the lateral wall of the cavernous sinüs was found in a form of two layers, superficial and deep. The superficial layer is more thicker and flat vvhile, the deep is in a form of thin, irregular, variable and has dural defects on some region of it. İn our study, we investigated the distances betvveen the cranial nerves and their anatomical relations with the cavernosal part of the internal carotid artery. İt was observed that, the postero-inferior part of the deep layer of the lateral wall of the cavernous sinüs has a continuity with ptrolingual ligament and indicates the site of the entrance of the internal carotid artery; this deep layer can be easily separated from the superficial layer. Conclusion: The present study may be helpful to understand clearly the anatomy of the cavernous sinüs and its relevant structures with their morphometric relationships. Therefore, it can provide a useful Information to reduce the complication risk durring operations upon this region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
Zeynep Karaçor Altuntaş, Mehmet Dadacı, Bilsev İnce, Serhat Yarar, Necdet Poyraz
Olgu sunumu
Özeti
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
A Case Of GIant LIpoma MIxIng WIth MalIgnant Soft TIssue Tumour
Benign mezenkimal tümör grubunda yer alan lipomlar matür
adipoz dokudan köken alırlar. Nadiren dev boyutlara ulaşırlar. Yetmiş
yaşında erkek hasta, koltuk altından sırta doğru uzanan üzerinde
ülserasyon bulunan, ağrılı ve yaklaşık 20x16 cm ebatlarında kitle
şikayeti ile başvurdu. Ülserasyon göstermesi ve ağrılı olması nedeni
ile malign yumuşak doku tümörü şüphesi uyandıran kitle cerrahi
operasyonla çıkarıldı. Histopatolojik inceleme sonucu lipom gelen
olgu, nadir görülmesi ve malign yumuşak doku tümörü ile karışması
nedeniyle sunulmuştur.
Lipomas are benign mesenchymal tumours derived from mature
adipose tissue. It is very rare to see a giant size of lipomas. A 70
year old male patient applied with an ulcerated and painful mass
sizing 20x16 cm on his axilla extending to his back. The mass was
suspected as a malignant soft tissue tumour because of showing
ulceration and being painful and it was totally excised surgically.
The histopathological examination revealed as lipoma. The case
was presented as being very rare and mixing malignant soft tissue
tumour.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Faruk Aksoy
Olgu sunumu
Özeti
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Non-OperatIve Treatment In Post-TraumatIc LIver LaceratIon: HepatIc Artery EmbolIzatIon
Karaciğer karın travmalarında en sık yaralanan organdır ve
mortalite oranı halen çok yüksektir. Gelişen tanı metodları ile
nonoperatif takip gündeme gelmiştir. Geç dönemde intraparankimal
hematom artışı ile sarılığa sebep olmuş nonoperatif yöntemlerle tedavi
edilen bir vakayı sunmayı amaçladık. Künt karın travması sonrası
karaciğer yaralanması olan 17 yaşında erkek hastaya geç dönemde
büyüyen, genel durumunu bozan ve sarılığa sebep olan hemotom
nedeniyle embolektomi uygulanarak tedavi edildi. Geç dönemde
karaciğer parankim içi hemotomların artabileceği, artan hemotoma
bağlı intraparankimal safra yollarına bası nedeniyle hastanın sarılığı
ortaya çıkacağı ve bu durumun cerrahi dışı yöntemlerle etkin bir
şekilde tedavi edilebileceği bilinmelidir.
The liver is the most frequently wounded organ in the abdominal traumas and the rate of mortality is still very high. We aimed to present a case that was treated with non-operative methods which led to hepatitis because of increase in intraparenchymal hematoma in the late period. Seventeen-year-old male patient who had liver laceration after blunt abdominal traumas was treated with embolectomy due to liver hematoma. In late period, liver parenchymal hematoma can be increased and patients can develop hepatitis because of increased hematoma pressure on intraparenchymal biliary tract and this situation can be effectively treated with non-surgical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün, Tahir Kemal Şahin, Gamze Sarkılar, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Preoperatif Korku Ve Endişeyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Factors EffectIng PreoperatIve Fear And Worry
Bu çalışmanın amacı; preoperatif dönemde hastaların anestezi ve cerrahi girişim hakkında korku, endişe ve anksiyeteleri ile, bilgi edinme isteklerini bir anket yardımı ile değerlendirmek ve anksiyetelerinin şiddetini görsel analog skala (VAS) kullanarak ölçmeye çalışmaktı. Beşyüz otuz altı hasta (>19 yaş) bir anket kullanılarak endişeleri, korkuları ve bilgi istemleri hakkında sorgulandılar. Yanıtların istatistiksel analizi kikare ve korelasyon testleri kullanılarak yapıldı ve p<0.05 anlamlı kabul edildi. Daha az eğitimli hastaların cerrahi hakkındaki korkuları daha fazlaydı (p<0.05). Eğitim düzeyi arttıkça bilgi istemi arttı (p=0.007). Kadınlar anestezi ve cerrahiden erkek lere göre daha fazla korkuyordu (p=0.0001). Erkekler lokal anesteziyi kadınlara oranla daha fazla tercih ediyorlardı (p=0.00165). Gelir arttıkça korku ve bilgi istemi de artıyordu (p=0.01). VAS skorları kadın hastalarda, okuma yazma bilmeyenler ile ilkokul mezunlarında ve daha önce cerrahi ve anestezi deneyimi olmayan hastalarda daha fazlaydı (p<0.05) Gelir düzeyinin ve bilgi isteminin artması veya azalması ile VAS skorları arasında bir korelasyon yoktu (p>0.05). Anket uygulanan hastaların tümünün değil de yalnızca bir bölümünün anesteziden ve cerrahiden korktuğu ve bilgi istediği sonucuna varıldı Bu hastaların anestezinin ve cerrahinin sonuçları hakkında bil gilendirilmesi korku ve endişelerinin giderilmesinde faydalı olabilir. VAS skorları ile anket yöntemi ile elde edilen sonuçlar arasında pozitif korelasyon gözlenmesi, preoperatif anksiyetenin ölçümünde VAS skorlamasından yarar lanabileceğimizi düşündürdü.
The purpose of this study was to evaluate the fear, vvorry and axieties of patients about anesthesia and surgery preoperatively by using a questionaire, and to measure their anxiety by using visual analogue scale (VAS). Five hundred and thirty six patients (>19 yr of age) were questioned about their worries, fears and request of Infor mation by means of a questionaire. The ansvvers were analysed with chi-square and correlation tests and p<0.05 was considered as significant. Fear from surgery was higher in the less educated patients (p<0.05). VVomen feared from anesthesia and surgery more than men (p=0.0001). Men prefered local anesthesia more than vvomen (p=0.00165). Fear and request of Information increased with increased income (p=0.01). VAS scores vvere high er in vvomen, illeterate and primary school graduates, and patients vvithout previous surgical or anesthesia expe- rience (p<0.05). No correlation was present betvveen VAS scores and income or increase or decrease of Informa tion requests (p>0.05). İt was concluded that not ali but some patients feared of surgery or anesthesia or vvanted Information. Informing these patients on the consequences of anesthesia and surgery may be usefull in alleviating their fears or vvorries. Positive correlation betvveen the results of the questionaire and VAS scores, leads us to con- sider that VAS scores may be usefull for measuring preoperative anxiety.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
Hasan Horoz, Esma Duru, Oğuz Bülent Erol, Hasan Erbil
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Açık Açılı Glokomda Trabekülektomi Ameliyatı Öncesi Ve Sonrası Gözde Görülen Hemodinamik Değişikliklerin Renkli Doppler Ultrasonografi İle İncelenmesi
The InvestIgatIon Of The HemodynamIc Changes In The Eye Before And After Trabeculectomy OperatIon In PrImary Open Angle Glaucoma By Color Doppler Ultrasonography
Primer Açık Açılı Glokomu olan hastalarda glokom cerrahisinin etkinliğinin hemodinamik olarak gösterilmesi ve glokom fizyopatolojisine ışık tutmak. Gereç ve Yöntem: İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Kliniğinde takipte olan Primer Açık Açılı Glokom tanısı almış 45 hastanın 45 gözü çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilme kriteri olarak trabekülektomiye ihtiyaç göstermiş olmaları ve daha evvel göz ameliyatı geçirmemiş olma şartı arandı. Tüm hastalara trabekülektomi ameliyatı yapıldı. Olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Günlerdeki muayenesinde görme keskinliği değerlendirilmesi, refraksiyon muayenesi, biyomikroskopi ile ön segment muayenesi, Goldman üç aynalı lens ile gonioskopik muayene ve +90 D lensle fundus muayenesi yapıldı. Renkli doppler ultrasonografi ile oftalmik arter, nasal posterior silier arter, temporal posterior silier arterlerin hemodinamik özellikleri incelendi. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen olguların ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. Gün dakikadaki ortalama nabız sayısı ve ortalama kan basıncı değerleri kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı bir değişme saptandı. Ameliyat yapılan gözlerde göz içi basıncı değerleri ameliyat öncesi ve sonrası 15. ve 60. gün; değerleriyle kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlı azalma olduğu gözlendi. Oftalmik arterin ameliyat öncesi ve sonrası ölçüm değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Santral retinal arter ameliyat önce ve sonrası 15. ve sonrası 15. ve 60. gün hemodinamik değerleri kıyaslandığında sistolik maksimum hızda diyastol sonu hızda, ve ortalama hızda istatiksel olarak anlamlı artma ve resisitif indekste anlamlı azalma olduğu gözlendi. Sonuçlar: Glokom tedavisinde glokom cerrahisi sonrası göz içi basıncının düşürülmesi sonucunda kan akımının pozitif yönde etkilenmesi primer açık açılı glokomun fizyopatolojisinde mekanik teoriyle vasküler teorinin birlikte rol aldığını göstermektedir.
Aim: The aim of this paper is to demonstrate hemodynamically the efficacy of glaucoma surgery in patients with primary open angle glaucoma and to elucidate the pathopysiology of glaucoma. Material and method: 45 eyes from 45 patients who were diagnosed with primary open angle glaucoma in Istanbul Goztepe Training and Investigation Hospital were included into the study . The inclusion criteria were the need for trabeculectomy and no previous eye operation. All patients have undergone trabeculectomy. In the examinations before and 15 and 60 days after the operation, visual acuity evaluation, refraction examination, anterior segment examination with +90 lens were carried out. Hemodynamic characteristics of ophthalmic artery, central retinal artery, nasal posterior ciliary artery and temporal posterior ciliary artery have been investigated by color doppler ultrasonography. Results: No statistically significant change was found in mean pulse per minute and mean blood pressure of the cases between before and 15 and 60 days after the operation. In operated eyes, intraocular pressure was found to be reduced significantly 15 and 60 days after the operation compared top re operation levels. No significant difference was observed in ophthalmic artery in terms of the values before and 15 and 60 days after the operation. In the comparison of the hemodynamic values of central artery before operation and 15 and 60 days after operation, significant increase was observed in systolic maximum velocity, end diastolic velocity and mean velocity and significant decrease in resistive index. Conclusion: Positive effect on blood flow after the reduction of intraocular pressure following glaucoma operation indicates that mechanical theory and vascular theory are compatible in the pathophysiology of primary open angle glaucoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
V.azygos'un Oluşum Varyasyonu Ve V. Hemiazygos İle V. Hemiazygos Accessoria Yokluğu
İsmihan İlknur Uysal, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Nadire Ünver Doğan, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Taner Ziylan
Olgu sunumu
Özeti
V.azygos'un Oluşum Varyasyonu Ve V. Hemiazygos İle V. Hemiazygos Accessoria Yokluğu
A VarIatIon In The FormatIon Of The Azygos VeIn And A GenesIs Of The HemIazygos VeIn And The Accessory HemIazygos VeIn
62 yaşındaki bir erkek kadavranın toraks arka duvarının diseksiyonu sırasında azygos ven sistemine ait varyasyonlar tespit edildi. V. hemiazygos ve v. Hemiazygos accessoria gelişmemişti. V. lumbalis ascendens dextra ve v. lumbalis ascendens sinistra birleşerek Th11 vertebra korpusu hizasında v. azygos’u oluşturuyordu. V. azygos orta hatta ductus thoracicus ile birlikte seyrederek Th4 vertebra hizasında v. Cava superior’a açılıyordu. Columna vertebralis’in sol tarafında; 3.-10. interkostal aralıklarda bulunan venler üst, orta ve alt olmak üzere 3 adet kök oluşturarak v. azygos’a drene oluyorlardı. Azygos ven sistemindeki anatomik varyasyonların bilinmesi mediastinal cerrahi ve bölge ile ilgili radyografilerin yorumlanmasında önemlidir.
The variations were detected in the azygos vein system during dissection of the posterior thoracic Wall of a 62-year-old male cadaver. The hemiazygos vein and the accessory hemiazygos vein were underdeveloped. The right and the left ascending lumbar veins united and formed the azygos vein at the level of the Th11 vertebral body. The azygos vein was coursed on the midline with the thoracic duct and ended in the superior vena cava at the level of the Th4 vertebra. On the left side of the vertebral column; the veins from 3rd to 10th intercostals spaces united and formed three trunks (superior, middle and inferior) which drained into the azygos vein separately. Knowledge of variations in the azygos vein system is important in mediastinal surgery and also in the interpretation of radiographs related with this region.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
Kemal Ödev, Bilge Çakır, Saim Açıkgözoğlu, Adil Kartal, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
A Rare Cause Of JaundIce: Rupture Into The BIlIary Tree Of The LIver HydatId Cyst
Karaciğer kist hidatiği karaciğerde küçük safra yollarına, birleşik kanala ya da koledok kanalına perfore olabilir. Kist hidatiğin kompiikasyonu olarak sarılık semptomu gösteren 2 olguda sonogramda kar aciğerde iç ve dış safra yollarında genişleme tespit edildi. Bir olguda yapılan ultrasonografi (US) ve perkütan transhepatik kolanjiografi (PTK) ile, 1 olguda da uhrasonografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile karaciğer sol lob medial segmentinden porta hepatise kadar uzanan kistik kitlenin dış safra yollarına bas: yaptığı tespit edildi. Dört olguda da cerrahi girişimden önceki radyolojik bulgular cerrahi girişim bulguları ile verifiye edildi.
Hepatic hydatid cyst perforation into the biliary tree may involve the small intrahepatic bile dutcs, common hepatic duct or common bile dutc. On sonogram, dilatation of intra and extrahepatic biliary tract was demonstrawd in two cases with jaıındice that is a compiication of hydatid cyst. Ultra-sonography (US) and percutaneus transhepatic cho-langiography (PTC) showed that hydatid cyst foud at porta hepatis causes to compression to the extra-hepatic biliary tract in one case. Ultrasonography (US) and computed tomography (CT) disclosed that cystic mass localized in medial segment of the left liver lobe and porta hepatis caus-es to the same finding as well as in one case. Preop-erative radiologicfindings vere confirmed surgically in 4 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Bülent Uysal, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Üst Lop Tümörü Görüntüsü Veren Substernal Troid
Substernal TroId WhIch Image Of The RIght Upper Lobe Tumor
68 yaterobazal segmenti dışarıdan bası yapan 5x7x3 cm lik intatorasik troid not edildi.Troid hormon tetkikleri hipertroidiyi gösterdiğinden hastaya 1 ay antitroid tedavi uygulandı.1 ay sonra hasta elektif şartlarda ötroid olarak operasyona alındı.Genel cerrahi ile birlikte servikal insizyon sonrası parsiyel median sternotomi yapıldı.Servıkal troid serbestleştrildikten sonra trakea ve intratorasik komponeneti avasküler şekilde ,paratroid korunarak total troidektomi yapıldı .Yaklaşık 5x7 x3 (şekil 1) cmlik nodüler koloidal guvatr patolojik olarak not edildi ,hasta sorunsuz bir şekilde troid hormonu verilerek taburcu edildi.şında erkek hasta kliniğimize akciğer üst lop tümörü radyolojik ön tanısı ile özel bir klinikten gönderildi.Hastada solunum sıkıntısı,kilo kaybı,çarpıntı şikayetleri mevcuttu.Çekilen akciğer grafisinde sağ üst mediastende genişleme görünmekteydi. Bilgisayarlı Toraks tomografisinde servikal bağlantısı olan trakeayı dıştan deviye eden ve akciğer üst lop an
68-year –old male patient was being accepted from a special clinic to us with a presumed diagnosis of right upper lobe tumor .The patient has a respiratory distress,weight loss,palpitations. Mediastinal enlargement was seen in the upper right chest film. Thoracic computed tomography was noticed a mass nearly 5x7x3 size which connection with cervical area and deviated from outside the trachea,compressing right lobe anterobasal segment . Thyroid hormone tests were performed and showed hyperthyroidism .The patient took anthyroid agent only 1 month and then taken operation elective conditions .We performed operation with a general surgery cervical insision after parsial median sternotomy. Total troidectomy was performed, after the realised cervical troid upper side of neck and then tracheal , borned from intrathoracic component preserved vascular and paratroid structure.The specimen nearly 5x7x3 cm which called noduler collaidal guatr from the pathology .The patient was discharged without any problem by giving thyroid hormone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Mehmet İhsan Okur, Alpagan Mustafa Yıldırım, Tahir Şen, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Nekrotizan Fasiitte Erken Tanı Ve Prognoz: 34 Hastanın
retrospektif İncelenmesi
Early DIagnosIs And PrognosIs Of NekrotIzIng FascIItIs: A
retrospectIve AnalysIs Of 34 PatIents
Bu çalışma, nekrotizan fasiitte (NF) erken tanı koyabilmek için
yapılması gereken girişimleri belirlemek, erken yapılan ve gerekli
olduğunda tekrarlanan cerrahi girişimin önemini göstermek ve
laboratuar testleri ile prognoz hakkında fikir edinebilmek amacıyla
planlandı. 2005-2010 yılları arasında başvuran ve NF tanısı konan 34
hasta çalışmaya alındı. Hastalar yaş, cinsiyet, etiyoloji, predispozan
faktörler, laboratuvar bulguları, başvuru süresi, cerrahi debridman
sayısı, enfeksiyonun yerleşim yeri, kültür sonuçları ve prognoz
açısından geriye dönük olarak incelendi. En önemli etiyolojik faktörler
cerrahi girişim ve yerel yumuşak doku enfeksiyonuydu. Predispozan
faktörler arasında obezite ve diyabet dikkati çekiyordu. Hastaların
hepsinin nekrotizan fasiit için laboratuvar risk göstergesi (LRINEC)
skorları 7 ve üzerindeydi. Ortalama LRINEC skoru 9.1 (minimum 7,
maksimum 13) olarak hesaplandı. Enfeksiyonun başlangıç yeri en sık
karın, kasık ve perine bölgeleriydi. Sadece 11 hasta bulguları takiben
ilk 48 saat içinde kliniğe başvurmuş, NF tanısı almış ve tedavisine
başlanmıştı. Yapılan yara kültürlerinde 26 hastada üreme oldu. En çok
üreyen mikroorganizmalar E. coli ve K. pneumoniae idi. Tedavi
edilen 4 hasta kaybedildi. Bunlar geç başvuran (5-10 gün), LRINEC
skoru yüksek (ortalama 12), kronik hastalıkları olan (diyabet, obezite,
kronik lenfositik lösemi) ve ileri yaşta (ortalama 74.7) hastalardı.
LRINEC skoru yüksek, 65 yaşın üzerinde ve 5 günden daha geç
başvuran hastaların prognozları kötüdür. NF düşünülen hastalarda
erken tanı konulması için fizik muayene, laboratuvar testleri ve tanıya
yönelik invazif girişimler zaman geçirilmeden uygulanmalıdır.
Present study was performed to determine the methods for early
diagnosis of necrotizing fasciitis (NF), to indicate the importance of
the early surgery and its repetition when necessary, and to predict
the prognosis using laboratory tests. Study was performed with 34
patients who were diagnosed NF between 2005 and 2010. Prognosis
were retrospectively inspected in terms of the age, gender, etiology,
predisposing factors, laboratory findings, the application period,
the number of surgical debridement, infection location and culture
result of the patients. The most important etiological factors were
found to be surgical intervention and local soft tissue infection.
Among the predisposing factors of obesity and diabetes were found
to be the most common. All patients had laboratory risk indicator
for necrotizing fasciitis (LRINEC) score of 7 or above. The mean
LRINEC score was found to be 9.1. Abdominal, groin and perineum
were the common infection locations. Only 11 patients admitted to
the hospital, diagnosed and received treatment for NF within the first
48 hours after the first symptoms. The wound cultures were positive
in 26 patients. Most commonly grown microorganisms were E. coli
and K. pneumoniae. Four patients who died during treatment
were advanced age (mean 74.7), admitted late (5-10 days), had high
LRINEC scores (mean, 12) and chronic diseases (diabetes, obesity,
chronic lymphocytic leukemia). The patients who have high LRINEC
score, over the age of 65 and admitted in 5 days or more after the
first symptoms, were observed to have poor prognosis. Whenever a
patient is suspected to have NF, physical examination, laboratory
tests and invasive diagnostic procedures should be performed
immediately in order to have an early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
Yalçın Kocaoğullar, Ahmet Önder Güney, Fatih Erdi, Lema Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
PrImary GlIoblastoma MultIforme Of The CervIcal Cord
Primer spinal intramedüller glioblastoma çok nadir görülen bir klinik durumdur. Bu olgu sunumu ile nadir görülen bu tümoral hastalığın özellikleri ve tedavisi hakkında bilgiler, ilgili literatür eşliğinde sunularak tartışılmaktadır. 50 yaşında erkek hasta kliniğimize özellikle son 2 aydır hızla kötüleşen bacak ve kollarda his ve kuvvet kaybı şikayeti ile başvurdu. Manyetik rezonans görüntülenmesinde spinal kordun C3 den C6 ya kadar bir lezyon tarafından genişletilmiş olduğu görüldü. Hasta opere edilerek tümoral lezyon subtotal çıkartıldı. Tümöral dokunun patolojik incelemesi sonucunda glioblastoma multiforme tanısına ulaşıldı. Sunulan bu olgu ile nadir görülen bu hastalığın ana bulguları konu ile ilgili literatür eşliğinde irdelenmektedir. Her ne kadar nadiren görülse de çok hızlı kötüleşen klinik seyri nedeniyle servikal patolojilerin ayırıcı tanısında primer spinal glioblastoma multiforme mutlaka akılda tutulmalı ve etkin bir tedavi için bir an önce tanısı konulup tedaviye başlanılmalıdır.
Primary spinal intramedullary glioblastoma is a very rarely seen clinical entity. By this case report main characteristic features and treatment strategies of this rarely seen neoplasm reported and discussed in the light of relevant literature. Fifty years old man admitted to our clinic with numbness and weakness of limbs for a year escpecially worsened last 2 months. Magnetic resonance imaging (MRI) showed expansion of the spinal cord from C3 to C6 by a lesion. The patient operated and tumoral lesion subtotally removed. The pathological results were consistent with glioblastoma multiforme. Main features of this neoplasm discussed with related literature in this report. Despite of the neoplasm’s low incidence it’s rapid progresive clinical course constrain us to make a correct diagnosis immediately to help the individuals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplet Atriyoventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Sevim Karaaslan, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Komplet Atriyoventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Outcomes In Complete AtrIoventrIcular Septal Defects
Komplet atriyoventriküler septal defektlerin (KAVSD) tamirinden sonra, cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde, 2001 - 2009 yılları arasında, 29 hasta KAVSD tanısıyla operasyona alındı. Kardiyak tamirde çift yama tekniği kullanıldı. Sol atrioventriküler (AV) kapaktaki klefti kapatmak için tüm girişimler mümkün olduğu kadar tam yürütüldü. Tamirden sonra erken mortalite 3 hastada (%10.3) gelişti. Yirmi hasta ortalama 3.5 yıl süreyle takip edildi. Sol AV kapak yetmezliği, rezidü atriyal septal defekt (ASD) ve ventriküler septal defekt (VSD) için tekrar cerrahi gereksinim olmadı. KAVSD için tamir, erken bebeklik döneminde yapılabilir. İki yama tekniği düşük mortalite oranına ve iyi-orta dönem sonuçlara sahip, güvenilir bir cerrahi yöntemdir.
Our surgical results have been reported after repair of complete atrioventricular septal defects (CAVSD). Between 2001 and 2009, 29 patients with CAVSD underwent operation at our institution. Double patch repair of CAVSD were performed in all patients. All attempts to close the cleft of the left atrioventricular valve (LAVV) were conducted as completely as possible. Early mortality occurred in three cases (% 10.3) after repair. Twenty patients could be followed-up for a mean of 3.5 years. Reoperation wasn’t needed for LAVV insufficiency, residual atrial septal defect or ventricular septal defect. Repair for CAVSD can be performed in early infancy. The double - patch repair in a safe surgical method that can achieve low mortality and good midterm outcomes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Derin Yerleşimli Yumuşak Doku Yabancı Cisimlerinin Cinsiyet Ve Yaş Gruplarına Göre Değerlendirilmesi
Mustafa Özer, Mehmet Türker, Veysel Başbuğ, Kayhan Kesik, Faik Türkmen, Burkay Kutluhan Kaçıra, İsmail Hakkı Korucu, Tahsin Sami Çolak, Recep Memik
Araştırma makalesi
Özeti
Derin Yerleşimli Yumuşak Doku Yabancı Cisimlerinin Cinsiyet Ve Yaş Gruplarına Göre Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of Deep-Seated Soft Tıssue Foreıgn Bodıes Accordıng To Gender And Age Groups
Amaç: Çalışmadaki amacımız, derin yerleşimli yumuşak doku yabancı cisimlerinin tipinin ve yerleşim yerlerinin belirlenerek, cinsiyet ve yaş grupları arasındaki farklılıkların değerlendirilmesidir.
Gereçler ve yöntemler: Ocak 2011 ile Ocak 2018 yılları arasında derin yerleşimli yabancı cisim penetrasyonu nedeniyle cerrahi uygulanan 310 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar 18 yaş altı, 18-45 yaş arası ve 45 yaş üzeri olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Yabancı cisimler 5 gruba ayrıldı. Yabancı cisim yerleşim yeri olarak üst ekstremite 5 bölgeye, alt ekstremite ise 6 bölgeye ayrıldı. Yabancı cisim tipi ve yerleşim yeri, yaş gupları ve cinsiyete göre karşılaştırılarak analiz edildi.
Bulgular: Erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 48.4% metal parçasıyken, kadınlarda 77.3% iğneydi (P < .0001). 18 yaş altı erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 67.4% iğneyken, kadınlarda 94.2% iğneydi (P = .12). 18-45 yaş arası erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 54.7% metal parçasıyken, kadınlarda 71.4% iğneydi (P = .0007). 45 yaş üzeri erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 61.3% metal parçasıyken, kadınlarda 70% iğneydi (P = .0023). Erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 35.2% elken, kadınlarda 61% ayaktı (P < .0001). 18 yaş altı erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 65.1% ayakken, kadınlarda 62.9% ayaktı (P = .04). 18-45 yaş arası erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 38.9% elken, kadınlarda 60.3% ayaktı (P < .0001). 45 yaş üzeri erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 65.5% elken, kadınlarda 60% ayaktı (P < .0001).
Sonuç: Çalışmamız derin yerleşimli yabancı cisimlerin tipi ve bulunduğu anatomik bölgenin yaş grupları ve cinsiyete göre değerlendirildiği literatürdeki ilk çalışmadır. Kadınlarda tüm yaş gruplarında ve 18 yaş altı erkeklerde; en sık tesbit edilen yabancı cisim yerleşim yeri ve tipi sırasıyla ayak ve iğne olarak bulundu. Bu sonuç, evde sıklıkla dikiş için kullanılan iğnenin bireylerin dikkatsizliği veya ihmali sonucu yere düşürülmesi ve bu grupların evde daha fazla vakit geçirmesi ile ilişkili olabilir. 18 yaş üstü erkeklerde ise en sık tesbit edilen yabancı cisim yerleşim yeri ve tipi sırasıyla el ve metal parçası olarak bulundu. Bu sonuç da, penetran el yaralanmaları için risk altında olan ağır iş yapan işçi sınıfının çoğunlukla 18 yaş üstü erkek cinsiyette olması ile ilişkili olabilir.
Aim: We aimed to determine types and locations of deep-seated soft tissue foreign bodies (FB) and to evaluate the differences between gender and age groups.
Materials and Methods: A total of 310 patients operated due to deep-seated FB penetration between January 2011 and January 2018 were included in the study. Patients were divided into three groups as under 18 years, 18-45 years, and over 45 years. FB were divided into five groups. Locations of the FB were divided into five region in the upper extremities and into six region in the lower extremities. FB type and location were analyzed according to the gender and age groups.
Results: The most common FB was metal piece in men by 48.4%, and needle in women by 77.3% (P<.0001). Needle was the most common FB by 67.4% in men and 94.2% in women who aged under 18 years (P=.12), whereas the most common FB was metal piece by 54.7% in men and needle by 71.4% in women in the aged 18-45 years age group (P=.0007) and metal piece by 61.3% in men and needle by 70.0% in women in the over 45 years age group (P=.0023). The most common location of FB was hand in men by 35.2% and foot in women by 61% (P<.0001). The most common location of FB was foot by 65.1% in men, and foot by 62.9% in women who aged under 18 years (P=.04), whereas the most common location of FB was hand by 38.9% in men aged 18-45 years and foot by 60.3% in women in the same age group (P=<.0001). The most common location of FB was hand by 65.5% in men and foot by 60% in women who aged over 45 years (P<.0001).
Conclusion: Our study is the first in the literature to evaluate the type and location of the deep-seated FB according to the gender and age groups. The most common location and type of FB were found as foot and needle in women of all age groups and in men under 18 years. This result may be related to the reason that needles, which is used for sewing, are often dropped to the floor due to inattention or neglect of persons, and these persons spend more time at home. Whereas, the most common location and type of FB were hand and metal piece in men over 18 years, respectively. This result may be associated with the labor class doing heavy work which is under risk for hand injury and consists of men over 18 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Postoperatif Bulantı-Kusmanın Önlenmesinde Ondansetron Ve Haloperidol’ün Etkilerinin Karşılaştırılması
Hale Borazan, Tuba Berra Erdem, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Postoperatif Bulantı-Kusmanın Önlenmesinde Ondansetron Ve Haloperidol’ün Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of Ondansetron And HaloperIdol On PostoperatIve Nausea And VomItIng In MIddle Ear Surgery
Amaç: Bu çalışmada orta kulak cerrahisinde proşaktik uygulanan ondansetron ve haloperidol’ün postoperatif bulantı-kusma üzerine etkinliklerinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Genel anestezi altında orta kulak cerrahisi geçirecek olan 40 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, anestezi indüksiyonundan 5 dakika önce ya intravenöz (IV) 2 mg haloperidol (Grup I) ya da IV 4 mg ondansetron (Grup II) verildi. Anestezi indüksiyonunda standart genel anestezi uygulandı. Postoperatif dönemde ilk 24 saat içinde bulantı-kusma verbal deskriptif skala ile değerlendirildi. Bulgular: Bulantı-kusma skoru açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı (p>0.05). Bulantı-kusma görülme sıklığı ve ek antiemetik gereksinimi her iki grupta da istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Yan etki açısından da gruplar arasında fark yoktu (p>0.05). Sonuç: Orta kulak cerrahisi geçirecek hastalarda postoperatif bulantı-kusmayı önlemede 2 mg haloperidol’ün, 4 mg ondansetron kadar etkili olduğu gösterilmiştir.
Aim: The aim of this study is to compare the prophylactic administration of ondansetron with haloperidol to determine its effects in reducing postoperative nausea and vomiting after middle ear surgery. Material and Method: Forty patients scheduled for middle ear surgery under general anesthesia were randomly allocated in two groups to receive either haloperidol IV 2 mg (Group I) or ondansetron IV 4 mg (Group II) 5 minutes before induction of anesthesia. Standart general anesthesia was applied. During postoperative 24 hours nausea-vomiting was evaluated by using verbal descriptive scala. Results: The nausea-vomiting score was not statistically different between the groups (p>0.05). The incidence of nausea-vomiting and the need for rescue antiemetics were not statistically significant (p>0.05). There was no difference of side effects between the groups (p>0.05). Conclusion: It was concluded that haloperidol 2 mg is as effective as ondansetron 4 mg for the prevention of postoperative nausea and vomiting in patients undergoing middle ear surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
Ahmet Serel, Hakan Gemalmaz, Alim Koşar, Namık Delibaş, Gülsen Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
The Role Of Free RadIcals In The PathophysIology Of Acute TestIcular CadmIum IntoxIcatIon.
Yirmidört erkek Wistar rota 21 gün süre ile 1 mgiml kadmiyum klorid intraperitoneal olarak en-jekte edildi. Kontrol grubuna ise 20 erkek Wistar rat alındı. Kadmiyum verildikwn 21 gün sonra tüm ı-at-lar sakrifiye edildiler. Testikider antioksidan enzim aktiviteleri fsüperoksid dismutaz. glutatyon pe-roksidaz ve katalaz), kadmiyum düzeyleri ve ma-londialdehid düzeylerinin belirlenmesi amacı ile tüm ratların testisleri çıkarıldı (MDA). Ayrıca testisler histopatolojik olarak değerlendirildi. Kadmiyum ve-rilen radarda testiküler antioksidan enzim ak-tiviteleri ve malondialdehid düzeyleri kontrol gru-buna göre anlamlı derecede yüksek olarak bulundu (p<0.05). Ayrıca kadmiyum verilen raflarda tes-tiküler hasan giısteren patolojik bulgular elde edil-di. Sonuçta kadmiyuma bağlı olarak ortaya çıkan testiküler hasarın fizyopatolojisinde peroksidatıf hasar ve lipoperoksidasyonun rol oynayabileceği kanaatine varıldı.
Twentv-four male Wistar stı-ain rats esere in-je•ted i mglml nf cadmiunı t.hloride lrrt-iaperitnırealiy for 21 clays and 20 male rats were considered as controls. At the end of 21 clays all nıts were sacrified tn determine antioxidant enzyme (su-peroxide dismutase, catalase and glutathion pe-roxidase) activities and malondialdehide levels of. testis (MDA). Testis cadmium levels wc're de-termined hy atomic absoıption spectrophotomeley, The histopathological changes in the testis WC1*(' also noted. In the cadmium-treated group. the an-tioxidant enzyme activities and the MDA levels were found to be increased when uompared with control group. There was a .vtatistically significant dıf-ference between two groups (p<0.05). All the cad-mium-treated rats showed pathological testicular al: terations. Our results suggested that peroxidative damage and lipoperoxidation might be ı-esponsible for the physiopathology of cadmium-induced tes-ticular damage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Dışı Baş Ve Boyun Kıtlelerinde Ultrasonografık Incelemelerının Cerrahı Bulgular İle Karşılaştırılması
Ziya Cenik, Harun Doğmuş, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Dışı Baş Ve Boyun Kıtlelerinde Ultrasonografık Incelemelerının Cerrahı Bulgular İle Karşılaştırılması
EvaluatIon Of ExtrathyroId Masses Of The Head And Neck WIIh DIagnostIc Ultrasound, CorrelatIng WIth SurgIcal FIndIns
Kliniğimizde baş ve boyun bölgesinde kitle şikayeti ile müracaat eden ve cerrahi endikasyon konulan 50 hasta ultrasonografik olarak değerlendirilmiş, elde edilen sonuçlar ameliyat bulguları ile karşılaştırılmıştır. Yapılan çalışmada ultrasonografinin, baş ve boyun bölgesi kitlelerini değerlendirmede %94 oranında başarılı olduğu görülmüştür.
In ENT department 50 patient with head and neck swelling esere hospitalized and investigated with ultrasonography. The results cornpared with surgical findings. In this study we found the value of ultrasonograhy in the head and neck swelling was %94.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
Sevtap Darçın, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
ComparIson The DIfferent DelIvery Speeds Of LevobupIvacaIne And Fentanyl In SpInal AnesthesIa
Bu çalışmada, transüretral cerahide intratekal düşük doz levobupivakain ve fentanilin farklı enjeksiyon hızlarının hemodinami, duyusal ve motor blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Benign prostat hiperplazisi nedeniyle opere edilecek ASA II-III grubu 60 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, 22 G spinal iğne ile intratekal aralığa 7.5 mg levobupivakain + 25 μg fentanil karışımı Grup I’ deki hastalara 4 sn, Grup II’ deki hastalara ise 40 sn hızında verildi. Enjeksiyon öncesi ve sonrasında belirli aralıklarla hastaların kalp atım hızı, noninvaziv kan basınçları, duyusal blok seviyesi ve motor blok seviyesi kaydedildi. Duyusal blok seviyesi T10 olduğunda operasyona izin verildi. Hastaların demografik verileri, cerrahi süreleri ve ASA fiziksel durumlarında, kalp atım hızı, Sistolik arter basıncı, Diastolik arter basıncı ve Ortalama arter basıncı ölçümlerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Duyusal blok değerleri benzer değişimler gösteriyordu (p>0.05). Operasyon sonrasında motor blok dereceleri Grup I’de 2 iken, Grup II’de 1 olarak değerlendirildi ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p0.05). Bu çalışmada levobupivakain ile fentanil kombinasyonunun her iki infüzyon hızında da hemodinamik açıdan güvenli olduğu, ancak motor blok geri dönüşüm zamanının hızlı infüzyon yapılan grupta daha uzun olduğu gösterilmiştir.
In this study, we aimed to compare the different delivery speeds of alow dose combined solution of levobupivacaine and fentanyl on haemodynamia, sensorial and motor blockade. 60 ASA I-III patients for spinal anesthesia undergoing transuretral resection were randomly assigned into two groups by using the combined solution of 7.5 mg levobupivacaine and 25 µg fentanyl in four seconds in group I and 40 seconds in group II with 22 G spinal needle for spinal anesthesia. Heart rate, noninvasive blood pressure, sensorial and motor blockade status were evaluated both before and after injections on regular intervals. When the sensorial block level reached to T10 dermatome, the operation began. There was no statistically significant difference between patients demographic data, operation time, ASA status. There were difference was noticed between hemodynamic status of the patients between two groups (p>0.05). Changes in sensorial blockade levels were similar in both groups (p>0.05), but motor blockade level was one in Group I, while it was noticed two in Group II and it was statistically significant (p 0.05). In this study it was shown that both of the injection rates of combination of levobupivacaine and fentanyl prove stable hemodynamia, but it was shown that motor blockade regression time was longer in rapid injection group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanda Çift Taraflı Perineal Ektopik Testis
Metin Gündüz, İlhan Çiftci
Olgu sunumu
Özeti
Yenidoğanda Çift Taraflı Perineal Ektopik Testis
BIlateral PerIneal EctopIc Testes In A Newborn
Ektopik testisler, inguinal kanalın skrotuma yakın yerinde, penis
kökünde, perinede, karın ön duvarında veya orta hatta yerleşebilir.
Testis gelişimi ve inmesi endokrin, parakrin, büyüme ve gelişmenin
yanında mekanik faktörlerinde etkili olduğu karmaşık bir yapıya
bağlıdır. Biz çift taraflı ektopik perineal olguyu sunduk. Olgu 6
aylıkken opere edildi, 6 ay normal boyut ve yerleşimli olarak takip
edildi. Bu raporda cerrahi olarak tedavi edilen çok az rastlanan çift
taraflı perineal testisli yenidoğan olgu sunulmuştur.
Ectopic testes are found in the superficial inguinal scrotum,
base of penis, perineum, abdominal wall, or medial thigh. Testiculer
development and descending depend on a complex interaction among
endocrine, paracrine, growth and mechanical factors. We describe
a patient with an ectopic testis located on the bilateral perineally
testes. We performed operation at 6 months of age. On follow-up for
6 months, both testes were a normal size consistency, and location.
In this report we present an extremely rare congenital anomally
of bilateral perineally ectopic testes in a newborn and its surgical
management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Süleyman Uzun, Ruhiye Reisli, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Desfluran Ve İsofluran Anestezisinin Derlenme Özelliklerinin Karşılaştırılması
ComprarIson Of Recovery CharacterIstIcs Of Desflurane And Isoflurane In PedIatrIc AnesthesIa
Bu çalışmada tonsillektomi ve/veya adenoidektomi geçiren çocuklarda desfluran ve isofluranın derlenme özellik leri karşılaştırıldı. Yaşları 4-12 olan 40 çocuk çalışmaya alındı ve anestezi indüksiyonundan 30 dk. önce 0.5 mg/kg midazolam oral uygulandı. Anestezi indüksiyonu için 2;2.5 mg/kg propofol ve 10 pg/kg alfentanil verildikten sonra hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve anestezi idamesi için % 1-1.5 isofluran (grup I) ve % 6-7 desfluran (grup II) uygulandı. Cerrahi başlamadan önce, hastalara postoperatif analjezi için 20 mg/kg parasetamol rektal uygulandı. Postoperatif bulantı-kusma insidansını azaltmak için 150 pg/kg deksametason verildi. Anestezik ajanlar operasyon bitiminde kesildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı saptandı. Ekstübasyon zamanı anestezik gazların kesiminden, ekstübasyona kadar geçen süre; derlenme zamanı anestezik gazların kesiminden Aldret skoru 8 oluncaya kadar geçen süre olarak tanımlandı. Ajitasyon üç puanlı skorlama ile değerlendirildi. Ekstübasyon ve derlenme zamanı desfluran grubunda isofluran grubuna göre anlamlı olarak kısa bulundu. Ajitasyon insidansı iki grupta benzerdi. Sonuç olarak, çocuklarda kısa süreli cerrahi girişimlerde desfluran, isoflurana göre daha hızlı derlenme sağlamaktadır.
The study compares the recovery charecteristics of desflurane and isoflurane in children undergoing tonsillectomy and/or adenoidectomy. Forty children 4-12 year of age were studied and thirty minutes prior to the induction of anesthesia, ali patients received 0.5 mg/kg midazolam orally. They were randomly assigned to receive 1-1.5 % isoflurane (group I) and 6-7 % desflurane (group II) for maintenance of anesthesia afterpatients given 2-2.5 mg/kg propofol and 10 pg/kg alfentanyl for anesthesia induction. Before surgery, patients received 20 mg/kg paracetamol rectally for postoperative analgesia. Dexamethasone 150 pg/kg was given to reduce the incidence of postoperative nausea and vomiting. Administration of anesthetic agents was terminated at the end surgery. At the end of operation extubation and recovery time determined. Extubation time was defined as the time from discontinuation of anesthetics to extubation. Recovery time was measured from the time the anesthetics were discontinued until the patients achieved a score of 8 on the Aldrete score. Agitation was evaluated by using the three-point score. Extubation and recovery time were significantly faster in the desflurane group than isoflurane group (p<0.05). İncidence of agitation was similar for both groups. As a result, desflurane provides a faster recovery than isoflurane in short-term surgery on children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ntratorasik Mermi Çekirdeğinin Geç Dönem Komplikasyonu
İsa Döngel, Mehmet Bayram, Hakan İmamoğlu, Salih Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Ntratorasik Mermi Çekirdeğinin Geç Dönem Komplikasyonu
Late Term ComplIcatIon Of IntrathoracIc Bullet
Ateşli silah yaralanmalarında hastaların çoğu olay yerinde veya
acil servise getirilemeden kaybedildiğinden bu hastalara yaklaşım
konusunda ortak bir fikir birliği sağlanamamıştır. Toraksa nafiz
ateşli silah yaralanması olan hastalara yaklaşım göğüs cerrahları
arasında bile farklılık gösterebilmektedir. Toraksa nafiz ateşli silah
yaralanması komplikasyonu günler aylar hatta yıllar içinde görülebilir.
Akciğer grafisinde yabancı cisim saptanmasına rağmen stabil ve non
komplike olarak kabul edilip hastaneden taburcu edildiği öğrenilen
hasta iki yıl sonra göğüs cerrahisi kliniğine genel durum bozukluğu
ile geldi. Bu olguda ateşli silah yaralanması sonucu toraksta bırakılan
mermi çekirdeğinin iki yıl sonra oluşturduğu ankiste ampiyemi
sunmayı amaçladık.
There is no consensus in approach to patients suffered from gunshot injuries since they almost die in scene or on the way to the emegency room. Manegement of the patients with gunshot bullet wounds of thorax is different even among thoracic surgeons. Complication of penetrating chest trauma due to gunshot injuries can occur within days, months even within years. A patient was admitted to the thoracic surgery clinic in bad condition. Foreign body was detected in chest X-ray patient. He had been considered stable and non complicated and discharged from hospital after a penetating gunshot injury of thorax two years ago. We report late presentation of empyema as a late complication of bullet after two years of injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Ayakta Kavus Deformitesi Ve Tedavı Yaklaşımları
The Cavus DefonnIty Of The Foot And Its Therapy
Pes kavus çeşitli etyolojileri olan patornekaniği tam arlaşılrnarnış kotnpleks bir ayak cleforrnites-idir. Bu çalışmada ayaklarinda kavus deforrnitesi olan 16 hastanın cerrahi tedavisi gözden geçirildi. Llygulana cerrahi tedavi, hastanın yaşına, etyolojisine ve deforrnitenin analizine göre seçildi. Hasta-ların en az bir yıllık rakipleri sonucunda, cerrahi tedavinin %77 oranında başarılı olduğu görüldü.
Pes cavus is a complex fool deforrrzity of diverse etiologies whose pathomechanics are not comletely under,s.tood. This stu.dy reviews the surgical treatment of 16 patients with cavus foot deformity. The coice among avaible surgical procedures was dictated by the age of the patients, cuse and an analysis of the deformity. Follow-up apprasial of the patients with more !han one years' follow-up reveated more dian 77 percent suecesfully results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
Ümit Kamış, Işık Tuncer, Ahmet Özkağnıcı, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Okuler Ve Periorbital Antropometrik Ölçümlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Ocular And PerIorbItal AnthropemetrIc Measurments.
Amaç: Genç ve yetişkin olgularda oküler ve periorbital antropometrik ölçümlerin değerlendirilmesi. Yöntem: Çalışmaya alınan olgular 2 farklı yaş grubuna ayrıldı, birinci grup (genç olgular) yaşları 18 ile 21 (19.73±1.6) arasında tıp fakültesi öğrencilerinden, ikinci grup (yetişkin olgular) yaşları 42 ile 65 (52.48±9.2) arasında göz polikliğine muayeneye gelen 150 hastadan oluşturuldu. Travma yada konjenital anomali hikayesi olan olgular çalışma kapsamına alınmadı. Tüm olgularda iç kantuslararası mesafe (İKM), dış kantuslararası mesafe (DKM), interpupiller mesafe (İPM), interpalpebral fissür yüksekliği (PFY), interpalpebral fissür uzunluğu (PFU) ölçüldü. Ölçümler aynı kişi tarafından elektronik kumpas kullanılarak yapıldı. Elde edilen değerler her iki grupta cinsler arasında karşılaştırıldı, ayrıca genç ve yetişkin olgularda aynı cinsler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Ölçümlerin değerlendirilmesinde İKM, DKM, İPM açısından aynı grupta cinsler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark var iken (p<0.05), iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yok idi (p>0.0), PFM değerleri açısından aynı gruptaki cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), iki grup arasında fark yok idi (p>0.05), PFY açısından birinci grupta cinsler arasında istatistiksel fark var iken (p<0.05), ikinci grupta cinsler arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı (p>0.05). Sonuç: Gerek bu çalışma ve gerekse diğer çalışmalar oküler ve periorbital antropometrik standartların belirlenmesi için değişik yaş ve etnik grupları içeren geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Sağlıklı bireylerdeki bu ölçümler bazı morfolojik bozuklukların erken teşhisinde ve cerrahinin planlanmasında faydalı bir rehber olabilir.
Purpose: to evaluate the ocular and periorbital anthropometric measurments in young adults and adults. Methods: Our study were enrolled two different age groups, first group (young adults) was consisted of 200 medical students aged between 18 to 21(19.73±1.6) years, and second group (adults) consisted of 150 patients aged between 42 to 65 (52.48±9.2) years who were examined in department of opthalmology. Cases with history of trauma and congenital anomaly were excluded from the study. In all cases the intercanthal distance (ICD), the outercanthal distance (OCD), the interpupillary distance (IPD), the palpebral fissure height (PFH) and the palpebral fissure distance (PFD) were measured. Measurments were performed by the same examiner using a single electronic compass instrument. In both groups the measurments between males and females as well as the measurments of the same gender between the both groups were compared. Results: In the evaluation of the measurments, in ICD, OCD and IPD there was statistically significant differencess between the genders (ie male/female) in same group (p<0.05), while there was no statistically significant differencess between the gender in the same group, while there was statistically significant differencess in between the two groups (p<0.05), and in PFH there was statistically significant differencess between the genders in the first group (p<0.05), however there was no such defferencess in the second group (p>0.05). Conclusion: Our results on one hand and the contrary results of other studies on the other hand, arise the need for further studies including different ages and ethnics groups to set standarts for ocular and periorbital anthropometric measurments. These measurments in healthy subjects may be useful guide for early identification of some dysmorphological abnormalities and of planning surgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
A Case Report Of Largely Located Condyloma Acu-MInatum
Altmış iki yaşında bir hastada kırk yıllık bir öyküye sahip inguinal yerleşimfi büyük bir condyloma acu-minatum vakası eksizyon sonrası ince kalınlıkta deri grefti ile onarıldı. Bu kadar uzun bir öyküye rağmen, malign transformasyon göstermeyişi ve büyük bo-yutları sebebi ile sunuldu.
A case of very large condyloma acuminatum lo-cated in inguinal region in a 62 years old male 40 years history was treated by surgical excision and split thickness skin graft. Altough it had very Tong his-tory there was no malign transformation in histo-pathological examination. We presented it because of its unusual size and tong history without malign transformation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, H. İbrahim Topatan, Osman Acar, Ertuğ Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Disk Hernisi Cerrahisinde Postoperatif Ağrının Önlenmesinde Topikal Meperidin İle Meperidin Enjekte Edilmiş Otolog Yağ Greftinin Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of TopIcallv ApplIed MeperIdIne WIth The MeperIdIne Absorbed Autolog Fat Graft On PostoperatIve PaIn In Luınbar HernI DIseal Surgery
Bu klinik çalışmada Selçuk Üniversitesi Nöroşirürji Anabilim Dalında 1996 yılının ilk 9 ayında Lomber disk hernisi tanısı ile opere edilen 63 olgu prospektıf olarak değerlendirilmiştir. Olgular 21 kişilik gruplar halinde 3 gruba ayrılmıştır: Grup 1: Yalnızca cerrahi girişim uygulanan, Grup II: Cer-rahi girişim sonrası topikal meperidin uygulanan. Grup M: Cerrahi girişim sonunda meperidin en-jekte edilmiş otolog yağ grefti kullanılan 21 olgudan oluşmaktadır. Hastalar postoperatif 1., 3., 5. ve 7. günlerde "Mc Gill Ağrı Skalası" esas alınarak değerlendirildi. Bu çalışmada, uygulanan yöntemlerin postoperatif dönemdeki ağrı yakınması ve mohilizasyon üzerine etkileri literatür ışığında değerlendirildi.
This prospective study was carried out on 63 cases operated for the lumbar disc herniation, at the Medical Faculty of Selçuk University in 1996 in the first 9 months. All cases were divided into three equal groups :21 cases who had only disc operation was taken as first group, second group of cases re-ceived topical meperidine at the and of the ope-ration while third group of cases were applied me-peridine injected autolog fat graft. The patients were referred postoperatively 1, 3. 5 and 7 th days _according to "Mc Gill Pain S•ala". In this study we wanted to see the effects of the application method of meperidine on pos-toperative pain and comfortable mohilization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroner By-Pass İle Yapılan Başarılı Bir Bül Eksizyonu
Murat Öncel, Nihal Kayalar, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Koroner By-Pass İle Yapılan Başarılı Bir Bül Eksizyonu
The Successful ExcIsIon Of A Bulla WIth Coronary By-Pass
Amfizemde standart medikal tedavinin, hastaların yaşam kalitesi
ve sağ kalım süresine etkisi kısıtlıdır. Semptomlar çoğu hastada
hızla ilerler. Seçilmiş hastalarda cerrahi tedavi ile semptomatik
düzelmeler olabileceği ümit edilmektedir(1). Kardiyak problemi olan
büllöz akciğer hastalarında seçilebilecek tedavi yöntemlerinden eş
zamanlı ameliyat, hastanın ayrı seanslarda yapılacak olan iki farklı
majör cerrahi girişimden korunması yanı sıra tedavi maliyetini de
düşürmektedir. Bu yazımızda koroner by pass cerrahisi ile kombine
ve aynı anda stapler ile yapılan başarılı bir bül rezeksiyonu olgusunu
sunmayı uygun bulduk.
There is a limited effect in standard medical treatment of
emphysema for quality of life and survival of patients. Symptoms of
most of the patients progressive rapidly. It is hoped that symptomatic
remission may be occured on selected patients by surgical
treatment(1). Simultaneously two surgical operations which one of
alternative treatment methods, protect the patients from two different
major surgical procedures which are performed at different times, and
reduce the cost of treatment. In this article we present a successful
bulla resection case that has done with stapler and combined with
coronary artery surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Başlı M. Biceps Brachii
Cemil Bilkay, Büşra Candan, Soner Albay
Olgu sunumu
Özeti
Üç Başlı M. Biceps Brachii
Three Headed BIceps BrachII Muscle
Rutin diseksiyon çalışması esnasında formaldehit ile fikse edilmiş
73 yaşındaki bir erkek kadavranın sol kolunda, M. biceps brachii’nin
iki başına ek olarak, bir başının daha olduğu görüldü. Kasın diğer
iki başı ve diğer kol kasları normal anatomik lokalizasyonundaydı.
Üç başlı biceps brachii olguları bazı araştırmacılar tarafından başın
orijin aldığı yere göre infero-medial humeral, superior humeral,
infero-lateral humeral baş olmak üzere sınıflandırılmıştır. Bu vakada
M. brachialis’in origosunun medialinden ve humerus’un orta 1/3’lük
kısımlarından başlayan aksesuar baş, M. biceps brachii’nin ortak
tendonunda sonlanıyordu. Literatürde infero-medial humeral baş
olarak adlandırılan bu başın görülme sıklığı ırka göre değişmekle
beraber; ortalama %7.7-12’dir. Türk populasyonunda yapılan çeşitli
çalışmalarda ise insidansı %2.54-6.15 olarak gösterilmiştir. Bu
tarz varyasyonların bilinmesinin olası cerrahi komplikasyonların
önlenmesinde ve tanı yöntemlerinde önemli olduğunu düşünüyoruz.
During our routine dissection studies, we encountered an
accessory head of biceps brachii in the left upper extremity of a
73-year-old formalin-fixed male cadaver. The other two heads of the
muscle and other arm muscles were as usual. Humeral accessory
head of biceps brachii muscle was classified according to the
originated location of the head of biceps brachii muscle by some
researchers as infero-medial humeral, superior humeral and inferolateral
humeral head. In this case, the accessory head was originated
from middle third of the humerus, superior and medial to the origin
of brachialis muscle and inserted to the common tendon of biceps
brachii. In the literature, this head was named as infero-medial
humeral head and its incidence changes between 7.7-12% according
to ethnicity. In Turkish population, its incidence changes between
2.5-6.15%. We think that knowledge of this type of the variation
is important for prevention of possible surgical complications and
diagnostic procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
1.5 - 4 Yaşları Arası Çocuklarda Douşta Kalça Çıkığının Cerrahi Tedavısı
SurgIcal 7'reatment Of CongenItal DIslocatIon Of The HIp In ClIldrert Between The Ages One Year And SIx Months And Four Years
1.5-4 yaşları arasında Doğuştan Kalça Çıkığı olan ve cerrahi tedavi uygulanan 43 çocuğun 58 kalçasının tedavi sonuçları gözden geçirildi. 35'i kız 8'i erkek olan hastalarda çeşitli cerrahi işlemler uygulandı. Ortalama 22 ay takip edilen hastalar klinik olarak Mc Kay, radyolojik olarak Severin kriterlerine göre değerlendirildi. Radyolojik olarak 48 kalça (%83) çok iyi, 6 kalça (%10) iyi, 1 kalça %2) orta ve 3 kalça (%5) kötü olarak değerlendirildi. Tek taraflı 041 olan bir kalçada normal tarafta avasküler nekroz gelişti ve bir kalçada tekrar çıkık meydana geldi.
The results in 58 congenitally dislocated hips in 43 children who were between one and a half four years okl have been reviewed. There were 35 girls and 8 boys. Open reduciion (OR) was perfortned in one hip, Salter's innornintne osteolotny (S10) was perforrned in three hips, OR and SIO were perfortned in 43 hips, OR, SfO derotation varus and fernoral shortenin were performed 11 patients. Ali of the patients have been followed at least one yer (average nventy-two months). Using Severin classification of radiographic evalualion, 48 hips (83 per cent) vere telated as excellent, 6 hips (10 per cent) as good, one hip (2 per cent) as fair and three hips (5 per cent) as failure. Clinical avaluation was made using Mc Kay's criteria and 47 hips (81 per cera) were related as excellent. Seven hips (12 per sent) as good, three hips (5 per cent) as fair, one hip (2 per cent) as failure. Avascular necrosis developed in one mortn.al side, there was one redislocation
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis
Ahmet Göçmen, Mustafa Gazi Uçar, Fatih Şanlıkan
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis
EndometrIosIs On The Cesarean Scar
Endometriozis fonksiyonel ve morfolojik olarak endometrial gland ve stromal yapısının uterus dışında bulunması halidir. Genellikle pelvisi, peritonu, overleri, cul de sac boşluğunu ve utero sakral ligamentleri tutar. Endometriozis patogenezinde; retrograd menstruasyon, metaplazi, hematojen ve lenfatik yayılım, operasyon esnasında insizyon skarı içine mekanik transplantasyon gibi çeşitli teoriler öne sürülmüştür Cilt altında kitle, şişlik, menstruasyonla beraber siklik ağrı, hassasiyet gibi klinik bulgular verebilir. Tanıda manyetik rezonans, bilgisayarlı tomografi, ultrason ve ince iğne aspirasyon biyopsisi kullanılabilir. Skar endometriozisin cerrahi olarak tümüyle çıkarılması önerilen tedavi yöntemidir. Total eksizyon sonrası rekürrens oldukça nadirdir. Bu vakada 33 yaşında sezaryenden 3 yıl sonra pfannenstiel kesisinin sol dış tarafında siklik ağrı ve şişlik yakınması başlayan bir hastada teşhis ve tedavi ettiğimiz skar endometriozisini sunmaktayız.
Endometriosis is a condition where the functional and morphological endometrial gland and stromal structure are found outside the uterus. It occurs most often in pelvis, peritoneum, ovaries, posterior cul-desac and uterosacral ligaments. Retrograd menstruation, metaplasia, lymphatic and hematogenous outspread, mechanical transplantations in insicional scars during the operations and some else theories are introduced for pathogenesis. Subcutaneous mass, swelling, cyclic pains associated with menstruation, tenderness are likely clinical symptom and signs. Magnetic resonance imaging, computed tomography, ultrasound, fine needle aspiration biopsy are used in diagnosis. Total excision is the considered management of the scar endometriosis. Recurrens is rarely occurs after total excision. Here we present the case of 33 years old woman who had a cyclic painful mass on her p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Spondilotik Miyelopati Tedavisinde Posterior Cerrahi Yaklaşımın Servikal Hizalamaya Etkisi
Fatih Keskin, Mehmet Fatih Erdi, Densel Araç
Araştırma makalesi
Özeti
Servikal Spondilotik Miyelopati Tedavisinde Posterior Cerrahi Yaklaşımın Servikal Hizalamaya Etkisi
The Effects Of PosterIor SurgIcal Approach On CervIcal AlIgnment In The Treatment Of CervIcal SpondylotIc Myelopathy
Amaç: Dejeneratif servikal spondilotik miyelopatinin tedavisinde kullanılan cerrahi yaklaşımların servikal dizilim ve vertebral kanal çapı ölçümlerine etkisini araştırmak
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 2016-2020 yılları arasında servikal spondilotik miyelopati (SSM) ile 45 hasta ameliyat edildi. 5'i kadın 18'i erkek 23 hasta open door laminoplasti ile ameliyat edildi; 4'ü kadın 18'i erkek 22 hasta lateral kitle vida füzyonu ile laminektomi ile ameliyat edildi. Hastaların SVA (C2 orta hat ile C7 üst uç plak orta hattı arasındaki mesafe), Cobb açıları (C2 alt uç plakası ve C7 alt uç plakasından geçen hatlar arasındaki açı) ve VCD (MR görüntülerinden ölçülen vertebral kanal çapı) değerleri ölçüldü.
Bulgular: Hastaların ameliyat öncesi dönemde ve ameliyattan 1 yıl sonra toplanan verileri istatistiksel olarak değerlendirildi.
Sonuç: SSM'li hastalarda faset eklem hasarına neden olmayan plak ve vida sistemleri servikal dizilim korumasında daha etkilidir.
Objective: To investigage the effect of surgical approaches used in the treatment of degenerative cervical spondylotic myelopathy on cervical alingment and vertebral canal diameter measurements
Material and Methods: 45 patients were operated with degenerative cervical sponylotic myelopathy (CSM) in our clinic between 2016 and 2020. 23 of them including 5 females and 18 males, were operated with open door laminoplasty; and 22 of them including 4 females and 18 males, were operated with laminectomy with lateral mass screw fusion. SVA (Distance between C2 midline and C7 superior end plate midline), Cobb angles (The angle between the lines passing through C2 lower end plate and C7 lower end plate), and VCD (vertebral canal diameter measured from MR images) values of patients were measured.
Results: Collected data of patients in preoperative period and 1 year after operation were evaluated statistically.
Conclusion: Plate and screw systems not causing facet joint damage use in patients with CSM are more effecticve in the cervical alignment protection
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Kesesindeki Bride Bağlı Gelişen Barsak
perforasyonu
Murat Çakır, Ebubekir Gündeş
Olgu sunumu
Özeti
Kasık Fıtığı Kesesindeki Bride Bağlı Gelişen Barsak
perforasyonu
InguInal HernIa Due To A Band AdhesIon WIthIn The HernIal Sac
Kasık fıtığı onarımı cerrahide sık uygulanan işlemlerden biridir.
Boğulmuş kasık fıtığı, Dünya genelinde cerrahların karşılaştığı en
sık ölüme yol açan cerrahi acillerden biridir. Kasık fıtığında en nadir
boğulma nedeni omental bant yapışıklığına bağlı meydana gelir.
Biz omental bant yapışıklığına bağlı fıtık kesesi içinde ince barsak
tıkanıklığı ve perforasyona neden olmuş boğulmuş kasık fıtığı
olgusunu sunduk.
Inguinal hernia repair surgery is one of the most common
procedures. Strangulated inguinal hernia is one of the most widely
performed surgical emergencies dealt with by surgeons worldwide.
Uncommonly, strangulation of the contents can occur due to other
causes like omental band adhesion. We reported a rare case
of strangulated inguinal hernia, brought about by an omental
band adhesion, causing closed loop small bowel obstruction and
perforation within the hernial sac in the inguinal canal.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Ahmet ak, Muart Uğur, Adil Gökalp, Ertuğrul Kafalı, Ayşegül Bayır
Araştırma makalesi
Özeti
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Effects Of TImIng And Rate Of FluId Replacement Therapy On Renal And LIver FunctIons In Uncontrolled HaemorrhagIc Shock Model
Amaç: Kontrolsüz hemorajik şokta, kanamanın cerrahi kontrolünden önce yapılan farklı sıvı resusitasyon rejimlerinin organ fonksiyonları üzerine etkilerinin araştırılması. Gereç ve Yöntem: Toplam 37 adet Yeni-Zellanda tipi tavşan S (sham, n=7), K (kontrol, n=10), EK (erken kontrollü resusitasyon, n=10) ve EH (erken hızlı resusitasyon, n=10) olarak dört gruba ayırıldı. Denekler femoral arterden ortalama arteriyel basınç (OAB) 30 mmHg oluncaya kadar kanatıldı ve intraket çekilerek serbest kanamaya bırakıldı. S grubu sham operasyon grubu idi. K grubuna şoktan sonraki bir saatlik sürede sıvı replasmanı yapılmadı. EK grubunda serum fizyolojikle 2 cc/kg/dk hızında, OAB 60 mmHg ve EH grubuna 4 cc/kg/dk hızında, OAB 80 mmHg olması hedeflenerek resusitasyona başlandı. Çalışma gruplarında birinci saatte kanama kontrolü sağlandı ve bir saat daha resusitasyona devam edildi. Bazal, birinci ve 24. Saatlerde karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, hematokrit çalışıldı. Bulgular: Birinci saatte üre ve kreatinin değerleri K grubunda artma gösterdi. K, EK, EH gruplarının SGOT değerleri 24. saatte yüksek olarak bulundu. K, EK, EH gruplarında 24. saatte ölçülen hematokrit değerlerinde düşme oldu. Hematokrit değerlerinde en fazla düşme EH grubunda gözlendi. Sonuç: Geç veya agressif resusitasyon yapılan gruplarla karşılaştırıldığında, erken kontrollü sıvı resusitasyonunun hemorajik şokta gelişebilecek organ hasarını önlemede daha etkili olduğu sonucuna varıldı.
Objective: To investigate the effects of difFerent volüme resuscitation regimens on organ functions in uncontrol led haemorrhagic shock before surgical control of bleeding. Material and methods: Total 37 New-Zeland type rabbits divided into fourgroups designated as S(sham, n=7), C(control, n=10), ECR(early controlled resuscitation, n=10) and EFRfeariy fast resuscitation, n=10). Rabbits were let bleeding until mean arterial pressure decreased to 30 mmHg then intracut was taken out to permet free bleeding. S group is sham-operated group. Group C did not receive any volüme replacement for an hour after the onset of shock. Volüme resuscitation with şalin begin- ned at rate 2 cc/kg/min to achive MAP 60 mmHg in group ECR while volüme resuscitation with şalin beginned at rate 4 cc/kg/min to achive MAP 80 mmHg in group EFR. Bleeding was controlled at first hour in study groups and resuscitation went on foran hour. Liverand renal function tests and haematocrit values were studied basally, first hour and 24th hour respectively. Results: Urea and creatinin levels increased at the first hour in group C. SGOT levels were found to be elevated at 24 hours in group O, ECR, and EFR. Haematocrit values were decreased at 24th hour in group C, ECR, and EFR. Most severe decrease in haematocrit values were observed in group EFR. Conclusion: it is concluded that early controlled resuscitation in haemorrhagic shock is effective in preventing the organ damage that can develop during haemorrhagic shock when compared to late oragressive resuscitation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süksinilkoline Bağlı Fasikülasyon Ve Kas Ağrılarının Önlenmesinde İki Farklı Nondepolarizan Ajanın Karşılaştırılması
Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Alper Yosunkaya, Feride Akbayrak, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Süksinilkoline Bağlı Fasikülasyon Ve Kas Ağrılarının Önlenmesinde İki Farklı Nondepolarizan Ajanın Karşılaştırılması
The ComparIson Of Two DIfferent Non-DepolarIzIng Relaxants To Prevent SuccInylcholIne FascIculatIons And MyalgIa.
Bu çalışmanın amacı süksinilkoline bağlı fasikülasyon ve kas ağrılarının önlenmesinde rokuronyum ve sisatrakuryumun etkilerinin karşılaştırılmasıdır. Bu randomize çift kör çalışmada, ASA I veya II grubundan 18-45 yaşları arasında minör cerrahi geçirecek 45 olgu kullanılacak non-depolarizan ajana göre üç gruba ayrıldı. Prekürarizasyon için grup 1 (n=15) 2 mİ % 0,9 NaCI, grup 2 (n=15) 2 mİ içinde 0,06 mg/kg rokuronyum ve grup 3 (n=15) 2 mİ içinde 0,015 mg/kg sisatrakuryum aldı. Anestezi indüksiyonu 1 mg/kg fentanil ve 2,5 mg/kg propofol ile sağlandı. Prekürarizasyon sonrası 2. dakikada 1,5 mg/kg süksinilkolin verildi ve 60 saniye sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Prekürarizasyonun yan etkileri, fasikülasyonların derecesi ve entübasyon koşulları değerlendirdi. Postoperatif 48. saatte kas ağrıları kaydedildi. Fasikülasyon şiddeti ve oranı grup 2 ’de grup 1 ve 3 ‘e göre daha düşüktü. Entübasyon koşulları ve postoperatif kas ağrıları açısından her üç grup arasında farklılık yoktu. Sonuçta süksinilkolin uygulamasından 2 dakika önce verilen 0,06 mg/kg rokuronyum, süksinilkoline bağlı fasikülasyonların önlenmesinde, 0,015 mg/kg sisatrakuryuma göre daha etkili bulundu. Ancak bu ajanlarla prekürarizasyonun postoperatif kas ağrısı oranlarının azaltmadığı görüldü..
The aim of this study was to compare the effects of rokuronyum and sisatrakuryum pretreatments for preventing succinylcholine-induced fasciculations and postoperatife myalgia. İn this double blind randomised study, 45 ASA I or II between 18-45 years-old scheduled for minör surgery allocated into three groups according to the non-depolarizing pretreatment used. Group 1 (n=15) received normal şaline; group 2 (n=15) received 0.06 mg/kg rocuronium and group 3 (n=15) received 0.015 mg/kg cisatracurium each in the same volüme (2 mİ) for precurarization. Anaesthesia induced with 1 mg/kg fentanyl and 2.5 mg/kg propofol. Two minutes after precurarization, 1.5 mg/kg succinylcholine was injected and 60 second later the trachea was intubated. Side effects of precurarization, the incidence and magnitude of fasciculations and intubating conditions were evaluated. Myalgias were recorded on postoperatife 48 hours. The incidence and magnitude of fasciculations in group 2 was lower than group 1 and 3. There was no difference in intubating conditions and postoperatife myalgias among the groups. İn conclusion 0.06 mg/kg rocuronium is better than 0.015 mg/kg cisatracurium to prevent muscular fasciculations follovving succinylcholine injection when they were given two minutes before succinylcholine. But preteatment with these agents did not reduced the incidence of postoperatife myalgia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
Samet Özer, Serap Bilge, Resul Yılmaz, Vehbi Doğan, Selim Demir, Erkan Gökçe
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Bir Fasiyal Paralizi Nedeni: Moebius Sendromu
A Rare Cause Of FacIal ParalysIs: MoebIus Syndrome
Moebius sendromu ilerleyici olmayan tam ya da parsiyel
konjenital fasiyal paralizi ile karakterize bir sendromdur. Genellikle
orofasiyal malformasyonlar, kas-iskelet sistemi defektleri, beyin
sapı displazisi ve diğer kraniyal sinir felçleri ile ilişkilidir. Moebius
sendromunun ortalama insidansı 2-20/milyondur. En sık görülme
şekli bilateral lateral rektus kası felci ve fasiyal güçsüzlüktür. Sıklıkla
5., 10., 11. ve 12. kraniyal sinirler de tutulur ve öksürük, yutma ve
çiğneme güçlüğü ve solunum yetersizliğine neden olabilir. Tam veya
parsiyel fasiyal paralizi Moebius sendromu tanısı için şarttır. Dört
aylık kız hasta doğumdan itibaren sağ gözünü tam kapatamama
ve içe bakış şikayetleri ile kliniğimize getirildi. Hasta sağ gözünü
tam kapatamıyordu, dilde atrofi ve mikrognatisi vardı. İlk bakışta
her iki gözde içe bakıyordu. Dışa bakış kısıtlılığı, ayaklarda pes
ekinovarus deformitesi ve katlantılı kulağı vardı. Dismorfik özellikleri,
mikrognati ve dilde atrofi nedeni ile kraniyal manyetik rezonans
görüntüleme yapıldı. 3D FIESTA taramada bilateral fasiyal sinirler
görüntülenemedi. Bu vaka konjenital fasiyal güçsüzlükle başvuran
hastaların ayırıcı tanısında Moebius sendromunun mutlaka akılda
tutulmasını vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
Moebius syndrome is a rare, non-progressive congenital
syndrome presenting with complete or partial facial paralysis. It is
usually associated with orofacial malformations, musculoskeletal
defects, brainstem dysplasia, and other cranial nerve palsies. Mean
incidence is 2-20/million, although there is considerable regional
variation. The most common presentation is with bilateral lateral
rectus palsies and facial diplegia. Frequently, the 5th, 10th, 11th and
12th cranial nerves are involved and may cause cough, difficulty in
chewing and swallowing, and respiratory insufficiency. Complete or
partial facial nerve palsy is necessary for a diagnosis of Moebius
syndrome. A 4-month-old girl was brought to our clinic with complaints
of inability to close her right eye completely and internal deviation in
that eye, beginning from birth. She had micrognathia and an inability
to completely close the right eye. Both eyes were turned inwards
during primary gaze. She had limited lateral gaze, a pes equinovarus
deformity in her feet, and flap ears. Cranial magnetic resonance
imaging was performed because of the dysmorphic features and
revealed micrognathia and volume loss at the tongue. Bilateral facial
nerves could not be visualised by a 3D FIESTA scan, suggesting
bilateral facial nerve agenesis. This case is presented to highlight
Moebius syndrome in the differential diagnosis of cases presenting
with congenital facial weakness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Torsiyone Meckel Divertikülüne Bağlı İleus
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Burhan Mayir, Umut Rıza Gündüz
Olgu sunumu
Özeti
Torsiyone Meckel Divertikülüne Bağlı İleus
IntestInal ObstructIon Due To TorsIoned Meckel’s DIvertIculum
Yetişkinlerde Meckel divertikülü mekanik bağırsak tıkanıklığının
nadir bir nedenidir. Non spesifik semptom ve preoperatif tanı
yetersizliği sebebiyle cerrahlar bu nadir durumu akıllarında
bulundurmalıdırlar. Yirmi sekiz yaşındaki erkek hasta acil servisimize
yaklaşık 8 saat önce başlayan karın ağrısı, bulantı ve kusma
şikayetleri ile başvurdu. Hastaya akut ince bağırsak tıkanıklığı
tanısı konuldu ve acil cerrahiye alındı. Operasyonda ileoçekal valfin
60 cm proksimalinde ileumu torsiyone etmiş bir Meckel divertikülü
ve proksimalindeki ince barsakta distansiyon izlendi. Torsiyone
olmuş ileum detorsiyone edildi ve Meckel divertikülüne rezeksiyon
uygulandı. Hasta Postoperatif 3. Günde taburcu edildi. Spesimenin
histopatolojisi 3x2x1cm boyutlarında Meckel divertikülü olarak
raporlandı.
Meckel’s diverticulum is a rare cause of mechanical intestinal
obstruction in adults. Due to non-specific symptoms and preoperative
diagnosis of this rare condition, surgeons should keep in mind. A
28-year-old male patient was admitted to our emergency department
with abdominal pain, nausea and vomiting for about 8 hours before
onset. The patient was diagnosed as acute small bowel obstruction
and underwent emergency surgery. At operation a torsioned ileum
due to Meckel’s diverticulum 60 cm proximal to ileocecal valve and
small bowel distention proximal to this site was seen. Ileum was
detorsioned and Meckel’s diverticulum resection was performed.
The patient was discharged on postoperative day 3. Histopathologic
specimen were reported as Meckel’s diverticulum in 3x2x1cm size.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolostomi Endikasyonları Ve Komplikasyonları
Asım Duman, Tufan Taşçı, Bayram Işık, Nuri Ildız
Araştırma makalesi
Özeti
Kolostomi Endikasyonları Ve Komplikasyonları
IndIcatIons And ComptIcatIons Of Colostomy
Bu araştırma 1 Ağustos 1969 ile 1 Ocak 1981 tarihleri arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Kliniğinde çeşitli nedenlerle kolostomi uygulanan 247 yaka üzerinde yapılmıştır. Hastalarımızın 200'ü (% 81) erkek. 47'si (% 19) kadındır. Yaş ortalaması 39'dur. 247 kolostomi olgusunun 196'sında (% 79,3) acil, 51'inde (% 20,7) ise elektif olarak kolostomi uygulanmıştır. 109 olguda (% 44,2) barsak tıkanması. 64 hastada (% 25,9) kolorektal yaralanma. 30 vakada (% 12,2) ise kolorektal kanser en sık rastlanan kolostomi nedenleridir. 248 kolostominin 193'ü (% 77.8) geçici, 55'i (% 22,2) devamlı kolostomidir. Tüm kolostomilerin 85'i (% 34.3) Hartmann, 52'si (c7c 21) sigmoid, 41'i (% 16,5) sağ transvers. 25'i (%10,1) sol transvers, 17'si (% 6,8) sigmoid uç, 16'sı (% 6.5) çekostomi, 12'si (% 4,8) ise çifte namlusu tipinde kolostomi idi. 248 hastanın 76'sında (% 30,8) 114 postoperatif komplikasyon saptandı. Bunların 24'ü (% 21,1) kolostomi ile ilgili ciddi komplikasyonlardı. 247 kolostomilinin 86'si (%34.8) çeşitli nedenlerle kaybedildi.
This research was conducted between August 1, 1969 and January 1, 1981 at the D.Ü.T.F. It was performed on 247 collars undergoing colostomy for various reasons in the General Surgery Clinic. 200 of our patients (81%) are male. 47 (19%) of them are women. The average age is 39. Colostomy was performed urgently in 196 (79.3%) of 247 colostomy cases, and elective in 51 (20.7%). Intestinal obstruction in 109 cases (44.2%). Colorectal injury in 64 patients (25.9%). In 30 cases (12.2%), colorectal cancer is the most common cause of colostomy. Of the 248 colostomies, 193 (77.8%) were temporary and 55 (22.2%) were continuous colostomies. Of all colostomies, 85 (34.3%) Hartmann, 52 (c7c 21) sigmoid, 41 (16.5%) right transverse. 25 (10.1%) were left transverse, 17 (6.8%) were sigmoid end, 16 (6.5%) were cacostomy, and 12 (4.8%) were double barrel type colostomy. 114 postoperative complications were detected in 76 (30.8%) of 248 patients. Of these, 24 (21.1%) were serious complications related to colostomy. 86 (34.8%) of 247 colostomilis were lost due to various reasons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Mustafa Özer, Ali Güleç, Bayram Yolcu
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
SeptIc ArtrItIs Development After Intra-ArtIcular Knee InjectIons
Diz dejeneratif artriti tedavisinde eklem içi enjeksiyonlar
sık kullanılmaktadır. Uygulama sonrası septik artrit gelişimi de
bilinmektedir. Bu çalışmada; diz dejeneratif artriti nedeniyle
uygulanan eklem içi enjeksiyonları sonrası oluşan septik artrit
olgularının araştırılması amaçlanmaktadır. 2010-2015 yılları
arasında dejeneratif diz artriti nedeniye, diz eklem içi enjeksiyonu
uygulanmış ve sonrası septik artrit tanısı konularak tedavi edilen
hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet,
eşlik eden hastalıkları, fizik muayene bulguları, beyaz küre sayısı,
sedimentasyon hızı, C-reaktif protein değerleri, aspirat mayii direk
bakı ve kültür sonuçları kaydedildi. On iki hastanın yaş ortalaması 60
(46-74) idi. Hastaların 7’si kadın ve 5’i erkek idi. Beyaz küre sayısı
ortalama 12.69 (8.92-15.87) K/uL, sedimentasyon hızı ortalama 50
(35-100) mm/sa ve C-Reaktif Protein seviyesi ortalama 25.9 (16-35.3)
mg/L’idi. Kültürde üç hastada Staphylococcus aureus üredi. Diğer
hastalarda etken izole edilemedi. Tüm hastaların cerrahi debridman
ve yıkama sonrası tedavileri tamamlandı. Diz içi enjeksiyonlar
tamamen güvenilir olmamakla birlikte, kısa dönemde hastaların
klinik bulgularında düzelme sağlayabilmektedir. Ancak uzun dönem
etkileri ve uygulama sonrası oluşabilecek komplikasyonlar göz önüne
alındığında osteoartirin erken evre tedavisinde başka tedavilerin
öncelikle denenmesi gerektiğine inanmaktayız.
Knee intra-articular injections are frequently used in the
treatment of degenerative arthritis. However, it is known that septic
arthritis may develop after the application. In this study; it was
aimed to investigate the cases of knee septic arthritis occurring
after intra-articular injections administered due to degenerative
arthritis. Between the years 2010-2015, patients were retrospectively
reviewed who treated with the diagnosis of septic arthritis following
intra-articular injections due to degenerative knee arthritis. Age, sex,
comorbidities, physical examination, white blood cell, sedimentation,
CRP, aspirate microscopy and culture results were recorded.
The mean age was 60 years (range, 46-74 years) of 12 patients
(7 females, 5 males). The mean white blood cell count was 12.69
(range, 8.92-15.87) billion cells/L. The mean sedimentation rate was
50 (range, 35-100) mm/hour. The mean C-Reactive Protein level was
25.9 (range, 16-35.3) mg/L. Staphylococcus aureus was isolated
in three patients. In other patients, no causative pathogen was not
isolated. All patients underwent surgical debridement. Although
intraarticular injections are not totally safe, it can provide clinical
improvement in patients in the short term. However, given the longterm
effects and complications that may occur after application in
the early stages of treatment of osteoarthritis, we believe that other
treatments should be tried first.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
Fatih Ersay Deniz, Fikret Özuğurlu, İlker Etikan, Muzaffer Katar, Gülgün Yenişehirli, Metin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
AnalysIs Of VItamIn B12 Levels Of 289 PatIents At A Neurosurgery OutpatIent ClInIc
Vitamin B12 yetmezliği periferik nöropatiye neden olabilir, periferik nöropati distal ekstremite parestezisi mevcudiyetinin en sık karşılaşılan sebebidir. Çalışmamızda hastaların serum vitamin B12 seviyeleri ve başvuru şikâyetleri incelendi. Tüm hastalar aynı klinisyen tarafından değerlendirildi. Beyin ve sinir hastalıkları cerrahisi polikliniğine başvurmuş olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Ağrı ve/veya uyuşukluk/karıncalanma şikâyeti ile başvuran ve serum B12 düzeyi çalışılmış olan 289 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilmiş olan 289 hastanın 77 tanesinin serum B12 değeri 193 pg/ml değerinin altında tespit edildi (ort.157.82±27.45). Hastalardan 75’inin uyuşukluk/karıncalanma şikayeti ile başvurmuş olduğu ve bunların serum vitamin B12 ortalamalarının 235.69±96.19 pg/ml olduğu, geri kalan 214 hastanın serum vitamin B12 ortalamasının ise 285.29±124.50 pg/ml olduğu tespit edildi. Bu değerler normal sınırlar içinde olmakla birlikte, iki ortalama arasındaki farkın önemli olduğu tespit edildi (t=3.136, p=0.002). Düşük serum vitamin B12 değeri her zaman dokudaki vitamin B12 yetersizliği ile birlikte değildir, aynı zamanda serum değerinin normal sınırda olması doku seviyesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Vitamin B12 eksikliği, kansızlık olmaması ve serum seviyesin sınır değerler civarında olması durumunda dahi, duyu bozukluğu sebepleri arasında olabileceği düşünülmelidir.
Vitamin B12 deficiency may cause peripheral neuropathy and peripheral neuropathy is the most common cause of distal extremity paresthesias. The aim of this study was to determine the serum B12 level of the patients with complaints of pain and/or numbness/ tingling and try to demonstrate the relation between them. Patients’ files admitted to neurosurgery outpatient clinic were retrospectively analyzed. Serum vitamin B12 levels and the admission complaints of the patients were studied. A total of 289 patients with complaints of pain and/or numbness/tingling that serum vitamin B12 levels measured were included. All of the patients were evaluated by the same clinician. The serum vitamin B12 concentrations of 77 patients out of 289 were found to be below 193 pg/ml (mean 157.82±27.45). The total number of the patients with the complaint of numbness/tingling was 75 and the mean serum vitamin B12 level was 235.69±96.19 pg/ml, the mean serum vitamin B12 level of the remaining 214 patients was 285.29±124.50 pg/ml. Although these results were within the normal limits, the difference of the mean values of the two groups was found to be significant (t=3.136, p= 0.002). The low serum vitamin B12 level does not always correlate with the tissue insufficiency and also it’s serum level being normal does not indicate it’s being sufficient at the tissues. Vitamin B12 deficiency should also be thought at the etiology of sensory disorder, especially if the radiological findings are normal, even though in the absence of anemia and serum level being at borderline.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genç Erkek Olguda Kronik Lipodermatoskleroz
Ahu Yorulmaz, Rıdvan Güneş, Ferda Artüz, Serra Kayaçetin
Olgu sunumu
Özeti
Genç Erkek Olguda Kronik Lipodermatoskleroz
ChronIc LIpodermatosclerosIs In A Young Male PatIent
Lipodermatoskleroz, kronik venöz yetmezlik ile yakın ilişkili
progresif seyirli bir dermatozdur. Lipodermatoskleroz klinik olarak
akut, subakut ve kronik olmak üzere üç ayrı evrede değerlendirilir.
Yine kronik venöz yetmezliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan akut
faz, tipik olarak alt ekstremitelere yerleşen oldukça ağrılı, belirgin
eritem ve ödemin eşlik ettiği endure plaklarla prezente olması
nedeniyle selülit ile sıklıkla karıştırılır. Kronik lipodermatoskleroz
akut lipodermatoskleroza göre çok daha sıktır ve klinik muayene
ile kolaylıkla ayırt edilir. Kronik lipodermatoskleroz kadınlarda daha
yaygındır, öyle ki bildirilen vakaların %90’a varan oranını orta yaştaki
kadın olgular oluşturmaktadır. Biz çalışmada, sağ alt ekstremitesinde
kronik venöz yetmezlik zemininde kronik lipodermatoskleroz gelişen
genç bir erkek olgu sunulmuştur. Kronik lipodermatosklerozun
genç erkeklerde daha nadir görülmesinden ötürü, bu olgunun klinik
özelliklerini ortaya koymak ve dikkat çekmek istenmiştir.
Lipodermatosclerosis is a progressive dermatosis, which is closely
related with chronic venous insufficiency. Lipodermatosclerosis has
been clinically classified into acute, subacute and chronic stages.
Acute phase, which also represents a sequelae of chronic venous
insufficiency, is commonly misdiagnosed as cellulitis, since typical
clinical presentation closely resembles cellulitis with extremely painful,
indurated plaques with intense erythema and edema affecting distal
parts of the lower extremities. Chronic lipodermatosclerosis is much
more common than acute lipodermatosclerosis and this form is easily
recognized with clinical examination. Chronic lipodermatosclerosis is
more common in women, indeed up to 90% of the reported cases are
women in their middle ages. Here, we report a young male patient
with chronic lipodermatosclerosis on right lower extremity, which had
been developed in the presence of chronic venous insufficiency. We
point out and highlight the clinical characteristics of this patient as
chronic lipodermatosclerosis is less frequently observed in young
males.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Olguda Perikardiyal Kist Ve Divertiküller
Bayram Metin, Sami Ceran, Bayram Altuntaş, İsa Döngel
Olgu sunumu
Özeti
Üç Olguda Perikardiyal Kist Ve Divertiküller
PerIcardIal Cysts And DIvertIcula In Three Cases
Perikardial kist ve divertiküller tüm mediastinal kitlelerin
yaklaşık olarak %7’ lik bir kısmını oluştururlar. Perikardiyal kist ve
divertiküller çoğunlukla sağ kardiyofrenik sinüste yer almakla birlikte,
sol kardiyofrenik sinüs, superior mediasten, aortik ark seviyesi ve sol
hilusda da yer alabilirler. Perikardiyal kist ve divertiküller birbirine
yapı, lokalizasyon ve semptom olarak benzer lezyonlardır. Tanılarında
radyografi, BT ve MRG’ nin demostratif önemi vardır. Biz burada üç
olgu üzerinden mediastinal kistik lezyonların ayrıcı tanısında önemli
yer tutan perikardiyal kist ve perikardiyal divertiküllerin semptom,
tanı ve tedavi yönünden benzerliklerine ve farklılıklarına değinmek
istedik.
Pericardial cysts and diverticula compose %7 of all mediastinal
masses. Pericardial cysts and diverticula are generally present
at right cardiophrenic sinus also within left cardiophrenic sinus,
superıor mediastinum, aortic arch level and left hilum. Pericardial
cysts and diverticula are lesions which resemble themselves in
shape, localiaztion and symptoms. Radiography, CT and MRI has
demonstrative importance in their diagnosis. We want to present
similarities and differences of symptoms, diagnosis and treatment
of pericardial cysts and diverticula which are important in differential
diagnosis of mediastinal cystic lesions within these 3 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Boyun Kırıklıklarının Thompson Protezi Uygulaması Ile Tedavısı
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Necmettin Reis, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Boyun Kırıklıklarının Thompson Protezi Uygulaması Ile Tedavısı
Treatment Of Fractures Of The Fernoral Neck By Replacement WIth The Thompson ProthesIs
Haziran 1983-Eylül 1989 tarihleri arasında 51 femur boyun kırığı yakasına Thompson protezi uygulandı. Ortalama yaşları 64.8 olan hastaların 18'i erkek (9040), 33'ü kadın (%60) idi. Cerrahi işlem bütün hastalarda posterolateral girişle uygulandı. erken komplikasyon olarak bir ölüm, bir fibular sinir yaralanması ve bir dislokasyon meydana geldi. Değerlendirmeye alınan 34 hastanın ortalama takipleri 24 ay idi. Bunların 24 önde radyolojik değerlendirme yapıldı. Bir vakada asetabulurnda çökrne. bir vakada asetabulurrıda aşınma ve bir vakada da protezde gevşeme tespit edildi.
From June 1983 to September 1989, 51 patients with displaced fractures of the femoral neck were treated by Thornpson arihroplasty. The avarege age at operation was 64.8 years. There were 18 men (40 per sent) and 33 women (60 per cent) The postero-lateral approach to the hip was used at al! operations. There was one dead, one dislocation and one fibular nerve injury as early complication. The resulis after 34 hips studied at follow-up. Among 34 patients, 24 of !hem were controlled radiologically. One asetabular erosion, one asetabular protrusion and one loosening of prothesis were found as a lale complication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Bir İlçe Hastanesinde Ameliyat Edilen Delici
kesici Alet Yaralanması Olgusu: Kalp Nafiz Bıçaklanma
Adem Bayraktar, Alper Aytekin, Eral Mandollu, Abdülaziz Kaya, İbrahim Koç
Olgu sunumu
Özeti
Periferik Bir İlçe Hastanesinde Ameliyat Edilen Delici
kesici Alet Yaralanması Olgusu: Kalp Nafiz Bıçaklanma
A Case Of Operated PenetratIng Injury In A DIstInct HospItal:
penetratIng CardIac Injury
Kalbe penetran travmalar hayatı tehdit eden hemoraji ve kalp
tamponadı gibi ciddi klinik sonuçları nedeni ile önemli travma
acillerindendir. Vakaların önemli bir kısmı hastaneye ulaşamadan
kaybedilir. Hastaneye ulaşanlarda ise hızlı müdahele prognozu
belirler. Vakaların önemli bir bölümü ilk müdahalede geç kalınması,
transporttaki yetersizlikler ve operasyona alınırken oluşan gecikmeler
nedeni ile kaybedilmektedir. Bu olgumuzda göğüs cerrahisi ve kalp
damar cerrahisi uzmanı ile toraks setinin olmadığı periferik bir
ilçe hastanesinde genel cerrahi uzmanı tarafından erken dönemde
ameliyat edilen bir kalbe nafiz bıçaklanma olgusunu sunmayı
amaçladık.
Penetrating cardiac injuries are one of the most important urgent
traumas which can cause life-threatening hemorrhage and cardiac
tamponade. A significant number of cases die before reaching the
hospital. Rapid response to those who reached the hospital determines
the prognosis. Most of cases die because of inefficiencies in
transport, delays in transport to operation room and late intervention.
We aim to present, early operated penetrating cardiac injury case
by a general surgeon without thoracic/cardiovascular surgeon and
thorax surgery set in a distinct hospital.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnce Barsak Mezosundan Köken Alan Dev İntraabdominal Miksoid Liposarkom
İbrahim Aliosmanoğlu, Mesut Gül, Fırat Tekeş, Burak Veli Ülger, Ahmet Türkoğlu, Mehmet Güli Çetinçakmak, Hüseyin Büyükbayram
Olgu sunumu
Özeti
İnce Barsak Mezosundan Köken Alan Dev İntraabdominal Miksoid Liposarkom
GIant MyxoId LIposarcoma ArIsIng From The Small IntestIne Mesentery
Primer mezenterik liposarkom nadir görülen bir durumdur. Semptomları geç ortaya çıktığı için büyük boyuta ulaşana kadar belirti vermezler ve bundan dolayı tanı geç konulur. Biz bu yazıda ince barsak mezosundan köken alan (35x30x8 cm)boyutlarında, 4123 gram ağırlığında dev miksoid liposarkomu olan 32 yaşındaki bayan hastayı sunduk. Batın içi kitlelerinin ayrıcı tanısında liposarkomlar akılda tutulmalıdır. Bu tümörler negatif cerrahi sınır sağlanarak çıkartılmalı ve hastalar uzun süre takip edilmelidir.
Primary mesenteric liposarcoma is a rare condition. It is diagnosed late because symptoms don’t appear until it reaches large sizes. In this article we presented a 32 year old female patient with giant myxoid liposarcoma originating from the small intestine mesentery measuring (35x30x8 cm) and weighing 4123 grams. As a result, liposarcomas should be considered in the distinctive diagnosis of intraabdominal masses. The mass should be excised providing negative surgical margins and the patient should be followed for a long time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anal Apselerde Unutulmaması Gereken Bir Durum:
endometriozis
Mehmet Buğra Bozan, Fatih Erol, Burhan Hakan Kanat, Nezahat Bal Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Anal Apselerde Unutulmaması Gereken Bir Durum:
endometriozis
CondItIonthat Must Be Kept In MInd In Anal Abscess: EndometrIosIs
Endometriozis üreme çağındaki kadınlarda sık karşılaşılan
bir problemdir. Perianal tutulum nadirdir ve epizyotomi skarları
üzerinde ağrılı şişlik olarak izlenir. Tekrarlayan anal apse ile gelen
hastalarda endometriozisin nadiren de olsa perianal bölge tutulumu
yapabileceği unutulmamalıdır. Tekrarlayan perianal apseyi taklit
eden endometriozis tanısı alan 35 yaşında bir kadın hastayı sunmayı
amaçladık.
Endometriosis is a common pathology in fertile women. Perianal
involvement is rare and painful swelling is seen on episiotomy incision
scars. Uncommon involvement of perianal region by endometriosis
should be kept in mind in recurrent anal abscess. In this case
report, we aimed to present a 35 year old woman with endometriosis
mimicking recurrent anal abscess.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Defekt Onarımının Ana Flebi Olarak Skapüler Ada Flebi
Mehmet Altıparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Aksiller Defekt Onarımının Ana Flebi Olarak Skapüler Ada Flebi
Scapular Island Flap As A Workhorse Flap For AxIllary Defect ReconstructIon
Amaç: Aksiller defektler genellikle yanık kontraktürlerinin açılması veya hidradenitis suppurativa debridmanlarının neticesinde meydana gelir. Onarımdaki nihai hedef, omuz ekleminde tam hareketlilik sağlayan ince ve esnek bir kapama olması nedeniyle zordur. Aksiller defekt onarım seçeneklerinden birisi skapuler fleptir. Bu çalışmanın amacı skapuler ada fleplerinin aksiller defektlerin onarımında farklı endikasyonlardaki kullanımını sunmak, onarım sonuçlarını değerlendirmek ve aksiller rekonstrüksiyonda skapuler ada flebinin ana flep olarak tartışılmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Retrospektif olarak 2015 ile 2019 yılları arasında yapılan toplam 7 hastada 8 skapuler ada flebi çalışmaya dahil edildi. Beş hasta hidradenit nedeniyle opere edilirken 2 hasta ise aksiller kontraktür nedeniyle rekonstrükte edildi. Tüm skapüler fleplerin pedikülleri iskeletize edildi ve trianguler aralıktan aksiller bölgeye aktarıldı.
Bulgular: Flep boyutları 84cm2 ile 128 cm2 arasında değişmekte ve genişliği en fazla 8cm’e kadar ulaşmaktaydı. Donör alan skarları 3 ile 6 ay arasında yaştan bağımsız olarak genişledi. En az 3 aylık takiplerde donör alan skarları 1,5 ile 2,6 cm arasında değişiklik gösterdi. Bir tanesi hariç (sekonder iyileşen tip nekrozu) tüm flepler komplikasyonsuz sonuçlandı.
Sonuç: Skapuler ada flebi çeşitli nedenlerden dolayı oluşan aksiller defektlerin onarımında kullanılabilir. Flebin yatay uzanıma sahip olması posterior aksiller çizgideki ve koldaki yanık alanlarından bağımsız hareket edebilmesini sağlar. Skarların genişlemesi bir dezavantaj olarak görülse de, skapuler flebin ince ve esnek kapama sağlaması, kolay elevasyonu ve komplikasyon oranının düşük olması nedeniyle aksiller rekonstrüksiyonunun ana flebi olarak değerlendirilebilir.
Aim: Axillary defects mostly occur after burn contracture releases or hidradenitis suppurativa debridements. Reconstruction of this type of defect is a challenge since the ultimate aim is maintaining a pliable coverage with full mobility of the shoulder joint. Scapular flap is one of the reconstructive options in axillary defect coverage. This study is aiming to present reconstruction of axillary defects with scapular island flaps for different indications and to discuss the outcomes of the donor sites so as to suggest it as a workhorse flap in axillary reconstruction.
Patients and Methods: A total of 7 patients treated with 8 scapular island flaps between 2015 and 2019 were included retrospectively. Five patients were operated for hidradenitis suppurativa and 2 patients reconstructed for axillary contracture. All scapular flap pedicles were skeletonized and transferred to the axilla through the triangular space.
Results: Flap dimensions ranged from 84cm2 to 128 cm2 without exceeding 8cm of the width. Donor site scars widened between 3 months to 6 months post-operatively and independent of patient age. Donor site scars ranged from 1.5-2.6 cm after at least 3 months of follow-up. All flaps survived without any complication except one with a tip necrosis that healed with secondary intention.
Conclusion: Scapular island flaps can cover defects of the axilla created by various causes. Horizontal extension of the flap protects it from burn scar involvements of the posterior axillary line and the arm. Although widening of the scars seems to be a disadvantage, thin and pliable skin coverage with ease
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hurler Sendromunda Anestezik Yaklaşım
Aybars Tavlan, Hatice Köstekçi, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Hurler Sendromunda Anestezik Yaklaşım
AnaesthetIc Approach To Hurler Syndrome
Amaç: Hurler sendromu teşhisi konmuş 6 yaşındaki kız çocuğunda, umbilikal herni ve adenoid vejetasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişim sırasındaki anestezik yaklaşımı, literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Premedikasyon uygulanmadan operasyona alınan olguya EKG, noninvaziv arter basıncı, periferik oksijen satürasyonu (SpO2) monitorizasyonu uygulandı. Olgunun anatomik özellikleri nedeni ile endotrakeal entübasyonunun zor olabileceği düşünülerek trakeostomi ve zor entübasyon için gerekli hazırlıklar yapıldı. İndüksiyon öncesi maske ile 3L/dk %100 o2 inhale ettirilerek preoksijenasyon uygulandı. %100 oksijen ve artan konsantrasyonlarda sevofluran ile anestezi indüksiyonunu takiben 1µg/kg fentanil uygulandı. Nöromüsküler blok için 1.5 mg/kg (iv) süksinilkolin verildi. Macintosh 2 numaralı bleyt kullanılarak 18 mm çapında trakeal tüp üçüncü denemede trakeaya yerleştirildi. Anestezinin idamesi %50 O2-%50 N2O ve %2 sevofluran ile sağlandı. Olgu cerrahi sonunda komplikasyonsuz olarak ekstübe edildi. Sonuç: Hurler sendromlu olguların operasyon öncesinde dikkatli bir şekilde değerlendirilmeleri gerekir. Anestezi esnasında ve sonrasındakimonitorizasyon hayati önem taşır.
Aim: We aimed to evaluate the anesthetic approach to a 6 years old female child, clinically diagnosed as Hurler syndrome, undergoing umbilical hernia repair and adenoidectomy operation, under the light of literatüre data. Case Report: Premedication was omitted. The case monitorised with EKG, non invasive arterial pressure, peripheric oxygen saturation (SpO2) and taken under operation. It is assumed to be a difficult airway case bacause of anatomical features of Hurler Syndrome, tracheostomy and difficult airway algorithm prepared. Preoxygenation via face mask with 3L/min 100% O2 inhalation applied to the case before induction. Anesthesia induced with increasing sevoflurane concentrations in 100% oxygen and fentanyl 1µg/kg. Neuromuscular blockage was maintained with 1.5 mg/kg iv succinylcholine. 18 mm diameter endotracheal tube was placed into trachea by using Macintosh blade (No:2) at third attempt. Anesthesia was maintained with 2% sevofluran in 50% O2-50% N2O. The patient was extubated without any complication at the end of the surgery. Conclusion: In Hurler’s sydrome; patients should be evaluated carrefully prior to operation. It is vital to monitor the patient in peroperative and postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
Ahmet Küçükapan, Suat Keskin, Zeynep Keskin, Necdet Poyraz
Derleme
Özeti
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
InterventIonal RadIologIcal Methods In Treatment Of Hepatocellular
carcInoma
Hepatosellüler karsinom (HCC) çoğunlukla viral hepatit sonrası oluşan bir durumdur. HCC karaciğer parankiminde geç dönemde siroz gelişiminden displastik nodül gelişimine ve erken evre kanser oluşumuna kadar farklı antitelere neden olabilmektedir. Ancak tümör çapının yaklaşık 2 cm olduğu olgularda ve vasküler invazyonu gelişmeden küratif tedavi mümkün olabilmektedir. Karaciğer fonksiyonlarının yetersiz olması, vasküler invazyon ve metastaz nedeniyle cerrahi tedavinin olası olmadığı hastalarda tümör gelişimini durdurmak amacıyla perkütan radyofrekans ablasyon ve transarteriyel kemoembolizasyon gibi cerrahi olmayan tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Hepatocellular carcinoma (HCC) generally develops as a
consequence of underlying liver disease, most commonly viral
hepatitis. The development of HCC follows an orderly progression
from cirrhosis to dysplastic nodules to early cancer development,
which can be reliably cured if discovered before the development
of vascular invasion (typically occurring at a tumor diameter
of approximately 2 cm). If resection is not possible because
of poor liver function, vascular invasion and metastasis. To
prevent tumor progression while waiting, nonsurgical treatments
including percutaneous radiofrequency ablation, and transarterial
chemoembolization are employed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mitral Stenoz Ve Cerrahı Tedavısı
Ali Ersöz, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Tayfun Göktoğan, Ahmet Kaya, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mitral Stenoz Ve Cerrahı Tedavısı
SurgIcal Treatment Of MItral StenosIs And RegurgItatIon
1982-1987 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalında saf mitral darlıkla rnüracaat eden 71 hastaya kapalı mitral valvotomi uygulandı. Mortalitenin olmadığı seride hastaların tümünde erken ve geç dönem sonunda ameliyatın hastalara iyi bir palyasyon sağladığı görüldü. Açık kalp ameliyatı imkanlarının da bulunduğu klinikte seçilmiş vakalarda hala kapalı mitral valvotominin yeri olduğu vurgulandı.
Between 1982-1987 seventy-one patients with pure mitral stenosis was operated at the Department of Thoracic and Cardio-Vascular surg. Selçuk Üniversitesi School of Medicine. There was no mortality. Early post operative and long term term results revealed that a good palliation was achieved in of the patients. Although open heart surg facilities were available at the department emphasis was made in the thought that closed mitral valvotomy stili has a place for the surgical treatment of pure mitral stenosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kısa Barsak Sendromunda Uyguladığımız Yenı İleoçekal Valv Modelının Etkınlığı
Şakir Tavlı, Şükrü Bülent Özer, Mikdat Bozer, Adnan Kaynak, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Kısa Barsak Sendromunda Uyguladığımız Yenı İleoçekal Valv Modelının Etkınlığı
The EffIcIaey Of New Ileocecal Valwe Model That Was Performed By Us In Short Bowel Syndrome
Bu çalışmada ağırlıkları belirlenen 20 adet ldjpekte ileoçekal valvi de içine alan massıf rezek-siyon yapılarak kısa barsak olu,slurulduktan sonra jejunal flep kullanılarak yeni ileoçekal val• modeli uygulandı. I O'arlı iki gruba ayrılan deneklerin I. gru-bunda yalnız jejunokolostomi, It grubunda ise yeni ileoçekal valv modeli ile birlikte jejunokolostomi yapıldı. Postop 2. ayın sonunda ağırlıkları tekrar ölçülen köpeklere laparotomi yapılarak anastomozun proksi-mal ve distalinde basınç ölçümleri yapılıp, koloni sayımı için örnek alındı ve baryumlu kolun grafileri çekildi. I. grupta ortalama kilo kaybı %24.9 iken, Il. grupta %Il .6 olmuştur. Iki grubun ağırlık değişim-leri arasındaki istatistiki fark anlamlı bulunmuştur (p<0.01 ). I. Grupta ortalama basınç farkı 0.89±0.78 em. Su iken, II. grupta 6.00±0.94 cm. Su bulundu ve basınç farkları arasındaki istatistiki fark anlamlı idi (p<0.01). gruptaki deneklerin kolon grafilerinde valvin oluşturduğu belirgin bir boru görünümü ve proksi-malinde peristallizm artışı vardı. Bu bulgularla; oluşturduğumuz valv modelinin, ileoçekal valvi korunmamış kısa barsak sendromlu olgularda ilk operasyon sırasında uygulanabileceği sonucuna vardık.
In this study, It was made the short intestine by performing the massive resection including ileocecal valve in 20 dogs and then it was carried out new ile-ocecal valve model using jejunal flap. The dogs di-vided two groups. It was made jejunocolostomy in first group and a new ileocecal valve model with jej-unocolostomy in second group. At the end of postoperative second month, it was one more measured üs weights, then intraluminary pressures in proximal and distal paris of anastomosis were measured and specimens were taken for colony counts and colonographic study was performed by barium. While mean weight loss was 24.9% in first group, it was 11.4 % in second group. The dillerenee between the weight loss values of two groups was statistically significant (p<0.01). While the mean dıfference of pressure values was 0.89±0.78 cm. Water in first group, It was 6.00i-0.94 cm. Water in secont group. The difference between the pressure gradients was statistically sig-nıficant (p<0.01). There was tube Ilke apperance and the increased peristaltic waves al the jejunal side, in colonographic radyograms. We believe that the new valve model performed by us may be used during the first operation in short bowel syndrome unable to save the ileocecal valve.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Baş Dönmesi Şikayeti İle Başvuran Sol Atrial Dev Miksoma Olgusu
Alpay Arıbaş, Mehmet Tekinalp
Olgu sunumu
Özeti
Baş Dönmesi Şikayeti İle Başvuran Sol Atrial Dev Miksoma Olgusu
Left AtrIal Huge Myxoma WIth DIzzIness ComplaInt
Baş dönmesi ayırıcı tanısında nadiren akla gelen atrial miksoma olgusunu literatür eşliğinde tartışmaktır. 65 yaşında kadın hasta dört aydır baş-layan baş dönmesi nedeni ile nöroloji polikliniğine başvurmuş. Yapılan tetkiklerde nö-olojik bir neden saptanmamış. Kardiyoloji kliniğine başvurması söylenmiş. Ayrıntılı fizik muayene sonrası yapılan Transtorasik Ekokardiyografi(TTE) de sol atriyumda, sol ventrikül giriş ve çıkış yolunda obstrüksiyona yol açan dev miksoma tespit edildi. Hastaya cerrahi önerildi ancak hasta kabul etmedi. Baş dönmesi sık karşılaşı-lan bir poliklinik başvuru şikayetidir. Nadir fakat kötü klinik sonuçlara neden olabileceğinden dolayı atrial miksoma mutlaka ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır.
The purpose of the study is to discuss an atrial myxoma case, rarely thought for the differential diagnosis of dizziness, with the help of literature. A 65 year old woman patient was admitted to neurology clinic with complaint of dizziness that started four months ago. No neurological cause was defined as the result of the examinations and the patient was referred to cardiology clinic. After a detailed physical examinaiton, a huge myxoma that lead to obstruction on the left entrance and exit ways in left atrium was defined. The patient was recommended to have a surgical operation, yet she refused to do so. Dizziness is a frequently encountered clinical complaint. Since it may cause rare but serious clinical results, atrial myxoma should definetely be taken into consideration in differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparaskopik Kolesıstektomı
Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Şükrü Bülent Özer, Mehmet ak
Araştırma makalesi
Özeti
Laparaskopik Kolesıstektomı
LaparoseopIe Choleeystectomy
Ocak 1994 ye temmuz 1995 tarihleri arastnda Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi Genel Cerrahi ABDInda laparoskopik koksistektomi (LK) yaptlan 268 olgu degerlendirildi. 236 hasta biliyer kolik Lie seyreden safra kesesi tap, 32 hasta akut koksistit ta-nisi almo. ilk gruptaki 4 hastada ta§likolesistit ya-runda, yandac hastaltk olarak dalak absesi, dalak kist hidatigi. karaciger sol lobda ye sag overde hasit kist vardi. Tedavileri yapildt. 15 hasta daha ijnceden batin ctmeliyatt gecirmigi. LK 252 hastada began ile yapilirken 16 hastada aciga gecilme zorunlulugu duyuldu. 6 hastada ciddi komplikasyonlar gorilla. Mortalite olmadt, or-talanza ameliyat siiresi 50 dk, hastanede kalma sii-resi 2 giin, normal aktiviteye donme siiresi 1 hafta olarak bulundu. Bu calgmadaki komplikasyon orantnin yiiksek ()imam klinigimizde Llenin yeni uygulanmaya beglanniq olmasina bagh oldugu düşünüldü.
268 cases on which laparoscopic cho-lecystectomy was treated in General Surgical De-partment at the University of Selcuk, Faculty of Me-dical Science between 1994 th January-1995 th June were taken into consideration. 236 patients have de-veloped gallbladder stone which moves along with bilecholic, 32 patients have developed acute cho-lecystitis and 4 patients, because of having de-veloped splenic abcess, splenic eccinococcous cyst, simple cyst at left lobes of the liver, simple cyst at right over were taken into operation. Despite the successful application of la-paroscopic cholecystectomy at 252 patients, 16 pa-tient had necessarly been take into laparotomy. Mortality rate is nil. The operation approximately takes 50 minutes and patients are kept at our hos-pital for nearl 2 days and the patient's recoveries takes a week. Serious complications was observed at 6 patients. We come to the conclusion that the reason for the complications peeing high is that this kind of surgical attempts are very recently applied in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
Sinan Demircioğlu, Serhat Sayın, İrfan Fırat Özcan, Serdar Karaköse, Aynur Uğur Bilgin, Hakkı Polat
Olgu sunumu
Özeti
Kronik Lenfositik Lösemili Hastada Asemptomatik Mezenterik Pannikülit
MesenterIc PannIculItIs In A PatIent WIth ChronIc LymphocytIc LeukemIa
Mezenterik pannikülit, mezenterik yağ dokusunu etkileyen inflamasyon ve fibrozis ile giden bir durumdur. Karın ağrısı, bulantı, kusma gibi semptomlar olabileceği gibi asemptomatik de olabilir. Etyolojisinde sıklıkla travma, abdominal cerrahi, enfeksiyon suçlanmakla beraber son zamanlarda malignite ile birlikteliği artış göstermiştir. Biz, literatürde birlikteliğine rastlamadığımız kronik lenfositik lösemili bir hastada asemptomatik mezenterik pannikülit olgusunu sunduk.
Mesenteric panniculitis is a situation which effects adipose tissue of the mesentery with inflammation and fibrosis. There may be symptoms like stomachache, nausea, vomiting or asymptomatic. Trauma, abdominal surgery, infection are the main causes and recently its association with the malignancy has been increased. We reported asymptomatic mesenteric panniculitis in a patient with chronic lymphocytic leukemia that hasn’t been experienced before in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastane Çalışanlarında Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv
virüsünün Seroprevalans Durumlarının İncelenmesi
Esma Kepenek
Araştırma makalesi
Özeti
Hastane Çalışanlarında Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv
virüsünün Seroprevalans Durumlarının İncelenmesi
AnalyzIng Seroprevalence Of Hbv, Hcv And HIv At A HospItal’s
employees
Seydişehir Devlet Hastanesi (SDH) çalışanlarının Hepatit B
virüsü (HBV), Hepatit C virüsü (HCV) ve İnsan Immün Yetmezlik
Virüsü (HIV) seroprevalans durumlarının incelenmesi için çalışmaya
2013-2015 yılları arasında görev yapan 498 sağlık personeli dahil
edilmiştir. Çalışanlara ait veriler, idari izin alındıktan sonra, hastane
enfeksiyon kontrol birimi tarafından tutulan personel takip formları
(sağlık bilgi formu) ve hastane bilgi yönetim sistemi (HBYS) kayıtları
yardımı ile retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışanların serolojik
sonuçlarından %0.8’inin HBsAg (+), %86.7’sinin anti-HBs (+) ve
%0.2’sinin ise anti-HCV (+) olduğu belirlenmiştir. Çalışanların
mesleki durumları [hekim, hemşire/sağlık memuru, sağlık teknikeri,
temizlik personeli ve hastayla direkt teması olmayan diğer grup
(mutfak, güvenlik, teknik servis, sekreter, diyetisyen, eczacı vs.)] ile
anti-HBs durumu arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur
(p<0.001). Hekim, hemşire/sağlık memuru, sağlık teknikeri, temizlik
personeli grupları arasında anti-HBs açısından fark saptanmazken
(p=0.442), diğer grubunda anti-HBs (+)’lik oranı daha düşük
saptanmıştır. Çalışılan birim (dahili servisler, cerrahi servisler,
ameliyathane, yoğun bakım, acil servis, diyaliz, laboratuvar, diğer)
ile anti-HBs durumu arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki söz
konusu iken (p=0.011), diğer olarak adlandırılan birimlerde antiHBs
pozitiflik oranı daha düşük bulunmuştur. Dahili servisler,
cerrahi servisler, ameliyathane, yoğun bakım, acil servis, diyaliz,
laboratuvar gruplarında çalışanlar arasında anti-HBs açısından
fark saptanmamıştır (p=0.717). Çalışanların HBsAg seropozitifliği
ile çalıştıkları birimleri (p=0.96) ve mesleki durumları (p=0.566)
arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. Sonuç olarak
yapılan incelemede, SDH çalışanlarının viral hepatit (HBV, HCV) ve
HIV seroprevalans düzeylerinin Türkiye’de yapılan diğer çalışma
sonuçlarına paralel bulunmuştur.
All employees (N=498) of Seydişehir Public Hospital’s (SDH)
were included, who were working in the period of 2013 and 2015,
in the study in order to assess their seroprevalence of Hepatitis B
virus (HBV), Hepatitis C virus (HCV) and Human Immunodeficiency
Virus (HIV). After getting the official permission, data on employees’
personnel follow-up forms (health information forms) kept by the
Hospital’s Infection Control Unit and records of Hospital Information
Management System (HIMS) were retrospectively analyzed. Results
showed that employees were HBsAg (+), anti-HBs (+) and anti-HCV
(+) as in 0.8%, 86.7% and 0.2% levels, respectively. A statistically
significant relationship between occupational status (doctor, nurse/
medical staff, health technician, cleaning personnel and other group)
and anti-HBs was found (p<0.001). In the further analysis, the
proportion of anti-HBs (+) was lower in the other group (including
medical secretary, biologist, psychologist, dietician, pharmacist,
security, kitchen worker, driver, information processing, technical
service, tailor, social worker, and researcher) than the groups of
doctor, nurse / health officer, health technician, cleaning staff. There
was no difference in terms of anti-HBs between doctor, nurse /
health officer, health technician and cleaning staff group (p=0.442).
Also, a statistically significant relationship was observed between
the employed units (internal services, surgical services, operating
room, intensive care unit, emergency services, dialysis, laboratory
and other units). An important difference for anti-HBs seropositivity
was found (p=0.011). In the further analysis, the ratio of anti-HBs
positivity was lower in the other units including kitchen, security,
data entry and technical service than internal services, surgical
services, operating room, intensive care, emergency service, dialysis
and laboratory groups. There was no difference in terms of anti-HBs
positivity among the internal services, surgical services, operating
room, intensive care, emergency service, dialysis, and laboratory
groups (p=0.717). There were no statistically significant relations
of the HBsAg seropositivity with the employed unit (p=0.96) and
the professional status of the employees (p=0.566). Consequently,
HBV, HCV and HIV seroprevalence levels of SDH employees were in
parallel with the other studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ünal Şahin, Hüseyin Yorgancıgil, Mehmet Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberculous SpondylItIs WIth BIlateral Pleural EffusIon
Pott hastalığının ve bilateral plevral effüzyonun birlikte olduğu 67 yaşında bir erkek olgu sunulmuştur. Öksürük, dispne ve sırt ağrısı yakınmalarıyla ilk başvurduğu doktor tarafından hasta nonspesifik pleuritis tanısıyla tedaviye alınmıştır. Bu başvurusundan 4 ay sonra sırt ağrısında artış ve alt extremitelerde güç azalması nedeniyle merkezimize başvurmuştur. İleri tetkikler sonucunda hastaya 7. ve 8. trokal vertebraları tutan tüberküloz spondilitis tanısı konmuştur. Nörolojik bulgular nedeniyle olguya cerrahi ve aynı zamanda anti-tüberkülo tedavi uygulandı. Hastanın yapılan son kontrolünde klinik ve radyolojik olarak tedaviye çok iyi yanıt verdiği gözlendi.
We were reported a case of Pott's disease with bilateral pleural effusion in a 67-year- old male patient. The primary çare physician commenced anti-microbial therapy by considering the non-specific pleuritis. hovvever, four months after his first complatins, Progressive back pain and weakness of lower limbs was occured. By further examination, we diagnosed an active tuberculous spondylitis of the 7th and 8th thoracic vertebrae. Operative intervention was undertaken because of neurological findings. VVe also started anti-tuberculous chemotherapy. A proper clinical and redaiological response to chemoterapy and surgery was observed at the last follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Ağrı Ve Nonfarmakolojik Tedavi
Şaduman Dinçer, Müslim Yurtçu, Engin Günel
Derleme
Özeti
Yenidoğanlarda Ağrı Ve Nonfarmakolojik Tedavi
PaIn In Newborns And NonpharmacologIc Treatment Procedures
Yenidoğan ünitelerinde çalışan hekim ve hemşireleri, yenidoğanlarda ağrı, ağrının yenidoğan gelişimine etkisi ve etkin ağrı yönetiminde, nonfarmakolojik yöntemlerin kullanımı konusunda bilgilendirmektir. Yenidoğan ve yenidoğan cerrahisinde bebekler, yoğun bakım ünitesinde, tanı ve tedavi amacıyla başlayan preoperatif invaziv girişimler, cerrahi travma ve postoperatif invaziv girişimler nedeniyle, sayısız ağrılı uyarana maruz kalırlar. Bebekler yaşadıkları ağrı sonucunda fizyolojik, psikolojik ve metabolik sorunlar yaşamaktadır. Etkin ağrı yönetiminde farmakolojik ve nonfarmakolojik yöntemler birbirini tamamlayıcı olarak ele alınmaktadır. Yapılan araştırmalar, nonfarmakolojik yöntemlerin invaziv girişimlere bağlı ağrıda tek başına etkili olabildiğini farmakolojik yöntemlerle birlikte kullanıldığında ise, ilaçların etkinliğini arttırdığını göstermektedir.
To inform the doctors and nurses working in intensive care units about the pain in newborns, its effects on neonatal development, and the use of nonpharmacological methods for effective pain management. Newborns are challenged by several painful stimuli because of diagnostic and therapeutic preoperative invasive procedures, surgical trauma, and postoperative invasive procedures in the neonatal intensive care units. These babies face physiologic, psychological, and metabolic consequences because of pain. Pharmacologic and nonpharmacological methods are regarded as complementary in effective pain management. Studies showed that nonpharmacologic methods themselves are not only effective in management of pain resulting from invasive procedures but they also increase the effectiveness of medical therapy when used in combination.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu
Selda Keskin Güler, Burcu Gökçe Çokal, Hafize Nalan Güneş, Tahir Kurtuluş Yoldaş
Olgu sunumu
Özeti
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu
Dyke-DavIdoff-Masson Syndrome
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu (DDMS) ilaca dirençli nöbetler,
serebral hemiatrofi, kontrlateral hemiparezi, fasiyal asimetri, mental
retardasyon veya öğrenme güçlükleri ile karakterize nadir görülen bir
sendromdur. Yirmiyedi yaşında erkek hasta nöbet geçirme yakınması
ile başvurdu. Hasta ilk nöbetini 3 günlükken geçirmiş. Nöbetleri
kompleks parsiyel nöbetler şeklindeymiş. Çeşitli antiepileptikler
kullanan hastanın 3 yaşına kadar nöbetleri devam etmiş. Nörolojik
muayenesinde sağ tarafta hafif hemiparezi (-5/5), derin tendon
refleksleri hiperaktif ve Babinsky delili pozitif saptandı, sol tarafında
pramidal sistem muayenesi normaldi. Kraniyal Manyetik Rezonans
İncelemesindesol serebral kortikal atrofi görüldü. Öğrenme güçlüğü
de bulunan hastaya DDMS tanısı konuldu. Tedavisi karbamazepin
1000 mg/gün ve topiramat 200 mg/gün olarak düzenlendi, On aylık
takibinde nöbet olmadı. DDMS olan hastalarda absans, kompleks
parsiyel nöbetler ve sekonder jeneralize nöbetler görülebilir. İlaca
dirençli nöbetlerin tedavisinde hemisferektomi gibi cerrahi girişimler
gerekebilir. Bizim hastamızda cerrahiye ihtiyaç duymadan oral
antiepileptik tedavi ile nöbet kontrolü sağlandı. Sendrom nadir
görüldüğünden ve Beyin MR görüntüleri tipik olduğundan sunulmaya
değer bulunmuştur.
Dyke-Davidoff-Masson Syndrome (DDMS) is rarely seen and
a clinical entity with features of drug-resistant epileptic seizures,
cerebral hemiatrophy, contralateral hemiparesia, facial asymmetry,
mental retardation or learning disability. A 27 year-old-male patient
presented with complaint of seizure. His first attack was occurred
when he was three-days-old. His seizures were complex partial
seizures. He has used varios of antiepileptics but seizures could
not be controlled since he was three-years-old. Neurological
examination revealed mild hemiparesis, hyperactive deep tendon
reflexes and Babinsky’s sign positivity at the right side. Magnetic
resonance imaging (MRI) of the brain revealed left cerebral cortical
hemiatrophy. The patient was diagnosed with DDMS considering that
learning difficulties in additon to the above clinical features. He has
used 1000 mg/day carbamezepine and 200 mg/day topiramate for
10 months and he is seizure free now. Absence, complex partial or
secondary generalized seizures may seen in patients with DDMS.
Surgical procedures like hemispherectomy may be performed
in patients who have frequent and drug-resistant seizures. In our
patient, seizures were controlled with oral antiepileptic drugs without
any need of surgery. This case is presented because of the rarity of
the syndrome and demonstratively of the brain MRI.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Ekstremite Arter Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Kemal Ödev, Özkan Akkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Ekstremite Arter Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Upper Extremıty Arterıal Injurıes And Surgıcal Treatment
Arter yaralanmaları Hipokrat zamanından beri bilinmektedir. Hatta bir arter yaralanması ile karşılaşıldığında o devir içinde, o şartlar altındaki tedavi şekilleri bile önerilmiştir. Ambrois Pari 16. yüzyılda arter yaralanmalarında, arterin ligatüre edilmesi fikrini ortaya koymuştur. Hallowell 1759 yılında flebotomy sırasında yaralanan brakial arteri sekiz dikişi ile tamir etmiştir. Bu, arter lümenini koruyarak hemorajiyi kontrol etmek amacı ile yapılan ilk girişimdir. Bundan sonra yapılan bir çok teşebbüsler, trombozis nedeni ile başarısız kalmıştır. 1889 yılında Jassinowsky intimadan geçmeden süt ür konulmasını tavsiye etmiştir. Dorfler o zamana kadar uygulanan metodlardan farklı olarak damar duvarının bütün katlarından geçen devamlı dikişi kullandı ve geliştirdi. Bu tür girişimlerde ince iğne ve ince ipeği tavsiye etti. İnce materyalin kullanılmasının trombozis yapmıyacağını ileri sürdü. Dorfler aynı metodu ven yaralanmalarında da tarif ve tavsiye etti.
During nine years (1976 - 1985) 80 patients with upper extremity arterial injuries after shotgun, cunt trauma etc. were treated surgically. Earliest admission was two his and latest was 18 his. 66 of patients had uneventful recovery and 14 were palliated with acceptable results. This article emphasises the importance of such injuries and early admission to a vascular surgical unit.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Periferik Anevrizmaların Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, İrfan Duygulu, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Periferik Anevrizmaların Cerrahi Tedavisi
The SurgIcal Treatment Of PerIpherIc Aneurysma
1976-1982 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp-Göğüs-Damar Cerrahisi Kliniğinde 30 periferik anevrizmalı vaka tedavi edildi. Vakaların 4'ü kesici-delici alet yaralanması, 26'sı ateşli silah yaralanmasıdır. Vakaların 10'una yen replasmanı, 17'sine uç-uca anastomoz, 3 üne de ligasyon uygulanmıştır. Vak'aların 29'u Şifa ile taburcu edilmiştir. 1 vakaya amputasyon uygulanmış, 1 vaka ise exitus olmuştur.
30 cases with peripheric aneurysma were treated at the clinic of the thoracic and cardiovascular surgery of Dicle University. school of medi-cine between 1976-1982. Four of the cases were injuries of penetrating instruments twentysix of them were gun wounds. Vein replacement was performed in ten cases and 17 cases, end to end anastomosis was done. In 3 cases were ligated. Twentynine cases were resulted with healing post-operative amputation was done to one case. One case died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Venöz Mikroanastomoza Eritropoietinin Etkileri
Adem Özkan, Zekeriya Tosun, Mustafa Cihat Avunduk, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Venöz Mikroanastomoza Eritropoietinin Etkileri
The Effects Of ErythropoIetIn On Venous MIcroanastomosIs
Mikrocerrahide hızlı ilerlemeler olmasına rağmen venöz mikroanastomoz alanındaki problemler hala devam etmektedir. Serbest doku transferleri ve replantasyon komplikasyonlarının major nedeni venöz mikroanastomoz trombozudur. Eritropoietin, eritroid progenitor ve endotelyal hücrelerin proliferasyonu ve farklılaşmasından sorumlu en önemli hematopoietik düzenleyicidir. Bu çalışmanın amacı venöz mikroanastomoz alanındaki komplikasyonları gözlemlemek ve eritropoetinin buna karşı koruyucu etkisini araştırmaktır. Yetmiş sekiz adet Sprague- Dawley cinsi erkek rat kontrol ve eritropoietin olarak iki gruba ayrıldı; bu iki grup da 3., 5. ve 7. gün olmak üzere üç alt gruba ayrıldı. Çalışma modeli olarak rat dorsal penil veni kullanıldı. Tüm eritropoietin gruplarına anastomoz anında ve her 48 saatte bir 150 IU/kg dozda eritropoietin uygulandı. Venöz anastomoz sonrası 3., 5. ve 7. günlerde değerlendirilmek üzere penil ven anastomoz hattı ve kan örnekleri alındı. Her bir venöz segmentin morfometrik analizi aynı araştırıcı tarafından Clemex® analiz programı ile yapılarak neointima ve media alanları ölçüldü ve neointima/media oranları hesaplandı. 3., 5. ve 7. günlerde tüm ratların hematokrit değerleri ölçüldü. 3. ve 5. günlerde eritropoietin gruplarında kontrol gruplarına göre intima/media oranları anlamlı derecede daha düşük bulundu. 7. gün için kontrol ve eritropoietin grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. Hematokrit değerleri için 3., 5. ve 7. günlerde kontrol ve eritropoietin grupları arasında fark bulunmadı. Çalışmamız rat dorsal penil veninde mikrovasküler anastomoz sonrası eritropoietin uygulamasının endotelyal rejenerasyonu hızlandırarak intimal formasyonu ve trombüs riskini önemli derecede azalttığını göstermiştir.
Although microsurgery has rapid advanced, problems at the site of venous microanastomosis still continue. Thrombosis of the venous microanastomosis is the major reason for free tissue transfer and replantation complications. Erythropoietin is a principal hematopoietic regulator responsible for the proliferation and diferentiation of erythroid progenitor cells and endothelial cells. Aim of this study is to observe the complications of microvenous anastomosis line and to investigate the protective effects of erythropoietin. Seventy eight Sprague-Dawley rats were divided into two groups (Control and Erythropoietin), and the groups were subdivided into three groups (3rd, 5th and 7th days). Rat dorsal penil vein was the study model. One-hundred-fifty IU/kg Erythropoietin was administrated via subcutaneously instantly venous anastomosis and every 48 hours to all Erythropoietin groups. Penil vein anastomosis line samples and blood samples were taken for assesment at 3rd, 5th and 7th days, after venous anastomosis. Morphometric analysis of each venous segment was done with a Clemex analysis program by the same examiner. Neointimal and medial areas were measured in each section and the neointima/media ratio was calculated. Haematocrit values were measured in all rats for 3rd, 5th and 7th days. The ratio of intima to medial areas were significantly less in Erythropoietin groups for 3rd and 5th days compared to control groups for the same days. There were no significant difference for the ratio of intima to medial areas between the contol and erythropoietin groups for 7th day. There were no significant difference for haematocrit levels between the the control and erythropoietin groups at 3rd, 5th and 7th days. Our study has shown that erythropoietin administration markedly reduced intimal formation and risk of thrombosis with accelerated endothelial regeneration after microvascular anastomosis in rat dorsal penil vein.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Bilateral Başparmak Aplazisinde Pollisizasyon Tekniği
Tunç Cevat Öğün, Abdullah Şarlak, Özlem Akkoyun Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Konjenital Bilateral Başparmak Aplazisinde Pollisizasyon Tekniği
PollIcIzatIon TechnIque In BIlateral AplasIa Of The Thumb
Nadir görülen bilateral başparmak aplazili 3 yaşındaki erkek çocukta, başparmak fonksiyonlarını kazandırmak amacıyla, aynı elin orta parmağı alınarak başparmak yerine nakledildi. Dikkatli bir mikrocerrahi teknik ve iyi bir re habilitasyonla, 6 ay sonunda hastaya kavrama fonksiyonları ve estetik olarak normale yakın bir görünüm geri ka zandırılmış oldu.
Pollicization of the middle finger in a 3 year old boy with bilateral aplasia of the thumb, which is a rare condition, was performed with success. Application of a meticulous microsurgical technique and close follow-up with good rehabilitation regained the patient pinch and grasp functions together with an esthetically more reasonable hand.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
Bilsev İnce, Pembe Oltulu, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Mehmet Uyar, Recep Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
ComparIson Of The EffectIveness Of UltrasonIc LIposuctIon And
conventIonal LIposuctIon In ThInnIng Of Upper Arm
Vücut şekillendirme cerrahisinde ultrason yardımlı liposakşın kullanımının
konvansiyonel liposakşına göre daha az kan kaybı yarattığı ve daha fazla
cilt kontraksiyonu oluşturduğu iddia edilmesine karşın kol sarkıklığının
tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşının etkinliklerinin
karşılaştırılmasıyla ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada, kol
sarkıklarının tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşın
tedavilerinin etkinlikleri ile komplikasyonlarının ve kanama miktarlarının
karşılaştırılması amaçlandı. 2012-2016 tarihleri arasında kolda sarkma
şikayetiyle başvuran ve liposakşın ile tedavi edilen 20 hasta çalışmaya dahil
edildi. Çalışmada, ultrasonik liposakşın (Grup 1; n:10) ve konvansiyonel
liposakşın (Grup 2: n:10) yapılanlar olarak ayrıldı. Hastada nekroz olması
major komplikasyon, seroma, hematom, asimetri ve deride pürüz olması ise
minör komplikasyon olarak tanımlandı. Ameliyat bitiminde ve ameliyat sonrası
1. yıl sonunda her iki gruptaki hastaların her iki kolunun en kalın olduğu yerler
tekrar ölçüldü. Her hasta için intraoperatif lipoaspiratlarından 5 ml örnek alındı.
Örnekler hematoksilen eozin ile boyandı ve birim alandaki eritrosit sayıları
belirlendi. Grup 1’de hastaların 4’ü Triceps Deri Klasifikasyonuna göre Tip 2,
3’ü Tip 3, 3’ü Tip 4 olarak tespit edildi. Grup 2’de hastaların ise 3’ü Tip 2,
3’ü Tip 3 ve 4’ü Tip 4’tü. Hastaların ortalama kol çevreleri Grup 1’de 36 cm
(minimum 32 - maksimum 40), Grup 2’de ise 35 cm (minimum 31 - maksimum
39) olarak tespit edildi. Ameliyat bitiminde hastaların ortalama kol çevresi Grup
1’de 31 cm (minimum 28 - maksimum 32) iken Grup 2’de 32 cm (minimum
28 - maksimum 33) olarak ölçüldü. Ameliyat sonrası 1. yıl sonunda Grup 1’de
ortalama kol çevresi 30 cm’e düştü, Grup 2’de ise 31.8 cm idi. Grup 2’de
cm2
’de hesaplanan eritrosit sayısı 40’lık büyütmede (HPF: high power field)
ortalama 50-60/1HPF iken Grup 1’de bu değer 20/1HPF olarak hesaplandı. Her
iki grup hastalarının ameliyat öncesi kol kalınlıkları ortalaması benzer olmasına
karşın, ameliyat sonrası Grup 1’deki hastaların ortalama kol kalınlıkları Grup
2’ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Yine alınan
lipoaspiratta birim alanda görülen eritrosit sayısı Grup 1’de Grup 2’ye göre
istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Çalışmada, kol
sarkması tedavisinde uygun hasta seçimi sonrası ultrasonik liposakşının daha
fazla cilt kontraksiyonu yapabildiği tespit edildi. Bu endikasyon da kullanımında
konvansiyonel liposakşına kıyasla daha az sarkma ile daha iyi görünüm elde
edilebilir.
It is claimed that the use of ultrasound-assisted liposuction in bodyshaping
surgery produces less blood loss and more skin contraction than
conventional liposuction. In the literature, however, we could not find any
studies comparing the efficacy of conventional liposuction with ultrasonic
liposuction in the treatment of arm contour deformities. In this study,
therefore, it is aimed to compare the efficacy, complications and bleeding
rates of conventional liposuction with ultrasonic liposuction in the treatment
of arm contour deformities. Twenty patients with the complaints of arm contour
deformity during the period of 2012-2016 were included in the study. All of
the patients were treated with liposuction. The patients were divided into two
groups; ultrasonic liposuction (Group 1; n: 10) and conventional liposuction
(Group 2; n: 10). Necrosis was defined as a major complication. Seroma,
hematoma, asymmetry and roughness in the skin were defined as minor
complications. The location of the thickest part of both arms of patients in
both groups were measured at the end of the surgery and at the end of the first
postoperative year. A total of 5 ml lipoaspirate samples were taken from each
patient intraoperatively. The specimens were stained with hematoxylin-eosin
and the numbers of erythrocytes per unit area were determined. According to
Triceps Skin Classification, 4 of the patients were Type 2, 3 were Type 3 and 3
were Type 4, in Group 1. In Group 2, 3 of the patients were Type 2, 3 were Type
3 and 4 were Type 4. The average arm circumference of the patients in Group
1 was 36 cm (minimum 32 cm - maximum 40 cm), while in Group 2 the average
arm circumference was 35 cm (minimum 31 cm - maximum 39 cm). At the end
of the operation, the average arm circumference of the patients in Group 1
was 31 cm (minimum 28 cm - maximum 32 cm) while in Group 2 the average
arm circumference of the patients was 32 cm (minimum 28 cm - maximum 33
cm). At the end of the first postoperative year, the average arm circumference
was decreased to 30 cm in Group 1 and 31.8 cm in Group 2. Moreover, the
number of erythrocytes calculated in cm2
in Group 2 was 50-60 / 1HPF (HPF:
high power field) at 40x magnification and this value was calculated as 20 /
1HPF in Group 1. The mean arm thickness before the surgery was similar in
both groups. However, the mean postoperative arm thickness of the patients in
Group 1 was significantly lower than Group 2 (p <0.05). Moreover, the number
of erythrocytes seen in the lipoaspirate unit area was significantly lower in
Group 1 than in Group 2 (p<0.05). In this study, we have demonstrated that
ultrasonic liposuction could provide more skin contraction in the treatment of
arm contour deformities with appropriate patient selection. In this indication,
a better appearance can be obtained with less sagging compared with
conventional liposuction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İskeletsel Sınıf Iıı Açık Kapanışa Sahip Bir Olgunun Ortodontik-Cerrahi Tedavisi
Faruk Ayhan Başçiftçi, Zehra İleri, Reha Yavuzer
Olgu sunumu
Özeti
İskeletsel Sınıf Iıı Açık Kapanışa Sahip Bir Olgunun Ortodontik-Cerrahi Tedavisi
OrthodontIc-Surgery Treatment Of A Skeletal Class III OpenbIte Case
Bu çalışma ön açık kapanışı da olan şiddetli Sınıf III bir olgunun ortodonti-cerrahi işbirliği ile yapılmış tedavisini sunmaktadır. Yaşı 22 olan bayan hastamız şiddetli Sınıf III malokluzyonu ile birlikte alt çene ileriliği, üst çene geriliği, üst orta hat sapması, 4 mm ön açık kapanış ve alt-üst çene uyumsuzluğu gibi dental ve iskeletsel özellikler göstermektedir. Olgunun ortodontik tedavisinde pasif selfligating sistem olan Damon sistemi uygulanmıştır. Ortodontik tedavi sonrası alt-üst çene uyumsuzluğunu düzeltmek için her iki çeneye cerrahi müdahale yapılmıştır. Ağır iskeletsel Sınıf III malokluzyonların tedavisinde ortodonti ve ortognatik cerrahinin birlikte uygulanmasıyla daha estetik ve stabil sonuçlar elde edilmektedir. Damon sistemi sürtünme kontrolü sağlayan self-ligating braketlerin yanında hasta konforunu arttırması, randevu sayısını ve hasta başında geçirilen süreyi azaltması ve tedavi süresini kısaltması gibi avantajlar da sağlamaktadır.
The aim of this study is to present a severe Class III openbite case treated by a combined orthodontic-orthognathic approach. The patient was a 22 year old female with severe Class III, mandibular prognathia, maxillary retrognathia, the upper midline deviation, 4mm open bite and maxillary-mandibular discrepancy. Damon system, a passive self-ligating system, was applied for the orthodontic treatment. After fixed appliance treatment, bimaxillary orthognathic surgery was performed to correct maxillary-mandibular discrepancy. More aesthetic and stabile results are achieved by orthodonticsurgery combination at the treatment of a severe skeletal Class III case with openbite. Damon system offers extra advantages such as self-ligating brackets in controlling friction, increasing patient comfort, lessening the number of appointments and potentially reducing chair-time and treatment time.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rektal Prolapsusa Neden Olmuş Kanser Görüntüsü Olan Dev Villöz Adenom
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Rektal Prolapsusa Neden Olmuş Kanser Görüntüsü Olan Dev Villöz Adenom
Kolorektal kanserlerin büyük çoğunluğu poliplerden gelişir. Beklenmedik bir klinikle ortaya çıkan ve tanıda yanılmaya neden olan karmaşık dev rektal polipli bir olguyu literatür eşliğinde tartışmak istedik. Olgu: Otuz altı yaşında erkek hasta. Yaklaşık 1 yıldır olan kramp tarzı karın ağrısı ve barsak alışkanlığında değişme mevcut. Kolonoskopide çekumda malign kitle ve rektumda dev villöz adenom tespit edildi. Çekumdaki kitle laparoskopik cerrahi ile çıkarıldı. Rektumdaki kitle lokal eksizyonla polipektomi yapıldı. Polipte kanser görülmesine rağmen cerrahi sınır ve kabul edilebilir histolojik özellikler nedeniyle yapılan işlem yeterli kabul edildi. Kolorektal polipler kanser riski taşıyan lezyonlar olduğu için detaylı histopatolojik inceleme yapılmalı ve cerrahi karar titizlikle verilmelidir
\r\n
Many of the colorectal cancers originales from polips.We wanted to discuss a case accompanied with literature who has a complicated giant rectal polip which presented with an unusual clinic and confusion in diagnosis. 36 years old male patient.He has cramp like stomache and changing in volonic habits for about a year.During colonoscopy a malign mass in caecum and a giant villous adenoma in rectum is identified.The mass in caecum is excised via laparoscopic surgery.The mass in rectum received polipectomy via local excision.Altough a cancer has seen in the polip the surgery is considered opprepriote because of the surgical frontier and acceptable histologic properties. Colorectal polips are lesions which has the risk to turn into cancers thus, detoiled histopatologic examination and gently decission of surgery is needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
Tuğrul Çakır, Cemal Özben Ensari, Arif Aslaner, Burhan Mayir, Mehmet Tahir Oruç
Olgu sunumu
Özeti
Sağ Tarafta Zenker Divertikülü
RIght SIded Zenker DIvertIculum
Zenker’in divertikülü (Faringeal poş) krikofaringeal kas üstündeki
farenks mukozasının nadir görülen bir pulsiyon divertikülüdür.
Sıklıkla sol tarafta ve yaşlı hastalarda görülür. Başlıca tipik belirtileri
disfaji, regürgitasyon, kronik öksürük, aspirasyon ve kilo kaybıdır.
Semptomatik büyük divertikülü olan olguların cerrahi olarak tedavi
edilmesi gerekmektedir. Son yıllarda endoskopik tedaviler ile başarılı
sonuçlar bildirilse de divertikülektomi ve myotomi halen en iyi tedavi
yöntemi olarak gözükmektedir. Bu çalışmada 36 yaşında kadın
hastada sağ taraf yerleşimli bir Zenker divertikül olgusu, kliniği ve
tedavi yönetimi literatür eşliğinde gözden geçirilmiştir.
The Zenker’s diverticulum (pharyngeal pouch) is a rare
pulsion diverticulum of the mucosa of the pharynx just above the
cricopharyngeal muscle. It occurs at the left side and was commonly
seen in elderly patients. Maintypical symptoms include dysphagia,
regurgitation, chronic cough, aspiration and weight loss. Symptomatic
patients with large diverticulum should be treated surgically. Although
in recent years successful results with endoscopic therapy has been
reported, diverticulectomy and myotomy are still seems to be the best
treatment. In this study, a case of 36 years old woman with rightsided
Zenker’s diverticulum, clinical presentation, and management
are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
Tevfik Küçükkartallar, Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Serhat Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnce Barsak Tümörlerinde Acil Cerrahi
PrImary Small IntestInal Tumor Cases In Emergency Surgery
İlerlemiş tanı yöntemlerine rağmen ince barsak tümörlerinin teşhisi zordur ve genellikle tanı esnasında ilerlemiş olarak bulunurlar. Bu kanserler sinsi olarak seyreden karın ağrısı ve kilo kaybına veya kanama, obstrüksiyon ve perforasyon gibi cerrahi gerektiren acil durumları oluşturabilirler. Acil şartlarda cerrahi işlem uyguladığımız primer ince barsak tümörlü 29 hastanın kısa dönem sonuçlarını ve klinik deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Kliniğimizde 2005-2011 yılları arasında acil şartlarda ameliyat edilen 29 ince barsak tümörlü hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri araştırılan parametrelerdi. Hastaların 16’sı erkek, 13’ü kadın olup, yaş ortalamaları 62 (35- 80) idi. Tüm vakalar acil şartlarda ameliyat edildi. Vakaların 19’u da instestinal obstrüksiyon, 6’sında invajinasyon, 6’sında perforasyon ve 1’inde ise mezenterik iskemi saptandı. Tümör yerleşimi 14 hastada ileumda, 10 hastada jejunumda ve 5 hastada ise duodenum olarak saptandı. Patolojik tanı olarak en sık 7 olgu GİST ve 7 olgu adenokarsinomdu. İnce barsak rezeksiyonu ve anastomoz en sık uygulanan cerrahi işlemdi. Ameliyat sonrası dört hastada cerrahi alan infeksiyonu, üç hastada anastomoz kaçağı görüldü. Erken postoperatif dönemde beş hastada mortalite izlendi. İnce barsak tümörleri çok nadir olarak görülür. Bulgular spesifik değildir ve tanı sürecinde daha ileri yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Genellikle acil cerrahi tedavi gerektirecek klinik tablo oluşturmaktadır. Tedavinin başlama zamanı sağkalımı belirleyen önemli bir etkendir.
Despite advanced diagnostic methods, diagnosis of small
intestinal tumors is hard and they are generally detected at an
advanced stage. These cancers may form emergency cases that
need to be addressed surgically like bleeding, obstruction, and
perforation or insidious abdominal pain and weight loss. We present
our clinical experiences and the short term results of 29 patients
with primary small intestinal tumors who had undergone emergency
surgical procedures. The data of these 29 patients treated at our
clinic between 2005 and 2011 were retrospectively evaluated. Study
parameters included the patients’ demographic, clinical, radiological,
and pathological characteristics. All the cases underwent emergency
surgery. 16 of the patients were male, while 13 were female, and their
mean age was 62 (35-80). Intestinal obstruction was detected in 19
of the cases, while perforation in 6, and mesenteric ischemia in 4.
Tumors were located in the ileum in 14 patients, in the jejunum in 10,
and in the duodenum in 5. The most frequent pathological diagnoses
were GIST with 8 cases and adenocarcinoma with 8 cases. The
most frequently performed surgical procedures were small intestinal
resection and anastomosis. Four patients developed surgical site
infection and three had anastomotic leaks in the post-op period.
Mortality was seen in five patients in the early post-op period. Tumors
of the small intestine are very rare. The findings are non-specific
and advanced diagnostic methods are needed during the diagnostic
process. They generally cause clinical conditions that necessitate
emergency surgery. The timing of the treatment is a significant factor
determining survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Skolosidal Maddelerın Karaciğer Ve Safra Yolları Üzerıne Toksik Etkileri
Yüksel Tatkan, Şakir Tavlı, Adil Kartal, Yüksel Arıkan, Mustafa Şahin, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Skolosidal Maddelerın Karaciğer Ve Safra Yolları Üzerıne Toksik Etkileri
The ToxIc Effects Of ScolocIdal Agents To The LIver And BIlIary Tract
Karaciğer kist hidatiklerinin cerrahi tedavisinde kullanılan %2'lik formaldehit, %20'lik hipertonik tuzlu serum, Tol'ilk povidone lodine ve %0.5'lik gümüş nitrat gibi skolosidal solüsyonlar ve kontrol grubu olarak da izotonik sodyum klorür solüsyonu 10-ar adetlik gruplar halinde50 köpeğin safra yollarına verilip, oluşan histopatolojik ve radyolojik lezyonlar istatistiksel olarak değerlendirilıniştir. llistopatolojik olarak saptanan karaciğer lezyonu ve kolanjit ile, radyolojik olarak değerlendirilen sklerozan kolanjit gelişmesi açısından skolosidal madde grupları arasında istatistiksel fark anlamlı bulunmayıp (p>0.05), kontrol grubuna göre tüın gruplarda istatistiksel fark anlamlı bulunmuştur (p<0.01). Bu bulguların ışığında tüm skolosidal ajanların safra yolları ve karaciğere toksik etkileri olduğu kanısına varılmıştır.
The scolocidal solutions which are used in surgi-cal treatment of hydatid cysts such as forrrzaldehite (%2), hypertonic sodyum chloride (%20), povidone iodine (%1) and silver nitrate (%05) were performed to the biliary tract of 50 dogs each group including 10 dogs and the lesions were evaluated histopatho-logically and radiologically. As to the histopathologir findings of liver le-sions and cholangitis and radiological findings of sclerosing cholangitis, there was no significant dif-ference between scolocidal solutions groups (p>0.05) but the dillerence between scolocidal solutions and control group was significant (p<0.01). We concluded that ali scolocidal agents has toxic ellects to the liver and biliary tract.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Yasemin Gönül, Mitat Arıcıgil, Pembe Oltulu, Miyase Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Prognostıc Importance Of Tumor Buddıngs In Larynx Squamous Cell Carcınomas
Amaç: Larenksin skuamöz hücreli karsinomu, güvenilir prognostik belirteçlerin eksikliği nedeniyle yönetimi zor bir hastalıktır. Literatürde, tümör tomurcuklanması (TB) bazı malignitelerde kötü prognozu öngördüğü gösterilmiştir, ancak larengeal kanserde TB'nin prognostik önemi belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, larenksin skuamöz hücreli karsinomlarında TB'nin prognoza etkisini ve diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Kulak Burun Boğaz kliniğinde 2008-2015 yılları arasında larenksin skuamöz hücreli karsinomu tanısı konulan ve cerrahi tedavi veya postoperatif kemoradyoterapi uygulanan 60 olgu incelendi. Olguların yaşları, özgeçmişleri, TNM (tümör, nod, metastaz) sınıflandırmaları, radyolojik görüntülemeleri, uygulanan cerrahi yöntemleri ve patolojik sonuçları dosyalardan elde edildi. Tümörün Hematoksilen&Eozin boyalı preparatlarından immunhistokimyasal PanCK boyası yapılarak tümör tomurcuklanması skorlamaları patoloji bölümünde değerlendirildi. Elde edilen veriler ile klinikopatolojik değişkenler arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Bu çalışmada, larenksin skuamöz hücreli karsinomunda perinöral infiltrasyon ile tümör tomurcuklanması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur (P=0.006). Ayrıca, tümör tomurcuklanması perinöral infiltrasyon ile patolojik lenf nodu tutulumu açısından bağımsız bir risk faktörü olarak görülmüştür (p=0.003). Patolojik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon açısından bağımsız bir risk faktörü olarak belirlenmiştir (p=0.028).
Sonuç: Çalışmamız, larenksin skuamöz hücreli karsinomu için bilinen prognostik faktörler arasında TB ile perinöral infiltrasyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir ve bu nedenle tümörün prognozunu belirlemede önemli bir rol oynayabilir.
Purpose: Laryngeal squamous cell carcinoma poses a management challenge due to the lack of reliable prognostic markers. Although tumor budding (TB) has been shown to predict poor prognosis in some malignancies, its prognostic significance in laryngeal cancer remains uncertain in the literature. Therefore, the objective of this study is to evaluate the impact of TB on prognosis and its correlation with other established prognostic factors in laryngeal squamous cell carcinoma.
Patients and Methods: In the department of otolaryngology the files of 60 patients with laryngeal squamous cell carcinoma who underwent surgery, postoperative chemoradiotherapy between 2008 and 2015 were analyzed retrospectively. The patient’s history, family history, age, TNM (tumor, node, metastases) classification, radiological imaging, type of surgery performed, and the results of the pathological specimen were evaluated. PanCK immunohistochemical staining was performed on old paraffin block sections containing tumoral tissue, previously stained with Hematoxylin & Eosin. The TB scores were evaluated by the pathology department, and the association between all obtained parameters and clinicopathological variables was analyzed.
Results: Our findings showed a significant association between tumor budding and perineural infiltration, a known prognostic factor for laryngeal carcinoma (P=0.006). TB was found to be an independent risk factor for perineural infiltration and pathological lymph node involvement (p=0.003). Pathological lymph node involvement was also found to be an independent risk factor for lymphovascular invasion (p=0.028).
Conclusions: Our study provides evidence for a significant association between tumor budding and perineural infiltration, which are established prognostic factors in laryngeal carcinoma. This suggests that tumor budding may be an important factor in determining tumor prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Cerrahisinde Hemşirelik Bakımı
İsmail Otlamaz, İlhan Ece
Derleme
Özeti
Obezite Cerrahisinde Hemşirelik Bakımı
NursIng Care In BarIatrIc Surgery
Obezite tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hızla artmaktadır.
Diyet ve ilaç tedavilerinin etkilerinin tatmin edici olmaması obezite
tedavisinde cerrahiyi altın standart haline getirmiştir. Obezite
cerrahisi uygulayan klinik sayısı giderek artmaktadır. Bu derlemede
obezite cerrahisi öncesi, ameliyat sırasında ve ameliyat sonrasında
hemşirelik bakımı ile ilgili konular tartışılmıştır.
Obesity incidence is rapidly increasing in Turkey like all over the
world. Surgery has become a gold standard treatment for obesity due
to the unsatisfactory results of diet and drug therapies. The number
of clinics applying bariatric surgery is increasing every day. In this
review, preoperative, perioperative and postoperative nursing care
strategies were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
Bayram Çınar, Tuncer Süzer, Erdal Coşkun, Kadir Tahta
Olgu sunumu
Özeti
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
LymphocytIc AdenohypophysItIs FollovvIng TonsIllItIs
Lenfositik hipofizit otoimmün kökenli olduğu düşünülen, sıklıkla hipopitüitarizm bulguları ile başlayan, ve hipofiz adenomu ile karışabilen nadir bir hastalıktır. Sıklıkla hamileliğin son dönemleri ile doğum sonrası erken dönemdeki kadınlarda görülür. 29 yaşında 2 çocuk annesi kadın hasta 2 ay önce kriptik tonsilit nedeni ile tedavi görmüş. Daha sonra baş ağrıları başlayan hastanın son zamanlarda görmesinde azalma olmuş. Muayene ve radyolojik inceleme sonrası hipofiz adenomu öntanısı ile öpere edilen hastanın patoloji sonucu lenfositik adenohipofizit olarak rapor edildi. Postoperatif dönem sorunları olmayan hasta taburcu edildi. Adenomlarla karışabilen hastalığın ayırıcı tanısı tedavi planlaması açısından önemlidir. Ayırıcı tanıda hastanın hikayesi, yaş ve cinsiyeti, hormon yetersizliği tablosunun ağırlığı ve manyetik rezonans görüntüleme önemlidir. Kesin tanı histopatoloji yardımıyla koyulur. Otoimmün olduğu düşünülen hastalığın sıklıkla hamilelikle ilişkisi olduğu gibi, hamile olmayan kimselerde de yeni geçirilmiş bir enfeksiyonu takiben başlayabileceği ya da bulgu verebileceği akılda tutulmalıdır.
Lymphocytic adenohypophysitis is a rare disease associated with late pregnancy and early postpartum. Autoimmune mechanism is blamed as cause. İt is frequent in females, and may be misdiagnosed as pituitary adenoma. 29 years-old -female with 2 children presented with headache follovving cryptic tonsillitis. Recently she had problems vvith her Vision. Clinical and radiological work up including magnetic rezonance imaging revealed a mass in the sellar and suprasellar region. She undervvent surgical decompression follovving functional hormona! studies. Histopathologic evaluation of the specimen was reported as lymphocytic hypophysitis. Differential diagnosis of lymphocytic hypophysitis from that of adenoma is important in planning surgery. Relation to the pregnancy, a severe hypopituitarism, edematous anterior and posterior pituitary lobe are in favour of lymphocytic hypophysitis. But certain diagnosis is made via histopathologic diagnosis. İt is thought to be autoimmune in origin especially in pregnant or recently delivered vvomen. But in nonpregnant persons it may start or be aggravated after an infection as it is in our patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kesintili Arkus Aorta Sendromu
Osman Başpınar, Tamer Baysal, Bülent Oran, Sevim Karaaslan
Olgu sunumu
Özeti
Kesintili Arkus Aorta Sendromu
Interrupted AortIc Arch
Kesintili aort arkı sendromu, asending ve desending aortanın tamamen birbirinden ilişkisiz oluşunu tanımlar. Hastamızda sol karotis ve subklavyen arter arası kesinti olan tip B kesintili arkus aorta sendromu vardı. Tip B sıklıkla başka intra ve ekstrakardiyak anomalileri de içerir ve letal bir konjenital kardiyak anomalidir. Bununla beraber kesintili arkus aortanın hastamızda olduğu gibi ventriküler inversiyon, hipoplastik sol ventrikül ve çift girişili sol ventrikülle birlikteliği çok nadir bir durumdur. Kardiyak cerrahi girişim sonrası halen kliniğimizde takip edilen bir olguyu nadir görülmesi nedeni ile sunmaktayız.
Interrupted aortic arch is defined as a complete separation of ascending and descending aorta. Our patient was classified type B whose interruption was between the left common carotid and subclavian arteries. Type B interrupted aortic arch associated with other extracardiac and intracardiac congenital lesions is a lethal defect. However, interruption of the aotic arch in association with ventricular inversion, hypoplastic left ventricul and double inlet left ventricul is a very rare condition. We report one case whose survival was provided by primary cardiac repair.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
Ayhan Uğur, Gülcan Erk, Bayazıt Dikmen
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
The Effects Of DIfferent AnaesthetIc Methods On Nausea-VomItIng And Recovery In The MIddle Ear Surgery.
Bu çalışmada, orta kulak cerrahisinde sevofluran ve propofol uygulanan anestezi yöntemlerinin postoperatif bulantı kusma ve derlenme üzerindeki etkilerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Bu amaçla orta kulak cerrahisi planlanan 38 olgu rastgele seçimle Grup S ( n=19 ) ve Grup P ( n= 19) olarak iki gruba ayrıldı. Her iki gruba da 0.1 mg/kg İM midazolam ile premedikasyon uygulandıktan sonra, anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup P olgularda ise 2.5 mg/kg İV propofol ile sağlandı. 0.1 mg/kg İV vekuronyum ile nöromusküler blok sağlandıktan sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Anestezi idamesi Grup S de %1-3 sevofluran %70 N20/O2 inhalasyonu, Grup Pde 8 mg/kg/saat propofol ve %70 N2O/O2 inhalasyonu ile yürütüldü.Operasyonun bitiminde anesteziklerin kesilmesinden itibaren ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi, derlenme süresi kaydedildi. Bulantı, kusma ve öğürme postoperatif 0-2, 2-6, 6-12, 12-18 ve 18-24. Saatlerde değerlendirildi. Gruplar arasında ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi ve derlenme süreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı ( p>0.05). Bulantı kusma ve öğürme 0-2, 2-6 ve 12-18. Saatlerde Grup S olgularda istatistiksel anlamda yüksek bulunurken ( p<0.05 ), 6-12. Saatlerde farklılık saptanmadı ( p>0.05 ). 18-24. Saatlerde her iki grupta da bulantı kusma ve öğürme görülmedi. Sonuç olarak bu farklı anestezi yöntemlerinin postoperatif derlenme üzerinde belirgin farklılıkları olmamasına rağmen, Grup P olgularda bulantı kusma oranının belirgin olarak az olması nedeniyle, postoperatif bulantu kusma riski yüksek olan orta kulak girişimlerinde propofolün iyi bir alternatif olabileceği kanısına varıldı.
The aim of this study is to investigate the effects of sevoflurane and propofol anesthesia on postoperative nausea vomiting and recovery in the middle ear surgery. The patients undergoing to middle ear surgery were randomly divided into two groups as Group S ( n=19) and Group P ( n=19). AH the patients are premedicated with 0.1 mg/kg İM midazolam and the induction was done with sevoflurane in Group S and 2.5 mg/kg İVpropofol in Group P. After the blockage with vecuronium 0.1 mg/kg, entübation was performed. Anesthesia maintenance was done with sevoflurane 1-3% in Group S and 8 mg/kg /h IV propofol infusion in Group P and 70% N2O/O2 inhalation in both. At the end of the operation, after quitting the anesthetics, the extubation times, spontaneous eye opening and recovery times were recorded. Postoperative nausea vomiting were evaluated in 2nd, 6th, 12th,18th and 24th hours. There were no significant differences found betvveen the groups according to spontaneous eye opening and recovery times ( p>0.05 ). Nausea-vomiting rate was found to be high in 0-2, 2-6, 12-18 hours in Group S ( p<0.05), but there was no difference in 6-12 hours ( p>0.05). Nausea-vomiting was not seen in any of the groups in 18-24 hours. İn conclusion no differences were found betvveen these anesthesia methods according to postoperative recovery, although nausea-vomiting rates appearently lovver in Group P. For this reason propofol anesthesia was decided to be an alternative for the middle ear surgery which has a high incidence ofpostoperative nausea and vomiting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Emine Vural Yalçın, Aybars Tavlan, Sema Tuncer
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliği Sırasında Miyokard İnfarktüsü Geçiren Hastada Sezaryen İçin Anestezi Yönetimi
Anesthesıa Management For Cesarean In Patıent Wıth Myocardıal Infarctıon In Pregnancy
Gebelikte kalp hastalığı varlığı anne ölümlerinin halen en önemli sebeplerinden biridir. Gebelik sürecinde akut koroner sendrom gelişme riski artar. Sezaryen ile doğum kalp hastalığı olan gebelerde uygun hemodinamik izlem ve yönetim sağlar. Kalp hastalığı olan gebede uygulanacak ideal anestezi yöntemi ise tartışmalıdır. Rejyonel anestezi genellikle tercih edilen yöntem olmasına rağmen bazı özel durumlarda genel anestezi uygulanabilir. İnvaziv monitörizasyon genel anestezi uygulanan kalp hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltır. Opioid kullanımı cerrahi ve entübasyona stres cevabı azaltır. Opioidin doğumdan önce uygulanması gerekiyorsa remifentanil hızlı etki başlangıcı ve metabolizması ile tercih edilecek ajandır. Bu olguda, antikoagülan kullanımı nedeni ile rejyonel anestezinin kontrendike olduğu yüksek kardiyak riskli gebede genel anestezi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
The presence of cardiac disease in pregnancy is still one of the most important reason of maternal mortality. The possibility of acute coronary syndrome increases in pregnancy. Birth with caesarean section provides proper hemodynamic monitoring and management in parturients with cardiac disease. However the ideal anesthetic to be applied to parturient with cardiac disease is controversial. Although regional anesthesia is usually preferred method, general anesthesia may be applied in some special cases. Invasive monitoring reduces mortality and morbidity in cardiac patients undergoing general anesthesia. Opioid use reduces the stress response to surgery and intubation. If the use of opioid is required before birth, remifentanil is the ideal agent because of its rapid onset of action and metabolism. In this case, we aimed to present our general anesthesia experience on a parturient with high cardiac risk where regional anesthesia is contraindicated because of the use of anticoagulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Kesiden Laparoskopik Apandektomi; Bir İlçe Hastanesi Deneyimi
İlhan Ece
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Kesiden Laparoskopik Apandektomi; Bir İlçe Hastanesi Deneyimi
SIngle IncIsIon LaparoscopIc Appendectomy;
experIence Of A State HospItal
Laparoskopik cerrahide tek kesiden gerçekleştirilen ameliyat çeşitliliği hızla artmaktadır. Çalışmada tek kesiden laparoskopik apandektomi (TKLA) ve standart laparoskopik apandektomi (SLA) yapılan hastalar karşılaştırıldı. Bir ilçe devlet hastanesine başvuran ve laparoskopik apandektomi uygulanan toplam 31 hasta çalışmaya dahil edildi. On dokuz hastaya SLA, 12 hastaya ise TKLA yapıldı. Ameliyat süresi, hastanede kalma süresi, ağrı, oral gıda başlama zamanı ve komplikasyonlar karşılaştırıldı. Her iki gruptaki hastaların demografik verileri arasında fark saptanmadı. TKLA ve SLA grubunda sırasıyla ameliyat süresi (65.8-58.9dk p>0.05), hastanede kalma süresi (1.8- 1.3 gün p>0.05), oral gıda başlama zamanı (12-14 saat p>0.05) ve vizüel analog skala (VAS) ile gerçekleştirilen ağrı skorlamasında (2.8-2.6 p>0.05) fark tespit edilmedi. TKLA grubunda bir hastada (% 8.3), SLA grubunda iki hastada (% 5.2) cerrahi alan infeksiyonu gelişti. Tecrübeli merkezlerde TKLA, standart laparoskopik apendektomiye ciddi bir alternatif olabilir. Özel aletler gerektirmemesi nedeniyle laparoskopi yapılan her merkezde uygulanabilir.
Single incision laparoscopic surgery is a rapidly evolving laparoscopic surgical approach. We report a comparison of single incision laparoscopic appendectomy (SILA) and standard laparoscopic appendectomy (SLA). Thirty-one patients who applied to a city hospital, and underwent laparoscopic appendectomy were included in this study. Twelve patients received SILA and 19 patients received SLA. Operation time, hospital stay, postoperative pain, diet, and postoperative complication were reviewed. There were no statistically significant differences in patients demographics and no differences between SILA, and SLA patients respectively, in operation time (65.8-58.9 minutes p>0.05), duration of hospitalization (1.8-1.3 days p>0.05), mean visual analogue scale score (2.8-2.6 p>0.05), and return to diet (12-14 hours p>0.05). Single incision laparoscopic appendectomy in experienced centers, can be a serious alternative to conventional laparoscopic appendectomy. Laparoscopy can be applied in each center, because it does not require special tools.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsanlarda Arteria Hepatica Propria'nın İntrafıepatik Dalları Arasında Anastomozlar
Ahmet Salbacak, Taner Ziylan, Şükrü Bülent Özer, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
İnsanlarda Arteria Hepatica Propria'nın İntrafıepatik Dalları Arasında Anastomozlar
Anastomoses Among The IntrahepatIc Branches Of Proper HepatIc Artory In Men
Plastik enjeksiyon ve korrozyan kart metodu uygulayarak çıkarılan kastların elastikiyet ve da-yanıklılığının arttırılması suretiyle intrahepatik arter dalları arasında artastomozların araşitrılması amaçlanan bu çalışmada 13 arter sistemi kastırtın 4'iirıde (%37.07) değişik tip ve bölgelerde anasto-rnoziar tespit edilmiştir. Karaciğer üzerinde yapılacak cerrahi operasyonlarda subsegmental varyasyonların yanında intra-hepatik anastomozlarin da olabileceğinin gözününde bulundurulması ve preoperaiif olarak gerekli önlemlerin alınmasının daha emin ve etkili ensizyon imkanı sağlayacağı sonucuna varılmıştır.
By means of increasing the flexibility and resistancy of the casts which were found oul applying plastic injection and corrosion cast m.ethod, in this work where an investigation of anastornoses arnong intrahepatic artery branches was airned, anastomoses were determined in dıfferent types and areas in four of the thirteen artery systems casts. That the taking into consideration of the presence of intrahepatic anastornoses near subsegmental variations at surgical operations which will be applied art the liver and taking the necessary preoperative precautions will be safer and will supply more effective incision possibility has been advised.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
Adil Kartal, Türker Özkan, Hasan Başarır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
The Value Of ModIfIed RadIcal Mastectorny For The SurgIcal Treatment Of Breast Cancer (a SerIes Of 100 Cases)
Tümü kadın olan 100 meme kanserli olguya Madden'in Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) tekniği uygulandı. Olgular yaş, semptom, tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, aksiller metastaz ve TNM'ye göre sınıflandırılması ile komplikasyonlar, mortalite ve sürvi bakımından incelendi. Sonuçların en az Radikal Mastektomi (RM) kadar iyi olduğu saptandı.
One hundred female patients alt of who had breast cancer were applied Madden's modified radical mastectomy technque. The cases were examined considering the age of the patient, the localisation and size of the tumor, axillary metastasis and classification. Complications and the rate of mortality and survival were studied. The results were as hopeful as radical mastectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
Veli Avci, Mehmet Melek, Salim Bilici, Perihan Tunçdemir, Deniz Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Süt Çocukluğunda Bağırsak Tıkanıklığının Seyrek
görülen Bir Nedeni: Primer Bağırsak Tüberkülozu
A Rarecause Of IntestInal ObstructIonIn Infancy: PrImary IntestInal
tuberculosIs
Tüberküloz, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler başta olmak
üzere halen tüm dünyada önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu
çalışmada primer bağırsak tüberkülozu tanısı alan 14 aylık kız olgu
rapor edildi. İki aydan beri devam eden emmeme, ateş, karın şişliği,
kusma ve zayıflama yakınmaları ile kliniğimize başvuran hastaya
akut batın tablosu nedeni ile acil cerrahi uygulandı. Cerrahi girişim
sırasında makroskopik olarak tüm bağırsaklarda peynir görünümünde
lezyonlar dikkati çekti.Histopatolojik değerlendirmede bağırsak
tüberkülozu saptandı. Erken dönemde teşhisi konulamadığı için
tüberküloz tedavisini alamayan hasta kaybedildi. Çalışmada hastanın
klinik bulguları, teşhis ve tedavisi ile ilgili ayrıntılar rapor edilerek bu
ender duruma dikkat çekilmesi hedeflendi.
Tuberculosis is still an important public health problem in the
World, especially, in undeveloped and developing countries. In this
study, the primary diagnosis of intestinal tuberculosis was reported
from a 14 months old female patient. The patient applied to our
clinic with complaints of refusing breastfeeding, fever, abdominal
distention, vomiting and loss of weight, then, the patient was taken
to emergency operation due to the acute abdomen. In the operation,
cheese-shaped lesions on whole intestines were macroscopically
observed. Its histopathological examination revealed intestinal
tuberculosis. Tuberculosis treatment for patient who were not
diagnosed in the early stage was lost. In this study, details related
with clinical findings, diagnosis and curation were reported with the
aim of making an awareness on this rare case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peptik Ülser Perforasyonunda Nötrofil/lenfosit Oranı
(nlo) Ve Trombosit/lenfosit Oranı (tlo) Cerrahi
tedavinin Şeklini Belirler Mi?
Mehmet Aykut Yıldırım, Adil Kartal, Mustafa Şentürk, Mehmet Kılıç, Selman Alkan, Mehmet Metin Belviranlı, Tevfik Küçükkartallar, Faruk Aksoy
Araştırma makalesi
Özeti
Peptik Ülser Perforasyonunda Nötrofil/lenfosit Oranı
(nlo) Ve Trombosit/lenfosit Oranı (tlo) Cerrahi
tedavinin Şeklini Belirler Mi?
Do NeutrophIl Lymphocyte And Platelet-Lymphocyte RatIos
determIne SurgIcal Treatment Method In PeptIc Ulcer?
Kardiyoloji, onkoloji, genel cerrahi ve diğer tıbbi konularda
değişik çalışmalarla Nötrofil/Lenfosit oranı (NLO) ve Trombosit/
Lenfosit oranının (TLO) önemi araştırılmaktadır. Bu çalışmada,
peptik ülser perforasyonlarında bu hematolojik parametrelerin
önemi değerlendirildi. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesinde 2012 – 2015 yılları arasında peptik ülser perforasyonu
nedeni ile ameliyat edilen 25 hastanın dosyaları retrospektif olarak
değerlendirildi. Kronik inflamatuar hastalık, organ yetmezliği,
kardiyak, iskemik ve hematolojik hastalık öyküsü olanlar çalışmaya
dahil edilmedi. Ayrıca son üç hafta içerisinde herhangi bir enfeksiyon
geçiren hastalar da çalışma dışı tutuldu. Hastaların acil klinikteki ilk
hemogramları NLO ve TLO için değerlendirildi. Ameliyat notlarından
perforasyon genişliği ve uygulanan cerrahi işlemleri saptandı ve
istatistiksel olarak değerlendirildi. Beş hastaya omental patch,
yirmi hastaya primer onarım yapıldı. Primer onarım yapılanlarda
perforasyon genişliği 0,5 cm’den küçüktü ve NLO değeri 2.4-13
arasındaydı. Çapı 1 cm den büyük olan ve ‘Omental Patch’ yapılan
perforasyonlarda NLO 12.2-42.4 arasındaydı. TLO, perforasyonu
küçük olan olgularda 72’den büyük, perforasyonu büyük olanlarda
101’den büyüktü. Sonuç olarak, NLO değeri 12,2 den büyük olan
hastalarda perforasyonun geniş olma ihtimali saptandı. ‘Omental
Patch’ ile onarım öncelikli seçenek olabilir. Çalışma geniş seriler
üzerinde tekrar edilmesi durumunda daha sağlıklı sonuçların
alınabileceği kanısına varılmıştır
The importance of the NLR and PLR are being investigated by
different studies including in cardiology, oncology, general surgery.
In this study, the importance of these hematological parameters
were evaluated in peptic ulcer perforation. A total of 25 patients
who underwent surgery due to the peptic ulcer perforation were
evaluated retrospectively in Necmettin Erbakan University. Meram
Faculty of Medical between 2012 and 2015. Patients having
chronic inflammatory diseases, organ failure, cardiac, ischemic and
hematological disease were also excluded from the study. Patients
having any infection in the past three weeks were excluded First,
hemograms performed in the emergency clinic were evaluated for
NLR and PLR. Perforation size and operation techniques evaluated
from operation notebook. Patients had omental patch and primary
repair was performed for remaining twenty patients. Perforation width
was smaller than 0.5 cm in patients having primary repair and, NLP
values were ranged from 2.4 to 13. It was determined that Patients
had omental patch made whose perforations were greater than 1 cm
and NLP values were ranged from 12.2 to 42.4. PLR levels were >72
in patient having small perforation, however it was greater than 101
in large perforation patients. In patients NLR values greater than
12.2, whoseperforations are likely to have wide. Omental patch can
be the first choice. If the study is repeated on large series we believe
more reliable results can be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multiple Künt Travması Olan Karaciğer Yaralanmalı Hastalardaki Nonoperatif Tedavi Deneyimlerimiz
Mehmet Aykut Yıldırım, Hülya Vatansev, Mustafa Şentürk, Cengiz Kadıyoran, Sinan İyisoy
Araştırma makalesi
Özeti
Multiple Künt Travması Olan Karaciğer Yaralanmalı Hastalardaki Nonoperatif Tedavi Deneyimlerimiz
Our ExperIence Of NonoperatIve Management In PatIents WIth LIver Injury Due To MultIple Blunt Trauma
Amaç
Künt multiple travma nedeniyle nonoperatif tedavi (NOT) uygulanan karaciğer travmalı hastaların takibinde halen fikirbirliği yoktur. Çalışmamızda hastanemizde NOT uygulanan künt travma sonucu karaciğer yaralanması olan hastalara ait deneyimlerimizi sunmayı amaçladık.
Materyal Metod
Çalışmada hastanemize multiple travma nedeniyle başvuran ve karaciğer yaralanması olan 104 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. NOT başarılı olan hastalar ve NOT başarısız olup laparatomi yapılan hastalar tasnif edildi.
Bulgular
Künt karın travmasına bağlı 104 hastanın tamamında solid organ yaralanması olup bunların 58’inde toraks travması mevcuttu. Künt karın travması nedeniyle karaciğer yaralanması olan 94 hastaya NOT başarı ile uygulandı.10 hastada konservatif takip sırasında cerrahi tedaviye dönüldü. Yaralanma derecesine göre 35 hasta grade 1, 23 hasta grade 2, 24 hasta grade 3 ve 12 hasta grade 4 olarak derecelendirildi. NOT’un başarısız olduğu karaciğer travmalı 10 hastanın verileri NOT uygulanan grupla karşılaştırıldı.
Sonuç
Yaralanma derecesi yüksek veya toraks travmasının eşlik ettiği hastalarda komplikasyon gelişimi de artmaktadır. Grade 4 yaralanmalarda NOT uygulanan vakalarda komplikasyonların görülme oranı yüksektir.
Abstract
Objective
There is still no consensus on nonoperative management (NOM) for the treatment of patients with liver injury due to multiple trauma. In this study, we aimed to present our experience in patients who underwent NOM in our hospital due to liver injury resulting from blunt trauma.
Material & Methods
In this study, a total of 104 patients who presented to our hospital with liver injury due to multiple trauma were retrospectively evaluated. Patients with successful NOM and those who underwent laparotomy due to failure of NOM were grouped.
Results
All of the 104 patients had solid organ injury due to blunt abdominal trauma, and 58 of these had thorax trauma. NOM was successfully performed in 94 patients with liver injury due to blunt abdominal trauma. The treatment was converted to surgery in 10 patients during conservative follow-up. According to injury grades; 35 patients were graded as Grade 1, 23 patients as Grade 2, 24 patients as Grade 3, and 12 patients as Grade 4. Data of 10 patients with liver trauma and NOM failed were compared with those of the NOM group.
Conclusion
The development of complications increases in patients with high-grade injury or those accompanied by thorax trauma. The rate of complications is high in patients who receive NOM in Grade 4 injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Zeynep Karaçor Altuntaş, Nedim Savacı
Derleme
Özeti
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
UnIque Ekstensor HallusIs Muscle Infarct In DIabetIc PatIent
Bacakta lokal ağrı, hassasiyet ve şişlikle kendini gösteren diyabetik kas infarktı, tip 1 insüline bağımlı diyabetik hastalarda nadir görülen bir komplikasyondur. Bu bulgular kliniğimize diyabetik ülser nedeniyle yattıktan beş gün sonra 72 yaşındaki erkek hastamızda görüldü. Kitle önce bir abse odağı olarak düşünülmüşken cerrahi eksplorasyonda izole ekstensor hallusis longus kas infarktı olduğu gözlendi. Nekroze kas eksize edilerek defekt alan ince kalınlıkta cilt grefti ile kapatıldı. Bu yazıda literatürde ilk kez diyabetik hastada ekstensor hallusis longus kas intaktı olgusu sunulmuştur.
Diabetic muscle infarct is a rare complication of type 1 insulin dependent diabetic patient, resenting with focal thigh pain, tenderness, swelling and erythema. These pathologic findings were observed in 72 years old male patient, 5 days after he was accepted to our clinic because of diabetic foot ulcer. The mass was thought that on abscess at first but unixue extensor hallucis muscle infarct was observed by surgical exploration.Necrosed muscle was excised and defect area was reconstructed with split thickness skin graft. V/e have presented a case of extensor hallucis longus muscle infarction in a diabetic patient first in the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anestezi İdamesinde Midazolamın İki Farklı Yöntemle Kullanımı Ve Flumazenilin Uyanmaya Etkileri
Ali Borazan, Selmin Ökesli, Ateş Duman, Cemile Öztin Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Anestezi İdamesinde Midazolamın İki Farklı Yöntemle Kullanımı Ve Flumazenilin Uyanmaya Etkileri
MIdazolam For MaIntenance Of AnaesthesIa: Two DIfferent Methods And The Effects Of FlumazenIl On Emergence
Çalışmaya batın cerrahısı ameliyatı geçirecek ASA 1-Il 40 hasta alındı. Hastalar rasgele iki gruba ayrıldı. Anestezi idamesinde midazolam 0.1mg/kg bolus (grup 1) (n=20) ve 0.1mg/kg/saat sürekli infüzyon şeklinde (grup 10 (n=20) iki farklı yöntemle uygulanarak hemodinamik parametrelere etkileri araştırıldı. Postoperatif kullanılan flu-mazenilin her iki gruptaki uyanma ve hemodinarniye etkileri de karşılaştırıldı. Tüm algulara 1M 0.07mg/kg mi-dazolam+0.5rrıg atropin ile premedikasyon uygulandı. İndüksiyonda iv 0.3mg/kg midazolam, 0.5mg/kg atracurium, idamede her iki grupta %50N20+%502 ve iv lmg/kg meperidin kullanıldı.İndüksyondan 1 dakika sonra, entübasyon sonrası, cerrahi insizyon ve peroperatif 10 dak. ara ile SAB, DAB, KAH kaydedildi. Sp02 sürekli iz-lendi. Ekstübasyondan 1 dakika sonra Uyanıklık/Sedasyon Değerlendirme Skalası ile uyanma skorlan saptandı. İl/ 0.2mg flumazenil verildi. Daha sonra 1 'er dakika ara ile skor 1 oluncaya dek 0.1mg dozda flumazenil tek-rarlandı. istatistiksel değerlendirmede Student's t testi kullanıldı (p<0.05 anlamlı kabul edildi). Hemodinarnik bul-gular her iki grupta stabil seyretti, Grup Ilide kullanılan total midazolam dozu anlamlı düşük bulundu ve hastalar daha hızlı uyandılar. Genel anestezi idamesinde fraksiyone bolus veya sürekli infüzyon midazolam yeterli ve stabil anestezi sağlamaktadır. Liyarırrıanın daha hızlı gerçekleşmesi ve midazolam total dozunun anlamlı düşük olması nedeniyle anestezi idamesi için infüzyon midazolam yönteminin tercih edilmesini önermekteyiz.
40 ASA I-II patients undergoing abdominal surgery were included in the study. They were randomly allocated into two groups. Midazolam was used for maintenance. Group 1 (n=20) recieved iv 0.1mg/kg bahis increments as needed while group Il (n=20) recieved 0.1mg/kg/hr continious infusion. The effects on hemodynamics was stu-died. The effects of postoperative flumazenil on emergence and hemodynamics were alsa evaluated. Ali patients were premedicated with 1M 0.07mg/kg midazolam+0.5mg/kg atropine. 0.3mg/kg midazolam, 0.5mg/kg atracurium was used for induction. Maintenance was supplemented with 50%02+50%N20 and iv 1mg/kg meperidine in both groups. The SAB,DAP,HR were recorded at the first minute after induction, intubation, incision and every 10 mi-nutes perioperatively. Sp02 was monitored continiously. One minute after extubation the alertness was assesed with the Alertnes-Sedation Scale and iv 0.2mg flumazenil was giyen. Flumazenil was repeated every minute until the score became 1. Student's t test was used for analysis (p<0.05 was considered as significant). The he-modynamic parameters were stable in both groups. The total midazolam dose was sigificantly lower and emer-gence was more rapid in group Il. Either incremental bahis or infusion midazolam provides stable and sa-tisfactory anaesthesia maintenance. Because of lower midazolam dosage and more rapid emergence, the infusion method is more preferable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orbitaya Ustten Yaklasım (anatomık Calısma)
Nazmi Zengin, Enis Cezayirli, Mehmet Ersoy, Kaplan Arıncı
Araştırma makalesi
Özeti
Orbitaya Ustten Yaklasım (anatomık Calısma)
SuperIor Approach To The OrbIt (an Ana-TomIcal Study)
Orbita hastalzklarinin patofizyolojisini anlamak ve bu alanda cerrahi uygulainak kin orbitanin anatomik yapisintn ayrintth biciinde bilinmesi gereklidir. Bu bilgiyi elde etmek ye tecriibe kazanmak amactyla iyi korunmu§. 12 kadavranin 24 orbitasmda iistten yakla§arak diseksiyon uygulada. Burada orbita cerrahisi strasmda oftalmolog, nOro§lriirjiyen ve otolaringologlara yararli olabilecek gOzlemlerimizi sunmaktayiz.
A detailed knowledge of anatomical structure of the orbit is essential for understanding the pat-hophysiology of the orbital disease and performing surgery in this area. In order to gain this knowledge and experience, we performed anatomical dissections via superior approach on 24 orbits of 12 well preserved cadavers. We herein report our observations which can be help, to ophthalmologists, neurosurgeons, and otolaryngologists during orbital surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
Mustafa Ünaldı, Gökhan Timuralp, Ekin Önder, Orhan Değer, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
An InvestIgatIon On Serum LIpIde In Cord Blood
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Doğum Kliniğinde normal olarak doğmuş, sağlıklı 150 bebeğin kordon kanından total lipid, total kolesterol ve fosfolipid tayinleri yapıldı. Elde edilen orta-lama değerler şöyle idi: Total lipid : 378.39 ± 88.02 % mg Total kolesterol: 106.48 ± 23.05 % mg Fosfolipid : 139.67 ± 39.82 % mg
In this research, the levels of iptal lipid, total cholesterol and phospholipids of 150 cord obtained from healthy newborns. Total lipid: 378.39 ± 88.02 mg % Total cholesterol: 106.48 ± 23.05 mg % Phospholipids: 139.67 ± 39.82 mg % These results vere compared with the other results belong to healthy adults and discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Velofarengeal Yetmezlik Sebebiyle Opere Edilen Hastaların Dinamik Manyetik Rezonans Görüntüleme İle Değerlendirilmesi
Tuğba Gün Koplay, Osman Akdağ, Mustafa Sütçü, Mustafa Koplay
Araştırma makalesi
Özeti
Velofarengeal Yetmezlik Sebebiyle Opere Edilen Hastaların Dinamik Manyetik Rezonans Görüntüleme İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of PatIents Operated Because Of Velopharyngeal InsuffIcIency WIth DynamIc MagnetIc Resonance ImagIng
Amaç: Yarık damak sebebiyle ameliyat edilen hastaların yaklaşık %30’u velofarengeal yetmezlik(VFY)
sebebiyle ek müdahelelere ihtiyaç duyarlar. Ameliyat öncesi planlama için radyolojik değerlendirme kesinlikle
gerekirken ameliyat sonrası değerlendirmede de oldukça faydalıdır. Bu çalışmada, velofaringeal yetmezlik
sebebiyle opere edilen hastalarda velofarinksin dinamik manyetik rezonans(MR) ile değerlendirilmesi ile ilgili
tecrübelerimizi paylaşmayı planladık.
Hastalar ve Yöntem: Nisan 2014- Mayıs 2020 tarihleri arasında VFY ile başvuran ve postoperatif dinamik
MR ile değerlendirilen 17 hasta çalışmaya dahil edildi. 7 hastaya faringeal flep, 7 hastaya posterior duvar
augmentasyonu (2 kıkırdak, 5 yağ grefti) ve submukoz yarık mevcut 3 hastaya myomukozal onarım yapıldı.
Ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 3. ayda tüm hastalara dinamik MRG yapıldı. Ameliyat sonrası sonuçlar
dinamik MR ile değerlendirildi.
Bulgular: Bu çalışmaya ortalama yaşı 13± 2.5 (9-29) olan, 11 (%65) kadın ve 6 (%35) erkek hasta dahil edildi.
Posterior duvar yerleşimli greftlerin ikinci servikal vertebra seviyesinde ve yaşayabilir oldukları görüldü.
Posterior faringeal fleple onarım yapılan hastalarda sagital planda nazal hava kaçağı görülmezken, aksiyel
dinamik görüntülerde hava yolu için gerekli açıklık gözlendi. Submuköz kleftli hastalarda levator kas seyrinin
normal düzleme geldiği gözlendi. Nazal hava kaçak alanı tüm tekniklerde preoperatif ölçümlere göre belirgin
azalmıştı(p<0.05).
Sonuç: Velofarinks 3-boyutlu ve dinamik yapısı sebebi ile tüm planlarda ve dinamik olarak değerlendirilmelidir.
Bu amaçla kullanılan pekçok teknik olmakla birlikte hiçbiri ideal ve objektif değildir. Dinamik MRG planlamada
olduğu gibi postoperatif takipte de kullanılabilir. Farengeal flep atrofisi, greftlerin ve velofarengeal açıklığın
kalitatif veriler ile değerlendirlmesi sağlanır .
Aim: Nearly 30% of the patients with cleft palate need another surgery for velopharyngeal insufficiency. While
preoperative radiologic evaluation is necessary for planning, postoperative evaluation is also so important. In
this study, we plan to share our experience about evaluation of the velopharynx with dynamic MRI at patients
who were operated oving for velopharyngeal insuf ficiency.
Patients and Methods: The study included seventeen patients who were presented with velopharyngeal
insufficieny and we applied dynamic MRI for postoperative evaluation between April 2014 and May 2020.
Pharyngeal flap was applied for 7, posterior augmentation was performed for 7 (2 costal cartilaginous, 5 fat
graft) and myomucosal repair was done for 3 patients with submucosal cleft. Dynamic MRI were obtained
preoperatively and postoperatively at 3rd month. Postoperative results were evaluated with dynamic MRI.
Results: The study included seventeen patients, with an age range of 9-29 (mean 13± 2.5), 11 women (65%),
and 6 men (35%). Posterior wall located grafts were found at the second cervical vertebra and viable. While
there was no nasal air escape in superior pharyngeal flap applied patients at sagittal plane, in axial dynamic
images, gap was detected which is all essential for airway and must be obtained. The levator muscle direction
was observe normal postoperatively at patients with submucous clef. Nasal air escape area was decreased
in both methods significantly comparing with preoperative measu rement (p<0.05)
Conclusion: Because of the three-dimensional and dynamic structure of the velopharynx, it must be evaluated
in both planes and dynamic. Although there are many techniques for this purpose, none of them is ideal or
objective. Dynamic MRI can be used for postoperative follow-up as it is used for preoperative planning.
Evaluation of the pharyngeal flap atrophy , grafts and also gap size are provided with qualitative values .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Uterin Myoma Tedavisi
Filiz Avşar, Serhasan Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelikte Uterin Myoma Tedavisi
GebelIkte UterIn Myoma TedavIsI
Gebelik ve myom vakası sıklığı, doğum yaşının ileri kayması ile giderek artmaktadır. Tedavide genel yaklaşımın konservatif tipte olması, cerrahi (myomektomi) yaklaşımdan mümkün olduğu kadar kaç nılması tavsiye edilmektedir.
The incidence of myoma uteri coexisting with pregnancy has increased with shifting of the child-hearing years ta the older ages. it has heen recommended tn treat these casus conservatively and ta avoid surgical approach (myo-mectomy) if possible
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Mehmet İhsan Gülmez, Şemsettin Okuyucu, Cengiz Çevik
Olgu sunumu
Özeti
Melkersson-Rosenthal Sendromu
Melkersson-Rosenthal Syndrome
Melkersson-Rosenthal sendromu, ağırlıklı olarak dudakları tutan
tekrarlayan orofasyal ödem, tekrarlayan fasyal sinir paralizisi ve
fissürlü dil triadı ile karakterize bir hastalıktır. Sıklıkla 2. dekatta
ortaya çıkmaktadır. En sık görülen bulgu orofasyal ödemdir. Bir diğer
bulgu olan fasyal paralizi tipik olarak rekürrendir, unilateral veya
bilateral, parsiyel veya komplet olabilir. Fissürlü dil en az rastlanılan
bulgudur, konjenital olduğu düşünülmektedir. Melkersson-Rosenthal
sendromunun etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik
ve çevresel faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Sendromun
tanısı klinik olarak konur. Tedavide çeşitli medikal ajanlar ve cerrahi
yöntemler uygulanabilmekte ise de üzerinde fikir birliğine varılmış
bir tedavi prorokolü bulunmamaktadır. Bu olgu sunumunda tanısı geç
konulmuş olan ve klasik triadın bir arada görüldüğü bir MelkerssonRosenthal
Sendromu olgusu sunulmuştur.
Melkersson-Rosenthal syndrome is a disease, characterized
by recurrent orofacial edema that predominantly involves the lips,
recurrent facial nerve paralysis and fissured tongue. It is usually
seen in second decade of life. The most common finding is orofacial
edema. Facial paralysis, another finding of syndrome, is typically
recurrent, can be unilateral or bilateral and may be partial or
complete. The fissured tongue is the least common symptom and
considered as congenital. Although Melkersson-Rosenthl Syndrome’s
etiology is unknown, genetic tendency and environmental factors
suspected to play role. The syndrome is diagnosed clinically.
Although various medical and surgical methods implemented, there
is no consensus for its treatment protocol. In this case report, we
presented a Melkersson-Rosenthal Syndrome case which classic
triad seen together and taken a late diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Akut Apandisit Tanısı
Erdal Göçmen, İsmail Bilgiç, Tamer Ertan, Ömer Yoldaş, Aydın Bilgin, Mehmet Kılıç, Mesut Tez, Mahmut Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelikte Akut Apandisit Tanısı
DIagnosIs Of Acute AppendIcItIs DurIng Pregnancy
Giriş: Gebelikte, obstetrik olaylar dışında en sık cerrahi girişim nedeni akut apandisittir. Bu çalışmada akut apandisit ön tanısıyla ameliyat edilen gebe hastalar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ocak 2001 ile Aralık 2003 tarihleri arasında akut apandisit ön tanısıyla opere edilen 24 gebe hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Sonuçlar: Yirmidört hastanın 19’unda patoloji sonucu akut apandisit tanısı ile uyumlu idi (%79.2). Diğer 5 hastanın 2’sinde over kist rupturü, 1’ inde paratubal torsiyone over kisti diğer 2’sinde ise negatif laparatomi mevcuttu. 1., 2., ve 3. Trimesterdeki hasta sayısı sırasıyla 2. 16 ve 6 idi. 2 hastada preterm eylem gelişti ve vakaların birinde fetüs kaybedildi. 12 hastada preoperatif dönemde yapılan ultrasonografi peroperatif bulgularla benzerdi. Tartışma: Gebelikte akut apandisit tanısı oldukça güç olup fizik muayene anamnez, halen en önemli tanı yöntemleridir ve normal popülasyona göre gebelerde perforasyon riski artmaktadır.
Background: Acute appendicitis is the mostcommon surgical problem in pregnancy after obstetric reasons. Pregnant patients operated with diagnosis of acute appendicitis were reviewed retrospectively in this study. Patients and Methods: 24 pregnant patients operated with diagnosis of acute appendicitis in Ankara Numune Training and Research Hospital between January and December 2003 were included in this study. Results: 19 out of 24 patients (%79.2) were pathologically diagnosed as acute appendicitis. Out of other 5 patients, 2 patients had ovarian cystrupture, 1 had ovarian cyst torsion and 2 had negative laparatomies. Distribution of patients was 2, 16 and 6 patients respectively, for 1st, 2nd and 3rd trimester. 2 patients had pretermlabour and 1 fetus resulted with exitus. Preoperative ultrasonography showed similarity to peroperative findings in 12 of 24 patients. Discussion: Diagnosis of acute appendicitis in pregnancy is quite difficult and physical examination and patient history are still most important diagnostic tools. Perforation risk in pregnant patients higher than normal population.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Asım Duman, Cemil Ceviz, Seyfettin Sönmez, Muharrem Kalbisade, Ferit Eğriparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Research ConcernIng ColonIc And Rectal CarcInoma
Ağustos 1969 ile Ocak 1982 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Kliniğinde yatan kolon ve rektum kanserli 186 hastanın dosya notları incelenmiştir. Bunların 156'sında cerrahi girişimde bulunulmuş, 30 unda ise cerrahi tedavi uygulanmamıştır. Vakalarımızda lezyonun % 55,9 u rektum veya rektosigmoidte, %26,8'i sağ kolonda ve %17,3'ü ise sol kolonda yerleştiği tespit edilmiştir. Karsinomanın 156 hastanın 98'inde nonkürabl, 58'inde kürabl olduğu anlaşılmıştır. 58 hastada radikal, 98 vakada ise palyatif ameliyat tatbik edilmiştir. 156 hastada genel mortalite oranı % 26,2'dir. 89 kalın barsak kanserli hasta kliniğimize acil olmayarak başvurmuş, bunların 60'ında kanser nonkürabl olup postoperatif mortalite % 23,3 ve 29 unda kanser kürabl olup % 10,3 idi.
Between August 1969 and January 1982, D.Ü.T.F. The file notes of 186 patients with colon and rectal cancer hospitalized in the General Surgery Clinic were examined. Surgical intervention was performed in 156 of these, and surgical treatment was not performed in 30 of them. In our cases, 55.9% of the lesion was found in the rectum or rectosigmoid, 26.8% in the right colon and 17.3% in the left colon. Carcinoma was found to be non-curable in 98 and curable in 58 of 156 patients. Radical surgery was performed in 58 patients and palliative surgery in 98 patients. Overall mortality rate in 156 patients was 26.2%. Eighty-nine colon cancer patients applied to our clinic without an emergency, 60 of them cancer is non-curable and postoperative mortality was 23.3% and cancer was curable in 29 and 10.3%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Closed Segment ObstructIon Related To Tumor ObstructIon On Both Ends
Mekanik barsak tıkanıklıkları; cerrahların günlük cerrahi pratiğinde sık karşılaştıkları klinik problemlerdir. Kapalı segment tipi tıkanıklıklar mekanik barsak tıkanıklıklarının nadir bir tipi olmasına rağmen distansiyonun hızla artması, barsak duvarında dolaşımın bozularak strangülasyona yol açması nedeniyle oldukça tehlikeli bir obstrüksiyon tipidir. İlk olgu; 38 yaşında kadın hasta, dış merkezde 10 ay önce inoperabl rektosigmoid köşe tümörü nedeniyle rezeksiyon yapılmaksızın yalnızca loop ileostomi uygulanmış. Hasta kliniğimize karın ağrısı ve distansiyon nedeniyle başvurdu.Hastada rektosigmoid bölgedeki tümörün çekumu infiltre etmesine bağlı kapalı segment tıkanıklığı tespit edildi.Transvers kolostomi açılarak hasta tedavi edildi. İkinci olgumuz ise 50 yaşında erkek hastaydı. Üç yıl önce sigmoid kolon tümörü nedeniyle sol hemikolektomi geçiren hasta mekanik ileus tablosu ile acil servise başvurdu. Operasyonda ince barsak mezenterindeki metastatik kitlelere bağlı ince barsakta kapalı segment tıkanıklığı geliştiği tespit edildi. Subtotal ince barsak rezeksiyonu yapılarak hasta tedavi edildi. Kapalı segment tıkanıklıkları nadir görülen, hızla tedavi edilmesi gereken mekanik barsak tıkanıklığı nedenleridir. Her iki tarafından tümör infiltrasyonuna bağlı gelişen kapalı segment tıkanıklığı oldukça nadir görülür. Bu nedenle kliniğimizde cerrahi olarak tedavi edilen her iki tarafından tümör obstrüksiyonuna bağlı kapalı segment tıkanıklığı gelişen iki olguyu bu yazımızda literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.
Mechanical intestinal obstructions are frequent clinical problems that the surgeons come across in their daily surgical practices. Although the closed segment obstruction is a rare type of the mechanical intestinal obstruction, it is all the more dangerous because of the rapid increase in distension and its entailing strangulation based on the upset circulation in the intestinal wall. In our study we have discussed two closed segment cases related to colon tumor existence along with literature on the subject. The first case is a 38-year-old female patient who underwent only loop ileostomy without a resection because of inoperable rectosigmoid corner tumor 10 months ago at another health center. The patient presented to our clinic with complaints of abdominalgia and distension.The patient was diagnosed with closed segment obstruction based on the infiltration of the cecum by the tumor in the rectosigmoid area. The patient was treated through opening up a colostomy from the transverse colon.The second case was a 50-year-old male patient. The patient, who had undergone left hemicolectomy because of sigmoid colon tumor three years before, presented to the emergency service with a condition of mechanical ileus.The patient was diagnosed with closed segment obstruction in the small intestine related to the metastatic masses in the small intestinal mesentery, intraoperatively. The patient was treated through subtotal small intestinal resection.Closed segment obstructions are rare causes of mechanical intestinal obstructions that need to be treated rapidly. Closed segment obstructions that develop because of the tumor infiltration on both ends are quite rare. Therefore, we aim at discussing the aforementioned cases of closed segment obstruction that developed because of tumor obstruction on both ends and surgically treated in our clinic, along with literature on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Submandibuler Sialolipom
Sıddıka Fındık, Mehmet Akif Eryılmaz, Hasan Esen, Gülşah Şafak Örkan, Abitter Yücel
Olgu sunumu
Özeti
Submandibuler Sialolipom
SIalolIpoma Of The SubmandIbular Gland
Sialolipom; intraoral yerleşimli lipom varyantı olarak tanımlanan,
nadir görülen benign bir tümördür. Tümör, etrafı ince kapsüllü,
matür adipozit ve normal tükrük bezi dokusundan oluşmaktadır.
Bu çalışmada, 55 yaşında, bayan bir hastada submandibuler gland
yerleşimli sialolipom olgusu sunuldu.
Sialolipom is a rare benign tumor, defined as the variant of
intraoral lipoma. Tumour is completely surrounded by thin fibrous
capsule and consisted of mature adipocytes and normal salivary
gland tissue. In here, we present a 55 years old female patient with
submandibular gland located sialolipoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Değişik Klinik Seyirli Nadir Bir Psüdolenfoma: Jessner'in Lenfositik İnfiltrasyonu (%aka Takdimi)
Tayfun Aköz, Bülent Erdoğan, Metin Görgü, Asuman Nalça Tuncel, Selda Seçkin
Araştırma makalesi
Özeti
Değişik Klinik Seyirli Nadir Bir Psüdolenfoma: Jessner'in Lenfositik İnfiltrasyonu (%aka Takdimi)
Jessner's LymphocytIc InfIltratIon
Jessner'in lenPsitik infiltrasyonu olan 40 yaşında erkek hastayı sunduk. Yüzde ve her iki au-rikulamn üst kenarında kronik eritemapüstülöz iyikşmeyen lezyonlar) olan hasta, "Diskoid lupus eritematozus" histopatolojik tanısı ile polikliniğimize başvurdu. Yüzde kelebek şeklindeki bir alana yerleşmiş lezyonlar, burunda deformite oluşturmuştu. İleri tetkik ve tedavi amacı ile yüzdeki lezyonlar tamamen eksize edildi. Lezyon yeri, ince kalınlıkta deri grefti ile rekonstrükte edildi. Ku-laklardaki kzyonlara cerrahi müdahale yapılmadığı halde, kliniğimizde yattığı süre boyunca, önceden bi-linmeyen nedenlere bağlı olarak bu lezyonlar ta-mamen iyileşti. Sağlam deri ve lezyondan alınan bi-op,si örnekleı-inin histopatolojik incelemesinde Jessner'in lenfositik infiltrasyonu tanısı konuldu. Güneş ışığına maruz kalmadığından kulak lez-yonlarının spontan iyileştiği sonucuna varıldı.
We present a case of Jessner's lymphocytic in-filtrate of the skin in a 40-year-old man. The patient had non healing ch•onic inflarnmatory erit-hemapustulous lesions on the face and uppeı- pan of the auı•icles. bilaterally. First histopathologic di-agnosis of the patient was "Discoid lupus ery-thematosus". The lesions appeared on the ,face and made a deformity on the nose. In o•der to achieve exact diagnosis and treatment, all the lesions on the face excised and reconstructed hy a split skin grafit. Auricular lesions that were not treated such a this way, heakd spontaneously. Histopathologic exa-mination of the specimen that was excised from the lesion and healthv skin. revealed that the diagnosis is Jessner's lymphocvti• infiltrate. The reason of spontaneous healing of the auricular lesions exp-lained with no exposure of the auricles to sunshine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Girişimler Esnasında Hastanın Haberdar Olması
Şeref Otelcioğlu, A. Feyza Ünal, Şükrü Bülent Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Girişimler Esnasında Hastanın Haberdar Olması
Awarenes Durıng Surgıcal Operatıons
Günümüzde bazı hastalarda ameliyatlarından sonra olayların hoş olmayan hatırlanmasına rastlanmaktadır. Biz bu çalışmamızda bu olguyu engellemede Larozepam ve morfinin etkilerini araştırdık. Sonuçta larozepamm daha etkili olduğunu saptadık.
Nowaclays in some cases we come across that the patients feels what happens at the operation. In our study we search the preventive effect oj larozepam and morphine ta this position. As a result we come to a conclu-sion thet larozepam is rnore effective than morphine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
Osman Yılmaz, Adil Kartal, Özden Vural, Lema Tavlı, Dinçer Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Karsinomu İle Mide Peptik Ulkusu Arasındaki Patojenik İlişki
The RelatIon Between GastrIc Cancer And Ulcer
Midedeki peptik ülserlerin komplikasyonlarından biri de malign transformasyondur. Bu çalışmamızda, peptik ülser ile bundan gelişebilecek mide karsinomu arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu çalışmada, S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1987-1988 yıllarında, midesindeki ülser şeklindeki lezyon nedeni ile parsiyel gastrektomi yapılmış ve Patoloji Anabilim Dalı laboratuvarına gönderilmiş, 15 adet, ülser şeklinde lezyonu olan mide piyesi incelendi. Bunların 7'si peptik ülser, karsinom, 3'ü de tabanı ve duvarlarından birinde, küçük bir alanda karsinom hücreleri olan, eptik ülsere benzer, ülserkarsinom şeklindeki lezyonlardı. Bu lezyonlar temel kabul edilerek peptik ülser ile ülseröz mide karsinomu arasındaki ilişkiler, literatür gözden geçirilerek tartışıldı.
One of the complications of gastric peptic ulcer is, malignant transformaiion. in this study, we have investigated the relation between peptic ulcer and gastric carcinorna that develops in chronic :gastric ulcer. Fifteen surgically resected stornachs, with ulcer were studied. Seven of those ulcers were peptic ulcer, five were carcinorna, but there were lesions like uncer-carcinoma. Those lesions had malignant cells in the sinan area at the base or margin of the ulcer. The ulcer-carcinotnas showed that carcinorna !might develop in the chronic gastric ulcer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
Murat Çakır, Mehmet Kılıç
Olgu sunumu
Özeti
Nadir Dev Mezenterik Lipom Olgusu
GIant MesenterIc LIpoma As A Rare Cause
Lipomlar tüm vücutta yaygın olarak görülen iyi huylu, matur yağ
dokusu içeren mezenkimal tümörlerdir. Fakat intestinal mezenter
kaynaklı lipomlar nadir görülür. Kırk iki yaşında bayan hasta karın sağ
tarafını dolduran kitle tanısı ile başvurdu. Laparatomi ile tüm batın içi
kitle çıkarıldı. Lipomlar semptomatik veya asemptomatik olabilirler.
Tek tedavisi cerrahi olarak tam çıkarılmasıdır. Tam çıkarıldığında çok
iyi prognoza sahiptirler.
Lipomas are benign mesenchymal neoplasm commonly occurring
throughout the whole body and comprise mature fat tissue. However,
intestinal mesentery originated lipomas are rarely seen. A 42-yearold
female patient presented with right sided abdominal distension.
Exploratory laparotomy was performed and fat tissue was excised.
Lipomas might or might not present with any symptoms. Complete
surgical excision is the only treatment with a very good prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Ahmet Nihat Baysal, Tamer Baysal, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results Of Tetralogy Of Fallot
Bu çalışmanın amacı, Fallot tetralojisinde (FT) tam düzeltme sonrası, cerrahi sonuçlarımızın değerlendirilmesidir. Kliniğimizde 2001–2009 yılları arasında 35 hasta, FT tanısıyla operasyona alındı. 5(%14.2) hastada Down sendromu, 3(%8.5) hastada patent duktus arteriozus, 2(%5.7) hastada pulmoner atrezi, 1 (% 2.8)hastada hipotroidi ve 1(%2.8) hastada koroner arter anomalisi mevcuttu. Ayrıca 5 hastaya daha önceden kliniğimizde modifiye Blalock-Tausing şant işlemi yapılmıştı. Komplet tamir yapılan hastaların geç dönemlerinde pulmoner kapakta yetmezlik oluşturmamak için transanuler girişim sınırlı yapılmakla beraber, 12(%34.2) hastada transanüler yama ile tamir uygulamak zorunda kalındı. Tamirden sonra erken mortalite 3(%8.5) hastada gelişti. 23 hasta ortalama 6.7 yıl süreyle takip edildi. Bir hasta, pulmoner gradient nedeniyle 15. ayda reoperasyona alındı, ancak multiorgan yetmezliğinden kaybedildi. Komplet atrioventriküler blok ve geç devre disritmi görülmedi. Transanüler yama yerleştirilen 12 hastada gelişen 2˚ pulmoner yetmezlikler izlemde kaldı. VSD ve infundibuler stenozun transatriyal yolla, gerekirse transpulmoner yolla düzeltilebileceği ve uzun dönemde de pulmoner yetmezlik ve sağ ventrikül disfonksiyonunun engellenebileceği düşüncesindeyiz.
The aim of this study is to evulate our surgical results of Tetralogy of Fallot. Between 2001–2009, 35 patients with Tetralogy of Fallot underwent to total correction at our department. Five of them had Down syndrome (%14.2), 3 had patent ductus arteriousus (%8.5), 2 had pulmonary atresia (%5.7), 1 had hypothyroidism (%2.8) and 1 had coronary artery anomaly (%2.8). Five patients had Blalock-Tausing shunt in their medical history. Transannular approach was avoided because of causing pulmonary valve insufficiency in late period, but it was obliged to apply in 12 patients. Early mortality occured in 3 cases (%8.5) after repair. Twenty three patients were followed for mean 6.7 years. One patient with pulmonary gradient underwent reoperation at postoperative 15th month and died due to multiple organ failure. There were no complet atrioventricular block and disrhythm in long term. Second degree pulmonary insufficiency that was developed in 12 patients who underwent transannular patch closure was followed up to day. We think that ventricular septal defect and infundibular stenosis could be corrected via transatrial approach, if necessary via transpulmonar approach and in long term, pulmonary insufficiency and right ventricular disfunction could be prevented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subkarinal Dev Bronkojenik Kist
Burhan Apilioğulları, Sami Ceran
Olgu sunumu
Özeti
Subkarinal Dev Bronkojenik Kist
SubcarInal GIant BronchogenIc Cyst
Bronkojenik kistler (BK) ventral foregut gelişimi sırasında ortaya çıkan nadir konjenital malformasyonlardır. Bronkojenik kistler, embriyogenez sırasında (4-6. haftalar arası) bronşiyal ağacın anormal tomurcuklanması sonucu oluşur. Çoğu bronkojenik kist mediastende köken alırken, akciğer parankiminde % 15 ile % 20 arasında görülür. Literatüre göre, alt loblarda intrapulmoner kistlerin çoğu ortaya çıkmaktadır. Ancak bronkojenik kistler genellikle orta ve üst mediastende bulunurlar. Hastamızdaki bronkojenik kist subkarinal yerleşimli idi. Dev boyutta olması ve iki hemitoraksa yayılması açısından dikkat çekici idi. Bronkojenik kistler genellikle asemptomatiktir ve sıklıkla diğer nedenlerle rutin göğüs röntgen sırasında tesadüfen tanısı konur. Erişkin yaşlara kadar tespit edilemeyebilirler. Bizim hastamız 56 yaşındaydı. Belirgin bir semptomu yoktu. Hasta öksürük nedeniyle kliniğimize başvurdu ve bronkojenik kisti tespit edildi. Bronkojenik kistin temel tedavisi cerrahi eksizyondan oluşur. Ancak, rezeksiyonun yapılamadığı durumlarda, epitel olgumuzdaki gibi soyulmalıdır
Bronchogenic cysts (BC) are rare congenital malformations arising during the development of the ventral foregut. Bronchogenic cysts form as a result of abnormal budding of the bronchial tree during embryogenesis (between 4th-6th weeks). Most bronchogenic cysts originate in the mediastinum, while 15% to 20% occur in the lung parenchyma. According to the literature, most intrapulmonary cysts occur in the lower lobes. But bronchogenic cysts are commonly found in the middle and superior mediastinum. The bronchogenic cyst in our patient was subcarinal. It was striking in terms of its giant size and laying on two hemithoraxes.The bronchogenic cysts are usually asymptomatic and often diagnosed incidentally during routine chest roentgenogram for other reasons.They may not be detected until adulthood. Our patient was 56 years old. She had no obvious symptoms . The patient was referred to our clinic because of cough,and her bronchogenic cyst was determined. Basic treatment of bronchogenic cyst consists of surgical excision. However, in cases where resection cannot be performed, the epithelium should be peeled as in our case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
Tamer Ertan, Mehmet Kılıç, A. Keşşaf Aşlar, Ömer Yoldaş, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Olgu sunumu
Özeti
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
ActInomycosIs Of SIgmoId Colon: MImIckIng A Colon Cancer
Abdominal aktinomikoz anaerobik bir bakteri olan Actinomyces İsraeli’nin neden olduğu nadir görülen bir enfeksiyöz hastalıktır. Pelvik aktinomikoz sıklıkla intrauterin araç (İUA) kullanımıyla birliktedir. Kronik süpüratif enfeksiyon pelvik maligniteyi taklit edebilir. Preoperatif dönemde doğru tanı konulması genellikle mümkün olmamaktadır. İUA kullanımının bu nadir komplikasyonunu farketmek hastayı gereksiz ameliyattan kurtarabilir. Olgu: 31 yaşında ve İUA kullanım öyküsü olan kadın hasta karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvurdu. Fizik muayenesinde sağ alt kadranda hassasiyeti mevcuttu. Bimanuel pelvik muayenesinde 8x10 cm’lik kitle mevcuttu. Transvajinal ultrasonda sağ overden köken alan 9x9 cm’lik kistik kitle saptandı. Hasta sağ over kist torsiyonu tanısıyla acil ameliyata alındı. Ameliyatta sağ adneks, sigmoid kolon, sakrum ve sağ pelvik duvarı infiltre eden kitle lezyonu saptandı. 10 cm’lik bir jejunum ansı’da bu kitle lezyonuna yapışıklık gösteriyordu ve sigmoid kolonda yaklaşık 5x6 cm boyutunda kitle palpe ediliyordu. Bu bulgular kolon karsinomunu destekliyordu ve intraoperatif genel cerrahi konsültasyonu istendi. Hastaya sağ salfingo ooferektomi + sigmoid rezeksiyon + segmental jejunum rezeksiyonu yapıldı. Rezeksiyon materyalinin patolojik incelemesinde aktinomikozla uyumlu kronik inflamasyon doku saptandı. Sonuç: Özellikle İUA kullanan hastalarda pelvik kitlelerin ayırıcı tanısında nadir görülen bu infeksiyöz hastalık akılda tutulmalıdır.
Abdominal actinomycosis is a rare infectious disease caused by an anaerobic bacterium actinomyces israeli. Pelvic actinomycosis is generally associated with the use of intrauterin devices (IUD). This chronic suppurative infection can mimic pelvic malignancy. The diagnosis of the disease is frequently miss preoperatively. The surgeons must be aware of this rare complication in order to avoid an extensive surgical procedure. Case: We present the case of a 31 year old premenoposal woman with an abdominal pain and a history of IUD us efor 6 years. On physical examination the patient had tenderness on right lower abdomen and a palpable cystic mass 8x10 cm in size on pelvic bimanual examination. A preoperative transvaginal USG showed a 9x9 cm cystic mass originated from right ovary. The patient was taken to the emergency operating suite with the diagnosis of torsion of the right cystic ovary by gynaecologist. During the exploratory laparotomy we observed an extensive diffusely infiltrating process involving right adnexa, sigmoid colon sacrum and right pelvic Wall. A loop of jejunum was adherent to this infiltrating process and a mass 5x6 cm in size was palpated in sigmoid colon. These findings were highly suggestive of a colonic carcinoma and the patient was consulted with a general surgeon intraoperatively. Right salpingo -ooferectomy + sigmoid resection + segmental jejunal resection was performed. Pathologic findings showed chronic inflammatory tissue with evidence of actinomycosis. Conclusion: The case described here underlines that surgeons must be aware of this unusual infectious disease in the differential diagnosis of pelvic mass.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
Ümit Kamış, Hamiyet Pekel, Banu Turgut Öztürk, Khaligoul Akyer
Araştırma makalesi
Özeti
Göz Küresi Laserasyonlarının Klinik Özelliklerinin İncelenmesi
EvaluatIon Of ClInIcal CharacterIstIcs Of Globe LaceratIons
Amaç: Göz travmaları içinde görme kaybına en çok neden olan göz küresi laserasyonlarının klinik özelliklerinin incelenmesi ve risk faktörlerinin saptanması. Gereç ve yöntem: Çalışmamız kapsamında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı’nda takibi yapılmış göz küresi laserasyonu olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimiz dosya kayıtlarından olguların yaş, cinsiyet, etkilenen göz, yaralanma esnasında yapılmakta olan aktivite, yaralanmadan sorumlu madde, yaralanma bölgesi, yaralanma sonrası kliniğimize başvurana kadar geçen süre, başlangıç görme keskinliği, yapılan cerrahi prosedür, izlem süresi sonundaki, düzeltilmiş en iyi görme keskinliği ile ilgili bilgiler incelendi. Bulgular: Delici göz yaralanmasına maruz kalan 215 olgunun 168’i (%78.1) erkek, 47’si (%21.9) kadındı. Yaralanma anında yapılmakta olan en sık aktivite iş ve ev faaliyetleri (%51.6), en sık sorumlu madde ise kesici ve delici maddelerdi (% 55.8). Yaralanmaların lokalizasyona göre dağılımı incelendiğinde en sık korneal (110 olgu, %51.2) yaralanma görüldüğü saptandı. Başlangıç görme keskinliği 157 (%77.3) olguda 0.1 ve altındaydı ancak tedavi sonrası stabilleşen görme keskinlikleri değerlendirildiğinde 62 (%31.5) olguya düşmekteydi. Cerrahi prosedür olarak 149 (%69.3) olguya korneal veya korneoskleral tamir, 52 (%24.2) olguya tamirin yanı sıra katarakt ekstraksiyonu, 5 (%2.3) olguya yabancı cisim çıkarılması, 9 (%4.2) olguya ise evisserasyon uygulanmıştır. Sonuç: Teknolojik yeniliklere rağmen göz küresi laserasyonları sonrası görme kaybı oranının oldukça yüksek olması bu kazaların önlenmesinin daha önemli olduğunu göstermektedir. Çalışmamızda saptanan risk gruplarının kazalar konusunda bilgilendirilmesi ve riskli aktiviteler esnasında koruyucu önlemlerin alınması göz küresi laserasyonlarının azalmasını sağlayabilir.
To analyse the clinical characteristics of globe lacerations known as the main cause of visual loss due to ocular trauma and determine the risk factors. Material and method: This retrospective study included perforating eye injuries followed at the Ophthalmology Department of Selcuk University. The following parameters of cases are recorded from registrations of our clinic: age, sex, affected eye, activity at the time of injury, causative agent, localization of injury, the length of time from injury to the initial examination in our clinic, initial visual acuity, surgical procedure, best corrected visual acuity measured at the last visit. Result: Of the 215 cases with perforating eye injuries 168 (78.1%) were male and 47 (21.9%) were female. The most common activity at the time of injury was home and work activities in 51.6% of cases caused by cutting and perforating matters in the majority. Analysis of injury localization revealed cornea as the most comman affected region in (110 cases 51.2%). The initial visual acuity was equal to or below 0.1 in 157 (77.3%) of cases. This number of cases decreased to 62 (31.5%) when the stabilised final visual acuity was determined. The surgical intervention was corneal or corneoscleral reparation in 149 (69.3%) cases, cataract surgery in addition to reparation in 52 (24.2%) cases, foreign body extraction in 5 (2.3%) cases and evisseration in 9 (4.2%) cases. Conclusion: Despite advances in technology, the high incidence of visual loss after perforating globe injuries pointed out the importance of preventive efforts. Increasing the knowledge of risk groups about eye injuries, taking the necessary preventive measures during risky activities would decrease perforating eye injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Bezının Iğne Biyopsisi
Şakir Tavlı, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Bezının Iğne Biyopsisi
Needle BIopsy Of The ThyroId Gland
Soğuk tiroid nodülü tanısı ile Uludağa Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğine yatan 32 hastaya Vim Silverman iğnesi ile kesici iğne biopsisi uygulanmış, tüm olgular operasyona alınarak sonuçlar ameliyat materyalinin histopatolojik tanısı ile karşılaştırılmıştır. 32 olgudan 2'sinde iğne biopsisi ile yeterli doku örneği sağlanamamış, 30 olguda iğne biopsisi ve ameliyat materyalinin hisiopatolojik tanıları arasında uygunluk görülmüştür. Literatürdeki iğne biopsisi serileri de gözden geçirilerek bu yöntemin güvenilir, tehlikesiz ve gereksiz tiroidektorni oranını azaltma yönünde kullanılması gerekli bir yöntem olduğu vurgulanmıştır.
We performed cutting needle biopsy with Vim Silverman needle to 32 patients with cold thyroid nodules in Department of Surgery, Faculty of Medicine, University of Uludağ. All patients underwent operation and the resulis of biopsies were compared with the histopailıological diagnosis of the operation material. in iwo of 32 patienıs, sufficient material tikusv not available with cuning needle biopsy and histopathological diagnosis of 30 patients were compambie with biopsies. as in previous _r_e32)2z1,,-swccQuitıble and avpids patients 1 rom unnecessary ihyroidectomies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
Nadire Ünver Doğan, İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan
Araştırma makalesi
Özeti
Nervus Radialis’in Ve Muskuler Dallarının İnsan Fetus Kol Ve Önkollarındaki Seyri Ve Varyasyonları
The Course And The VarIatIons Of RadIal Nerve And Its Muscular Branches In Human Fetuses’ Arms And Forearms
Amaç: İnsan fetuslarında, n. radialis’in ve musküler dallarının seyri ve varyasyonlarını tespit etmek. Gereç ve yöntem; Nevrus radialis diseksiyonları 100 fetusun (50 difli ve 50 erkek) 200 kol ve önkolunda yapıldı. Uzunluk, kalınlık ve uzaklık ölçümleri 0.01 mm hassas dijital kumpas kullanılarak aynı kişi tarafından alındı. Bulgular: Tüm kollarda n. radialis’ten ilk olarak ramus musculares’in medial dalı ayrılıyordu. Bu dal 153 kolda (%76.5) n. radialis’in arka üst bölümünden, 47 kolda (%23.5) ise n. radialis’in ön üst bölümünden çıkıyordu. Önkollarda n. radialis’ten çıkan ilk dalların m. Brachioradialis ve m. extensor carpi radialis longus’a gittiği gözlendi. M. extensor carpi radialis brevis’i innerve eden musküler dalın %48 r. profundus’tan, %42 n. radialis’ten (r. superficialis ve r. profundus’un ayrım yeri), %10 r. superficialis’ten çıktığı tespit edildi. Ayrıca, n. radialis’ten m. brachialis’in inferolateral segmentine giden musküler bir dal (%26) gözlendi. Fetuslarda n. radialis seyri ve humerus gövdesi ile ilişkisi incelendiğinde proksimal (üst 0.18’i) ve distal (alt 0.17’si) kısımlarda ilişki tespit edilmedi. Sonuç: Nervus radialis’in seyri, musküler dalları, innervasyon paternleri ve varyasyonlarının bu bölgenin cerrahisiyle uğraşan uzmanlar tarafından iyi bilinmesi gerekmektedir. Özellikle, bu çalışmada tespit edilen, fetuslarda n. radialis’in humerus arka yüzündeki spiral geçişi için güvenli alanın erişkine göre daha az olduğunun bilinmesi önemlidir.
Aim: To determine the course and the variations of radial nerve and its muscular branches in human fetuses. Material and Method: Radial nerve dissections were made on the 200 arms and forearms of 100 fetuses (50 males and 50 females). Length, thickness and distance measurements were taken by the same person using a 0.01 mm sensitive digital compass. Results: In all arms, primarily, the medial branch of muscular branch was separating from radial nerve. This branch was originating from posterior superior part of radial nerve in 153 arms (76.5%) and anterior superior part of radial nerve in 47 arms (23.5%). On forearms it was observed that the first branches of radial nerve reached to the brachioradialis muscle and extensor carpi radialis longus muscle. It was found that the motor branch which innervates extensor carpi radialis brevis muscle exit from deep branch in 48% of the arms, from radial nerve (separating location of the deep and superficial branches) in 42% of the arms, and from superficial branch in 10% of the arms. Also it was observed, in 26% of the cases, that a muscular branch originated from radial nerve and reached to the inferolateral segment of brachial muscle. It was found that there was no relationship between radial nerve and humerus body’s upper (superiorly 0.18) and lover (inferiorly 0.17) parts. Conclusion: The course, muscular branches, innervation patterns and variations of radial nerve should be well known by the specialists especially dealing with the local surgery of this region. In the fetuses, the knowledge of the spiral course of the radial nerve on the posterior face of humerus is crucial to determine the operation approach point, and this area is less safer than adults in the fetuses, according to our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Omurganın Kesici Alet Yaralanması Ve Cerrahi Yaklaşım
Fatih Erdi, Fatih Keskin, Erdinç Kurtoğlu, Tevfik Küçükkartallar, Gökhan Toğuşlu
Olgu sunumu
Özeti
Omurganın Kesici Alet Yaralanması Ve Cerrahi Yaklaşım
PenetratIng Trauma Of The SpIne WIth Cutter And SurgIcal
management
Omurganın penetran yaralanmaları nadir görülürler. Bu raporda
nadir görülen bir olgu sunulmaktadır. Yirmi sekiz yaşında erkek
hasta bel bölgesinden bıçaklanma şikayetiyle acil serviste görüldü.
Hastanın fizik muayenesinde lomber bölgede iki cm cilt kesisi olduğu
görüldü. Nörolojik muayenesinde defisit saptanmayan hastanın
çekilen direkt grafi ve lomber tomografisinde L1 vertebra korpusu
ve L1-2 disk aralığına saplanmış bıçak ucu ile uyumlu metalik cisim
tespit edildi. Hasta acil servisten ameliyathaneye alındı. Genel
anestezi altında hasta sol lateral dekubit pozisyona alınıp ciltteki
insizyon anterolaterale doğru genişletildi. Posteriordan anterolaterale
doğru ilerlenip sol L1 ve L2 transvers proseslerine ulaşıldı. Bıçak
ucunun interlaminar aralıktan geçerek sinir kökünün lateralinden
L1 korpusuna ve disk aralığına kadar indiği saptandı. Laminektomi
yapılmadan bıçak yavaş yavaş geriye çekilerek çıkarıldı. Nörolojik
olarak intakt olan hastaların tedavisindeki amaç, omurgaya penetre
olan yabancı cismi, radyolojik tetkikler ışığında hastaya en az
zarar verecek şekilde çıkarmak olmalıdır.Bu hastalarda yıllar sonra
bile geçnörolojik defisitler olabileceğinden, delici ve kesici aletin
omurgadan çıkartılması gerektiği bildirilmektedir.
Penetrating trauma of the spine can be rarely seen. A 28 year
old male patient admitted to our emergency clinic with cutter injury. A
two-centimeter skin incision was determined at the patient’s lumbar
region. Neurological examination was with in the normal range. A
metallic cutter tip was seen at the lumbar tomography and lumbar
plain radiograph at the level of L1 corpus and L1-2 disc space. The
patient operated at emergency settings. Under general anesthesia
the patient was taken into left side lateral decubitus position.
Previous skin incision enlarged to the anterolateral direction.
Surgical dissection was advanced to the anterolateral direction from
posterior aspect. Left L1 and L2 processus transversus was reached.
Then the cutter tip was seen at the L1 corpus and L1-2 disc space
just lateral from the nevre root. The cutter tip was withdrawn slowly
without laminectomy. The main goal of the surgical treatment for
neurologically intact patients with penetrating injuries is to remove
the foreign object with minimal damage to the patient in the light
of radiological studies. The foreign object should be removed from
the spine because late neurological deficits can be seen in these
patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hemodiyalizin Lipid Metabolizmasına Etkisi
Müfid İspanoğlu, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, İbrahim Erkul, Fikret Güldoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hemodiyalizin Lipid Metabolizmasına Etkisi
Effect Of Chronıc Hemodıalysıs On Lıpıd Metabolısm
Bu çalışma, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hemodiyaliz ünitesinde devamlı diyalize giren 20 diyaliz has-tasında yapılmıştır. Diyaliz hastalarında diyalizden önceki ve sonraki Total Kolesterol (TK), Yüksek dansiteli lipoprotein - Kolesterol (HDL-C), Düşük dansiteli lipoprotein - Kolesterol (LDL-C), Beta Lipoprotein, Pre-beta lipoprotein, Alfa lipoprotein değerleri, 20 kontrol hastası ile karşılaştırıldı. Sonunda diyaliz grubunda, kontrol grubuna nazaran TK, HDL-C, LDL-C, prebeta lipoprotein, affa lipoprotein düşük, Beta Lipoprotein yüksek bulundu. Diyalizden sonra ise Beta-lipoprotein ve LDL-C de düşüş, diğer fraksiyonlarda ise hafif yükselme bulunmuştur.
This report is performed on twenty undergoing haemodialysis pa-tients, at Selçuk University, Medical Faculty, Haemodialysis unit of Internal Medicine. Total cholesterol HDL-C, LDL-C, Beta lipoproteins, Pre-beta lipoprotein and Alpha lipoprotein values of haemodialyzed pa-tients and the values of control group are compared. In dialyzed patients TC, HDL-C, LDL-C, Pre-beta lipoprotein and alpha lipopro-teins are found low but Beta lipoprotein high, comparing to the control group. After dialysis Beta lipoprotein and LDL-C are decreased and the other fractions are slightly increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Perkutan Endoskopik Gastrostomi Deneyimlerimiz
Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Fahrettin Acar, Akın Çalışır, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Perkutan Endoskopik Gastrostomi Deneyimlerimiz
ExperIence Of Percutaneous EndoscopIc Gastrostomy
Perkutan Endoskopik Gastrostomi (PEG), beslenme sorunlu
hastalara uzun süreli enteral beslenme desteği için uygulanan
minimal invaziv bir girişimdir. Bu çalışmamızda endoskopi ünitemizde
PEG uygulanan hastaları ve sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel cerrahi kliniğinde
Ocak 2010 - Aralık 2012 tarihleri arasında PEG yapılan 112 hastanın
kayıtları retrospektif olarak incelendi. Endoskopi ünitesinde lidokain
(Xylocaine®) ve midazolam (Dormicum®) ile sedatize edilen hastalara
“Çekme tekniği” kullanılarak, 20 F ‘lik Abboth Flexiflo endoskopik
gastrostomi tüpü uygulandı. PEG uygulanan hastalar; yaş, cinsiyet,
endikasyon, girişimsel komplikasyonlar, port kenarında oluşan kaçak,
periportal enfeksiyon ve mortalite yönünden incelendi. Hastaların
37’si (%33) bayan, 75’i (%67) erkekti. Yaş ortalaması 53±16,57
(min 28-mak 77) idi. Hastalarda değişik patolojiler sonucu beslenme
problemi mevcuttu. Ortalama PEG beslenme süresi 180±74,84
(min 10- mak 295) gündü. PEG sonrası 4 (%3,5) hastada cilt altı
enfeksiyonu, 5 (%4,4) hastada gastrointesinal intolerans, 6 (%5,3)
hastada gastrostomi kenarından geçici kaçak gelişti. PEG, beslenme
yetersizliği olan hastalarda enteral yolun basit, emniyetli ve etkili bir
şekilde kullanılabilmesini sağlayan etkin bir yöntemdir.
Percutaneous endoscopic gastrostomy (PEG) is a minimal invasive method of enteral nutrition for the patients that the oral intake is not possible. The aim of this study is to determine the results of our PEG insertion procedure performed. We analysed the medical records of 112 patients who had an initial PEG insertion retrospectively in January 2011 and December 2012 at Selçuk University Faculty of Medicine. We inserted 20 F Abboth Flexiflo endoscopic gastrostomy tubes by the “Pull Tecnique” in all cases. No general anesthesia was needed. The records were reviewed with regard to age, gender, indications, interventional complications, the port-site leakage, periportal infection and mortality were examined. PEG was performed to 112 patients comprising 37 females (33%) and 75 (67%) males, ages ranged from 28 to 77 years with a mean age of 53±16,57 years. All patients had neurological defects that impair feeding. Average time of feeding through PEG 180±74,84 (min 10- max 295) days. After PEG, subcutaneous infection was occured at 4 (3.5%) patients, gastrointesinal intolerance was occured at 5 (4.4%) patients, leakage from gastrostomy site was occured at 6 (5.3%) patients. PEG is a simple,safe and effective feeding method for enteral nutritional deficiency in patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tidoid Ameliyatlarında Rekürren Laringeal Sinirinin Ortaya Konulmasının Vokal Kord Paralizisi Gelişmesine Etkisi
Hüsnü Alptekin
Araştırma makalesi
Özeti
Tidoid Ameliyatlarında Rekürren Laringeal Sinirinin Ortaya Konulmasının Vokal Kord Paralizisi Gelişmesine Etkisi
The Effect Of Recurrent Laryngeal Nerve IdentIfIcatIon DurIng ThyroId Surgery On IncIdence Of Vocal Fold ParalysIs.
Amaç: Tiroid bezine yönelik cerrahi girişimlerde rekürren laringeal sinirin ortaya konulmasının paralizi olasılığı üzerine etkisi olup olmadığını araştırmak. Gereç ve yöntem: Son yıllarda tiroid ameliyatları esnasında çeşitli yöntemlerle rekürren laringeal sinirin ortaya konulmasının, sinirde oluşabilecek paralizi riskiniazalttığı ileri sürülmektedir. Bu prospektif çalışma Ocak 2003-Ekim 2005 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam 36 hastada tiroid ameliyatı esnasında rekürren laringeal sinir, diseksiyon ve görsel tanımlama ile ortaya konarak sinir paralizisi gelişme oranları araştırıldı. Bulgular: Hastalardan 30’unda (%83.3) bilateral subtotal lobektomi, 4’üne (%11.1) totale yakın tiroidektomi, 2’sine (%5.6) uniteral total lobektomi + istmektomi ameliyatı yapıldı. Hastaların hiçbirinde kalıcı rekürren laringeal sinir paralizisi gelişmedi. Geçici rekürren laringeal sinir paralizi oranı %1.42 idi. Sonuç: Rekürren laringeal sinirin ortaya konulması sinirde oluşabilecek paralizi riskini azaltmaktadır.
Aim: We have investigated effect of recurrent laryngeal nerve identification during thyroid surgery on incidence of nerve paralysis. Material and method: Routine intraoperative dissection and identification of recurrent laryngeal nerve was said to have reduced the nerve paralysis at recent reports in the literatüre. This prospective study was conducted between January 2003 and October 2005. The recurrent laryngeal nerve identification was performed during thyroid surgery and incidence of nerve paralysis was recorded in 36 patients. Results: For 30 patients (83.3%) the surgical procedure was bilateral subtotal lobectomy, for 4 patients (11.1%) the surgical procedure was unilateral total lobectomy + isthmusectomy and for 2 patients (5.6%) the surgical procedure was near-total thyroidectomy. There was no permanent recurrent laryngeal nerve paralysis. The temporary recurrent laryngeal nerve paralysis rate was 1.42 percent. Conclusion: The identification of recurrent laryngeal nerve reduced the rate of postoperative recurrent laryngeal nerve paralysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Kıtleler
Mehmet Yeniterzi, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Cevat Özpınar, Galip Akhan, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Mediastinal Kıtleler
MedIastInal Tumors And Cysts
1984-1990 yılları arasinda S.U. Tap Fakültesi Göğüs ve. Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında tetkik ve tedavi ettiğimiz 20 mediastinal kitleli hasta değerlendirildi. Erken teşhis ve tedavi ile, ma-lign tümörlü hastalarda daha uygun prognoza sahip olunabileceği kanaatine ulaşıldı.
The cases of twenty patients, treated for turnors and cysts of mediastinurn between 1984-1990, have been investigated. it has been established that a more favourable prognosis could be obtained through early diagnosis and treatrnent of the patients with malignant turnors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Klinığımizde Yatarak Tedavı Edılen Yanık Hastalarının Ve Komplikasyonlarının Değerlendırılmesı
Adil Kartal, Yüksel Tatkan, Osman Yılmaz, A. Erkan Ünal, Rahim Kucur, Ömer Karahan, İrfan Tunç, Yüksel Arıkan, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Klinığımizde Yatarak Tedavı Edılen Yanık Hastalarının Ve Komplikasyonlarının Değerlendırılmesı
The EmluatIon Of IlospItalIzed And Treated Burned PatIents And TheIr ComplIcatIons
1983-89 yılları arasında kliniğimizde yatarak tedavi gören 50 yanıklı hastanın 35'i çocuk, 15'i erişkindi. Çocukların 26'si ilk dekat içindeydi. 34'ü erken, 16'sı geç müracaat etmişti. Il. derece derin yanıkların III. dereceden ayrılmasında deri biyopsilerinden yararlanıldı. 22 hastada Il. derece, 57'nde M. derece, 7'sinde hem II. ve hem de III. derece yanık vardı. Vakaların 5'ine erken tanjansiyel eksizyon ve toplam olarak 27'sine cerrahi girişim uygulandı. Tapikal antiseptik ajan olarak cio101uk gümüş nitrat solüsyonu kullanıldı. 50 hastadan 3'ü kaybedildi. hastada tedavi gerektirecek psikiatrik bozukluklar gelişti. Hipertrofik skor ve kontraktür gelişimini engellemek için otel ve basınçlı uygulamalar yararlı oldu.
We hospitalized and ireated 50 patients with burn injuries between 1983 and 1989. Of diem, 35 were children and 15 were adult. Twenty six children were in first decade. Of 50 patients, 34 adrnitted to the hospital early and 16 lately. Skin byopsies were useful in differential diagnosis of second and therd degree burn. There were second degree burn in 22 patients, third degree in 5 and second and third degree in 7. We applied surgical intervention to 27 patients and 5 early tangential excision and pulverised 10 percent of silver nitrate in early cases. Of 50 patients, 3 died and 3 developed psychiatric disorders requiring treatment. in order to prevent hyperirophic burn scar and contracture we used splint and pressure garrnents.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lokal İleri Evre Rektum Kanserinde Pre-Operatif Radyoterapinin Yeri
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz
Derleme
Özeti
Lokal İleri Evre Rektum Kanserinde Pre-Operatif Radyoterapinin Yeri
Current Status Of Pre-OperatIve RadIotherapy For Locally Advanced Rectal Cancer
\r\n Lokal ileri evre rektum kanseri (LİRK), onkolojide multidisipliner tedavi yaklaşımlarının ortak işbirliği sonucu etkili tedavi sonuçların elde edilebildiği en iyi örneklerinden birisidir. Her ne kadar, radyoterapi ile kombine tedavi yaklaşımlarıyla hem lokal-sistemik rekürrensler hem de sağkalım açısından başarı oranlarında artış olsa da LİRK’ de esas tedavi halen radikal cerrahidir. Günümüzde preoperatif RT’ nin postoperatif RT’ ye göre daha üstün olduğu gösterilmiştir. Bu derlemede preoperatif RT’ nin uygulanma yöntemleri, avantaj ve dezavantajları değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n Locally advanced rectal cancer is one of the best example that optimal outcomes are achieved with a multidisciplinary approach. The mainstay of curative treatment remains radical surgery; however, combine with radiotherapy is the optimal treatment to control local recurrence and to improve survival. To date, preoperative radiotherapy is shown to be superior than postoperatif radiotherapy. In this review, we aimed to evaluate the application methods, advantages and disadvantages of preoperative radiotherapy.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Mehmet Uyar, Yusuf Kenan Boyraz, Kübra Gençağa, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Araştırma Görevlilerinin İş Doyumunun Değerlendirilmesi
Assessment Of Job SatIsfactIon Of The Research AssIstant In A UnIversIty HospItal
Amaç: Kesitsel tipteki bu çalışma Meram Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimi alan araştırma görevlilerinin iş doyumunu ve iş doyumu ile ilişkili olabilecek faktörleri belirlemeyi amaçlamıştır. Hastalar ve Yöntem: Demografik bilgiler ile Minnesota İş Doyum Ölçeği’nden oluşan 36 soruluk anket formu yüz yüze görüşme yöntemiyle 244(%80,2) asistan hekime uygulanmıştır. Bulgular: Katılımcıların %52,5’i erkek, %55,3’ü evliydi ve %29,1’inin en az bir çocuğu vardı. Yaş ortalaması 28,42±3,02 yıl idi. Aylık ortalama nöbet sayıları 6,35±4,10 idi. Araştırma görevlilerinin %9,8’i daha önce bir uzmanlık eğitimini yarıda bırakmıştı. Hekimlerin %60,6’sı aldıkları ücretten memnun değildi. Genel doyum puan ortalaması 3,24±0,53, içsel doyum puan ortalaması 3,40±0,56, dışsal doyum puan ortalaması 2,97±0,62 olarak bulundu. Temel bilimlerde çalışan hekimlerin dışsal iş doyum puan ortalamaları dahili ve cerrahi bilim dallarında çalışan hekimlere göre anlamlı bir şekilde daha yüksek bulundu. Hekimlerin %33,2’si çalışma koşullarından, %44,3’ü amirinin çalışanlara yönelik davranışından, %84,4’ü çalışma arkadaşlarından memnundu. Konya’daki tıp fakültelerinden mezun olanların genel doyum puanı ve dışsal doyum puanı Konya dışındaki fakültelerden mezun olanların genel doyum puanından ve dışsal doyum puanından anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Yoğun çalışma temposuna sahip hekimlerin, çalışma ortamı ve koşullarının iyileştirilmesi, kurum politikalarında söz sahibi olmalarının sağlanması, aldıkları ücretlerin iyileştirilmesi, sadece araştırma görevlisi hekimlerin iş doyumu düzeyini değil hastalara sunulan hizmetin kalitesini de artıracaktır
Aim: This cross-sectional study aims to determine job satisfaction of research assistants taking medical specialization education at Meram Medical School and factors that may be related to job satisfaction. Patients and Methods: A questionnaire consisting of Minnesota Job Satisfaction Scale and questions regarding demographic information is applied to 244 (80,2% ) physician assistants via face to face meeting. Results: 52.5% of participants were male, 55.3% of them were married and 29.1% had at least one child. Average of age was 28.42±3.02 years. Average number of night duties monthly was 6.53±4.10. 9.8% of research assistants had quitted a specialization education before. 60.6% of physicians were not content with their salaries. Overall satisfaction point average was 3.24±0.53, intrinsic satisfaction point average was 3.40±0.56, extrinsic satisfaction point average was found to be 2.97±0.62. Extrinsic satisfaction point averages of physicians working in basic sciences was found to be significantly higher than averages of physicians working in internal medicine and surgery branches. 33.2% of physicians were satisfied with working conditions, 44.3% with their chiefs’ behaviours towards employees, 84.4% with their colleagues. Overall satisfaction and extrinsic satisfaction points of participants who graduated from medical schools in Konya were meaningfully higher than points of those who graduated from medical schools outside Konya. Conclusions: Improving the working environments and conditions of physicians having busy schedule, enabling them to have a voice in institution policies, increasing the wages will not only increase the job satisfaction level of research assistant physicians, but also the quality of service provided to patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
Ali Acar, Refika Selimoğlu, Halime Göktepe, M. Furkan Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
New SurgIcal TechnIque For UterIne Atony: AnalysIs Of 7 Cases
Bu çalışmada 7 uterin atoni kanamalı hastada kavite uyumlu
sütür (KUS) (∞) uygulanmasını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde 7
uterin atonili vakada vicril 1 no sütür kullanılarak kavite uyumlu
∞ sütür atıldı. Doğum sonu uterin kanamalı normal doğum yapan
3 hasta ve sezaryan (CS) olan 4 hastada uterin atoni gelişti.
Yedi hastanın üçünde palsenta fundal yerleşimli iken dördünde
plesenta previa hali mevcuttu. Yedi hastada da kanama kontrolü
sağlandı. Hastaların hiçbirinde komplikasyon izlenmedi. Hastalar
ortalama 3.9 günde taburcu edildiler. Olgular yaklaşık 18-24 ay
sonrasında normal menstrual sikluslarına ulaştılar. Uterin atoni
ciddi morbidite ve mortalite riski taşmaktadır. Bu patolojide mortalite
morbidite ve histerektomi oranı yüksektir. Yeni teknik ile 7 uterin
atonili hastada etkin şekilde kanamanın durduğu gözlemlenmiştir.
Ciddi bir komplikasyon görülmemiştir. Hiçbir hastaya histerektomi
gerekmemiştir.
We aim to evaluate the new cavity appropriate suture application in 7 patienst with uterin atony (UA) in our clinic. We applied the new cavity appropriate suture in 7 patienst with uterin atony via 1 no vicryl suture in Meram Medical School Hospital Department of Obs&Gyn. In 3 patients with normal vaginal delivery with postpartum hemorrhage and in 4 patients delivered by cesarian section atony occured. In 3 patients of 7 the plasenta was fundus -lying ,in 4 of them it was plasenta previa. Bleeding control was done in all of them. There was no complications in any of them. Patients discharged on an average 3.95 days. Menstruation syclus restored on an average 18 -24 months in theese patients. Uterin atony has a serious morbidity and mortality. In this pathology the risk of mortality, morbidity and hysterectomy is high. İn 7 patients with uterin atony we observed the bleeding stopped with our new tecnique. We observed no serious complication. No patient underwent hysterectomy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnomotarakslarda Cerrahı Tedavı
Sami Ceran, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Pnomotarakslarda Cerrahı Tedavı
SurgIcal Treatment In Spontaneous Pneumothorax
Klinigimizde 408 spontan pnOmotoraks va-kastrun Maria transaxiller vertikal toratokomi (+) biil, bleb eksizyonu veya ligasyonu, smith parietal plorektomi uygulanmtvir. Primer spontan pnomotorakslarda vakanin du-rumuna gore tthbi gozlem, tiip drenap, torakopik cerrahi veya klasik transaksiller vertikal torakotomi ile bleb eksizyonu ye parietal plorektomi teknigi uy-gulantr. Sekonder spontan pnbmotorakslarda ise tibbi gazlemin genellikle yeri yoktur, direkt tiip dre-najr Tiip drenajz ile solunum fonk-siyonlari diizeltilemeyen ye hava kacagt tsrarlz ola-rak uzun siiren seconder spontan pnOmotorakslarda zorunlu kalmmca cerrahi yol secilir. Genellikk se-konder spontan pniimotoraksh hastalarin solunum fonksiyonlan yetersiz oldugundan cerrahi en-dikasyon swurli tutulur.
408 patients with sontaneous pneumothorax were treated and 26 of them were performed sur-gical bleb excision and limited pleurectomy. The traditional treatments of primary spon-taneous pneumothorax include bed rest, tube tho-racostomy, toracoscopic surgery or bleb excission and parietal pleurectomy. In secondery pneumothorax, tube thoracostomy is used without waiting. If the respiratory functions do not improved by tube thoracostomy and air le-akage continues surgical treatment should be used since the patients whith secondary pnneumothorax have not good pulmonary capacity surgical tre-atment should he tried only is chosen cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Insanlarda Arteria Hepatica Propriaının İntrahepatik Dağılımı Ve Karaciğerin Subsegmentasyonu
Ahmet Salbacak, Refik Soylu, Taner Ziylan, Muzaffer Şeker, Selçuk Duman, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Insanlarda Arteria Hepatica Propriaının İntrahepatik Dağılımı Ve Karaciğerin Subsegmentasyonu
Intra HerapIc DIst RIbutIon Of The Proper LlepaIIe Artery And Subsegmentatıon Of The Tıver In Man
Plastik enjeksiyon ve korrozyon kast metodu uygulayarak a. hepatica propria.nın intrahepatik dağılımı incelenen bu çalışmada, fonksiyonel olarak karaciğeri sağ ve sol loblara ayıran esas lobar fissürün yüzeye! ozelliklere göre yapılan bölümlenrne çizgisine uymadığı ve fossa vesica biliaris'ten sulcus vena cava inferior'e uzanan çizginin projeksiyonuna karşılık geldiği gözlenmiştir. Subsegmentasyon seviyesinde değerlendirilebilen IS arter sistemi kadının 7'sinde (%46.66) hafif ve ileri derecede, ayrıca lobus caudatus'u besleyen arter dalcıklarının orijinlerinde varyasyonlar olduğu görülmüştür. Karaciğer üzerinde yapılacak cerrahi operasyonlarda subsegmental varyasyonlarin olabileceğinin göz önünde bulundurularak pre-operatif önlemlerin alınmasının yararlı olacağı sonucuna varılmıştır.
This study was caried out to determine the intrahepatic distributıon of the proper hepatit artery by using plastic enjection and corrosion casting methods. It was observed that the main lobar fissure, whic functional divided the liver int() right and left lobes, didn't correspond to the line that is defined based on the surface features and the main lobar fıssure correspond to the line extendıng from gal! bladcler to the fossa for the inferior vena cava. At the origin of the caudate lobe arteries and in seven fifteen casis (46.66%) of arterıal systems, which could be evaluated at the segmentation level, slight and marked size variations were observed. This results showed that it will be useful to establish the necessary precautions preoperatively because there might be subsegmental variations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karacığer Hidatik Kistinin Cerrahi Tedavisi
Asım Duman, M. Tireli, Ömer Karahan, A. Çetin, Cemil Ceviz
Araştırma makalesi
Özeti
Karacığer Hidatik Kistinin Cerrahi Tedavisi
SurgIcal Treatment Of HydatId Cyst Of The LIver
Bu makalede kliniğimizde ameliyat edilen 141 karaciğer hidatik kisti vakasının sonuçları sunulmustur. 141 hastada tespit edilen 192 karaciğer hidatik kistine 180 kez cerrahi tedavi yöntemi uygulanmıştır. Marsupializasyon 83, parsiyel kistektomi ve kalan kısmın direnajsız kapatılması 70, perikistektomi 11, parsiyel kistektomi ve tünelizasyon 10, sol lateral seg-mentektomi 5, kistin ve karın boşluğunun drenajı 1 defa kullanılmıştır. 141 karaciğer hidatik kisti vakasının 9 u kaybedilmiş olup, postoperatif mortalite % 6,4 dür.
In this article, the results of 141 hepatic hydatid cyst cases operated in our clinic are presented. Surgical treatment was applied 180 times to 192 liver hydatid cysts detected in 141 patients. Marsupialization 83, partial cystectomy and closure of the remaining part without drainage 70, pericystectomy 11, partial cystectomy and tunneling 10, left lateral seg-mentectomy 5, drainage of the cyst and abdominal cavity was used once. Nine of 141 hepatic hydatid cyst cases were lost, postoperative mortality was 6.4%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Sigmoidorektal Intussusepsıyon
Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, İrfan Tunç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Sigmoidorektal Intussusepsıyon
Acut SIgmoIdorectal IntussuceptIon
Birisi strangüle ikisi etrangle olan üç kolorektal intüssüsepsiyon olgusu sunuldu. Olgulardan birine perineal sigmoidektomi+transvers kolostomi, diğerine operatuar redüksiyon+sigmoid kolostomi+anal serklaj, sonuncusuna redüksiyon abdominal sigmoidektomi+primer anastomoz uygulandı. Sunduğumuz iki yetişkin olgunun daha önce hiç bir şikayeti yoktu. Çocuk olan olgunun üç aylık prolapsus tarzında yakınmaları vardı. Yetişkin olgulardan birinde invagine kitlenin apeksinde büyükçe bir polip(villöz adenom) saptandı. Ender görülmesi ve acil cerrahi girişim gerektirmesi nedeniyle kolorektal invaginasyon olgularının takdimi uygun görüldü.
Theree cases with colorectal invagination were pre-sented. Both of them were incarcerated and one strangulated. Different surgical intervention cases applied ta each other. There was no complaint in both cases before intussuception except one and there was a villöz adenoma in the apex of invaginated mass in one case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Sigmoidorektal Intussusepsıyon
Yüksel Tatkan, Adil Kartal, Adnan Kaynak, İrfan Tunç
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Sigmoidorektal Intussusepsıyon
Acut SIgmoIdorectal IntussuceptIon
Birisi strangüle ikisi etrangle olan üç kolorektal intüssüsepsiyon olgusu sunuldu. Olgulardan birine perineal sigmoidektomi+transvers kolostomi, diğerine operatuar redük-siyon+sigmoid kolostomi+anal serklaj, sonuncusuna redüksiyon abdominal sigmoidektomi+primer anastomoz uygulandı. Sunduğu-muz iki yetişkin olgunun daha önce hiç bir şikayeti yoktu. Çocuk olan olgunun üç aylık prolapsus tarzında yakınmaları vardı. Yetişkin olgulardan birinde invagine kitlenin apeksinde büyükçe bir polip(villöz adenom) saptandı. Ender görülmesi ve acil cerrahi girişim gerektirmesi nedeniyle kolorektal invaginasyon olgularının takdimi uygun görüldü.
Theree cases with colorectal invagination were pre-sented. Both of them were incarcerated and one strangulated. Different surgical intervention cases applied ta each other. There was no complaint in both cases before intussuception except one and there was a villöz adenoma in the apex of invaginated mass in one case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
Adil Kartal, Mehmet Yeniterzi, Selçuk Duman, Yüksel Tatkan, Tahir Yüksek, Muzaffer Şeker, Mustafa Şahin, Yüksel Arıkan, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
The Effects Of The IlepatotrophIc Factor In SystemIc CIrculaüon On The LIver Atrophy
Portakaval şantlardan sonra karaciğerde görülen atrofi portal kanın ihtiva ettiği hepa-totrofik faktörden karaciğer hücrelerinin yoksun kalması ile izah edilmektedir. Değişik portakaval şantlarda karaciğerde nasıl bir etki oluştuğunu incelemek amacıyla köpeklerde bir deneysel çalışma yapıldı. Köpekler 15, 10 ve 10 deneklik 3 gruba ayrıldı. Her gruba ;farklı işlemler uygulandı. Denekler postoperatif 15. gün sakrifiye ertilde. Karaciğer makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi. Ilistopatolojik incelemelerde her 3 grupta da portal venin sol dalı bağlı olmayan lobta hepatositlerde lipid birikimi, hiperkromatozis ve mitotik aktivite artışı izlenirken, yalnız portal venin sol dalı bağlanan deneklerde sol lobta yaygın hemo-rajik infarkt ve nekrotik odaklar gözlendi. Sol dal bağlama ve şant uygulanan deneklerde ise sol lobda atrofinin minitnal düzeyde tespit edilmesi resirküle eden kandaki hepatotrofik faktörün etkisi ile izah edilebilir.
Liver atrophy after portacaval shunt is explained by lack of the liver from hepatotrophic factors. This study is undertaken to evolve the (2hanges in liver atter portac.aval shunt. The animals were calegorized in 3 groups each including 15, 10 and 10 animals respectivefy and we performed dillerent interventions. Anitnaly were sacrified at 15th day. Ilisiopathological exarnination revealed lipid accumulation, hyperchrornatosis and increasing of rnitotic activity in liver lobes which left branch of portal yein were not ligated and diffuse haernorrhagic infarct and necrosis in left kbes of the anirnais which had only ligation of the left branch of porta! yein. We deiermined only rninimal atrophic changes in left
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Alaa S. Mahmoud, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The LaparoscopIcally Treated EctopIc PregnancIes
Bu çalışmada kliniğimizde laparoskopik yaklaşımla tedavi ettiğimiz ektopik gebelik olgularımızın değerlendirilmesini amaçladık. Ocak 2007 – Aralık 2009 yılları arasında kliniğimizde ektopik gebelik tanısı konulan ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 56 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, transvajinal ultrasonografi (TVUSG) bulguları, tedavi öncesi ve sonrası ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) değerleri, tedavi öncesi ve sonrası hemoglobin (Hb) değerleri, uygulanan laparoskopik yöntemler, transfüzyon yapılıp yapılmadığı ve ek tedavi uygulanıp uygulanmadığı açısından incelendi. Hastaların ortalama yaşı 30.4±4.2 ve ortalama gebelik haftaları 6.6±1.4 hafta idi. Başvuru sırasında ortalama ß-hCG değerleri 2932.4±2276.8 IU/L idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı ve vajinal kanama ile başvurmuşlardır. Hastalarda TVUSG bulguları olarak sıklıkla adneksiyal kitle ve hemoperitoneum gözlenmiştir. En sık ampuller gebelik tanısı konmuştur. Hastaların çoğuna tuba koruyucu cerrahi tedavi uygulanırken, sadece %10.7’sine salpenjektomi uygulanmıştır. Post-operatif kanama nedeniyle 2 hasta yeniden laparoskopiye alınırken, 10 hastaya da kan transfüzyonu yapılmıştır. Hastaların tamamında 1. ayın sonunda ß-hCG değerlerinin normal sınırlara döndüğü görülmüştür. Sonuç olarak hemodinamik açıdan stabil ve laparoskopik tedaviye uygun özellikle de genç ve fertilite isteği olan ektopik gebelik hastalarında, en iyi tedavi yaklaşımının konservatif laparoskopi olduğunu düşünmekteyiz.
In this study, we aimed the evaluation of the laparoscopically treated ectopic pregnancy cases in our clinic. This retrospective study included 56 cases that were diagnosed to have ectopic pregnancy and treated by laparoscopy between January 2007 and December 2009. Patients characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, preoperative and post-operative serum ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) and hemoglobin levels, type of laparoscopic surgery, blood transfusion and additional treatments were recorded. The average age of the patients was 30.4±4.2 years, the average gestational age was 6.6±1.4 weeks, and the average ß-hCG value at presentation was 2932.4±2276.8 IU/L. The patients presented usually with pelvic pain and abnormal vaginal bleeding. Adnexal mass and hemoperitoneum were mostly seen by sonographic evaluation. Ampuller pregnancy was the most common. Most of patients had conservative surgery; salpingectomy was applied to 10.7% of patients. Ten patients received blood transfusion and 2 patients underwent re-laparoscopy because of postoperative bleeding. Serum ß-hCG levels returned to normal at the end of the 1st month after surgery in all patients. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for young patients with ectopic pregnancy who are hemodynamically stable and wish to preserve their fertility
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anestezi Ve İmmun Sistem
Mustafa Altındiş, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Anestezi Ve İmmun Sistem
AnesthesIa And The Immune System
Gerek anestezi gerekse cerrahi girişimin sa-vunma sistemi üzerine olan etkisi, günümüzde hasta ve anestezistler açısından önem kazanmıştır. Ame-liyat sonrası hastalarda görülen immun değişikliklerin çoğu, ya anestezik ajanların direkt et-kisi ile ya da bu ilaçların cerrahi travma ve endokrin cevaba katkıda bulunması sonucu ortaya çıkmaktadır. Cerrahinin etkisi, operasyonun boyutu ve bireyin stres cevabına göre değişirken; anes-tezinin etkisi, stres cevabın kırılma düzeyi, bireyin immun durumu, anestezik ajanla karşılaşma süresi, kullanılan preparatin kimyasal yapısı ve anestezi yöntemine göre değişebilmektedir (1,2,3). Yapılan birçok çalışmada postoperatif dönemde görülen immünodepresyondan cerrahi kaynaklı stresin so-rumlu olabileceği öne sürülmüş olmasına karşın, bazı invitro çalışmalarda anestezik ajanların da et-kisi olduğu gözlenmiştir. Yapılan in vivo çalışmalarda temel güçlük, anestezik ajana özgül olan etkilçr ile çok sayıda intraoperatif faktörün et-kilerini(cerrahinin tipi-süresi, vücut ısısı, kan ve plazma infüzyonlan, diğer hastalıklar, bazal immünolojik durum, beslenme) ayırmaktır(4,5).
The effects of both anesthesia and surgical intervention on the defense system have gained importance for patients and anesthetists today. Most of the immune changes seen in patients after surgery are caused either by the direct effect of anesthetic agents or as a result of these drugs contributing to surgical trauma and endocrine response. While the effect of surgery varies according to the size of the operation and the individual's stress response; The effect of anesthesia may vary depending on the breakdown level of the stress response, the immune status of the individual, the time of exposure to the anesthetic agent, the chemical structure of the preparation used and the anesthesia method (1,2,3). Although it has been suggested in many studies that surgical stress may be responsible for immunodepression seen in the postoperative period, some in vitro studies have also observed that anesthetic agents have an effect. The main difficulty in in vivo studies is to distinguish the effects specific to the anesthetic agent and the effects of many intraoperative factors (type-duration of surgery, body temperature, blood and plasma infusions, other diseases, basal immunological status, nutrition) (4,5).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Buyuk Amelıyatlarda Aprotının'ın Yerı
Sami Ceran, Cevat Özpınar, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Ufuk Özergin, Sadık Özmen, Mehmet Kılıç, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Buyuk Amelıyatlarda Aprotının'ın Yerı
The Role Of AprotInIn In The Long Term OperatIons.
Bir proteaz inhibitorii olan aprotinin kar-diopulmoner by passlarda kullandmaktachr. Ap-rotinin yabanct yiizeyk temas eden plateletlerin fanksiyonlarmt koruyarak kan kaybuu azaltugt tah-thin edilmektedir.lik doz aprotinin kullantlan 15 kardiak ye torasik cerrahi hastasmda aprotinin to-raks operasyonlarinda da drenajt azalttigi Aprotinin yabanct yiizeyle temas etmemiy olan plateletlerin fonkisyonlarint da korumaktadtr.
Aprotinin, the serine proteaz inhibitor, has been used in cardiopulmonary bypasses. It is supposed to reduce blood loss by preserve platelet functions which contacts foreign surfaces. 15 patients un-dergoing thoracic or cardiac operations were given low dose aprotinin. Its blood saver effect were seen a thoracic operations as effective as cardiac ones. IT seems that aprotinin can preserve the functions of platelets which dont contact any foreign surfaces.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Bilsev İnce, Zeynep Dadaci, Zeynep Altuntas, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen
Olgu sunumu
Özeti
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Usage Of BIpedIcle Flap And MIdface LIft In The Treatment Of Lagophthalmus Developed After Blepharoplasty: Case Report
Lagoftalmus, göz kapaklarını tamamen kapatamamak nedeniyle korneanın açıkta kalmasına bağlı (sclera görülmesi) ortaya çıkan, korneal skar ve görme kaybı ile sonuçlanabilecek yetersizliktir. Üst göz kapağının derisinin yumuşak ve esnek yapısı göz kırpmayı kolaylaştırır. Üst göz kapağını yumuşak ve esnek yapısına döndürmek için tedavi seçenekleri olarak, Z-plasti, V-Y ilerletme flepleri, tam kalınlıkta deri greftleri ve pediküllü flepler tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, bleferoplasti sonrası üst göz kapağının dikey kısalığına bağlı gelişen lagoftalmus tedavisinde alternatif bir seçenek olarak bipediküllü flep ve orta yüz kaldırmanın kullanımını göstermektir.
Lagophthalmus is the inability to close the eyelids completely leading to exposed cornea (scleral show) which can result in corneal scar formation and vision loss. The skin of upper eyelid is soft and flexible, so this makes winking easier. To return the upper eyelid its soft and flexible structure, Z-plasty, VY advancement flaps, full-thickness skin grafts, and pedicle flaps are defined as treatment options. The aim of this study was to demostrate the usage of bipedicle flap and midface lift as an alternative treatment option for lagophthalmus that is related to the vertical shortness of upper eyelid developed after blepharoplasty.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
El Bileğinde Ekstansiyon Kontraktürü Olan Yirmi Yillik Bir Vakanin Tedavisi
Rafet Özbey
Olgu sunumu
Özeti
El Bileğinde Ekstansiyon Kontraktürü Olan Yirmi Yillik Bir Vakanin Tedavisi
Treatment Of A Twenty-Year Case WIth ExtensIon Contracture Of The WrIst
Üst ekstremitede yanık sonrası gelişen kontraktürler elin ve kolun fonksiyonunu kısıtlamaktadır. Yirmibeş yaşında bayan hasta 3 yaşından beri sol el bileği bölgesindeki kontraktür sebebiyle polikliniğimize başvurdu. Muayenesinde hastanın sol elbilek ekstansör yüzde yaklaşık 120 derece ekstansiyon kontraktürü vardı. Hastanın kontraktürü yapılan insizyonla açılarak oluşan defekt karın flebiyle kapatıldı. Karın flebinin yanık sonrası görülen kontraktürlerin tedavisinde iyi bir tedavi alternatifi olduğunu düşünmekteyiz.
Postburn contractures in the upper extremities limit the function of the hand and arm. A 25-year-old female patient was admitted to our outpatient clinic for contracture of the left wrist since the age of three. On examination, the patient had an extension contracture of approximately 120 degrees in the left wrist. The patient's contracture was opened with an incision and the defect was closed with an abdominal flap. We think that abdominal flap is a good alternative for the treatment of postburn contractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Başı Avasküler Nekrozunda Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Ve Enoksaparinin Kısa Dönem Etkilerinin Araştırılması
Abdullah Arslan, Fatih Dikici, Sevim Purisa, Vakur Olgaç, Salih Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Başı Avasküler Nekrozunda Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Ve Enoksaparinin Kısa Dönem Etkilerinin Araştırılması
EvaluatIon Of Short Term Effects Of HyperbarIc Oxygen And EnoxaparIn Treatments In Avascular NecrosIs Of Femoral Head
ÖZET
Amaç: Femur başı avasküler nekrozu (AVN), femur başını besleyen damarların hasarlanması veya tıkanması sonucu ortaya çıkan kemik ve kemik iliği nekrozudur. Özellikle gençlerde ve orta yaşlarda görülen, büyük oranda cerrahi müdahale gerektiren bir hastalıktır. Cerrahideki gelişmelere rağmen bu hastalarda önemli oranda kalça protezi uygulaması gerekmektedir. Hiperbarik Oksijen Tedavisi (HBOT) tek başına veya cerrahi tekniklerle beraber femur başı avasküler nekrozunda bazı klinik olgularda başarılı sonuçları bildirilmiş bir tedavi yöntemidir. HBOT damar hasarına veya damar tıkanıklığına bağlı gelişen iskemik hastalıklarda da kullanılmaktadır. Enoksaparin pıhtılaşma sisteminde bulunan faktör Xaantagonistidir. Antikoagülan etkisinin yanında yapılan çalışmalarda kemik doku üzerinde osteopeni oluşturduğu, osteoblast gelişimini engellediği, osteoklast aktivitesini arttırdığı görülmüştür.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan femur başı AVN’de HBOT ve Enoksaparinin etkinlikleri araştırılmıştır. Bu amaçla 64 sıçanın sol femur başlarına avasküler nekroz modeli uygulandı ve tedavilerin tek başına ve beraber uygulanmasının sonuçları araştırıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda HBOT alan ve Enoksaparin tedavisi alan sıçanlarda yeni kemik yapımının arttığı, remodelizasyon ve kıkırdak değişikliklerinin kontrol grubuna göre daha az olduğu görülmüştür. Nekrotik dokuların temizlenme hızının HBOT ile arttığı görülmüştür. HBOT ile Enoksaparinin beraber uygulanmasıyla en iyi sonuçlara ulaşılmıştır.
Sonuç: Bu çalışma HBOT’nin ve Enoksaparin tedavisinin tek başına veya kombine olarak femur başı AVN’de olumlu sonuçlar oluşturduğunu göstermektedir ve femur başı AVN hastalığı tedavisinde yapılan klinik çalışmaları desteklemektedir.
Anahtar Kelimeler: Hiperbarik oksijen tedavisi, avasküler nekroz, enoksaparin
ABSTRACT
Aim: Avascular necrosis of the femoral head (AVN) is the necrosis of the bone and the bone marrow resulting from the injury or the occlusion of the blood supplying vessels of the femoral head. Specially it is seen in mostly young and middle aged individuals and requiring mostly surgical procedures. Despite all advances in the surgical procedures, still a high rate of the hip prosthesis is a requirement in the treatment. Hyperbaric Oxygen Therapy (HBOT) alone or in combination with surgery is reported to be effective in some clinical AVN cases. HBOT is also a treatment method which is used in ischemic diseases resulting from vascular injuries or occlusions. Enoxaparin is an antagonist of factor Xa which is found in the coagulation system. Beside its anticoagulant effect it has been shown that it has an osteopenic effect, inhibits osteoblast maturation and increases osteoclast activity in the bone.
Material and Methods: In this study effects of enoxaparin and HBOT were investigated in the treatment of experimentally formed AVN of the femoral heads of the rats. For this purpose, avascular necrosis model was applied to the left femoral heads of 64 rats and the results of the treatments alone and together were investigated.
Results: In this study results have shown that an increase in the new bone formation, and remodelisation with less changes in the cartilage tissue than in the controls. An increase in the necrotic tissue clearing rate observed in the HBOT applied groups. The best results were achieved with the HBOT and enoxaparin combined applications.
Conclusion: In this study HBOT alone, enoxaparin alone or combination of these two treatments have a positive effect in the experimental femoral head AVN and supporting the clinical studies in the femoral head AVN.
Keywords: Hyperbaric oxygen therapy, avascular necrosis, enoxaparin
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
Asri Satılmış, Aydoğan Öbek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Böbrek Yetmezliğinde Görülen Hipertpigliserideminin Patogenezi
The PathogenesIs Of HypertryglIserIdemy Encountered In CronIc RenaI FaIlure
Bu çalışmada, kronik böbrek yetmezliği olan hastaların kan serumlarındaki trigliserid seviyesi araştırılmıştır. Bu hastalarda görülen hipertrigliseridemi, Lipoprotein lipaz aktivitesinde yetmezlik ve karbonhidrat metobolizmasında bozukluk ile ilişkilidir.
In This report, level of trigliserides has been studied in patients with renal failure. Hypertrigilseridemy encountered in this patients has been found to be releated with insufficiency of lipoprotein lipase activity and the the disfunction of carbonhydrate metabolism.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
Fatma Kaya, İlhan Çiftci, Ayşe Nazlı Seçkin
Olgu sunumu
Özeti
Çocuklarda Yabancı Cisim Yutmayı Nadir Bir Yöntemle
çıkartma
A Rare Method For TakIng The Swallowed ForeIgn BodIes
out Of The ChIldren
Çocuğun çevresini tanımasının ve onunla ilişki kurmasının bir
yolu da, eline geçen her cismi ağzına götürerek tadına bakmasıdır.
Bu nedenle çocuklar hiç akla gelmeyecek tip ve büyüklükteki yabancı
cisimleri yutmaktadır. Yabancı cisim yutan büyük yaştaki çocukların
önemli bir bölümünde zeka özrü veya ruhsal sorunlar vardır. Klinik
olarak öksürük, dispne, ses kısıklığı, solunum güçlüğü, solunum
seslerinde azalma, ağızdan bol tükrük gelmesine neden olabilir.
Bu yabancı cisimler içerisinde madeni parayla sık karşılaşılır.
Yabancı cisim aspirasyonunda alternatif tedaviyi paylaşmak istedik.
Bu makalede dört yaşında, Down sendromlu bir hastada yabancı
cisim aspirasyonuna alternatif bir yaklaşım sunuldu. Müdahale
sırasında komplikasyon gelişmeyen hasta önerilerle taburcu
edildi. Çocukluk çağında yabancı cisim aspirasyonu sıktır. Yabancı
cisimlerin çoğunluğunu metal paralar oluşturmaktadır. Yabancı cisim
aspirasyonuna yaklaşımda hastanın kliniği, yabancı cismin tipi,
takıldığı yer, aspirasyon süresi ve müdahale şartlarına göre tedaviye
karar verilir. Tedavi yaklaşımını endoskopi, gözlem veya cerrahi
oluşturmaktadır. Acil müdahalenin gerektiği hastalarda foley kateter
ile balon ekstraksiyonu gibi alternatif yöntemler deneyimli cerrahlar
tarafından kullanılabilir.
One of the ways for the child to get familiar with its surrounding
environment and to build up relations with the same is bringing
any possible object to the mouth for tasting. Thus, the children
happen to swallow foreign bodies of sorts and sizes unimaginable.
A great portion of the grown up children swallowing foreign bodies
demonstrate mental deficiencies or psychological problems. The
clinic symptoms may be coughing, dyspnoea, hoarseness, breathing
difficulty, weakened respiratory sounds and hyper saliva in the
mouth. The foreign bodies are usually coins. We want to share an
alternative treatment in foreign body aspirations. In this article is
demonstrated an alternative approach for foreign body aspiration in
four years old patients with down syndrome. The patient developed no
complications during the medical intervention and discharged under
recommendations. Foreign body aspiration is common in childhood.
The majority of foreign bodies are coins. Approach to foreign body
aspiration in a patient’s clinical presentation, type of foreign bodies,
inserted in the aspiration time and the response shall be decided
to treatment according to the conditions. Approaching treatment
is endoscopy, observation or operation. In emergency alternative
methods can be used such as balloon extraction with foley catheter
by experienced surgeons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
Mesut Tez, Erdal Göçmen, Mahmut Koç, Hikmet Akgül
Araştırma makalesi
Özeti
Kolekteral Kanserde Oksidatif Stres (erken Sonuçlar)
OxIdatIve Stress In Colorectal Concer (early Results)
Amaç: Oksidatif stres doku veya hücrede oluşan Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) nin konsantrasyonunun antioksidan kapasiteyi aşması olarak tanımlanır. Uzun süreli oksidatif stres kanser gelişiminde rol oynar. Bu çalışmada kolorektal kanser dokusunda oksidatif stresin düzeyi araştırılmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2000-2001 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp fakültesi Cerrahi Onkoloji Bilim dalında ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ameliyat olan yaşları 35 ile 80 arası değişen 17 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Ameliyat sırasında, piyes çıkar çıkmaz tümör dokusundan ve sağlam cerrahi sınırdaki mukozadan yaklaşık 1 cm3 doku örneği alınarak Malondialdehid (MDA), Superoksitdismutaz (SOD), Katalaz (CAT), Glutatiyon peroksidaz (GPX) düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Tümor ve normal dokulardaki serbest oksijen radikallerinin konsantrasyonu arasında anlamlı fark bulunamadı. Sonuç: Kolorektal kanserli hastalarda tümör dokusundaki oksidatif stres normal dokuya göre farklı değildir.
Objective: Oxidative stress is defined as the event that the concentration of reactive oxygen species (ROS) formed in tissue or cells exceeding the antioxidant capacity. Long duration oxydative stress predisposes to cancer development. In this study, the role of oxydative stress in colorectal cancers was searched. Material and Methods: 17 patients withcolorectal cancer operated in Ankara University, Faculty of Medicine, Department of Surgical Oncology and Ankara Numune Training and Research Hospital between 2000-2001 were included in the study. During the operation, 1cm3 of mucosa was harvested from the tumoral and neighbouring healthy tissue just following the extraction of specimen. Malondialdehyde (MDA), Superoxide dismutase (SOD), Catalase (CAT) and Glutatione peroxydase (GPX) levels were measured in these tissue samples. Results: Concentration of free oxygen radicals in tumoral and healthy normal tissues were found to be statistically non-different. Conclusion: Oxidative stress in tumoral tissue of colorectal cancers was not different from the normal tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
Fatih Gültekin, Namık Delibaş, Süleyman Kutluhan
Araştırma makalesi
Özeti
Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
The Changes In AntIoxIdans System Caused By ChlorpyrIphos-Ethyl In Rat BraIn And ProtectIve Effect Of MelatonIn And VItamIn C + VItamIn E
Chlorpyriphos-ethyl’e (CE) maruz kalan rafların beyin dokularında melatonin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun koruyucu etkileri araştırıldı. Deney grupları şu şekilde organize edildi: Kontrol grubu (C), CE verilen grup (CE), vitamin E + vitamin C verilen grup (Vit), melatonin verilen grup (Mel), vitamin E + vitamin C + CE verilen grup (Vit+CE) ve melatonin + CE verilen grup (Mel+CE). İlgili gruplara altı gün vitaminler ve melatonin verilirken beşinci ve altıncı gün CE verildi. Beyin dokusu homojenatlarında CE grubunda C grubuna göre tiobarbitürik asit reaktif substans yüksek iken antioksidan potansiyel düşüktü (p<0,10). Süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz aktivitelerinde CE grubunda C grubuna göre düşük bulundu (p<0,10). Sonuçta, CE'nin rat beyin dokusunda oksidatif strese neden olduğu, bu oksidatif stresin CE toksisitesinde rol oynayabileceği ve melatoninin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun CE'nin beyin üzerine toksik etkilerini anlamlı olarak azaltabileceği kanaatine varıldı.
The protective effect of melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E on the brain tissue of rats treated with chlorpyriphos-ethyl (CE) was investigated. The experimental groups were as follovvs: Control group (C), CE treated group (CE), vitamin E plus vitamin C treated group (Vit), melatonin treated group (Mel), vitamin E plus vitamin C plus CE treated group (Vit+CE), and melatonin plus CE treated group (Mel+CE). Vitamins and melatonin were administered to appropriate groups six days. CE was applied only fifth and sixth days. İn CE group, comparing with C group, thiobarbituric acid reactive substances was found to increase, vvhereas antioxidant potential was decreased (p<0, W) in brain tissue homogenates. Superoxide dismutase and glutathione peroxidase activities were high in CE group, comparing with C group (p<0,10). These results suggest that CE may cause oxidative stress in rat brain tissues, this oxidative stress may involve in CE toxicity, and melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E may decrease these toxic effects caused by CE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
Gamze Sarkılar, Jale Bengi Çelik, Ruhiye Reisli, Sema Tuncer, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
ComparIson Of Intrrathecal HyperbarIc BupIvacaIne And HyperbarIc BupIvacaIne+sufetanIl CombInatIon In Lower ExtremIty Surgery
Bu çalışmada alt ekstremite cerrahisinde intratekal (İT) hiperbarik bupivakaine eklenen sufentanilin etkilerinin araştırılması amaçlandı. Etik komite onayı alındıktan sonra çalışmaya ASA I-II sınıfına uyan 50 olgu alındı ve randomize olarak 25’er kişilik iki gruba ayrıldı. Grup S’e 10 mg (2 mL/10 mg) hiperbarik bupivakain+10 µg (2 mL/10 µg) sufentanil ve Grup K’ya aynı miktardaki hiperbarik bupivakain 2 mL %0.9 NaCI ile verildi. Her iki grupta da 4 mL volüm İT anestezi için uygulandı. Kalp atım hızı (KAH), sistolik arter basınçları (SAB), diastolik arter basınçları (DAB), ortalama arter basınçları (OAB) ve periferik oksijen satürasyonları (SpO2) sensoryal ve motor blok ilk 30 dakikada her 5 dakikada bir takip eden 30 dakikada 10 dakikada bir, sonraki operasyon periyotlarında ise her 15 dakikada bir kaydedildi. İntraoperatif yan etkiler ve postoperatif analjezik gereksinimleri belirlendi. Kontrol değerine göre her iki grupta KAH, SAB, DAB, OAB anlamlı derecede düştü, fakat gruplar arasında bu parametreler açısından fark yoktu. Grup S’de sensoryal blok başlama zamanı daha hızlıydı. Anlajezi süresi Grup S’de Grup K’ya göre daha uzun bulundu (p<0.05). Sonuç olarak; alt ekstremite cerrahisi için IT hiperbarik bupivakaine 10 µg sufentanil ilave edilmesi bu işlemlerde hem analjezi kalitesini artırmış hem de erken postoperatif analjezik gereksinim zamanını uzatmıştır. Bu kombinasyonla kaşıntı dışında anlamlı bir yan etki görülmediğinden alt ekstremite cerrahisinde güvenle kullanılabileceği kanaatine varılmıştır.
We aimed to evaluate the effects of intrathecal sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery. After obtaining approval from the ethics committee, fifty patients (ASA I-II) were included in this study and were allocated randomly to two groups of 25 each. 10 mg hyperbaric bupivacaine +10 µg sufentanil was injected to Group S and the same döşe of hyperbaric bupivacaine given to group K with 2 mL %0.9 NaCI, four mL solution was usen in both groups for İT anesthesia. Heart rate (HR), systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBP), mean blood pressure (MBP), peripheral oxygen saturation (SpO2), sensory and motor block were recorded every 5 minutes during first 30 min, every 10 min fort he following 30 min and every 15 min intervals in the operation period Intraoperative/postoperative side effects and postoperative analgesic requirements were recorded. HR, SBP, DBP and MBP were decreased significantly in both groups when compared with control values and no significant difference were noted between the groups. The onset time of sensory block was shorter in groups S and sensory block was higher in Groups S than Group K. The duration of analgesia was longer in Group S than Group K (p<0.05). In conclusion; intrathecal 10 µg sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery increased the duration of analgesia in the early postoperative period. 10 µg sufentanil plus hyperbaric bupivacaine provided to improve both the quality and duration of analgesia in this procedures. Bacause this combination had no adverse effect except pruritus, we concluaded that it can be used safety in lower extremity surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okul Çağı Çocuklarda Femur Cisim Kırıklarının Tedavisi: Pelvipedal
alçı Yada Titanyum Elastik Çivi Tespiti
İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Erdinç Acar, Veysel Başbuğ, Fahri Yurtgün, Serdar Toker
Araştırma makalesi
Özeti
Okul Çağı Çocuklarda Femur Cisim Kırıklarının Tedavisi: Pelvipedal
alçı Yada Titanyum Elastik Çivi Tespiti
Treatment Of School-Age ChIldren WIth Femoral Shaft
fracture: SpIca CastIng Versus TItanIum ElastIc NaIl
fIxatIon
Femur cisim kırıkları çocuklarda sık görülür ve hastaneye
yatırılarak tedavi gerektirir. Okul çağı çocukluk döneminde (5-12 yaş)
femur kırıkları elastik kanal içi çiviler ile yada kapalı redüksiyonu
takiben pelvipedal alçılar ile tedavi edilebilir. Bu çalışmada, elastik
kanal içi çivileme veya kapalı redüksiyonu takiben pelvipedal alçı
ile tedavi sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Femur cisim
kırığı oluşumu sonrası, hemen kapalı redüksiyon ve pelvipedal
alçı yapılan (KR-PPA; Grup 1, n=31) veya elastik kanal içi çivileme
(EKİÇ; Grup 2, n=31) yapılan vakalar değerlendirildi. Yaş, cinsiyet,
kırık oluşum mekanizması, kırık lokalizasyonu, tedavi maliyetleri,
hastanede kalış süresi, radyolojik ve klinik kaynama, yumuşak
dokuların durumu, destekli veya desteksiz yürüme zamanları
kaydedilerek değerlendirmeye alındı. Ortalama takip 58 (26-62)
aydı. Tüm hastaların kırıkları kaynadı. Yük vererek yürüme Grup
2’de (39/52 gün), Grup 1’den (52/63 gün) daha kısaydı. Maliyetler
açısından; Grup 1, Grup 2’den daha düşük maliyete sahipti (sırasıyla;
114.99$ ve 380.82$). KR-PPA halen geniş ve kabul edilebilir bir
uygulama alanına sahip olsa da, modern cerrahi teknikler ve
cerrahi tespit implantları ile daha başarılı sonuçlar alınabilir. EKİÇ
ile tedaviler okul çağı çocuk femur kırıklarında daha başarılı tedavi
seçeneği sunmaktadır.
Femoral shaft fractures are mostly seen in children and all cases
of this condition require hospital admission. In school-age children
(5 to 12 years), femoral fractures may be treated with elastic nails
or spica cast. The current study aims to compare the outcomes
of elastic nail to the immediate spica cast method for school-age
children with femoral fracture. We evaluated the patients who had
undergone immediate hip spica cast (IHSC as Group 1; n=31) or
flexible intramedullary titanium nail (FITN as Group 2; n=31) for
femoral fracture. Age, sex, cause of fracture, localization of the
fracture, cost of treatment, times of hospitalization, radiologic and
clinical assessment of femoral union, condition of the wound and soft
tissue, times of union and walking were recorded. The mean followup
was 58 (26-62) months. All fractures were healed. The time for
weight-bearing and walking were shorter (39/52) in Group 2 than it
was in Group 1 (52/63). In terms of cost, IHSC (114.99$) was cheaper
than FITN (380.82$). Although IHSC is still a a widely accepted
method of treatment, with the use of modern surgical techniques and
implants, satisfactory outcomes of fracture healing can make FITN a
better surgical option among all other treatments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Venöz Yaralanmalar Ve Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Yüksel Tatkan, Şamil Ecirli, Kemal Ödev, Adnan Kaynak, Tayfun Göktoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Venöz Yaralanmalar Ve Cerrahi Tedavisi
Venous Injurıes And Surgıcal Treatment
Between 1976 - 1985, 64 patients were admitted ta our ciinic as an emergency with peripheral yein injuries. 57 of these patients were male and 7 female. Hospitalisation period was 2 - 18 hrs. Ali patients received surgical treatment with satisfactory results. The emphasis is made on the thought that yein injuries should be considered as important as the arterial emergencies.
19. yüzyılda venöz onarım için bazı teknikler uygulanmıştır. 20. yüz-yılın başlarında, venöz sistem cerrahisi arteriel sistem cerrahisine paralel olarak gelişme göstermiştir. Eck (1877) iki kan damarı arasında ilk anastomozu denedi. (V. porta ile V. cava inferior). İlk defa Murphy 1897'de bir hastada superfisial fe-moral ven laserasyonunda ve femoralis communisteki laserasyonda (de-vamlı sütür ile) lateral sütür tamirini tarif etti. Haimovic (1899) da ven ve arter tamiri metodlarını tavsiye etmiştir. Clermont 1901'de ayrılmış V. cava inferior uçlarını devamlı ince ipekle sütüre ederek başarılı bir operasyon gerçekleştirdi. Goodman (1918)'de iki femoral, iki popliteal yen laserasyonunu lateral sütürle tamir etti. Dorfler 1899 yılında yen tamiri için, yuvarlak tel iğnesi ince ipekle, arter duvarına yakın sağlam-lıkta olan yen duvarının tüm tabaklarından dikkatlice geçirilerek devamlı dikilmesi tekniğini tavsiye etti.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ötiroid Guvatırlı Hastalarda Preoperatif Değışık Yöntemlerle Aldosteron Baskılanması
Adil Kartal, Yüksel Tatkan, Mehmet Metin Belviranlı, A. Erkan Ünal, Şakir Tekin, İrfan Tunç, Mehmet Akdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Ötiroid Guvatırlı Hastalarda Preoperatif Değışık Yöntemlerle Aldosteron Baskılanması
InhIbItIon Of Aldosteron By DIfferen1 Alethwh ApplIed Before And DurIng OperatIon$ In PutIents WIth EuthyroId GoItre
Cerrahi travmaya karşı gelişen aldosteron cevabının tuzlu serumların ameliyat öncesinde ve sonrasında verilmesiyle baskılandığı gösterilmiştir. Bu baskılama yöntemler kolesistektomili vakalarda yapılmıtır. Unıform tutulabilmeleri güç olan ötiroid hastalarda aldosteron inhibisyortu 21 hasta üzerinde çalışılarak araştırıldı. Literatürden farklı olarak aldosteron antdgonisti grubu oluşturuldu. Tuzlu serum ve agonist grup sonuçlarl kendi aralarında ve. şekerli serum grubunun sonuçlarıyla karşılaştırıldı. Tiroideluomi olgularında aldosteron inhibisyonu en çok aldosteron antagonisti grubunda, daha sonra da tuzlu serum grubunda görüldü.
It has been described that aldosteron response to trauma depressed by safin solıdion which were giyen before and during operation. These ınethody r f inhibition were applied tn patients undergoing cholecystectomy. iVe investigated inhibition aldosteron in 21 patients with euthyroid goitre which are difficult ta keep irt uniform. Unlike the liger4.2ture, wc constituted a group paiient adınin. istered aldosteron antagonim (Spironofacton). We compared the results of the groups Ivith each other. The results showed that increase of aldosteron could be inhibited by spironolackın and safin adminisration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Proteın Enerjı Malnütrisyonlu Hastalarda Lipidli Ve Lipidsiz Total Parenteral Beslenme (tpb) İle Alınan Sonuçlar
Yüksel Tatkan, Adil Kartal, Adnan Kaynak, Mehmet Metin Belviranlı, Ömer Karahan, Adem Özdemir, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Proteın Enerjı Malnütrisyonlu Hastalarda Lipidli Ve Lipidsiz Total Parenteral Beslenme (tpb) İle Alınan Sonuçlar
The Results Of Total Parenteral NutrItIon (tpn) WIth Fat And Fat-Free SolutIons In The PatIents WIth ProteIn Energy MalnutrItIon
Protein-enerji malnutrisyonlu 8 hastada lipidli ve lipidsiz total parenteral nutrisyon solüsyonlartnın etkisi araştırıkiı. Lipidsiz gruptaki bezoara bağlı rekürren barsak obstrük.siyonlu bir hasta dışındakiler kilo aldı. Lipidli grupta karaciğer fonksiyonlarında bazı önemsiz değişiklikler gözlendi. Total parenteral beslenmeden kısa bir süre sonra karaciğer fonksiyonları normale döndü.
The effect of total parenteral nutrition (TPN) with fat and fat-free solutions in eight patients who had protein-energy malnutrition was investigated. All patients gained weight except one in fat-free group with recurrent bowel obstruction due ta bezoar. Some unirnportant changes in liver functions was observed in fat group. Liver functions returned to normal values, in a short time after TPN.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
Fatma Hümeyra Zengin, Efsun Karabudak
Derleme
Özeti
Chemerinin Sağlık Üzerine Etkisi
The Effect Of ChemerIn On Health
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Propofol Enjeksiyon Ağrısının Önlenmesinde Sufentanilin Etkinliğinin Saptanması
Tuba Berra Erdem, Hale Borazan, Sema Tuncer, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Propofol Enjeksiyon Ağrısının Önlenmesinde Sufentanilin Etkinliğinin Saptanması
DetermInIng The Effect Of SufentanIl On Propofol InjectIon PaIn
Amaç: Propofol günübirlik anestezide indüksiyon ve sedasyon amaçlı oldukça sık kullanılan bir anesteziktir, enjeksiyon ağrısı problemiyle sıkça karşılaşılmaktadır. Propofol enjeksiyon ağrısını önlemede opioidler etkili bulunmuştur. Bu çalışmada selektif bir μ reseptör agonisti olan ve analjezik etkinliği fentanilin 5-10 katı kadar olan sufentanilin, propofol ağrısına etkisini gösteren bir çalışmaya literatürde rastlanamadığından bunun belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Genel anestezi altında elektif cerrahi geçirecek olan 60 hasta etik kurul onayını takiben rastgele iki gruba ayrılıp, propofol enjeksiyonundan önce ilk gruba 2ml serum fizyolojik , ikinci gruba 5μg (2ml) sufentanil verildi. Bu ajanlar, her hastaya el sırtından açılan 20 G kanülden intravenöz yolla 10-20 saniyede yapıldı. Daha sonra oda ısısındaki propofolden 5 ml verildi. Ağrı sözlü olarak dört puanlı skala ile, ağrı yok (0), hafif (1), orta (2), şiddetli (3), değerlendirildi. Bulgular: Demografik verilerde iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Serum fizyolojik grubunda ağrı insidansı (%80), sufentanil (%46,7) grubundan yüksekti ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p< 0,05). Sonuç: Propofol enjeksiyonu öncesinde yapılan 5μg sufentanilin enjeksiyon ağrısını azaltmaktadır. Bu nedenle sufentanilin propofol enjeksiyonu öncesi kullanımının faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Aim: Propofol is a frequently used anesthetic in outpatient anesthesia and pain is often experienced when propofol is injected. Opioids are effective in preventing the propofol pain injection. In this study it’s aimed to evaluate effectivity of sufentanil, a selective μ receptor agonist 5-10 times more effective analgesic than fentanyl, in propofol injection pain. Material and method: Sixty patients scheduled for elective surgery under general anesthesia were randomly allocated to one of two groups to receive either saline 2 ml or 5μg sufentanil before propofol was injected. Each patient was given one of these agents intavenous via 20 G cannula on the dorsum of the hand in 10-20 second. Then 5 ml propofol at room temperature was injected. Pain was assesed verbally and scored none (0), mild (1), moderate (2), severe (3). Results: There was no statistically difference in demographic datas between two groups. In saline group, the incidence of pain (% 80) was higher than in the flidsufentanil group (%46,7) the result was statistically significant (p< 0,05). Conclusion: Pretreatment with 5μg sufentanil was effective in reducing the propofol injection pain. So, we thought that sufentanil can be useful for preventing propofol injection pain.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Tüberkülozu: Üç Olgu Sunumu
Hamdi Arbağ, Yavuz Uyar, Mustafa Cihat Avunduk, Kayhan Öztürk, Çağatay Han Ülkü
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Tüberkülozu: Üç Olgu Sunumu
TuberculosIs Of The ParotId Gland: Three Case Report
Bu makalede üç olgu sunularak parotis tüberkülozunun patolojik tipleri ve ameliyat öncesi tanı konulamayan vakalarda açık biyopsinin önemi tartışıldı. Olgulardan ikisi lokalize, biri diffüz tutulumlu parotis tüberkülozu idi. Lokalize olgularda ekstrakapsüler diseksiyon ile, diffüz tip olan olguda ise açık biyopsi ile tanı konuldu. Parotis bezi kitlelerinde minimal cerrahi süperfisyel parotidektomi olup, açık biyopsi ve enükleasyon tarzında cerrahi rutin olarak uygulanmaz. Parotis tüberkülozlarında ise geleneksel olarak süperfisyel parotidektomi yapılarak spesmenin histopatolojisi ile tanı konulur ve medikal tedavi uygulanır. Parankimatöz tipteki olgumuzda, mukoepidermoid karsinoma benzerliği ve yaygın fibrozis olduğu için, kitlenin histopatolojisine göre cerrahi planlanarak açık biyopsi yapıldı. Ameliyat öncesi, ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) ile kesin tanı konulamayan bu gibi olgularda, ayırıcı tanı amacıyla açık biyopsi yapılabilir.
In this study, the pathologic types of the tuberculosis of the parotid gland and the necessity of performing open biopsy in the cases who can not be diagnosed preoperatively were discussed in the three cases. Two of these cases were nodular (localized) type and the other was diffuse type. The diagnoses were established in the localized type and the other was diffuse type. The diagnoses were established in the localized type by extracapsular dissection and the diffuse type by open biopsy. In the parotid gland mass, minimal surgical approach is superficial parotidectomy and open biopsy or extracapcular dissection surgeries should not be performed routinely. The diagnosis of the parotid gland involvement with tuberculosis has traditionally been made after superficial parotidectomy, then applied medical therapy. Due to similarity to mucoepidermoid carcinoma and diffuse fibrosis was in the paranchymatous case, open biopsy was performed planning the surgery according to the histopathologic diagnosis. If the differential diagnosis cannot be made with fine needle aspiration biopsy (FNAB) in as these cases preoperatively, open biopsy can be performed for diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dev Kıstık Hıgromalarda Tedavı : Üç Olgu Nedenıyle
Adnan Abasıyanık, Alaaddin Dilsiz, Engin Günel, Burhan Köseoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dev Kıstık Hıgromalarda Tedavı : Üç Olgu Nedenıyle
Treatment Of GIant CystIc Hygroma: Three Cases Report
Kistik higroma lenfatik kiikenli benign bir yondur. Lenfatiklerde olulan konjenital mal-formasyon nedeniyle lenfatik akim bloke ol-maktadir. Bazen de aim sekestrasyonlar sonucu dev kistik higromalar olu§maktadir. Bunlar kongu do-kuMri ve vital organlarl infiltre etmektedir. Boylece solunum yollarina bast. hemoraji ve sepsis gibi ciddi komplikasyonlara yol armaktathr. Der kistik hig-romalarin total cerrahi eksizyonlari bazen miimkiin olamamaktadtr. Bu nedenle cerrahive alternatif te-davi cekilleri araprilmaktadir. Bu califmada Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi cocuk Cerrahisi nde tedavi edilmic servikal (n=1) ve ser-vikoaksiller (n=2) yerle imfi dev kistik higromalt olgu sunulmultur.
Cystic hygroma is a hamartomatou.s lesion of lymphatic origins. It is a benign tumor that appear to arise from congenital malformation of the lym-phatic resulting in blockage of lymphatic flow. It has a tendency to infiltrate and surround adjacent tissues and vital organs. Respiratory distress, hem-orrhage and sepsis are major complications of giant cystic hygroma. Total exicion of this benign tumor is sometimes impossible. Alternative treatment to sur-gery is investigated. In this report three cases of the cervical (n=1) and cervicoaxillary (n=2) cystic hy-groma that were treated at the Department of ►e-diatric. Surgery, Faculty of Medicine, Selcuk Uni-versity were presented
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
Özden Vural, Osman Yılmaz, Adil Kartal, Ömer Karahan, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
The RelatIon Of FIbrocystIc DIsease And CarcInoma Of The Breast
Fibrokistik hastalık ile meme karsinomu arasında bir ilişki olabileceğini araştırmak için Fakültemiz Genel Cerrahi Anabilim Dalı tarafından karsinom nedeniyle rnastektomi yapılıp Patoloji Laboratuvartna gönderilen meme piyeslerinde her dört kadrandan da parça alarak karsinom ile birlikte fibrokistik hastalık bulunup bulunmadığını inceledik. 18 vakanın 10`unda (%55.6) fibrokistik hastalık bularak, bu iki hastalık arasında ilişki olabi-leceğini ve fibrokistik hastalığın kansere zemin hazirliyabileceğini düşündük.
in this study, we investigated the relation of fibrocystic disease and carcinoma of the breast. We tok specimens from every quadrani of breasts removed for carcinoma, which have been sent to Department of Pathology from Department of Sur,gery for pathologic examination. We wanted to investigate the fibrocystic disease together with carcinorna. Among 18 specimens we found that fibrocystic disease together with carcinoma was 55,6%, and thought that there might be a relation between fibrocystic disease and carcinoma of the breast, we tizus concluded that fibrocystic disease might be a predispose to a breast carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Ve Malign Melanoma
Hasan Solak, S. Solak, N. Solak, İlhami Solak, Tahir Yüksek, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Ve Malign Melanoma
Lung And Malıgnant Melanoma
Malign melanomalı hastalar genellikle, Dermatoloji ve Plastik Cerrahi kliniklerinin vakalarıdır. Bu yazıda, sağ ayağında malign melanom olup, şiddetli öksürük, hemoptizi şikayetleriyle bize müracaat eden, akciğere metastaz yapmış nadir görülen bir yaka takdim edilmiştir.
Patients with rnalignant melanoma are usually referred to Derma-tology and Plastic Surgery Clinies. In this case a patient with malignant melanoma on the dorsal aspect of the right foot with diffused metastases complained of severe cough and to the lungs discussed. The patient hemoptysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adenotonsillektomide Primer Hemorajilerden Korunmada Lokal Bizmut Subgallat Uygulaması
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Tolga Şahiner
Araştırma makalesi
Özeti
Adenotonsillektomide Primer Hemorajilerden Korunmada Lokal Bizmut Subgallat Uygulaması
Local ApplIcatIon Of BIzmut Subgallate In The Pre VentIon Of PrImer Hemorrhage After AdenotonsIllectomy
Tonsillektomi ve Adenotonsillektomi Kulak Burun Boğaz alanında sık uygulanılan bir cerrahi girişimdir. Tonsillektomi sonrası kanama insidansının gittikçe düşmesine rağmen cerrah için hala ciddi bir sorundur. Bizmut Subgallat adenotonsillektomi kanamalarından korunmada etkili bir ajandır. Koagulasyonu Parsiyel tromboplastin zamanını etkilemek suretiyle aktive etmekte ve pıhtılaşma süresini kısaltmaktadır. Bizmut Subgallat bunu Hageman Faktörü etkilemek suretiyle yapmaktadır. Bu çalışmada 39 hastanın operasyonlarında topikal Bizmut Subgallat uygulamasının sonuçları tartışılmıştır.
Tonsillectomy (with or without adenoidectomy) continious to be a commonly peıformed operation in the practice of otorhinolaryngology. Although the incidance of postonsillectomy haemorrhage has been decreased it is serious problem for surgeons. Bizmut Subgallate is an effective agent in pre-venting hemorrhage after adenotonsillectomy. It is shortened the clotting time of whole blood an activation of coagulation in assays of the partial thromboplastin time. The action of Bizmut Subgallate was localized to an effect on Ilageman Factor. In this report; control of bleding using topical Bismut Subgalltıte in the operation of 39 patients was discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karpal Tünel Sendromu Cerrahi Zamanlamasında Emg’nin Rolü
Bilsev İnce, Zikrullah Baycar, Tahsin Sami Çolak, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Mehmet Uyar, İsmail Hakkı Korucu
Araştırma makalesi
Özeti
Karpal Tünel Sendromu Cerrahi Zamanlamasında Emg’nin Rolü
The Role Of Emg In SurgIcal TImIng Of Carpal Tunnel Syndrome
Giriş: Karpal tünel sendromu (KTS), median sinirin el bileğinde karpal tünelde kompresyonu ile oluşan en sık görülen periferik mononöropatisidir.
Amaç: Bu çalışmada EMG’de ileti hızında azalma ve latansta uzama gösteren KTS tanılı hastalarda EMG verilerinin cerrahinin başarısı üstündeki rolü araştırıldı. Böylece cerrahi endikasyonların objektif kriterlere bağlanması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: 2013-2018 yılları arasında elde uyuşma şikayetiyle olan, EMG’de karpal tünel sendromu tanısı almış ve cerrahi uygulanmış hastalar prospektif olarak değerlendirildi. Ameliyat sonrası 12.ayda hastaların şikayetlerinin devam edip etmediği sorgulanarak median sinirdeki ileti hızının değişimi yapılan EMG kontrolleri ile saptandı. Bu verilerle ameliyat öncesi EMG bulguları karşılaştırıldı. Ameliyat sonrası uyuşukluğun devam etmesi cerrahi başarısızlık olarak kabul edildi.
Bulgular: Çalışmaya 266 hasta (62 Erkek, 204 Kadın) dahil edildi. Şikayetleri devam eden hasta sayısı 23’tü. Şikayeti devam eden hastaların median motor latans ortalaması 6,63 msn (min 3,04 - max 11,04), ileti hızı ise ortalama 42,91 m/sn (min 36,88 - max 51,8)’di. Şikayetleri devam eden hastaların 16’sında median sinir duyu potansiyeli, 2’sinde hem duyu hem motor potansiyeli elde edilemedi. Şikayeti olmayan hastaların ise 70’inde median sinir duyu iletimi elde edilemezken, tamamında motor potansiyel elde edildi. Median motor sinir latans 4,63 msn’nin üstünde olduğunda KTS cerrahi tedavisinde hastanın uyuşukluk şikayetinin devam ettiği istatistiksel olarak tespit edildi.
Sonuç: Motor sinir Latans 4,63’ün üstünde olduğunda KTS cerrahi tedavisinde başarı şansı azalmaktadır. KTS cerrahi tedavisi bu sınırlara gelmeden yapılması geri dönüşümsüz değişikliklerin ortaya çıkmasını engelleyebilir.
Background: Carpal tunnel syndrome (CTS) is the most common peripheral mononeuropathy caused by compression of the median nerve at the wrist inside the carpal tunnel.
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between EMG data and surgical success in patients with CTS who showed a decrease in conduction velocity and prolonged latency in EMG. Thus, it was aimed to link the surgical indications to objective criteria.
Patients and Methods: The patients who were diagnosed with carpal tunnel syndrome and underwent surgery between 2013-2018 were evaluated prospectively. In the postoperative 12th month, changes in the median nerve velocity were observed by the EMG controls. Post-operative drowsiness was accepted as a surgical failure.
Results: 266 patients (62 males, 204 females) were included in the study. Complaints of 23 patients were continuing. The median motor latency average of the patients who complained was 6,63 msec (min 3,04 - max 11,04), and the message speed was 42,91 m / s (min 36,88 - max 51,8). Median nerve sensory potential was not found in 16 patients, sensory and motor potential was not achieved in 2 patients. Median nerve sensory conduction could not be obtained in 70 of the patients without any complaint, but motor potential was obtained in all of patients. When median motor nerve latency was higher than 4.63 ms, it was found that the patient complaint of drowsiness continued after surgical treatment of CTS.
Conclusion: When the motor nerve Latans is above 4.63, the chance of success in the surgical treatment of CTS decreases. Performing CTS surgical treatment before these limits may prevent the occurrence of irreversible changes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Deneysel Sepsis Modelinde Oksidan-Antioksidan Sistem Ve Akciğer Histopatolojisi Üzerine Oktreotid’in Doza Bağımlı Etkileri
Abdüsselam Seydanoğlu, Mehmet Gül, Sami Erdem, Başer Cander, Murat Ayan, Hatice Toy, Metin Bircan, Abdullah Sadık Girişgin
Araştırma makalesi
Özeti
Deneysel Sepsis Modelinde Oksidan-Antioksidan Sistem Ve Akciğer Histopatolojisi Üzerine Oktreotid’in Doza Bağımlı Etkileri
Dose-Dependent Effects Of OctreotIde On OxIdant-AntIoxIdant Status And Lung HIstopathology DurIng ExperImental SepsIs
Amaç, bir somatostatin analoğu olan oktreotidin (OCT) deneysel sepsis modelinde oksidan-antioksidan durum ve akciğer histopatolojisi üzerine etkilerini araştırmaktı. 40 adet dişi Sprague-Dawley rat 4 gruba ayrıldı. SHAM grubunda sadece laparotomi uygulandı. SEPSİS grubunda ÇLP yöntemiyle sepsis oluşturuldu. OCT-50 ve OCT-100 grubundaki ratlara da ÇLP yöntemi uygulanarak sırasıyla 50 µg/kg ve 100 µg/kg, subkutan (SC) yolla OCT verildi. İlaçlar operasyondan sonra hemen ve 12. saatte olmak üzere 2 eşit dozda uygulandı. SHAM ve SEPSİS grubundaki ratlara ise aynı saatlerde, aynı yolla ve eşit dozlarda serum fizyolojik (SF) verildi. Tüm ratlar cerrahi işlemin 24. saatinde sakrifiye edilerek kan ve akciğer dokusu örnekleri alındı. Kanda glutatyon (GSH) ve malondialdehit (MDA) düzeyleri ölçüldü. Akciğerdeki histopatolojik değişiklikler ışık mikroskobunda incelendi. SHAM ve SEPSİS grupları arasında plazma MDA, eritrosit GSH ve akciğer histopatolojik skorları açısından istatistiksel anlamlı fark vardı (p0.05), aynı değerler açısından SEPSİS ve OCT-100 grupları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p
The aim of the study was to investigate Octreotide (OCT), a synthetic somatostatin analogue, effects on oxidant -antioxidant status and lung histopathology in experimental sepsis. Fourty Sprague-Dawley rats were randomly divided into four groups. Group SHAM underwent only laparotomy. In Group SEPSİS, OCT-50 and OCT-100 were performed sepsis by Cecal Ligation and Perforation (CLP) technique. Group OCT-50 and group OCT-100 received subcutanously (sc) OCT 50 μg/kg and 100 μg/kg respectively after CLP. Group SHAM and group SEPSİS received in same time, route and dose SF. All rats after operation at 24 h. were sacrificed and collected blood and lung tissue samples. Erythrocyte GSH, plasma MDA and lung histopathology were assessed. In group SEPSİS , while MDA levels and lung damage scors increased in sepsis periods, GSH decreased when compared with group SHAM (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
Jule Eriç Horasanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
VagInal Flap Method In PreventIon Mesh ErosIon In Trans Obturator Tape Surgery And Short Term Result
\r\n Amaç: Stres üriner inkontinans tedavisinde yaygın olarak kullanılan Trans Obturator Tape (TOT) uygulamalarında eksizyon gerektirecek meş erozyonları gelişebilmektedir. Çalışmamızda TOT uygulamasına bağlı oluşabilecek üretral meş erozyonunu önleme amaçlı olarak geliştirdiğimiz subüretral sling altına yerleştirilen vajinal flep yöntemini tanımladık ve hastaları postoperatif komplikasyonlar açısından değerlendirdik.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Çalışmamızda Aralık 2014 ile Mayıs 2018 yılları arasında hastanemizde aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu olan ve vajinal mukozadan oluşturulan flebin üretra önüne ve meş altına yerleştirildiği 22 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar üretral meş erozyonu, vajinal meş erozyonu, urgency ve disparoni şikayetleri, üriner retansiyon ve ikincil cerrahi gerekliliği açısından değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Hastaların postoperatif ortalama takip süreleri ortalama 8,95±8,45 aydı. 20 hastaya aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu (%90,9), 2 hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu (%9,1) uygulanmıştı. Takip süresi boyunca hiçbir hastada üretral erozyon gelişmedi. Sadece aynı zamanda menapozda olan bir hastada vajinal mesh erozyonu ve disparoni şikayeti vardı. Başka bir hastada üriner retansiyon ve taşma inkontinansı gelişti. Bu hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu uygulanmıştı. Bu hastaya daha sonra meş kesilmesi işlemi uygulandı.
\r\n
\r\n Sonuç: Vakalarımızda uygulanan cerrahi teknik ortalama 9 aylık yakın dönem takipte üretral erozyondan tümüyle korumasının yanı sıra urgency ve vajinal meş erozyonunu da minimal düzeyde tutmuştur.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Purpose: Mesh erosions that necessitates excision can develop in Trans Obturator Tape (TOT) surgeries which are widely used in the treatment of stress urinary incontinence.
\r\n
\r\n In our study, we described a method of vaginal flap placed under suburethral sling to prevent urethral mesh erosion related with TOT surgery and evaluated the patients for postoperative complications.
\r\n
\r\n Materials and methods: In our study, 22 patients who had TOT and cystocele operations simultaneously and to whom flaps composed of vaginal tissue were placed in front of the urethra under the mesh between December 2014 and May 2018 were evaluated retrospectively. Patients were evaluated for urethral mesh erosion, vaginal mesh erosion, complaints of urgency and dyspareunia, urinary retention, and need for secondary surgery.
\r\n
\r\n Results: The mean postoperative follow-up of the patients were 8,95±8,45 months. 20 patients had simultaneous TOT and cystocele operations (%90,9), 2 patient had vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations simultaneously (%9,1). Urethral mesh erosion developed in none of the patients during the follow-up period. Vaginal mesh erosion and dyspareunia was observed in only one menopausal patient. Urinary retention and overflow incontinence developed in another patient. Vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations were made simultaneously in this patient. Mesh of this patient was cut later on.
\r\n
\r\n Coclusion: The surgical technique we used in our cases kept urgency and vaginal mesh erosion in a minimal level besides totally preventing urethral mesh erosion in a mean short-term follow-up period of 9 months.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prognostik İnflamatuvar Ve Nütrisyonel İndeks'in Çocuklarda Postoperatif Morbiditeyle İlişkisi
Engin Günel, Osman Çağlayan, Fatma Çağlayan, Ahmet Hamdi Gündoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Prognostik İnflamatuvar Ve Nütrisyonel İndeks'in Çocuklarda Postoperatif Morbiditeyle İlişkisi
Çalışmamızda, çocuklarda cerrahi stres sonucu ortaya çıkan metabolik yanıtdaki değişiklikleri göstermede, prognostik inflamatuvar ve nütrisyonel indeks (PINI)'in güvenilirliğini ve postoperatif morbiditeleri ne oranda ortaya koyduğu araştırılmıştır. Akut karın nedeni ile başvuran ve apandektomi yapılan 32 hastada çalışıldı. Akut apan-disit (Grup 1, n=17) ve gangrenöz veya perfore apandisit saptanan (Grup 2, n=15) hastalardan preoperatif (-1), postoperatif 1. gün (+1) ve 3. gün (+3) kan alınarak serum albumin (AL), prealbumin (PA), c-reaktif protein (CRP) ve alfa-1 asid glikoprotein (AGP) değerleri saptanarak. ortalama PINI-1, PINI+ 1 ve PINI+3 değerleri hesaplandı. Grup 1 'de ortalama PINI-1, PIN1+1 ve PINI+3 değerleri sırasıyla 5.6±3.9, 15.6± 7.8 ve 5.8±3.6 bulundu (p< 0.0001). Grup 2'de ise ortalama PIN1-1, PIN1+1 ve PINI+3 değerleri sırasıyla 25.2±16.4, 47.2±28.1 ve 43.9±24.2 bulundu. PINI-1 ile PINI+1 arasındaki farkın anlamı (p<0.0001) olduğu, ancak PINI+1 ile PINI+3 arasındaki farkın anlamsız (p>0.02) olduğu bulundu. Her iki grubun ortalama PINI değerleri karılaştırıldığında, Grup 2'deki değerlerin Grup 1 değerlerine göre büyük ve farkların anlamlı (p<0.001) olduğu bulunmuştur. Bu veriler so-nucunda, PINI'm çocuklarda cerrahi strese metabolik yanıtın ortaya konmasında ve hastaların postoperatif ta-kibinde değerli ve güvenilir bir indeks olduğunu göstermektedir.
This study was undertaken ta determine the safety af prognostic inflammatory and nutritional index (PINI) as an indicator of metabolic response to surgical stress, and whether there is a relationship between PINI and post-operative morbidity in children. Thirty-two patients who were performed appendectomy were enrolled in the study. Of the pafients 17 had acute appendicitis (Group 1) and 15 had gangrenous or perforated appendicitis (Group 2). Serum albumin (AL), prealbumin (PA), c-reactive protein (CRP) ve alpha-1 acid glicoprotein (AGP) values were measured pre-operatively (-1), on postoperative day 1 (+1), and postoperative day 3 (+3) in all patients. Mean PIN1-1, PINI+1, and PIN1+3 values were calculated by using these parameters. In grup 1, mean PINI-1, PINI+1, and PIN1+3 values were fonud 5.6±3.9, 15.6±7.8, and 5.8±3.6, respectively (p< 0.0001). In group 2, the same values were 25.2±16.4, 47.2±-28.1, and 43.9±24.2, respectively. The difference between PIN1-1 and PINI+1 was found statistically significant (p<0.0001) while there was no significant difference between PIN1+1 and PIN1+3 (p>0.02) in group 2. Mean PINI values were fonud higher in group 2 compared with group 1, and the difference between two groups was statistically significant (p<0.001). These results suggest that PINI is a cafe and valuable index for determination of metabolic response to sur-gical stress in children, and postoperative follow-up of surgical patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Harap Akciğer
Tahir Yüksek, Ali Ersöz, Hasan Solak, Mehmet Yeniterzi, Osman Yılmaz, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Harap Akciğer
Harap Lungs
Mayıs 1984-Nisan 1988 arasında, akciğerleri tahrip olan 7 vaka S. Ü. Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı. En genç ve en yaşlı hastalar 5 ve 47 yaşlarındaydı. Hastalar kendilerini öksürük, pürülan balgam, nefes darlığı, plevral ağrı ve hemoptizi ile gösterdiler. Parmakların çarpması her durumda yaygındı. Tahrip olmuş akciğer tarafında araştırabileceğimiz bir perfüzyon elde edemedik. 5 pnömonektomi ve 2 plöropnömonektomi ile cerrahi tedavi kabul edildi. Bir hastada bronko-plevral fistül ile postoperatif komplikasyon olarak 2 ampiyem vardı. Bu hasta torakoplasti sonrası öldü. Diğer hasta halen açık drenaj ile yaşıyor.
Between May 1984-April 1988 7 cases with destroyed lung were treated at S. Ü. Faculty of Medicine Thoracic and Cardiovascular Surgical Department. The youngest and oldest patients were 5 and 47 years old. Patients presented themselves with coughing, purulant sputum, dyspnea, pleural pain and hemoptysis. Clubbing of fingers was common in all cases. We obtained no perfusion in the destroyed lung side whom we could research. Surgical treatment with 5 pneumonectomy and 2 pleuropneumonectomy were corned out. There were 2 empyema as post operative complication with broncho-pleural fistula in one patient. This patient died following thoracoplasty. The other patient is still alive with open drainage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Laparoskopik Cerrahi
Fedi Ercan, Osman Balcı
Derleme
Özeti
Gebelikte Laparoskopik Cerrahi
LaparoscopIc Surgery DurIng Pregnancy
Laparoskopik cerrahinin avantajları gebe ve gebe olmayan
kadınlar için benzerdir; yine de bu prosedürün fetus için zararlı
olabileceği endişesi nedeniyle genellikle gebelikte bu prosedürden
kaçınılmaktadır. Son on yıl içinde laparoskopik cerrahinin gebelerde
güvenli olduğu ile ilgili birçok olgu sunumu ve olgu serisinin
yayınlanması ile bir paradigma kayması olmuştur. Artık gebelerde
apandisit, safra kesesi hastalıkları, mezenter kisti, adneksiyal
kitle ve adneksiyal torsiyonun laparoskopik yönetimi başarılı bir
şekilde uygulanabilmektedir. Ayrıca gebelerde radikal nefrektomi,
salpenjektomi, adrenalektomi, retroperitoneal lenfadenektomi ve
abdominal herni onarımı gibi ileri düzey laparoskopik prosedürlerin
başarılı tedavileri de bildirilmiştir. Bu derlemede gebelik sırasında
laparoskopik cerrahinin uygulanmasına yönelik spesifik konular ele
alınmıştır.
The advantages of laparoscopic surgery are similar for pregnant
and nonpregnant women; nevertheless, this procedure was avoided
during pregnancy because of concerns that it may be harmful to the
fetus. Within the last decade, however, multiple case reports and case
series describing the safe performance of laparoscopic procedures in
pregnant patients have been published, resulting in a paradigm shift.
Appendicitis, gallbladder disease, mesenteric cysts, and adnexal
masses/torsion have been successfully managed laparoscopically
during pregnancy. More advanced laparoscopic procedures, such as
radical nephrectomy, splenectomy, salpingectomy, adrenalectomy,
retroperitoneal lymphadenectomy, and ventral hernia repair, have
also been reported in gravid patients. This topic will discuss issues
specific to laparoscopic surgery during pregnancy. Discussions
of laparoscopic surgery in the general population and specific
laparoscopic procedures can be found separately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Deri Malign Melanomlarında Cerrahı Tedavi
Adil Kartal, Mustafa Gezginç
Araştırma makalesi
Özeti
Deri Malign Melanomlarında Cerrahı Tedavi
SurgIcal Treatment In MalIgn SkIn Melanomas
On beş deri malign melanom (MM) olgusunda geniş cerrahi eksizyon + serbest deri grefi ve terapötik veya profilaktik amaçla regionel lenfadenoidektomi uygulandı. Olgular postoperatif kemoterapi, radyoterapi ve immunostimülan tedaviye alındı. Bu nedenle malign melanomiar çeşitli yönleriyle incelendi.
Extensive surgical excision, free skin graft and regio•al lymphadeno-idectomy for therapeutic or prophylactic reasons were performed in fifteen malign skin melanoma cases. They were kept under postoperative chemotherapy, radiotherapy, immunotherayp afterwards and various aspects of melanomas were examined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diafragma Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Adnan Kaynak, Cevat Özpınar, Şamil Ecirli, Kemal Ödev, Şeref Otelcioğlu, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Diafragma Yaralanmaları Ve Cerrahi Tedavisi
Dıaphragma Injurıes And Surgıcal Treatment
Travmaya bağlı diafragma hernisi ilk olarak Sennertus tarafındaıı 1541 yılında tarif edilmiştir. 1579 yılında da Ambrose Pare iki adet travmatik diafragma yırtığı tarif etmiştir. Delici bir aletle yaralanmaya bağlı ilk diafragma operasyonu ise 1886 yılında Riolfi tarafından gerçekleştirilmiştir (5).
We have briefly discussed laboratory findings, treatments and the results of treatment of the patients admitted to our deparment with diaphragınatic injuries during the last 5 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
CavItary Lung DIseases: A RetrospectIve AnalysIs Of 204 PatIents
Kaviteli Akciğer lezyonları bulunan hastalar sıklıkla uzamış hospitalizasyona sebep olmakta, morbidite ve mortalite açısından yüksek risk taşımaktadır. Bu çalışmada 1995-2003 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dallarında kaviter hastalık sebebiyle yatarak izlenen 204 hasta dosyası retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların 142’si (%70) erkek, 62’si (%30) kadındı ve yaşları 6 ila 77 arasında değişiyordu. Kesin tanı göğüs radyogramı veya BT’de kaviter akciğer lezyonu varlığı ile kondu. Yaş, cinsiyet, etiyoloji ve tedavi türüne göre farklılıklar analiz edildi. En sık kaviter hastalık sebebi 73 (%36) olgu ile tüberküloz idi. Kaviter lezyon 114 (%56) olguda sağda, 74 (%36) olguda solda, 16 (%8) olguda bileteral idi. Olguların 145’ine (%71) medikal tedavi verilirken, 59’una (%29) cerrahi tedavi uygulandı. Sekiz olgu solunum yetmezliği nedeniyle eks oldu.
Patients with cavitary lung lesions have a high ris of morbidity and mortality with prolonged hospitalization. In this study 204 patients who were treated in Selcuk University, Chest Diseases and Thoracic Surgery departments between 1995-2003, are examined retrospectively. There were 142 (70%) men and 62 (30%) women aged from 6 to 77. Definite diagnosis was established by the presence of cavitary lung lesion in chest x ray or CT. Variable of age, sex, etiology and type of treatment, were analyzed. The most common cause of cavitary lesion was tuberculosis (36%). There were 114 (56%) right caviation, 74 (%36) left and 16 (8%) bilateral cavitation 59 (29%) cases were treated by a surgery, while 145 (%71) were treated by medical treatment and observation. Six cases were died due to respiratory failure
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cama Yumruk Atmaya Bağlı Üst Ekstremite Hasarları
Celalettin Sever, Yalçın Külahçı, Cihan Sahin
Araştırma makalesi
Özeti
Cama Yumruk Atmaya Bağlı Üst Ekstremite Hasarları
StrIkIng Glass-Related Upper ExtremIty InjurIes
Bu çalışmada, 2005 -2010 yılları arasında cama yumruk atma sonucu yaralanan 47 hasta retrospektif olarak incelenmiş ve bu hastalara ait dermografik veriler, travmanın şiddeti ve tedavi sonuçları araştırılmıştır.Cama vurma sonucu oluşan cilt laserasyonlarının uzunluğu,büyüklüğü genellikle hasara uğrayan nörovasküler yapıların sayısı ile doğru orantılı değildir.Küçük laserasyonlar daha derin dokularda çeşitli hasara neden olabilmektedir.Tedavide başarılı sonuç alabilmek için operasyon öncesinde hastanın dikkatlice fizik muayeneye tabi tutulması ve erken cerrahi girişimin yapılması gerekmektedir.
We carried out a retrospective and prospective study of 47 patients who had sustained injuries over the last three years from the hand passing through or striking glass. The demographic data, severity of injury, history of psychiatric illness and outcomes of the patients were evaluated. The preoperative examination of these injuries significantly underestimated the amount of damage. A simple and small laceration has the potential to conceal an underlying deep injury. For this reason, if glass is implicated as a causative agent, careful preoperative evaluation and surgical management should be considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
Hale Borazan, Elmas Kartal, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Multipl Sklerozlu Olguda Anestezi Uygulaması
AnesthetIc Management Of A PatIent WIth MultIple SclerosIs
Amaç: Multiple skleroz (MS), beyin ve spinal kordon farklı bölümlerinin demyelinizasyonu ve epizodik nörolojik semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Bu olguda, literatürler yardımıyla anestezik yöntemimizi anlatmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Nörojenik mesanesi olan ve mesane taşı için opere edilen primer progresif multiple sklerozlu 42 yaşındaki erkek hasta tartışıldı. Sonuç: Cerrahi ya da genel anestezi gibi stres durumları hastalığı alevlendirebilmektedir. Bu olgunun anestezisinde uyguladığımız desşuran ve remifentanil kombinasyonunu MS’da güvenle kullanılabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Multiple sclerosis (MS), is characterized by demyelination of different parts of brain and spinal cord and episodic neurologic symptoms. In this case report we aimed to present a patient, and highlighting anesthetic management for these patients. Case Report: A 42 year old man who had neurogenic bladder with primer progressive multiple sclerosis undergoing bladder stone operation is discussed. Conclusion: Stress such as surgery or general anesthesia may be associated with an exacerbation of the disease. We thought that to carry out desflurane and remifentanil combination used safely in anesthetic management for MS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Sırasında Üroloji Kliniklerine Normal Ve Acil Başvurulardaki Azalma: Gözlemsel Bir Çalışma
Mehmet Yılmaz Salman, Orhun Sinanoğlu, Göksel Bayar
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Sırasında Üroloji Kliniklerine Normal Ve Acil Başvurulardaki Azalma: Gözlemsel Bir Çalışma
The Decrease In Regular And Emergency VIsIts To Urology ClInIcs DurIng Covıd-19 PandemIc: An ObservatIonal Studythe Decrease In Regular And Emergency VIsIts To Urology ClInIcs DurIng Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu önce ve sonra çalışmasının amacı, 2019 ve 2020'nin aynı döneminde pandemi öncesi ve sonrası
ürolojik konsültasyon ve acil durumlardaki değişiklikleri iki g rup olarak karşılaştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Hasta dosyaları geriye dönük olarak taranmış ve konsültasyon, ameliyat ve yatış
sayıları değerlendirilmiştir. İki grup triyaj renk kodları ve nihai kararlar açısından karşılaştırılmıştır. Hastaların
yaş ve cinsiyet gibi demografik verileri, triyaj renk kodu, konsültasyon kliniği, vizit tipi (düzenli vs kontrol) ve
operasyon verileri (ameliyat tipi, profilaksi durumu, ameliyat yeri vb.) kaydedilmiştir.
Bulgular: 2019 yılında 50 günlük dönemde acil servise toplam 89.674 hasta, 2020 yılında ise aynı dönemde
53.745 hasta başvurmuştur. Aynı dönemde acil servise başvuran hasta sayısı bir önceki yıla göre %40,07
azalmıştır. Yeşil triaj kodlu hastaların oranı 2020 yılında 2019 yılına kıyasla %30 azalırken, aynı dönemde
sarı triaj kodlu hastaların oranı ise %28.9 artmıştır. Üroloji vizitlerinde 2020'de %85.91 gibi dramatik bir düşüş
yaşanmıştır.
Sonuç: COVID-19 pandemisi hala devam etmekte olup, aşılama programları ve kısa sürede kullanıma
sunulacak olan yeni ilaçlar dahil olmak üzere tüm çabalara rağmen bir süre daha devam edecek gibi
görünmektedir. Pandemi ile birlikte üroloji kliniğine konsülte edilen hastal arın sayısında azalma olmuştur .
Aim: In this pre-and post- study, we aimed to compare changes in urological consultations and emergencies
between before and after the pandemic at the same time period o f 2019 and 2020 as two groups.
Patients and Methods: Patient files were retrospectively screened and numbers of consultations, surgeries
and admissions were evaluated. The two groups compared in terms of triage color codes, and final decisions.
Patients’ demographic data such as age and gender, triage color code, consultation order clinic, type of visit
(regular vs control), and operational data (type of surgery, prophylaxis status, place of OR etc) were recorded.
Results: A total of 89,674 patients presented to the emergency department in the 50-day period in 2019 and
53,745 patients in the same period of time in 2020. The number of patients presenting to the emergency
department decreased by 40.07% within the same period compared to the previous year. The percentage of
patients with the green triage code was decreased in 2020 by 30% compared to 2019, while the percentage
of yellow triage code was increased in 2020 by 28.9% compared to 2019. There was a dramatic fall in urology
visits in 2020 by 85.91%.
Conclusion: The COVID-19 pandemic is still ongoing, and it seems likely to continue for some time, despite
all efforts including vaccination programs and novel drugs that will also become available in a short time. The
number of patients cosulted with urology outpatient clinic has decreased during the pandemic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Ahmet Duymaz, Furkan Karabekmez, Mustafa Keskin, Mustafa Güçlü
Araştırma makalesi
Özeti
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
Ömer Tanyeli
Araştırma makalesi
Özeti
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transnazal-Transseptal Hipofizektomi Sonrası Rinolojik Bulgular
Çağatay Han Ülkü, Ertuğ Özkal, Yavuz Uyar, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Transnazal-Transseptal Hipofizektomi Sonrası Rinolojik Bulgular
RhInologIcal FIndIngs After Transnasal-Transseptal Hypophysectomy
Hipofiz bezi tümörlerinin tedavisinde uygulanan pek çok cerrahi yaklaşım mevcuttur. Bunlar arasında trans- nazal- transseptal yaklaşım cerraha iyi bir görüş açısı sağlayıp, kısa sürede kitleye ulaşma imkanı vermektedir. Bu teknikle öpere edilen hastalar postoperatif dönemde rinolojik bulgular açısından değerlendirilmiştir. Elde edi len sonuçlar literatür ışığında irdelenerek, bu yaklaşımın hastalar için anatomik ve fonksiyonel açıdan kabul edi lebilir bir cerrahi teknik olduğu kanısına varılmıştır.
Presently there are many surgical approaches in the treatment of pituitary gland tumors. Among these, trans- nasal- transseptal approach gives the surgeon a good point of view and the opportunity the reach the tumor in a short time. The patient operated by these techniques have been evaluated from the point of rhinologial findings. By discustion the results in the light of literatüre, this approach has been found an acceptable surgical technique for the patient from the anatomic and functional point of view.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
İnci Kara, Gülperi Çelik
Derleme
Özeti
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
AnesthesIa Management In PatIent WIth Renal Transplant
Böbrek nakli gerçekleştirilen hastalar yaşam sürelerinin uzaması ve normal yaşantılarına devam edebilmeleri nedeniyle herhangi bir cerrahi müdahaleyle karşı karşıya gelebilirler. Bu derlemede herhangi bir sebeple cerrahi geçirecek böbrek nakilli hastaların anestezi açısından yönetiminin özetlenmesi amaçlanmıştır.
Renal transplanted patient may encountered any surgical procedures because of improving the survival rates and keeping their normal life. This review aims to summarize the management of renal transplanted patients who undergo any surgery under anesthetic aspect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopik Girişimlerde Direkt Trokar Girişi İle Veress İğnesi Girişinin Karşılaştırılması
Celalettin Vatansev, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Şakir Tekin, Mustafa Yemiş
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopik Girişimlerde Direkt Trokar Girişi İle Veress İğnesi Girişinin Karşılaştırılması
ComparIson Of DIrect Trocar InsertIon And Veress Needle InsertIon
Amaç : Bu çalışmanın amacı laparoskopik girişimlerde Veress iğne girişi ile direkt trokar girişini komplikasyon, CO2 tüketimi ve zaman kaybı yönüyle karşılaştırmaktır Materyal ve Metodlar: Çalışmaya Ocak 1998-Ocak 2001 döneminde SÜMTF Genel Cerrahi kliniğinde Laparoskopik kolesistektomi uygulanan 152 hasta alındı. Hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve Grup I: Direkt trokar ile girildi ve pnömoperiton gerçekleştirildi, Grup II: Veress iğnesi ile girildi ve pnömoperiton gerçekleştirildikten sonra trokar girişi yapıldı. Hastalarda girişlere bağlı olarak gelişen komplikasyon oranları, kamera girişine kadar geçen süre ve bu sürede kullanılan CO2 miktarı ölçüldü. Değerler gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Grup I ve ll’de komplikasyon oranlan sırasıyle % 11.8 ve % 13.2 olarak bulundu, aralarında fark yoktu. Buna karşın ikinci grupta kullanılan CO2 miktarı ve geçen zamanın bir inci gruptan fazla olduğu ve farkın anlamlı olduğu belirlendi (p<0.05). Sonuç: Direkt trokar girişinin zaman kazandırması ve daha az CO2 kullanılması nedeniyle Veress iğnesi kullanımına üstünlüğü olduğu kanaatine varıldı.
Aim: The aim of this study was to compare the effects of direct trocar insertion and Veress needle insertion on complication ratio, CO2 volüme and time consumption during laparoscopic procedures. Materials and Methods: 152 patients were included in this study which vvere operated forcholelithiasis laparoscopically in Selçuk University Meram Medical Faculty betvveen January 1998 - January 2001. The patients vvere divided into tvvo groups ran- domly. Group I: pneumoperitoneum was performed with direct trocar insertion after general anaesthesia, Group II: pneumoperitoneum was performed with Veress needle and trocar vvas inserted after general anaesthesia. Complication ratios and, time consumption and CO2 volüme vvere calculated in tvvo groups. Findings: Copmlication ratios vvere 11.8% in Group I and 13.2% in Group II, and the differences vvere not significant. CO2 volüme used insufflation and insufflation time vvere significantly more in group II than in group I (p<0.001). Conclusion: Direct trocar insertion vvithout pneumoperitoneum vvas superior than Veress needle insertion vvith respect of CO2 volüme and time consumption.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyunda Dev Schwannom
Özgül Topal, Kübra Akman, Seyra Erbek
Olgu sunumu
Özeti
Boyunda Dev Schwannom
GIant Schwannoma Of The Neck
Schwannom, benign, soliter, yavaş büyüyen kapsüllü bir tümördür ve myelinli sinir fibrilleri kılıfından köken alır. Periferik, spinal veya kranial sinirlerden gelişebilen bu tümör baş-boyun bölgesinde sıklıkla görülür. Otuzüç yaşında erkek hasta, kliniğimize sağ boyunda lokalize 10x6x6 cm boyutlarında dev kitleyle başvurdu. Kitlenin cerrahi rezeksiyonu sonrası yapılan histopatolojik inceleme ‘Schwannom’ olarak rapor edildi. Burada literatürde çok nadir rastlanan dev boyutlu schwannom olgusu ve tedavi yaklaşımları tartışılmıştır.
Schwannoma is a benign, solitary, and slowly progressive encapsulated tumor originating from the sheath of myelinated nerve fibers. The neoplasm should arise from all the peripheric, spinal or cranial nerves and frequently seen in the head and neck region. A 33 years-old male presented with a 10x10x6 cms giant mass of the right neck. A surgical resection was performed and the histopathologic examination of the mass was reported to be “schwannoma”. Here, a case of giant schwannoma, which is very rare in the literature, and treatment modalities are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Batında Yerleşen Kist Hidatiklerin Ultrasonografik Özellıklerı
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Oktay Işık
Araştırma makalesi
Özeti
Batında Yerleşen Kist Hidatiklerin Ultrasonografik Özellıklerı
The UltrasonographIc Features Of AbdomInal Cyst HydatIcs
1986-Kasıtn 1987 tarihleri arasında Cumhuriyet Üniversitesi Tip Fakültesi Radyoloji dalı'na batan ultrasonografisi için gelen hastalardan kist hidatik tanısı koyduğumuz 37 olguda ulstaronografik (US) bulgularımızı postoperatif bulgularla karşılaştırdık. Sonuçlarınızı literatür ışığında tartışarak batın kist hidatiklerinin US özelliklerini ve tanı kriterlerini değerlendirdik
Hydatid cyst was diagnosed in thirty seven cases exatnined by sonography at the Department of Radiology, Medical School of Republic University, Sivas between March, 1986 and November, 1987. Sonographic findins were compared with surgical findings. Ultrasonographic criteria of abdominal cyst hydatides were represented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tirodektomi Sonrası Verilen Tiroksin Tedavisinin Kemik Mineral Dansitesine Etkisi
Erdal Göçmen, Tamer Ertan, Fevzi Kurt, Mehmet Kılıç, Aydın Bilgin, Mahmut Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Tirodektomi Sonrası Verilen Tiroksin Tedavisinin Kemik Mineral Dansitesine Etkisi
The Effect Of ThyroxIne Treatment On Bone MIneral DensIty GIven After ThyroIdectomy
Tiroideektomi sonrası tiroksinin süpresif veya idame amaçlı kullanımı oldukça yaygındır. Ancak uzun dönem tiroksin tedavisinin kemik mineral dansitesine (KMD) etkisi tartışmalıdır. Bu çalışmada amaç tiroidektomi sonrası uzun dönem tiroksin tedavisi alan premenopozal ve postmenopozal kadınların sekonder osteoporoz açısından bir risk altında olup olmadığının belirlenmesidir. Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi 5. Cerrahi Kliniğinde Eylül 2001- Ekim 2003 tarihleri arasında farklı nedenlerle tiroidektomi uygulanan 33 premenopozal ve 17 postmenepozal kadın hasta çalışmaya alındı. Tiroidektomi sonrası 50-200 mcg/gün L-tiroksin başlanan hastalara daha sonraki kontrollerde gerektiğinde doz ayarlanması yapıldı. Hastalarda preoperatif, postoperatif 6. Ay ve 1. Yılda lomber vertebra, femur boynu ve Wards üçgeninde Dual-Energy X-Ray absorbsiyometri yöntemiyle KMD ölçümleri yapıldı. Premenopozal ve postmenopozal hastalar arasında tiroid hormon düzeyleri ve L-tiroksin dozu açısından istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Her iki grupta da preoperatif, postoperatif 6. ay ve 1. yıl KDM’leri açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Premenepozal ve postmenepozal hastalarda preoperatif tanı, yapılan cerrahi işlem, L-tiroksin dozu ve süresinin KMD ile ilişkisi bulunamamıştır. Tiroidektomi sonrası uzun dönem tiroksin tedavisinin tek başına KMD’sinde azalmaya sebep olacak bir etken olmadığını düşünmekteyiz.
The use of thyroxin for suppression or replacement therapy following thyroidectomy is very common. But İts effect on bone mineral density (BMD), is beeing debated. The aim of this study is to determine whether long term thyroxine therapy is a risk factor fort he development of secondary osteoporosis in premenopousal and postmenopousal womwn after thyroidectomy. 33 premenopousal and 17 postmenopousal female patients who had thyroidectomy for different indications in Ankara Numune Teaching and Research Hospital department of fifth surgery clinic between September 2001 and October 2003 were included in this study. The patientswere put on 50-200 mcg/day L-thyroxine postoperatively and dosage was adjusted on routine follow-ups. BMD of patients at lumbar, femoral neck and Ward triangle regions was measured using dual energy X-ray absorptiometry preoperatively and postoperatively after 6th month and first year. There was no significant difference in thyroid hormone levels and I-thyroxine döşe between the premenopousal and postmenopousal patients (p>0.05). There was no significant difference in preoperative, postoperative 6th month and postoperative first year BMD of patients groups (p<0.05). no correlation was detected between the BMD and preoperative diagnosis, surgical procedure , the döşe and duration of L-thyroxine therapy. In conclusion we think that long-term thyroxine therapy is not a single predisposant factor for decrease in BMD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kamptodaktili Tedavisinde Farklı Bir Yaklaşım
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Kamptodaktili Tedavisinde Farklı Bir Yaklaşım
A DIfferent Approach For Treatment Of Camptodactyly
Kamptodaktili, proksimal interfalangial (PIP) eklemin antero -posterior düzlemdeki konjenital fleksiyon deformite- sidir. Etyolojide bir çok sebep ileri sürülürken, tedavi için de bir o kadar farklı alternatif ortaya konmuştur. Kliniğimize 1993 -2001 yılları arasında başvuran ve yaş ortalaması 21 olan 11 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tamamında her iki el 5. parmakta kamptodaktili mevcut idi. Cilt kontraktürünü rahatlamak amacıyla “Z ” plasti yapıldıktan sonra dinamik splint ile her iki parmak yaklaşık 6 ay süreyle ekstansiyona alındı. Ortalama takip süresi 20 ay idi ve bu süre içinde hastaların hiç birinde rekürrens görülmedi. Böyle bir tedavinin uygun olgularda ağır cerrahimüdahalelerdeki sürprizlere kapalı ve oldukça kabul edilebilir sonuçları olan bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz.
Camptodactyly is a congenital flexion deformity of the proximal interphalangial joint in the anteroposterior plane. Many factors have been claimed for its etiology and, many alternatives have been proposed for treatment. Eleven patients with an average age of 21 were treated between 1993 and 2001 and included in this study. Ali the patients had bilateral camptodactyly in the fifth finger. After releasing the skin contracture by “Z” plasty, dynamic splint was applied for both fingers in extension for approximately 6 months. The mean follow-up time was 20 mounths and there were no recurrences in any patient. Our method of treatment has no surprises tike extensive surgical treat ment and has acceptable results in selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peyronıe Hastalmı (peyronie's Disease)
Ali Acar, Şenol Ergüney, Esat M. Arslan, Kadir Ceylan, Mehmet Özeroğlu, Zafer Yaman
Araştırma makalesi
Özeti
Peyronıe Hastalmı (peyronie's Disease)
Peyronıe Dısease (peyronIe's DIsease)
Peyronie hastaligt, ismini 1743'de ya§ami4 olan Fransa Krali XV. Lui'nin cerrahi Francois de la Peyronie'den airnitir. Hastalikta, tunika albugineanm korpus kavernosumu cevreledigi ktstrnlarda ce§itli nedenlere bagli olarak skar dokusu olu§makta (plak), bu da tutulmu4 plan krsimda elastasite kaybma, dolayisiyla ereksiyon esnasinda o kisirnda biikiilrneye neden olmaktathr. Yapilan ara§tirmalarda insidensi %1 olarak belirlenmi4 olan hastalik daha. cok orta ya§li hastalarda gorulur. Genclerde ye cok ya§hlarda nadirdir. Siyahlarda az, dogulularda ise hemen hemen hic gortilmernektedir
Peyronie's disease was named after King XV of France, who lived in 1743. Lui's surgery is more than Francois de la Peyronie. In the disease, scar tissue forms (plaque) in the cysts where the tunica albuginea surrounds the corpus cavernosum due to various reasons, which causes the loss of elasticity in the affected plan crest, and thus, it causes a congestion in that region during erection. The disease, whose incidence has been determined as 1% in the studies, is still. It is mostly seen in middle-aged patients. It is rare in young people and very old age. It is less seen in black and almost never seen in eastern.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Olgu Nedeniyle Negatif Basınçlı Akciğer Ödemi
İnci Kara, Jale Bengi Çelik, Seza Apilioğulları, Derya Kandemir
Olgu sunumu
Özeti
Bir Olgu Nedeniyle Negatif Basınçlı Akciğer Ödemi
NegatIve Pressure Pulmonary Edema
Üst hava yolu tıkanıklığı sonrası gelişen akciğer ödemi önceden tahmin edilemeyen nadir bir klinik durumdur. Bu çalışmada bir olgu nedeniyle negatif basınçlı akciğer ödeminde (NBAÖ) etyoloji, patofizyoloji, teşhis ve tedavi yöntemlerinin tartışılması amaçlandı. Genel anestezi altında jinekolojik cerrahi geçiren bir hastada, ekstübasyon sonrası oluşan laringospazmın çözülmesinin ardından NBAÖ gelişmiştir. NBAÖ’ de erken teşhis ve tedavi, mortalite ve morbiditeyi etkileyebilmektedir.
Pulmonary edema following the obstruction of an upper airway is an uncomman and unpredictable clinical situation. In this case report, it was aimed to discuss the ethiology, pathophsiology, diagnosis and treatment methods of negative pressure pulmonary edema (NPPE) that developed just after the resolution of laringopasm in the patient who underwent to gynecologic operation. Early diagnosis and treatment can affect the mortality and morbidity in NPPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
Fahri Halit Beşir, Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Abdullah Belada
Araştırma makalesi
Özeti
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
DIagnosIs And Therapy PlanIng Of ParotId Gland Masses WIth ImagIng TechnIques
Parotis kitlesi ile gelen hastaların tanısında ve tedavinin planlanmasında görüntüleme tetkiklerinin önemi araştırılmıştır. On altı hasta (10 kadın, 6 erkek; 13-75 yaşları arasında; ortalama yaş 41.12±16.97) retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik özellikleri, preoperatif yapılan radyolojik tetkikler, yapılan görüntüleme tetkiklerinde kitlenin lokalizasyonu, karakteristik özellikleri, çevre dokularla ilişkisi ve cerrahi spesmenlerin histopatolojik tanıları gözden geçirildi. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların tamamına benign parotis tümörü tanısı konulup malign parotis tümörü görülmedi. Histopatolojik tanılar 11 hastada (%68.75) pleomorfik adenom iken, 5 hastada (%31.25) Warthin tümörü idi. Parotis kitlesi 8’inde (%50) sağ parotis bezinde diğer 8’inde de (%50) sol parotis bezinde yerleşim gösteriyordu. Hastaların 7’sinda preoperatif ultrason (US) yapılırken, 9’unda bilgisayarlı tomografi (BT) ve 5’inde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılmıştı. Parotiste kitle ile gelen bir hastada ucuz, efektif, ulaşımı kolay, radyasyon içermeyen, non-invaziv, sedasyon gerektirmeyen bir tetkik olduğu için, parotis kitlelerinin büyük bir kısmı süperfisiyal lobdan orijin aldığından ve süperfisiyal lobda yerleşim gösteren tümörleri değerlendirmede etkili olduğu için öncelikle US yapılmalıdır. Derin lob yerleşimli tümörlerde ve maliniteden şüphelenildiğinde BT veya MRG’den birisi tercih edilmelidir. Hasta geldiğinde BT veya MRG’den herhangi biri varsa diğerinin yapılmasına gerek yoktur.
To determine the contribution of imaging techniques for diagnosis and therapy planning of patients with parotid masses. 16 patients (10 female, 6 male; between 13-75 age; mean age 41.12±16.97 years) were evaluated retrospectively. Age, gender, clinical characteristics of patients, imaging studies which were performed preoperatively, location and characteristics of masses and invasion to the surrounding tissue, histopathologic examination of surgery specimens were evaluated in the current study. Histopathologic examinations of specimens revealed that all cases were benign. Histopathologic findings revealed no malignancy. Histopathologically, lesion was diagnosed as pleomorphic adenoma in 11 patients (%68.75) and Warthin tumor in 5 patients (%31.25). The mass was located in left parotid gland in 8 (%50) patients and in right parotid gland in 8 (%50) patients. Preoperative, ultrasound (US) was performed in 7 patients; computed tomography (CT) was performed in 9 patients; magnetic resonance imaging (MRI) was performed in 5 patients. US should be the initial investigation of choice for patients with parotid masses because of superficial location. US is effective, inexpensive, nonradiation, non-invasive, practical and does not require sedation in diagnosis parotid masses. Deeply located tumors and malign tumors should be evaluated with CT or MRI. CT or MRI alone is sufficient for evaluation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Adem Yaşar, Kayhan Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Concha Bullosa: FIenquency In ChronIc NonallergIc SInusItIs And EffectIvIness Of EndoscopIc Surgery On PrognosIs
Konka bülloza intranazal anatominin önemli varyasyonlarından bir tanesidir. Bu çalışmada paranazal sinüs en feksiyonu olan 86 hasta lateral nazal duvar anatomik varyasyonları açısından BT ile araştırılmıştır. Hastaların %22’sinde en az bir tarafta konka bülloza tesbit edilmiştir. Paranazal sinüs enfeksiyonlarının konka büllozaya bağlı olmaksızın da gelişebildiği, konka bülloza tesbit edilen hastalardan 15’ine yapılan endoskopik cerrahi girişim sonucunda, endoskopik cerrahinin sinüzit tedavisinde yararlı olduğu görülmüştür.
Concha bullosa is a common anatomical variant of intranasal anatomy. Eighty-six patients who had paranasal sinüs infection were evaluated with CT for lateral nasal wall variations. İt was found that 22 % of the patients had concha bullosa at least on one side. İt was seen that paranasal sinüs infections developed vvithout concha bul losa and on the other hand, 15 patient that operated endoscopic surgery was shovvn that this prosedüre is useful for the treatment of sinusitis in cases with concha bullosa.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
Müslim Yurtçu, Mustafa Yaşar Özdamar, Nilifer Gürbüzer, Bahattin Aydoğdu, Hacı Hasan Esen, Engin Günel
Olgu sunumu
Özeti
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
IntussusceptIon AssocIated WIth NecrosIs And PerforatIon After HenochschönleIn Purpura
Amaç: Henoch-Schönlein purpurası (HSP) tanısı konmuş sekiz yaşındaki erkek çocukta, alerjik vaskülit, eritematöz makülopapüler döküntüler, rektal kanama, karın ağrısı ve invajinasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişimi literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Sekiz yaşında erkek hasta altı günden beri mevcut olan bulantı, safralı kusma ve özellikle alt ekstremitelerde yaygın makülopapüler döküntüleri nedeniyle konsülte edildi. Derinin histopatolojik incelemesinde HSP bulguları saptandı. Karın muayenesinde yaygın hassasiyet ve distansiyon, hipoaktif barsak sesleri ve nazogastrik tüpten bol miktarda (24 saatte 800 ml) safralı drenajla karakterize akut karın bulguları tespit edildi. Ağır peritonit bulguları ve hastanın genel durumunun kötü olması nedeniyle perforasyon riski olabileceğinden pnömotik ve hidrostatik redüksiyon denenmedi. Preoperatif resüsitasyon sonrası acil operasyona alındı. Eksplorasyonda tüm barsaklarda invajinasyona bağlı ödem ve yer yer dolaşım bozukluğu bulguları mevcuttu. ‹leoçekal valvin 10 cm proksimalinden başlayan yaklaşık 20 cm.lik barsak segmentinde nekroz tespit edildi; bu segment rezeke edilerek ileostomi yapıldı. Postoperatif 11. gün eviserasyon ve brid ileus gelişen hasta, ikinci kez acil ameliyata alınarak bridektomi yapıldı ve aynı seansta ileostomisi kapatıldı. İleostomi kapatılmasından 16 gün sonra hasta şifa ile taburcu edildi. Sonuç: HSP akut karın nedeni olarak seyrek görülmesine rağmen, bu hastalıkta çok ciddi barsak komplikasyonlarının görülebileceği unutulmamalıdır.
Aim: We aimed to evaluate surgical procedure carried out to an 8 years old child, clinically diagnosed as Henoch-Schönlein Purpura (HSP), undergoing intussusception repair, because of allergic vasculitis, erythamatose maculopapuler rashes, rectal bleeding, abdominal pain and intussusception, under the light of literature data. Case Report: An eight years old and a male child was consultated because of his biliary vomiting, nausea and diffuse maculopapuler rushes which were localised especially in lower extremites. The symptoms of HSP were observed at histopathologic examination of skin. On examination, the symptoms of acute abdomen, which were characterised with diffuse tenderness and distansion, hipoactive intestinal sounds and abondant biliary drainage from nasogastric tube, were identified. The pneumatic and hydrostatic reductions were not performed because of the risk of perforation due to severe peritonitis and his poor general condition. The patient was operated on after preoperative resuscitation. During the explorative laparatomy, edema and the symptoms of insufficient vascularisation in all intestinum were present. Also, it was observed that approximately 20 cm’s intestinal segment which begins from 10 cm proximal of ileocaecal valve, had been necrotic and ileostomy was carried out after resecting this segment. Meanwhile, it was observed that the whole intestine was edematous and localised blood circulation was distorted in some areas. The patient was operated on to make bridectomy when evisceration and brid ileus occurred on postoperative eleventh day, and the ileostomy was closed at the same session. The patient was delivered with complete recovery 16 days after closing of ileostomy. Conclusion: Although HSP is rarely seen as the cause of acute abdomen, too serious complications of this disease must be kept in mind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Gama Prob Kılavuzluğunda Ektopik Yerleşimli Hiperplazik Paratiroid Bezinin Eksizyonu
Gonca Kara Gedik, Buğra Kaya, Adnan Kaynak, Oktay Sarı
Olgu sunumu
Özeti
Cerrahi Gama Prob Kılavuzluğunda Ektopik Yerleşimli Hiperplazik Paratiroid Bezinin Eksizyonu
Gamma Probe GuIded EctopIc HyperplastIc ParathyroId Gland ResectIon
Ektopik olarak sternum altına yerleşmiş hiperplazik paratiroid bezinin teknesyum 99m metoksiisobutilisonitril (Tc-99m MIBI) paratiroid sintigrafisi ile lokalizasyonu ve gama prob eşliğinde total eksizyonunun sunulmasıdır. Koroner arter hastalığı nedeniyle takip edilen 49 yaşında erkek hastaya primer hiperparatiroidizim nedeniyle Tc-99m MIBI paratiroid sintigrafisi çalışması yapıldı. Sintigrafik çalışmada ektopik olarak mediastende tiroid bezi alt kesiminde lokalize olmuş patolojik paratiroid dokusu saptandı. Koroner arter by-pass cerrahisi planlanan hastada eş zamanlı olarak ektopik hiperplazik paratiroid dokusunun çıkarılması kararı alındı. Cerrahi girişimden 2 saat önce 20 mCi Tc-99m MIBI enjeksiyonu yapıldı. Girişim esnasında gama prob kılavuzluğunda lezyon bulunarak eksize edildi. Histopatolojik inceleme paratiroid hiperplazisi olarak değerlendirildi ve takipte serum kalsiyum ve parathormon düzeylerinin normale döndüğü tespit edildi. Tc-99m MIBI paratiroid sintigrafisi ve gama prob kılavuzluğunda gerçekleştirilen paratiroid cerrahisi, ektopik paratiroid patolojilerinin lokalizasyonunu ve cerrahi eksiziyonunu kolaylaştırmaktadır.
The aim of this case report is to present an ectopically localized retrosternal hyperplastic parathyroid tissue which was resected successfully with the guide of gamma probe after localization by technetium 99m methoxyisobutylisonitril (Tc-99m MIBI) parathyroid scintigraphy. (Tc-99m-MIBI) parathyroid scintigraphy was performed for primary hyperparathyroidism in a forty nine-year-old male patient with a history of coronary artery disease. Scintigraphy depicted ectopic parathyroid tissue which was localized in the mediastinum inferior to the thyroid gland. Excision of the pathologic parathyroid tissue was planned in the same session of the coronary artery bypass surgery. During the operation day, 20 mCi Tc-99m MIBI was was injected 2 h before the operation. Lesion was found in substernal region with the guide of gamma probe in operation. Histopathological examination was reported as parathyroid hyperplasia and the levels of serum calcium and intact parathormone were returned to normal after surgery. With the help of Tc-99m-MIBI parathyroid scintigraphy and gamma probe guided parathyroid surgery, localization and surgical excision of ectopic parathyroid patholoiges is become easy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endoskopik Retrograt Kolanjiopankreatikografi
deneyimlerimiz
Fahrettin Acar, Mustafa Şahin, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Mehmet Ertuğrul Kafalı, İlhan Ece
Araştırma makalesi
Özeti
Endoskopik Retrograt Kolanjiopankreatikografi
deneyimlerimiz
Our ExperIences Of EndoscopIc Retrograde
cholangIopancreatography
Endoskopik retrograt kolanjiyopankreatografi (ERKP),
hepatobiliyer ve pankreas hastalıklarının tanı ve tedavisinde önemli
bir yere sahiptir. Bu çalışmada bir genel cerrahi endoskopi ünitesinin
3 yıllık deneyimi paylaşılmaktadır. Şubat 2010-Mart 2013 arasında
200 hastada yapılan 242 ERKP’nin kayıtları retrospektif olarak
değerlendirildi. Yaş dağılımı 19-84 arasında idi (ortalama 47,3 yıl) ve
116 hasta (%58) kadındı. En sık endikasyon tıkanma sarılığı ve/veya
yüksek serum bilirübin düzeyi idi (159 hasta, %79,5). Ortalama ERKP
süresi 16,5 dakika idi (5-55 dk.). 38 hastada ERKP tekrarı (%19)
gerekti ve kanülasyon 185 hastada (%92,5) başarılıydı. Endoskopik
sfinkterotomi 177 hastada (%88,5), biliyer balon uygulaması 156’inde
(%78,3) ve taş çıkarılması 144’ünde (%72) uygulandı. Komplikasyon
8 hastada (%4) ortaya çıktı ve en sık komplikasyon akut pankreatit
idi (4 hasta, %2). Bu seride işleme bağlı mortalite görülmedi. ERKP
mortalite riski ve morbidite ilişkisine rağmen, hepatobiliyer ve
pankreas hastalıklarının tanı ve tedavisinde güvenilir bir yöntemdir.
Endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) has
an important role in the diagnosis and treatment of hepatobiliary
and pancreatic diseases. This study was discussed the three years’
experience of general surgery of endoscopy unit. The records of 242
ERCPs of 200 patients, performed between February 2010 and March
2013, were retrospectively evaluated. The age range 19-84 years
(mean; 47.3 years) and 116 patients (58%) were female. The most
common indication was the presence of obstructive jaundice and/or a
high serum bilirubin level (159 patients, 79.5%). The average ERCP
duration was 16.5 min (5-55 min.). A repeat ERCP was needed in 38
patients (19%) and cannulation was successful 185 patients (92.5%).
Endoscopic sphincterotomy was performed in 177 patients (88.5%),
biliary balloon application in 156 (78.3%), and stone extraction in
144 (72%). Complication occurred in 8 patients (4%) and the most
common complication was acute pancreatitis (4 patients, 2%).
There was no mortality in any patient in this series. Although the
relationship between the risk of mortality and morbidity of ERCP,
a reliable method of diagnosis and treatment of hepatobiliary and
pancreatic diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Büyük Skrotal Lipom
Kadir Yılmaz, Selçuk Güven, Okan İstanbulluoğlu, Erkan Arslan, Hacı Hasan Esen, Mehmet Kılınç
Olgu sunumu
Özeti
Büyük Skrotal Lipom
MassIve Scrotal LIpoma
Lipomlar en sık rastlanan testis dışı skrotal kitlelerdir. Genellikle spermatik korddan gelişirler. Etyolojisi bilinmez ancak konstitisyonel faktörlere, obesiteye bağlanır. 5. ve 6. onyıllarda daha sık rastlanır. Bu olgu sunumunda 70 yaşındaki erkek hastada saptanan sıradışı, büyük bir skrotal lipom anlatılmaktadır.
Lipomas are the most common extratesticular scrotal neoplasms and they most often originate from the spermatic cord. The etiology is unknown but linked to a constitutional factors, obesity, an its presentation is more frequent in the sixth or fifth decade. In this case, an unusual massive scrotal lipoma that occured in 70 years old man is described.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Mustafa Kürşat Evrenos, Merve Özkaya Ünsal
Araştırma makalesi
Özeti
Travma Sonrasında Kortikosteroid Tedavisi Gören Hastalarda Gelişen Kutanöz Mukormikoz Olgularında Tedavi
Treatment Of Cutaneous MucormycosIs In PatIents WIth CortIcosteroId Treatment After Trauma
Amaç: Mukormikozis, invaziv yumuşak doku nekrozu yapabilen ve agresif seyirli nadir bir fırsatçı mantar enfeksiyonudur. Genellikle immun sistem yetersizliği olan hastalarda görülürken, nadiren immunkompetan hastalarda da karşılaşılabilir. Bu yazıda, travma sonrası kısa sureli kortikosteroid tedavisi alan ve ardından fasiyal kutanöz mukormikoz gelişen 4 immunkompetan olgunun prognoz ve tedavisi bildirilmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 2016 – 2018 yılları arasında Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi’ne travma sonrasında başvuran, intrakranial veya spinal patolojileri nedeniyle kısa sureli kortikosteroid tedavisi alarak immun sistemi baskılanmış olan ve fasiyal kutanöz mukormikoz tanısı alan dört adet hasta dahil edildi. Prognoz, medikal ve cerrahi tedavi sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Malar ve maksiller bölge tutulumu olan bir hastada seri debridmanlar ve medikal tedavilerle kür sağlandı. Serbest fleplerle rekonstruksiyon yapılan hastada estetik ve fonksiyonel olarak kabul edilebilir sonuçlara ulaşıldı. 2 hastanın tedavisi tamamlandıktan sonra lokal fleplerle onarımı yapıldı. Bir hastaya, fungal osteomiyelit ve intrakraniyal inflamatuar değişiklikleri bulunması nedeniyle onarım operasyonu yapılamadı. Bu hastanın takiplerinde MR görüntülemelerinde regresyon saptandı.
Sonuç: Multitravma sonrasında, kontamine yara enfeksiyonu meydana gelen ve kısa dönem için bile olsa kortikosteroid tedavisi alan hastalarda mukormikozisin akılda tutulması gerekmektedir. Seri, tekrarlayan ve agresif debridmanlar yapılmalı, rekonstruksiyon planı enfeksiyonda kür sağlandıktan sonra yapılmalıdır.
Objective: Mucormycosis is an infrequent opportunistic fungal infection which may cause an aggressive and invasive soft tissue necrosis. It is usually developed in patients with immune system deficiency, and rarely seen in immunocompetant patients. We report prognosis and treatment of the immunocompetant patients that developed facial cutaneous mucormycosis after short term corticosteroid therapy.
Material and Method: The patients who were admitted to Manisa Celal Bayar University Hospital after multitrauma and given short term corticosteroids due to cranial and spinal injuries and became immuncompromised and diagnosed as facial cutaneous mucormycosis between 2016 and 2018 were included in the study. Prognosis, medical and surgical treatment outcomes of therapy is reported.
Results: One patient with malar and maxillary involvement was treated with medical therapy and serial debridements and infection was cured. Reconstruction with free flaps were done, acceptable functional and aesthetic results were achieved. Two patients had adequate therapy and reconstructed with local flaps. One patient was not operated due to recurrent fungal osteomyelitis and intracranial inflammatory findings, and regression in MRI was seen.
Conclusion: Mucormycosis should be kept in mind in contaminated wound infections in patients who have been treated with corticosteroids even for a short time after multitrauma. Rapid, repetitive and aggressive debridemants should be performed and reconstruction should be planned after cure of the fungi.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dekübit Ülserlerinde Cerrahi Tedavi Sonuçlarımız
Zekeriya Tosun, Mübin Hoşnuter, Sadık Şentürk, Adem Özkan, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Dekübit Ülserlerinde Cerrahi Tedavi Sonuçlarımız
Our SurgIcal ResultsIn DecubItus Ulcers
Dekübit ülserleri uzun süreli yatağa bağımlı hastalarda gelişebilir. Yaşlı ve spinal kord yaralanması olan hastalar yüksek risk grubundadır. Bu yazıda Mayıs 1994 - Ocak 2000 yılları arasında kliniğimizde öpere edilen 52 dekübit hastası ve bunlara uygulanan onarım yöntemlerimiz sunulmuştur. Çalışmaya sakral, trokanterik ve iskiyal bası yaraları dahil edilmiş olup bunun dışındaki alanlar hariç tutulmuştur. 3 iskiyal ülserli hasta nüks nedeniyle başvurmuşken sakral ve trokanterik ülserlerde hiç nükse rastlanmadı. Bu nüksün cerrahi teknikten çok basıya bağlı olduğu düşünüldü. Dekübit ülserlerinde cerrahi yaklaşımların hem nüksü önleme hem de fonksiyonel hasar oluşturmaması bakımından önemlidir. Bu yazıda 1994 - 2000 yılları arasında öpere ettiğimiz hastalar ışığında dekübit ülserleri onarımına yaklaşımlarımız sunulmuştur.
Decubitus ulcers can develop in immobilized patient. Patients with spinal cord injury and elderly patients are at high risk. We presented 36 patient with pressure sore that we operated between May 1994 and January 2000 and our reconstructive procedures. Sacral, trochanteric and ischial pressure sores we are included the study, other sites were excepted. As 3 patient with ischial ulcer were accepted because of recurrence, there were no recur- rence for sacral and trochanteric ulcers. This recurrences were not depend on surgical techniçues perhaps due to pressure. Selecting the proper surgical technique for decubitus ulcer, is important eitherpreventing recurrence and funtional loss. We revievved our experience with reconstruction of decubit ulcers betvveen 1994 and 2000 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Traumatık Perikard Yaralanması
Hasan Solak, Ali Ersöz, Yüksel Tatkan, Kemal Ödev, Adnan Kaynak, Şamil Ecirli, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Traumatık Perikard Yaralanması
Traumatıc PerIcard Injury
Pure pericardial rupture witiwut additional intrathoracic injuries is a rare entity. Such cases are usually diagnosed as post mortem. This article describes such a cases with an uneventful surgical result.
Künt travmayı izleyen perikard rüptürü çok nadir olarak meydana gelmektedir. Perikard rüptürünün tarihçesi 19. yüzyıla dayanmaktadır. Stokes, 1831 yılında, su çarkının kolu tarafından yaralanan genç bir has-tada perikard yaralanmasını teşhis etmiştir (2). Morel Lavalle, 1864 yılında, düşme sonucu göğüs travmasına maruz kalan 3 hastanın birinde dinleme bulgusu olarak su çal kahin suya çarpması sonucu çıkan sese benzeyen bir ses bulmuştur. Otopside bu 3 vak'ada da perikard yırtığı görülmüştür (2). Crynes ve Hunter, 1939 yılında, «travmatik perikard rüptürü» teşhisini almış 58 vak'anın raporlar= topladılar, fakat bunla-rın hiçbirisi ölümden önce tespit edilernemişti. Perikardial yırtıklar ancak otopsi ile teşhis edilmiş ve vak'aların ölüm nedeni bu .yırtıklardan oluşan kalp herniasyonuna baglanmıştır. Bu yazarlar kendi kurumlarındaki 4107 otopside. 22 pelikard rüptürü vak'ası gördüler. Crynes ve Hunter'in gözlemlerinden bugüne kadar literatür taraması sonucunda 142 vak'a toplanmıştır (2).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnömotorakslarda Parietal Plevra Lambosu İle Cerrahi Tadevi
Hasan Solak, Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Mehmet Yeniterzi, Özkan Akkoç, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan, Kemal Ödev, Şeref Otelcioğlu, Hasan Hüseyin Telli
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Pnömotorakslarda Parietal Plevra Lambosu İle Cerrahi Tadevi
Surgıcal Tender Wıth Parıetal Pleural Lamp In Spontaneous Pneumotoraxes
Spontan pnömotoraks göğüs hastalıkları içinde ilk çağlardan beri bilinmekte ve göğüs cerrahisinin acil vakaları grubuna girmektedir. Spontan pnömotoraksla ilgili ilk tarif M.Ö. 460 - 337 yılları arasında yaşamış Hippocrates tarafından yapılmıştır. Aynı klinik tablo 1770 yılında Henson tarafından tariflenmiştir. (1, 2). Göğüs hastalıklarının teşhis ve tedavilerinde uygulanan geliştirilmiş yöntemler sayesinde spontan pnömotoraksın konservalif ve gerektiğinde cerrahi tedavisinde artık günümüzde problem olmaktan çıkmıştır.
The number of patients admitted ta our department with spontaneous. pneumothoıar during the Last ten years is 150. Conservative and intercostal drainage methods used in 30 patients failed. Therefore, they are alt operated on. Superiority of lambolu parietal pleural method over the other methods used for this group of disorders have been discussed. No recurrence has been reported during the 4 - year follow - oup period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Süpüratif Ve Effüzyonlu Perikarditislerde Subksifoidal Perikard Drenajının Önemi
Hasan Solak, N. Solak, İlhami Solak, Tahir Yüksek, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Süpüratif Ve Effüzyonlu Perikarditislerde Subksifoidal Perikard Drenajının Önemi
Importance Of Subxıphoıdal Perıcardıum Draınage In Suppuratıve And Effusıve Perıcardıtıs
Perikardial drenaj, genel durumu bozuk olan hastalara uygulanabilecek en iyi tedavi yöntemidir. Çünkü böyle hastalara ameliyat çok ağır gelmekte, enfeksiyonun etrafa yayılması da önlenememektedir. Ayna zamanda perikardiosentezle, perikardın muayenesi yapılabilmekte, histopatolojik teşhis için de materyal alma imkânı bulunmaktadır. Yukarıda saydığımız üstünlüklerinden dolayı 5 vakamıza perikardial drenaj uyguladık ve çok iyi sonuçlar aldık.
Pericardial drainage is the best method of treatment of patients whose general conditions are extrem,ely poor. In such patients surgical operation is too difficuit and spreading of infection to surrounding tissues is unavoidable. During pericardiocentesis, examination of pericardium can not be made and taking of tissue samples for histopathoiogicai diag-nosis is irrıpossible. In view of the superiority of the method sa far as above - mentioned hindrances are concerned, we have perform,ed pericardial drainage in 5 ca.ses with excellent results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kozmetik Kaygı Sonucu Oluşmuş Traksiyonel Alopesi Vakası
Ömer Faruk Taner, Abdulmuttalip Keser, Ramazan Erkin Ünlü, Sertaç Şener
Olgu sunumu
Özeti
Kozmetik Kaygı Sonucu Oluşmuş Traksiyonel Alopesi Vakası
A Case Of TractIonal AlopecIa Caused By AesthetIc AnxIety
Kişide ruhsal rahatsızlık yaratan estetik bir kusurun, operasyon ile düzeltilmesi alışılagelmiş bir durumdur. Ancak, estetik kusur sayılamayacak bir durum kişinin psikolojik durumunu bozuyor ve hatta kişide patolojik değişikliklere sebep oluyor ise dikkat çekicidir. Biz kliniğimize gelen bir hastada benzer bir durumla karşılaştık. Biz bu yazımızda kaşlarını kaldırmak istediği için saçlarını çok gergin bağlayan ve bu sebeple traksiyonel alopesi gelişen hastamızı sunmak istedik.
Surgical correction of an aesthetic deficit causing, a psychological problem, is routinely performed. On the other hand, if a complaint that can not be regarded as an aesthetic deficit, causes psychological, or even pathological changes, it is unfamiliar. İn this report we present a patient who has tied her hair tightly in order to lift her eyebrows and has caused tractional alopecia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Şilotoraksla Başvuran Non-Hodgkin Lenfoma Olgusu
Fikret Kanat, Şebnem Yosunkaya, Dilek Kırbıyık, Oktay İmecik
Olgu sunumu
Özeti
Bilateral Şilotoraksla Başvuran Non-Hodgkin Lenfoma Olgusu
A Case WIth Non-HodgkIn's Lymphoma PresentIng WIth BIlateral Chylothorax
Plevral sıvı süt görünümünde ya da bulanık olduğunda, santrifüj edildikten sonra da bu halini koruduğunda, hemen daima sıvının lipit içeriği yükliği sözkonusudur. Plevral sıvı yüksek lipit seviyesi iki durumda olur:Şilöz ve şiliform sıvılar. Bu iki durumun birbirinden ayrılması önemlidir çünkü prognoz ve tedavileri farklıdır. Nontravmatik şilotorakslarda altta yatan neden genellikle malignitelerdir. Kliniğimizde yaygın mediastinal lenfadenopatiler ve bilateral şilotoraksla seyreden non-Hodgkin lenfoma (NHL) tanısı konan ve kemoterapi uygulanarak tedavi edilen 60 yaşındaki kadın hastayı sunuyoruz.
At times, pleural fluid is milky or turbid. When the milkiness or turbidity persists after cetrifugation it is almost always due to high lipid content of the pleural. High levels of lipid accumulate in the pleural fluid in two situations: Chylous and chyliform pleural effusions. It is important to differentiate these two conditions because the prognosis and management are completely different. The most common causes of the nontraumatic chylothorax are malignancies. We report a 60 year old female patient diagnosis of non-Hodgkin’s Iymphoma with huge mediastinal Iymphadenopathies and bilateral chylothorax. We treated her with chemoterapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ekstrude Lomber Disk Hernisinde Spontan Gerileme
Fatih Keskin, Erdal Kalkan
Olgu sunumu
Özeti
Ekstrude Lomber Disk Hernisinde Spontan Gerileme
Spontaneous RegressIon Of Extrude Lumbar DIsc HernIa
Toplumun % 80’ni yaşamlarının belli döneminde bel ağrısı ile karşılaşmaktadır. Bel ağrısının en önemli nedenlerinden biri lomber disk hernisidir. Lomber disk hernisinde öncelikle tedavi konservatif olup ilerleyici nörolojik defisit ve kauda ekina sendromu kesin cerrahi endikasyonu oluşturmaktadır. Bizim olgumuzda lomber ekstrude disk herniasyonunun cerrahi girişime gerek kalmadan spontan regresyonu literatür eşliğinde tartışılmıştır. 27 yaşında bayan hasta bel ağrısı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde 2 yıl önce şiddetli bel ve sağ bacak ağrısı şikayeti ile başka bir nöroşirürji kliniğine başvurmuş ve lomber L5-S1 disk hernisi tanısı ile operasyon önerilmiş. Operasyonu kabul etmeyen, medikal tedavi ve istirahatle ağrılarının geçtiğini ifade eden hastanın yapılan nörolojik muayenesinde laseque serbest, motor ve duyu muayenesi normaldi. Çekilen lomber manyetik rezonans görüntülemesinde daha önce var olan ekstrude disk hernisinin spontan regrese olduğu izlendi. Hastaya konservatif tedavi uygulanarak önerilerde bulunuldu. Ekstrude lomber disk hernilerinde acil cerrahi endikasyonlar dışında aceleci davranılmamalıdır. Konservatif tedavi ile ekstrude lomber diskin spontan regresyonu bu olguda gösterilmiş olup cerrahi işlem girişime ihtiyaç duyulmamıştır.
Almost 80% of the population in their lives are confronted with low back pain. One of the most important cause of low back pain is lumbar disc herniation. Treatment of lumbar disc herniation is primarily conservative but progressive neurologic deficits or cauda ekina syndrome constitutes an indication for definitive surgery. Extruded lumbar disc herniation in our case, spontaneous regression without surgical intervention are discussed in the literature. 27 years old female patient was admitted to our clinic with complaints of back pain. The patient has a a previous history of severe low back and right leg pain two years ago and surgery was recommended by an other neurosurgery clinic with the diagnosis of lumbar disc herniation L5-S1. The patient does not accept this surgery and the patient’s complaints were resolved with medical treatment and resting. At the patient’s neurological examination laseque test was bilateral negative and her motor and sensory examination was normal. Lumbar magnetic resonance imaging has shown spontaneously regression of the previous extruded disc herniation and the patient discharged with conservative treatment. Emergency surgical indications of extruded lumbar disk herniation should be treated outside the impatient. Spontaneous regression of extruded lumbar disc surgery procedures without surgical initiative have been shown by this case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Familial Hiperkolesterolemi Tedavisinde Iki Lipoprotein Aferezi Yönteminin Karşılaştırılması
Özcan Çeneli, Mehmet Ali Karaselek, Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Mustafa Kulaksızoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Familial Hiperkolesterolemi Tedavisinde Iki Lipoprotein Aferezi Yönteminin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Two LIpoproteIn ApheresIs Methods In The Treatment Of FamIlIal HypercholesterolemIa
Amaç: Ailesel hiperkolesterolemi düşük dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyinin önemli derecede yükselmesine ve erken yaşta koroner arter hastalığı ile kalp nedenli ölüme yol açan otozomal dominant kalıtımlı bir genetik hastalıktır. Bu hastalığın heterozigot ve homozigot formları vardır ve insidansları sırasıyla 1:500 ve 1:1 000 000 olarak rapor edilmiştir. Bu hastalık sıklıkla LDL reseptörü (en sık), apolipoprotein B (Apo B), proprotein konvertaz subtilisin/cexin 9 (PCSK9) ve LDL reseptör adaptör proteini (LDLRAP) gen mutasyonları nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ailesel hiperkolesterolemili hastalar statin gibi lipid-düşürücü tedavilere iyi yanıt vermez ve bu nedenle lipoprotein aferezi seçkin tedavi yöntemidir.
Gereç ve Yöntemler: Homozigot ailesel hiperkolesterolemi tanısı alan 20 yaşında kadın hastada, çift filtrasyon plazmaferez (DFPP) ve dekstran sülfat kolonu (DSC) olmak üzere farklı iki lipoprotein aferez yönteminin sonuçlarını karşılaştırdık. 20 seans çift filtrasyon plazmaferez (DFPP) ve 20 seans dekstran sülfat kolonu (DSC), toplam 40 aferez seansı değerlendirildi.
Bulgular: İki yöntemin karşılaştırılmasında, yüksek dansiteli lipoprotein (YDL), lökosit, platelet, potasyum, kalsiyum, protrombin zamanı ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı değerleri değişiklikleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
Sonuç: Sonuç olarak, çalışmamız iki farklı yöntemin serum elektrolit değerleri, hemostaz ölçütleri ve lökosit, trombosit sayılarına farklı etkileri olduğunu gösterdiği için, aferez yöntemi seçiminin hastanın klinik ve laboratuvar bulgularına göre yapılmasının daha uygun olacağını düşündürmektedir.
Objective: Familial hypercholesterolemia (FH) is an autosomal dominant inherited genetic disorder that causes a significant increase in low-density lipoprotein (LDL) cholesterol levels and leads to early coronary heart disease and cardiac mortality. Although this disease has a heterozygous (HeFH) and homozygous (HoFH) form, the incidence of HeFH is reported to be 1: 500, while HoFH is reported to be 1: 1 000 000. This disease is often caused by LDL receptor (most common), apolipoprotein B (Apo B), Proprotein Convertase Subtilisin/Kexin 9 (PCSK9), and LDL receptor adaptor protein (LDLRAP) gene mutations. Patients with FH do not respond well to lipid-lowering therapies such as a statin, and so lipoprotein apheresis is the treatment of choice.
Material and Methods: We compared the results of lipoprotein apheresis in a 20-year-old female patient diagnosed with HoFH with two different methods [double-filtration plasmapheresis (DFPP) and dextran sulfate column (DSC) methods]. 40 lipoprotein apheresis procedures including 20 sessions of DFPP and 20 sessions of DSC were evaluated.
Results: When the two methods were compared the changes in high-density lipoprotein, white blood cells, platelets, potassium, calcium, prothrombin time (INR) and activated partial thromboplastin time values were statistically significant.
Conclusions: In conclusion, our study suggests that it would be more appropriate to choose the apheresis method according to the clinical and laboratory findings of the patient since it shows that two different methods have different effects on serum electrolyte values, hemostasis criteria and leukocyte and platelet counts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Karının Nadir Bir Nedeni; Apendikal Nöroma. Olgu Sunumu
Mehmet Tolga Kafadar, Gürkan Değirmencioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Akut Karının Nadir Bir Nedeni; Apendikal Nöroma. Olgu Sunumu
A Rare Cause Of Acute Abdomen; AppendIceal Neuroma. Case Report
Akut karının nadir bir nedeni; apendikal nöroma. Olgu sunumu
\r\n
ÖZET
\r\n
Akut karın ani başlayan karın ağrısı ile karakterize, travma dışı nedenlere bağlı olarak abdominal bölgede gelişen patolojiler olarak ifade edilir. Ağrının nedeni çoğu olguda acil cerrahi girişim yapılmasını gerektirecek bir patolojidir. Akut karın nedeniyle acil birimlere başvuran hastalarda en sık cerrahi müdahale sebebi akut apandisittir. Akut apandisitin patofizyolojisinde apendiks lümenindeki obstrüksiyonun başlatıcı neden olduğu yaygın olarak kabul görmüştür. Çoğunlukla apendiksin lümenine bazı gıda ve dışkı artıklarının girmesi, bunlarla tıkanması ve bölgede lenf bezlerinin iltihaplanarak şişmesi sonucu meydana gelir. Lümenin obstrüksiyonu bakterilerin aşırı çoğalmasına, mukus sekresyonunun artmasına ve intraluminal basıncın artmasına yol açar. Son yıllarda patofizyolojide nöral komponentin varlığının ileri sürüldüğü çalışmalar da bulunmaktadır. Bunlar oblitere apendiks, fibröz obliterasyon, apendikal nöroma, nörojenik apandisit gibi tanılarla karşımıza çıkabilmektedir. Bu yazıda, akut karının nadir görülen bir nedeni olan, apandisit ön tanısıyla apendektomi uygulanan ve histopatolojik olarak apendikal nöroma tanısı alan bir olguyu sunduk.
A rare cause of acute abdomen; appendiceal neuroma. Case report
\r\n
\r\n
ABSTRACT
\r\n
\r\n
Acute abdomen refers to nontraumatic pathologies of abdominal origin which are characterized by sudden-onset abdominal pain. In most cases the cause of pain is a pathological condition requiring urgent surgical intervention. Acute appendicitis is the most common indication for surgical intervention in patients presenting to emergency department with acute abdomen. Obstruction of appendiceal lumen has been widely accepted as the precipitating factor in the pathophysiology of acute appendicitis. It usually develops as a result of food or feces particles entering into and obstructing appendiceal lumen, leading to inflammation and swelling of regional lymph nodes. Luminal obstruction results in overproduction of bacteria, excessive mucus secretion, and increased intraluminal pressure. Some studies in recent years have suggested a neural component in the pathophysiology of this condition. Such cases may present with various diagnoses such as obliterated appendix, fibrous obliteration, appendiceal neuroma, and neurogenic appendicitis. In this paper we present a case operated with the initial diagnosis of appendicitis and histopathologically diagnosed with appendiceal neuroma, a rare cause of acute abdomen.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterirı Lipoleiomiyoma
Kısmet Bildirici, Ömer Yalçın, Özlem Eren
Olgu sunumu
Özeti
Uterirı Lipoleiomiyoma
UterIne LIpoleIomyoma (a Case Report)
Uterusun lipoleiomiyomaları çok nadirdir. Görülme insidensi %0.03-%0.2’dir. Lipoleiomiyomalar matür düz kas, yağ dokusu ve kollajen doku içermektedir. Bu makalede, klinik ve histopatolojik özellikleri tartışılarak bir uterin lipoleiomiyoma olgusu sunulmuştur.
Lipoleiomyomas of the uterus are extremly rare. The reported incidence differs, from 0.03% to 0.2%. Lipoleiomyomas are composed of mature smooth muscle, fat, and connective tissue. This article, one new case of uterine lipoleiomyoma are presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
12 Yaşındaki Bir Olguda Marjolin Ülser
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Sadık Şentürk, Mustafa Cihat Avunduk, Nedim Savacı
Olgu sunumu
Özeti
12 Yaşındaki Bir Olguda Marjolin Ülser
12 Year-Old Case WIth MarjolIn's Ulcer
Marjolin ülser, skar dokusunda ve özellikle de yanık skarlarında gelişen malignensiyi tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Başlangıç yanık yaralanmasından uzun yıllar sonra yanık skar dokusunda görülür. Bu grup hastalarda en sık görülen malignite skuamoz hücreli karsinom (SCC)’dur. Bazal hücreli karsinom, melanom ve sarkom daha az sıklıkta bildirilmiştir. Biyopsi en önemli tanı prosedürüdür. Tedavi geniş eksizyondur ve bölgesel lenf nodu disseksiyonudur. 12 yaşında bir olgu aksiller bölgede 10 aydır mevcut olan ve iyileşmeyen yara şikayeti ile kliniğimize başvuruldu. Hastanın aksiller bölgeden toraksa uzanan lezyonu mevcuttu. İnsizyonel biyopsi uygulandı. Histopatolojik inceleme SCC olduğunu gösterdi. Geniş cerrahi eksizyon yapıldı. Defektli alan flep ile kapatıldı. Mevcut aksiller kontraktür Z-plastilerle açıldı. Olgu, 10 yıl gibi erken sürede Marjolin ülser gelişmesi nedeniyle sunulmuştur.
Marjolin’s ulcer is a term to describe a malignancy arising from scar tissue, especially burn scars. It appears on burn scar a long period after initial burn injury. The most common malignancy is squamous cell carcinoma (SCC) for these type of patients. Basal cell carcinoma, melanoma and sarcoma have less frequently been reported. Biopsy is the most important diagnostic procedure. The treatment is wide excision and regional lymph node dissection. A 12 year old child admitted to our clinic with unhealed wound in the axillary region for ten months. The patient had an ulcer axillary region through thorax. Incisional biopsy was performed. Histopathologic examination revealed that SCC. Wide surgical excision was done. The defect area was covered with flap. Axillar contracture was reconstructed with Z-platies. The case was presented due to early development of Marjolin’s ulcer as in ten years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ender Bir Hemotoraks Olgusu: Torasik Ewing Sarkomu
Güven Sadi Sunam, Serhan Poyraz, Sami Ceran, Mehmet Gök, Mustafa Cihat Avunduk
Olgu sunumu
Özeti
Ender Bir Hemotoraks Olgusu: Torasik Ewing Sarkomu
A Rare Case Of Hemothorax: Due To ThoracIc EvvIng’s Sarcoma
Bir aydan beri sol üst göğüs ağrısı olan 11 yaşında erkek çocuğu şiddetli solunum sıkıntısıyla acil servise başvurdu. Çekilen akciğer radyografisi sol masif plevral efüzyonu,sol hemitoraks opasitesi ve sol 3. kotta litik alan ları gösterdi. Torasentezle hemotoraks demonstre edildi. Hastanın klinik durumunda kan replasmanına ve hemo toraks aspire edilmesine rağmen rahatlama olmadı. Bilgisayarlı toraks tomografik inceleme (BT) intratorasik ekstrapulmoner yerleşimli kitle ve 3. kotta litik lezyonun olduğu izlenimini verdi. Hastaya acil şartlarda posterolate- ral torakotomi uygulandı. Kitle göğüs duvarı ile çıkarıldı. Histolojik incelemesinde geniş alanlarda yuvarlak, hiperkromatik, nisbeten küçük hücrelerin vasküler bir stroma içerisinde yerleştikleri izlendi. Bu bulgularla Ewing sarkomu tanısı kondu. Olgu cerrahiden sonra, 11 aylık takibinde asemptomatiktir. Masif hemotoraksla birlikte olan intratorasik ekstrapulmoner Ewing sarkomu, oldukça enderdir.
An 11 - year old boy presented to the emergency room with severe dyspnea and left upper chest pain. The initial chest radiograph showed a massive left pleural effusion, opacities in the left hemithorax and lytic areas in the left 3rd rib. A thoracocentesis demonstrated a hemothorax. Despite treatment with blood tansfusions and aspiration of hemothorax, the patient’s clinical status worsened and developed dyspnea. A thoracic computed tomograghic scan demonstrated a mass in the intrathoracic extrapulmonary space and a lytic lesion in the 3rd rib. A posterolateral thoracotomy was performed. Base on histologic findings, evving’s sarcoma vvas diagnosed. He was asymptomatic throughout the 11 months follovv - up. İntrathoracic extrapulmonary thoracic Evving’s sarcoma with spontaneous hemothroax is extremelyare.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Alanagement Of TIhIaI Shaft Fraclures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde 1983 ve 1989 yılları arasında tibia cisim kırığı olan 133 hasta tedavi edildi. Çeşitli tedavi metodları ile tedavi edilen 133 hastanın 96 kapalı, 44 açık tibia cisim kırığı bu retrospektif çalışmaya konu edildi. Hastaların tedaviye başlandığı yaşı en az 13, en fazla 72, ortalama 32 yaş idi. 96 hastada yalnız tibia cisim kırığı varken, diğer 37 hastada ilave yaralanmalar tespit edildi. 7 hastada ise bilateral tibia kırığı vardı. Trafik kazaları en fazla kırığı oluşturan sebep olmuştur. Hastalar en az kırığın klinik ve radyolojik iyileşmesine kadar takip edildiler. Yapılan değerlendirmede, tibia kırıklarının kapalı ve cerrahi metodlarla tedavisi sonucu oldukça tatminkar sonuçlar elde edildi.
A retrospeetive study was done of the treatrnent of closed and open fractures of the tibia in 133 patients with 140 fractures. These patients vith shafi fractures of tibia were treated at the Department of Orthopaedics and Trawıatology of the Selçuk Oniversitiy Hospital, between 1983 and 1989 The mean oge al initiation of treatrnent was 32 years. Their ages ranged from 13 to 72 years old. ln all, 96 fractures were closed and 44 were opera. Traffic accidents were the most cause of the injury. In 96 patients, the tibial fracture was the only inju.ry, i,x 37 patients other injuries also were present. 7 patients had bilaterall tibial fractures. The patients were followed al least unlu/ to clinical and radiographical union of the fracture. Iri (his series, the overall succes rates in healing of the fractures with open and closed method_v were highly satisfactory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Portal Hipertansiyonda Cerrahı Tedavı
SurgIcal Treatment In Portal HypertensIon
1989-1992 yılları arasında S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde portal hipertansiyon tanısı alan 12 olguya; 3 selektıf, 8 nonselektıf şant, 1 özofagogastrik transseksiyon ve 2 Sugiura-Futagawa işlemi olmak üzere 14 cerrahi girişim uygu-lanmıştır. Özofagogastrik transseksiyon uygulanan 1 ve Su-giura -Futagawa işlemi uygulanan 2 olgu dışında tüm girişimler efektif şartlarda yapılmıştır. Sugiura işlemi uygulanan 2 olgu dışında operatif mortalite olmamış, 3 ay-2 yıllık takiplerde hiçbir ol-guda tekrarlayan kanama gözlenmemiştir.
Between 1989 and 1992 in University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 12 patients were diagnosed with portal hypertension. 14 surgical intervention (3 selective and 8 nonselective shunt, 1 eosophageal transsection and 2 Sugiura-Fwagawa procedure) were peıforıned ta these patients. Except 1 oesophageal transsection and 2 Sugiura-Futagawa operation, all operations were peıformed in elective conditions. Expect 2 cases underwent Sugiura-Futagawa operation, there were no operative mortality. Ir wasn't developed the recurrent hemorrhage in following 3 mounts to 2 years.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisinde Çocuk Acilden İstenen Cerrahi Konsültasyonlar
Alper Yıldırım, Abdullah Yazar, Fatih Akın, Ahmet Osman Kılıç, Mehmet Uyar, Ayşegül Zaimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisinde Çocuk Acilden İstenen Cerrahi Konsültasyonlar
ConsultatIons To SurgIcal Departments In PedIatrIc Emergency Department In CovId-19 PandemIc
Amaç: Çalışmanın amacı pandemi döneminde çocuk acil servisten cerrahi branşlara danışılan hastaların
klinik özelliklerinin ve konsültasyon sürecinin değerlendirilmesi, elde edilen bulguların pandemi öncesi verilerle
kıyaslanmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Araştırma 11.03.2020-11.03.2021 tarihleri arasında hastanemizin çocuk acil servisinde
yapılmıştır. 0-18 yaş grubundaki hastalar geriye dönük olarak cinsiyet, yaş, tanı, konsültasyon sonucu, konsültasyon
yanıt süresi açısından değerlendirildi. Elde edilen bulgular 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasındaki pandemi
öncesi verilerle karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların; %42,4'ü kadın, %57,6'sı erkektir. Ortalama yaş 6,9±4,9 yıldır. Hastalarımızın %27,3'ünün
cerrahi kliniklerden birine yabancı cisim, %22,2'sinin akut karın, %10,6'sının yabancı cisim aspirasyonu tanısı ile
başvurduğu belirlendi. Hastaların %38,5'inin çocuk cerrahisi, %33,9'unun kulak burun boğaz ve %11,4'ünün göğüs
cerrahisi bölümüne konsülte edildiği belirlendi. Ortalama konsültasyon yanıt süresi 72,2±48,8 dakikaydı. Pandemi
sırasında acil servise başvuran hastaların tanı dağılımı, konsültasyon yanıtlanma süresi, konsültasyon yapılan
cerrahi bölüm dağılımı, konsültasyon sonuçları, cerrahi bölümlere göre konsültasyon yanıt sürelerinin dağılımı
pandemi öncesi döneme göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05).
Sonuç: Çalışmamızda pandemi döneminde çocuk acil servisine başvuran hasta sayısının azaldığı, yatış sayısının
arttığı, travma ve yakın fiziksel temasla ilişkili tanıların azaldığı, epididimoorşit tanılarının arttığı saptandı. Bununla
beraber konsültasyon yanıtlanma sürelerinin oldukça uzadığı gör üldü.
Aim: The aim of the study was to evaluate the clinical features and consultation process of the patients who
were consulted from the pediatric emergency department to the surgical departments during the pandemic
period, and to compare the findings with the data before the pa ndemic.
Patients and Methods: The research was conducted between 11.03.2020-11.03.2021 in the pediatric
emergency department of our hospital. The enrolled patients at 0-18 years of age were retrospectively
evaluated in terms of gender, age, diagnosis, consultation result, consultation response time. Our study was
compared with the prepandemic data between 01.01.2019 and 31.12 .2019.
Results: Of the patients; 42,4% were female and 57,6% were male. The mean age was 6,9±4,9 years. It
was determined that 27,3% of our patients were consulted to one of the surgical clinics with the diagnosis of
foreign body, 22,2% acute abdomen, 10.6% foreign body aspiration. It was found that 38,5% of the patients
were consulted to the pediatric surgery department, 33,9% to the otolaryngology department and 11,4% to the
thoracic surgery department. The mean consultation response time was 72,2±48,8 minutes. The distribution
of diagnoses, consultation response time, consulted surgical departments, consultation results by age groups,
and distribution of the consultation response times by surgical departments during the pandemic were found
to be statistically significant compared to the pre-pandemic pe riod (p<0,05).
Conclusion: In our study, it was found that the number of patients admitted to the pediatric emergency
department decreased during the pandemic period, the number of hospitalizations increased, the diagnoses
associated with trauma and close physical contact decreased, and the diagnosis of epididymorchitis increased.
In addition consultation response times were observed to be con siderably longer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adneksiyal Torsiyon Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Laparoskopi Ve Laparotominin Karşılaştırılması
Osman Balcı, Mehmet Sait İçen, Alaa S. Mahmoud
Araştırma makalesi
Özeti
Adneksiyal Torsiyon Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Laparoskopi Ve Laparotominin Karşılaştırılması
ComparIson Of Laparoscopy Versus Laparotomy In The Management Of Adnexal TorsIon
Bu çalışmada amacımız, kliniğimizde adneksiyal torsiyon ön tanısı ile laparoskopi veya laparotomi yapılan hastaların değerlendirilmesi ve her iki operasyon yönteminin karşılaştırılmasıdır. Ocak 2007 ile Aralık 2009 yılları arasında, karın veya kasık ağrısı nedeniyle acil servise başvuran, akut karın bulguları olan hastalar ile diğer hastanelerden adneksiyal torsiyon ön tanısı ile kliniğimize sevk edilen ve değerlendirme neticesinde adneksiyal torsiyon ön tanısıyla operasyona alınan 72 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Laparoskopi veya laparotomi ile adneksiyal detorsiyon, kistektomi, ooferektomi, total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi (TAH-BSO) yapılan hastaların yaşları, gebelik ve doğum sayıları, adneksiyal kitle boyutu, pre-operatif ve postoperatif hemoglobin (Hb) değerleri, operasyon ve hospitalizasyon süreleri karşılaştırıldı. Laparoskopik yaklaşım ile 28, laparotomi ile 44 hasta opere edildi. Laparoskopik olarak 6 olguya detorsiyon, 17 olguya detorsiyon ve kistektomi ve 5 olguya da salpingo-ooferktomi yapılmıştır. Laparotomi grubunda ise 3 hastaya detorsiyon, 17 hastaya detorsiyon ve kistektomi, 7 hastaya salpingo-ooferektomi ve 17 hastaya da TAH-BSO uygulanmıştır. Laparoskopi grubu genç ve paritesi düşük olan hastalardan oluşmaktaydı. Operasyon süresi laparoskopi grubunda daha kısa idi ve daha kısa sürede taburcu edilmişlerdi. Ortalama adneksiyal kitle çapları laparotomi grubunda daha büyüktü. Adneksiyal torsiyon jinekolojik aciller içinde geç kalınmadan müdahale edilmesi gereken önemli bir klinik durumdur. Özellikle fertilite isteği olan hastalarda en uygun cerrahi yaklaşım laparoskopi ve organ koruyucu cerrahi yapılmasıdır.
The aim of this study was to compare laparoscopy to laparotomy in the management of patients with suspected adnexal torsion. Seventy two patients with initial diagnosis of adnexal torsion that presented to our clinic with acute abdomen or were referred from other centers between January 2007 and December 2009 were included in this retrospective analysis. Data regarding age, gravidity, parity, size of adnexal mass, pre-operative and post-operative hemoglobin values, operation time and duration of hospitalization of patients that had adnexal detorsion, cystectomy, oopherectomy, total abdominal hysterectomy and bilateral salpingo-oopherectomy (TAH-BSO) performed via laparoscopy or laparotomy were recorded. Twenty eight patients were treated laparoscopically while 44 patients had laparotomy. In the laparoscopy group 6 cases had detorsion, 17 had detorsion and cystectomy and 5 cases had salpingo-oopherectomy. In the laparotomy group 3 had detorsion, 17 had detorsion and cystectomy, 7 had salpingo-oopherectomy and 17 patients had TAHBSO. Laparoscopy group consisted of young patients with low parity, operation time was shorter in laparoscopy group and the patients were discharged more rapidly. Average adnexal mass size was bigger in laparotomy group. Adnexal torsion is one of gynecological emergency that require urgent operation the most appropriate surgical approach is laparoscopy especially in patients who want to preserve their fertility.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda İnmemiş Testis Ve Yeni Tedavi Yaklaşımları
Müslim Yurtçu
Derleme
Özeti
Çocuklarda İnmemiş Testis Ve Yeni Tedavi Yaklaşımları
Undescended TestIs In ChIldren And New Treatment Approaches
İnmemiş testiste; ısı etkisiyle oluşan testis dejenerasyonunu ve infertiliteyi önlemek, malignite olasılığını ortadan kaldırmak, inguinal herni ve testis torsiyonu oluşumunu engellemek, travmaya predispozisyon oluşturmamak ve psikolojik olarak çocuğun etkilenmesini önlemek amaçlanır. Skrotumun bir tarafı az gelişmiş ise testis skrotum içine inmemiştir. Sağ ya da sol skrotum normal görünümdeyse, testis yukarı çıkmış ya da retraktildir. Retraktil testiste manipülasyonla testis skrotum içine çekildikten sonra skrotumda kalır, testis normal büyüklüktedir ve daha önce çoğunlukla skrotum içindedir. Ektopik testis perinede, femoral bölgede, pubopenil bölgede ya da karşı taraf skrotumda yerleşebilir. İnmemiş testiste bir yaşına kadar bekledikten sonra orşiopeksi ya da laparoskopik orşiopeksi yapılır; ektopik testiste hemen cerrahi girişim yapılır; retraktil testiste ise cerrahi girişim yapılmamalıdır
To prevent testicular degeneration caused by the effect of temperature, infertility, the formation of groin hernias, testicular torsion, predisposition to travma and negative effect to children psychologically at the children who had undescended testes are important. The testis doesn’t descend into the scrotum if hemiscrotum doesn’t grow sufficiently. If right or left scrotum appears to be normal, testis ascends or is retractil. Testes at the children who had retractil testes remain in scrotum after drawing into scrotum, the size of the testes are normal and the testes are frequently in scrotum since before. Ectopic testis can be localised at the regions of perineal, femoral, pubisopenil regions or contralateral scrotum. Orchiopexy or laparoscopic orchiopexy is performed after observing the children, who had undescended testis for one year. Surgical procedure should be carried out without waiting for the children who had ectopic testes, but not for the children who had retractile testis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Mehmet Metin Belviranlı, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Lema Tavlı, Sami Bilici
Araştırma makalesi
Özeti
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Pankreasın papiller kistik neoplazmı nadir görülen, düşük malignensi potansiyeli olan bir hastalıktır. Daha çok genç kadınlarda görülür ve erken olgularda cerrahi rezeksiyon yeterli görülmektedir. Karında şişlik ve ağrı şikayeti olan 26 yaşında bayan hasta pankreas tümörü tanısı ile ameliyat edildi ve histolojik olarak pankreasda papiller kistik tümör tespit edildi. Bu hasta tümörün pankreas neoplazmlan arasında oldukça nadir görülmesi. olgumuzda büyük çapta olması, organ metastazı olmadan damar ve kapsül invazyonu göstermesi sebebiyle literatür eşliğinde, klinik ve patolojik yönleri incelenerek sunulmuştur.
Papillary cystic neoplasrn of the pancreas is a rare pancreatic condition with low grade malignant behavior. It occurs mainly in young adult females and surgical resection is amenable to cure in early cases. A 26 yaar old woman who had epigastric mass and pain was operated on with the diagnosis of pancreatic tumor and biopsy specimens showed papillary cystic tumor. We report this case for it is a rare condition. great in size and his-tologically documented vascular and capsular invasion with no metastases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Vaka Dolayısı İle Prune Belly Sendromunda Ürolojik Tedavi
İbrahim Ünal Sert, Sevim Karaaslan, Lema Tavlı, Ali Acar, Ahmet Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Vaka Dolayısı İle Prune Belly Sendromunda Ürolojik Tedavi
UrologIcal Management Of Prune Belly Syndrome
Prune belly sendromlu 5 aylık bir erkek bebeğin ürolojik cerrahi tedavisi anlatilmış ve prune belly sendromunda cerrahi tedavinin indikasyonları üzerinde durulmuştur.
We presented a 5 monihs old rnale infant with prune belly syndrome and eınphasized the indications of operalive managernent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
UsIng An AmnIotIc Membran For Cover The Areas Of DermabrasIon And ChemIcal PeelIng
Dermabrazyona kimyasal yakma işleminin katılarak deri lezyonlarının tedavi edilmesi işlemine salabrazyon denilmektedir. Bu cerrahi işlem sırasında yüzeyel deri ve kötü oluşumlar atıldıktan sonra ter bezleri, yağ ve kıl folliküllerinden gelişen epitelizasyon açık sahayı örtmektedir. Bu yeni oluşacak epitelin korunması, enfeksiyona mani olunması için antibiyotik emdirilmiş gazlar örtülmektedir. Bu örtü yerine tarafımızdan daha önce greft alınmış sahaların örtülmesinde çok iyi sonuç aldığımız fizyolojik ve biyolojik özellikleri içeren amniyon zannı taze ve kurutulmuş şekli ile uyguladık. Aldığımız çok iyi sonuçlar nedeni ile bu yöntemin kullanılmasını önerdik.
The process of treating skin lesions by adding chemical burning to dermabrasion is called salabrazion. During this surgical procedure, after the superficial skin and bad formations are removed, epithelization developing from sweat glands, fat and hair follicles covers the open area. Antibiotic impregnated gases are covered to protect this new epithelium and to prevent infection. Instead of this cover, we applied the amnion membrane, which contains physiological and biological properties, in its fresh and dried form, which we achieved very good results in covering the areas where grafts were taken before. We suggested the use of this method because of the very good results we got.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Atrıal Mıksoma Ye Perıferık Embolı
Ufuk Tütün, Ufuk Özergin, Kadir Durgut, Tahir Yüksek, Tunç Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Atrıal Mıksoma Ye Perıferık Embolı
Left AtrIal Myxoma And ArterIal EmbolIsm
60 yavnda bir kadrn pasta bilateral femoral ar-teriel emboli nedeni cerrahi tedavi altina almdi. Ilea tetkikinde sol atriumdan koken alan mik-somanIn emholiye neden oldugu tespit edildi. Kar-diak miksoma te§his edildi§inde cerrahi mildahale ile kitlenin eksizyonu endikedir. Hastalar ope-rasyonunu bile beklerken emboli komplikasyonlari nedeni ile % 8-10 oramnda Oldiiklerinden genellikle acilen operasyona alormalithrlar.
A 60 year old woman was referred because of bi-lateral femoral arterial embolism. On examination a diagnosis of cardiac myxoma is made on the left side. Surgical removal is indicated whenever a di-agnosis cardiac myxoma is made. Generally it is concidered an urgent procedure, particulary if the patient has a history of embolism since it has been noted that 8% to 10% patients die from embolic complications while waiting for operation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral A. Superior Cerebelli Dublikasyonu
Ahmet Kağan Karabulut, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Ahmet Salbacak, Mehmet Erkan Üstün
Araştırma makalesi
Özeti
Bilateral A. Superior Cerebelli Dublikasyonu
BIlateral DuplIcatIon Of The SuperIor Cerebellar Artery
A. superior cerebelli (ASC), orijin ve yerleşim açısından fossa cerebri posterior’da bulunan arterler içerisinde en az varyasyon gösterenidir. Anatomi Anabilim Dalı rutin laboratuvar diseksiyonları sırasında 62 yaşındaki erkek kadavrasında ASC’nin a. basilaris’ten ayrılma noktasında her iki tarafta dublikasyon gösterdiği tespit edildi. Bölgedeki bu tür morfolojik varyasyonlarla ilgili çalışmalar nöroşirürjikal operasyonlar öncesinde ve anjiografik tetkiklerin değerlendirilmesi sırasında temel bir bilgi oluşturabilecektir.
The superior cerebellar artery (SCA) shows the least freçuent variation amongst the arteries in the posterior cerebral fossa according to its origin and localization. Bilateral duplications of SCA at the origin from the basillar artery was observed in 62 years old male cadaver during the routine dissections in the laboratory of Anatomy Department. Informations about these kind of variatons in this region may provide useful background knowledge prior to the neurosurgical operations and also for the evaluation of angiography
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Turner Sendromlu Bir Olguda Atnalı Böbrek Ve İzole Üreteropelvik Darlık
Talat Yurdakul, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Turner Sendromlu Bir Olguda Atnalı Böbrek Ve İzole Üreteropelvik Darlık
Case Report: A Turner Syndrome Case WIth Horseshoe KIdney And Isolyted UreteropelvIc JunctIon ObstructIon
Atnalı böbrek renal füzyon anomalileri içinde en sık görülenidir. Toplumda % 0.25 oranında görülür. Kromozom anomalileri ile birlikte görülebilir. Turner sendromunda en sık görülen renal anomali atnalı böbrektir. Atnalı böbreklerde üreter obstrüksiyonuna bağlı hidronefroz, sık üriner sistem infeksiyonu, lomberağrı, tekrarlayan taş oluşumu gibi komplikasyonlar görülebilir. Bu yüzden obstrüksiyon endoskopik veya açık cerrahi yöntemlerle düzeltilmelidir. Turner sendromlu bir olguda atnalı böbrek ve izole üreteropelvik darlık nedeniyle gelişmiş hidrone froz olgusu sunulmuştur.
Horseshoe kidney is the most common type of renal fusion malformation. The incidence rate is % 0.25 İn public. This malformation may accompany to the chromosomal abnormalities. The most freguent renal abnormality in Turner syndrome is horseshoe kidney. There might be seen complications such as hydronephrosis, freguent uri- nary tract infections, lumber pain and recurrent stone formation due to ureteral obstruction. So that obstruction should be corrected by endoscopic and surgical methods. W e present a horseshoe kidney case with hydronephro sis due to isolated ureteropelvic junction obstruction in a patient who has turner syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Ömer Erdur, Mehmet Şentürk, Nurdoğan Ata, Ersen Koç, Gültekin Övet, Necat Alataş
Olgu sunumu
Özeti
Nazofarenkste Ekstramedüller Plasmasitom
Extramedullary Plasmacytoma In The Nasopharynx
Seksen yaşında erkek hasta kliniğimize, burundan nefes
alma güçlüğü, burun kanaması ve nadiren ağızdan kan gelmesi
şikayetleri ile başvurdu. Hastanın oral, anterior rinoskopik ve
otoskopik muayenelerinde özellik saptanmazken yapılan fiberoptik
nazofaringoskopik incelemede nazofarinkste kitle gözlendi. Alınan
derin nasofarinks biyopsisi ile hastaya ekstramedüller plazmasitom
tanısı konuldu. Plazmasitomalar plazma hücresi tümörleri olup
soliter olarak kemik iliği dışında ortaya çıkarlar ve multipl myelom ile
ilişkili olabilirler. Baş boyun bölgesinde ekstramedüller plazmasitom
(EMP) olguları nadiren gözlenir. Nazofarinksin malign tümörleri
cerrahi ve/veya radyoterapi ile tedavi edilirler. Ekstramedüller
plazmasitomlar radyosensitif olarak bilinmelerine rağmen birçok
yazar tarafından kombine cerrahi ve radyoterapi önerir. Hasta ile
tüm tedavi seçenekleri paylaşıldığında hasta cerrahiyi kabul etmedi.
Bunun üzerine radyoterapiye yönlendirilen hastanın yirmidokuz aylık
kontrollerinde nüks saptanmadı. Burun tıkanıklığı, epistaksis gibi
şikayetlerle başvurun ileri yaş hastalarda daha dikkatli olunmalı ve
mutlaka nazofarinks ve nazal kavite endoskopik olarak detaylı bir
şekilde değerlendirilmeli.
Eighty year old, male patient presented to our clinic with
symptoms of difficult nose breathing, epistaxis and rarely
hemoptysis. No abnormalities were seen during oral, anterior nasal
and ear examination of the patient. A mass in the nasopharynx was
observed during the fiberoptic nasopharyngoscopic examination. The
patient was diagnosed as extramedullary plasmacytoma based on the
deep biopsy from nasopharynx. Plasmacytomas are tumors of plasma
cells, develop outside the bone marrow as solitary masses and they
may be associated with multiple myeloma. Cases of extramedullary
plasmacytoma (EMP) in the head-neck area develops rarely.
Malignant tumors of the nasopharynx are treated surgically and/or via
radiotherapy. Extramedullary plasmacytomas are known to be radiosensitive,
however, many authors recommend a combined therapy of
surgery and radiotherapy. All the treatment options were explained to
the patient, however, the patient did not accept surgery. Therefore,
the patient was started on radiotherapy and no recurrences were
observed during the twenty-nine-month follow-up period. More
caution should be exercised for elderly patients presenting with nasal
obstruction, epistaxis, and their nasopharynx as well as nasal cavity
should be endoscopically assessed in detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesi Agenezisi; Nadir Bir Konjenital Hastalık
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Adil Kartal
Olgu sunumu
Özeti
Safra Kesesi Agenezisi; Nadir Bir Konjenital Hastalık
Gallbladder AgenesIs, A Rare CongenItal DIsorder
Safra kesesi agenezisi toplumda 10000’de 1-2 arasında görülen
nadir konjenital anomalidir. Olgular üst karın ağrısı gibi biliyer tip
bulgularla karşımıza çıkabilirler. Ultrason biliyer semptomlar için
ilk tercih edilecek görüntüleme yöntemidir. Ancak ultrasonografi ile
safra kesesi agenezisini sıklıkla yanlış yorumlanır. Laparoskopik
cerrahi esnasında teşhis edilen safra kesesi agenezisi ve safra
yolları amomalisini olan olguyu sunduk. Sonuç olarak birçok hastanın
tanısı laparoskopi sonrası açık cerrahi kolesistektomi esnasında
safra kesesinin olmaması ile teşhis edilir. Laparoskopi esnasında
safra kesesi agenezisinden şüphelenildiğinde açık cerrahi prosedüre
geçmek gereksizdir. Aksi halde biliyer kanal yaralanması ile birlikte
artmış mortalite ve morbititeye neden olunabilir.
Agenesis of the gallbladder is a rare congenital anomaly occurring
in 1 to 4 people of a population of 10000. It may present with biliary
type symptoms such as upper abdominal pain requiring further
investigation. Ultrasound is the first choice of imaging for biliary
symptoms but is frequently misleading in the context of Gallbladder
Agenesis. We report a case of congenital Gallbladder Agenesis and a
biliary tract abnormality diagnosed by laparoscopy. As a result most
patients are diagnosed following conversion of laparoscopic to open
cholecystectomy and subsequent failure to identify the gallbladder.
Failure to suspect Gallbladder Agenesis at laparoscopy can result in
unnecessary open surgery and a high risk of bile duct damage with
corresponding postoperative morbidity and mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Asemptomatik Dev Overial Benign Müsinöz Kistadenom
Bartu Badak, Özgür Türk
Olgu sunumu
Özeti
Asemptomatik Dev Overial Benign Müsinöz Kistadenom
AsymptomatIc Huge OverIal BenIgn MucInous Cystadenoma
Overin benign müsinöz kistadenomu büyük boyutlara ulaşabilir.
Abdominal kistik kitleler büyük boyutlara ulaşmadan genellikle belirti
vermemektedir. Olgumuzda olduğu gibi büyük boyutlara ulaşan
bir abdominal kistin asemptomatik bir klinik seyir izlemesi nadir
karşılaşılan bir durumdur. Bu makalede asemptomatik dev overial
benign müsinöz kistadenom olgusunu sunarak abdominal kistlere
yaklaşımı değerlendirmek istedik. Abdominal kistlerin tanısında
ultrasonografi yararlı bir tetkiktir. Ayırıcı tanı için ileri görüntüleme
yöntemi olarak abdominal tomografi veya manyetik rezonans tercih
edilmelidir. Cerrahi tedavide genellikle orta hat insizyon ile açık
cerrahi müdehale tercih edilmektedir. Açık cerrahi konvansiyonel
bir yöntem olarak önemini korumaktaysa da laparoskopik cerrahi
yöntemler giderek yaygınlaşmaktadır.
Asymptomatic huge overial benign mucinous cystadenoma:
A case report. Overial benign mucinous cystadenoma can grove
huge sizes. Abdominal cysts are usually asymptomatic unless
they have huge sizes. It is a rare condition asymptomatic clinical
course of a huge abdominal cyst as like in our case. We aim to
examine abdominal cysts by presenting a case of huge overial
benign mucinous cystadenoma in this article. Abdominal ultrasound
imaging is a useful exemination in diagnosis of abdominal cysts.
For differential diagnosis abdominal tomography and magnetic
resonance must perform as a advenced imaging method. Surgical
treatment is usually open surgery performed by a median incision.
Although open surgical tecniques are protecting importance as a
convential prosedure laparoscopic surgical methods are increasingly
having popularization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Drez Operasyonu
Mehmet Erkan Üstün, Adnan Köroğlu, Fatih Sümer, Ertuğ Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Drez Operasyonu
Kliniğimizde ilk kez yapılan DREZ ameliyatının fizyopatalojik ve cerrahi esaslara takdim edilmiştir. Brakial pleksus avulziyonuna bağlı deafferantasyon ağrısı olan yaka takdim edilmiştir.
The physlopathological and surgical principles of DRF7 (Dorsal Root Entry Zone) operation have been int-roduced in the patient suffering from deafferatantion pain due to brachial plexus avulsion, DREZ operation and the case history have been described.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
Kenan Demir, Hakan Akıllı
Olgu sunumu
Özeti
Opere Edilmeden Erişkin Yaşa Ulaşan Nadir Bir Konjenital Kalp Hastalığı Tek Ventrikül
A Rare Case Of CongenItal Heart DIsease In An Unoperated Adult PatIent SIngle VentrIcule
Tek ventrikül nadir görülen bir konjenital kalp hastalığıdır. Prognozunun kötü olması nedeni ile cerrahi tedavi uygulanmadan erişkin yaşa ulaşan hasta sayısı azdır. Literatürde 5-6. dekata ulaşan vakalar bildirilmektedir. Sunacağımız vakayı ülkemizden bildirilen, opere edilmeden en ileri yaşa ulaşan tek ventrikül olgusu olması ilginç kılmaktadır.
Single ventricle is a rare congenital heart disease. The number of patients who reach to adult age without surgical operation due to poor prognosis are rare. There are publications that report cases reached to 5 to 6 decades in the literature. What makes the present case interesting is that it is the single ventricule that reaches the oldest age without operation reported in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik Esnasında Adneksiyal Kitlelere Laparoskopik Yaklaşım
Osman Balcı, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelik Esnasında Adneksiyal Kitlelere Laparoskopik Yaklaşım
LaparoscopIc Management Of Adnexal Masses DurIng Pregnancy
Bu çalışmada amacımız kliniğimizde gebelik esnasında adneksiyal kitle saptanan ve laparoskopik cerrahi yaklaşımla tedavi edilen olgularımızın değerlendirilmesidir. Ocak 2005 ile Aralık 2009 yılları arasında, kliniğimizde gebelik esnasında adneksiyal kitle tespit edilen veya dış merkezlerden kliniğimize gebelik+adneksiyal kitle tanısıyla sevk edilen ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 18 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, ultrasonografi (USG) bulguları, uygulanan laparoskopik yöntemler ile operasyon ve hospitalizasyon süreleri açısından incelendi. Çalışmamız 18 olgudan oluşmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 28.5±4.3 (20–37) ve ortalama gebelik haftaları 13.1±3.3 (8–20) hafta idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı şikayeti ile başvurmuşlardır. Hastalarda USG bulguları olarak gebelik ve sıklıkla adneksiyal bölgede kist tespit edilmiştir. 8 hastada aynı zamanda adneksiyal torsiyon saptanmıştır. Hastalarımızın 9’u 1. trimesterde, 9’u ise 2. trimesterde idi. Laparoskopik olarak 10 olguya kistektomi, 6 olguya detorsiyon ve kistektomi ve 2 olguya da salpingo-ooferktomi yapılmıştır. Ortalama adneksiyal kitle çapı 7.8±2.3 (5–15) cm idi. Ortalama operasyon süresi 37.2±7.1 (25– 50) dakika ve ortalama hastanede kalış süresi 1.8±0.6 (1–3) gün idi. Hiçbir olgumuzda abortus gelişmemiştir. Gebelik esnasında adneksiyal kitlelere cerrahi yaklaşımda uygun hastalarda ve deneyimli laparoskopistlerin varlığında en uygun yöntem laparoskopik cerrahi yapılmasıdır. Uzman bir kadro tarafından yapıldığında laparoskopik cerrahi anne ve bebek açısından güvenli ve avantajlı görülmektedir.
The aim of this study was to evaluatie of adnexal masses cases that were diagnosed and laparoscopically treated during pregnancy in our clinic. This retrospective study included 18 cases that were diagnosed to have adnexal masses during pregnancy or referred from other clinics to our clinic and treated by laparoscopy between January 2005 and December 2009. Patient’s characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, and type of laparoscopic surgery, operation time and hospitalization time were recorded. Eighteen women with adnexal masses during pregnancy who underwent laparoscopic surgery were included in this study. The average age of the patients was 28.5±4.3 (range 20–37) years and the average gestational age was 13.1±3.3 (range 8–20) weeks. The patients presented usually with pelvic pain. Adnexal cyst was mostly seen by ultrasonographic evaluation. Adnexal torsion was detected in 8 patients. Nine patients were in first trimester, other 9 patients were in second trimester. We performed laparoscopic cystectomy in 10 patients, detorsion and cystectomy in 6 patients and salpingoooferectomy in 2 patient’s. Mean adnexal mass size was 7.8±2.3 (range 5–15) cm. Mean operation time was 37.2±7.1 (25–50) minutes and mean hospitalization time was 1.8±0.6 (1–3) days. Abortion was not detected in our cases. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for patients with adnexal masses during pregnancy in the presence of expert surgeons. Laparoscopic surgery if performed by experienced surgeons seems to be safe and better management method for maternal-fetal health.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
El Defektleri İçin Kasık Flebinin Kullanımı: Serbest Veya Pediküllü, Hasta Bildirim Sonuçlarına Göre Hangisi Öncelikli Olmalı?
Selman Hakkı Altuntaş, Mustafa Asım Aydın, Osman Gurdal, Fuat Uslusoy, Ömer Faruk Dilek
Araştırma makalesi
Özeti
El Defektleri İçin Kasık Flebinin Kullanımı: Serbest Veya Pediküllü, Hasta Bildirim Sonuçlarına Göre Hangisi Öncelikli Olmalı?
The Use Of Groın Flap For Hand Defects: Whıch Should Be Prıor, Free Or Pedıcled, Based On Patıent-Reported Outcomes?
ÖZET
Giriş: Eldeki geniş defektlerin çoğu, tendon ve kemikleri açıkta olması nedeniyle vaskülarize cilt örtüsü gerektirir. Bu endikasyon için pediküllü kasık flebi standart bir flep olarak önerilmiştir. Ancak üst ekstremitenin immobilizasyonu dezavantaj olabilir. Kasık flebini serbest flep olarak kaldırmak da mümkündür. Serbest flebin dezavantajı, zaman alıcı bir mikrocerrahi işlem olmasıdır. Geniş el defektleri olan hastalarda pediküllü ve serbest kasık flebi rekonstrüksiyonlarını hasta bildirim sonuçlarına göre karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında ellerindeki geniş defektler nedeniyle pediküllü veya serbest kasık flebi yapılan 16 hasta bu çalışmaya dahil edildi. Çalışma retrospektif klinik anket çalışması olarak gerçekleştirildi. Hastalar pediküllü kasık flebi grubu (n=8) ve serbest kasık flebi grubu (n=8) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastalar 2 yıl takip edildi. Hastalara postoperatif dönemde DASH ve SF-36 testleri uygulandı. Ameliyat öncesi ve sonrası ağrı Vizüel Analog Skala ile değerlendirildi. Hastalara; hangi gün, ağrı çekmeden yürüyüp tuvalette oturabildikleri ve günlük işleri için ikinci bir kişiye ihtiyaç duymadıkları soruldu.
Bulgular: Pediküllü flep uygulanan hastaların yarısında ciddi dirsek ve omuz ağrısı vardı ve fizik tedavi gerektirdi. Yara iyileşmesi serbest kasık flebi grubunda anlamlı olarak daha erken tamamlandı (p<0,05). Pediküllü grupta ortalama hastanede kalış süresi serbest flep grubundan (sırasıyla 21 gün ve 13 gün) daha uzundu ve bu istatistiksel olarak anlamlı değildi. DASH skorları pediküllü flep grubunda subakut ve kronik evrede 92 ve 72 iken, serbest flep grubunda sırasıyla 52 ve 24 bulundu (p=0,012 ve 0,002). SF-36 skorlarına göre pediküllü flep grubunda fiziksel fonksiyonlar anlamlı olarak bozulmuştu (p < 0.001). İkinci kişinin günlük çalışması için ihtiyaç duyduğu gün sayısı pediküllü grupta 79, serbest flep grubunda 24 idi (p=0.041). Ağrısız tuvalete oturma pediküllü grupta 63. günde, serbest flep grubunda 15. günde başlandı (p=0.036).
Sonuç: Kasık flebinin serbest flep olarak transfer edilmesi ile omuz ve dirsek eklemi ile ilgili problemler ortadan kalktı, el rehabilitasyonuna daha erken başlanabildi ve günlük işlere dönüş süresi kısaldı. Eğer kasık flebi tercih edilecekse, serbest stil ilk olarak gözönüne alınmalıdır.
ABSTRACT
Introduction: Most of the large defects in the hand are required vascularized skin coverage because they exposed tendons and bones. A pedicled groin flap has been offered as a standard flap for this indication. But immobilization of the upper extremity can be a disadvantage. Raising the groin flap is also possible as a free flap. The disadvantage of free flap is a time-consuming microsurgical procedure. We aimed to compare the pedicled and free groin flap reconstructions in patients with large hand defects based on patient-reported outcomes.
Materials and Methods: Sixteen patients who had groin flaps pedicled or free for the large defects of their hands were included in this study between 2013-2020. This study was performed retrospectively clinical survey work. Patients were divided into two groups: the pedicled groin flap group (n=8) and the free groin flap group (n=8). Patients were followed for 2 years. The patients were subjected to DASH and SF-36 tests after a postoperative period. Pre- and postoperative pain were evaluated with the Visual Analogue Scale. On which day they could walk and sit in the toilet without pain and not needed a second person for daily work, the patients were asked.
Results: Half of the patients with pedicled flaps had serious elbow and shoulder pain and required physical therapy. The wound healing was completed significantly earlier in the free groin flap group (p<0.05). The mean hospital stay in the pedicled group was longer than the free flap group (21 days and 13 days, respectively), which was statistically insignificant. The DASH scores were found to be 92 and 72 in the subacute and chronic stages in the pedicled flap group, whereas 52 and 24 were found in the free flap group, respectively (p = 0.012 and 0.002). According to SF-36 scores, physical functions were impaired significantly in the pedicled flap group (p < 0.001). The number of days needed by the second person for daily work was 79 in the pedicled group and 24 in the free flap group (p = 0.041). Sitting in the toilet without pain was started on the 63rd day in the pedicled group and on the 15th day in the free flap group (p = 0.036).
Conclusions: By transferring the groin flap as a free flap, the problems related to shoulder and elbow joints have disappeared, hand rehabilitation could be started earlier, and the time to return to daily work was shortened. So, if the groin flap is preferred, free style should be considered first.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Ahmet Kaya, Şükrü Bülent Özer, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
PrImary HyperparathIroIdIsm And SurgIcal Treatment
S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1986-1992 yılları arasında primer hiperparatiroidi tanısı ile ameliyat edilen 8 olgu sunulmuştur. 7 olguda serum kalsiyum ve parathormon seviye-si yüksekti. 1 olgu dışında digerlerinde serum kreati-nin seviyesi normaldi. Preoperatif dönemde 2 olguda US ile, 5 olguda US+CT ile bir paratiroid bezinde büyüme saptandı. 1 olguda herhangi bir paratiroid bezinde büyüme saptanamadı. Adenom olduğu düşünülen 7 olguda paratiroid gland eksizyonu uygu-landı ve nodüler guatr da saptanan 3 olguda aynı za-manda subtotal tiroidektomi de yapıldı. Iliperplazi düşünülen 1 olguda 3112 paratiroid bezi çıkartılarak subtotal paratiroidektomi uygulandı. Histopatolojik tatlılar tüm olgularda benign olarak saptandı.
In University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 8 cases operated with diagnosis of primary hyperparathyroidism between 1986-1992 were presented. The level of the serum calcium and parathormon were high in 7 cases. Except one case, the level of serum creatinin were normal. In preoperative period, it was found enlarged one parathyroid gland by US in 2 cases and by US+CT in 5 cases. It was not found any enlarged parathyroid gland in one case. It was performed parathyroid gland excision in 7 cases considered as adenoma and also performed subtotal thyroidectomy in 3 cases with nodular goitre. In one case considered as hyperplasia, it was performed subtotal parathyroidectomy by exicision of 3 112 parathyroid glands. The results of hystopathologic studies were benign in all cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tesadüfen Tespit Edilen Çift Vena Kava İnferior
anomalisi
Mustafa Cüneyt Çiçek, Yüksel Dereli, Ömer Tanyeli, Ömer Faruk Çiçek
Olgu sunumu
Özeti
Tesadüfen Tespit Edilen Çift Vena Kava İnferior
anomalisi
Double InferIor Vena Cava Anomaly DetermIned By Chance
Vena kava inferior, embriyolojik hayatın beşinci ve sekizinci
haftaları arasında üç çift primitif venin kompleks anastomozu
sonucu oluşur. Vena kava inferiorun bu kompleks embriyolojik
gelişimi sırasındaki anormallikler sonucu, çeşitli anomaliler meydana
gelebilir. Nadir olarak rastlanan çift vena kava inferior anomalisi
en sık görülen inferior vena kava patolojisidir. Bu makalede, akut
karın ağrısı ile hastanemize başvuran ve rutin tetkikler esnasında
tesadüfen tespit edilen çift vena kava inferior anomalisi bulunan, 17
yaşında bir erkek hasta sunuldu. Son yıllarda, modern görüntüleme
tekniklerinin gelişmesi ve bunların klinik kullanımının yaygınlaşması
ile asemptomatik vena kava inferior anomalilerinin tesadüfi olarak
tespit edilmesine olanak sağlanmıştır. Özellikle retroperitoneal
cerrahi operasyonlarda oluşabilecek komplikasyonları önlemek adına
çift vena kava inferior anomalisinin tespit edilmesi önemlidir.
The inferior vena cava is formed by complex process involving
the several anastomoses between three paired embryonic veins
during the fifth to the eighth week of embryonic development. It is
reported that abnormalities in this complex development may result
various defects. Double inferior vena cava is the most common
anomaly affecting the vena cava, though it is a rare pathology. In
this study, a 17 year old male patient was presented who admitted
to our hospital with acute abdominal pain and were determined by
chance during routine inspections double inferior vena cava anomaly.
In recent years, the development of modern imaging techniques and
with the widespread clinical use of these asymptomatic inferior vena
cava anomaly has been identified as incidental facilities are provided.
In particular, retroperitoneal surgery in order to avoid complications
that could occur in pairs inferior vena cava anomaly detection is
important.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eritropoetinin Kemoterapi Uygulanan Ratlarda Kolon Anastomozlarının İyileşmesi Üzerine Etkisi
Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Mehmet Metin Belviranlı, Faruk Aksoy, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Eritropoetinin Kemoterapi Uygulanan Ratlarda Kolon Anastomozlarının İyileşmesi Üzerine Etkisi
Influence Of ErythropoIetIn On HealIng Of ColonIc Anastomoses In Rats Treated WIth Chemotherapy
Amaç: Eritropoetinin barsak anastomozu yapılan ve kemoterapi uygulanan ratlarda anastomoz iyileşmesi üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışma Selçuk Üniversitesi Deneysel Araştırma Merkezi (SÜDAM)’inde gerçekleştirildi. Ratlar 10’ar denekten oluşan 4 gruba ayrıldı. Bütün gruptaki denekler cerrahi işlem öncesi tartıldı ve orta hat kesisi ile laparotomi yapıldı. I. grup deneklere sigmoid kolon anastomozu yapıldıktan sonra standart besleme dışında bir işlem yapılmadı. II. gruba kolon anastomozu sonrası subkutan eritropoetin (EPO) injeksiyonu yapıldı. III. gruba kolon anastomozu yapıldıktan sonra intraperitoneal 5-şuorourasil (5-FU) injekte edildi. IV. gruba kolon anastomozu sonrası intraperitoneal 5-şuorourasil ve subkutan eritropoetin injeksiyonu yapıldı. Anastomozdan sonraki 7. günde ratlar tartıldı ve sakrifiye edildi. Gruplar arasındaki anastomoz patlama basıncı, anastomoz hattından alınan numunelerde hidroksiprolin seviyesi ve histopatolojik olarak kollajen ve fibroblastdan zengin bağ dokusu oluşumu, anjiyojenezdeki artış, inşamasyondaki yoğunluk ve nekroz varlığı değerlendirildi. Bulgular: Eritropoetin uygulanan ratlarda diğer gruplara göre patlama basınçları, hidroksiprolin düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Histopatolojik incelemede eritropoetin grubunda anjiyojenez ve kollajenden zengin bağ dokusu oluşumunda artış, inşamasyon ve nekroz oluşumunda anlamlı şekilde azalma görüldü. Eritropoetinin bu olumlu etkileri 5-şuorourasil uygulanan ratlarda da tespit edildi. Sonuç: Kolokolik anastomoz yapılan ratlarda eritropoetinin inşamasyon, proliferasyon ve yeniden yapılanma üzerine olan etkisiyle anjiyojeneze olumlu etkiler yaptığı düşünülmüştür. Aynı olumlu etkiler 5-şuorourasil kullanılan ratlarda da gözlenmiştir. Bu nedenle eritropoetinin kolokolik anastomozlardan sonra ve özellikle kemoterapi gibi anastomoz iyileşmesini olumsuz etkileyen durumlarda anastomoz kaçağı riskini azaltacağı beklenebilir.
Aim: We aimed to search the effects of erythropoietin on anastamoses recovery in the rats to which rchemotherapy was applied and intestine anastomos was made. Material and Method: The study was carried out at Selcuk University Experimental Research Center (SUDAM). The rats were divided into 4 groups including 10 subjects. The subjects in all groups were weighed before the surgical operation and laparotomy was made with middle line cutting. Nothing but standard feeding was made to the subjects in the 1st group after making sigmoid colon anastomoses. Subcutan erythropoietin injection was administered to the 2nd group after colon anastomoses. The 3rd group was injected intraperitoneal 5- fluorouracil after colon anastomoses was made. The 4th group was made intraperitoneal 5- fluorouracil after colon anastomoses, and subcutan erythropoietin injection was administered.On the 7th day following the anastomoses, the rats were weighed and they were sacrificed. Anastomoses bursting pressure among the groups, hydroxyproline level in the samples taken from anastomoses line and collagen and rich bind tissue formation from the fibroblast histopathologically, the rise angiogenesis, intensity in inflammation and the existence of necrosis were evaluated. Results: In the rats to which erythropoietin was applied, the bursting pressures and hydroxyproline levels were significantly higher than those of the control group statistically. During the histopathological examination, it was seen that rich bind tissue formation from angiogenesis and collagen in the erythropoietin group rose while there was a significant reduction in the formation of inflammation and necrosis. These positive effects of erythropoietin was also established in the rats to which 5- fluorouracil was applied. Conclusion: In the rats to which colo-colic anastomoses was made, it was considered that erythropoietin inflammation had positive effects on angiogenesis with its influences on proliferation and restructuring. The same positive effects were observed in the rats which used 5-fluorouracil. Thus, it can be expected that erythropoietin can reduce the risk of anastomoses escape after colo-colic anastomoses and in conditions such as chemoteraphy, which negatively affects the recovery of anastomoses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
Özlem Güner, Gül Ertem
Derleme
Özeti
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
EvIdence-Based Approachs In The Management Of Postpartum Haemorrhage
Ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi olan postpartum hemoraji; dünyada anne ölümlerinin yaklaşık ¼’ünden sorumlu olup, bebeğin doğumundan sonraki ilk 24 saat içinde genital yoldan 500 ml yada daha fazla kan kaybedilmesi olarak tanımlanırken, şiddetli postpartum hemoraji ise 1000 ml. den fazla kan kaybını ifade etmektedir. En sık rastlanan nedenleri; uterus atonisi, genital traktus yaralanmaları ve plasenta retansiyonudur. Tedavisinde uterin fundusa etkin masaj uygulanması, myometriumu kontakte eden ajanların kullanımı, hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yada embolizasyonu gibi birçok yöntem kullanılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi postpartum hemorajidir. Postpartum hemoraji bağlı yaşanan maternal mortalite oranlarını azaltmakta tedavi ve bakım da kanıt temelli yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde doğumun üçüncü evresine yönelik çeşitli uygulamalar, farmakolojik ve cerrahi yaklaşımlar kullanılmakla birlikte tüm tedavilerde yeterli düzeyde kanıta dayalı çalışmaların olmadığı görülmektedir. Postpartum hemorajinin tedavi edici yaklaşımlarının büyük bir kısmında klinik verilerin sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu derlemede postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde yer alan güncel yaklaşımları belirlemek ve uygulanan girişimlerin yeterlilik düzeyi konusunda sağlık profesyonellerinin bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır.
\r\n
Postpartum haemorrhage (PPH) which is the first cause of maternal mortality in our country is responsible for about 25% of maternal deaths in the world . While PPH is defined as loss of 500 ml or more of blood from the genital tract within 24 hours of thebirth of a baby, severe PPH is blood loss exceeding 1,000 mL. The most common causes are uterine atony, genital tract injuries and placental retention. Many methods are used such as effective implementation of the uterine fundus massage, the use of agents which myometrium contact, hypogastric and/or uterine artery ligation or embolization in its treatment. Despite this, PPH is the primer cause of maternal death in our country. To reduce maternal mortality rates caused by dependence of PPH, evidence-based approaches are important in treatment and care. Pharmacological, surgical approaches and various applications for the third stage of labour in the prevention and treatment of PPH are used. But there are no evidence-based studies at adequate levels for all treatment. The clinical data in a large part of the PPH/therapeutic approach are limited. Therefore, it is intended in this article to determine the current approaches related to the prevention of postpartum haemorrhage and to inform health professionals about the adequacy of the initiatives implemented.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bezoarlara Bağlı Barsak Tıkanmaları
A. Erkan Ünal, Ömer Karahan, Adil Kartal, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Bezoarlara Bağlı Barsak Tıkanmaları
IntestInal ObstructIons Due To Bezoars
Bu çalışmada fitobezoarlara bağlı akut barsak tıkanmalı altı hasta sunuldu. Hastaların hepsinde, ülser nedeniyle önceden geçirilmiş mide ameliyatı ile Trabzon hurması (Amerikan hurması) ve/veya portakal yenilmesi öyküsü mevcuttu. Hastaların tümü cerrahi olarak tedavi edildi. Beş hastaya kapalı dekompresyon, birine açık dekompresyon (enterotomi) yapıldı. Bir hasta nüks ve intussusepsiyon nedenleriyle iki kez daha ameliyat edildi. Ülser nedeniyle mide ameliyatı geçiren hastaların, Trabzon hurması veya portakal gibi yiyecek maddelerini lifleriyle beraber yememeleri konusunda uyarıImaları gerektiği sonucuna varıldı.
In this study, six patients with acute intestinal obstructions due to phytobezoars is presented, All of patients had previous gastric surgery for ulcer disease and had a history of persimrnon or orange ingestion. Whole patients were treated surgically. Five patients were applied close decompreiion and one patient was applied opera decompretion (enterotomy) A patient was reoperated twice because of relapse and intussusception. Consequently, patients who have undergone gastric surgery for ulcer disease should be warned about not tü eat persimmon or orange with their fibers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sünnetli Distal Hipospadias Olgularında Uyguladığımız Cerrahi Yöntemler Ve Sonuçların Değerlendirilmesi
İbrahim Çivi
Araştırma makalesi
Özeti
Sünnetli Distal Hipospadias Olgularında Uyguladığımız Cerrahi Yöntemler Ve Sonuçların Değerlendirilmesi
The SurgIcal Methods Of The CIrcumcIsed DIstal HIpospadIas That We Have Used And DIscussIon About TheIr Results
Hipospadias, üretra meatusunun glans koronası ile perineum arasında bir yerde penisin ventral yüzünde açılması durumudur. Bu konjenital anomalinin % 70'i penis ventral yüzünün Üçte bir distal bölümünde yer alır. Distal hipospadiasın cerrahi tedavisi için son zamanlar-da tarif edilen Beck-Hacker yönteminin modifikasyonu olan Baran ve eskiden beri kullanılan Beyan yöntemi vardır. Bu iki yöntemle yapmış olduğumuz 33 sünnetli distal hipospadias olgularının dökümü ve almış olduğumuz sonuçlar takdim edilmiştir.
Hipospadias is a condition which the opening of the urethra is on the ventral surface penis from corona of glans to the perineum. The opening of the meatus in this congenital anomaly was 70 percent on the distal part of the penis ventral surface. To relief this anomaly surgically there are two methods, first is Beck-Hacker is recently modified by Baran and the other was Bevan's which used older.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aortik Arka Embolize Olan Atriyal Septal Defekt Okluder Cihazının Hibrit Çıkartılma İşlemi
Emre Özdemir, Sadık Volkan Emren, Mustafa Ozan Gürsoy, Cem Nazlı
Olgu sunumu
Özeti
Aortik Arka Embolize Olan Atriyal Septal Defekt Okluder Cihazının Hibrit Çıkartılma İşlemi
HybrId ExtractIon Of AortIc Arcus EmbolIzated AtrIal Septal Defect Occluder DevIce:
\r\n Atriyal septal defekt(ASD) erişkinlerdeki defektlerin de % 30-33’ünden sorumludur. Sekundum ASD tedavisinde transkateter tedavi birinci basamak tedavi olarak yer almaktadır. 36 yaşında sekundum ASD tanısı olan hastanın başarılı transkateter kapatma işlemi sonrası ilk 24 saat içinde aortik arka embolize olduğunu fark ettik. Embolize olan cihazların snare ve biopsi kateteri ile alınması bilinmekle birlikte farklı olarak femoral artere başka bir ASD okluder cihaz ile çekilmesi sonrası buradan cerrahi ile alınmasını içeren bir vaka sunduk. Farklı yöntemler kullanılarak başarı şansı yüksek olan embolize olan cihaz çıkartılmasında hibrit yaklaşım her zaman akılda olmalıdır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Atrial septal defect (ASD) is also responsible for 30-33% of adult defects. . Transcatheter treatment is the first-line treatment for secuncum ASD treatment. A 36-year-old ASD patient that had a successful transcatheter closure. The occluder embolization became, within the first 24 hours after procedure, to the aortic arcus. It is known that the devices with embolism are taken by snare and biopsy catheter, but differently, a case involving surgical removal after retraction of femoral artery by another ASD occluder device. Hybrid approach should always be mindful when removing embolized device with high success rate using different methods.
\r\n
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis: 6 Olgunun Literatür
eşliğinde Değerlendirilmesi
Tümay Özgür, Sibel Hakverdi, Muhyittin Temiz, Mehmet Yaldız, Seçkin Akküçük
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis: 6 Olgunun Literatür
eşliğinde Değerlendirilmesi
EndometrIosIs In Cesarean Scar: EvaluatIon Of SIx Cases WIth
revIew Of The LIterature
Endometriozis normal endometrial dokunun uterus dışında
görülmesidir. Skar endometriozisi en sık karın duvarına yapılan
obstetrik ve jinekolojik cerrahi işlemlerden sonra ortaya çıkan genel
cerrahlar tarafından ayırıcı tanıda ön planda pek düşünülmeyen, nadir
görülen jinekolojik patolojidir. Genel Cerrahi polikliniğine 2008-2012
yılları arasında abdominal kitle şikayeti ile başvuran, kitleleri total
eksize edilmiş ve patoloji laboratuvarında skar endometriozisi tanısı
almış altı olguya ait klinik, radyolojik ve patolojik veriler retrospektif
olarak değerlendirildi. Bu hastaların başvuru semptomları farklı idi;
dördü siklik dönemde artan ağrı ve şişlik ile karakterize, ikisi ise nonspesifik
özellikli abdominal duvarda insizyon skarı bölgesinde kitle
şikayeti ile Genel Cerrahi polikliniğine başvurdu. Tüm kitleler total
eksize edildi ve patoloji laboratuarında skar endometriozisi tanısı
aldı. Genel Cerrahi polikliniğine abdominal insizyon skarı lojunda
kitle şikayeti ile başvuran bayan hastalarda jinekolojik bir patoloji
olan endometriozis ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
Endometriosis is the presence of normal endometrial tissue
outside the uterus. Scar endometriosis is a rare pathology resulting
after obstetric and gynecologic surgery procedures on abdominal
wall which is not pre-diagnosed in differential diagnosis by general
surgeons. Six cases referred to General Surgery outpatient clinic with
mass on abdominal wall that have been totally excised and diagnosed
as endometriosis in pathology laboratory between 2008-2012 , have
been reviewed retrospectively with clinic, radiologic and pathologic
findings. The presenting symptoms of six pateints were different;
four of them referred with cyclic pain and swelling and two with nonspesific
symptoms to general surgery outpatient clinic. All of the
masses have been totally excised and diagnosed as endometriosis
in pathology laboratory. Scar endometriosis should be considered in
differential diagnosis of incisional abdominal wall masses in females
referring to General Surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta