Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan, Bahadır Feyzioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Ebv İnfeksiyonu Tanısında İndirekt İmmünoflöresan Ve Elısa Metodlarının Karşılaştırılması
ComparatIve EvaluatIon Of IndIrect Immunofluorescence Assay And ElIsa For The DIagnosIs Of Ebv
EBV enfeksiyonunun serolojik tanısı birden fazla antikor yanıtının değerlendirilip yorumlanmasıyla yapılmaktadır. Bu çalışmada VCA IgM, VCA IgG ve EBNA IgG antikorlarının IFA ve ELISA tanı metodlarıyla çalışılması ve bu metodların tanı değerlerinin karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmaya Mononükleoz şüpheli 100 serum örneği dahil edildi. IFA referans metod olarak kabul edildi ve bu doğrultuda örnekler, EBV enfeksiyonu tanı standartları göz önüne alınarak; Seronegatif, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon gruplarına ayrıştırıldı. ELISA ile aynı standart kriterler doğrultusunda oluşturulan grupların bu IFA grupları ile uyumu araştırıldı. Herbir antikor her iki test bazında ayrı ayrı değerlendirilerek ELISA için duyarlılık ve özgüllük oranları belirlendi. Her iki metodun uyumu Seronegatiflik, Akut enfeksiyon, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon için sırasıyla %41, 100, 14,7 ve 74,5 olarak bulundu. Tek bir antikor bazında IFA’ya göre ELISA metodu değerlendiridiğinde, VCA IgM testinin duyarlılığı %100, özgüllüğü %90,8, VCA IgG’nin duyarlılığı ve özgüllüğü %61,5 ve %53, EBNA IgG’nin ise %78,7 ve %81,1 şeklinde bulundu.Her iki testin; Seronegatif, Yeni geçirilmiş enfeksiyon ve Eski enfeksiyon belirleme oranlarında farklılık göze çarpmaktadır. ELISA VCA IgG testi IFA referans teste göre yetersiz performans sergilemiştir. Her iki testin tercih edilebilirliği; testlerin tanı güvenilirliğinin yanı sıra, laboratuvarların teknik ve personel donanımı ve mali olanaklar göz önüne alınarak değişebilir.
\r\n
The serologic diagnosis of EBV infection is made by evaluating and interpreting by more than one antibody response. In this study, it is aimed to be studied of VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies by IFA and ELISA methods and to evaluate diagnostic values. One hundred serum samples which are suspicious of infectious mononucleosis were included in to the study. IFA was accepted as the reference method and the concordance of IFA and ELISA methods was investigated. VCA IgM, VCA IgG and EBNA IgG antibodies were evaluated according to both tests and their sensitivity and specificity rates were determinated for ELISA method. The concordance of ELISA and IFA method for seronegative, acute infection, new infection and past infection were 41%, 100%, 14,7%, 74,5% respectively. When the ELISA method was evaluated according to IFA reference test in respect of one antibody, the sensitivity of VCA IgM test was 100%, the specificity was 90,8%, the sensitivity and specificity of VCA IgG were 61,5% and 53%, EBNA IgG results were 78,7% and 81,1%. There was a difference in determination rates of seronegative, new infection and past infection of both tests. ELISA VCA IgG test had an insufficient performance according to IFA reference test. The performance of both tests can change by some factors such as technique, qualification of personnel and financial possibilities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
Volkan Özkaya, Şebnem Özgen Özkaya
Derleme
Özeti
Çölyak Hastalığına Diyetetik Yaklaşım
DIetetIc Approach To CelIac DIsease
Çölyak hastalığı hayat boyu devam eden tek besin intoleransıdır. Glutene karşı meydana gelen bu intolerans, ince bağırsağın yapısını bozmakta ve besin öğelerinin emilimini engellemektedir. Çölyak hastalığı, genellikle diğer otoimmün hastalıklarla ilişkilidir. Ülkemizde de sıklığı giderek artmaktadır. Farklı yaşlarda ve farklı klinik bulgularda karşımıza çıkabilmektedir. Günümüzde en etkili tedavi yöntemi, glutenin günlük diyetten çıkarılmasıdır. Tedavi aşamasında devreye giren glutensiz diyet, büyüme ve gelişmenin en hızlı olduğu dönemde bireyin tüm yaşantısını etkilemektedir. Glutensiz diyetin sıkı bir şekilde uygulanmasıyla hastalıkla ilişkili düşük kemik mineral yoğunluğu ve bağırsak malignite dahil bir çok komplikasyonun riski azalabilir. Ancak glutensiz diyetin çocuk veya aile tarafından uygulanması ve takip edilmesi her zaman kolay değildir. Ayrıca glutensiz diyet bazı besin ögesi fazlalığına (doymuş yağlar), yüksek kalori alımına ve belirli besin ögelerinin (lif, Folik asit, B 12 vitamini, demir, çinko, magnezyum) yetersizliğine de neden olmaktadır. Özellikle glutensiz ürünler gluten içeren muadilleriyle karşılaştırıldıklarında hem magnezyum, lif ve folik asit içeriği daha düşük hem de daha pahalıdır. Diyet tedavisine “dirençli” olduğu düşünülen birçok hastanın da gluten içeren besinleri tükettikleri tespit edilmiştir. Bu nedenle glutensiz diyet iyi planlanmalı, aile ve çocuk eğitilmeli ve hasta uzun süreli takibe alınmalıdır. Bu derleme makalede çölyak hastalığı, çölyak hastalığında uygulanan diyet tedavisi, diyet tedavisinin ilkeleri, diyete uyum ve bu uyumu etkileyen faktörlere yer verilmiştir.
\r\n
Celiac disease is the only life-long continuing food intolerance. This intolerance, caused by gluten, endamages the structure of small intestine and prevents the absorption of nutritional elements. Celiac disease is usually related with other auto-immune diseases. Rate of this disease in our country is increasing in time. It can be seen in people of different ages and different clinical findings. In our day, the most efficient way of treatment is removal of gluten from daily diet. Gluten-free diet that step in treatment phase, affects the living of individual in a period in which growth and development is most rapid. By applying the gluten-free diet strictly, the risk of complications like low bone mineral density and intestine malignite related with the disease, can be decreased. However, it is not always easy to apply and keep track of gluten-free diet by family or child. Moreover, gluten-free diet can cause excess of some nutritional elements (saturated fat), gaining high calorie, and poorness of some nutritional elements (fiber, folic acid, vitamin B 12, iron, zinc, magnesium). Particularly, gluten-free products, when compared with their gluten-including equivalents, have less magnesium, fiber, and folic acid, as well as they are far more expensive. It is determined that a lot of patient considered "resistant" to diet treatment are also eating gluten-including food. Therefore, gluten-free diet should be planned and followed well, and family and child should be educated. This editted article is about, celiac disease, diet treatment for celiac disease, principles of the diet treatment, concordance to the diet, and the factors that effects this concordance.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
Arzu Yıldırım ar, Tamer Bayram, Güldem Turan
Araştırma makalesi
Özeti
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
TImIng For IntensIve Care, NeurologIcal DIseases And PallIatIve Care
Giriş: Nörolojik hastalığı olanlar; çeşitli nedenlerle gelişen solunum yetmezliği sonucu yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyabtilirler. Bazıları yoğun bakım destek tedavilerinden fayda görürken bazıları da bakım hastası olarak yaşamlarına devam etmekte ya da rehabilitasyon programlarına ihtiyaç duymaktadır. Yoğun bakımda tedavi süreleri uzayan her hastanın gerektiğinde palyatif bakım yada rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilme ve eve çıkış süreçlerinin iyi yönetilmesi yoğun bakım yataklarının akılcı kullanımı açısından önemlidir.
Gereç Yöntem: XXXXXXXXXXXXX bilimsel çalışmalar kurulunun 17073117-050.06 karar numaralı izni alınarak Ocak 2017-Mayıs 2018 tarihleri arasında yoğun bakım kliniğine primer nörolojik hastalıklar ön tanısıyla yatırılıp eksitus ile sonlanan veya eve/palyatif bakıma yönlendirilen hastalarımızın verilerini retrospektif olarak değerlendirdik. Diğer kliniklere devir edilen hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların APACHE II, SAPS II skorları, yatış günü, mekanik ventilasyon süreleri, trakeostomi ve Perkütan Endoskopik Gastrostomi gereksinimi, ev tipi ventilatör temini ve yoğun bakımdan çıkış şekilleri kaydedildi.
Bulgular: Toplam 942 hasta dosyası tarandı hastaların 74’ü nörolojik hastalıklar nedeniyle yatarken eks olan veya direkt ev/palyatif bakıma transfer olan hastalardı. Nörolojik hastalıklardan dolayı yatan 74 hastanın 30 (%40.5) unda ağır demans 21(%28.3) inde iskemik inme 23(%68,8) ünde ise diğer nörolojik problemler bulunmaktaydı. Bu 74 hastanın 60(%81.1)’ i yatarken eks oldu, palyatif bakıma yönlendirilen hasta sayısı ise 5(%6,8) idi.
Sonuç: Yoğun bakımdan palyatif bakıma zamanında geçiş oranlarının artırılması yoğun bakım yataklarının etkin kullanımı açısından önemlidir. Bu nedenle yoğun bakım hastalarının, gerektiğinde palyatif bakıma yönlendirilmesi açısından belirli aralıklarla değerlendirilmesi önerilir.
Introduction: Patients with neurological diseases may require intensive care support as a result of respiratory failure due to various reasons. Some of them benefit from intensive care supportive treatment while others continue to live as caregivers or need rehabilitation programs. It is important for the rational use of intensive care beds that the routing process to the palliative care, rehabilitation centers or discharge of patients with prolonged treatment in the intensive care unit should be managed well
Materials and Methods: We retrospectively evaluated the data of our patients who were hospitalized with the diagnosis of primary neurological diseases in the intensive care unit and terminated with exitus or referred to home / palliative care between January 2017 and May 2018 with the permission (17073117-050.06 decision no) of XXXXXXXXXXXXXXX scientific studies committee. Patients who transferred to other clinics were excluded from the study. APACHE II/SAPS II scores, hospitalization day, mechanical ventilation time, tracheostomy and percutaneous endoscopic gastrostomy requirement, home ventilator supply and the situation of discharge from intensive care unit of patients were recorded
Results: A total of 942 patient files were reviewed retrospectively and 74 (7.8%) of our patients were neurological patients who were died or discharged to directly home\palliative care. Most of the patients in the study had severe dementia (30 patients, 40.5%) and fewer number of patients had ischemic stroke (21 patients, 28.3%). Sixty of the 74 patients (81.1%) died in the intensive care unit. Only 5 patients were transferred to palliative care (6.8%).
Conclusion: Increasing transfer from intensive care to palliative care is important for the effective use of intensive care beds. Therefore, it is suggested that intensive care patients should be evaluated periodically to be directed to palliative care
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolonoskopi İle İnvajinasyonun Pnömotik Redüksiyonu
Ercüment Taşpınar, Müslim Yurtçu, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Kolonoskopi İle İnvajinasyonun Pnömotik Redüksiyonu
Colonoscopy-AssIsted PneumatIc ReductIon Of IntussusceptIon
Bu çalışmada deneysel kolokolik invajinasyonun kolonoskopi ile pnömotik redüksiyon (PR) unun değerlendirilmesi amaçlandı. Tavşanlar 14’erli 2 gruba ayrıldı. Deneklerin deneyden 1 gün önce gıda alımları durduruldu, parenteral olarak beslendi. Orta hat cilt kesisi sonrası karın duvarı açılarak kolokolik invajinasyon oluşturuldu. Tüm tavşanlara postoperatif 100 ml/kg/gün elektrolit solüsyonu verildi. Grup A 2, grup B 3 gün gözlendi. Kolonoskopi eşliğinde PR gerçekleştirildi. Grup A’da 14 tavşanın 3’ünde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 3.970±2.137 kg, redüksiyon süresi 3.97±2.47 dakika, hava basıncı 44.0±2.6 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı %100’dü. Bu grupta perforasyon gözlenmedi. Grup B’de 14 tavşanın 5’inde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 4.1±2.75 kg, redüksiyon süresi 4.01±1.71 dakika, hava basıncı 55.9±13.3 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı % 93’tü. Bu grupta 1 tavşanda perforasyon gözlendi. Grup B’de verilen hava basıncının grup A’ya göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi (p
The aim of this study was to evaluate colonoscopyassisted pneumatic reduction(CAPR) of experimental colocolic intussusception(CCI). Twenty eight rabbits were divided into 2 groups each containing 14 rabbits: Group A and B. The animals were not fed orally 1 day before the experimental study and fed parenterally. After median line skin incision, abdominal wall was opened. Colocolic intussusception was performed. 100 ml/kg liquid electrolyte solution was given to all rabbits in postoperative period. Group A was observed for 2 days and Group B for 3 days. In Group A, the “currant jelly” stools were observed. Mean weights were 3.970±2.137 kg, reduction duration 3.97±2.47 minutes, air pressure 44.0±2.6 mmHg, and the success rate of reduction 100%. Perforation was not observed in this group. In Group B, the “currant jelly” stools were observed in 5 of 14 rabbits. Mean weights were 4.111±2.754 kg, reduction duration 4.01±1.71 minutes, air pressure 55.9±13.3 mmHg, and the success rate of reduction 93%. Perforation was observed in 1 rabbit in this group. The air pressure in group B was significantly higher than group A (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kafa Travma Modelinde Mannitol Veya Hipertonik Salin Solüsyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
Feride Aygın, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan
Araştırma makalesi
Özeti
Kafa Travma Modelinde Mannitol Veya Hipertonik Salin Solüsyonlarının Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Effects Of MannItol Or HypertonIc SalIne SolutIons In Head Trauma Model
Deneysel kafa travmasında, % 20 mannitol, % 3 veya % 7 hipertonik salin solüsyonlarının, hemodinamik parametrelere, intrakraniyal basınca ve elektroensefalografi üzerine olan etkilerini karşılaştırılması amaçlandı. Bütün tavşanlara pariyetal bölgeden bilateral kraniotomi yapılarak standart kafa travması uygulandı. Rastgele 4 gruba ayrılan deneklerden; I. gruba tedavi uygulanmazken, II. gruba % 20’lik mannitol, III. gruba % 3’lük hipertonik salin ve IV. gruba % 7’lik hipertonik salin eşdeğer osmolar yükte intravenöz uygulandı. Travmadan önce, travmadan 5 ve 60 dakika sonra; elektroensefalografi, ortalama arter basıncı, kalp atım hızı ve intrakraniyal basınç kayıtları alındı. Mannitol, % 3 ve % 7’lik hipertonik salin solüsyonları intrakraniyal basınçdaki yükselmeyi çalışmanın sonunda düşürdü (p0.05). Ortalama arter basınç ve kalp atım hızı, bütün gruplarda travmadan sonra yükseldi (p
We aimed to compare the effects of 20 % mannitol, 3 % or 7 % hypertonic saline on hemodynamic parameters, intracranial pressure and electroencephalography in experimental head trauma. Bilateral craniotomy were carried out in the parietal region and standart head trauma was applied for all rabbits. The rabbits were randomly divided into four groups. In group I rabbits were only observed. In group II: 20 % mannitol, in group III: 3 % hypertonic saline and in group IV: 7 % hypertonic saline was administered intravenously to achieve similar osmolar load. Electroencephalography, mean arterial pressure, heart rate, intracranial pressure were recorded before trauma and 5 and 60 minutes after trauma. Increased intracranial pressure was significantly decreased by mannitol, 3 % and 7 % hypertonic saline solutions at the end of study (p0.05). The mean arterial pressure and heart rates increased after trauma in all groups (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
Memet Taşkın Eğici, Sedat Altın, Yusuf Üstü, Mehmet Uğurlu, Güven Bektemür
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
The Performance Based Supplementary Payment System Issues In The HospItals For Chest MedIcIne
Bu çalışmada Performansa Dayalı Ek Ödeme Sistemi’ nin (PDEÖS) Sağlık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren ikinci ve üçüncü basamak göğüs hastanelerindeki uygulamaları karşılaştırılarak yaşanan problemlerin tespiti ve çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu kesitsel çalışmada göğüs hastalıkları alanında faaliyet gösteren 7 devlet hastanesi ile 4 eğitim ve araştırma hastanesinde performans ödemelerine ilişkin uygulamalar incelenerek ilgili veriler değerlendirilmiştir. 2008 Ocak ayında hasta yükü en fazla 7 göğüs hastalıkları hastanesinde aylık toplam 28.783 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 604.461 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişim puanı oranı % 47 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 32 poliklinik hastası ve 1.310 performans puanı hesaplanmıştır. Buna karşın, 4 göğüs eğitim ve araştırma hastanesinde aynı dönemde 38.962 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 818.926 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişimsel işlem puanı oranı % 36 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 16 poliklinik hastası ve 931 performans puanı hesaplanmıştır. Üçüncü basamak hastanelerde eğitim faaliyetleri ve ikinci basamak hastanelere nazaran daha ağırlıklı verilen yataklı tedavi hizmetleri dikkate alınmalı, asistanların iş yüküne katkısını da değerlendiren puanlama sitemi kullanılmalıdır. Her iki hastane grubunun hem poliklinik hem de yataklı tedavi hizmetlerinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi de performans değerlendirmesinde yararlı olacaktır.
The aim of this proje is to compare the budgetary practice between the training and research hospital centers for the chest medicine and thoracic surgery, and to rule out the problems and the analytic suggestions of the performance based supplementary payment system. In this cross-sectional study, operating under the Ministry of Health 7 chest diseases hospitals and 4 hospitals of chest training and research hospitals, by examining the data on applications for payment of hospital performance assessed. The policlinic service was given to 28.783 patients per month at the 7 chest hospitals at which maximum number of patients are examined and maximum number of operations are performed and total of 604.461 medical examination points were obtained. The total medical examination/intervention point was found as 47 %. 32 policlinic patients and 1.310 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. After all, the policlinic service was given to 38.962 patients at the 4 education and research hospitals and total of 818.928 medical examination point was gained on 2008 January. The ratio of total medical examination to the total venture point was found out as %36. 16 policlinic patients and 931 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. At training and research hospitals; taking into consideration training activities and to be weighted total beds treatment services, different performance evaluation methods. should be used. A detailed performance evaluation would be useful in the investigation for both group of two hospital inpatient and outpatient treatment services
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
Meral Kaya, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Asuman Güzelant, Hülya İren Güvenç, Habibe Övet, Oya Akkaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Ayşe Ruveyda Uğur, Ayşegül Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
The ComparIson Of Brucella Gel AgglutInatIon Test WIth
other SerologIcal Tests For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Zoonotik bir hastalık olan Bruselloz, birçok sistemi etkileyerek çok farklı klinik belirti ve bulgulara
neden olabilen bir hastalıktır. İnsanlarda gelişenbruselloz hastalığının tanısı başlıca kültür ve serolojik
yöntemlerle konmaktadır. Serolojik testler arasındarose Bengal (RBT) ve standart tüp aglütinasyon
testleri (STA) en sık kullanılan yöntemlerdir. Tarama amaçlı kullanılan RBT ile pozitif saptanan örnekler
standart tüp aglütinasyon testi ile dilüsyonlu olarak çalışılmaktadır. Ancak blokan antikorların varlığı
nedeniyle STA testinde yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle bu testler zaman zaman
tanıda yeterli olmamaktadır. Çalışmamızda yeni bir test olan BrucellaCoombs Jel testi (BCGT), RBT, STA,
Brucellaimmuncapture aglütinasyon testi (BCAP) ve Brucella ELISA IgG, M testleri ile karşılaştırılmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına çeşitli kliniklerden
gönderilen bruselloz şüpheli 100 hastanın serum örneği üzerinde çalışıldı. Her bir hasta serumundan
RBT (Seromed Laboratory Product, Turkey), STA (Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell S.D.
Spain), BCGT (ODAK, İSLAB. Türkiye), ELISA Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Almanya) testleri çalışıldı.
Çalışmalar üretici firma önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: Testlerdeki Pozitiflik oranları; BCGT 88 (%88.0), RBT 74 (%74.0), STA 56 (%56.0) , BCAP 84
(%84.0), Brucella IgG, IgM 92 (%92.0) olarak saptandı.
Sonuç: BCGT’nin; ELISA, BCAP, RBT ve STA testleriyle yapılan karşılaştırmasında gold standart olarak
kabul edilen bir yöntem çalışılmadığından istatistik karşılaştırmaları yapılamamıştır. BCGT, 24 saat
inkübasyona gerek olmadan çalışılması nedeniyle STA ve BCAP yöntemlerine göre daha hızlı sonuç
vermeyi sağlamıştır. Bu yeni test (BCGT), brusellozun tanı ve takibinde blokan antikorları da tespit etmesi
ve hızlı sonuç vermesi nedeniyle avantaj sağlamaktadır. Sonuçların doğrulanması için daha kapsamlı
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: Brucellosis, a zoonotic disease, may affect several body systems and cause various clinical
manifestations considering the infection sites. Diagnosis of brucellosis is mainly based on culture and
serological methods, specifically Rose Bengal agglutination (RBT) and standard tube agglutination tests
(STA). When RBT, which is usually used as a screening method, is positive for Brucella antigens, STA
is prefered to detect an agglutination titre by using serial dilutons of serum sample. On the otherhand,
false negative results can be obtained by STA due to the presence of blocking antibodies. The refore,
these two methods may be in adequate for diagnosis of Brucellosis. The aim of this study is to compare a
novel method, Brucella Coombs gel test (BCGT) with other four serological methods, RBT, STA, Brucella
immune-capture agglutination test (BCAP), and Brucella ELISA IgG, IgM tests.
Patients and Methods: Serum samples taken from 100 patients, admitted from various clinics at Konya
Training and Research Hospital were sent to the Medical Microbiology Laboratory with a clinical diagnosis
of Brucellosis. Each serum sample was studied with RBT (Seromed Laboratory Products, Turkey), STA
(Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell SD Spain), BCGT (ODAK, ISLAB, Turkey), and ELISA
Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Germany) methods. All procedures were carried out in accordance with
the manufacturer’s recommendations.
Results: The rates of positive results for each method were as follows: BCGT 88 (88.0%), RBT 74
(74.0%), STA 56 (56.0%), BCAP 84 (84.0%) and Brucella IgG, IgM test 92 (92.0%).
Conclusion: Statistical analysis could not be executed due to lack of a gold standard method in the study.
Yet, BCGT provided faster results than STA and BCAP methods because it does not require a 24-hourincubation.
This novel test, BCGT, also showed an advantagein the diagnosis of Brucellosis because of
detecting blocking antibodies. More comprehensive studies are needed to be performed to confirm the
results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dupuytren Cerrahisinde Pnömotik Turnikenin Yeri
Bilsev İnce, Mehmet Dadacı, Zeynep Altuntaş, Fatma Bilgen
Araştırma makalesi
Özeti
Dupuytren Cerrahisinde Pnömotik Turnikenin Yeri
The Role Of PneumatIc TournIquet In Surgery For Dupuytren’s
dIsease
Dupuytren hastalığı palmar aponöroz ve digital uzantılarının band,
nodul, kontraktür ve tendon benzeri band oluşumuyla sonuçlanan
parmak ve avuç içi fasyasında ortaya çıkan benign proliferatif bir
hastalıktır. Pnomotik turnike, kansız ortam sağlayarak cerrahi
girişimleri kolaylaştırması, transfüzyon ihtiyacını sınırlaması ve
ameliyat süresini kısaltması gibi avantajları nedeniyle üst ekstremite
cerrahisinde sıklıkla kullanılır. Turnike, cerraha kolaylık sağlasa da
uzun süreli veya uygunsuz basınçlı kullanımında reperfüzyon hasarı
ve sinir hasarı ortaya çıkabilir. Bu çalışmada dupuytren cerrahisinden
sonra ortaya çıkan komplikasyonların önlenmesinde pnömotik
manşon kullanımının etkisi araştırıldı. 2010-2013 yılları arasında
dupuytren kontraktürü nedeniyle opere edilen 28 hasta retrospektif
incelendi. Hastalar grup 1: manşon uygulanan, grup 2: manşon
uygulanmayan hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gruplardaki
hastalar predispozan faktörler, aile hikayesi, komplikasyonlar,
cerrahi süre ve yara iyileşmesi açısından karşılaştırıldı. Dupuytren
hastalığında tedavide amaç palmar fasyanın çıkarılması olup, temel
tedavi cerrahidir. Dupuytren cerrahisinde turnike kullanımının cerrahi
güvenlik sağladığı ileri sürülse de yaptığımız çalışmada istatistiksel
bir fark ortaya konulamadı. Bunun sebebi, komplikasyonların düşük
olmasında turnike kullanımı kadar cerrahın dikkat ve tecrübesinin de
rol oynaması olabilir.
Dupuytren’s disease is a benign proliferative disorder of
the palmar fascia that results in the formation of bands, nodules,
contracture, and tendon-like bands in palmar aponeurosis and
its digital extensions. A pneumatic tourniquet is frequently used
in upper extremity surgery, because it offers the advantages of
facilitating surgical procedures by offering a bloodless surgical field,
limiting transfusion requirements, and the time of surgery. The use
of a tourniquet may provide convenience to the surgeon, but it can
also cause reperfusion injury and nerve damage in prolonged and
inappropriate use. The present study investigated the effects of
using a pneumatic tourniquet in reducing complications after surgery
for Dupuytren’s contracture. A total of 28 patients, who underwent
surgery between 2010 and 2013 due to Dupuytren’s contracture, were
retrospectively reviewed. The patients were divided into two groups:
Group 1, tourniquet group, and Group 2, non-tourniquet group. The
patients in the two groups were compared in terms of predisposing
factors, family history, complications, surgery time, and wound
healing. The goal in the treatment of Dupuytren’s disease is the
removal of palmar fascia by surgical means. Although it is suggested
that the use of tourniquet in the surgery for Dupuytren’s contracture
provides surgical safety, the present study did not find statistical
differences. Along with the use of a tourniquet, the precision and
experience of the surgeon might have also contributed to the low rate
of complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Antropometrik Olarak Vücut Ölçümlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Tuğrul Yılmaz, Döndü Akın, Anıl Didem Aydın, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Antropometrik Olarak Vücut Ölçümlerinin Değerlendirilmesi
AntropometrIc EvaluatIon Of Body Measurements On MedIcIne Faculty Students Rats
Toplumların antropometrik değerleri, genetik yapı ve çevresel faktörlerin etkisi ile ortaya çıkmaktadır. Çalışmamızda eğitim için fakültemize değişik illerden gelen öğrencilerin güncel antropometrik değerlerinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde 2011-2012 yılları arasında Dönem 1 ve 2’de okumakta olan 203 (100 Erkek ve 103 Kız) öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya katılan gönüllü öğrenciler 18-22 yaş aralığındadır. Öğrencilerin boy uzunluğu ve ağırlığı başta olmak üzere değişik ölçümler gerçekleştirilmiştir. Elde edilen veriler SPSS 15. 0 programına aktarılmıştır. Sonuçlar istatistik analiz yöntemlerinden Pearson Correlation, Chi-Square ve Student T test kullanılarak değerlendirmiştir. Erkek öğrencilerin boy ortalaması 178 cm, ağırlıkları 74,8 kg, bel çevresi uzunluğu 85,4 cm olarak tespit edilmiştir. Kız öğrenciler de aynı ölçümlerin ortalaması sırasıyla 163 cm, 56,8 kg, 75 cm olarak tespit edilmiştir. Elde ettiğimiz verilerde yaşla birlikte boy artışının olduğu ve buna paralel olarak oturma yüksekliklerinin de arttığı saptanmıştır. Öğrencilerin sağ ve sol el bilek kalınlıkları ile dominant el kullanımı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Cinsiyetler arasında BKİ ( Beden Kitle İndeksi), ağırlık ve bel çevre uzunluğu arasında güçlü, pozitif ve anlamlı bir korelasyon saptanmıştır. Çalışmamızdan elde edilen güncel veriler ileride yapılacak antropometrik çalışmalar için veri kaynağı oluşturulacaktır.
Antropometric values of socities appears with effect of genetic structions and enviromental factors. We aimed to present antropometric values of the students that come from different cities for medical education. The study performed on 203 students ( 100 male, 103 female) that studied in Universty of Konya Faculty of Meram Medicine between 2011-2012 in the semesters of first and second.The ages of the participants were between 18-22. In the top of weight and height the diferent measurement had been performed on the whole students. Performed data transferred to the SPSS 15.0 programme. Statistical Analyze method of Pearson Correlation, KiKare and Student T used and appraisalled. The average of the male students height was 178 cm, weight: 74,8 kg and waist size 85,4 cm. On the other hand female students height was 163 cm, weight : 56,8 kg and waist size 75 cm. In the performed data, with the ages rising the height increase and seat height increases detected. Results of the study demonstrate that there is no relation sensible between the left/right hand wirsts size and dominant hand using. Between the genders there is an positive, strong and sensible correlation on BMI ( Body, Mass, Index), weight and wirsts size. The performed actual datas will be usefull for the antropometric studies in the future.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
Oktay Sarı, İhsan Sabri Öztürk, Güngör Taştekin, Mustafa Serdengeçti, Hanife Aslı Ayan
Araştırma makalesi
Özeti
Radyoiyot İle Hipertiroidi Tedavisi Sonuçlarımız
The Outcome Of The Treatment Of HyperthyroIdIsm WIth RadIoIodIne
Amaç: İyot-131 (I-131) ile radyoiyot tedavisi, hipertiroidi ile seyreden Graves hastalığı, nodüler ve multinodüler guatrın tedavisinde tercih edilen yöntemlerden biridir. Bu retrospektif çalışma ile, radyoiyot verip takibimiz altında bulunan hipertiroidi hastalarının kısa dönem sonuçlarını ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2001-Mart 2005 tarihleri arasında SÜ Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Kliniğinde hipertiroidi nedeniyle radyoiyot tedavisi alıp, takibimiz altında bulunan 270 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 155’inin tanısı (% 57) Graves’ hastalığı (GH), 46’sının (% 17) toksik adenom (TA), 69’unun ise (% 26) toksik multinodüler guatrdı (TMNG). GH’da verilen doz 5-28 mCi (ortalama 10,58 ± 3,43), TA’da 6-25 mCi (ortalama 11,78 ± 3,93), TMNG’da ise 5-30 mCi (ortalama 12,13 ± 3,03) arasındaydı. Bulgular: Ortalama 8,16 ± 7,40 aylık takip sonunda hastalardan 87’si (%32,2) hipertiroid kalırken, 104’ü (% 38,5) ötiroid, 79’u (% 29,3) ise hipotiroid oldu. Tedaviye yanıt alınan grubun, yanıt alınmayan gruba göre daha uzun süre takip edildiği tespit edildi (9,10 ± 7,76 ay, 6,17 ± 6,15 ay). Tedaviye cevap veren grupta ortalama yaş 52,09 ± 12,56, cevap vermeyen grupta ortalama yaş 56,16 ± 15,38 olarak bulunmuş olup yaş ortalamaları arasındaki fark anlamlıdır. Sonuç: Takip süresi uzadıkça, I-131 ile hipertiroidi tedavisinde başarı oranlarımızın yükseleceği kanaatindeyiz.
Aim: Radioiodine treatment with iodine-131 (I-131) is a preferable treatment modality in the hyperthyroidism such as Graves’ disease, nodular and multinodular goitre. In this retrospective study, we aimed to report short-term results of the hyperthyroid patients admitted to our clinic. Material and Method: Two hundreds and seventy patients admitted to Meram Medical Faculty, Department of Nuclear Medicine from December 2001 to March 2005 was included the study. The diagnosis was Graves’ disease (GD) in 155 (57%), toxic adenoma (TA) in 46 (17%) and toxic multinodular goitre (TMNG) in 69 (26%). The dose administered to patients with GD was 5-28 mCi (mean 10,58 ± 3,43), TA was 6-25 mCi (mean 11,78 ± 3,93), and TMNG was 5-30 mCi (mean 12,13 ± 3,03). Results: After the mean 8,16 ± 7,40 months follow-up, 87 patients (32,2%) were hyperthyroid, 104 (38,5%) were euthyroid, and 79 (29,3%) were hypothyroid. The response of treatment in the long period follow-up was better than short period one. It was determined that the responded group has been followed-up the longer period than the non-responded group (9,10 ± 7,76 months vs 6,17 ± 6,15 months). Mean age of the responded group is 52,09 ± 12,56 years, the other is 56,16 ± 15,38. The difference is significant. Conclusion: In our opinion, the response rate of I-131 therapy would increase in the long term follow-up of hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Neriman Çolakoğlu, Hüseyin Özyurt, İsmail Zararsız, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
ProtectIve Effects Of CaffeIc AcId Phenetyl Ester (cape) On Exposure Of CIgarette Smoke-Induced HIstologIcal Changes In Tar Testes
Bu çalışmada, sigara dumanına maruz kalan sıçanlara ait testislerde meydana gelen histolojik değişikliklerin incelenmesi ve bu değişiklikler üzerine kafeik asit fenetil ester (CAPE)’in etkisinin araştırılması amaçlandı. Bu amaçla 21 adet Wistar cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki hayvanlar kontrol grubu olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçalar sigara dumanına maruz bırakıldı. Grup III’deki sıçanlara ise sigara dumanına maruziyet ile birlikte günlük olarak CAPE enjekte edildi. 60 günlük deney süresi sonunda tüm sıçanlar dekapitasyonla öldürüldü. Hayvanlardan alınan kanların serumlarında testosteron analizi yapıldı. Testis doku örnekleri rutin histolojik prosedürlerden geçirilerek ışık mikroskobunda incelendi. Çalışmamızda, sigara dumanına maruz kalan sıçanların serum testosteron seviyeleri ve seminifer tubul çaplarında bir düşüşün olduğu ve bu düşüşün CAPE uygulaması ile engellendiği tespit edildi. Sigara dumanına maruz bırakılan sıçanlara ait testislerin ışık mikroskobik incelenmesinde ise, interstisyel alanlardaki damarlarda konjesyonun olduğu ve bağ dokusunun arttığı gözlendi. Ayrıca, seminifer tubullerde vakuolizasyonun olduğu ve spermatogenik hücrelerin azaldığı görüldü. Sigara maruziyeti ile birlikte CAPE uygulanan sıçanlarda ise, sigara maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin oluşmadığı tespit edildi. Sonuç olarak, sigara dumanına maruz kalan sıçanların testis fonksiyonlarında azalmanın olduğu ve bu azalmanın CAPE uygulaması ile önlendiği görüldü.
The aim of this study was to investigate the histological changes in testis of rats exposed to cigarette smoke and effects of caffeic acid phenetyl ester (CAPE) on these changes. Fort his purpose, 21 male Wistar rats were divided into three groups. Animals in Group I were used as control. Rats in Group II were exposed to cigarette smoke and rats in Group III were exposed to cigarette smoke and injected daily with CAPE. At the end of the 60-days experimental period, all rats were killed by decapitation. Serum testosterone analysis were performed in the blood samples obtained from the animals. Following routine histological procedures, testicular tissue specimenswere examined under a light microscope. In our study, serum testosterone levels and diameters of seminiferous tubules were found to be decreased in rats exposed to cigarette smoke and these were prevented by the administration of CAPE. Light microscopic examination of testis specimens from rats exposed to cigarette smoke revealed that congestion of vessels and increase of connective tissue in the interstitial space. Additionally, there was vacuolization in the seminiferous tubules and a decrease in spermatogenetic cells. Whereas, exposure of cigarette smoke induced histological changes were not seen in rats exposed to cigarette smoke and injected with CAPE. In conclusion, it was observed that testicular functions of rats exposed to cigarette smoke were decreased and this decrease was prevented by administration of CAPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Jale Öner, Ahmet Songur, Oğuz Aslan Özen, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
Effects Of MelatonIn Hormone On The ThyroId FollIcular Cells In Rats: Agnor StaInIng And Electron MIcroscopIc Study
Bu çalışma, pinealektominin ve pinealektomi sonrası uygulanan melatoninin tiroid bezi üzerine etkisinin araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 18 adet VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-pinealektomi) ve pinealektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Grup IH’deki sıçanlara da pinealektomi sonrası günlük olarak ve bir ay süresince melatonin enjeksiyonu yapıldı. Deney süresi sonunda hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Daha sonra sıçanlardan alınan tiroid doku örneklerinden bir kısmı AgNOR tekniği ile boyandı ve ışık mikroskopta incelenerek tiroid hücre çekirdeklerindeki AgNOR sayıları belirlendi. Tiroid doku örneklerinin bir kısmında da elektron mikroskobik inceleme yapıldı. Çalışmamızda, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında artışla birlikte mitoz aktivasyon artışını gösteren bulgular gözlendi. Ayrıca hücre sitoplazmalarındaki lizozom ve salgı granüllerinde artış görüldü. Melatonin enjekte edilen grupta ise, hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında düşüş olduğu belirlendi. Bununla birlikte, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücrelerinde gözlenen ve hücre aktivasyon artışını gösteren ultrastruktürel değişikliklerin melatonin uygulaması ile kaybolduğu tespit edildi. Sonuç olarak, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre proliferasyonunda ve hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği, melatonin enjeksiyonu ile de bu artışın gerilediği görüldü.
This study was undertaken to examine effects of pinealectomy and pinealectomy followed by melatonin adminis- tration on thyroid gland. For this purpose 18 male VVistar rats were used. Animals were divided into three groups. Group I and II were designated as sham-pinealectomized (control) and pinealectomized, respectively. The rats in Group III were pinealectomized and daily injected with melatonin for 1 month. At the end of the experiment, ali animals were killed by vascular perfusion. The thyroid glands of rats were removed, then some of the thyroid tissue specimens were stained with AgNOR techniçue and examined by light microscopy. AgNOR numbers in nuclei of thyroid follicular cells were counted. Some of the tissue specimens were examined by electron microscopy. İn our study, some findings proving the increase of mitoz activation along with the increase in the number of AgNOR granules in celi nuclei of thyroid epithel were observed after pinealectomy. Furthermore, lizozomes and secretory granules in the cytoplasm of thyroid follicular cells were increased. İn the melatonin injected group, the number of AgNOR granules in celi nuclei were decreased. Additionally, ultrastructural changes, which indicate the increase of celi activation and is visible in thyroid epithel cells after pinealectomy were disappeared follovving injection of melatonin. İn conclusion, it was observed that there has been an increase in thyroid epithel celi proliferation and in celi activation after pinealectomy and this increase has been reversed by melatonin injection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
Sennur Demirel, Ayşegül Zamani, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Laboratuvarımızda Saptanan Dengeli Ve Dengesiz Resiprokal Translokasyonların Dağılımı
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Başar Çolak, Tahir Kemal Şahin, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğünde Yapılan Farik-İ Mümeyyizlik Muayenelerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIscrImInatIon AbIlIty And Mental CapacItIes ExamIned Court Case CrImInal ChIldren In Konya ForensIc MedIcIne DIvIsIonal DIrectorateshIp
Bu çalışmada, 1992-1997 yılları arasında Konya Adli Tıp Şube Müdürlüğü'ne farik-i mümeyyizlik mu-ayenesi için gönderilen 479 olgu retrospektif olarak incelendi. 479 olgudan 25`inin yaş sınırının farik-i mümeyyizlik muayenesi yaş sınırının dışında olduğu görüldü_ Geri kalan 454 olguda, suç işlediği iddiasıyla muayeneye gönderilen çocukların büyük bir çoğunluğunun erkek (% 96.5), en sık suç işlenen yaşın 15 (% 39.7) ve 14 (% 33_9), en sık işlenen suçun hırsızlık (% 54.4) olduğu, olguların % 95.6'sının işlemiş oldukları iddia edilen suçun farik ve mümeyyizi olduklarının belirlendiği görüldü. Farik ve mümeyyiz olmadıkları belirlenen 20 (% 4.4) olgudan 2'sinde (% 10.0) zeka geriliği saptandığı, 1 Olunda (% 50.0) içinde bulundukları sosyo-kültürel yapı se-bebiyle suçu işlemekten kaçınamayacakları, 6Sında 30.0) psikobiyolojik gelişimierinin kendilerini işledikleri suçtan koruyabilecek derecede ta-mamlanmamış olması nedeniyle, 2 çocuğun ise sağır ve dilsiz olmalarının da etkisiyle (% 10.0) farik-i mümeyyiz olmadıklarının belirlendiği görüldü. Sonuçlar diğer bölgelerde yapılan benzer çalışmalarla karşılaştırıldı.
In this study, 479 criminal children were sent to Forensic Medicine Divisional Directorateship for their discrimination and mental capacities to be sulted for child correction institutions. Twenty five children were out of the age range of examination of disc-rimination and mental capacity. Remaining 454 sub-jects were largely males (96.5 %). The large per-centage of criminal ages were 15 (39.7 %) and 14 (33.9 %) years of age. The most attempted erime was steeling and burglary (54.4 %). Of those 96.6 % were the age of discrimination and mental capacity and knowing attempted to the crimes. Twenty sub-jects, although they had the ages older than 11 years old, were below the discrimination and mental ca-pacity level. Among them two (10.0 %) were mentally retarded. Ten subjects (50.0 %) were inclined to at-tempt criminal temptations due ta their fawer socio-economic cultural type of living. Of those, six (30.0 %) of thern were lacking behind the psychobiological developments and unaware of the judgement of their criminal acts. The remaining two (10.0 %) subjects were deaf and dumb, and they were considered to have low level of discriminative ability and mental ca-pacity. This study when compared ta similar studles carried out else where in Turkey, it can be concluded that the type of erime attempted and the ratio of disc-riminative and mental capacity were of similar.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Çocuk Yuvasında Gelışme Geriliği Olan Çocuklarda Endokrinolojik Araştırma
Aziz Polat, İbrahim Erkul, Ahmet Özel, Hasan Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Çocuk Yuvasında Gelışme Geriliği Olan Çocuklarda Endokrinolojik Araştırma
An EndocrInologrcal Research In ChIldren WIth Growth RetardatIon Konya ChIldren Care Center
Konya Çocuk Yuvasıruhıki 133 çocuğun ge-lişmesi incelendi. Gelişme geriliği olan 15 çocukta L-Dopa stimullasyonu ve insülin hipogliseınisi ile se-rum growth hormon (GHt değerleri tespit edildi. A-raştırma grubundaki çocukların hepsinde maksimum serum GH değeri 7 tıghnl.'nin üzerituleydi. lari ço-cukla on. yıllık büyüme hızlan•la maksimum serum GH değeri arasında ilişki olmadığı tesbit edildi (p>0.05). Kontrol grubuyla yapılan karşılaştırmada maksimum serum GH değerleri ve yıllık büyüme hız-ları arasında ilişki yaktı, (p>0.05). Araştırma grubundaki 15 çocuktan 1 l'inde kemik matiirasyonu geriydi. Anne sevgisinden mahrıonivetin büyüme üzerine etkisi tartışıldı
The growths (ıf 133 children in Konya Child-ren. Care Center were evaluated. Serum growth hor-mone (GH) kvels were measured in 15 children with growth failure bv using L-Dopa stimulation and in-sulin- induced hvoglycemia. All of the children in. research group had maximum serum GH values hig-her than 7 nghnl. Tlıere was no correlation between antıtıal growth rate (ınd maximum serum GH level (p>0.05). Eleyen of 15 children ilı research group had retanled bone maturation. The ejfects of mother deprivation on growth were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Hasan Cüce
Araştırma makalesi
Özeti
Beyaz Sıçanlarda Lipofussin Pigmentinin Yaş Grubuna Göre Serebellar Çekirdeklerde Ve Medulla Spinalisteki Nöronlarda Histokimyasal Yöntemlerle Işık Mikroskobu Duzeyinde İncelenmesi
Investıgatıon Of Lıpofussın Pıgment In Whıte Rats At Lıght Mıcroscope Level By Hıstochemıcal Methods In Cerebellar Nucles And Neurons In Medulla Spınalıst By Age Group
1, 1.5 ve 2 yaşındaki sıçanların medulla spinalislerinin servikal, thorakal, lumbal bölümlerinde, serebellumun nukleus dentatus, nukleus globosus ve nukleus fastigi nöronlarında ve Purkinje hücrelerinde lipofussin polar, bipolar, perinükleer, ve diffuz şekillerde görüldü. Purkinje hücrelerinde ve medulla spinalisde pigment miktarı belirgin biçimde arttığı halde beyincik çekirdeklerinde bu artışın daha az olduğu tespit edildi.
The lipofuscin pigment in neurons of the cervical, thoracal and lumbal paris of the spinal cord and of the nucleus dentatus, fastigii, globosus of the cerebellum of the 12, 18, 24 months old rats was observed as polar, bipolar, diffuse and perinucleer. Although the lipofuscin accumulation was obviousiv high in neurons of the spinal cord, this increase in neurons of the cerebellar nucleus was less atan that of the spinal card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Mezenter Lenf Düğümü Ve Makrofajlarının Değişik Şartlar Altında Işık Mikroskobu Seviyesinde İncelenmesi
Refik Soylu
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Mezenter Lenf Düğümü Ve Makrofajlarının Değişik Şartlar Altında Işık Mikroskobu Seviyesinde İncelenmesi
The Investıgatıon Of The Rat Mesenter Lymph Node And Macrophagees At Lıght Mıcroscope Level Under Dıfferent Condıtıons
Son yıllarda, Makrofajlar hakkında ve özellikle onların bağışıklıktaki (İmmunute) rolleri üzerinde sayısız araştırmalar yapılmış, makale ve kitaplar yazılmıştır. Özellikle hücresel (Cellular) bağışıklıktaki rolü büyük bir tartışma konusudur.
In recent years, there are extensive investigations, written books and papers on macrophages and especially their roles on immunity. Espe-cially their role on cellular immunity is a large subject to be discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Asım Duman, Nuri Ildız, Cemil Ceviz, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Ve Koledok Eksplorasyonu Nedenleri
Causes Of Cholecstectomy And Colledoc Exploratıon
Bu makalede kliniğimizde kolesistektomi veya kolesistektomi ile birlikte koledok eksplorasyonu yapılan 750 vakanın sonuçları sunulmuştur. Vakalarımızın 549 unda (% 73,2) kronik kolesistit, 150 sinde ( O 20) akut kolesistit, 34 tinde (% 4,5) safra kesesi yaralanması 9 unda (%1,2) safra kesesi kanseri nedeniyle ve 8 inde (% 1,1) ise diğer nedenlerle kolesistektomi yapılmıştır. 150 vakada (% 20) çeşitli nedenlerle koledok eksplorasyonu uygulanmıştır. Yaşayan 720 hastanın 80 inde (% 11.1) tıbbi veya cerrahi tedavi ile iyileşen çeşitli postoperatif komplikasyonlar tespit edilmiştir, Postoperatif devrede 750 hastanın 30 u kaybedilmiş olup mortalite oranı % 4 dür. Taşlı ve taşsız kronik kolesistit nedeniyle kolesistektomi yapılan 556 hastanın 7 si (% 1,2) kaybedilmiştir.
In this article, results of 750 cases who underwent choledochus exploration with cholecystectomy or cholecystectomy in our clinic are presented. In 549 (73.2%) of our cases, chronic cholecystitis, 150 (O 20) acute cholecystitis, 34 (4.5%) had gallbladder injury, 9 (1.2%) were due to gallbladder cancer and 8 (1%) , 1) cholecystectomy was performed for other reasons. Common bile duct exploration was performed in 150 cases (20%) for various reasons. Various postoperative complications were detected in 80 (11.1%) of 720 surviving patients who recovered with medical or surgical treatment. 30 of 750 patients died in the postoperative period, with a mortality rate of 4%. 7 (1.2%) of 556 patients who underwent cholecystectomy for chronic cholecystitis with and without stones died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Tedavisinin Elektrokardiyografide Ventriküler Aritmogenez Parametrelerine Etkisi
İsa Ardahanlı, Okan Akyüz
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Tedavisinin Elektrokardiyografide Ventriküler Aritmogenez Parametrelerine Etkisi
The Effect Of HemodIalysIs Treatment On VentrIcular ArrhythmogenesIs Parameters In ElectrocardIography
Amaç: Hemodiyaliz (HD) hastalarında ventriküler aritmiler ve ani kardiyak ölüm (AKÖ) dahil kardiyovasküler olaylar birincil ölüm kaynağıdır. QT aralığı, QT dispersiyonu (QTd), TPe aralığı, TPe / QT oranı ve kardiyak-elektrofizyolojik denge (iCEB = QT / QRS) gibi EKG parametrelerinin kontrol edilmesi, yüksek aritmi ve SCD riski olan hastaların sınıflandırılmasında yararlı olabilir. Çalışmamız, HD seansı öncesi ve sonrasında elektrokardiyografik parametrelerdeki değişimi sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırmayı amaçladı.
Yöntemler: Çalışmaya 49 HD hastası ve 50 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Gruplar hemodiyaliz ve kontrol grubu olarak iki gruba ayrıldı. Hemodiyaliz grubunun EKG'leri diyaliz öncesi ve sonrası değerlendirildi. EKG verileri tarandı ve dijital bir platformda değerlendirildi. QT, cQT, QTd, TPe, TPe / QT, TPe / cQT, QT / QRS ve cQT / QRS ölçüldü.
Bulgular: Hemodiyaliz sonrası QTd, cQTd, TPe, TPe / QTc ve QRS pre-HD'ye göre anlamlı olarak azalırken (her biri için p <0,05), diyaliz tedavisi sonrası HR, iCEB ve iCEBc anlamlı artış gösterdi (p <0,05 için her biri). Diyaliz öncesi EKG parametreleri ile kontrol grubu karşılaştırıldığında QT, cQT, QTd, cQTd, TPe ve iCEBc pre-HD'de anlamlı olarak daha yüksekti (her biri için p <0.05). Diyaliz sonrası EKG parametreleri karşılaştırıldığında, HR, cQT, QTd, cQTd, iCEB ve iCEBc değerleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (her biri için p <0.05).
Sonuç: HD hastalarında ventriküler repolarizasyon ve depolarizasyonu birlikte gösteren elektrokardiyografik parametreler değerlendirilerek aritmi ve ani kardiyak ölüm riski öngörülebilir.
Aim: Cardiovascular events, including ventricular arrhythmias and sudden cardiac death (SCD), are the primary source of death in hemodialysis (HD) patients. Checking ECG parameters such as QT interval, QT dispersion (QTd), TPe interval, TPe/QT ratio, and cardiac-electrophysiological balance (iCEB = QT/QRS) can be useful for classifying patients with high arrhythmia and SCD risk. Our study aimed to compare the change of electrocardiographic parameters before and after the HD session with the healthy control group.
Methods: A total of 49 HD patients and 50 healthy volunteers were included in the study. The groups were divided into two groups as hemodialysis and control group. ECGs of the hemodialysis group were evaluated before and after dialysis. ECG data were scanned and evaluated on a digital platform. QT, cQT, QTd, TPe, TPe/QT, TPe/cQT, QT/QRS, and cQT/QRS were measured.
Results: While QTd, cQTd, TPe, TPe / QTc, and QRS decreased significantly after hemodialysis compared to pre-HD(p <0.05 for each), HR, iCEB, and iCEBc showed a significant increase after dialysis treatment (p <0.05 for each). Comparing pre-dialysis ECG parameters with the control group, QT, cQT, QTd, cQTd, TPe and iCEBc were significantly higher in pre-HD (p <0.05 for each). Comparing the ECG parameters after dialysis, HR, cQT, QTd, cQTd, iCEB, and iCEBc values were significantly higher than the control group (p <0.05 for each).
Conclusion: By evaluating the electrocardiographic parameters showing ventricular repolarization and depolarization together, the risk of arrhythmia and sudden cardiac death can be predicted in HD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
FIve-Year SurvIval Outcomes Of Breast Cancer And PrognostIc
factors. A SIngle InstItutIon ExperIence
Kliniğimizde tedavi edilen olgu serisini retrospektif olarak
inceleyerek 5 yıllık sağkalım sonuçlarını ve sağkalımı etkileyen
prognostik parametreleri saptamaktır. Meme kanseri tanısıyla
başvuran ve kliniğimizin rutin meme prosedürüne göre küratif olarak
tedavi olmuş olgu verileri incelenmiştir. Tüm olgular üç boyutlu
konformal RT tekniği ile göğüs duvarı veya meme dokusuna karşılıklı
paralel tanjansiyel alanlar kullanılarak günlük 2 Gy fraksiyon dozuyla
haftada 5 gün olacak şekilde tedavi edilmiştir. Rejyonel lenf nodu
bölgesinin tedavi edilmesi gereken durumlarda ise supraklavikuler
fossa ışınlaması da tedaviye eklenmiştir. Olgulara sıklıkla antrasiklin
bazlı kemoterapi rejimleri uygulanmış olup, östrojen reseptörü
pozitif olan olgular hormon tedavisi, Her-2 reseptör pozitif olgular
da trastuzumab tedavisi almıştır. Çalışmanın birincil sonlanım
noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım (HS) idi. İkincil
sonlanım noktası ise sağkalım süreleri üzerine etkili olan prognostik
faktörleri saptamak idi. Tüm istatistiksel analizler SPSS (Statistical
Package for Social Sciences) 13 versiyonu kullanılarak yapılmıştır.
11.02.2010- 01.05.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran
toplam 559 meme kanseri olgusu değerlendirilmiştir. 2 ve 5 yıllık GS
oranları sırasıyla %97 ve %84; 2 ve 5 yıllık HS oranları sırasıyla
%97 ve %71 olarak bulunmuştur. Çok değişkenli analizlerde, ≥70
yaş, triple (-) olmak, T3-4 evre hastalığa sahip olmak, N2-3 nodal
evre hastalığa sahip olmak ve metastaz yada lokal- bölgesel nüks
olması GS’ yi olumsuz etkileyen bağımsız prognostik faktörler
olarak bulunurken; N2-3 nodal hastalığa sahip olmak ve triple (-)
olmak HS’ yi olumsuz etkileyen faktörler olarak saptanmıştır. Meme
kanseri dünya genelinde kadınlar arasında görülen en sık kanser türü
olup insidansı artmasına rağmen hastalığa bağlı mortalite oranları
zamanla düşmeye başlamıştır. Güncel tedavi modaliteleri ışığında
prognostik faktörlerin bilinmesi hem en doğru tedavi modalitesinin
seçilmesi hem de uygulanan tedavi modalitesine alınacak yanıtın
öngörülebilmesi açısından önemlidir.
To evaluate the five year survival outcomes of breast cancer
patients treated at our department and to assess the prognostic
factors that affect survival parameters. All patients underwent our
department’s routine procedure for breast cancer. All patients received
RT to the breast or chest wall using 3D conformal technique with 2 Gy
fraction doses, five days a week with two opposite tangential fields.
If necessary, ipsilateral supraclavicular fossa field was added to the
treatment field. Anthracycline-based chemotherapy was primarily
used, patients with estrogen receptor- positive disease received
hormonal therapy and patients with Her-2 receptor-positive disease
received trastuzumab. The primary end points of this study were
to evaluate the overall survival (OS) and the disease-free survival
(DFS) of the patients. The secondary end points of this study were
to assess the prognostic factors that affect the survival outcomes.
Statistical analysis were carried out using SPSS Statistic program
version 13. Between 11.02.2010 and 01.05.2016, 559 patients with
breast cancer who had been irradiated postoperatively were included
in this retrospective study. 2 and 5 year OS rates were 97% and 84%;
2 and 5 year DFS rates were 97% and 71%, respectively. According to
multivariate analysis, ≥70 year, to have triple (-) hormonal status, to
have T3-4 disease, to have N2-3 nodal stage and to have locoregional
recurrence or distant metastasis were the independent prognostic
factors that affect OS. Also, to have N2-3 nodal stage and to have
triple (-) hormonal status were independent prognostic factors that
affect DFS. Breast cancer is the most common cancer among women.
Its incidence has been increasing but mortality has been decreasing
in the last 10-15 years. In the light of current treatment modalities,
to know the prognostic factors that affect survival outcomes is very
important for both choosing the most appropriate treatment modality
and the prediciton of treatment response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Turner Sendromu Olgularında Karyotipik Dağılım
Ayşegül Zamani, Sennur Demirel, Hatice Gül Dursun, Tülin Çora, Aynur Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Turner Sendromu Olgularında Karyotipik Dağılım
KaryotypIc DIstrIbutIon Of Turner's Syndrome Cases
Turner sendromu bulguları, primer amenore veya gelişme geriliği şikayetiyle laboratuvarımıza başvuran 37 olguda sitogenetik analizler yapılarak, X kromozom düzensizliklerinin dağılımı incelendi. Olgularımızın yaklaşık yarısını (%48.6) monozomi X oluşturuyordu. 16 olguda saptanan (%43.2) mozaik karyotiplerin dağılımı şöyle idi. Dokuz olguda 45,X/46,X,i(Xq); üç olguda 45,X/46X,r(X); bir olguda 45,X/46,X,+mar; bir olguda 45,X/46,XX/47,XXX; bir olguda 46,X,i(Xq)/47,X,i(Xq),i(Xq); bir olguda 45,X/46,XX. Mozaikler arasında gözlenen en yaygın karyotip olan 45,X/46,X,i(Xq)(%24.3) diğer merkezler tarafından bildirilen oranlardan hayli yüksekti. Ancak diğer merkezlerde sık görülen 45,X/46,XX karyotipi bizim grubumuzda sadece bir olguda saptandı.
Cytogenetic analysis of 37 patients, who were referred to our laboratory because of primary amenorrhea ,growth retardation and Turner's syndrome stigmata were performed and X chromosome abnormalities were evaluated. Monosomi X constituted approximately half of our patients(48,6%).Mosaic karyotypes were determined in 16 cases(43,2%) and they distributed like that; nine with 45,X/46,XJ(Xq), three with 45,X/46,X,r(Xq), one with 45,X/46,X,+mar,one with 45,X/46,XX/47,XXX,one with 45,X/47,X,i(Xq), i(Xq) and one with 45,X/46,X . 45,X/46,X,i(Xq) was the most common structural abnormality observed in mosaic cases and its ratio was found most frequent than other centers values.On the other hand 45,X/46,X karyotype which was reported from other centers often was determined in only one case in our study group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğanlarda 2-4 Parmak Oranının Araştırılması
Mehmet Ali Malas, Erkan Ataş
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğanlarda 2-4 Parmak Oranının Araştırılması
An InvestIgatIon Of The RatIo Between Second And Fourth FIngers In Newborns
Yenidoğanlarda 2-4 parmak oranının araştırılması. Amaç: çalışmamızda miadında, düşük doğum ağırlıklı ve prematüre yenidoğanlar da el ölçümleri ve ikinci ile dördüncü parmak ölçümleri arasındaki ilişkülerin belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Yaşları 29-37 gebelik haftası arasında değişen 60 prematüre yenidoğan (Erkek 30, Kız 30), 60 miadında yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) ve 60 düşük doğum ağırlıklı yenidoğan (Erkek 30, Kız 30) olgu çalışmaya alındı. Bütün vakalarda el uzunluğu, el genişliği, 2. Parmak uzunluğu 4. Parmak uzunluğu, 4. Parmak uzunluğu, 2-4 parmak [(2. Parmak uzunluğu ÷ 4. Parmak uzunluğu) x 100] ve el indeksi [(el genişliği ÷ el uzunluğu) x 100] belirlendi. Bulgular: El ölçümlerinde miadında olan yenidoğanlar da daha büyük olmak üzere gruplar arasında istatistiksel bakımdan farklılıklar tespit edildi(p<0.05). Miadında yenidoğanlar da el genişliğinde ve 2 parmak uzunluğunda kızlarda daha uzun olmak üzere cinsler arasında farklılık belirlendi (p<0.05). Bütün gruplarda alınan parametreler arasında müspet yönde kolerasyon bulundu. Ayrıca kızların 2/4 parmak indeksi miadında yeni doğanlarda daha yüksek bulundu. Miadında yenidoğanlarda el ve parmak indeksi cinsler arasında farklıydı. Sonuç: Prematüre, miadında ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğanlarda el ve ikinci ile dördüncü parmak parametrelerinin daha fazla tanımlanması ile bireysel varyasyonlar hakkında daha fazla bilgi sunulmuş olacaktır. İkinci ile dördüncü parmak varyasyonları hakkındaki bilgiler iskelet ve endokrin sistem gelişimindeki patolojilerin veya anomalilerin teşhis edilmesinde yardımcı olabilir.
Purpose: In this study, we aimed to determine the measurements and the relation between measured parameters of hand, second and fourth finger in full term, newborn with low birth weight and premature newborns. Materials and method: We were studied 60 premature newborns (Male 30, Female 30) who were aged between 29 and 37 post menstrual week and 60 full term newborns (Male 30, Female 30) and 60 newborn with low birth weight (Male 30, Female 30). In all cases, hand length, hand width, second and fourth finger lengths, hand index [(hand width ÷ hand length) x 100] and second-fourth finger index [(2nd finger length ÷ 4th finger length) x 100] were measured. Results: The measurements of hand and finger were significantly different between groups in whom it was greater in full term newborns (p<0.05). There were differences in the hand width, second finger lengths in full term newborns between sexes (p<0.05). A significant positive correlation between the hand and finger dimensions was found in the all groups. Furthermore the second/fourth finger index of male was higher in full term newborns. Hand index and second-fourth finger index were differences between male and female in full term newborn. Conclusions: With more expressions of the parameter of hand and second-fourth finger at prematüre and full term newborns and newborn with low birth weight the possibility of more information about individual variations will be given. Knowledge about normal variations in hand and second-fourth finger dimensions can help in diagnosis of pathologies or anomaly of skeleton and endocrine development.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Selman Hakkı Altuntaş, Fuat Uslusoy, Gülşah Uslu Yunusoğlu, Dudu Dilek Yavuz, Mustafa Asım Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Ortognatik Cerrahide Topikal Ankaferd Blood Stopper® Kullanımının Perioperatif Kanamaya Etkisinin Araştırılması
Investıgatıon Of The Effect Of Topıcal Ankaferd Blood Stopper® On Perıoperatıve Bleedıng In Orthognatıc Surgery
Konvansiyonel cerrahi hemostaz yöntemlerinin kullanılmasına rağmen ameliyat sahasında kanama tam olarak sonlandırılamaz. Bu çalışmada amacımız mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde topikal Ankaferd Blood Stopper®’in (ABS) etkilerini araştırmaktır. Bu amaçla Le Forte I osteotomi ve/veya bilateral sagittal split osteotomi yapılan 19 hastada, kanamalara konvansiyonel müdaheleleri müteakip ameliyat sahalarına ABS veya plasebo sprey uygulandı. Ortognatik cerrahi grubunda, ameliyat öncesi ve sonrası hemoglobin ve hematokrit düşüş oranlarından kan kaybı miktarı hesaplandı ve bunun ABS kullanımı, tek ya da çift çene ameliyatı olması, ameliyat süresi, ameliyatta ortalama kan basıncı, yaş ve cins faktörleri ile ilişkisi araştırıldı. Postoperatif Hb ve Htc düşüş oranları ABS grubunda % 25 iken, plasebo grubunda; Hb ve Htc düşüş oranları sırasıyla % 19 ve 20 idi. Kanama miktarının bağımsız belirleyicisi olarak sadece cinsiyet bulundu. Erkek olmak daha fazla kananama ile birlikteydi (p=0,01). Sonuç olarak bu çalışmada ABS nin mevcut hemostaz yöntemlerine rağmen devam eden kanama üzerinde bir etkinliği gösterilememiştir.
Bleeding can not be absolutely terminated in spite of conventional techniques of hemostasis. In order to investigate the effect of Ankaferd Blood Stopper® (ABS) on persisting bleeding after conventional hemostasis, we applied topical ABS spray or plasebo on orthognatic surgery (n=19). Substances were applied to the surgical field after conventional methods of hemostasis. In orthognatic surgery group, the association of blood loss with the operation type, age, gender, ABS usage, duration of operation and blood pressure was analyzed. The rates of Hb and Htc decline was % 25 in ABS group and % 19 (Hb), % 20 (Htc) in placebo group. The only significant association was with gender indicating a higher blood loss with being male (p=0,01). In conclusion, this study did not reveal any ABS effect on bleeding from the surgical site persisting after conventional hemostasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
Gülcan Erk, Evrim Oral, Nermin Göğüş
Araştırma makalesi
Özeti
Midazolam-Fentanil Ve Sevofluran Anestezilerinin Geriatrik Olgularda Anestezi İndüksiyonu, İdamesi, Derlenme Dönemi Ve Kognitif Fonksiyonlara Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of AnaesthesIa InductIon, MaIntenance, Recovery And CognItIve FonctIons In GerIatrIc PatIents DurIng MIdazolam-Fentanly And Sevoflurane AnaesthesIa.
Bu çalışma midazolam - fentanil kombinasyonu ile oluşturulan TİVA, ve sevofluran inhalasyonu ile sağlanan VİMA uygulamalarının geriatrik yaş grubunda anestezi indüksiyonu, idamesi, derlenme dönemi ve kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkilerini araştırmak amacı ile planlanmıştır. Bu amaçla, transuretral prostatektomi (TUR-P) uygulanacak olgular Grup S ve Grup M olarak ayrıldı. Anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup M olgularda midazolam ve fentanil iv uygulanması ile sağlandı. Her iki grupta da maske toleransı, indüksiyon zamanı, solunum refleksleri; ekstübasyon, göz açma ve adını söyleme süreleri; ve yan etkiler kaydedildi. Operasyon süresince ortalama arter basıncı ( OA B ) ve kalp atım hızı (K A H ) kaydedildi. Operasyondan önce; 2 ve 24 saat sonra olguların hemoglobin (Hg) ve oksijen saturasyonu (SpO2) değerleri not edildi; mental durum testi uygulandı Grup M olgularda. Grup S olgulara göre indüksiyon zamanı uzun, göz açma ve adını söyleme süreleri anlamlı olarak kısa bulundu ( p<0.05). KAH, Grup M olgularda, Grup S olgulara göre, operasyonun başlamasından sonra ve operasyonun 3O.dk'.sında anlamlı olarak düşük bulundu ( p<0.05 ). Kognitif fonksiyonları değerlendirme testi, gruplar arasında, her üç değerlendirme dönemi anında da farklılık göstermedi. Yirmi dördüncü saatte preoperatif değerleri ile arasında fark saptanmadı ( p>0.05). Sonuç olarak her iki anestezi yönteminin de bu yaş grubunda, stabil hemodinami sağlaması, hızlı ve rahat derlenme bulguları ile uygun birer tercih olabileceği, erken dönem kognitif fonksiyonlar üzerine birbirlerinden farklı etkileri olmadığı kanısına varıldı.
This study has been planned for investigating the effects of TİVA, vvhich is formed by the combination of midazolam-fentanyl and VİMA with inhalation of sevoflurane on the induction and maintenance of anesthesia, recovery period and cognitive functions of anesthesia in geriatric age. Patients undergoing to transurethral prostatectomy ( TUR-P ) were randomly divided two groups as Group M and S. İnduction vvas performed with midazolam and fentanyl in group M and inhalation ın Group S. Mask tolerance, induction time, reflexes of respiration, extubation, eye-opening time and time for telling his/her name, and advers effects were examined in both groups. The mean arterial blood pressure and heart rate vvere also recorded during the operation. The hemoglobin and 02 saturation values vvere recorded before the operation, 2 and 24 hours after the operation. The mental status test vvas applied. The induction time of Group M vvas found to be longer and eye-opening time and time for telling name vvere significantly shorter than Group S ( p<0.05). Heart rate vvas significantly lovver in group M 2 minutes after operation starts and at 30th minute of the operation ( p<0.05 ). The mental status test shovved no difference betvveen two groups in every mental status examining period ( p>0.05 ). There vvas no difference betvveen the preoperative values and postoperative 24 hours’ values.İn conclusion, each of the anesthesia methods can be a choice for this group of age by providing a heamodynamically stable anesthesia, fast and comfortable recovery. İn addition, the effects of these methods on early cognitive functions did not differ from each other.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
Cevdet Duran, Orkide Kutlu
Derleme
Özeti
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
A New AlternatIve In The Treatment Of Type 2 DIabetes: SodIumglucose
co-Transporter-2 InhIbItors
Dünya üzerinde tip 2 diyabet sıklığı giderek artmaktadır.
Hernekadar diyabetes mellitus tedavisi için günümüzde birçok
tedavi seçeneği bulunsa da glisemik kontroldeki başarı oranları
halen yetersizdir. Sodium Glucose Co-transporter (SGLT)2
inhibitörleri insülin etkisinden bağımsız etki gösteren yeni bir sınıf
antihiperglisemik ajanlardır. SGLT2 inhibitörleri idrarla glukoz
atılımını arttırarak plazma glukoz düzeylerini düşürürler. Günümüzde
değişik fazlarda klinik çalışmaları devam eden birçok molekül vardır.
Mevcut çalışmalar bu grup ilaçların iyi tolere edildiğini, hipoglisemi
yapmadan kilo kaybıyla beraber kan şekeri düzeylerini kontrol altına
aldığını göstermiştir. Bu yazıda böbreğin glukoz hemostazındaki rolü
ve renal glukoz absorbsiyonu SGLT2 inhibitörleri ile inhibisyonunun
etkileri irdelendi.
The prevalence of type 2 diabetes mellitus is increasing
worldwide. Although there are a number of treatments currently
avaible to treat diabetes mellitus, glycemic control rates remain poor.
Sodium Glucose Co-transporter (SGLT) 2 inhibitors are a novel class
antihyperglycemic agent that act independently of insulin actions.
The SGLT2 inhibitors increase urinary glucose excretion and lower
plasma glucose. There are a lot of SGLT inhibitor molecules in a
different phases of clinical trials is currently avaible. Initial clinical
trials showed that this class of agents are well tolerated and can
effectively control blood sugar levels with reduced weight gain
without hypoglycemia. This manuscript reviews the role of the kidney
in glucose hemostasis and the effects of inhibition of renal glucose
reabsorbtion by SGLT2 inhibitors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Özkan İlhan, Esra Arun Özer, Sümer Sütçüoğlu, Senem Alkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Assessment Of Adherence To The Treatment GuIdelIne In PatIents
hospItalIzed Due To Neonatal JaundIce
Yenidoğan sarılığı genellikle kendiliğinden düzelen, benign bir
klinik durumdur. Yenidoğan sarılığının tedavi sınırlarını belirleyen
uluslar arası kabul görmüş tedavi kılavuzları bulunmaktadır.
Araştırmamızda yenidoğan sarılığı nedeniyle hastaneye yatırılan
olgularda hiperbilirubinemi tedavi kılavuzlarına uyumun araştırılması
amaçlanmıştır. Hastanemiz Yenidoğan Kliniği’ne 1 Ocak 2009-31
Aralık 2010 tarihleri arasında yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan
olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Tüm olguların
yatış sırasındaki sarılık durumu hiperbilirubinemi tedavi kılavuzuna
göre değerlendirildi. Ciddi hiperbilirubinemi için herhangi bir klinik
risk faktörü ya da ek sorunu olan, yatış sırasındaki serum bilirubin
düzeyi tedavi gerektiren sınırda veya üzerinde olan hastalar “Tedavi
Gerektiren Bebekler”, yatış sırasında serum bilirubin düzeyi tedavi
kılavuzunda belirlenen düzeyin altında ve ciddi hiperbilirubinemi
gelişimi açısından klinik risk faktörü olmayan olgular ise “Tedavi
Gerektirmeyen Bebekler” olarak tanımlandı. Çalışma süresince
yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan, 267’si erkek (%51.5) toplam
518 olgunun ortalama gebelik yaşı 37.2±2.2 hafta olup, doğum ağırlığı
2988.3±617 gram idi. Yenidoğan sarılığı tedavisinde güncel tedavi
kılavuzuna uygun olarak yatışı yapılan hasta sayısı 391 (%75.4) idi.
Tedavi kılavuzuna göre tedavi gerektiren ve gerektirmeyen bebekler
karşılaştırıldığında gruplar arasında gebelik yaşı, doğum ağırlığı,
doğum şekli, çoğul gebelik ve akraba evliliği sıklığı açısından anlamlı
istatistiksel farklılık bulunmazken, tedavi gerektiren grupta erkek
bebek sıklığı istatistiksel olarak daha fazla idi (p=0.03). Sarılıklı
bebeklerin bilirubin ensefalopatisi gelişimini önlemek amacıyla uygun
şekilde takibinin yapılması, ancak gereksiz tetkik ve tedavilerden
kaçınılması gerektiği düşünüldü.
Neonatal jaundice is usually a self-limiting benign clinical
condition. International treatment guidelines to outline the borders
of treatment of neonatal jaundice exist. The aim of our study is to
evaluate the rationale of treatment guidelines for newborns admitted
to the hospital for jaundice. In this retrospective study, the records
of the cases admitted to the Newborn Intensive Care Unit between
January 1, 2009 and December 31, 2010 for neonatal jaundice
were reviewed. Status of jaundice on admission were evaluated on
the basis of hyperbilirubinemia treatment guideline. The newborns
who had any clinical risk factor or additional problem for severe
hyperbilirubinemia, and higher serum bilirubin level on admission
requiring treatment were designated as “Babies Need to Treatment”,
whereas the remaining as “Babies Need Not to Treatment”. Of overall
518 cases, 267 were boys (51.5%) and mean gestational age was
37.2±2.2 weeks, and birth weight 2988.3±617 gram. The number
of patients admitted in consistent with current treatment guideline
of neonatal jaundice was 391 (75.4%). The group of “Babies Need
to Treatment” showed significant relationship with the male gender
(p=0.03), whereas other parameters including gestational age,
birth weight, delivery type, multiple gestation and consanguineous
marriage were nonsignificant. We think that newborns with jaundice
should be on close follow-up in order to prevent development of
bilirubin encephalopathy, however unnecessary investigations and
treatment should be avoided as well.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan İzole Gastro-Özofagal Sfinkteri Üzerine Verepamil, Nifedipin Ve Nitrendipin'in Gevşetici Etkileri
Ekrem Çiçek, Ahmet Kaya, Laika Karabulut, Ergin Şingirik, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan İzole Gastro-Özofagal Sfinkteri Üzerine Verepamil, Nifedipin Ve Nitrendipin'in Gevşetici Etkileri
The Relaxant Effects Of VerapamIl, NIfedIpIne And NItrendIpIne In Isolated Rat Gastro-Oesophageal SphIncter
Rat gastro-özofagal sfinkterinde yapılan bu in vitro çalışmada, karbakol'e bağlı kasılmalar üzerine Ca2+ kanal blokörlerinden verapamil, nifedipin ve nitrendipin'in gevşetici etkileri incelenmiştir. Söz konusu antagonistler ile elde edilen % gevşemeler karşılaştırıldığında, verapamil ve nitrendipin'in aynı oranda gevşeme yaptığı, buna karşın nitrendipin ile elde edilen gevşemenin diğer iki ilaca göre düşük olduğu görülmüştür.
In this in vitro study performed in the rat gastro-esophageal sphincter, the relaxing effects of verapamil, nifedipine and nitrendipine, which are Ca2 + channel blockers, on contractions due to carbachol were investigated. When the% relaxations obtained with the said antagonists were compared, it was seen that verapamil and nitrendipine relaxed at the same rate, whereas the relaxation achieved with nitrendipine was lower than the other two drugs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Sıçan Aortunda Baryum'a Bağlı Kasılma Üzerıne Verapamil'in Etkisi
Ekrem Çiçek, Ergin Şingirik, Necdet Doğan, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Sıçan Aortunda Baryum'a Bağlı Kasılma Üzerıne Verapamil'in Etkisi
Effect Of VerapamIl On ContractIon Due To BarIaın In Isalated Rat Aorta
izole sıçan aortunda kümüliatif konsantrasyonda uygulanan Ba2+ doza bağımlı bir kasılma oluşturdu. Bu kasılma verapamil tarafından inhibe edildi. Ca2+Isuz ortamda ise, Ba2+ kontrol cevaba göre küçük fakat anlamlı bir kasılmaya neden oldu. Bu cevap verapamil tarafından inhibe Bulgular bu dokuda Ba2÷'un ekstraselüler Ca2+ girişini artırarak kasılma yaptığım ve buna ilave olarak intraselider olayları da tetikleyerek bu kasılmaya katkıda bulunduğunu telkin etmektedir.
With an isolated rat aorta, Ba2+ used al a cumulative concentraiion created a dose-clependent contraction. This contraction is inhibited by verapamil. in a medium containing no Ca2+, it caused Utile but significant contraction compared ta the responses of control group. This contraction isn't inhibited by verapamil. Findings suggest that Ba2+ caused contraction by increasing the extracellular Ca2 + entry and alsa contributed to the intracellular processes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
Fahriye Kılınç, Uğur Gülper, Pembe Oltulu, Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Salim Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Kolesistektomi Materyallerinde İnsidental Safra Kesesi Kanserinin Risk Yönetimi
RIsk Management Of IncIdental Gallbladder Cancer In Cholecystectomy MaterIals
Amaç: Safra kesesi kanseri yaygın olmayan fakat agresif bir tümördür. Prognozu kötüdür ve olguların çoğu benign hastalıklar nedeniyle yapılan kolesistektomilerin histopatolojik incelenmesinde insidental olarak tespit edilir. Laparaskopik kolesistektomi dönemiyle erken evrede tespit edilen olguların sayısı artmaktadır. Bu çalışmada, bölümümüze gönderilen kolesistektomi materyallerinde kanserle karşılaşma oranını ve kanser dışı tanıların dağılımını literatür bulguları eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2016-2017 yıllarında patoloji bölümüne gönderilen ve rutin olarak incelenen kolesistektomi materyallerinin sonuçları tanı grupları oluşturularak retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik ön tanıları, demografik bilgileri (yaş, cinsiyet) ve patoloji raporları gözden geçirildi.
Bulgular: Toplam 1000 kolesistektomi materyalini çalışmaya dahil ettik. Malignite bulunan 7 hastanın 2’sinde insidental olarak tanı konulmuştu ve kolelitiazis ön tanısıyla laparoskopik kolesistektomi yapılmıştı, bir hastada primer odak safra kesesiydi, diğeri kolon adenokarsinom infiltrasyonu ile uyumluydu. Kalan 5 hastada preoperatif ve / veya postoperatif malignite tespit edilmişti. Diğer olguların büyük kısmında (> %90) kronik veya kronik aktif kolesistit, düşük oranda akut kolesistit, 2’sinde (%0,2) gastrik heterotopi, 1’inde (%0.1) tubuler adenom, 1’inde (%0.1) tubulovillöz adenom, 4’ünde (%0.4) adenomyom / adenomyomatozis, 6’sında (%0,6) polip ve 5’inde (%0.5) displazi (Bilier intraepitelyal neoplazi, BilIN) mevcuttu.
Sonuç: Geç evrelere ilerleyene kadar sessiz kalan kötü prognozlu bir tümör için %0.1’lik insidental oranın düşük olmadığını düşünmekteyiz. Bu nedenle makroskopik olarak belirgin lezyon olmasa bile histopatolojik değerlendirme için özellikle fundus, boyun ve yan duvarlar örneklenmelidir.
Aim: Gallbladder cancer is an uncommon, but aggressive tumor. Its prognosis is poor and the most cases are incidentally detected in histopathological examinations of cholecystectomies due to benign diseases. With the era of laparoscopic cholecystectomy, the number of cases detected in early stage is increasing. In this study, we aimed to evaluate the rate of cancer encountered and the distribution of non-cancer diagnoses in cholecystectomy materials sent to our department, together with the literature findings.
Materials and Methods: The results of the cholecystectomy materials sent to the pathology laboratory and examined routinely in 2016-2017 were retrospectively evaluated by forming diagnostic groups. Clinical preliminary diagnoses, demographic informations (age, sex), and pathology reports of the patients were reviewed.
Results: We included a total of 1000 cholecystectomy materials into the study. Two of the 7 patients who presented with malignancy were incidentally diagnosed and underwent laparoscopic cholecystectomy with the preliminary diagnosis of cholelithiasis, with the primary focus was gallbladder in one patient, and the other was compatible with colonic adenocarcinoma infiltration. Preoperative and / or perioperative malignancy was detected in the remaining 5 patients. A large proportion (> 90%) of the other cases had chronic or chronic active cholecystitis and low rate of acute cholecystitis included gastric heterotopia found in 2 (0.2%), tubular adenoma in 1 (0.1%), tubulovillous adenoma in 1 (0.1%), adenomyoma / adenomyomatosis in 4 (0.4%), polyp in 6 (0,6%) and dysplasia (Biliary intraepithelial neoplasia, BilIN) in 5 (0.5%) patients.
Conclusion: We think that the incidental rate of 0.1% is not low for a poorly prognostic tumor that remains silent until progressing to late stages. Especially fundus, neck and lateral walls should be sampled for histopathological evaluation, even if there is no macroscopically evident lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Hakan Öner, Ahmet Songur, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
Effect Of OvarIectomy And OvarIectomy Follovved By AdmInIstratIon Of Estrogen On The PIneal Gland: A LIght MIcroscopIc Study.
Bu çalışma, ovarektominin ve ovarektomi sonrası uygulanan östrojenin pineal bez üzerine etkisinin ışık mikroskop düzeyde araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 15 adet Wistar-Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-ovarektomi) ve ovarektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Bu hayvanlara günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susamyağı enjekte edildi. Grup III deki sıçanlara da ovarektomi sonrası günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susam yağı içerisinde 0.5 mg Estradiol Beonzoate enjekte edildi. Bir aylık deney süresi sonunda tüm hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Sıçanların pineal bezleri çıkartılarak rutin histolojik yöntemlerle ışık mikroskobik preparatları hazırlandı. Çalışmamızda, ovarektomi sonrası pinealositlerde hipertrofinin oluştuğu ve bez yapısında lipid damlacıklarında artış meydana geldiği gözlendi. Ovarektomi sonrası östrojen enjeksiyonu sonucunda ise, ovarektomi sonrası gözlenen hipertrofinin ve lipid damlacıklarındaki artışın kaybolduğu tespit edildi. Ayrıca, parankima! hücreler arasındaki bağ dokuda artış gözlendi. Sonuç olarak, ovarektomi sonrası pinealosit hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği ve bu artışın östrojen enjeksiyonu ile baskılandığı görüldü.
This study was aimed to examine the effects of ovariectomy and ovariectomy follovved by estrogen administration on the pineal gland by light microscopy. For this purpose 15 female Wistar rats vvere used. Animals were divided into three groups. Group I and II vvere designated as sham-ovariectomised (Control) and ovariectomised, respectively. They received sesame oil (0.1 mİ subcutaneously) alone. The rats in Group III vvere ovariectomised and daily injected vvith Estradiol Benzoate (0.5 mg/0.1 mİ sesame oil per day s.c) for 1 months. At the end, ali animals vvere killed by vascular perfusion. The pineal glands of rats vvere removed, then processed for light microscopy. Ovariectomy caused hypertrophy in pinealocytes and an increase of lipid droplets in the structure of pineal gland. İt was observed that Estradiol administration follovving ovariectomy inhibited ovariectomy induced hypertrophy and increase of lipid droplets. Additionally, the connective tissue betvveen parenchymal cells was increased in this group. İn conclusion, increased of celi activity was seen in the pinealocytes after ovariectomy and this increase was suppressed follovving the administration of Estradiol benzoate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kritik Güç İle Maksimal Oksijen Tüketimi Ve Anaerobik Eşik Arasındaki İlişkiler
Nilsel Okudan, Hakkı Gökbel
Araştırma makalesi
Özeti
Kritik Güç İle Maksimal Oksijen Tüketimi Ve Anaerobik Eşik Arasındaki İlişkiler
The RelatIonshIps Of The CrItIcal Power To MaxImal Oxygen UtIlIzatIon And AnaerobIc Threshold
Kritik güç, maksimal oksijen tüketimi ve anaerobik eşikler arasındaki ilişkileri incelemek. Yöntem: 18-22 yaşlarındaki 30 sedanter erkeğe bisiklet ergometresinde yoğunluğu giderek artan maksimal egzersiz yaptırıldı. Solunum gaz parametreleri SensorMedics 2900 Metabolik Ölçüm Kartı kullanılarak 20, kalp hızı değerleri ise Polar Sport Tester aracılığıyla 5 saniyede bir kaydedildi. İki dakikada bir el parmak ucundan kapiller kan alınarak Accusport Laktat Analizörü ile laktat konsantrasyonları belirlendi. Gaz değişim parametreleri, kalp hızı ve laktat değerlerinden 3 ayrı ventilatuvar eşik, kalp hızı sapma noktası ve kan laktat birikmesinin başlangıcı hesaplandı. Kritik güç testi için farklı günlerde üç ayrı yük uygulandı ve lineer iş-zaman ilişkisi kullanılarak kritik güç saptandı. Katılımcılara kritik güç değerlerinde tükenmeye kadar egzersiz yaptırılarak kritik güçteki egzersiz süresi ve iş belir lendi. Bulgular: Kritik güç, VO2max ve bazı anaerobik eşiklerle ilişki bulundu. Kritik güç, VO2m ax’ın oluştuğu yük ten düşük, anaerobik eşiklerin oluştukları yüklerden yüksekti. Kritik güçteki egzersiz süresi ve iş ile VO2max ve anaerobik eşikler arasında ilişki yoktu. Sonuç: Kritik gücü maksimal aerobik güçle ve bazı anaerobik eşiklerle ilişkili bulmamıza rağmen, kritik güçteki egzersiz süresi ve işle bu dayanıklılık parametreleri arasında ilişki bula madığımız için kritik güçteki egzersiz süresinin ve işin, dayanıklılığın tayininde ölçü olarak kullanılamayacaklarını düşünüyoruz.
Objective: To evaluate the relations among the critical power, maximal oxygen utilization and anaerobic thresh- olds. Method: İn order to determine the maximal oxygen consumption and anaerobic thresholds on 30 sedentary men aged 18-22 years, an incremental maximal exercise test on cycle ergometer was performed. Respiratory gas parameters were recorded by SensorMedics 2900 Metabolic Measurement Cart in every 20, heart rate values were recorded by Polar Sport Tester in every 5 seconds and blood lactate concentrations were determined by Accusport Lactate Analyzer on capillary blood samples from fingerpoint at the end of every two minutes. From the gas exchange parameters and heart rate and lactate values, three separate ventilatory thresholds, heart rate deflection point and the onset of blood lactate accumulation were calculated. Three different loads were applied for the critical power test at different days and linear work-time relationship method was used to estimate the crit ical power. Each participant performed an exercise test at his critical power until exhaustion and then the duration of exercise and work were determined. Results: İt was found that the critical power was correlated with VO2max and some anaerobic thresholds. The critical power was lower than the load at which VO2max was occurred, but higher than the loads at which anaerobic thresholds were occurred. The duration of exercise and work at the crit ical power were not correlated with VO2max and anaerobic thresholds. Conclusion: Although the critical power is related to the maximal aerobic power and some anaerobic thresholds, we consider that duration of exercise and work at the critical power can not be used as criteria in the determination of endurance since exercise time and work at the critical power are not correlated to these endurance parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
Hilal Erinanc, Özgül Topal
Araştırma makalesi
Özeti
Oral Mukozal Patolojilere Ait Retrospektif Klinik Çalışma:
tek Merkeze Ait Sonuçlar
A RetrospectIve AnalysIs Of Oral Mucosa
pathologIes: A SIngle-Center TrIal
Amaç: Oral skuamöz hücreli karsinom dünyada en sık görülen 6. tümör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte pek çok hastalık oral mukozada lezyon oluşturabilmektedir. Bu çalışmada 10 yıllık süreçte kendi hasta serimize ait oral mukoza patolojierini oluşturan lezyonlar histopatolojik tanılara göre sınıflandırılmış ve tanılara göre lezyonların yeri, yaş ve cinsiyet dağılımları tespit edilmiş ve malignite ile ilişkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Çalışmamız 2002-2014 yılları arasında Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi Konya Uygulama ve Araştırma hastanesi kulak burun boğaz hastalıkları bölümü tarafından tanı amacıyla biopsi alınarak patoloji laboratuarına gönderilen 288 hastaya ait oral mukoza lezyonunun retrospektif analizini içermektedir. Hastalara ait histopatolojik tanı, yaş, cinsiyet ve lokalizasyon bilgisi patoloji rapor arşivinden elde edilmiştir. İstatistiksel tanımlayıcı analiz SPSS17.0 programı ile yapılmıştır. Bulgular: Olguların büyük çoğunluğunu benign epitelyal proliferasyon ve reaktif patolojiler oluşturmaktadır(%22,7). Bu grupta en sık skuamöz papillom(n: 31; % 9,9) görülmüş olup bunu fibroepitelyal polip (n:24; %7,7) ve irritasyon fibromu (n:16; %5,1) izlemektedir. Benign patolojiler içerisinde oral mukozal dermatozlar en sık görülen ikinci lezyondur (n:63, % 21,8). Çalışmamızda 288 oral mukozal lezyonun % 15,3’ünü (n:44) malign patolojiler ve % 17,7’sini (n:51) prekanseröz lezyonlar oluştumaktadır. Skuamöz hücreli karsinom tüm malign patolojilerin %95,5’idir.Tespit edilen premalign lezyonlar; skuamöz hücreli hiperplazi (n:47; 16%), orta dereceli displazi (n:2; % 0,7) ve likenoid displazidir (n:2; % 0,7). Skuamöz hücreli karsinom en sık dudakta lokalizedir. Kadın erkek oranı premalign lezyonlar için hemen hemen eşit olup skuamöz hücreli karsinom erkeklerde biraz daha fazladır (p>0.1). Sonuç: Skuamöz hücreli karsinom, benign lezyonlar ve premalign lezyonlara göre daha yaşlı hastalarda görülmektedir. Çok geniş spektrumdaki birçok oral mukozal patolojinin benzer bir klinik görüntüsü olması klinisyenleri tanı aşamasında zorlayıcı bir unsurdur. Özellikle malign lezyonlarda erken teşhis hayat kurtarıcı olabilir. Bu nedenle patolojilere yönelik kendi serilerimizi oluşturmak önemlidir. Histopatolojik tanılarına göre sınıflandırılmış lezyonların lokalizasyon, yaş ve cinsiyet gibi bazı klinik özelliklerine göre dağılımını veren bu serimiz klinik tanıda yol gösterici ve kolaylaştırıcı olacaktır.
Aim: Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide however a wide range of diseases may affect the oral mucosa. We aim to determine the prevalence of the oral mucosal pathologies in our patient series and discuss the final diagnosis in relation to sex, age and subsite distribution. Patients and Methods: This was a cross sectional descriptive study, including 288 patients with oral mucosal pathologies, diagnosed at Baskent University Konya Hospital between January 2002 and December 2014. Data were retrieved from archives of pathology laboratory, retrospectively. A commercially available statistical package (SPSS17.0) was used for descriptive statistical analysis. Results: The results showed that benign epithelial proliferations and reactive pathologies were the most frequently diagnosed lesion, accounting for 22.7% of the total number of patients. Among this reactive pathologies, squamous papillomas were the most common (n: 31; 9,9%), followed by fibroepithelial polyps (n:24;7,7%) and irritation fibromas (n:16; 5,1%). Oral mucosal dermatoses were the second common benign lesions, accounting for 21,8% (n:63) of all cases. Of the 288 oral mucosal pathologies 15,3% (n:44) were malignant and 17,7% (n:51) were precancerous. Squamous cell carcinoma were comprised of 95,5% of all the malignant lesions. Premalignant lesions were with the following distribution: squamous cell hyperplasia (n:47; 16% ), moderate dysplasia (n:2; 0,7% ) and lichenoid dysplasia (n:2; 0,7% ). Lip was the most frequently involved site for squamous cell carcinoma. The male to female ratio was almost equal in both sex for premalignant lesions however there was slight male predominance for squamous cell carcinoma (p>0.1). Squamous cell carcinoma was commonly seen in the older age group compared to benign and precancerous lesions. Conclusion: The similar clinical appearance of oral mucosal pathologies in a very wide spectrum is a compelling element for clinicians in the process of diagnosis. Especially in malignant lesions early diagnosis may be life saving. Therefore, it is important to reveal our own series about these pathologies. This study, by demonstrating distribution of histopathologically classified lesions according to some clinical features such as location, age and gender, will guide and facilitate the clinical diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
Mehmet Gök, Faruk Özer, Oktay İmecik, Hüseyin Vural, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Tuberkıjloz Plorezilerde Adenosın Deaminaz Aktıvıtesının Tanısal Degerı
DIagnostIc Value Of AdenosIne DeamInase ActIvIty In Tuberculous Pleursy
Bu calışmada Selcuk Universitesi Tap Fakiiltesi Gogiis Hastalzklart Anabilim Dalind_a takip edilen 89 plorezili hasta ile kontrol grubu olarak secilen 15 saglxkla bireyin serum ye plevra swat adenosin deaminaz dlizeyleri araytirtlmuttr. Hastalar etyolojik tantlartna gore 4 gruba ayrilmutirr- 1- Taberkiiloz (24 olgu), 2- Malignite (27 olgu), 3- Pnamoni (28 olgu) ye 4- Konjestif kalp yetrnezligi (10 olgu). Serum ADA (SADA) aktivitesi turn hasty gruplartnda kontrol grubuna oranla anlamlz derecede yiiksek olmaszna karlin hasta gruplart arasinda anlamh farklatk gOsterrnedi. Plevra sivisz ortalama ADA aktivitesinin (PADA) taberkaloz grubunda en yiiksek (54.88 ± 5.77 U11) oldugu ye digerleri ile aralarinda anlarnh Park bulundugu saptandi. Plevra mull serum ADA oram (P/S ADA) ise tiiberkiiloz plorezilerde mal ignite ve KKY gruplartna oranla anlamh derecede Ayrzca plevra stvisinda ortalama ADAlprotein, ADAILDH , ADAlkolesterol ye ADAITotal biliriibin oranlartrun da tuberkiiloz kaynakh plorezilerde diger gruplarda bulunan degerlerden biiyiik oldugu gosterildi. Titherkiiloz plorezilerin, tliberldiloz kaynakh ol-mayanlardan ayirdedilmesinde spesifitesi en yiiksek olan parametrenin PADA (% 91), en yiiksek olantn sensitivitesi ise P/S ADA( % 88) oldugu saptandt. Diger parametrelerin ise bu ikisi ile ktyaslanabilir oranda spesifite .ve sensitiviteye sahip olduklart gazlerldi. Bulgulartnuz gore plevra stvzstnda ADA aktivitesinin tiiberkiil o z plorezilerin tantsinda kullanqh bir inceleme yonterni oldugunu gostermigir.
In this study, we measured pleural fluid and serum adenosine deaminase (ADA) activity in 89 patients with pleural of and 15 healthy person choosen as control group. Patients were divided into four groups; 1) Tuberculosis (n=24), 2) Malignancies (n=27), 3) Pneumonias (n=28),4)Congestive hearth failure (CHF) (n=10). Mean ADA activity of tuberculous effusions (54.88 ± 5.77 U/1) was significantly higher than those of malignant, pneumonic effusions and transudative effusions in CHF. With the cutoff level of 40 Ul I, we found that the sensitivity and the specifity of pleural fluid ADA activity (PADA) in discriminating between tuberculous and other effusions were 71% and 91%, respectively. Mean pleural fluid to serum ADA ratio (PIS ADA) in tuberculous pleurisy was higher than that in any other group. Pleural fluid to serum ADA ratio exceeding 2_5 appeared to have sensitivity of 88% and specifity of 72%. ADA to protein, ADA to LDH, ADA to cholesterol, and ADA to total bilirubine ratios of pleural fluids were also determined and found that the mean values in tuberculosis are all higher than those of other effusions. They also showed the sensitivity and the specifity comparable to those found in PADA and PIS ADA. It seems that these parameters can be used in establishing tuberculous pleural effusion as well as PADA and PIS ADA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
Halim Yılmaz, Gülten Erkin, Sami Küçükşen, Ekrem Akkurt
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromunda Vücut Kitle İndeksi İle Klinik Parametreler Arasındaki İlişki
CorrelatIon Between Body Mass Index And ClInIcal Parameters In FIbromyalgIa Syndrome
Fibromiyalji Sendromlu (FMS) kadın hastalarda klinik özelliklerle
vücut kitle indeksinin (VKİ) ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. 1990
Amerikan Romatoloji Cemiyeti (ACR) kriterlerine göre FMS tanısı
alan 162 kadın çalışmaya alındı. Hastalarda şikayet süresi, eğitim
düzeyleri, Vizüel Ağrı Skalası (VAS) ile ağrı şiddeti, hassas nokta
sayısı (HNS) skoru, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) skoru, Fibromiyalji
Etki Anketi (FEA) skoru belirlendi. Hastaların VKİ (kg/m²) hesaplandı.
Hastalar VKİ’ne göre normal kilolu (VKİ<25), fazla kilolu (VKİ=25-
29.9) ve obez (VKİ≥30) olarak üç gruba ayrılarak, üç grup arasında
FMS’nin klinik özellikleri karşılaştırıldı. Spearman sıra korelasyon
katsayısı kullanılarak FMS’li hastalarda VKİ ile FMS’nin klinik
özellikleri arasındaki ilişki araştırıldı. Normal kilolu grupta 52 (%
32.1) hasta, aşırı kilolu grupta 70 (% 43.2) hasta, obez grupta 40 (%
24.7) hasta yer aldı. Üç grup arasında HNS ve FEA skorları arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark mevcut iken, yaş, şikayet süresi, VAS
ve BDÖ skorları arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Korelasyon
analizinde VKİ ile HNS, FEA skoru, şikayet süresi ve yaş arasında
pozitif korelasyon, BMİ ile eğitim düzeyi arasında negatif korelasyon
saptandı. Sonuçlarımız FMS’li kadın hastalarda FEA ve HNS’nın VKİ
ile güçlü şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle yüksek
VKİ; FMS’nin şiddetini artıran bir durum gibi gözükmektedir. Biz bu
nedenle FMS’li kadın hastalarda kilo kontrolünün fiziksel fonksiyonları
ve hastalığın seyrini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz.
To investigate the correlation of body mass index (BMI) with
clinical parameters in women with fibromyalgia syndrome (FMS).
Under the criteria of 1990 American Council of Rheumatology, 162
women diagnosed with FMS were included. In each patient, duration
of complaints, level of education, pain severity via Visual Analogue
Scale (VAS), tender point counts (TPC), Beck Depression Inventory
(BDI) score, Fibromyalgia Impact Questionnaire (FIQ) and BMI (kg/
m²) were measured. Patients were grouped as normal (BMI<25),
overweight (BMI=25-29.9) and obese (BMI≥30), and clinical
parameters of FMS were compared between groups. Via Spearman’s
ranked correlation coefficient, the association between BMI and FMS
was investigated. Fifty-two patients (34.4%) was present in group
with BMI<25, 70 (44.8%) in group with BMI=25-29.9 and 40 (%24.7)
in group with BMI≥30. While a statistically significant difference
was present as to TPC and FIQ between groups, no significant
association was found as to age, duration of complaints, VAS and
BDI scores. In the analysis, a positive correlation between BMI, and
TPC, FIQ scores, duration of complaints and age, and a negative
correlation between BMI and level of education were determined.
Our findings indicate FIQ and TPC are strongly correlated with BMI,
and higher rate of BMI seems to increase the severity of FMS. So,
it is considered that weight control may positively impact physical
functions and course of the condition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Emrullah Durmuş, Engin Özbay, Arif Aydın, İsmail Karlıdağ, Halil Ferat Öncel, Remzi Salar, Ekrem Özyuvalı, Talip Göktaş, Mehmet Giray Sönmez
Araştırma makalesi
Özeti
Üriner Sisteme Yönelik Laparoskopik Cerrahide İlk Deneyimlerimiz:97 Vaka
Our InItIal Laparoscopy Surgery ExperIences In UrInary System: 97 Cases
Özet:
Amaç: Bu çalışmada üriner sisteme yönelik gerçekleştirdiğimiz 4 yıllık laparoskopik cerrahi deneyimlerimizi literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2014-Ekim 2018 tarihleri arasında kliniğimizde 97 hastaya üriner sisteme yönelik laparoskopik cerrahi girişim uygulandı.54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim ve 1 hastaya da radikal prostatektomi uygulandı.. Hastalar sağ ve sol olmak üzere iki gruba ayrılarak operasyon süresi, ortalama kan kaybı, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar, hastanede kalış süresi ve dren kalma süresi açısından retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
Hastaların ortalama yaşı 44(16-67) idi .Erkek/Kadın oranı 54/43 idi. Radikal prostatektomi hariç 54 hastaya sağ,42 hastaya sol laparoskopik cerrahi girişim uygulandı. Tüm girişimlerde ortalama ameliyat süresi 145(40-210) dakika, ortalama dren alınma süresi 3.1(1-10) gün, yatış süresi 3.4(1-14) gün,kanama miktarı 150(20-500) cc olarak hesaplandı. Pyelolitotomi yapılan 1 hastada ve radikal prostatektomi yapılan 1 hastada drenden uzamış idrar drenajı gözlendi. Tüm girişimler gözönüne alındığında ortalama komplikasyon oranı %5.1 olarak bulundu. Sağ laparoskopik cerrahi girişim ile sol laparoskopik cerrahi girişim arasında karşılaştırılan parametreler açısından herhangi bir fark gözlenmedi.
Sonuç: Laparoskopinin ilk öğrenme döneminde olan bir cerrahın başlangıçta nispeten daha basit prosedürler seçmesi ancak bu süreyi çok uzatmadan daha kompleks ameliyatlara geçmesi öğrenme süresini hızlıca kısaltabilir. Uygun hasta seçimi ve yeterli ekipman ile perifer merkezlerde de laparoskopik cerrahi güvenle uygulanabilir.
Abstract:
Objective: Our objective in this study was to present our four years of experience in laparoscopic surgery for urinary system accompanied by literature.
Material and Methods: Between January 2014 and October 2018, laparoscopic surgical intervention was made on urinary system for 97 patients in our clinic. 54 patients had right and 42 patients had left laparoscopic surgical intervention and 1 patient had radical prostatectomy. Patients were retrospectively examined for operation duration, average blood loss, intraoperative and postoperative complications, hospitalization duration and drain installation time after separating into two groups as right and left.
Results.
Average age of the patients was 44(16-67). Male/Female rate was 54/43. Apart from radical prostatectomy, 54 patients had right and 42 patients had left kidney laparoscopic surgical intervention. Average operation duration was 145 (40-210) minutes, average drain removal time was 3.1 (1-10) days, hospitalization duration was 3.4 (1-14) days and bleeding amount was 150(20-500) cc in all interventions. Lengthened urinary drainage was observed from the drain in one patient who had pyelolithotomy and one patient who had radical prostatectomy. When all interventions were considered, the average complication ratio was found 5.1%. No differences were observed in the parameters compared among right and left laparoscopic surgery interventions.
Conclusion: For a surgeon in the first learning phase of laparoscopy, choosing relatively simpler procedures in the beginning but passing to more complex operations without much delay may quickly shorten the learning phase. Through the selection of suitable patients and adequate equipment, laparoscopic surgery can also be applied safely in peripheral centers.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ventrikül Anevrizma Onarımında Kullanılan İki Tekniğin Karşılaştırılması
Musa Ağrış, Murat Öncel
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ventrikül Anevrizma Onarımında Kullanılan İki Tekniğin Karşılaştırılması
Two TechnIc Anallyses WIth The Left VentrIcul Anerusym
Sol ventriküler anevrizma kapatma tekniklerinin değerlendirilmesinde biz 1993’ den 1998” e kadar ki dönemde sol ventrikül ön duvar anevrizma onarımı yapılan 21 hastayı yeniden inceledik. Standart linear kapatma tekniği ile 7 hastada anevrizma onarımı yapılmış ve 14 hastada da sirküler kapatma tekniği kullanılmıştır. Ortalama 3 yıllık takip sonrası angina sınıflamasında( New York Heart Association) ya da sağ kalım oranında anlamlı bir farklılık gösterilememiştir. Operasyon sonrası dönemde 21 hastada standart ekokardiografik ölçümlerle sol ventrikül boyutları ve fonksiyonları başarı ile değerlendirilmiştir. Operasyon sonrası ekokardiografide uzun aks, sol ventrikül sistolik çaplarında ya da kısa aks sistolik ve diastolik alanlarında anlamlı farklılıklar bulunamadı. Sirküler kapatma grubunda uzun aks diastolik çaplarda anlamlı bir artış görülmüştür. Ancak postoperatif dönemde görülen bu artış preoperatif değerlerle karşılaştırıldığında bu parametredeki değîşiklik farklı bulunmamıştır. Bunun dışında postoperatif kısa aks alanlarında gruplar içi karşılaştırmalar ,sirküler kapatma grubunda artışı gösterirken, linear kapatma grubunda açık bir küçülmeyi göstermektedir. Ancak bu değişiklerin istatistiksel bir anlamı yoktur. Postoperatif ejeksiyon fraksiyonunda iki kapatma grubu arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Bununla birlikte sirküler kapatma grubunda küçük bir azalma bulunmuştur Bu veriler linear ve sirküler kapatma teknikleri arasında ekokardiograflk parametreler, fonksiyonel sınıflama ve sağkalım oranında anlamlı farklılıklar olmadığını göstermiştir.
we reviewed our experience with 21 patients who survived the repair of aneurysms of the anterior wall of the left ventricular from 1993 through 1998. Seven of these patients underwent aneurysm repair by standart linear closure and 14 by a circular closure tecnique. After a mean follow-up interval of 3 years: there were no demonstrable differences in angina class( New York Heart Association functionai classification): or survival. in 21 surviving patients. postoperative left ventricular dimensions function were satisfactorily evaluated by standard echocardiographic measurements. No significant differences were found in postoperative long-axıs left ventrîcular systolic diameter or in short-axis systolic or diastolic areas* There was a significanty larger long-axis diastolic dîameter in the circular closure group; however, there was no dîfference in this parameter when the ratios of postoperative to preoperative lengths were compared. Further intragroup comparisons demonstrated an in increase in short-axis areas postoperatively with în the circular closure group in contrast to a decrease in patients in the linear closure group: these changes were no statisticaly significant. There was no significant difference in postoperative ejection fraction between the two closure groups. although minor reductions were found in the circular closure group. These data demostrate no significant difference between the linear and circular closure tecniques with respect to standard echocardiographic parameters, functional classifîcation, and survival.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
Bedri Özer, Salim Güngör, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Parotis Tümörlerinde Cerrahi Tedavi
SurgIcal Therapy For BenIgn ParotId Tumors
Yetersiz eksizyon ve enükleasyon tekniği nedeniyle yaklaşık 50 yıl öncesine kadar benign tümörlerin, özellikle ple- omorfik adenomların postoperatif nüks oranları %21-70 arasında değişmekteydi. Bugün cerrahi teknikler daha güvenli ve yeterli düzeydedir. Fasyal sinirin identifikasyonu ve korunmasının avantajı ile çevreden yeterli sağlıklı parotis dokusunu da içerecek tarzda tümörün çıkartılması, 1940 lı yıllardan itibaren temel filozof iyi oluşturmuştur. Süperfisyal parotidektomi olarak tanımlanan bu teknik tüm otolarengologlar tarafından uygulanmaktadır. Bu çalışmada çeşitli tekniklerle müdahale edilen bir grup benign parotis tümörü vakasında cerrahi tekniklerin avantaj, dezavantaj ve postoperatif morbiditesi literatür verileri ile birlikte tartışıldı. Süperfisyal parotidektominin sınırlı va kalar dışında kitlenin eksizyonu, fasyal sinir ve dallarının korunması, postoperatif nüksün önlenmesi açısından en sağlıklı teknik olduğu sonucuna ulaşıldı.
Because the technique of enucleation and incomplete excisions, 50 years ago recurrence rates after surgical re- moval of tumors, especially pleomorfic adenomas ranged betvveen 21% and 70% . Today, surgery for bening pa rotid tumors has evolved into a procedure that is both effective and safe. The advent of facial nerve Identification and preservation with tumor removal with a adequate amount of surrounding healthy parotid tissue, occurred in the early 1940s as a true change in philosophy. The operation, termed superficial parotidectomy, is no w accepted by the majority of otolaryngologists. İn this article 23 patient that had benign parotis tumors was presented. Sur gical therapy and techniques discussed vvith literatüre, l/Ve shovv that superficial parotidectomy is the better tec- nique for benign parotis tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
Şebnem Yosunkaya, Faruk Özer, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
TuberkulIn SkIn Test Results In Central PrImary School ChIldren WIth And WIthout Bcg VaccInatIon Of Konya
Konya il merkezinde 10 ilkokulda birinci ve beşinci sınıflar olmak üzere iki yaş grubunda BCG skarlarına bakarak bölgedeki aşılama çalışmalarının günümüzdeki durumu, 6-12 yaş çocuklarda tüberküloz enfeksiyonunun durumu ve BCG’nin PPD testine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada ilkokul birinci ve beşinci sınıflara devam etmekte olan 2652 öğrenciye (1374’ü birinci, 1188’i beşinci sınıf) tüberkülin deri testi yapıldı ve sonuçlar aşılama durumu göz önüne alınarak karşılaştırıldı. Çalışmaya alınan öğrencilerden 414’ünün (%16.2) hiç aşılanmadığı, aşılı öğrencilerden 2029 unun (%79.2) bir kez ve 119 unun (%4.6) iki kez aşılandığı saptandı. Ortalama tüberkülin endurasyonu aşısız öğrencilerde 1.186±2.188 mm, bir aşılı öğrencilerde 4.894±4.643 mm ve iki aşılılarda 10.890±4.037 mm olarak bulundu. Ayrıca aşısız414 kişinin 9 una (%2.2) karşılık, bir aşılı 2029 kişinin 438 i (%21.6), iki aşılım 119 kişinin 85 i (%70.5) 10 mm ve üzeri reaksiyon gösterdiği bulundu. Tüm öğrenciler dikkate alındığında enfeksiyon oranının %4.2 olduğu görüldü. Aşısızlarda YER (Yıllık Enfeksiyon Riski) 7 ve 11 yaş grubunda 0.41 ve 0.56 olarak hesaplandı. Sonuç olarak, çalışmamızda Konya bölgesinde yenidoğan dönemi aşılama çalışmalarının başarılı revaksinizasyonun yetersiz olduğu, ayrıca BCG uygulamasının tüberkülin reaksiyonunu arttırdığı ve bir aşılılarda tüberkülin pozitiflik sınırının 14≤ mm olduğu enfeksiyon oranının yaş arttıkça arttığı, cinsiyetle değişmediği görülmüştür.
In this study, we have planned to determine: The vaccination situation of the two age groups of children in the first and fifth classes of the primary schools of Konya province by looking at the BCG scars; the effects of BCG vaccination to tuberculin tests; the tuberculin reaction that can distinguish the natural infection in one time vaccinated children. We have also investigated the situation of tuberculosis infection in Konya province for contituting data for our region. We have included 2652 students of first and fifth classes of the primary school (1374 and 1188). 414 (16.2%) of the children had no BCG vaccinations. 2029 (%79.2) of the vaccinated 2148 children had only one and 119 (%4.6) children had two vaccinations. Mean tuberculin endurations were respectively 1,186±2,188 mm 4,489±4,643 mm and 10.890±4.037 mm in unvaccinated and in the children who had waccinated twice. Morower, 9(%2.2) of the unvaccinated 414 children, 438 (21.6) of one time vaccinated 2029 children and 85 (%70.5) of two times vaccinated 119 children had 10mm or larger endurtions. The infection rate was %4.2 in the whole group. In the group of unvaccinated children, the risk of yearly infections was 0.22 in the 7 year old children group and 0.31 in the 11 year old children group. As a result, we have determined that vaccinations in the newborn age group are succesfull but revaccinations are not enough. BCG vaccination is increasing the tuberculin reaction and pozitive tuberculin enduration is ≤14 mm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Verapamil Ve Diltiazem'in Sıçan Aorta Ve Gastro-Özofagal Sfinkter Kasılmaları Üzerıne Etkileri
Ekrem Çiçek, Necdet Doğan, Kısmet Esra Nurullahoğlu Atalık, Erdoğan Özkal
Araştırma makalesi
Özeti
Verapamil Ve Diltiazem'in Sıçan Aorta Ve Gastro-Özofagal Sfinkter Kasılmaları Üzerıne Etkileri
Effeets Of VerapamIl And DIttIazem On ContractIons Of Aorta And Gastro-Oesophageal SphIncIer In Rats
İzole sıçan aortunda Ca2÷'suz ortamda serotonin (5-11Tre bağlı kasılma cevapları, ekstraselüler ortama ilave edilen Ca2+ ile doza bağımlı olarak artırılmıştır. Eksternal Ca2+'a bağlı bu kasıla, ortama ilave edilen verapamil veya diltiazem ile anlamlı olarak inhibe edilmiştir. Aynı şekilde izole sıçan gastro-özofagal sfinkterinde Ca2+'suz ortamda asetilkolin (ACh) ile oluşturulan kasılma, kümülatif konsantrasyonda uygulanan Ca2+ ile artırılmış, ortama ilave edilen her iki kalsiyum aslagonisti ile de anlamlı olarak inhibe Bulgular bu dokularda verapamil ve diltiazemin ekstraselüler Ca2+ girişini inhibe ettiğini ortaya koymaktadır.
The contraction responses induced with serotonin (5-M) irz a medium without Ca2 + showed a dese-dependent increase by acicling Ca2+ into the extracellular mediutn. This contraction due to external Ca2+ used has significantly been inhibited by verapamil and diltiazem added into the extracellular medium. Similarly, in an isolated gastro-oesophageal sphincter, in a medium containing no Ca2+ the contraction induced with acetylcholine (ACh) has alsa been increased with Ca2+ used at a cumulative concentration and significantly inhibited by either calcium antagonists. Findings indicate that veraparnil and diltiazem have inhibited the eniry of extracellular Ca2+ intr. the tissues.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Mehtap Karameşe, Mustafa Keskin, Zekeriya Tosun, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Effect Of NebIvolol On Rat Tram Flap VIabIlIty
Meme rekonstruksiyonu; meme kanserinin cerrahi tedavisinin bir parçası olarak düşünülmektedir. Rekonstrüksiyon seçenekleri arasında bulunan transvers rektus abdominis kas deri flebinin (TRAM) belirli beslenme zonlarındaki perfüzyon yetersizlikleri, cerrahi sonrası görülen komplikasyonların artmasına neden olmaktadır. Periferik vazodilatasyonla kanlanma artırıldığında, flep viabilitesi artmakta ve komplikasyon riski azaltılabilmektedir. Nebivolol, üçüncü kuşak beta-adrenoreseptor blokeri olup nitrik oksit aracılığıyla periferik vazodilatasyon yapmaktadır. Çalışmada otuz adet, 250-300 gr ağırlığında Spraque- Dawley rat, beş deney grubuna ayrıldı. Tüm gruplarda TRAM flep kaldırıldı. Kontrol grubu kabul edilen birinci gruba ilaç uygulanmadı. İkinci gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol (Vazoksen, Abdi Ibrahim) oral gavaj yöntemi ile başlandı ve postoperatif 7 gün uygulamaya devam edildi. Üçüncü gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol, verildi. Peroperatif dönemde ve postoperatif 7 gün devam edildi. Dördüncü gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol başlandı ve postoperatif dönemde 7 gün devam edildi. Beşinci gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol kullanıldı. Peroperatif veya postoperatif dönemde ilaç kullanılmadı. Yedinci gün, tüm ratlarda kan laktat düzeyi ölçüldü ve fleplerin fotoğrafları çekilerek, nekroz alanlarının yüzdeleri belirlendi. Kan laktat değerlerinin, istatistiksel olarak tüm gruplarda kontrol grubuna (grup I) göre belirgin farklılık gösterdiği bulundu. En anlamlı fark kontrol grubu ile (grup 4) arasında tespit edildi. Fleplerin nekroz oranlarının değerlendirmelerinde, istatistiksel olarak grup 1’e göre diğer tüm gruplarda anlamlı fark mevcuttu (p
Breast reconstruction is an essential part of the breast cancer threapy. The transverse rectus abdominis musculocutaneous (TRAM) flap has been widely used for reconstruction of the breast. Partial loss of the flap is still a major problem. The defficiency of flap perfusion may cause partial necrosis of the flap. Periferic vasodilatation may increases flap viability. The aim of this study is evaluation of affect of nebivolol on rat TRAM flap perfusion. Nebivolol is a selective β1 adrenergic receptor antagonist that causes a direct vasodilator effect attributed to the action on vascular nitric oxide (NO). In this study 30 male spraque–dawley rats were used. A pedicled TRAM flap based upon the the right inferior epigastric artery was elevated and reapproximated. Animals were randomly assigned to 5 treatment groups (n:6). Group 1 received no nebivolol. Groups 2 through 5 were administered 100 mg/kg nebivolol orally 24 hours preoperatif; in addition groups 2 to 4 received orally postoperatif for 7 days. Group 3 also received intraoperatively; groups 4 and 5 were given nebivolol orally for 7 days before the 24 hours preoperatif treatment. Seven days after surgery skin paddles were photographed and assessed for viability. In seventh day blood lactate levels were measured. Statically significant differences were found in all experimental groups relative to the controls. Group 4 displayed the greatest improvement in flap viability, significantly better than other nebivolol groups. This study indicates that nebivolol may provide a useful pharmacologic tool for reducing iscemia-reletad necrosis in TRAM flaps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
Fatmagül Başarslan, Cahide Yılmaz, Murat Tutanç, Vefik Arıca, Melek İnci, Vicdan Köksaldı Motor, Hanifi Bayaroğulları
Olgu sunumu
Özeti
Beş Aylık İnfantta Suçiçeği Sonrası Gelişen Ensefalit
The EncephalItIs Secondary To ChIckenpox In A FIve Months Infant
Suçiçeği, Varicella-zoster virüsünün (VZV) neden olduğu
ekzentematöz döküntü ile karakterize bulaşıcı bir hastalıktır.
Suçiçeği geçiren hastalarda ensefalit sıklığı %0.1-0.2 olarak
belirlenmiştir ve baskılanmış hücresel immün yanıtı olan hastalarda
insidansı daha yüksektir. Mortalite oranları %5-20 arasında
değişmektedir. Ensefalit sonrası yaşayan olgularda kalıcı nörolojik
komplikasyon gelişme olasılığı yüksektir. Bu yazıda suçiçeği sonrası
nöbetle başvuran ve ensefalit tanısı alan beş aylık infant bir olgu
sunuldu. Kraniyal görüntülemede meningoensefalit tesbit edildi.
Antikonvülzan ve antiviral tedavi başlandı. Takiplerinde mental ve
motor gelişme geriliği, quadriparazi gelişmesi nedeniyle fizik tedavi
programına alındı. Bu olgu ile nadirde olsa suçiçeğine bağlı ensefalit
görülebileceği, bu nedenle yaşamın ilk yılında suçiçeği geçiren
olguların komplikasyonlar açısından yakın takip edilmesi gerektiği
vurgulanmak istendi.
Chickenpox is an infectious disease caused by varicella-zoster
virus (VZV), characterized by egzentematous rash. The frequency of
encephalitis in patients with chickenpox was determined as 0.1-0.2%
and the incidence is higher in patients with depressed cell-mediated
immune response. Mortality rates vary between 5% and 20%. Patients
who survive have a high likely to develop of permanent neurological
complications after encephalitis. In this study, we report a fivemonth
old infant who was admitted with a seizure and diagnosed
as encephalitis. Meningoencephalitis was detected by the cranial
magnetic rezonans. Anticonvulsants and antiviral therapy were
supplemented. Patient was taken to physical therapy program due
to the development of the mental motor retardation and quadriparazi
in the follow-up periods.Therefore, we aimed to emphasize with this
case that the patients suffering from chickenpox in the first year
of the life should closely be followed up for complications, and the
encephalitis due to varicella can also be seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
Emre Avcı, Erdinç Çakır
Derleme
Özeti
Diyabetes Mellitusun Mikrovasküler K
MIcrovascular ComplIcatIon Of DIabetes MellItus:
dIabetIc Nephropathy
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitusun önemli mikrovasküler
komplikasyonlarından biridir. Diyabetik nefropati, hem tip I hem de
tip II diyabetes mellitusun major komplikasyonu olarak gelişmektedir.
Aynı zamanda, son dönem böbrek yetmezliğinin en önemli nedenidir.
Hiperglisemi ve arteriyal hipertansiyon, diyabetik nefropati için
esas risk faktörleridir, ancak genetik yatkınlık hem tip I hem de
tip II diyabet için büyük önem taşır. Hiperglisemi, hipertansiyon,
obezite, kalıtsal hastalıklar, sigara kullanımı ve ilerleyen yaş gibi
diğer birçok risk faktörü de diyabetik nefropatinin gelişimine katkı
sağlamaktadır. Normal albuminüriden mikroalbuminüriye ilerleme
diyabetik nefropatide ilk adım olarak kabul edilir. Daha sonra, belirgin
proteinüri, azalmış glomerüler filtrasyon hızı ve son dönem böbrek
yetmezliği gelişir.
Diabetic nephropathy is one of the important microvascular
complications of diabetes mellitus. Diabetic nephropathy develops
as major complication of both type 1 and type 2 diabetes mellitus.
At the same time, it is currently the leading cause of end-stage renal
disease. Two of the main risk factors for diabetic nephropathy are
hyperglycemia and arterial hypertension, but the genetic susceptibility
in both type 1 and type 2 diabetes is of great importance. Contribute
to the development of diabetic nephropathy other risk factors such as
hyperglycemia, hypertension, obesity, hereditary diseases, smoking,
and advanced age. The progression from normal albuminuria
to microalbuminuria is accepted as the initial step in diabetic
nephropathy, and then distinctive proteinuria, decreased glomerular
filtration rate, and end-stage renal failure develops.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
Fatih Kara, Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Tedaviyi Terk Eden Tüberküloz Hastalarının Sosyodemografik Özellikleri
SocIo-DemographIc CharacterIstIcso Of The PatIents Defaulted From Treatment Of TuberculosIs
Amaç: Bu çalışma, tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının akıbeti ve sosyo demografik özelliklerinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışma, 2001 yılında Konya ilini kapsayacak şekilde yapıldı. Araştırma kapsamına il genelinde tüberküloz tedavisi gören 1979 hasta alındı. Tedaviyi yarıda bırakan 164 (% 8.3) hastayla yüz yüze görüşülerek anket uygulandı. Bu görüşmede klinik sorgulama yapıldı, PPD uygulandı, akciğer grafisi çekildi ve ARB için balgam alındı. Bulgular: Tüberküloz hastalarının yaş ortalaması erkeklerde 36.8±16.5, kadınlarda 38.6±19.1 yıl idi (P>0.05). 1979 hastanın % 8.3’ünün tedaviyi yarım bıraktığı belirlendi. Bu oran, tedavisi hastanede başlayanlarda % 21.6, verem dispanserlerinde başlayanlarda % 4.5 idi. Hastaların % 26’sı ilk üç ay içinde ilaçlarını bırakmıştı. Tedaviyi terk eden hastaların % 40.6’sı okur – yazar değildi. Hastaların % 38.7’si herhangi bir sosyal güvenceye sahip değildi. Tedaviyi terk eden tüberküloz hastalarının % 39.4’ünün tüberküloz hastalığına yakalanan bir akrabası vardı. Tedavisini tamamlamayan tüberküloz hastalarının % 36.8’inin eşlik eden diğer bir hastalığının bulunduğu belirlendi. Tüberküloz tedavisini yarım bırakan erkeklerde sigara içme oranı % 61.9, kadınlarda % 14.3 idi. Sonuç: Bu bulgulara göre, genel öğrenim düzeyinin yükseltilmesi, hasta kayıt ve bildirim sisteminin iyileştirilmesi, hastalarla iletişim ve tedaviyi sürdürmede sağlık personelinin daha etkin görev alması, direkt gözlem altında tedavinin yaygınlaştırılması yoluyla tüberküloz kontrolünün başarısının artırılabileceği düşünüldü.
Aim: The aim of this study is to evaluate the outcomes of the patients with uncompleted treatment of TB, their demographical properties and to determine the reasons. Material and Method: This descriptive study was carried out throughout Konya in 2001. Total 1979 cases undergoing TB treatment were included in the study. It was established that 164 (%8.3) of the cases taking TB treatment had given up treatment too early. All these cases were interviewed face to face at their addresses registered in their files. This interview included clinical irregation, PPT application, pulmonary X-ray exemination and collection of sputum for ARB. Results: The mean age of the tuberculosis patients was 36.8±16.5 yrs in male and 38.6±19.1 yrs in female (P>0.05). Among the 1979 cases taking tbc treatment, 8.3% gave up the treatment. This rate was 21.6% among the cases whose treatment began in hospital, and 4.5% among the cases of dispensaries. 40.6 % of the patients was illiterate. 38.7 % of them did not have social security. The relatives of 39.4 % cases had a tuberculosis history. There was accompanying illness in 36.8 % of the patients. 61.9 % of the males and 14.3% of the females were smokers. Conclusion: We believe that general economical development, better education level, regular administration and follow-up systems and efforts to provide a better communication with patients may positively affect the results of efforts against the tuberculosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Girişimsel Çocuk Kardiyolojide İki Yıllık Deneyimlerimiz
Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Girişimsel Çocuk Kardiyolojide İki Yıllık Deneyimlerimiz
Our Two Year ExperIence In The InterventIonal PedIatrIc CardIology
Girişimsel tedavi günümüzde artık çocuk kardiyolojisi merkezleri için vazgeçilmez tedavi yöntemleri arasında yer almaktadır. Merkezimizde iki yıl içinde yaptığımız girişimsel tedavi sonuçlarımız sunuldu. Merkezimizde Şubat 2011-Kasım 2012 tarihleri arasında girişimsel işlem yapılan 40 hastanın sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Toplam 40 hastaya girişimsel tedavi uygulandığı görüldü. Bu hastaların %55’i (n:22) kız, %45’i (n:18) erkek idi. Yaşları 10 gün ile 15 yaş arasında, kiloları ise 3.7-60 kg arasındaydı. Valvüler pulmoner stenozu olan dokuz hastaya pulmoner balon valvüloplasti yapıldı. Aort koarktasyonu olan 10 hastaya koarktasyon anjioplasti yapıldı. Atriyal septal defekti olan 12 hastaya transkateterle ASD kapatma uygulandı. Geniş duktus açıklığı olan beş hastanın duktusu transkateter kapatıldı. Mitral darlığı olan 14 yaşında bir hastaya mitral balon valvüloplasti uygulandı. Hastanemizde pediyatrik anjiyo işlemlerinin yapılmaya başlandığı Haziran 2010 tarihinden Kasım 2012 tarihine kadar toplam 155 anjio işlemi yapıldığı ve bu hastaların 40’ına (%25.8) girişimsel işlem uygulandığı görüldü. Anjiyografi ünitemizde öncelikle tanı amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldığı görülmektedir. Akabinde sırasıyla aort koarktasyonuna balon anjiyoplasti ve pulmoner balon valvuloplasti gibi girişimsel işlemler yapılmaktadır. Son zamanlarda ise transkateter ASD ve PDA kapatılması ve aort koarktasyonuna stent implantasyonu gibi komplike ve deneyim gerektiren işlemlerin yapılmaya başlandığı saptanmıştır. Son 6 ay dikkate alındığında girişimsel işlemlerin oranının tanı amaçlı olanlara kıyasla artarak %50 lere yaklaştığı görüldü.
Nowadays, interventional treatment is one of the indispensable methods of treatment for pediatric cardiology centers. The results of interventional treatment of our center were presented within two years. The results of 40 patients who underwent interventional procedure in our center between February 2011-November 2012 were retrospectively reviewed. Interventional therapy was applied to 40 patients. Fifty-five percent (n:22) of these patients were female, 45% (n:18) were male. Their age is from 10 days to 15 years, their weight is between 3.7 and 60 kg. Pulmonary balloon valvuloplasty was performed to nine patients with valvular pulmonary stenosis. Angioplasty was performed to 10 patients with the coarctation of aorta. Transcatheter ASD closure was performed to 12 patients with atrial septal defect. The five patients’ ductus with a wide range closed by transcatheter. Mitral balloon valvuloplasty was performed to 14-year-old patient with mitral stenosis. In our hospital,angiography was performed since June 2010 until November 2012, with total of 155 patients with angio process and interventional procedure was applied to 40 of these patients (25.8%). At first,diagnostic angiography is performed in our angiography unit. Subsequently, interventional procedures were performed such as balloon angioplasty to the coarctation of the aorta and pulmonary balloon valvuloplasty, respectively. Recently, processes that are complicated and requires experience such as transcatheter closure of ASD and PDA, and aortic stent implantation transactions began to be performed in our clinic. Considering the last 6 months, the rate of invasive procedures increased to 50% compared with diagnostic procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Bölgesi Kan Donörlerinde Lıbsag Sıklığı
Mustafa Altındiş, Emel Türk Arıbaş, Ali Sütçü, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Bölgesi Kan Donörlerinde Lıbsag Sıklığı
The Prevalance Of Hbsag In Blood Donors In Konya Reguon
Bu çalışmada, 1991 - 1995 yılları arasında Konya Kızılay Kan Merkezine başvuran kan donörlerinde, HBsAgHB sA, poziti fiği araştırıldı. Toplam 10,849 kan donörünün 539 (% 4.96)'unda HBsAg lıozrtiflrği sap-tandı. HBsAg pozitifliği asker donörlerde % 4.93 ve sivil donörlerde % 5.40 idi. 1991 - 1994'de lateks ag-lutinasyon yöntemiyle HBsAg % 5;18 bu-lunurken, ELISA tekniğinin kullanıldığı 1995 yılında bu oranın % 4.38 olduğu tesbit edildi. En yüksek HBsAg pozitijliği ise A Rh(±)donöderde (%6.67) idi.
in this study. HBsAg pozitiviiy among blood do-nors at the Konya Kızılay Blood Center. detected du-ring 1991 - 1995 were evaluated. In 539 (4.96 %) of total 10.849 Mond donors positi•ity of HBsAg among the soldier donors was 4.93 %. and among the ci-ıriliurt was 5.40 %. HBsAg positivity was found re be 5.18 Tc fay latex agglutination assay du-ring 1991 - 1994 as against 4.38 % reported in 1995 using ELISA tecnique. Blood group A Rh (+) donors had the highest HBsAg positivity rate ( 6.67 %).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
Yüksel Tatkan, Ersin Çiftçi, Mustafa Şahin, Serdar Yol, İlhami Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Tıkanma Sarılığında E Vitamini Ve Urso Deoksi Kolik Asid'in İmmün Sistem Üzerine Etkisi
The Effect Of VItamIne E And UrsodeoxycholIc AcId On Immune System In ObstructIve JaundIce
Amaç: Bu çalışmada tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlarda; UDKA ve vitamin E'nin lökosit sayısı, T, B ve null lenfosit oranları ve floresans boya ile işaretli E.coli translokasyonu üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Araştırmada 70 VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Tıkanma sarılığı oluşturulan sıçanlar 15'erli dört gruba ayrıldı. Birinci grup sadece tıkanma sarılığı oluşturulan gruptu. İkinci gruba 8-14. günler arası 25mg/kg ora! UDKA verildi. Üçüncü grup, aynı günler arasında bir haftalık süre içinde günaşırı 500 mg/kg int- ramüsküler (toplam 3 kez) vitamin E verilen deney grubuydu. Dördüncü gruba UDKA ve vitamin E, yukarıda be lirtilen süre ve dozda birlikte verildi. Geriye kalan 10 denekte (5. grup) sham işlemi uygulandı. 14. günde tüm sıçanlara, ml'sinde 109 bakteri içeren floresans boya İle işaretli E.coli 2 mİ olarak nazo-gastrik tüp ile verildi. Bir gün sonra steril şartlarda sakrifiye edilen sıçanlardan, histopatolojik inceleme için MLN, karaciğer, dalak, ince bar sak ve kan örnekleri alındı. Kan yaymalarında May-Grünwald-Giemsa yöntemi ile lökosit formülü, ANAE enzimi ile T, B ve null lenfosit oranları saptandı. Bilirübin, SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz çalışıldı. Barsak duvarı, MLN, ka raciğer, kan ve dalakta floresans mikroskopta işaretli E.coli'ler belirlendi. Bulgular: Lökosit formülünde 1 ve 2. grupta lenfosit oranlarında azalma vardı (p<0.05). E vitamini verilen gruplarda ise lenfosit oranları sham grubu ile benzerdi. T ve B lenfosit oranları ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda azalmıştı. Bu azalma 3 ve 4. gruplarda daha belirgindi (p<0.05). Null lenfositlerin oranı ise tüm tıkanma sarılıklı gruplarda artmış, E vitamini verilen gruplarda ise daha belirgin olarak artmıştı (p<0.05). İşaretli E.coli'lerin birinci grupta anlamlı yükseklik gösterdiği, diğer grup lar arasında fark olmadığı belirlendi. Sonuç: Tıkanma sarılıklarında E vitamininin lenfoproliferatif etkiyle Null len fositlerde anlamlı bir artış sağladığı, UDKA ’in immün sistem üzerine direkt bir etkisinin olmadığı, ancak işaretli E. colllerin dokulara geçişini E vitaminine eşdeğer oranda azalttığı tesbit edilmiştir.
Purpose: The aim of this study is to investigate the effect of Vitamine E and Ursodeoxycholic acid (UDCA) on the leucocyte count, the ratio of T, B and Null leymphocyte and translocation of E. coli labelled vvith flourescein in an experimental obstructive jaundice model in rats. Material and Methods: Seventy male VVistar-albino rats vvere used in this study. The animals vvere divided into four groups ineluding 15 rats and obstructive jaundice vvere per- formed in ali rats. İn the first group; obstructive jaundice was performed only, İn the second group; 25 mg/kg UDCA was given orally between 8-14 days. İn the third group; 500 mg/kg/im Vitamine E was given in every two days betvveen 8-14 days (three times). İn the fourth group Vitamine E and UDCA vvere given together as men- tıoned above. İn the left ten rats; sham procedure was performed (flfth group). Two mİ solution ineluding 109 E. coli labelled vvith flourescein was given via a naso-gastric tube at 14th day. Ali rats vvere sacrificed at 15th day and mesenteric lymphatic nodules (MLN), liver, spleen, small bovvel tissue samples and one mİ blood samples vvere taken. Leucocyte types vvere deteeted by May-Grüwald-Giemsa method and T, B and Null lemphocyte ratio vvere found by ANAE enzyme. Serum Bilirubine, SGOT, SGPT and Alkaline phosphatase levels vvere measured. Translocated E. coli number deteeted in bovvell wall, MLN, liver, spleen and blood samples by flourescein mic- roseopy. Findings: There was a significant decrease of lemphocyte ratio in group I and II (p<0.05). The lemp hocyte ratio of groups II and III was similar vvith control group. T and B lemphocyte ratio decreased in ali ja- undiced groups. The decrease vvas significant in third and fourth groups (p<0.05). Null lemphocyte ratio inereased in ali groups, but the differences vvas significant in groups III and IV (p< 0.05). E.coli translocation vvas significant in group I, and there vvas no differences in other groups. Conclusion: Vitamine E caused Null lemphocyte pro- liferation. UDCA has no direct effect on immune system, but it prevented the lebelled E.coli translocation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Niyazi Görmüş, Kadir Durgut, Atilla Orhan, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Sol Ana Koroner Arter Oklüzyonunedeni İle Acil Açık Kalp Cerrahisi Uygulanan Hastalardaki Erken Ve Orta Dönem Sonuçlarımız
Early And MId-Term Results Of Urgent Open Heart Surgery In PatIents WIth Left Maln Coronary Artery DIsease
Sol ana koroner arterin darlıkları (LMCA) (>%50); sol ventrikül (LV) disfonksiyonu yapan, mortalite ve morbiditeyi artıran ciddi lezyonlardır. Bu lezyonlarda son yapılan araştırmalar cerrahi tedavinin medikal tedaviye üstün olduğunu göstermektedir. LMCA oklüzyonu nedeni ile kliniğimizde acil koroner bypass uygulanan hastalardaki erken ve orta dönem sonuçlar retrospektif olarak incelendi. Kliniğimizde 2003-2004’te önemli LMCA stenozu olan 21 hasta acil şartlarda opere edildi. Bu hastalardaki mortalite ve morbidite oranları kabul edilebilir seviyede bulundu. LMCA oklüzyonunda acil cerrahi revaskülarizasyon oldukça güvenilir ve hayat kurtarıcı bir yöntem olarak tercih edilmelidir.
Stenoses of the left main coronary artery are considered as significant lesions that cause left ventricular dysfunction and increase mortality and morbidity rates. It has been demonstrrated that surgical treatment is better than medical treatment in these lesions. The early and mid-term results of patients to whom urgent coronary artery bypass surgery performed because of significant stenosis of left main coronary artery were investigated retrospectively. Between 2003 and 2004, 21 patients were operated urgently in our department. The mortality and morbidity rates in these patients were found in acceptable ratios. Urgent surgical revascularization in left main coronary artery stenosis is a safe method and can be preferred as a life saving treatment in such cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Zafer Şahin, Ahmet Özkaya, Ökkeş Yılmaz, Ahmet Orhan Görgülü
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksit Uygulanan Sıçanlarda Beyin Kolesterol,
a Ve E Vitamini Düzeyine Geraniolün Etkisi
Effect Of GeranIol On BraIn Cholesterol, VItamIn
a And E Levels In The Hydrogen PeroxIde-Treated
rats
Amaç: Bir monoterpen olan geraniol, bazı bitkilerde yer alan doğal bir antioksidandır. Hidrojen peroksit
(H2O2) ise reaktif oksijen türlerinin (ROS) bir üyesidir. Bu çalışmada, H2O2 uygulanan sıçanlarda geraniolün
beyin kolesterolü ve yağda çözünen A (retinol) ve E (alfa (α)-tokoferol ve α-tokoferol asetat) vitaminlerine
etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada yetişkin erkek Wistar sıçanlar rastgele dört gruba ayrılarak (n=7),
geraniol (50mg/kg) ve H2O2 (16mg/kg), intraperitoneal olarak, 30 gün süresince gün aşırı uygulandı. Beyin
numuneleri homojenize edildikten sonra kolesterol, α-tokoferol, α-tokoferol asetat ve retinol düzeyleri yağ
ekstraktlarından HPLC ile analiz edildi.
Bulgular: Beyin kolesterol düzeyinin H2O2 grubunda kontrol grubuna kıyasla daha fazla olduğu belirlendi.
H2O2 ve geraniol+ H2O2 gruplarında, beyin α-tokoferol asetat düzeylerinin kontrole kıyasla daha yüksek
olduğu bulundu. Beyin retinol seviyesi bakımından grupların hiçbirisinde istatistiksel olarak anlamlı bir
değişiklik mevcut değildi.
Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, beyinde kolesterol ve α-tokoferol asetat düzeylerinin H2O2 ile oluşturulan
oksidatif stresten etkilendiğini göstermektedir. Geraniolün erkek sıçanlarda H2O2’nin etkilerini azaltma
potansiyeli olduğu söylenebilir.
Aim: Geraniol, a monoterpene, is a plant-derived natural antioxidant. Hydrogen peroxide (H2O2) is a
member of reactive oxygen species (ROS). The objective of this study is to de-termine the effect of
geraniol on brain cholesterol and lipophilic vitamins such as vitamin A (retinol) and vitamin E (alpha (α)-
tocopherol and α-tocopherol acetate) in H2O2-administrated male rats.
Materials and Methods: Adult male Wistar rats were randomly divided into four groups (n=7). Geraniol
(50 mg/kg) and H2O2 (16 mg/kg) were administered by an intraperitoneal injection for 30 days with a
1-day interval. Brain samples were homogenized and cholesterol, α-tocopherol, α-tocopherol acetate, and
retinol levels analyzed from lipid extracts by HPLC.
Results: Brain cholesterol level was found to be significantly higher in the H2O2 group than the control
group. Brain α-tocopherol acetate levels were found to be significantly higher in the H2O2 and the
geraniol+H2O2 groups than the control group. There was no difference in retinol levels between any
groups.
Conclusion: In conclusion, our results indicate that brain cholesterol and α-tocopherol acetate levels are
affected by H2O2-induced oxidative stress. Moreover, we suggest that geraniol has the potential to reduce
the effect of H2O2 in male rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Gliminler
Murat Baş, Cevdet Duran
Derleme
Özeti
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Gliminler
The GlImIns In The Treatment Of Type 2 DIabetes
Dünya üzerinde tip 2 diyabet sıklığı giderek artmaktadır.
Günümüzde 382 milyon diyabetli varken, 2035 yılında bu rakamın
582 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir. Diyabet tedavisinde
birçok alternatif olsa da optimal glisemik kontrol sağlanan hasta
oranı düşüktür. İmeglimin, -tetrahydrotriazine-içeren yeni bir sınıf
ilacın ilk üyesi olup, karaciğerden aşırı glukoz çıkışını baskıladığı,
kas dokusunda glukoz alımını arttırdığı ve glukoza yanıt olarak
insülin sekresyonunu arttırdığı gösterilmiştir. Bu derlemede, Tip 2
diyabet tedavisinde imegliminin etkinliği ve güvenliği ile ilgili veriler
derlenmiştir.
The prevalence of type 2 diabetes is increasing world wide and
it is estimated to rise from 382 million today to 582 million by 2035.
Although there are a number of therapies currently avaible to treat
diabetes mellitus, glycemic control rates remain poor. Imeglimin, the
first in a new-tetrahydrotriazine-containing class of oral antidiabetic
agents and it has been shown to decrease hepatic glucose
production, increase glucose uptake in skeletal tissue and improve
insulin secretion in response to glucose. In this text, the efficacy and
safety of imeglimin in the treatment of type 2 diabetes are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Morbid Obezite Cerrahisi Ve Komplikasyonlar
Bayram Çolak, Serdar Yormaz, İlhan Ece, Fahrettin Acar, Hüseyin Yılmaz, Hüsnü Alptekin, Mehmet Ertuğrul Kafalı, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Morbid Obezite Cerrahisi Ve Komplikasyonlar
MorbId ObesIty Surgery And ComplIcatIons
Obezite ameliyatları, morbid obez hastalarda kilo kaybının
devamlılığının sağlanmasında oldukça etkili yöntemdir. Obezite
ameliyatlarından sonra ameliyatın tipine özel komplikasyonlar
olmasına karşın bunların dışında erken ve geç dönem komplikasyonlar
da görülmektedir. Çalışmamızda, morbid obezite nedeniyle bariartrik
cerrahi uyguladığımız hastaların ameliyat esnasında veya ameliyat
sonrasında tespit edilen komplikasyonlarını sunmayı amaçladık.
Toplam 361 hastaya bariatrik cerrahi uygulandı. Hastaların 207’sine
(%57.3) laparoskopik sleeve gastrektomi (LSG), 38’ine (%10.5)
laparoskopik Roux-n-Y gastrik bypass (LRYGB), 32’sine (%8.8)
Roux-n-Y gastrik bypass (RYGB), 32’sine (%8.8) mini gastrik bypass
(MGB), 28’ine (%7.7) laparoskopik mini gastrik bypass (LMGB),
21’ine (%5.8) sleeve gastrektomi (SG), 2’sine (%0.5) vertikal bantlı
gastroplasti (VBG) ve 1’ine (%0.2) intragastrik balon yerleştirilmesi
işlemleri yapıldı. Roux-n-Y gastrik bypass yapılan 2 hastada (%0.5)
anastomoz kaçağı tespit edildi. SG yapılan bir hastada stapler
hattından kaçak meydana geldi. 1 hastada evisserasyon, 1 hastada
ameliyat esnasında dalak yaralanması, 44 hastada (%12.1) cerrahi
alan enfeksiyonu tespit edildi. Cerrahi alan enfeksiyonu tespit edilen
hastaların %91’inde diabetes mellitus mevcuttu. Laparoskopik
bariatrik cerrahi yapılan hastalarda cerrahi alan enfeksiyonu oranı
%6.8 iken açık cerrahide bu oran %29.4’e kadar çıktığı görüldü. 9
hastada (%2.4) ileus, 3 hastada (%0.8) pulmoner emboli, 8 hastada
(%2.2) DVT gelişti. Süper obez 2 hastada postoperatif akciğer
yetmezliğine bağlı mortalite meydana geldi. Bariatrik cerrahide hangi
ameliyat tekniği tercih edilirse edilsin morbidite ile karşılaşılması
muhtemeldir. Bu nedenle morbid obez hasta seçiminde ve tedavi
sürecinde komplikasyon açısından dikkatli olunması gerekmektedir.
Obesity surgery is a highly effective method on ensuring a
maintained weight loss. Following the obesity surgeries, while
there are complications specific to type of the surgery, early or late
complications also can be seen. In our study, we aim to present the
determined complications during or post surgery on patients who
were conducted bariatric surgery due to morbid obesity.Bariatric
surgery was conducted on a total of 361 patients. Of these patients,
207 (57.3%) laparoscopic sleeve gastrectomy (LSG), 38 (10.5%)
laparoscopic Roux-n-Y gastric bypass (LRYGB), 32 (8.8%) Rouxn-Y
gastric bypass (RYGB), 32 (8.8%) mini gastric bypass (MGB), 28
(7.7%) laparoscopic mini gastric bypass (LMGB), 21 (5.8%) sleeve
gastrectomy (SG), 2 (0.5%) vertical banded gastroplasty (VBG) and
1 (0.2%) intragastric balloon placement procedures were applied.
Anastomotic leak was determined on 2 patients (0.5%) with Roux-n-Y
gastric bypass. On 1 patient with SG conducted, a leak through stapler
route has occurred. On 1 patient evisceration, on 1 patient a spleen
injury during the surgery, on 44 patient (12.1%) surgical site infection
were detected. 91% of these patients with surgical site infection
had diabetes mellitus. While on patients with laparoscopic bariatric
surgery the ratio of surgical site infection was 6.8%, in open surgery
this ratio was increased up to 29.4%. Ileus, pulmonary embolism
and DVT were developed in 9 (2.4%), 3, (0.8%) pulmonary and 8
(2.2%) patients, respectively. On super obese 2 patients mortality
was occurred due to postoperative lung insufficiency. With bariatric
surgery, regardless of the surgery technic used there is a possibility
of morbidity. Consequently, it must be careful for selecting a morbid
obese patient and during the treatment in terms of complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
Mustafa Nuri Deniz, Nezih Sertöz
Olgu sunumu
Özeti
Tur-M Operasyonu Yapılacak Kalp Transplantasyon Adayı Hastaya Anestezik Yaklaşım
AnesthetIc Approach To The CandIdate For Heart Transplant To
undergo Tur-M
Saddle blok, özellikle yaşlı ve yüksek kardiyak riskli hastalarda hemodinamik stabiliteyi koruyarak yeterli anestezi sağlanması açısından ideal bir uygulamadır. Transüretral mesane rezeksiyonu (TUR-M) planlanan 52 yaşında mesane tümörü olan erkek hastanın özgeçmişinde HT, DM, ve konjestif kalp yetmezliği mevcuttu. Ekokardiyografisinde: LVEF % 20, RVEF % 28, MY 30, TY 20, biventriküler global hipokinezi, sağ ve sol yapılarda ileri derece dedilatasyon vardı. Hasta, (ASA IV) olarak değerlendirildi. TUR-M Operasyonu saddle blok ile gerçekleştirildi. Mesane tümörü olan yüksek riskli hastada saddle bloğun nöroaksiyel blok ve genel anesteziye oranla daha güvenli ve yeterli bir anestezi yöntemi olduğunu düşünüyoruz.
Saddle block is an ideal procedure that can provide sufficient anesthesia by protecting hemodynamic stability especially in elder patients with high cardiac risk. A 52 years old male patient with bladder tumor who was scheduled for transurethral bladder resection (TUR-B) had history of hypertension, diabetes mellitus and congestive heart failure. Echocardiography showed that LVEF was 20%; RVEF was 28% and there were insufficiency (MVI) of third degree, insufficiency (TVI) of second degree, biventricular global hypokinesia and remarkable dilatation on the right and left structures of the heart. The patient was considered as having ASA class IV. He had TUR-B under saddle block. In conclusion, we considered that saddle blockade was a more safe and efficient anesthetic procedure rather than neuroaxial blockade or general anesthesia for the highrisk patient who had bladder tumor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Sameera Rashid, Issam Albozom
Araştırma makalesi
Özeti
Histopatolojide Müşteri Memnuniyeti: Kalite Kontrol Araştırması
Customer SatIsfactIon In HIstopathology: A QualIty Control Survey
Amaç:
Müşteri memnuniyeti anketleri, performansı değerlendirmek için kullanılan rutin bir araçlardır. Hastanelerde doktor ve hasta memnuniyetini kontrol etmek için anketler kullanılır. Bu anketlerden bazıları yeterlilik testi, laboratuvar bireylerinin ve ekipmanlarının güncel olduğunu ve doğru sonuçlar verdiğini tespit ederken, doktor anketleri ile elde edilen veriler, bu kurum için en uygun yerel yönetmelikler ve iş akışlarının tasarlanmasına yardımcı olur.
Yöntem:
Anket toplamda 15 soruyla çevrimiçi olarak yapıldı ve bağlantı Hamad medikal firmasındaki (HMC) tüm Danışman ve Uzman hekimlere elektronik olarak gönderildi. Yaklaşık 3500 e-posta gönderildi ancak iki ayda sadece 105 anket dolduruldu. Araştırmada, histopatoloji hizmetlerinin kalitesi ile ilgili sorular yer aldı.
Sonuçlar:
Genel memnuniyet, multidisipliner sunumlar için en yüksek (% 96) ve raporlamanın zamanında gerçekleşmesi için en düşük (% 77) idi. Netlik ve format, Diagnostik doğruluk ve patologların problemlere cevap vermesi için memnuniyet% 90'ın üzerindeydi. Katılımcıların yüzde otuz altısı MDT sunumlarını mükemmel olarak değerlendirirken, % 46'sı genel mesleki etkileşim kalitesini iyi buldu. Bu ankete göre, iyileştirme alanları, önemli anormal sonuçların bildirilmesi ve bildirimlerinin zamanında olmasıydı (genel memnuniyet% 79). Araştırmaya katılanların çoğunluğu (% 36) tıp mensubu iken yarısı multidisipliner toplantılara (% 49) üye idi. Katılımcıların yüzde yetmişi Hamad Genel Hastanesi (HGH) iken, geri kalanlar HMC kapsamında diğer hastanelerden gelmekteydi.
Sonuç:
Biyokimya ve mikrobiyoloji laboratuvarlarının aksine, yeterli klinik bilgi, yönelim ve radyolojik bulgular olmadığında raporlama mümkün olmadığından Histopatoloji laboratuar personeli klinisyenlerle yakın bir ilişki içerisindedir. Kalite kontrol araştırmaları, patoloji personelinin iyileştirilmesi gereken alanları hedeflemesine ve klinik-patolog ilişkisinin geliştirilmesine ve histopatoloji hizmetlerinin kalitesini en üst düzeye çıkaransistemlerin kullanımı ve gerekli önlemlerin alınmasına izin verir.
Objectives:
Customer satisfaction surveys are a routine device used to assess performance. Surveys are used in hospitals to check physician and patient satisfaction. Hamad Medical corporation’s (HMC) histopathology laboratory is College of American pathologists (CAP) accredited with highly trained pathologists and technical staff that routinely undertake various educational courses and are involved in research related activities. The lab has state of the art staining and immunohistochemistry service as well. However, it was felt that not all clinicians are very comfortable approaching pathologists and some many times experience problems either contacting lab staff or updating histopathology orders. Hence to narrow down the problems encountered by the clinicians and improve the specimen flow through the lab along with the communication between clinician and pathologist, that we deem vital, we designed this pilot survey.
Methods:
The survey questionnaire was made online with 15 questions in total and the link was electronically mailed to all Consultant and Specialist physicians in Hamad medical corporation (HMC). Around 3500 emails were sent out but only 105 surveys were filled in two months’ time. The survey included questions pertaining to multiple facets of quality of histopathology services and information regarding the participant.
Results:
The overall satisfaction was highest for Multidisciplinary presentations (96%) and lowest (77%) for timeliness of reporting. The satisfaction was above 90% for clarity and format, Diagnostic accuracy and pathologists’ responsiveness to problems. Thirty six percent of the people rated MDT presentations as excellent while 46% of the people thought overall quality of professional interaction was good. The areas of improvement, as per this survey, was timeliness of reporting and notifications of significant abnormal results (overall satisfaction 79%). Majority of the people who took the survey (36%) were from internal medicine and half were members of multidisciplinary meetings (49%). Seventy-one of percent of the participants were from Hamad General hospital (HGH), while rest were from the other hospitals under HMC.
Conclusion:
The response rate for the survey was low, hence another survey with a wider reach, preferably by paper, is required to get more representative data. In general, the clinicians at HGH are satisfied with the services provided by the histopathology laboratory. Areas of improvement include Turnaround time (TAT), avoidance of descriptive reports and better communication with the ordering clinician.
Keywords:
Quality control, quality improvement, survey, histopathology, Laboratory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Aybike Tazegül, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
EvalatIon Of The ClInIcal And DemographIc CharacterIstIcs Of The Hysterectomy Cases Performed In Our ClInIc
Kliniğimizde 2 yıllık süre içerisinde uygulanan histerektomilerin değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2008-Aralık 2009 arasındaki 2 yıl içerisinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda çeşitli endikasyonlarla abdominal histerektomi ve vajinal histerektomi işlemleri uygulanan toplam 853 hastanın klinik ve demografik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimizde en sık histerektomi, myoma uteri endikasyonu ile gerçekleştirilmiş olup 2008-2009 yılları arasında 358 (%41.9) hastaya uygulanmıştır. İkinci en sık histerektomi endikasyonumuz jinekolojik maligniteler olup 161 (%18.8) hastaya uygulanmıştır. Kliniğimizde abdominal histerektomi (total ve subtotal) oranı %93.6 iken vajinal histerektomi oranımız %6.4 olarak saptanmıştır. Vakaların 453’ünde (%53.1) histerektominin yanı sıra bilateral salpingoooferektomi (BSO) uygulanmıştı. Abdominal histerektomi gurubunda %0.5 mesane yaralanması, %0.37 üreter yaralanması ve %0.37 barsak yaralanması görüldü. Vajinal histerektomi gurubunda 1 (%1.85) hastada mesane yaralanması oluştuğu görülmüştür. Histerektomi, myoma uteri, jinekolojik maligniteler, uterovajinal prolapsus, endometriozis ve peripartum kanama gibi çeşitli endikasyonlar nedeniyle jinekologlar tarafından en sık uygulanan operasyondur. Abdominal, vajinal ve laparoskopik histerektomi tiplerinin birbirlerine olan avantajları ve dezavantajları bilinmekle birlikte halen kliniğimizde abdominal histerektomi daha sık olarak uygulanmaktadır.
To evaluate the hysterectomies carried out in our clinic for a period of two years. The study retrospectively evaluates the clinical and demographic characteristics of the 853 patients that had abdominal hysterectomy and vaginal hysterectomy procedures with various indications for the two years from January 2008 to December 2009 in Selcuk University, Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department. In our clinic, the most common indication for hysterectomy was myoma uteri and the procedure was performed on 358 (41.9%) patients between the years 2008 and 2009. The second most common indication was gynecological malignancies and hysterectomy was performed on 161 (18.8%) patients. The ratio of abdominal hysterectomy (total and subtotal) was determined to be 93.6%, whereas the ratio of vaginal hysterectomy was 6.4%. As well as hysterectomy, bilateral salpingo ooforectomia (BSO) was also performed in 453 (53.1%) cases. We have seen 0.5% bladder injury, 0.37% ureter injury and 0.37% bowl injury in the abdominal hysterectomy group. In vaginal hysterectomy group, there was 1 case (1.85%) with bladder injury. With various indications such as myoma uteri, gynecological malignancy, uterovajinal prolapse, endometriosis and peripartum hemorrhage, hysterectomy is the most commonly performed operation by gynecologists. Although, the relative advantages and disadvantages of the abdominal, vaginal, and laparoscopic hysterectomy types are known, abdominal hysterectomy is still the most common procedure in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) V Aryantı: Daha Mı Tehlikeli?
Durmuş Ali Aslanlar, Önder Aydemir, Muammer Kunt, Ekin Koç, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) V Aryantı: Daha Mı Tehlikeli?
Sars-Cov-2 Voc 202012/01(b.1.1.7) VarIant: Is It More Dangerous?
Amaç: Bu çalışmada; SARS-CoV-2’nin İngiltere Varyantı (VOC 202012/01-B.1.1.7) ile enfekte olan hastaların demografik ve klinik özelliklerinin saptanması ve İngiltere Varyantı olmayan SARS-CoV-2 ile enfekte hastalarla karşılaştırılarak farklılıkların ortaya konm ası amaçlanmaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Konya İli'nde 02-11 Şubat 2021 tarihleri arasında PCR testi pozitif olarak sonuçlanan ve varyant analiz sonucu VOC 202012/01 (B.1.1.7) olan 671 vaka ile aynı tarihler arasında PCR test sonucu pozitif olan ve varyant olmayan 2284 vakanın, Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Yönetim Sistemindeki (HSYS) kayıtları 24.02.2021 tarihi baz alınarak taranmıştır. Yapılan taramada yaş, cinsiyet, temaslılık durumu, daha önce COVID-19 geçirme durumu, hastaneye ve yoğun bakım ünitesine yatma durumu, yatış süresi, entübasyon ve exitus durumları kaydedilmiştir .
Bulgular: Varyant varlığı/yokluğuna göre hastanede yatış durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p= 0,234). Varyant pozitif olan hastaların %1.9'u, varyant pozitif olmayanların ise %3.9'u yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Varyant pozitif olmayan hastalarda YBÜ'ye kabul oranı, pozitif olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (p= 0.013).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları ışığında SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7)'nin hastaneye yatış ve yoğun bakıma yatış açısından daha tehlikeli olmadığını söylemek mümkündür.
Aim: This study aimed to determine the demographic and clinical characteristics of patients infected with the VOC 202012/01-B.1.1.7 variant of SARS-CoV-2 and to compare these patients with those infected with other variants of SARS-CoV-2, in order to demonstrate the differences.
Patients and Methods: Records of 671 patients with VOC 202012/01 (B.1.1.7)(VOC+) who tested positive in the PCR (polymerase chain reaction) test, between February 2–11, 2021 in Konya Province, and were found to have the VOC 202012/01 (B.1.1.7), according to variant analysis and 2284 (VOC−) patients who also tested positive in the PCR test between the same dates but did not have the variant (VOC−) were screened in the Public Health Administration System of the Turkish Ministry of Health, on February 24, 2021. Age, gender, hospitalization status, and admission to the intensive care unit (ICU) were recorded from the screening results.
Results: There was no statistically significant difference between hospitalization status, according to the presence/absence of the variant (p= 0.234). Of the patients who were variant-positive and those who were not, 1.9% and 3.9% were admitted to the ICU, respectively. The rate of admission to the ICU was significantly higher for patients who were not positive for the variant as compared to those who were (p=0.013).
Conclusıons: In the light of the findings of this study, it is possible to state that SARS-CoV-2 VOC 202012/01(B.1.1.7) is not more dangerous in terms of hospitalization and admission to the ICU.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
Ferhat Gökmen, Hakan Türkön, Ayla Akbal, Hatice Reşorlu, Yılmaz Savaş, Mustafa Reşorlu, Beşir Şahin İnceer, Muammer Müslim Köse
Araştırma makalesi
Özeti
Sjögren Sendromunda İskemik Modifiye Albumin
düzeyinin İnflamatuvar Parametreler Ve Aterosklerozla
ilişkisi
The RelatIonshIp Between Inflammatory Parameters And
atherosclerosIs WIth IschemIc ModIfIed AlbumIn Levels In Sjögren
syndrome
Bu çalışmada Primer Sjögren Sendromu hastalarında (pSS)
iskemik modifiye albümin (İMA) düzeyleri ve Karotis intima media
kalınlığını (KIMK) belirlemeyi ve İMA düzeyleri ile inflamatuvar
parametreler ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi araştırmayı
amaçladık. Çalışmaya 20 pSS hastası ve 20 sağlıklı kontrol alındı.
Klinik ve laboratuvar değerlendirmede eritrosit sedimentasyon hızı
(ESH), C-reaktif prrotein (CRP), vizüel analog skalası (VAS)- ağız
ve VAS-göz kuruluğu parametrelerinden yararlanıldı. Çalışmaya
katılanların tamamı kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 46.6±9.1
yıl idi . Primer SS hastalarının yaş ortalaması 47.1±7.7 yıl, kontrol
grubunun yaş ortalaması 46.1±10 yıldı. Primer SS hastalarının
ortalama hastalık süresi 5.8±4.4 yıl idi. Hasta ve kontrol grupları
arasında İMA değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir
fark bulunmadı (Sırasıyla 506.4±52.8 AbsU vs 482.7±34.7 AbsU;
p=0.101) ve klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Karotis intima
media kalınlığının hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı (Sırasıyla 0.70±0.13
mm vs 0.61±0.09 mm; p= 0.016). Karotis intima media kalınlığı ile
klinik parametreler arasındaki ilişki incelendiğinde KIMK ile yaş
(r=0.700, p<0.001) ve ESH (r=0.312, p=0.05) arasında pozitif yönlü
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç olarak
çalışmamızda İMA değerlerinin normal, KIMK değerlerinin ise yüksek
olduğu ve her ikisi arasında herhangi bir ilişki olmadığı gösterilmiştir.
Karotis intima media kalınlığının yüksek olması, kardiyovasküler
risk faktörlerine sahip olmayan pSS hastalarında kardiyovasküler
hastalıkların habercisi olabilir. Primer SS hastalarında İMA düzeylerini
değerlendirmek için daha fazla klinik çalışmaya ihtiyaç vardır.
The goal of this study was to determine ischemic modified albumin
(IMA) levels and the carotid intima-media thickness (CIMT) in Primary
Sjögren Syndrome(pSS) patients. We also aimed to search the
relationship between inflammatory parameters and atherosclerosis
with ischemic modified albumin levels. Twenty pSS patients and
20 healthy control subjects were enrolled in this study. Clinical
evaluations were done by using clinical parameters [Visual analog
scale (VAS), dryness of mouth and eyes] and laboratory parameters
[erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP)].
All patients were females. The mean age of all subjects was 46.6±9.1.
The mean age for pSS patients was 47.1±7.7 years, and 46.1±10
years for healthy subjects. The duration of disease in pSS patients
was 5.8±4.4 years. There were no statistically significant differences
between IMA levels of patients and healthy subjects (506.4±52.8
AbsU and 482.7±34.7 AbsU respectively; p=0.101). There were also
no statistically significant corelation for clinical parameters. The CIMT
were statistically significantly higher for patients when compared to
healthy subjects (0.70±0.13 mm and 0.61±0.09 mm respectively; p=
0.016). When we analyzed the relationship between CIMT and clinical
parameters, we determined statistically significant positive corelation
between CIMT and age (r=0.700, p<0.001), and ESR (r=0.312,
p=0.05). As a result, our study revealed normal IMA levels and higher
CIMT levels, and no corelation between both of them. The higher
levels of CIMT levels may be a precursor of cardiovascular disease
in PSS patients without cardiovascular risk factors. Further clinical
studies are now required to evaluate IMA levels in pSS
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin, Faruk Aksoy
Olgu sunumu
Özeti
Posttravmatik Karaciğer Laserasyonunda Nonoperatif Tedavi: Hepatik Arter Embolizasyonu
Non-OperatIve Treatment In Post-TraumatIc LIver LaceratIon: HepatIc Artery EmbolIzatIon
Karaciğer karın travmalarında en sık yaralanan organdır ve
mortalite oranı halen çok yüksektir. Gelişen tanı metodları ile
nonoperatif takip gündeme gelmiştir. Geç dönemde intraparankimal
hematom artışı ile sarılığa sebep olmuş nonoperatif yöntemlerle tedavi
edilen bir vakayı sunmayı amaçladık. Künt karın travması sonrası
karaciğer yaralanması olan 17 yaşında erkek hastaya geç dönemde
büyüyen, genel durumunu bozan ve sarılığa sebep olan hemotom
nedeniyle embolektomi uygulanarak tedavi edildi. Geç dönemde
karaciğer parankim içi hemotomların artabileceği, artan hemotoma
bağlı intraparankimal safra yollarına bası nedeniyle hastanın sarılığı
ortaya çıkacağı ve bu durumun cerrahi dışı yöntemlerle etkin bir
şekilde tedavi edilebileceği bilinmelidir.
The liver is the most frequently wounded organ in the abdominal traumas and the rate of mortality is still very high. We aimed to present a case that was treated with non-operative methods which led to hepatitis because of increase in intraparenchymal hematoma in the late period. Seventeen-year-old male patient who had liver laceration after blunt abdominal traumas was treated with embolectomy due to liver hematoma. In late period, liver parenchymal hematoma can be increased and patients can develop hepatitis because of increased hematoma pressure on intraparenchymal biliary tract and this situation can be effectively treated with non-surgical methods.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
Şebnem Yosunkaya, İbrahim Satılmaz, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanseri'nde 1998-2001 Yıllarında İzlenen Tüberkülozlu Olguların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of New TuberculosIs PatIents Followed In Konya Mümtaz Koru DIspensary Between Years 1998 And 2001
1998-2001 yılları arasında Konya Mümtaz Koru Verem Savaş Dispanserinde kayda alınan 395 tüberkülozlu olgudan yeni akciğer tüberkülozlu 230 olgu retrospektif olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Bunların 123'ü (%53.5) smear (+), 24'ü (%10.4) smear (-) ti, 83'ünde ise (%36.1) balgam bakılmamıştı. Yıllara göre balgam inceleme ve bakteriyolojik tanı koyma oranlarımız 1998 de %27 ve %25.3 1999'da %70 ve %51.1, 2000'de %83.3 ve %77.8, 2001'de %96 ve %74. Toplam 123 ARH+ vakanın 57'si (%46.34) kür, 55'i (%44.71) tedavi tamamlama şeklinde tedavi oldu. Yeni akciğer tüberkülozlu olgularda "kür + tedavi tamamlama" şeklindeki tedavi başarımız ve bunun içindeki kür oranlarımız 1998'de %85 ve %5 , 1999'da %91.6 ve %50, 2000'de %95.3 ve %40.5, 2001'de %89.1 ve %72.9. Akciğer tüberkülozlu olguların çoğunun erkek (%59.8) ve %54.4'ünün 15-34 yaş grubunda oldukları gözlendi. Dispanserin toplumda ortaya çıkması beklenen olguları saptama oranları düşük olmakla birlikte, bakteriyolojik tanı koyma oranları yıllar içinde giderek artmıştı. Tedavi tamamlama şeklindeki tedavi başarısı yeterli, ancak kür oranlarımız yıllar içinde giderek artsa da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) hedeflerine henüz ulaşamadığımızgörülmektedir.
We evaluated retrospectively 230 new pulmonary tuberculosis from 395 tuberculosis patient that were applied to Konya Mümtaz Koru Dispansery between years 1998 and 2001. 123 patients (53.5%) was smear (+) and 24 (10.4%) was smear (-). 83 (36.1%) patients had been diagnosed without suputum test. The percentages of suputum test and bacteriological diagnosis were 27% and 25.3% in 1998, 70% and 51.1% in 1999, 83.3% and 77.8% in 2000, 96% and 74% in 2001 respectively. 57 (46.34%) of the 123 ARB (+) cases was treated as cure and 55 (44.71%) as completion of the treatment. Our total treatment success and cure rates were 85% and 5% in 1998, 91.6% and 50% in 1999, 95.2% and 40.5% in 2000, 89.1% and 72.9% in 2001 respectively. %54.4 of pulmonary tuberculosis cases were 15-34 years old. Although the rate of the application of patients to the dispansery were low between 1998 and 2001 the rate of bacteriolojical diagnosis was increased throughout the years but our cure rates did not reach to the suggecful level of WHO.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesinde Transkateter Yolla Kapatılan
patent Duktus Arteriyozus Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Eyüp Aslan, Ahmet Sert, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesinde Transkateter Yolla Kapatılan
patent Duktus Arteriyozus Hastaları
Transcatheter Closure Of Patent Ductus ArterIosus In Selçuk
unIversIty
Bu çalışmada, kliniğimizde Haziran 2011 ile Kasım 2013 tarihleri
arasında transkateter yolla patent duktus arteriyozus kapatılması
işlemi yapılan hastalarla ilgili klinik deneyimlerimizin paylaşılması
ve sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışmaya, patent
duktus arteriyozus nedeniyle transkateter yolla kapatma işlemi
uygulanan, ortalama yaşı 5,4 olan (9 ay-17 yaş) 21 hasta (16 kız,
5 erkek) retrospektif olarak dahil edildi. Kapatma işlemi hastaların
21’sinde (% 100) başarılı bir şekilde gerçekleştirildi ve takiplerde
cihaz erezyonu, aritmi, tromboz veya rezidüel şant gibi herhangi
önemli bir komplikasyon gelişmedi. Kapatma işleminde 11 hastada
Amplatzer Duktal Occluder 1 cihazı, dokuz hastada Amplatzer Duktal
Occluder 2 cihazı, bir hastada ise MemoPart PDA Occluder cihazı
kullanıldı. Patent duktus arteriyozus defektlerinin perkütan yolla
tıkayıcı cihazlarla kapatılması etkili, güvenli ve başarı oranı yüksek,
komplikasyon gelişme ihtimali düşük bir tedavi şeklidir.
This study was aimed to evaluate our clinical experience and
results of transcatheter closure of patent ductus arteriosus patients
in our clinic between June 2011 and November 2013. Atotal of 21
patients (16 female, 5 male) undergoing transcatheter patent ductus
arteriosus closure procedure with mean age 5.4 (9 months and-17
years-old) were included in this study retrospectively. Transcatheter
patent ductus arteriosus closure procedure was successfully
performed in 21 patients (100%) without any complication like device
erosion, arrythmia, thrombosis or residual shunt during follow-up.
Amplatzer ductal occluder 1 device was used in 11 patients, Amplatzer
ductal occluder 2 device was used in 9 patients and MemoPart PDA
Occluder device was used in one patient. Percutaneous closure of
patent ductus arteriosus defects with occlusive devices is safe and
effective procedure with a high success rate and less complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
Harun Peru, Cüneyt Karagöl, Ahmet Midhat Elmacı, Fatih Kara
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrotik Sendromlu 141 Çocuk Olgunun Retrospektif Analizi
The RetrospectIve AnalysIs Of 141 ChIldren PatIents WIth NephrotIc Syndrome
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak nefrotik sendromlu (NS) olgularımızın yaş, cinsiyet, etyolojik dağılım, steroide yanıt ve prognoz yönünden bulguları, ülkemiz verileri ve literatür bulguları ile karşılaştırıldı. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Kliniği’nde Ocak 2000 - Aralık 2006 tarihleri arasında izlenen 141 NS’lu olgu değerlendirildi. Etyolojilerine göre primer ve sekonder NS olarak sınışandırılarak, olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Bulgular: Olguların 83’ü (%59) erkek, 58’i (%41) kız (erkek/kız oranı 1.44) olup yaş ortancası 9 yıl (0.3-18.5) idi. Olguların 115’inde (%81.5) primer, 26’sında (%18.5) sekonder NS saptandı. Primer NS olgularının 67’si erkek, 48’i kız olup yaş ortancası 8 yıl (0.3-18) iken; sekonder NS olgularının 16’sı erkek, 10’u kız ve yaş ortancası 14 yıl (7.5-18.5) idi. Primer NS’lu olguların %.76.5’i steroide yanıtlı, %22.6’sı steroide dirençli idi. Oniki olguda steroide bağımlılık saptandı. Steroide yanıtlı primer NS olgularımızda %64.8 oranında relaps geliştiği tespit edildi. Olguların %3.4’ünde sık relaps, %61.3’ünde seyrek relaps gözlendi. Primer NS’lu 31 olguda en sık histopatolojik tanı mezangioproliferatif glomerulonefrit (%45), sekonder NS’lu 26 olguda ise Henoch-Schonlein purpurası nefriti (%53.8) idi. Sonuç olarak, primer NS sıklığının ve steroide yanıt oranlarının literatürdeki verilerle benzer olduğu görüldü. Sık relaps oranımız ise diğer çalışmalara göre daha düşük saptandı. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularına ait bölgesel, ulusal ya da ırksal farklılıkların altında yatan sebeblerin ortaya konulması için büyük hasta gruplarını kapsayan çok merkezli ve kontrollü çalışmaların yapılmasının faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: In this retrospective study, our patients with nephrotic syndrome (NS) were evaluated according to age, sex, etiology, response to steroid, prognosis, and compared with national data and the literature. Material and method: 141 children with nephrotic syndrome (NS) who admitted to the Department of Pediatric Nephrology of Selcuk University between January 2000 and December 2006 were assessed. Patients were classified into two groups according to etiology as primary and secondary NS. Results: 59% of the patients were male and 41% of them were female. Male/female ratio was 1.44, and median age was 9 (0.3-18.5) years. It is observed that 81.5% of the cases had primary and 18.5% had secondary NS. 67 of the patients with primary NS were male and 48 of them were female. Median age was 8 (0.3-18) years. 16 of the patients with secondary NS were male and 10 of them were female. Median age was 14 (7.5-18.5) years. Of patients with primary NS, 76.5% had steroid-responsive, and 22.6% steroide resistant. %64.8 of the patients with steroid responsive NS developed one and more relapses. Percentage of rare and frequent relapses were 3.4% and 61.3%, respectively. Our results showed that mesangioproliferative glomerulonephritis (MesPGN) was the most common histopathologic diagnosis, 15 (45%) of the 31 biopsied patients with primary NS were found to have MesPGN. Henoch Schonlein purpura nephritis was diagnosed in 14 (53.8%) patients and it was the most common cause of secondary NS. As a result, NS frequency and response to rate of steroid therapy are similar to present literature finding. However, frequent relaps ratio was lower than the others studies. Conclusion: We think that further research including more patients population and multiple center and control studies to investigate NS events to reveal causes of concerning with regional, national or race differences at the childhood period is warranted.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dizde Berrak Hücreli Sarkom
Harun Kütahya, Ali Güleç, Burkay Kutluhan Kaçıra, Mehmet Ali Acar, Recep Gani Göncü, Mustafa Nazım Karalezli
Olgu sunumu
Özeti
Dizde Berrak Hücreli Sarkom
Clear Cell Sarcoma Of Knee
Berrak hücreli sarkom; yumuşak dokuların tendon ve aponevrozları ile sıkı ilişkili, malign melanom olarak da bilinen, oldukça nadir rastlanan ve nöral krest hücrelerinden kaynaklanan tümördür. 20- 40 yaşları arasında daha sık görülen bu tümöre kadınlarda daha sıklıkla rastlanır. Yüksek derecede agresif bir tümördür ve sağ kalım düşüktür. 71 yaşındaki erkek hasta sol diz lateralinde ağrı ve nüks kitle şikayetleri ile başvurdu. Biyopsi sonucu berrak hücreli sarkom tanısı koyulan hastaya geniş rezeksiyon uygulandı. Sonrasında tıbbi onkoloji tarafından tedavisine devam edilen hasta 10 ay sonra kaybedildi.
Clear cell sarcoma also known as malign melanoma, is a rare tmour originated from neural crest cells. It is closely related with tendons and aponeurosis. It is most common in females between 2 nd and 4 th decades. CCS is a high degree agresive tumour and survival rate is low. In this paper, we report a patient whom wide resection was applied for a clear cell sarcoma at his left knee and followed by oncology clinic. Postoperatively however the patient was lost 10 months following the surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
Halil İbrahim Serin, Aylin Okur, Uğur Yıldırım, Cebrail Ataş, Serkan Şenol, Dilşad Amanvermez Şenarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
The Value Of MetallIc EndoprosthesIs In Treatment Of AtherosclerotIc IlIac Artery DIsease
Bu çalışmada alt ekstremite tıkayıcı hastalıkların tedavisinde
metalik endoprotezlerin başarı oranlarını saptamak amaçlanmıştır.
Alt ekstremite tıkayıcı arter hastalığı olan, yaşları 38 ile 64 arasında
değişen,1 kadın 20 erkek, 21 hastanın 23 lezyonuna yeterli kan
akımını sağlamak amacıyla intraarteriyel stent yerleştirildi. Yirmiiki
Wallstent ve 4 Strecker stent yerleştirildi. Metalik endoprotez
yerleştirme sırasında bir olgu hariç herhangi bir teknik başarısızlık
oluşmadı. Primer teknik başarı %95.2 idi (20/21 hasta). Teknik
başarısızlık olan olguda bilateral ana ilyak arter lezyonu mevcuttu.
Perkütan Transluminal Anjiyoplasti ile yeterince geniş ve düzgün
damar lümeni elde etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu
yetersizlik PTA’dan sonra intravasküler metalik stentler ile en aza
indirilebilir.
The purpose of this study was to determine the success rate of metallic endoprosthesis in treatment of occlusive disease of lower extremities. Twenty three lesions in 21 patients (1 women, 20 men) whose age ranged from 38 to 64 years with occlusive artery disease of lower extremity placed intraarterial stent in order to provide adequate blood flow. Intraarteriel self-expandable wallstent was 22 and strecker stent was 4. We didn’t encounter any technical problem during metallic endoprosthesis placement except one case. Primary technical success rate was 95.2% (20/21). One case with technical failure had bilateral arteria iliaca communis lesion. To obtain a sufficiently wide and smooth vessel lumen may not always possible by Perkütan Transluminal Anjiyoplasti. This insufficiency may minimize by the metallic intravascular stents after from PTA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
Ahmet Serel, Hakan Gemalmaz, Alim Koşar, Namık Delibaş, Gülsen Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Testiküler Kadmiyum İntoksitesinin Fizyopatolojisinde Serbest Radikallerin Yeri
The Role Of Free RadIcals In The PathophysIology Of Acute TestIcular CadmIum IntoxIcatIon.
Yirmidört erkek Wistar rota 21 gün süre ile 1 mgiml kadmiyum klorid intraperitoneal olarak en-jekte edildi. Kontrol grubuna ise 20 erkek Wistar rat alındı. Kadmiyum verildikwn 21 gün sonra tüm ı-at-lar sakrifiye edildiler. Testikider antioksidan enzim aktiviteleri fsüperoksid dismutaz. glutatyon pe-roksidaz ve katalaz), kadmiyum düzeyleri ve ma-londialdehid düzeylerinin belirlenmesi amacı ile tüm ratların testisleri çıkarıldı (MDA). Ayrıca testisler histopatolojik olarak değerlendirildi. Kadmiyum ve-rilen radarda testiküler antioksidan enzim ak-tiviteleri ve malondialdehid düzeyleri kontrol gru-buna göre anlamlı derecede yüksek olarak bulundu (p<0.05). Ayrıca kadmiyum verilen raflarda tes-tiküler hasan giısteren patolojik bulgular elde edil-di. Sonuçta kadmiyuma bağlı olarak ortaya çıkan testiküler hasarın fizyopatolojisinde peroksidatıf hasar ve lipoperoksidasyonun rol oynayabileceği kanaatine varıldı.
Twentv-four male Wistar stı-ain rats esere in-je•ted i mglml nf cadmiunı t.hloride lrrt-iaperitnırealiy for 21 clays and 20 male rats were considered as controls. At the end of 21 clays all nıts were sacrified tn determine antioxidant enzyme (su-peroxide dismutase, catalase and glutathion pe-roxidase) activities and malondialdehide levels of. testis (MDA). Testis cadmium levels wc're de-termined hy atomic absoıption spectrophotomeley, The histopathological changes in the testis WC1*(' also noted. In the cadmium-treated group. the an-tioxidant enzyme activities and the MDA levels were found to be increased when uompared with control group. There was a .vtatistically significant dıf-ference between two groups (p<0.05). All the cad-mium-treated rats showed pathological testicular al: terations. Our results suggested that peroxidative damage and lipoperoxidation might be ı-esponsible for the physiopathology of cadmium-induced tes-ticular damage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
Aytekin Bilirim, Müslim Yurtçu, Engin Günel, Adnan Abasıyanık
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Atrezili Olgularla İlgili 20 Yıllık Deneyim (1991-2010)
20 Years’ ExperIence On Esophageal AtresIa
Bu çalışmanın amacı, üçüncül bir çocuk cerrahisi merkezi olan kliniğimizde tedavi edilen özofagus atrezisinin 20 yıllık sürede karşılaşılan sorunlarını ve ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmektir. Çalışmada kliniğimizde son 20 yılda tedavisi yapılan özofagus atrezili 118 olgu geriye dönük olarak irdelendi. Olgular başvuru yıllarına göre Grup I (1991-1998) ve Grup II (1999-2010) olmak üzere iki ana gruba ayrıldı. Tüm hastalar prenatal öykü, doğum şekli ve zamanı, başvuru zamanı, tanı yöntemleri, ameliyata alınma zamanı, cerrahi teknikler, ek anomali, komplikasyonlar ve mortalite oranları açısından değerlendirildi. Olguların ortalama başvuru ağırlığı 1960±5.35 gram idi. Doğumların %75’i hastane ve %25’i evde gerçekleştirildi. Bebeklerin %85’i miyadında ve % 15’i erken doğum idi. Bebeklerin %55’inde prenatal polihidroamnioz hikayesi saptandı. Vakaların hastaneye gelme zamanları ortalama 5.9±1.42 gündü. Kliniğimize başvurduğunda olguların tamamına yakını ön tanılı idi. Ek anomali %39 oranında saptandı. Grup I’deki olgular acil, Grup II’deki olgular ise hasta stabilize edildikten sonra elektif şartlarda ameliyata alındı. Cerrahi teknik olarak olguların çoğuna primer onarım ve uc uca anastomoz yapıldı. En sık rastlanan ameliyat sırası komplikasyon plevranın iyatrojenik açılması idi. En sık rastlanan ameliyat sonrası erken dönem komplikasyonlar atelektazi ve pnömoni; geç dönem komplikasyon ise GÖR idi. Olguların ortalama %56’sı kaybedilirken, bu oran Grup 1 de %76, Grup 2 de %45 olarak tespit edildi. En sık ölüm nedeni solunum yetersizliği, pnömoni ve anastomoz kaçağı idi. Kliniğimizde geriye dönük olarak yapılan bu çalışma, çocuklarda en sık rastlanan anomalilerden biri olan özofagus atrezisinde; düzeltilmiş yoğun bakım koşulları ve artmış cerrahi deneyimin, preoperatif ve postoperatif komplikasyonları ve mortaliteyi gittikçe azalttığını ortaya koymaktadır.
The aim of the study was to evaluate the problems and progresses of esophageal atresia (EA) treated in our department for 20 years at a single tertiary center for pediatric surgery. The study used a retrospective chart review of infants diagnosed with EA between 1991 and 2010. Patients were divided into 2 groups as Group I (1991-1998) and Group II (1999-2010) according to the years of diagnosis. All patients were also assessed regarding the prenatal history, delivery method and time, time of admission, diagnostic procedures, time of surgery, surgical techniques, associated anomaly, complications, and mortality rates. Mean weight of the cases was 1960±5.35 gr when they were admitted, 75% of deliveries was performed in hospital and 25% was at home. 85% of the babies was in term and 15% was preterm. Prenatal polyhydramnios story was detected in 55% of babies. Mean admittion time of the cases was 5.9±1.42 days. Almost all the patients admitted to our department had prediagnosis. The associated anomaly rate was 39%. Patients in Group I were operated immediately, and the ones in Group II were operated in elective conditions after being stabilized. As surgical technique, primary repair and end-to-end anastomosis were carried out in most of the cases. Most common intraoperative complication was iatrogenic pleural opening. The most common early period postoperative complications were pneumonia and atelectesia; late complication was gastroesophageal reflux. Overall mortality was 56% and this rate was 76% for Group 1 and 45% for Group 2. Respiratory insufficiency, pneumonia, and anastomotic leakage were the most common causes of mortality. This retrospective study performed in our department showed that corrected intensive care conditions and the developments in surgical techniques decreased preoperative and postoperative complications and mortality rates in esophageal atresia, which was one of the most anomalies seen in newborns.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
İrfan Tunç, Şakir Tavlı, Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Özden Tunç, Lema Tavlı, Erşan Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
The Effects Of FamotIdIne And Omeprazole In Short Bowel Syndrome
35 rat 3 ayrı gruba ayrılarak %80 ince barsak rezeksiyonu uygulandı. 1. grup içme suyuna 1 mg/kgl gün famotidin, 2. grup içme suyuna 0.5 mgikg1 gün omeprazol kondu, 3. gruba musluk suyu verildi. Tüm gruplar postoperatif 1. gün standart rat yemi ile beslenmeye başlandı. Hayvanların günlük gaita kıvamları, ağırlık değişimleri incelendi. 15. gün tüm radar sakrı:fiye edilerek karaciğer, mide ve ileum bi-yopsileri alındı, ileal pH ölçüldü, biyokimyasal tet-kik için kan örnekleri alındı. Villus eni, boyu, lie-berkühn kripta derinliği, 0.43 trırn2fdeki villus sayısı yönünden karşdaştırıldt. Famotidin ve omeprazolün mide asidini bloke ederek intestinal pifyı düşürmesine rağmen bu yolla veya villuslar üzerine direkt etki ederek intestinal adaptasyonda etkileri olmadığı görüldü. Adaptasyo-nun hipertrofi değil hiperplazi ile olduğu, hiperplazinin erken dönemde oral gıda alımı ile sağlanabildiği tespit edildi.
35 rats were divided in 3 groups and resection of 80% the small bowel was performed. First group received 1 mglkgid of famotidine and second group 0.5 mglkgld omeprazole in water and third group re-ceived only tap water. Oral feeding with standart rat food initiated on first postoperative day. The weight and stool consistency were examined everyday. On 15th postoperative day alt rats were sacnfied and liv-er, stomach and ileum biopsies and blood samples for biochemical investigation were obtained. The weight and length of villi, depth of Lieberkühn crypts and the number of villi in 0.43 square mm were compared. Despite the ellect of reducing intestinal pH by blockading gastric acide secretion of famotidine and omeprazole, intestinal adaptation was not influenced in this way or direct ellect to the villi. We esta-blished that adaptation occured not by hypertrophy bul hyperplasia and provided by oral intake in early postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
İlhami Demirel, Mustafa Çetin
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
Use Of RadIofrequency ElectromagnetIc FIeld To DetermIne Total Ion ConcentratIon Of Blood Serum
Kan serumundaki elektrolitlerle pek çok araştırma yapılmış olmasına rağmen, toplam iyon konsantrasyonu ile çalışmaya literatürde rastlayamadık. Radyofrekans elektromagnetik alan kullanılarak kan serumunda toplam iyon konsantrasyonu tayini yapılabileceğini göstermek amacı ile, yaşları 17 ile 40 arasında değişen, sağlıklı 40 kişiden aldığımız 5 cc'lik kan örneklerinden elde ettiğimiz serumlardan toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 290 m mol/L olarak bulduk. Söz konusu 40 kişinin 35 inden aynı anda aldığımız idrarlarından toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 730 m mol/L,idrar toplam iyon konsantrasyonu /kan serumu toplam iyon konsantrasyonu oranlarının ortalamasını ise 2,537 olarak tespit ettik.
Although many studies have been conducted on electrolytes in blood serum, we could not find a study with total ion concentration in the literature. In order to show that the total ion concentration in blood serum can be determined using radiofrequency electromagnetic field, we found the average of the total ion concentrations as 290 m mol / L from the 5 cc blood samples we obtained from 40 healthy people aged between 17 and 40 years. We determined the average of the total ion concentrations of 730 m mol / L and the average of the urine total ion concentration / blood serum total ion concentration ratio to be 2,537 from the urine of 35 of these 40 people simultaneously.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Doğan Prematüre Bebeklerde Kromozom Analizi
Sennur Demirel, Nurettin Başaran
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Doğan Prematüre Bebeklerde Kromozom Analizi
Chromosome StudIes In Newborn Premature Infants
Bu çalışmada Dicle üniversitesi Tip Fakültesi Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Prematüre Bebek Servisine yatan bebeklerden, ağırlıkları doğum yaşına göre az olan 96 prematüre bebeğin kromozom analizleri yapılmış, sayısal ve yapısal düzensizlikler saptanmıştır. 1- 30 gün arasındaki prematüre bebeklerin topuğundan mikro pipetle alman iki damla kanla yapılan çalışmalar sonucunda, prematüre bebeklerde kromozom düzensizlikleri yüzdesi, arka arkaya doğan seçilmemiş bebeklerdekinden yüksek, ölü doğan ya da perinatal devrede ölen bebeklerdekinden daha düşük bulunmuştur. Ayrıca arka arkaya doğan seçilmemiş bebeklerde 1/7000 olarak rastlanan (3) Trizomi - 18 Sendromu, 1/96 gibi yüksek bir oranda bulunmuştur. Yapısal kromozom düzensizlikleri gösteren bebeklerin annelerinin çoğunun hamile oldukları süre içinde, mutajenik ajanlarla (ilaçlar, hastalık etkenleri, Röntgen ışınları ve kronik alkolizm) temas etmiş oldukları tespit edilmiştir.
In this study, chromosome analysis of 96 premature babies whose weights are less than the age of birth from the babies admitted to the Premature Infant Service of Dicle University Faculty of Medicine Research and Training Hospital, were analyzed and numerical and structural irregularities were determined. As a result of studies conducted with two drops of blood taken from the heel of premature babies between 1-30 days with a micro pipette, the percentage of chromosome irregularities in premature babies was found to be higher than in non-selected babies born consecutively and lower than in babies who were stillborn or died in the perinatal period. In addition, Trisomy-18 Syndrome, which is found as 1/7000 in unselected babies born consecutively, was found with a high rate of 1/96. It has been found that most of the mothers of babies with structural chromosome irregularities have been in contact with mutagenic agents (drugs, disease agents, X-rays and chronic alcoholism) during their pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
Sevtap Darçın, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spinal Anestezide Levobupivakain Ve Fentanilin Farklı Enjeksiyon Hızlarının Karşılaştırılması
ComparIson The DIfferent DelIvery Speeds Of LevobupIvacaIne And Fentanyl In SpInal AnesthesIa
Bu çalışmada, transüretral cerahide intratekal düşük doz levobupivakain ve fentanilin farklı enjeksiyon hızlarının hemodinami, duyusal ve motor blok üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Benign prostat hiperplazisi nedeniyle opere edilecek ASA II-III grubu 60 hasta rastgele iki gruba ayrılıp, 22 G spinal iğne ile intratekal aralığa 7.5 mg levobupivakain + 25 μg fentanil karışımı Grup I’ deki hastalara 4 sn, Grup II’ deki hastalara ise 40 sn hızında verildi. Enjeksiyon öncesi ve sonrasında belirli aralıklarla hastaların kalp atım hızı, noninvaziv kan basınçları, duyusal blok seviyesi ve motor blok seviyesi kaydedildi. Duyusal blok seviyesi T10 olduğunda operasyona izin verildi. Hastaların demografik verileri, cerrahi süreleri ve ASA fiziksel durumlarında, kalp atım hızı, Sistolik arter basıncı, Diastolik arter basıncı ve Ortalama arter basıncı ölçümlerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Duyusal blok değerleri benzer değişimler gösteriyordu (p>0.05). Operasyon sonrasında motor blok dereceleri Grup I’de 2 iken, Grup II’de 1 olarak değerlendirildi ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p0.05). Bu çalışmada levobupivakain ile fentanil kombinasyonunun her iki infüzyon hızında da hemodinamik açıdan güvenli olduğu, ancak motor blok geri dönüşüm zamanının hızlı infüzyon yapılan grupta daha uzun olduğu gösterilmiştir.
In this study, we aimed to compare the different delivery speeds of alow dose combined solution of levobupivacaine and fentanyl on haemodynamia, sensorial and motor blockade. 60 ASA I-III patients for spinal anesthesia undergoing transuretral resection were randomly assigned into two groups by using the combined solution of 7.5 mg levobupivacaine and 25 µg fentanyl in four seconds in group I and 40 seconds in group II with 22 G spinal needle for spinal anesthesia. Heart rate, noninvasive blood pressure, sensorial and motor blockade status were evaluated both before and after injections on regular intervals. When the sensorial block level reached to T10 dermatome, the operation began. There was no statistically significant difference between patients demographic data, operation time, ASA status. There were difference was noticed between hemodynamic status of the patients between two groups (p>0.05). Changes in sensorial blockade levels were similar in both groups (p>0.05), but motor blockade level was one in Group I, while it was noticed two in Group II and it was statistically significant (p 0.05). In this study it was shown that both of the injection rates of combination of levobupivacaine and fentanyl prove stable hemodynamia, but it was shown that motor blockade regression time was longer in rapid injection group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
Ümran Çalışkan, Kaan Demirören, Saadet Demirören, Ahmet Özel
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Venöz İmpotansların Teşhisinde Penil Renkli Doppler Ultrasonografi İle Farmakokavernozometrinin Karşılaştırılması
Talat Yurdakul, Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse, Mehmet Özeroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Venöz İmpotansların Teşhisinde Penil Renkli Doppler Ultrasonografi İle Farmakokavernozometrinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of PenIle Colour Doppler Ultrasonography And Pharmacocavernosometry In T He DI- AgnosIs Of Venous Impotence
İmpotans, vajinal penetrasyonu sağlayacak düzeyde rijit ereksiyonu oluşturamama veya devam ettirememe ha lidir. Günümüzde impotanson % 50-90'ının nedeninin organik olduğu kabul edilmektedir. Organik nedenlerin büyük bir bölümünü oluşturan vasküler patolojilerden biri olan venöz impotansın tanısında kullanılan en güvenilir yöntemler; farmakokavernozometri ve farmakokavernozografidir. Bu çalışmada venöz impotans teşhisinde penil renkli Doppler ultrasonografi ile farmakokavernozometri bulguları karşılaştırıldı. Erektil disfonksiyon yakınması ile başvuran ve farmakokavernozometri ile venöz impotans olduğu saptanan 30 vakanın penil renkli Doopler ult rasonografi ve farmakokavernozometri bulguları karşılaştırıldı. Yedi sağlıklı erkek kontrol grubunu oluşturdu. Penil renkli Doopler ultrasonografide venöz impotans bulguları olan 30 vakadan 27'sinde farmakokavernozometri ile teşhis doğrulanırken, 3 vakada venöz patoloji olmadığı belirlendi. Tüm vakalar farmakokavernozografi ile teyid edildi. Venöz impotans teşhisinde penil renkli Doopler ultrasonografinin sensivitesi % 100, spesifitesi % 70 ve doğruluk oranı % 91.89 olarak bulundu. Sonuç olarak; penil renkli Doopler ultrasonografi venöz impotans tanısında kolay uygulanabilen, ilaç enjeksiyonuna bağlı koplikasyonlar dışında koplikasyonu olmayan far makokavernozometri gibi invaziv ve sıvı yüklemeyi gerektirmeyen, tanı değeri yüksek semi-invaziv bir teşhis yöntemidir.
Erectile dysfunction is the inability to achieve and maintain a firm erection for vaginal penetration. İt is shovvn that 50-90 % of the impotent men have organic causes. Main source of organic causes are vascular. Venous in- sufficiency is one of the vasculogenic disorders which is diagnosed by pharmacocavernosometry and phar- macocavernosography. Thirty men who complain from erectile dysfunction were diagnosed as venous impotence using pharmacocavernosometry. Penile colour Doopler ultrasonography was also carried out to evaluate the ve nous insufficiency. Using the results, diagnostic value of pharmacocavernosometry and colour Doppler ult rasonography were compared. Seven healty and potent men formed the control group. Colour Doppler ult rasonography confirmed the diagnosis of venous insufficiency in ali except three cases. Pharmacocavernosography shovved the localization of the venous leakes. The sensitivity of colour Doopler ult rasonography was 100 %, the specifity was 70 % and the accuracy rate was 91.89 %. As a result colour Doppler ultrasonography is an easy method which does not have complications except those resulting from drug injection. İt is a highly accurate method that does not necessitate volüme loading as in pharmacocavernosometry.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
Yeliz Uçar Tavlı, Hacı Hasan Esen, İnci Mevlütoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
Mahmut Altuntas
Araştırma makalesi
Özeti
Arteriyel Hipertansiyon Tanısında Hasta Eğitim Düzeyi Ve Aile Hekimliği Uygulamasının Rolü
The Role Of Patıent Traınıng Level And Famıly Medıcıne Admınıstratıon In The Dıagnosıs Of Arterıal Hypertensıon
Giriş
Hipertansiyon (HT) , başta kalp damar hastalıkları olmak üzere birçok ciddi hastalıkta risk faktörüdür. HT tanısının konulması pek çok kişide geç kalabilmektedir. Bununla birlikte birinci basamakta aile hekimliğinin günlük pratiğinin oldukça önemli bir kısmını oluşturan ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur.
Amaç
Çalışmamızda, aile hekimliği uygulamasının, arteriyel hipertansiyon tanısı konulmasındaki etkinliği araştırılmıştır.
Gereç Ve Yöntem
2017-2018 tarihleri arasında retrospektif olarak aile hekimliği birimimizde verilerine ulaşılabilen ve kesin kayıtları mevcut 18 yaş ve üzerindeki HT hastaları çalışmaya dahil edildi. Kişisel bilgiler (yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi) ve hastalık tanımlama bilgilerini ( kaç yıldır hipertansiyon tanısı aldığı, başlangıç semptomu, hipertansiyon tanısı ilk nerede ve nasıl konulduğu) içeren toplamda yedi soruya verilen cevaplar Aile Hekimliği Bilgi Sisteminden retrospektif olarak incelendi.
Bulgular
- kadın, 108 erkek toplam 286 hasta tespit edildi. Araştırmaya katılanların %5,9’u okur-yazar olmayan kesim, %94.1 okur yazar kesimdi. Okur yazar hastaların eğitim düzeyleri ; %59,8 ‘i ilköğretim, %10,5’i lise ve %16,8 ‘i lisans üzeri olarak tespit edildi. Araştırmaya katılanların % 7.7’si aile hekimliği polikliniğinde, geri kalan % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde tanı almışlardı. Eğitim düzeylerine göre %7,7’si aile hekimliğinde, % 92.3’ü ise aile hekimliği dışında ikinci basamak sağlık kuruluşlarında ve diğer yerlerde arteriyel hipertansiyon için tanı almışlardı.
Sonuç
- arteriyel hipertansiyon tanısı olan hastaların, eğitim düzeyleri ne olursa olsun, ikinci basamak sağlık kuruluşlarında daha sık tanı aldıkları tespit edildi. Konya ilimizde aile hekimliği uygulamasının başlamasından sonra, birinci basamakta arteriyel hipertansiyon tanısı alma oranı %1,5’ten %16,3 gibi bir oranda artmış olmasına karşın aile hekimliği uygulamasının arteriyel hipertansiyon tanısı alma üzerine rolünün daha da arttırılması gerektiğini düşünüyoruz.
Background
Hypertension (HT) is a controllable and preventable public health problem that is a risk factor for many serious diseases, especially cardiovascular diseases. Hypertension, which can be silent and lethal, can not be diagnosed in many people. HT constitutes a significant part of the daily practice of the primary care physician. Today, the Family Medicine is a medical discipline constitutes the first level of the health system in Turkey.
Aim
In our study, the effectiveness of family medicine practice in the diagnosis of arterial hypertension was investigated.
Material and Method
We retrospectively reviewed the data of the patients aged 18 years and older who had access to their data in our family medicine department between 2017-2018. A total of seven questions, including personal information (age, gender and education level) and disease identification information (how many years were diagnosed with hypertension, baseline symptom, where and how the diagnosis of hypertension was first established) were retrospectively reviewed from the Family Medicine Information System.
Results
A total of 286 patients, 178 female and 108 male were detected. 9% of the participants were illiterate while 94.1% were literate . 59.8% of the illiterate patients were in primary education, 10.5% in high school and 16.8% in graduate education. 7.7% of the participants were diagnosed in the family medicine polyclinic, and the remaining 92.3% were diagnosed in secondary health care facilities and other places except family medicine. According to education level, 7.7% were diagnosed in family medicine and 92.3% were diagnosed in second-level health facilities and elsewhere except family medicine.
Conclusion
In our study; patients with arterial hypertension were diagnosed more frequently in secondary health care institutions regardless of their education level. Although the rate of diagnosis of arterial hypertension was increased from 1.5% to 16.3% in primary care after starting the practice of family medicine in Konya, we believe that the role of family medicine practice on the diagnosis of arterial hypertension should be increased even more.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Ahmet ak, Muart Uğur, Adil Gökalp, Ertuğrul Kafalı, Ayşegül Bayır
Araştırma makalesi
Özeti
Kontrolsüz Hemorajik Şok Modelinde Sıvı Replasman Tedavisi Zamanlaması Ve Hızının Böbrek Ve Karaciğer Fonksiyonları Üzerine Etkileri
Effects Of TImIng And Rate Of FluId Replacement Therapy On Renal And LIver FunctIons In Uncontrolled HaemorrhagIc Shock Model
Amaç: Kontrolsüz hemorajik şokta, kanamanın cerrahi kontrolünden önce yapılan farklı sıvı resusitasyon rejimlerinin organ fonksiyonları üzerine etkilerinin araştırılması. Gereç ve Yöntem: Toplam 37 adet Yeni-Zellanda tipi tavşan S (sham, n=7), K (kontrol, n=10), EK (erken kontrollü resusitasyon, n=10) ve EH (erken hızlı resusitasyon, n=10) olarak dört gruba ayırıldı. Denekler femoral arterden ortalama arteriyel basınç (OAB) 30 mmHg oluncaya kadar kanatıldı ve intraket çekilerek serbest kanamaya bırakıldı. S grubu sham operasyon grubu idi. K grubuna şoktan sonraki bir saatlik sürede sıvı replasmanı yapılmadı. EK grubunda serum fizyolojikle 2 cc/kg/dk hızında, OAB 60 mmHg ve EH grubuna 4 cc/kg/dk hızında, OAB 80 mmHg olması hedeflenerek resusitasyona başlandı. Çalışma gruplarında birinci saatte kanama kontrolü sağlandı ve bir saat daha resusitasyona devam edildi. Bazal, birinci ve 24. Saatlerde karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, hematokrit çalışıldı. Bulgular: Birinci saatte üre ve kreatinin değerleri K grubunda artma gösterdi. K, EK, EH gruplarının SGOT değerleri 24. saatte yüksek olarak bulundu. K, EK, EH gruplarında 24. saatte ölçülen hematokrit değerlerinde düşme oldu. Hematokrit değerlerinde en fazla düşme EH grubunda gözlendi. Sonuç: Geç veya agressif resusitasyon yapılan gruplarla karşılaştırıldığında, erken kontrollü sıvı resusitasyonunun hemorajik şokta gelişebilecek organ hasarını önlemede daha etkili olduğu sonucuna varıldı.
Objective: To investigate the effects of difFerent volüme resuscitation regimens on organ functions in uncontrol led haemorrhagic shock before surgical control of bleeding. Material and methods: Total 37 New-Zeland type rabbits divided into fourgroups designated as S(sham, n=7), C(control, n=10), ECR(early controlled resuscitation, n=10) and EFRfeariy fast resuscitation, n=10). Rabbits were let bleeding until mean arterial pressure decreased to 30 mmHg then intracut was taken out to permet free bleeding. S group is sham-operated group. Group C did not receive any volüme replacement for an hour after the onset of shock. Volüme resuscitation with şalin begin- ned at rate 2 cc/kg/min to achive MAP 60 mmHg in group ECR while volüme resuscitation with şalin beginned at rate 4 cc/kg/min to achive MAP 80 mmHg in group EFR. Bleeding was controlled at first hour in study groups and resuscitation went on foran hour. Liverand renal function tests and haematocrit values were studied basally, first hour and 24th hour respectively. Results: Urea and creatinin levels increased at the first hour in group C. SGOT levels were found to be elevated at 24 hours in group O, ECR, and EFR. Haematocrit values were decreased at 24th hour in group C, ECR, and EFR. Most severe decrease in haematocrit values were observed in group EFR. Conclusion: it is concluded that early controlled resuscitation in haemorrhagic shock is effective in preventing the organ damage that can develop during haemorrhagic shock when compared to late oragressive resuscitation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
Mehmet Ünlü, Ünal Şahin, Ahmet Akkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
InvestIgatIon Of EducatIon On MIsuse Of Inhalers By PatIents WIth ChronIc ObstructIve Lung DIsease
İnhaler steroidler ve bronkodilatörler obstrüktif havayolu hastalıklarının tedavisinde oldukça etkilidirler. Tedavi yetmezliği sıklıkla hastaların kötü uyumuna veya inhalerlerin yanlış kullanımına bağlıdır. Yatarak tedavi gören KOAH’lı hastaların sıklıkla reçete Eğitim verilmesinin hata düzeylerinde anlamlı düzeyde azalmaya yol açtığı gözlemlendi.edilen inhaler aletlerin (ölçülü doz inhaler, turbuhaler, diskus) kullanımıyla ilgili bilgi ve becerilerini araştırdık. On dört KOAH’lı olgu çalışmaya alındı. Hastalara inhaler aletlerin kullanılmasını basamaklı olarak göstermesi istendi. İnhalasyon tekniği 10 basamakta değerlendirildi. Doğru kullanma 10 puan üzerinden değerlendirildi. Çalışma sonunda olgularda inhalerlerin yanlış kullanım oranının yüksek olduğu görüldü.
Aerosol glucocorticoids and bronchodilators are highly effective in the treatment of obstructive lung disease. Treatment failures can often be attributed to poor patient compliance or incorrect use of the inhaler. IVe surveyed the patients with chronic We showed that training in application associated with demonstration and subsequent exercise reduces the error ratio to a tolerable level in COPD patients.obstructive pulmonary disease (COPD) to assess their knovvledge of and ability to use four widely used inhaler devices; metered-dose inhaler, turbuhaler and diskus. Fourteen paitents with COPD were asked to demonstrate the use of each device using placebo inhalers. The inhalation technique was assessed in ten steps. Correct use was considered if 10 points were obtained. This study showed a high incidence of incorrect usage of inhalers amongst COPD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tüberküloz Vakalarında Basillerin Isonıazıd, Streptomycın, Ethabutol Fe Rıfampıcınt Duyarlılıkları
Bülent Baysal, A. Zeki Şengil, Ahmet Saniç, Halil Özerol
Araştırma makalesi
Özeti
Tüberküloz Vakalarında Basillerin Isonıazıd, Streptomycın, Ethabutol Fe Rıfampıcınt Duyarlılıkları
The SuseeptIhIlIty Of M.tuberculosIs Ta IsonIazId, StreptomycIn, Ethan-Ibutol And RIfampIcIn In Cases Of TuberculosIs
15.3.1989-15.5.1989 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Rutin Tüberküloz Laboratuvarın'da yapılan rezistans duyarlılık testlerinin sonuçları retrospektif olarak incelenmiştir. Toplam 834 adet tüberküloz basilinin streptomycin, ethambutol ve rifarnpicin'e duyarlılıkları Lowenstein-Jensen besiyerinde yapılmıştır. En yüksek direnç %66 oranında rifampicide karşı görülmüştür. Streptornycin'e %50, isoniazid'e %22, ethambutore %12 oranında direnç saptanmıştır. ikili ilaç kombinasyonlarında, ethambutol-Frifarnpicin To4 ?ü* direnç oranı ile en etkili bulunmuştur. Üçlü kombinasyonlarda isoniazid le birlikte rifarnpicin'e streptornycin ilave edildiğinde dirençlilik oranı %10 iken, ethambutol ilave edildiğinde bu oran %2'ye düşmüştür. Test edilen antititüberküloz ilaçların dörtlü kombinayonlarında da dirençlilik oranı %2 olarak tespit edilmiştir.
The results of antituberculosis sensitivity which tested in routin tuberculous laboratory of Mikrobiology and Clinical Microbiology Department of Medicine of Selçuk University between Lowenstein-Jensen medium is used for sensitivity ta isoniazid, ethambutol, rifampicin and streptomycin of 834 Mycobacterium tuberculosis. The hight resistance were seen, 66% rate, ta rifampicin. The resistance was found rales 50% to streptomycine, 22% to isoniazid, 12% ta ethambutol. The combination of two antibiotics ethambutol+rıfampicin the most effecl with 4% rate. The combination of three antibiotics, isoniazid rzfampicin with streptomycin was 10% resistance 1while with ethambutol was decrease to 2 %. The cornbination of four antibiotics alsa were found 2% resistance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İyonik Ve Non-İyonik Kontrast Maddelerın In Vitro Olarak İnsan Eritrositlerinin Morfolojilerine Olan Etkilerinin Faz-Kontrast Mikroskobu İle Değerlendırılmesı
Refik Soylu, Kemal Ödev, Hasan Cüce, Selçuk Duman, Ahmet Salbacak
Araştırma makalesi
Özeti
İyonik Ve Non-İyonik Kontrast Maddelerın In Vitro Olarak İnsan Eritrositlerinin Morfolojilerine Olan Etkilerinin Faz-Kontrast Mikroskobu İle Değerlendırılmesı
The Evaluatıon Of The Effects Of Ionıc And Non-Ionıc Contrast Materıals On The Morphology Of Human Ethrosıdes In Vıtro By Phase-Contrast Mıcroscope
Bu çalışmada, İyonik kontrast madde (UrografinR % 76 - Diatrizoate, Shering A. G) ifp 15 olguda non-iyonik kontrast madde (Ultravist` Iobromid, Shering A. G) intravenöz piyelo-grafik incelemelerde kullanıldı. Bu kontrast maddelerinin insan eritrositlerinin morfolojisi üzerindeki etkileri invitro olarak incelenmiştir. Kırmızı hücreler morfolojik yapılarını izotonik salin içinde muhafaza ederler. Farklı oranlarda iyonik ve noniyonik kontrast madde solüsyonlarında bikonkav disk formlarını kaybettikleri bildirildi. İyonik kontrast ortamının yüzde 90 hacim oranında (kontrast ortamı / kan), kırmızı hücrelerin morfolojik değişiklikleri önemli ölçüde daha yüksek yüzdeyi indükledi. iyonik olmayan bir kontrast madde aynı oran kullanılır Uhen az morfolojik değişiklikler iyonik olmayan kontrast madde 5, 10, 20, 25, yüzde hacim oranı (kontrast ortamı / kan) oluştu. Kırmızı hücre morfolojisinde indüklenen değişiklikler düşük seviyedeydi. Kırmızıda indüklenen değişikliklerin invitro olarak kontrast madde osmolalite uygulamasına bağlı olduğu bildirildi.
In this study, Ionic contrast media (UrografinR % 76 - Diatrizoate, Shering A. G) ifp fifteen cases and non-ionic contrast media (Ultravist` Iobromid, Shering A. G) in fifteen cases were used for intravenous pyelo-graphic examinations. It was examined as invitro the ef-fects of these contrast medias on the huınan eritrocytes morphology. Red cells reserve their morphologic structure in isotonic saline. It was reported that they loose their biconcave disc form in different ratios of ionic and non-ionic contrast medium solutions. In 90 percent volume ratio (contrast medium/blood) of the ionic contrast medium, morphologic changes of the red cells induced significantly higher percentage. Uhen the same ratio of the non-ionic contrast medium is used, the less morphologic changes occured in 5, 10, 20, 25 percent volume ratio (contrast medium/blood) of the non-ionic contrast medium. Induced changes in the red cells morphology were low level. It was reported that the induced changes on the red depend on the contrast media osmolality application as invitro.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
İsmail Hakkı Korucu, Faik Türkmen, Mustafa Özer, Ali Güleç, Bayram Yolcu
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Eklem İçi Enjeksiyon Sonrası Septik Artrit Gelişimi
SeptIc ArtrItIs Development After Intra-ArtIcular Knee InjectIons
Diz dejeneratif artriti tedavisinde eklem içi enjeksiyonlar
sık kullanılmaktadır. Uygulama sonrası septik artrit gelişimi de
bilinmektedir. Bu çalışmada; diz dejeneratif artriti nedeniyle
uygulanan eklem içi enjeksiyonları sonrası oluşan septik artrit
olgularının araştırılması amaçlanmaktadır. 2010-2015 yılları
arasında dejeneratif diz artriti nedeniye, diz eklem içi enjeksiyonu
uygulanmış ve sonrası septik artrit tanısı konularak tedavi edilen
hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet,
eşlik eden hastalıkları, fizik muayene bulguları, beyaz küre sayısı,
sedimentasyon hızı, C-reaktif protein değerleri, aspirat mayii direk
bakı ve kültür sonuçları kaydedildi. On iki hastanın yaş ortalaması 60
(46-74) idi. Hastaların 7’si kadın ve 5’i erkek idi. Beyaz küre sayısı
ortalama 12.69 (8.92-15.87) K/uL, sedimentasyon hızı ortalama 50
(35-100) mm/sa ve C-Reaktif Protein seviyesi ortalama 25.9 (16-35.3)
mg/L’idi. Kültürde üç hastada Staphylococcus aureus üredi. Diğer
hastalarda etken izole edilemedi. Tüm hastaların cerrahi debridman
ve yıkama sonrası tedavileri tamamlandı. Diz içi enjeksiyonlar
tamamen güvenilir olmamakla birlikte, kısa dönemde hastaların
klinik bulgularında düzelme sağlayabilmektedir. Ancak uzun dönem
etkileri ve uygulama sonrası oluşabilecek komplikasyonlar göz önüne
alındığında osteoartirin erken evre tedavisinde başka tedavilerin
öncelikle denenmesi gerektiğine inanmaktayız.
Knee intra-articular injections are frequently used in the
treatment of degenerative arthritis. However, it is known that septic
arthritis may develop after the application. In this study; it was
aimed to investigate the cases of knee septic arthritis occurring
after intra-articular injections administered due to degenerative
arthritis. Between the years 2010-2015, patients were retrospectively
reviewed who treated with the diagnosis of septic arthritis following
intra-articular injections due to degenerative knee arthritis. Age, sex,
comorbidities, physical examination, white blood cell, sedimentation,
CRP, aspirate microscopy and culture results were recorded.
The mean age was 60 years (range, 46-74 years) of 12 patients
(7 females, 5 males). The mean white blood cell count was 12.69
(range, 8.92-15.87) billion cells/L. The mean sedimentation rate was
50 (range, 35-100) mm/hour. The mean C-Reactive Protein level was
25.9 (range, 16-35.3) mg/L. Staphylococcus aureus was isolated
in three patients. In other patients, no causative pathogen was not
isolated. All patients underwent surgical debridement. Although
intraarticular injections are not totally safe, it can provide clinical
improvement in patients in the short term. However, given the longterm
effects and complications that may occur after application in
the early stages of treatment of osteoarthritis, we believe that other
treatments should be tried first.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
The Comparision Of Esvvl And Ureteroscopy İn The Treatment Of Distal Ureteral Stones.
Giray Karalezli, Talat Yurdakul
Araştırma makalesi
Özeti
The Comparision Of Esvvl And Ureteroscopy İn The Treatment Of Distal Ureteral Stones.
The ComparIsIon Of Esvvl And Ureteroscopy In The Treatment Of DIstal Ureteral Stones.
Alt üreter taşlarında ilk tedavi seçeneğinin ESWL (Ekstrakorporel şok dalgaları ile litotripsi) mi, yoksa Üreteroskopi mi olması halen tartışmalıdır. Alt üreter taşı nedeniyle 321 hastaya ESVVL uygulandı. 131 olguda lokalizasyon ultrasonografi (Grup I), 186 olguda da floroskopi(Grup II) ile yapıldı. 121 hasta ise üreteroskopik girişimle ile tedavi edildi. (Grup III). ESVVL grubunda total başarı oranı %85 iken bu oran üreteroskopik girişim grubunda %94.2 olarak bulundu.(P=0.015) Grup İde % 91.1, grup II de ise % 80.6, başarı oranları vardı. (P=0.015) Grup I de tekrarlanan tedavi oranı (%11.8), grup ll’yegöre belirgin olarak düşük (%26.3) bulundu. (P-0.001) ESVVL gruplarındaki başarı üreteroskopik girişimdeki başarı ile karşılaştırıldığında üretroskopik girişim Grup I ile anlamlı farklılık göstermez iken (P=0.48), Grup ll'ye göre daha başarılı bulundu. (P=0.001) Üreteroskopik girişim grubunda (%13.2), ESVVL grubuna (%3.7) göre daha yüksek oranda komplikasyon görüldü. (P=0.004). Ultrasonografi ile görüntülenebilen alt üreter taşlarında ESVVL’nin tatminkar başarı oranları ve komplikasyon oranının düşüklüğü nedeni ile ilk tercih edilmesi gereken tedavi yöntemi olduğu sonucuna varıldı.
Selection of primary mode of therapy for lower ureteral stones is stili controversial, should it be ESVVL (Extracorporeal shock wave lithotripsy) or ureteroscopic approach? ESVVL therapies were applied to 321 patients. Ultrasonographic targetings were used when stones could be localised by ultrasound in 131 patients (Group I), fluoroscopic targetings were used in 186 patients (Group II) during ESVVL treatment. Uretroscopic approach was selected in 121 patients as a primary treatment of lower ureteral stones. (Group III) Total success rates were 85% for ESVVL treatment and 94.4% for ureteroscopic approach. (P=0.015) Success rates were 91.1% and 80.6% in Group 1 and 2 subsequently. (P=0.015) Retreatment rate was clearly lower in group I (11.8%)than the group II (26.3%). (P=0.001) Success rate of ureteroscopic approach was compared to ESVVL groups, vvhile there was no d if ference with group I, (P=0.048) success rate of grup III was higher than group ll.(P=0.002) Complication rates showed significant difference between ESVVL and ureteroscopy groups.(13.2% versus 3.7%)(P=0.004) VVe concluded that ESVVL should be selected as a primary therapy of lower ureteral stones that can be seen by ultrasound due to its the higher success and lower complication rates than the ureteroscopic approach.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tek Doz Spinal Blok İle Doğum Analjezisi Deneyimlerimiz
Seza Apilioğulları, Funda Gök, Alper Kılıçaslan, Aysu Aydoğan, Jale Bengi Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Tek Doz Spinal Blok İle Doğum Analjezisi Deneyimlerimiz
Our ExperInces In SIngle-Shot SpInal Block For Labour AnalgesIa
Tek doz spinal analjezi (TDSA) epidural doğum analjezisi için geç kalınmış vakalarda alternatif bir metod olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, obstetri kliniğine doğumun ilerleyen dönemlerinde başvuran ve ağrısız doğum isteği olan multipar gebelerde TDSA deneyimlerimizi sunmaktır. 1 Ocak ve 30 Temmuz 2009 tarihleri arasında, doğum analjezisi için TDSA metodu uygulanan 48 multipar gebenin dosyaları geriye yönelik olarak incelendi. TDSA, 27 G kalem uçlu iğne ile oturur pozisyonda, %5 levobupivakain 2.5mg, 15µg fentanil ve 1.2 ml serum fizyolojik kombinasyonu kullanılarak gerçekleştirildi. Analjezi etki başlama zamanı, TDSA uygulamasından doğumun ikinci döneminin sonlanmasına kadar geçen süre, ek analjezik ihtiyacı olan gebe sayısı ve yan etkiler kaydedildi. TDSA tüm gebelerde başarıyla gerçekleştirildi. Ortalama analjezi başlama zamanı 2.6±0.7 dk ve TDSA uygulamasından doğumun ikinci döneminin sonlanmasına kadar geçen sure 62.2±20 dk idi. Altı gebede (% 12.5) ek analjezik ihtiyacı oldu. Gebelerin 15’inde (% 31) ortaya çıkan kaşıntı dışında yan etki gözlenmedi. Doğumun ileri evresinde analjezi isteği olan multipar gebelerde TDSA metodu hastaların % 87.5’unda yeterli analjezi sağlamaktadır. Bu metodun başarı oranının artırılması için bu metodun kolay uygulanabilir ve hızlı etkili alternatif yöntemlerle kombine edildiği ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
A single dose spinal analgesia (SDSA) has been defined as an alternative method for the cases which are late for epidural labour analgesia. This study was undertaken to present our experiences on SDSA for multiparous parturients who attended to the obstetrical ward during the advanced stages of labour and requested analgesia. The files of 48 multiparous parturients who applied for SDSA method for labor analgesia between 1 January and 30 July 2009 were retrospectively analyzed. SDSA was performed with 2.5mg levobupivacaine combined with 15µg fentanyl, and 1.2 ml normal saline, using a 27 G pencil point needle in the sitting position. Initiation time of analgesic effect, duration of the second stage of labour lasting after application of SDSA, the number of parturients who needed rescue analgesic and side effects were recorded. SDSA was successfully performed in all parturients. The mean initiation time of analgesic effect and the second stage of labour lasting after application of SDSA were 2.6±0.7/min and 62.2±20 / min, respectively. Six parturients (12.5%) needed rescue analgesic. No side effects were observed except pruritus which occurred in 15 (31%) parturients. The method of SDSA was sufficient in 87.5% of multiparous parturient who requested labour analgesia at the advanced stages of labour. Further studies that include alternative combination of easy and effective methods are needed to increase the success rate of this method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Yağlı Diyet Ve Akrilamidin Sıçanlarda Doku
oksidan Ve Antioksidan Seviyelerine Etkisi
Ümmügülsüm Can, Fatma Hümeyra Yerlikaya, Yeşim Yener, Serkan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Yağlı Diyet Ve Akrilamidin Sıçanlarda Doku
oksidan Ve Antioksidan Seviyelerine Etkisi
Effects Of HIgh-Fat DIet And AcrylamIde On TIssue OxIdant And
antIoxIdant Levels In Rats
Akrilamid (ACR) dünya çapında yaygın olarak tüketilen gıdalarda
meydana gelen organik bir kimyasaldır. ACR reaktif oksijen
moleküllerinin oluşumuna ve antioksidanların azalmasına yol açar.
Bu çalışmanın amacı; karaciğer (KC), beyin ve böbrek dokusu total
oksidan durum (TOS), antioksidan durum (TAS) ve KC ve beyin
dokusu okside LDL (ox-LDL) düzeylerini uzun süre ACR + standart
diyet ve ACR + yüksek yağlı diyet verilen sıçanlarda kontroller ile
karşılaştırarak incelenmesidir. Toplam 48 adet 5-6 haftalık Wistar ırkı
erkek sıçanlar iki diyet grubuna ayrılmış ve bir grup %20 yüksek yağ
içerikli diyet ile diğer grup ise %2.7 standart yağ içerikli diyet ile
beslenmiştir. Her iki diyet grubundaki hayvanlar 0, 2, 10 ve 20 mg/
kg/gün dozlarındaki ACR ile içme suları vasıtasıyla 28 gün boyunca
muamele edilmiştir. Çalışma sonunda doku örneklerinde TAS, TOS
veox-LDL analiz edilmiştir. ACR dozu yükseldikçe KC ve beyin oxLDL/protein
ve TOS/protein düzeyleri arttı. Ancak, 8 grup arasında
KC dokusunda ox-LDL/protein (p=0.087) ve TOS/protein(p=0.751)
düzeylerinde anlamlı fark yoktu. Beyin dokusunda ox-LDL/protein
(p=0.808) seviyesinde anlamlı fark yok iken TOS/protein (p<0.001)
seviyesinde anlamlı fark vardı. Böbrek dokusunda 8 grup arasında
TOS/protein (p=0.052) seviyesinde anlamlı fark bulunamadı. Her üç
dokuda ACR dozu yükseldikçe TAS/protein (p< 0.001) anlamlı olarak
azaldığı tespit edildi. Sonuç olarak, 2, 10 ve 20 mg/kg dozlarında ACR
+ standart diyet ve ACR + yüksek yağlı diyet verilen sıçanlarda doku
TOS ve ox-LDL seviyelerinde artış ve doku TAS seviyelerinde anlamlı
azalma olduğunu göstermiştir. ACR oksidatif strese yol açmaktadır.
Acrylamide (ACR) is an organic chemical which occurs in
foods extensively consumed in diets worldwide. ACR promotes
the generation of reactive oxygen species and the depletion of
antioxidants. The aim of this study was to investigate liver, brain and
kidney of tissue total antioxidant status (TAS), total oxidant status
(TOS) and liver and brain of tissue oxidized LDL (ox-LDL) levels in
long term ACR + standard diet and ACR + high-fat diet given rats,
compared to control rats. Forty-eight male Wistar rats (5-6 weeks of
aged) were segregated into two diet groups and fed with a high-fat
diet (crude fat 20%) or standard diet (crude fat 2.7%) respectively;
and animals in each diet groups were exposed to acrylamide at the
dose of 0, 2, 10 and 20 mg/kg bw/day via drinking water for 28 days.
At the end of the experiment tissue samples were analyzed for TAS,
TOS and ox-LDL. ox-LDL and TOS levels were increased as doses
of acrylamide were elevated in liver and brain tissue, no significant
difference was present at levels of ox-LDL/protein (p=0.087) and
TOS/protein (p=0.751) in liver tissue among eight groups. While
no significant difference was observed at levels of ox-LDL/protein
in brain tissue (p=0.808) among eight groups, TOS/protein levels in
brain tissue (p<0.001) became significantly increased. No significant
difference was present at levels of TOS/protein (p=0.052) in renal
tissue among eight groups. As doses of acrylamide were increased,
TAS/protein levels in brain, liver and renal tissue became decreased,
and a significant difference was present at TAS/protein levels among
the groups (p<0.001). Our findings showed that long term treatment
with 2, 10 and 20 mg/kg doses of ACR + standard diet and ACR
+ high-fat diet treatment led to a significant depletion of tissue
TAS levels and over production of tissue TOS and ox-LDL levels,
consequently, to an increase in oxidative stress.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Recai Gürbüz, Esat M. Arslan, Şenol Ergüney, Ercüment Y. Acarer
Araştırma makalesi
Özeti
Inoperabıl Mesane Tümörlerınde Anal Submukozal Methotrexate Uygulamaları
Anal Submucosal Methotrexate Applıcatıons In Inoperable Bladder Tumors
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabi-lim Dalında Temmuz 1990-Temmuz 1991 tarihleri arasında inoperabıl olduğu belirlenen ve biyopsi ile transisyonal hücre!' karsinom olduğu anlaşılan biri bayan 5 hastaya anal subınukozal methotrexate uygulandı. Anal submukozal uygulamanın amacı; anal kanal ile mesane arasındaki venöz bağlantılardan ya-rarlanarak sistemik olmaktan ziyade mesanede yoğun konsantrasyonlarda drog tutulumu sağlamaktır. Uygulamalar CT, ultrasound ve endoskopik mu-ayene sonuçlarına göre belirgin düzeyde fayda sağlamaktadır. Drag uygulamalarında, uygulama bölgesinde injeksiyona bağlı yan etki belirlenmemiştir.
Anal submucosal methotrexate was applied ta totaly 5 patients; one women and 4 men with transi-tional cell carcinoma which was evaluated that it was inoperable between the dates of july 1990 and july 1991 in the urology department of Konya Selçuk Medical Faculty. The aim of applying anal submu-cosal was to provide drug involments with high con-centrtions in the bladder rather (han its being system-ic by making use of the venous comminications between anal sanal and the bladder. CT, ultrasound and endoscopic examinations proved that these applications had been useful mark-edly. Any complications hadn't been observed due to drug applications on the application area because of injections.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolşisin İle Kontrol Altına Alınan Tekrarlayan Perikardit
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Arslan, Osman Güvenç, Buket Uysal Aladağ, Hikmet Akbulut, İsa Yılmaz, Derya Çimen
Olgu sunumu
Özeti
Kolşisin İle Kontrol Altına Alınan Tekrarlayan Perikardit
Recurrent PerIcardItIs Can Be Controlled WIth ColchIcIne
Perikarditler sık görülen bir klinik tablodur. Tekrarlayan perikardit,
akut perikardit geçiren erişkinlerde % 15-30 oranında bildirilirken
çocuklarda nadirdir. Kardiyak tamponad ve konstriktif perikardit gibi
komplikasyonlar çok az görülür. Hastaların çoğu klinik olarak genel
durumu iyi bir şekilde karşımıza çıkarlar. Genellikle vakalar idiyopatik
kalmakla birlikte bazı olgular kronik inflamatuar hastalıklarla ve
kardiyak operasyonlarla ilişkilendirilmektedir.Tekrarlayan perikardit
olgularında romatolojik zemin saptanmasa da kolşisin kullanımına
iyi yanıtlar alınmıştır. Burada sekiz yaşındaki olguda kolşisin ile
kontrol altına alınan, nedeni saptanamamış tekrarlayan bir perikardit
vakasını paylaşmak istedik.
Pericarditis is a common clinical entities. The recurrence rate
of acute pericarditis is 15 % to 30 % inadulthood, whereas it is rare
in children with cases, most of which are case reports. There are
rare complications such as cardiac tamponade and constructive
pericarditis. The majority of patients will have a benign clinical
course. Generally, cases remain as idiopathic chronic inflammatory
diseases and, in some cases associated with cardiac operations.
Recurrent pericarditis in patients without rheumatic origin the use of
colchicine has been a good response. Here we wanted to share the
8-year-old recurren pericarditis patient was kept under control with
colchicine as a rare case of idiopatic with children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Emre Korkut, Alparslan Esen, Fatma Demiray, Yağmur Şener
Derleme
Özeti
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Dental Approach In The PedIatrIc Oncology PatIent
Çocukluk çağı kanserlerinin oranı son iki yıldır nispeten sabit
kalmış olmasına rağmen, erken tanı ve tedavi yöntemlerindeki
gelişmeler sayesinde ölüm oranlarında ciddi düşüşler olmuştur.
Günümüzde yaşanan tüm bu gelişmelere rağmen halen, kanser tanısı
alan çocukların %75’inden fazlası beş yıldan fazla yaşayamamaktadır.
Ağız ve diş sağlığı problemleri; kanser tedavisi öncesinde, sırasında
ve sonrasında çocuğun sağlığını ve yaşam kalitesini bozabilir. Bu
nedenle pediatrik diş hekimleri, bu hastaların ağız hijyeni ve diş
tedavi gereksinimlerinin sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Although it remains relatively stable childhood cancer rates
in the last two years, thanks to advances in early diagnosis and
treatment there has been a serious decline in the mortality rate.
Despite all these developments, it still experienced today that
children diagnosed with cancer 75% more than they can not survive
more than five years. Before cancer treatment, oral and dental health
problems may impair during and after the child’s health and quality of
life. Therefore, pediatric dentists, the provision of oral hygiene and
dental treatment needs of these patients have a very important place.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
50 Hz Frekanslı Manyetik Alanın Ratlarda Oluşturduğu Histopatolojik Değişiklikler
Mehmet Yeniterzi, Mustafa Cihat Avunduk, Abdulkerim Kasım Baltacı, Olgun Kadir Arıbaş, Niyazi Görmüş, Emine Tosun
Araştırma makalesi
Özeti
50 Hz Frekanslı Manyetik Alanın Ratlarda Oluşturduğu Histopatolojik Değişiklikler
The HIstopathologIcal Changes In The Rats Caused By MagnetIc FIeld Of 50 Hz. Freguency.
Amaç: Günümüz toplum unda sağlığımızı tehdit eden elektromanyetik alanlar (EMA), en önemli çevre problemleridir. Manyetik alana maruz kalanlarda koroner kalp hastalığı, lösemi, lenfoma ve Alzheimer hastalığının görülme sıklığındaki artışlar bu kaynakların sınırsız kullanılamayacağını hatırlatmaktadır. Günlük konforumuzu artıran ev aletlerinden saç kurutma makinasının raflardaki etkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve metod: Çalışmada 200-250 gr ağırlığında 29 erkek rat kullanıldı. Bunların 15’ i kontrol grubunu oluştururken, 14’ ü EMA’ a maruz bırakıldı. Manyetik alan kaynağı olarak BKK 1161 SK saç kurutma makinası kullanıldı. Cihaz 600 Watt (W) lık güce, 220 V - 50 Hz’ lik gerilime ve ortalama 100-150 mG’ luk manyetik alana sahipti. Deneklerle makine arasında ortalama 20-25 cm' lik mesafeden haftada 3 gün, her seferinde 5 dakika olmak üzere toplam 3 ay boyunca 205 dakika uygulandı. Bu sürenin sonunda; serum malondialdehit (MDA) düzeyleri ile beraber beyin, timus, akciğer, kalp ve büyük damarlar, karaciğer, dalak ve böbrek eksize edilip ışık mikroskobunda histopatolojik olarak değerlendirmeye alındı. Sonuçlar: 50 Hz frekanslı manyetik alanın organlarda iltihabi hücre infiltrasyonunu belirgin şekilde artırdığı; özellikle akciğerlerde aiveoler harabiyeti. böbreklerde tübüler dejenerasyonu, beyinde glial proliferasyonu, karaciğerde fibrozisi, büyük damarlarda adventisyal iltihabi infiltrasyonu üç ay gibi bir sürede oluşturduğu tesbit edildi. Büyük vasküler yatakta subendotelyal ayrılmayı, istatistik! bir değere sahip olmamakla beraber önemli bir bulgu olarak düşünmekteyiz. Serum MDA değerleri manyetik alanda kısmi artış gösterirken istatistiki olarak anlamlı değildi. Karar: EMA ’ nın serbest oksijen radikallerinin üretimini artırarak uzun dönemde kanserden aterosklerotik hastalıklara kadar farklı patolojilere yol açabileceğini düşünmekteyiz.
Background: Electromagnetlc fields (EME) are the most important environment problems that effect the public health in our century. Increasing incidence of coronary heart disease, leukemia, lymphoma, and Alzheimer in the patients who are effected from magnetic fields, are revealing that these sources can not be used unlimitedly. İn this study, we would like to investigate the effect of hairdryer on the rats. Materials and methods: İn this study, 200-250 gr weighted 29 male rats vvere used. 15 of them were control group, and 14 vvere faced with EMF. A BKK 1161 SK hairdryer was used as the magnetic field source. This machine had 600 VVatt (W) power, 220 V - 50 Hz resistance, and a mean magnetic field counted 100-150 mG. The distance betvveen the subjects and the machine was 20-25 cm. EMF was performed on them for 3 days of each week, and 5 minutes of each day, and it was lasted after 3 months with a total period of 205 minutes. At the end the malondialdehid (MDA) levels in the subjects sera vvere calculated, and they vvere sacrificed and their cerebrum, thymus, lungs, heart and great vessels, liver, kidneys, and spleen vvere taken to histopathologic examination under light microscope. Results: İt was obviously observed that the EMF in 50 Hz freguency increases the mononuclear celi infiltration in the viscera; especially, it was estimated that EMF causes alveolar destruction in the lungs, tubuler degeneration in the kidneys, glial proliferation in the cerebrum, fibrosis in the liver, and adventitial mononuclear celi infiltration in the great vessels in 3 months, vvhich is thought to be a very short period. Statistically, the subendothelial dissection in the great vessels was not found significant, hovvever, this was thought to be an important finding. The serum MDA levels of EMF group vvas increased, but statistically, this was not significant. Conclusion: We concluded that EMF causes an increase in the production of free oxygene radicals, and in the late-term this results with various diseases including cancers and atherosclerotic dişe ases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
Cengizhan Sezgi, Abdurrahman Abakay, Abdullah Çetin Tanrıkulu, Hadice Selimoğlu Şen, Ali İhsan Çalkanat, Abdurrahman Şenyiğit
Araştırma makalesi
Özeti
Göğüs Hastalıkları Kliniğinde Mortalite Nedenleri
The Causes Of MortalIty In The Department Of Pulmonary DIseases
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi edilen hastalarda mortalite sıklığını ve nedenlerini araştırmak amacıyla retrospektif bir çalışma planlandı. Ocak 2004-Mayıs 2009 arasında bu klinikte yaşamını yitiren hastalar değerlendirildi. Bu süre içerisinde toplam 4417 hastanın yatırıldığı, (8892 yatış) bunların 384 ünün (%8.6) öldüğü saptandı. Yaş ortalaması 66.8±15.3 olan hastalardan 92’si (%33) bayan, 187’si (%67) erkekti. Ana ölüm nedenleri incelendiğinde, 92 hasta (% 33.1) pnömoni, 87 hasta (%31.2) kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), 52 hasta (%18.6) akciğer kanseri, 18 hasta (%6.5) tüberküloz (TB) ,18 hasta (% 6.5) pulmoner tromboemboli ve 12 hasta (%4.2) diğer nedenlerle ölmüştü. Eşlik eden hastalıklar incelendiğinde 130 hastanın (%46.6) ek hastalığı olmadığı, 41 hasta (%14.7) kardiyak hastalıklar, 22 hasta (%7.9) akciğer dışı kanserler, 18 hasta (%6.5) kor pulmonale, 17 hasta (%6.1) nörolojik hastalıklar,15 hasta (%5.4) böbrek hastalıkları, 10 hasta (%3.6) diabetes mellutus DM, 9 hasta (%3.1), TB ve 17 hasta sınıflanmayan hastalıklar (%6.1) olarak saptandı. Sonuç olarak, her kliniğin kendi mortalite oranlarını ve nedenlerini bilmesinin hasta yaklaşımı açısından yararlı olacağını ve eşlik eden hastalıkların dikkate alınmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olacağını düşünmekteyiz.
A retrospective study was performed to investigate the mortality among the patients hospitalized in department of chest diseases Dicle University medical school clinic. The patients passed out in this clinic in the period from January 2004 to May 2009 were evaluated. It was determined that totally 4417 patients were hospitalized (8892 hospitalization) in this period and 384 (8.6%) of them resulted in death. The mean age of the patients was 66.8±15.3 and 92 (33%) were women and 187 (67%) were men. The principal causes of their mortality were pneumonia in 92 patients (33.1%), chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in 87 (31.2%) patients, pulmonary cancer in 52 (18.6%) patients, tuberculosis (TB) in 18 (6.5%) patients, pulmonary thromboembolism (PE) in 18 (6.5%) patients and another diseases in 12 (4,2%). When the accompanying diseases were evaluated, no additional diseases were determined in 130 (46.6%) patients; 41 patients (14.7%) had cardiac disorders, 22 patients (7.9%) had cancers outside the lungs, 18 patients (6.5%) had cor pulmonale, 17 patients (6.1%) had neurologic disorders, 15 patients (5.4%) had renal diseases, 10 patients (3.6%) had diabetes mellitus (DM), 9 patients (3.1%) had TB and 17 patients (6.1) had unclassified disorders. In conclusion, we think that the knowledge about their mortality rates and the causes of mortality is useful for every clinic for their approach to the patients and considering the accompanying diseases is helpful to decrease the mortality
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kandida Türlerinin Tanımlanmasında Corn Meal
agar, Candida Id2 Kromojenik Besiyeri Ve Apı 32 Idc
performansının Değerlendirilmesi
Bahadır Feyzioğlu, Metin Doğan, Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Kandida Türlerinin Tanımlanmasında Corn Meal
agar, Candida Id2 Kromojenik Besiyeri Ve Apı 32 Idc
performansının Değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Performance Of Corn Meal Agar, ChromogenIc
medIum And ApI In IdentIfIcatIon Of CandIda SpecIes
Kandida türleri insanlarda en sık enfeksiyona yol açan mantar
türleridir. Kandida cinsi içindeki türler morfolojik, biyokimyasal
ve fizyolojik benzerliklerinden dolayı sıklıkla karıştırılabilir. Bu
çalışmanın amacı Kandida türlerinin tanımlanmasında Corn Meal
Agar, API ID 32C sistem ve kromojenik besiyerinin performansının
değerlendirilmesidir. Çalışmada, çeşitli klinik örneklerden izole
edilen 129 Kandida suşunun tanımlaması yapıldı. 10 farklı Kandida
türü belirlendi ve C.albicans en yaygın tür olarak tespit edildi. C.
dubliniensis oranları dikkat çekici şekilde yüksekti. API sistemi ile 10
farklı türün tanımlaması yapılırken, Corn Meal Agar ile C.colliculosa
dışındaki diğer 9 türün tanımlaması yapıldı. Diğer taraftan,
kromojenik agar besiyeri ile sadece C. albicans, C. tropicalis, C.
dubliniensis ve C. krusei tanımlaması yapılabildi. Corn Meal Agar
gibi konvansiyonel yöntemler ve API gibi yarı otomatize sistemler,
rutin tanı laboratuvarlarında tanı yöntemi olarak kullanılabilir,
kromojenik besiyerleri ise değerlendirme belirsizlikleri ve değişken
performanslarıyla ancak ek tanı metodu olarak düşünülebilir.
The Candida species causing the common infection in human.
This species can often be confused owing to similarities of their
morphological, biochemical and physiological properties. The
purpose of this study was to evaluate the performance of Corn Meal
Agar, Chromogenic Medium and API ID 32C in identification of
Candida Species. 129 Candida strains were isolated from various
clinical specimens. Candida species were identified a total of 10
and, C. albicans was determined as the most common species.
C.dubliniensis rates were strikingly higher. While identification
of all species was done with the API system, 9 species other than
C.colliculosa were determined by Corn Meal Agar. However, only C.
albicans, C.tropicalis, C.dubliniensis and C.krusei were identified
by chromogenic agar medium. Conventional methods, such as Corn
Meal Agar and semi-automated systems, such as API, can be used as
a identification method in basement laboratory. But, the chromogenic
media may be only an additional diagnostic method, because it has
uncertainties and variable performance
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkin Bireylerde Diyet Kalitesinin Ortalama Yeterlilik
oranı (mar) Kullanılarak Değerlendirilmesi
Eda Köksal, Hande Mortaş, Merve Şeyda Karaçil Ermumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Yetişkin Bireylerde Diyet Kalitesinin Ortalama Yeterlilik
oranı (mar) Kullanılarak Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of DIetary QualIty UsIng Mean Adequacy RatIo (mar) In
adults
Bu çalışmada, yetişkin bireylerin diyetlerinin ortalama yeterlilik
oranlarının hesaplanması ve farklı parametrelere göre (beden kütle
indeksi, eğitim düzeyi, cinsiyet, yaş) karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yapılan kesitsel çalışma, Ankara’da yaşayan rastgele örnekleme
yöntemiyle seçilmiş 421 yetişkin birey (275 kadın, 146 erkek) ile
planlanarak yürütülmüştür. Yaşları 20-50 yıl arasında değişen
(ortalama±SS, 32.7±9.096 yıl) bireylerin besin tüketim kayıtları
24 saatlik hatırlatma yöntemiyle alınmıştır. Diyetin kalitesinin
değerlendirmesi amacıyla besin öğesi yeterlilik oranı kullanılarak
hesaplanan ortalama yeterlilik oranı skorları kullanılmıştır. Bireylerin
ortalama yeterlilik oranı skorlarına göre, %56’sının diyet besin öğesi
içeriğinin yetersiz olduğu saptanmıştır. Bireylerin ortalama yeterlilik
oranı skorları arasında eğitim, yaş ve vücut ağırlığına göre anlamlı
bir fark bulunmazken, erkeklerin ortalama yeterlilik oranı skorlarının
kadınlardan yüksek olduğu saptanmıştır (p<0.05). Çalışmada,
ortalama yeterlilik oranı değerlendirmesine göre Türkiye’de yetişkin
bireylerin diyetlerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Diyet kalitesini,
beden kütle indeksi, yaş, eğitim durumu ve cinsiyet gibi farklı
değişkenler etkileyebilmektedir. Bu değişkenler de dikkate alınarak
ülkelerin geliştirdikleri beslenme plan politikalarında diyet kalitesinin
iyileştirilmesi amaçlanmalıdır.
This study aimed to research dietary quality in adults and to
compare using different parameters (body mass index, education
statues, gender and age). The cross-sectional study was conducted
on randomly selected 421 adults (275 females, 146 males) living in
Ankara. Dietary intakes of individuals aging between 20 and 50 years
(mean±SD, 32.7±9.096 years) were collected by using 24-hour recall
method. Mean adequacy ratio scores calculated by using nutrient
adequacy ratio were used for dietary quality assessment. According
to mean adequacy ratio scores, 56% of individuals’ dietary nutrient
content found to be inadequate. In the study, there was no significant
difference in mean adequacy ratio scores according to education,
age, body weight; whereas, male mean adequacy ratio scores were
higher than female. There is a need for improving diets according to
mean adequacy ratio scores assessment in Turkey. Dietary quality
can be affected by different variables such as gender, body mass
index, age and education statues. Improving dietary quality should
be aimed using plan and policies, developed taking into consideration
these variables by governments.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparaskopik Kolesıstektomı
Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Şükrü Bülent Özer, Mehmet ak
Araştırma makalesi
Özeti
Laparaskopik Kolesıstektomı
LaparoseopIe Choleeystectomy
Ocak 1994 ye temmuz 1995 tarihleri arastnda Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi Genel Cerrahi ABDInda laparoskopik koksistektomi (LK) yaptlan 268 olgu degerlendirildi. 236 hasta biliyer kolik Lie seyreden safra kesesi tap, 32 hasta akut koksistit ta-nisi almo. ilk gruptaki 4 hastada ta§likolesistit ya-runda, yandac hastaltk olarak dalak absesi, dalak kist hidatigi. karaciger sol lobda ye sag overde hasit kist vardi. Tedavileri yapildt. 15 hasta daha ijnceden batin ctmeliyatt gecirmigi. LK 252 hastada began ile yapilirken 16 hastada aciga gecilme zorunlulugu duyuldu. 6 hastada ciddi komplikasyonlar gorilla. Mortalite olmadt, or-talanza ameliyat siiresi 50 dk, hastanede kalma sii-resi 2 giin, normal aktiviteye donme siiresi 1 hafta olarak bulundu. Bu calgmadaki komplikasyon orantnin yiiksek ()imam klinigimizde Llenin yeni uygulanmaya beglanniq olmasina bagh oldugu düşünüldü.
268 cases on which laparoscopic cho-lecystectomy was treated in General Surgical De-partment at the University of Selcuk, Faculty of Me-dical Science between 1994 th January-1995 th June were taken into consideration. 236 patients have de-veloped gallbladder stone which moves along with bilecholic, 32 patients have developed acute cho-lecystitis and 4 patients, because of having de-veloped splenic abcess, splenic eccinococcous cyst, simple cyst at left lobes of the liver, simple cyst at right over were taken into operation. Despite the successful application of la-paroscopic cholecystectomy at 252 patients, 16 pa-tient had necessarly been take into laparotomy. Mortality rate is nil. The operation approximately takes 50 minutes and patients are kept at our hos-pital for nearl 2 days and the patient's recoveries takes a week. Serious complications was observed at 6 patients. We come to the conclusion that the reason for the complications peeing high is that this kind of surgical attempts are very recently applied in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Opopanax Hispidus Bitkisinin Gövde Ekstresinin Fare Overi Üzerine Etkileri
Neşe Çölçimen, Safa Gümüşok, Ceyda Sibel Kılıç, Okan Arıhan
Araştırma makalesi
Özeti
Opopanax Hispidus Bitkisinin Gövde Ekstresinin Fare Overi Üzerine Etkileri
Effect Of The Opopanax HIspIdus Plant's AerIal Parts Extract On MIce Ovary
Amaç: Opopanax hispidus bitkisi Apiaceae familyasındandır. Tedavi amaçlı yaygın olarak hemoroid, kadın infertilitesi ve kanın temizlenmesinde kullanılmaktadır. Çalışmamızda Opopanax hispidus gövde kısımlarının methanol ekstresini farelere vererek over dokusu üzerinde oluşturduğu histolojik değişiklikleri incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 12 adet erişkin, dişi, Swiss-Albino fare alındı, randomize olarak 2 gruba ayrıldı. Kontrol grubu: Herhangi bir uygulama yapılmadı. Opopanax hispidus grubu: Opopanax hispidus metanolik ekstresi (200 mg/kg/gün) 5 gün oral gavajla uygulandı. Deneyin sonunda, sağ over dokusu eksize edilerek çıkarıldı. Dokular %10’luk tamponlu formaldehit içinde fiske edildi, rutin histolojik inceleme için takip metodları uygulandı ve akabinde 5 µm kalınlığında kesitler alındı. Kesitler hematoksilen-eozin ile boyandı ve ışık mikroskopik incelemeye tabii tutuldu. Stereolojik ölçümde Cavalieri prensibinin modifiye metodu kullanıldı. Total doku volüm oranları, Shtereom 1.5 version paket programında verilmiş noktalı alan cetveliyle ölçüldü. Grupların karşılaştırılmasında Mann-Whitney U testi kullanıldı. Hesaplamalarda, istatistik anlamlılık düzeyi %5 alındı. Tüm hesaplamalar için SPSS (ver:20) istatistik paket programı kullanıldı.
Bulgular: Antral follikül sayısı açısından değerlendirildiğinde istatistiki olarak anlamlı fark bulundu (p<0.05). Gruplar arasında over volümü değerlendirildiğinde Opopanax hispidus grubunda kontrol grubuna göre azalma olduğu ve istatistiki olarak anlamlı olduğu tesbit edildi (p<0.05).
Sonuç: Opopanax hispidus’ un over dokusunda olumlu etkiler oluşturarak antral follikül sayısını arttırdığını tesbit ettik ve bununda muhtemelen antioksidan etkisinden kaynaklandığını düşünmekteyiz.
Aim: Opopanax hispidus (Friv.) Griseb plant belongs to the Apiaceae family. It is traditionally used for the treatment of hemorrhoids, female infertility, and purification of blood. We aimed to examine the histological changes in the murine ovarian tissue following the administration of a methanolic extract of the aerial parts of the Opopanax hispidus (Friv.) Griseb plant.
Materials and methods: Twelve adult female Swiss-Albino mice were randomly allocated into 2 groups. Control group received no administration. In the Opopanax hispidus group the methanolic extract (200 mg/kg/day) was administered via oral gavage for 5 days. At the end of the experiment right ovarian tissue of each subject was excised. Routine histological processing of tissue samples fixed in 10% formalin were then sectioned at a thickness of 5 µm. The sections were stained with hematoxylin and eosin and examined with a light microscope. The modified method of Cavalieri principle was used in the stereological measurement. The total tissue volume ratio was measured with a point counting grid provided by the Shtereom version 1.5 software package. Mann-Whitney U test was used to compare the groups.The significance level was set at 5%. All statistical analyses were performed using SPSS (ver: 20) software package.
Results: A significant difference was observed with respect to the number of antral follicles (p<0.05). A comparison of ovarian volumes between the groups revealed a significant decrease in the Opopanax hispidus group (p<0.05).
Conclusion: We demonstrated that Opopanax hispidus exerted positive effects on the ovarian tissue and increased the number of antral follicles, probably due to its antioxidant effect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1985-1988 Yılları Arasındaki Tüberküloz Şüphelı Balgamların Bakterıyolojık Incelenmesı Ve Sonuçların Değerlendirilmesi
Bülent Baysal, A. Zeki Şengil, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
1985-1988 Yılları Arasındaki Tüberküloz Şüphelı Balgamların Bakterıyolojık Incelenmesı Ve Sonuçların Değerlendirilmesi
BacterIologIcal InvestIgatIon Of Sputurn WIth TuberculosIs And EvaluatIon Of Results
1985-1988 yılları arasında tüberküloz tanısı için laboratuvarımıza gelen 14 531 balgam örneğinin mikroskobik incelenmesinde 3 287'si (%23) pozitif bulunmuştur. Gelen materyallerden kültürü istenen 1799 örnekten 1579'unda (%88) üreme görülmüştür. 1985 yılında %26 olan mikroskobide basil müsbetlik oranı 1988 yılında %15 olarak tespit edilmiştir. Mikroskobi ve balgam kültür sonuçlarının değerlendirilmesinde %123 oranında mikroskobi sonuçlarının değerlendirilmesinde %13 oranında mikroskobi pozitif kültür negatif (M+ K-), %34 oranında da mikroskopi negatif kültür pozitif (M-K+) sonuç görülmüştür. Özellikle M+K- sonuçlarının çeşitli nedenlerinin yanında kemoterapi ile ilgisi detartışılmıştır.
In the rnicroscopic examination of 14 431 sputun, 3 287 samples was found positively for diagnosis of tüberculosis between 1985-1988 years. The samples was seen be positive semears was positive culture in 1 579 of 1 799 which rs wanted to culture. In 1988 positive srnears was found 15% whereas 26% in 1985 year. In comparison of results, the ratio of mieroscopy-positive culture negative (M+C-) was 13%, Microscopy-negative culture positive (M-C+) was 34%. Some causes of results was discused especially. with alsa chernotheropy,
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda İntravenöz Glikoz Uygulaması Sonrası Lateral Hipotalamik Alan Katekolamin Düzeylerinin Mikrodiyaliz Yöntemi İle Değerlendirilmesi
Hatice Solak, Işık Solak Görmüş, Raviye Özen Koca
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda İntravenöz Glikoz Uygulaması Sonrası Lateral Hipotalamik Alan Katekolamin Düzeylerinin Mikrodiyaliz Yöntemi İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Lateral HypothalamIc Area CatecholamIne Levels FollowIng Intravenous Glucose AdmInIstratIon By MIcrodIalysIs Method In Rats
Amaç: Lateral hipotalamik alanda (LHA) intravenöz glukoz uygulanmasının noradrenalin, dopamin ve
metabolitleri olan dihidroksi fenil glikol (DHPG)- dihidroksifenilasetik asit (DOPAC) düzeylerine etkilerinin
beyin mikrodiyaliz yöntemi ile araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Normal beslenen 2 grup ve 24 saat besin alımı kısıtlanan 2 grup (serum fizyolojik
ve glikoz uygulanan) yetişkin erkek Wistar albino sıçan kullanıldı. Sıçanlara anestezi altında LHA'da
mikrodiyaliz işlemleri yapıldı ve örnekler 20’şer dakikalık sürelerde toplandı. İlk örnekler kontrol olarak
kaydedildikten sonra, kontrol gruplarına serum fizyolojik, glikoz gruplarına %50’lik glikoz çözeltisi 1.4ml/
kg dozunda intravenöz yolla uygulandı. Sonraki 40 dakika boyunca örnekler toplanarak HPLC-ECD
sisteminde analiz edildi. İstatiksel değerlendirme için tek yön lü ANOVA kullanıldı.
Bulgular: Başlangıçta noradrenalin konsantrasyonu, aç sıçanlarda tok olanlara göre daha yüksek
bulunurken 20. dakikadaki noradrenalin seviyeleri tok ve aç grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak
azaldı (p=0.01). 40. dakika noradrenalin değerlerinde ve dopamin-DHPG-DOPAC seviyeleri ile kontrol
seviyeleri karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı bi r fark elde edilmedi.
Sonuç: Sistemik glukoz uygulaması aç ve tok sıçanlarda LHA noradrenalin konsantrasyonunu azaltmıştır.
Bu sonuçlara göre LHA'daki noradrenerjik nörotransmisyon, plazm a glukozu ile modüle edilebilir .
Aim: We aimed to investigate the effects of intravenous glucose administration in the lateral hypothalamic
area (LHA) on the levels of noradrenaline, dopamine and their metabolites dihydroxyphenylglycol (DHPG)-
dihydroxyphenylaceticacid (DOPAC) by brain microdialysis method.
Patients and Methods: Adult male Wistar albino rats in 2 normally fed groups and 2 groups of restricted
food intake for 24 hours (saline and glucose administered) were used. Microdialysis procedures were
performed on the rats in LHA under anesthesia and samples were collected in 20 minutes. After the first
samples were recorded as control, 0.9% saline was administered to the control groups and 50% glucose
solution was administered intravenously to the glucose groups at a dose of 1.4 ml/kg. During the next 40
minutes, samples were collected and analyzed on the HPLC-ECD system. One-way ANOVA was used for
statistical evaluation.
Results: Noradrenaline concentration was higher in fasted rats than in satiated animals at baseline.
Noradrenaline levels at the 20th minute were significantly decreased in both fasted-satiated groups
compared to control group (p=0.01). There was no statistically significant difference in the 40th minute
noradrenaline values and dopamine-DHPG-DOP AC levels compared to control.
Conclusion: Systemic glucose administration decreased LHA noradrenaline concentration in fasted and
satiated rats. It can be mentioned that noradrenergic neurotransmission in LHA can be modulated by
plasma glucose.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
Zerrin Defne Dündar, Mustafa Kürşat Ayrancı
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Ağrısı Şikayetiyle Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Demografik Özelliklerinin Ve Prognozlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of GerIatrIc PatIents AdmItted To Emergency Department WIth A ComplaInt Of AbdomInal PaIn In Terms Of DemographIc CharacterIstIcs And PrognosIs
Amaç: Bu çalışmada Acil Tıp Kliniğimize 1 yıllık süre zarfında karın ağrısı şikayeti ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerinin, acil servis bakım ihtiyaçlarının ve prognozlarının değerlendirmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Tek merkezli, retrospektif, gözlemsel çalışmaya, 15 Haziran 2015 ile 14 Haziran 2016 tarihleri arasında karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastalar dahil edildi. Hastaların elektronik ve yazılı dosyalarından ilgili değişkenler kaydedildi. Genel hasta popülasyonu ve 65-74 yaş, 75-84 yaş, ≥85 yaş gruplarında değişkenlerin farklılıkları araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 1330 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 75,2±7,2 idi ve 582’i (%43,8) erkekti. Hastaların %58,8’i acil servisten taburcu edilirken, en sık Genel Cerrahi (%14,1) ve Gastroenteroloji (%11,4) kliniklerine yatırılmıştı. Yoğun bakım yatış oranı yaş ile birlikte artmaktaydı (p<0,001; %3,3 - %5,8 - %11,6). Ortalama hastanede yatış süresi 5,9±7,1 gündü ve hastane içi mortalite oranı %3,4 idi. 65-74 yaş grubunda hastaların %50,1’i acil servisten konsültasyon ihtiyacı olmadan taburcu edilirken, ≥85 yaş grubunda bu oran %36,6’ya düşmekteydi ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Hastaların %34,1’inde batın ultrasonu, %20,0’sinde batın tomografisi ve %7,5’inde batın ultrasonu ve batın tomografisi tetkiklerinin her ikisi birden yapılmıştı.
Sonuç: 85 yaş ve üzeri karın ağrılı hastalar daha fazla tetkik gereksinimi, daha fazla konsültasyon ihtiyacı, daha fazla hastaneye yatış oranı ve daha fazla mortalite oranları ile özellik sergileyen hastalardır. Karın ağrılı yaşlı hastaların acil servis yönetimi esnasında bu farklılıkların göz önünde bulundurulması hasta bakım kalitesini artırırken morbidite ve mortalite oranlarının düşmesine yardımcı olacaktır.
Aim: The aim of this study was to evaluate the demographic characteristics, emergency care needs and prognosis of patients aged 65 years and older who presented to our Emergency Medicine Clinic with abdominal pain for a period of one year.
Patients and Methods: In this single-center, retrospective, observational study included patients aged 65 years and older who presented to the emergency department with abdominal pain between June 15, 2015 and June 14, 2016. The related variables were recorded from the patients' electronic and written files. The general patient population and the differences of variables in the 65-74 age group, 75-84 age group and ≥85 age group were investigated.
Results: A total of 1330 patients were included in the study. The mean age of the patients was 75.2 ± 7.2 years and 582 (43.8%) were male. While 58.8% of the patients were discharged from the emergency department, the most common hospitalization wards were General Surgery (14.1%) and Gastroenterology (11.4%). The ICU admission rate increased with age (p<0.001; 3.3% - 5.8% - 11.6%). The mean length of stay in hospital was 5.9 ± 7.1 days and the in-hospital mortality rate was 3.4%. While 50.1% of the patients in the 65-74 age group were discharged from the emergency department without consultation, this rate decreased to 36.6% in the ≥85 age group and the difference was statistically significant (p<0.001). Abdominal ultrasound was performed in 34.1%, abdominal tomography in 20.0% and both of them in 7.5% of the patients.
Conclusion: The patients aged 85 years and older with abdominal pain are more likely to be characterized by more examination needs, more consultation needs, more hospitalization rates and higher mortality rates. Taking these differences into consideration during the management of the elderly patients with abdominal pain in emergency department will help to reduce morbidity and mortality rates while improving patient care quality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastane Çalışanlarında Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv
virüsünün Seroprevalans Durumlarının İncelenmesi
Esma Kepenek
Araştırma makalesi
Özeti
Hastane Çalışanlarında Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv
virüsünün Seroprevalans Durumlarının İncelenmesi
AnalyzIng Seroprevalence Of Hbv, Hcv And HIv At A HospItal’s
employees
Seydişehir Devlet Hastanesi (SDH) çalışanlarının Hepatit B
virüsü (HBV), Hepatit C virüsü (HCV) ve İnsan Immün Yetmezlik
Virüsü (HIV) seroprevalans durumlarının incelenmesi için çalışmaya
2013-2015 yılları arasında görev yapan 498 sağlık personeli dahil
edilmiştir. Çalışanlara ait veriler, idari izin alındıktan sonra, hastane
enfeksiyon kontrol birimi tarafından tutulan personel takip formları
(sağlık bilgi formu) ve hastane bilgi yönetim sistemi (HBYS) kayıtları
yardımı ile retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışanların serolojik
sonuçlarından %0.8’inin HBsAg (+), %86.7’sinin anti-HBs (+) ve
%0.2’sinin ise anti-HCV (+) olduğu belirlenmiştir. Çalışanların
mesleki durumları [hekim, hemşire/sağlık memuru, sağlık teknikeri,
temizlik personeli ve hastayla direkt teması olmayan diğer grup
(mutfak, güvenlik, teknik servis, sekreter, diyetisyen, eczacı vs.)] ile
anti-HBs durumu arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur
(p<0.001). Hekim, hemşire/sağlık memuru, sağlık teknikeri, temizlik
personeli grupları arasında anti-HBs açısından fark saptanmazken
(p=0.442), diğer grubunda anti-HBs (+)’lik oranı daha düşük
saptanmıştır. Çalışılan birim (dahili servisler, cerrahi servisler,
ameliyathane, yoğun bakım, acil servis, diyaliz, laboratuvar, diğer)
ile anti-HBs durumu arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki söz
konusu iken (p=0.011), diğer olarak adlandırılan birimlerde antiHBs
pozitiflik oranı daha düşük bulunmuştur. Dahili servisler,
cerrahi servisler, ameliyathane, yoğun bakım, acil servis, diyaliz,
laboratuvar gruplarında çalışanlar arasında anti-HBs açısından
fark saptanmamıştır (p=0.717). Çalışanların HBsAg seropozitifliği
ile çalıştıkları birimleri (p=0.96) ve mesleki durumları (p=0.566)
arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır. Sonuç olarak
yapılan incelemede, SDH çalışanlarının viral hepatit (HBV, HCV) ve
HIV seroprevalans düzeylerinin Türkiye’de yapılan diğer çalışma
sonuçlarına paralel bulunmuştur.
All employees (N=498) of Seydişehir Public Hospital’s (SDH)
were included, who were working in the period of 2013 and 2015,
in the study in order to assess their seroprevalence of Hepatitis B
virus (HBV), Hepatitis C virus (HCV) and Human Immunodeficiency
Virus (HIV). After getting the official permission, data on employees’
personnel follow-up forms (health information forms) kept by the
Hospital’s Infection Control Unit and records of Hospital Information
Management System (HIMS) were retrospectively analyzed. Results
showed that employees were HBsAg (+), anti-HBs (+) and anti-HCV
(+) as in 0.8%, 86.7% and 0.2% levels, respectively. A statistically
significant relationship between occupational status (doctor, nurse/
medical staff, health technician, cleaning personnel and other group)
and anti-HBs was found (p<0.001). In the further analysis, the
proportion of anti-HBs (+) was lower in the other group (including
medical secretary, biologist, psychologist, dietician, pharmacist,
security, kitchen worker, driver, information processing, technical
service, tailor, social worker, and researcher) than the groups of
doctor, nurse / health officer, health technician, cleaning staff. There
was no difference in terms of anti-HBs between doctor, nurse /
health officer, health technician and cleaning staff group (p=0.442).
Also, a statistically significant relationship was observed between
the employed units (internal services, surgical services, operating
room, intensive care unit, emergency services, dialysis, laboratory
and other units). An important difference for anti-HBs seropositivity
was found (p=0.011). In the further analysis, the ratio of anti-HBs
positivity was lower in the other units including kitchen, security,
data entry and technical service than internal services, surgical
services, operating room, intensive care, emergency service, dialysis
and laboratory groups. There was no difference in terms of anti-HBs
positivity among the internal services, surgical services, operating
room, intensive care, emergency service, dialysis, and laboratory
groups (p=0.717). There were no statistically significant relations
of the HBsAg seropositivity with the employed unit (p=0.96) and
the professional status of the employees (p=0.566). Consequently,
HBV, HCV and HIV seroprevalence levels of SDH employees were in
parallel with the other studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyet Yağlarının Serum Ve Beyinde Antioksidan Aktivite Üzerine Olan Etkileri
Sevil Kurban, İdris Mehmetoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diyet Yağlarının Serum Ve Beyinde Antioksidan Aktivite Üzerine Olan Etkileri
Effect Of DIetary OIls On AntIoxIdant ActIvIty In The Serum And BraIn
Amaç: çalışmamızda toplum tarafından en çok tüketilen yağlar olan zeytin yağı, tereyağı, margarin, soya yağı ve ayçiçek yağının serum ve beyin dokusunda antioksidan aktivite (AOA) üzerine olan etkisini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu Amaçla 60 adet rat alınarak 5 gruba ayrıldı. Grular sırası ile %15 oranında zeytin yağı, tereyağı, margarin, soya yağı ve ayçiçek yağı ilave edilen yem ile 2 ay süre ile beslendi. Bu süre sonunda ratlar dekapite edilerek beyin ve kan örnekleri alındı ve AOA düzeyleri ölçüldü. BULGULAR: Zeytin yağı grubunun beyin AOA değerleri margarin, ayçiçek ve soya yağı gruplarının (p<0.001) değerlerinden, tereyağı grubunun değerleri ise ayçiçek (P<0.01) ve soya yağı (P<0.001) gruplarının değerlerinden anlamlı olacak şekilde yüksek bulundu. Zeytin yağı (P<0.05) ve tereyağı (P<0.001) grubunun serum AOA değerleri ayçiçek yağı grubunun değerlerinden anlamlı derecede yüksekti. Sonuç: Bulgularımızdan yola çıkarak AOA açısından sağlığımız için en yararlı yağın zeytin yağı ve tereyağı olduğunu söyleyebiliriz.
Aim: In this study, we have aimed to study the effects of most commonly consumed oils, namely olive oil, butter, margarine, soybean oil and sunflower oil on serum and brain antioxidant activity (AOA). Material and method: For this purpose totally 60 Sprague-Dawley rats were divided intro five groups. The groups were fed with a diet cantaining 15% olive oil, butter, margarine, soybean oil and sunflower oil for a period of 2 months. At the end of that period they were decapitated and brains were removed, blood samples were drawn and AOA levels were measured. Results: The brain AOA level of the olive oil group was significantly higher than that of the margarine, sunflower oil and soybean oil groups (p<0.001) and AOA of the butter group was significantly higher than AOA of the sunflower oil (p<0.01) and the soybean oil (p<0.001) groups. Serum AOA levels of the butter (p<0.001) and olive oil (p<0.05) groups were significantly higher than that of the sunflower oil group. Conclusion: As a result, it can be argued that olive oil and butter are the best oils for health in respect to total antioxidant activity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu
Selda Keskin Güler, Burcu Gökçe Çokal, Hafize Nalan Güneş, Tahir Kurtuluş Yoldaş
Olgu sunumu
Özeti
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu
Dyke-DavIdoff-Masson Syndrome
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu (DDMS) ilaca dirençli nöbetler,
serebral hemiatrofi, kontrlateral hemiparezi, fasiyal asimetri, mental
retardasyon veya öğrenme güçlükleri ile karakterize nadir görülen bir
sendromdur. Yirmiyedi yaşında erkek hasta nöbet geçirme yakınması
ile başvurdu. Hasta ilk nöbetini 3 günlükken geçirmiş. Nöbetleri
kompleks parsiyel nöbetler şeklindeymiş. Çeşitli antiepileptikler
kullanan hastanın 3 yaşına kadar nöbetleri devam etmiş. Nörolojik
muayenesinde sağ tarafta hafif hemiparezi (-5/5), derin tendon
refleksleri hiperaktif ve Babinsky delili pozitif saptandı, sol tarafında
pramidal sistem muayenesi normaldi. Kraniyal Manyetik Rezonans
İncelemesindesol serebral kortikal atrofi görüldü. Öğrenme güçlüğü
de bulunan hastaya DDMS tanısı konuldu. Tedavisi karbamazepin
1000 mg/gün ve topiramat 200 mg/gün olarak düzenlendi, On aylık
takibinde nöbet olmadı. DDMS olan hastalarda absans, kompleks
parsiyel nöbetler ve sekonder jeneralize nöbetler görülebilir. İlaca
dirençli nöbetlerin tedavisinde hemisferektomi gibi cerrahi girişimler
gerekebilir. Bizim hastamızda cerrahiye ihtiyaç duymadan oral
antiepileptik tedavi ile nöbet kontrolü sağlandı. Sendrom nadir
görüldüğünden ve Beyin MR görüntüleri tipik olduğundan sunulmaya
değer bulunmuştur.
Dyke-Davidoff-Masson Syndrome (DDMS) is rarely seen and
a clinical entity with features of drug-resistant epileptic seizures,
cerebral hemiatrophy, contralateral hemiparesia, facial asymmetry,
mental retardation or learning disability. A 27 year-old-male patient
presented with complaint of seizure. His first attack was occurred
when he was three-days-old. His seizures were complex partial
seizures. He has used varios of antiepileptics but seizures could
not be controlled since he was three-years-old. Neurological
examination revealed mild hemiparesis, hyperactive deep tendon
reflexes and Babinsky’s sign positivity at the right side. Magnetic
resonance imaging (MRI) of the brain revealed left cerebral cortical
hemiatrophy. The patient was diagnosed with DDMS considering that
learning difficulties in additon to the above clinical features. He has
used 1000 mg/day carbamezepine and 200 mg/day topiramate for
10 months and he is seizure free now. Absence, complex partial or
secondary generalized seizures may seen in patients with DDMS.
Surgical procedures like hemispherectomy may be performed
in patients who have frequent and drug-resistant seizures. In our
patient, seizures were controlled with oral antiepileptic drugs without
any need of surgery. This case is presented because of the rarity of
the syndrome and demonstratively of the brain MRI.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Abdulkerim Kasım Baltacı, Rasim Moğulkoç, Cem Şeref Bediz, Halil Sünlü, Selim Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Çalışma, interferon alta - 2b ve octreotid uygulamasının ratlarda bazı hormonal parametreleri nasıl etkilediğinin ortaya konulabilmesi amacıyla planlandı. Araştırma kontrol (n = 12), interferon alta - 2b (n = 12) ve octreotid (n 12) uygulanan toplam 36 adet Wistar - Albino cinsi erkek ratlar üzerinde gerçekleştirildi. Kontrol grubu hayvanlara herhangi bir uygulama yapılmazken, interferon grubundaki ratlara gün aşırı 250.000. IU interferon alta - 2b, oct-reotid grubundaki ratlara da günde üç kez 7 gün boyunca 10 mikrogram octreotid deri altı olarak uygulandı. Çalışmanın bitiminde, bütün deney hayvaniannın kanında TSH, total T4, total T3, testosteron ve büyüme hormonu düzeyleri tayin edildi. Plazma TSH düzeylerinin interferon alfa - 2b grubunda kontrol grubuna göre düşük se-viyede olduğu görüldü (P<0.05). T3 - T4 sevıyelerinde istatistiksel olarak fark bulunmadı. Testosteron değerlerinin mukayesesinde interferon affa - 2b ve octreotid uygulanan grupların kontrol grubuna oranla daha düşük değerlere sahip bulunduğu tespit edildi (P.<0.05). Deney gruplarının karşılaştınlması sonucunda interferon alta - 2b grubunun octreotid uygulanan gruba oranla düşük testosteron seviyesine sahip bulunduğu gözlenirken (P<0.05), total T3, total T4 ve büyüme hormonu düzeylerinin gruplar arasında önemli bir farklılık göstermediği belirlendi. Gerçekleştirilen araştırmanın sonucunda elde edilen bulgular interferon alta 2b ve octreotid uygulamalarının rat-larda bazı hormonal parametreleri değişik şekillerde etkileyebileceğini düşündürmektedir.
This study was designed to determine the effects of interferon alpha - 2b and octreotid treatments on some hormonal parameters in rats. Total 36 Wistar - Albino male rates were used as control (n = 12), interferon alpha -2b (n = 12) and octreotide (n = 12) groups. 250.0001U of interferon alpha - 2b was introduced to interferon group rats at intervals of 48 hrs. To the octreotide group rats, 3 times in a day (8 hrs intervals) for 7 days, 10 mg oct-reotide was injected subcutaneously with a insulin ınjector. The levels of TSH, total T4, total T3, testosteron and growth hormone were determined in blood samples of the rats by RIA. Plasma TSH levels of interferon alpha-2b group was found lower than that of control group (P<0.05). However, no significant difference in T3 and T4 levels were determined among control, ocreotid and interferon treated groups. (P<0.05). It was established that in-terferon alpha - 2b and octreotide treated groups have lower testosteron levels than that of control group (P<0.05). Inteıferon alpha 2b group had lower testosteron levels comparing to octreotide treated group (P<0.05). Nevertheless, there was no significant difference in the growth hormone levels of the groups_ The results of the study showed that the treatments of interferon alpha 2b and octreotide can be affect some hormonal parameters in the rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bogaz Kulturlerınde Ureyen Mıkroorganızmalar Ve Izolasyon Sıklıkları
Mahmut Baykan, Hilal Kart, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Bogaz Kulturlerınde Ureyen Mıkroorganızmalar Ve Izolasyon Sıklıkları
The IsolatIon Rate Of The MIcroorganIsms WhIch Were Isolated From Throat Cultures
Bu calumada, 01 Ocak 1991 ye 31 Aralik 1994 yillari arasinda Selcuk Universitesi Tip Fakiiltesi Hastanesinin deg4ik klinik ye polikliniklerinden gonderilen hastalarin hogaz Ornekleri, bogaz in-feksiyonlarinda etken patojenlerin ye izolasyon sik-tiklaninn saptanmasi amactyla deg erlendirildi. Top-lam 15510 hogaz orneginin 13171'inde (% 85 ) normal hogaz florast bakterileri saptanirken, 2339 (% 15 ) ornekte etken patojen mikroorganizmalar izole edildi. En sik izole edilen patojenler; 603 (% 25) Staphylococcus aureus, 569 (% 24) A grubu beta hemolitik Streptococcus (AGBHS), ye 345 (% 14) Non A Non B grubu beta hemolitik Strep-tococcus olarak hulundu.
In this study, we evaluated throat cultures which come to the University of Selcuk Microbiology Unit among the dates 01 January 1991 and 31 December 1994. We researched the effective pathogen of thro-at infections and their isolation rates. From total 15510 throat samples, 13171 (85 %) of them were normal flora bacteria and 2339 (15 %) of the samp-les, it was isolated the effective pathogen mic-roorganisms. Most frequently isolated pathogens were found; 603 (25 %) Staphylococcus aureus, 569 (24 %) group A beta hemolytic Streptococcus and 345 (14 %) Non A Non B group beta hemolytic Streptococcus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Venöz Mikroanastomoza Eritropoietinin Etkileri
Adem Özkan, Zekeriya Tosun, Mustafa Cihat Avunduk, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Venöz Mikroanastomoza Eritropoietinin Etkileri
The Effects Of ErythropoIetIn On Venous MIcroanastomosIs
Mikrocerrahide hızlı ilerlemeler olmasına rağmen venöz mikroanastomoz alanındaki problemler hala devam etmektedir. Serbest doku transferleri ve replantasyon komplikasyonlarının major nedeni venöz mikroanastomoz trombozudur. Eritropoietin, eritroid progenitor ve endotelyal hücrelerin proliferasyonu ve farklılaşmasından sorumlu en önemli hematopoietik düzenleyicidir. Bu çalışmanın amacı venöz mikroanastomoz alanındaki komplikasyonları gözlemlemek ve eritropoetinin buna karşı koruyucu etkisini araştırmaktır. Yetmiş sekiz adet Sprague- Dawley cinsi erkek rat kontrol ve eritropoietin olarak iki gruba ayrıldı; bu iki grup da 3., 5. ve 7. gün olmak üzere üç alt gruba ayrıldı. Çalışma modeli olarak rat dorsal penil veni kullanıldı. Tüm eritropoietin gruplarına anastomoz anında ve her 48 saatte bir 150 IU/kg dozda eritropoietin uygulandı. Venöz anastomoz sonrası 3., 5. ve 7. günlerde değerlendirilmek üzere penil ven anastomoz hattı ve kan örnekleri alındı. Her bir venöz segmentin morfometrik analizi aynı araştırıcı tarafından Clemex® analiz programı ile yapılarak neointima ve media alanları ölçüldü ve neointima/media oranları hesaplandı. 3., 5. ve 7. günlerde tüm ratların hematokrit değerleri ölçüldü. 3. ve 5. günlerde eritropoietin gruplarında kontrol gruplarına göre intima/media oranları anlamlı derecede daha düşük bulundu. 7. gün için kontrol ve eritropoietin grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. Hematokrit değerleri için 3., 5. ve 7. günlerde kontrol ve eritropoietin grupları arasında fark bulunmadı. Çalışmamız rat dorsal penil veninde mikrovasküler anastomoz sonrası eritropoietin uygulamasının endotelyal rejenerasyonu hızlandırarak intimal formasyonu ve trombüs riskini önemli derecede azalttığını göstermiştir.
Although microsurgery has rapid advanced, problems at the site of venous microanastomosis still continue. Thrombosis of the venous microanastomosis is the major reason for free tissue transfer and replantation complications. Erythropoietin is a principal hematopoietic regulator responsible for the proliferation and diferentiation of erythroid progenitor cells and endothelial cells. Aim of this study is to observe the complications of microvenous anastomosis line and to investigate the protective effects of erythropoietin. Seventy eight Sprague-Dawley rats were divided into two groups (Control and Erythropoietin), and the groups were subdivided into three groups (3rd, 5th and 7th days). Rat dorsal penil vein was the study model. One-hundred-fifty IU/kg Erythropoietin was administrated via subcutaneously instantly venous anastomosis and every 48 hours to all Erythropoietin groups. Penil vein anastomosis line samples and blood samples were taken for assesment at 3rd, 5th and 7th days, after venous anastomosis. Morphometric analysis of each venous segment was done with a Clemex analysis program by the same examiner. Neointimal and medial areas were measured in each section and the neointima/media ratio was calculated. Haematocrit values were measured in all rats for 3rd, 5th and 7th days. The ratio of intima to medial areas were significantly less in Erythropoietin groups for 3rd and 5th days compared to control groups for the same days. There were no significant difference for the ratio of intima to medial areas between the contol and erythropoietin groups for 7th day. There were no significant difference for haematocrit levels between the the control and erythropoietin groups at 3rd, 5th and 7th days. Our study has shown that erythropoietin administration markedly reduced intimal formation and risk of thrombosis with accelerated endothelial regeneration after microvascular anastomosis in rat dorsal penil vein.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Astımlı Çocuklarda Ck-Mb Ve Kardiak Troponin-I Seviyeleri
İsmail Reisli, Hasibe Artaç, Sevgi Keleş, Melike Keser, Bülent Oran, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Astımlı Çocuklarda Ck-Mb Ve Kardiak Troponin-I Seviyeleri
Serum Ck-Mb And CardIac TroponIn-I Levels In AsthmatIc ChIldren
Erişkinler ve çocuklarda serum myokardial kreatinin kinaz (CK-MB) seviyesinde artış saptandığında öncelikli olarak kardiyak iskemi veya kardiyak hasar akla gelmektedir. Ancak bu durumda ileri tetkikler her zaman myokard iskemisini desteklememektedir. Çalışmamızda, astım atağı sırasında yükselen CK-MB’nin önem ve kaynağını araştırmak amacıyla, 30 astımlı çocuk ve 20 sağlıklı kontrolün CK-MB ve kardiak troponin-I (cTn-I) düzeylerini değerlendirdik. Astım atağı ile başvuru sırasında CK-MB seviyeleri, kontrol grubundan ve aynı hastaların ataktan sonraki seviyelerinden daha yüksekti (p<0.05). CK-MB seviyeleri ile solunum sayısı arasında pozitif korelasyon ve başvuruda ölçülen oksijen satürasyonu arasında negatif korelasyon bulundu. CK-MB seviyelerinin yükselmesinde etkili faktörler olarak da solunum sayısının artışı ve oksijen satürasyonu düşüklüğü saptandı. Serum cTn-I, CK-MB yüksek bulunan bütün hastalarda normal bulundu. Sonuç olarak astım atağı ile başvuran çocuklarda solunum kaslarının zorlanmasına bağlı olarak CK-MB yüksekliği saptanabilir.
The elevations of serum creatine kinase myocardial bound (CK-MB) levels can be observed in children and suggest a myocardial injury. We determined serum CK-MB and cardiac troponin-I (cTn-I) levels in 30 asthmatic children to assess cardiac injury at admission for exacerbation and two weeks later. Twenty healthy age-matched children served as controls. The CK-MB levels in admission for asthmatic exacerbation were higher than control group and than the levels of the same patients after exacerbation (p<0.05). There was found to be a positive correlation between the CK-MB levels and respiratory rate and a negative correlation between the CK-MB levels and oxygen saturation measured at admission. The effective factors on CK-MB levels was found to be respiratory rate and oxygen saturation. However serum cTn-I levels were found to be normal in allpatients including those with CK-MB elevation. In conclusion, CK-MB elevation may ocur in children with acute astma attack related to the stress on respiratory muscles.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
Emel Uzunoğlu Karagöz, İştar Dolapçı, Esra Koyuncu, Alper Tekeli
Araştırma makalesi
Özeti
Hıv Pozitif Bireylerden İzole Edilen Candida Albicans
suşlarının İn Vitro Hemolitik Aktivitesi
In VItro HaemolytIc ActIvItIes Of CandIda AlbIcans StraIns Isolated
from HIv PosItIve Subjects
Bu çalışmada, Human Immunodeficiency Virus pozitif ve sağlıklı
bireylerin oral kavitelerinden izole edilen Candida albicans suşlarının
in vitro hemolitik aktiveleri araştırılmıştır. Çalışmamızda 52 Human
Immunodeficiency Virus pozitif birey ve 22 sağlıklı gönüllünün ağız
çalkantı suyundan; 2003 yılında izole edilen ve Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Mikoloji Laboratuvarı
kültür koleksiyonunda saklanan C. albicans suşları kullanılmıştır.
Hemolitik aktivite kanlı agar plak metodu kullanılarak gösterilmiştir.
Plaklar 370C’da % 5 CO2’li ortamda 24 ve 48 saat inkübe edilmiş;
hemolitik indeks (Hz), koloni çapının beta hemoliz zon çapına
oranı olarak değerlendirilmiştir. Beta ve alfa hemoliz zonlarının
değerlendirilmesinde kontrol suşu olarak sırasıyla Staphylococcus
aureus ATCC 12228 ve Streptococcus pneumoniae ATCC 6305
suşları, negatif kontrol olarak Candida parapsilosis ATCC 22019
kullanılmıştır. İstatistiksel analiz Mann-Whitney U testi ile yapılmıştır.
HZ değerleri Human Immunodeficiency Virus pozitif grupta 0
ile 2.57, kontrol grubunda ise 0 ile 1.75 arasında saptanmıştır.
Bulgular değerlendirildiğinde her iki gruptan izole edilen C.albicans
izolatlarının hemolitik indeksleri arasında istatistiksel olarak anlamlı
fark bulunamamıştır (p>0.05). Bu durum suşlarımızın kolonizan
izolatlar olmalarıyla açıklanabilir. İn vivo ortamda virülans faktörlerinin
birbirleri ile etkileşim içerisinde oldukları düşünüldüğünde, diğer
virülans özelliklerini de beraberinde araştıran ve virülans genlerinin
ekspresyonlarına bakan çalışmalar ön plana çıkacaktır.
In this study, in vitro haemolytic activities of oral Candida albicans
isolates from Human Immunodeficiency Virus infected subjects and
healthy controls were studied. In our study 52 C.albicans strains
isolated from Human Immunodeficiency Virus positive subjects’
and 22 C.albicans strains isolated from healthy controls’ oral rinse
samples in 2003 which were stored in Ankara University School of
Medicine, Medical Microbiology Department Mycology Laboratory,
were investigated. Haemolytic activity was determined by using the
blood agar plate assay method. Plates were incubated at 37oC in
5% CO2 for 24 and 48 h. Haemolytic index (Hz) were calculated as
the ratio of the colony diameter to the beta hemolysis zone diameter.
Staphylococcus aureus ATCC 12228 and Streptococcus pneumoniae
ATCC 6305 were used to evaluate the alpha and beta haemolysis
zones, Candida parapsilosis ATCC 22019 was used as negative
control. Statistical analysis was performed with Mann-Whitney U test.
The Hz values ranged from 0 ile 2.57 for the Human Immunodeficiency
Virus positive group and from 0 ile 1.75 for the controls. There were
no statistical difference found between the groups (p>0.05). Because
our isolates are colonizing these results can be expected. When the
interactions between the virulence factors in invivo environment is
taken into consideration, studies investigating the other virulance
factors influencing the pathogenesis of the fungus and the expression
of the virulance genes are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Value Of Glutathıon S-Transferase In Dıagnosıs Of Malıgnant Pleural Effusıons
Faruk Özer, Oktay İmecik, Bünyamin Kaptanoğlu, Kürşat Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Value Of Glutathıon S-Transferase In Dıagnosıs Of Malıgnant Pleural Effusıons
Value Of Gst In DIagnosIs Of MalIgnant Ple-Ural EffusIons
Bu raltmada plorezili 89 hastanin plevra swat ve serumlan ile kontrol grubu olarak secilen 15 sag-hi& bireyin serumlartnda glwathion S-transferase (GST) diizeykri araprildt. Plikezinin nedeni 27 al-guda malignite iken 62 olguda malignite dip has-taliklarch. Maligniteli hasra grubunda elde edilen ortalama serum GST diizeyi 18.39±1.18 UIL olup gerek malignite dtsr plorezi grubu (p<0.01) ve ge-rekse kontrol grubundakikrden (p<0.001) anlamh derecede yiiksekti. Malignite ye malignite dui gruplarmda saptanan ortalama plevra smut GST diizeyleri strastyla 28.46±1.48 UIL ye 10.59±0.87 UIL olup aralanndaki fork istatistiksel olarak anlamh diizeydeydi (p<0.001). Maligniteli hasta gruhunun ortalama plevra stvistiserurn GST orant da diger hasta grubuna gore anlamh derecede viiksek bulundu. Malignite kaynakh plorezilerin ma-lignite dtp nedenlere bash olanlardan apt-- dedilmesinde 20 U1L'yi acan degerler kin plevra st-vist GST dikeyi tayininin spesifitesi % 97 ye sensitivitesi %85 olarak bulundu. Plevra sivesil serum GST orantnin spesifite ve sensitivitesi ise 1.4 stnir deter ile strastyla % 87 ve %78 idi. Bul-gulartmtz plevra mist GST diizeyi tayininin ma-lignite kaynakh plorezilerin tantsinda degerli hir M-celeme oldugunu gostermektedir.
We meauserd pleural fluid and serum glutathion S-tranferase (GST) activity in 89 patients with ple-ural effusion and serum GST activity in IS healthy person choosen as control group. The cause of 27 pleural effusion was malignancy, and nonmalignant diseases were determined as the cause of 62 cases. Mean serum GST activity was 18.39±1.18 UIL in patients with malignant effusions. which was sig-nificantly higher than those in both nonmalignant cases (p<0.01) and control group (p<0.001). Ple-ural fluid GST level of malignant and nonmalignant effusions were 28.46±1.48 U1L and 10.59±0.87 1.11 L. respectively. The difference between the pleural fluid GST values of malignant and nonmalignant ef-fusions was statistically significant (p<0.001). The mean pleural fluid to serum GST ratio of patients with malignant effusion was also significantly hig-her than that of nonmalignant group. The specifity and sensitivity of the determination of pleural fluid GST level in excess of 20 Ull. in distinguishing ma-lignant effusions were 97 percent and 85 percent, respectively. These values for pleural fluid to serum GST ratio with the cutoff level of 1,4 were 87 per-cent and 78 percent. Our findings indicate that de-termination of GST activity in pleural fluid has a di-agnostic value in differential diagnosis of malignant eiliisions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bakteriyel Vajinosis Tedavi Protokollerinin Etkinlikleri Ve
maliyetlerinin Karşılaştırılması
Sevilay Kılıçer Nazlı, Ali Haberal, Özlem Özdeğirmenci, Burak Karadağ
Araştırma makalesi
Özeti
Bakteriyel Vajinosis Tedavi Protokollerinin Etkinlikleri Ve
maliyetlerinin Karşılaştırılması
ComparasIon Of The Cost-EffectIvIty For BacterIal VagInosIs
treatment Protocols
Bakteriyel vajinozis (BV) için tedavi seçenekleri arasında yedi
gün süreyle günde iki kez 500 mg oral metronidazol veya % 2’lik
klindamisin vajinal krem veya % 0.75’lik metronidazol vajinal jel ve
alternatif tedavi olarak 2 gr oral tek doz metronidazol veya yedi gün
süreyle günde iki kez alınan oral 300 mg klindamisin bulunmaktadır.
Bu çalışmada; BV olguları randomize beş gruba ayrılarak oral
ornidazol, lokal ornidazol, lokal ornidazol ile oral ornidazol birlikte,
vitamin-C vajinal tablet ve %2’lik klindamisin vajinal kremin tedavi
etkinliklerinin ve maliyetlerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Çalışmaya alınması uygun olan 125 hasta kapalı zarf yöntemi ile
randomize edilerek 25’er kişilik beş gruba ayrıldı. Grup 1: 5 gün
süre ile günde iki kez 500 mg oral ornidazol tablet, Grup 2: 3 gün
süre ile günde bir kez 500 mg ornidazol vajinal ovül, Grup 3: 3 gün
süre ile günde bir kez 500 mg ornidazol vajinal ovül ile birlikte 5
gün süre ile günde iki kez 500 mg oral ornidazol tablet, Grup 4: 6
gün süre ile günde bir kez 250 mg vitamin-C vajinal tablet, Grup
5: 7 gün süre ile günde bir kez bir aplikatör dolusu (5 gr) %2’lik
klindamisin vajinal krem tedavisi verilen olgular şeklinde oluşturuldu.
Hastalar tedavi bitiminden 1 hafta ve 4 hafta sonra kontrole
çağrılarak ilk görüldüklerinde uygulanan muayene ve tanı yöntemleri
tekrar uygulanarak tedavi etkinlikleri değerlendirildi. Klinik iyileşme,
oral ve vajinal ornidazol kombine tedavi verilen grupta en yüksek
ve vitamin-C vajinal tablet verilen grupta en düşük bulunmuştur.
Kullanılan ilaçların maliyetlerine baktığımızda; vajinal ornidazol
tedavisi < vitamin-C vajinal tablet tedavisi < oral ornidazol tedavisi
< klindamisin vajinal krem tedavisi < oral ornidazol+vajinal ornidazol
tedavisi şeklinde bir bağıntı mevcuttur. Maliyet açısından bütün
tedavi grupları arasındaki farklılıklar istatistiksel olarak anlamlı
bulunmuştur (p<0,01). Tedavilerin maliyetlerine bakıldığında vajinal
ornidazol ovülün diğerlerine göre anlamlı düzeyde fiyatı düşük
olduğundan ve tedavi oranı benzer olduğundan sosyoekonomik
düzeyi düşük hastalarda tercih edilebilir.
The possible treatment alternatives for bacterial vaginosis are
500mg oral metronidazole twice a day for one week, vaginal cream
with 2% clindamycin, vaginal gel with 0.75% metronidazole plus
a single dose of 2gr oral metronidazole once a day or 300mg oral
clindamycin twice a day for one week. The purpose of this study is
to compare the treatment effectiveness and costs of oral ornidazole,
local ordinazole with oral ornidazole, vit-C vaginal tablet and 2%
clindamycin vaginal cream. 125 patients who were suitable for the
study were divided in 5 groups randomly with closed letter method.
Groups were formed respectively. Group 1: 500mg oral ornidazole
tablet twice a day for 5 days, Group 2: 500 mg ornidazole vaginal
ovules once a day for 3 days, Group 3: 500 mg ornidazole vaginal
ovules once a day for 3 days plus 500mg oral ornidazole tablet twice
a day for 5 days, Group 4: 250mg vitamin C (Vit-C) tablet once a day
for 6 days, Group 5: one applicator (5gr) of clindamycin vaginal cream
once a day for one week. The patients were recalled 1 week and 4
weeks later after their treatment. The effectiveness of the treatment
were assesed by repeating their inital diagnosis and treatment
methods. Clinical improvement was highest in the combined vaginal
and oral ornidazole group and lowest in the vit-C tablet group. When
we look at the costs of the medicines used in our study, they are
going in an ascending order which is vaginal ornidazole treatment,
vit-C vaginal tablet treatment, clindamycin vaginal cream treatment,
oral ornidazole plus vaginal ornidazole treatment. The differences
between the treatment groups regarding the costs were found
statistically significant (p<0,01). When its relatively low cost and
similar treatment rate of vaginal ornidazole treatment are considered,
it can be chosen for patients who have low socioeconomic level.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
Ayhan Uğur, Gülcan Erk, Bayazıt Dikmen
Araştırma makalesi
Özeti
Orta Kulak Cerrahisinde Farklı Anestezi Yöntemlerinin Postoperatif Bulantı, Kusma Ve Derlenme Üzerine Etkileri
The Effects Of DIfferent AnaesthetIc Methods On Nausea-VomItIng And Recovery In The MIddle Ear Surgery.
Bu çalışmada, orta kulak cerrahisinde sevofluran ve propofol uygulanan anestezi yöntemlerinin postoperatif bulantı kusma ve derlenme üzerindeki etkilerinin ortaya konması amaçlanmıştır. Bu amaçla orta kulak cerrahisi planlanan 38 olgu rastgele seçimle Grup S ( n=19 ) ve Grup P ( n= 19) olarak iki gruba ayrıldı. Her iki gruba da 0.1 mg/kg İM midazolam ile premedikasyon uygulandıktan sonra, anestezi indüksiyonu Grup S olgularda sevofluran inhalasyonu, Grup P olgularda ise 2.5 mg/kg İV propofol ile sağlandı. 0.1 mg/kg İV vekuronyum ile nöromusküler blok sağlandıktan sonra endotrakeal entübasyon yapıldı. Anestezi idamesi Grup S de %1-3 sevofluran %70 N20/O2 inhalasyonu, Grup Pde 8 mg/kg/saat propofol ve %70 N2O/O2 inhalasyonu ile yürütüldü.Operasyonun bitiminde anesteziklerin kesilmesinden itibaren ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi, derlenme süresi kaydedildi. Bulantı, kusma ve öğürme postoperatif 0-2, 2-6, 6-12, 12-18 ve 18-24. Saatlerde değerlendirildi. Gruplar arasında ekstübasyon süresi, spontan göz açma süresi ve derlenme süreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı ( p>0.05). Bulantı kusma ve öğürme 0-2, 2-6 ve 12-18. Saatlerde Grup S olgularda istatistiksel anlamda yüksek bulunurken ( p<0.05 ), 6-12. Saatlerde farklılık saptanmadı ( p>0.05 ). 18-24. Saatlerde her iki grupta da bulantı kusma ve öğürme görülmedi. Sonuç olarak bu farklı anestezi yöntemlerinin postoperatif derlenme üzerinde belirgin farklılıkları olmamasına rağmen, Grup P olgularda bulantı kusma oranının belirgin olarak az olması nedeniyle, postoperatif bulantu kusma riski yüksek olan orta kulak girişimlerinde propofolün iyi bir alternatif olabileceği kanısına varıldı.
The aim of this study is to investigate the effects of sevoflurane and propofol anesthesia on postoperative nausea vomiting and recovery in the middle ear surgery. The patients undergoing to middle ear surgery were randomly divided into two groups as Group S ( n=19) and Group P ( n=19). AH the patients are premedicated with 0.1 mg/kg İM midazolam and the induction was done with sevoflurane in Group S and 2.5 mg/kg İVpropofol in Group P. After the blockage with vecuronium 0.1 mg/kg, entübation was performed. Anesthesia maintenance was done with sevoflurane 1-3% in Group S and 8 mg/kg /h IV propofol infusion in Group P and 70% N2O/O2 inhalation in both. At the end of the operation, after quitting the anesthetics, the extubation times, spontaneous eye opening and recovery times were recorded. Postoperative nausea vomiting were evaluated in 2nd, 6th, 12th,18th and 24th hours. There were no significant differences found betvveen the groups according to spontaneous eye opening and recovery times ( p>0.05 ). Nausea-vomiting rate was found to be high in 0-2, 2-6, 12-18 hours in Group S ( p<0.05), but there was no difference in 6-12 hours ( p>0.05). Nausea-vomiting was not seen in any of the groups in 18-24 hours. İn conclusion no differences were found betvveen these anesthesia methods according to postoperative recovery, although nausea-vomiting rates appearently lovver in Group P. For this reason propofol anesthesia was decided to be an alternative for the middle ear surgery which has a high incidence ofpostoperative nausea and vomiting.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İdrar Kültürlerinde, Enfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik
direnç Oranları
Mehmet Balasar, Metin Doğan, Abdülkadir Kandemir, Bahadır Feyzioğlu, Zamin Haşimov, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
İdrar Kültürlerinde, Enfeksiyon Etkenleri Ve Antibiyotik
direnç Oranları
InfectIon Agents And AntIbIotIcs ResIstance RatIos At UrIne Cultures
Bu çalışmada idrar yolu infeksiyonu semptomları ile üroloji
kliniğine başvuran hastalardan alınan idrar örneklerinden izole edilen
bakteriler ve antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Temmuz 2010- Temmuz 2013 yılları arasında kliniğimize başvuran,
idrar yolu infeksiyonu olabileceği düşünülen 5162 hastanın idrar
örnekleri, kültür ve antibiyogramlarının değerlendirilmesi amacıyla
çalışmaya alınmıştır. Tüm idrar örnekleri kanlı agar ve eozin metilen
blue (EMB) agara ekilmiştir. Üreme olan bakterilerin tanımlaması
konvansiyonel yöntemlerle yapılmıştır. Antibiyotik duyarlılıkları disk
difüzyon yöntemi ile test edilmiştir. Toplam 5162 idrar örneğinin
759’unda (%14.7) üreme gözlenmiştir. İdrar örneklerinden en sık izole
edilen bakteri E.coli (%62.6) olmuştur. Bunu sırası ile Enterococcus
spp. (%10.8), Proteus spp. (%6.9), Enterobacter spp. (%6.4),
Klebsiella spp. (%6) ve koagülaz negatif stafilokok (KNS) (%2.8)
takip etmiştir. Proteus spp., Klebsiella spp. suşlarının tümü
imipeneme karşı duyarlı iken, E. coli, Proteus spp., Klebsiella
spp., Enterobacter spp. suşlarında ampisilin (%73) ve sefalotin’in
(%59.4) en az duyarlı iki antibiyotik olduğu gözlenmiştir. İzole
edilen Enterococcus spp. suşlarının tümü (n:82) linezolid duyarlı
iken, %1.2 oranında vankomisin ve yine aynı oranda da teikoplanin
direnci saptanmıştır. Ayrıca Enterococcus spp. suşlarında
%79 (n:65) oranında eritromisin %69.5 (n:57) oranında tetrasiklin,
%57.3 (n:47) oranında siprofloksasin, %56 (n:46) oranında penisilin
direnci saptanmıştır. İdrar yolu infeksiyonlarının tedavisinde, direnç
gelişimini engellemek açısından kültür ve antibiyogram yapılmasının
ve tedavide dar spektrumlu antibiyotiklerin seçilmesinin faydalı
olacağı kanaatine varılmıştır.
It is aimed to determine of antibiotic susceptibility ratios and
isolated bacteria in urine samples of Patients who admitted to
urology clinic with symptoms of urinary tract infection in this study.
Urine samples of 5162 patients who admitted to the hospital between
July 2010 and July 2013 and have urinary tract infection symptoms
were studied in order to evaluate cultures and antibiotic susceptibility
test. All urine samples were inoculated on eosin methylene blue
(EMB) agar and 5% blood agar. The isolated bacteria were identified
by using conventional methods. Antibiotic susceptibility tests were
performed by disk diffusion method. The bacteria were isolated in
759 (14.7%) of 5162 urine sample. The most frequently isolated
bacteria (62.6%) were E.coli in urine samples. Enterococcus
spp. (10.8%), Proteus spp. (6.9%), Enterobacter spp. (6.4%),
Klebsiella spp. (6%) and coagulase-negative staphylococci (CNS)
(2.8%) respectively followed these bacteria. While all isolated
strains of Proteus spp. and Klebsiella spp. were susceptible to
imipenem, Proteus spp. Enterobacter spp. and Klebsiella
spp. susceptibility percentage to ampicillin and sefalotin with
the least of susceptibility ratio were observed to be 73% to 59.4%
respectively. While all isolated strains of Enterococcus spp.
were susceptible to linezolid, resistance ratio of nitrofurantoin,
penicillin, and erythromycin were found to be 7.6%, 17.0%, and
28.3% respectively. In the treatment of urinary tract infections, it is
concluded that the antibiotics treatment should be ordered according
to performed culture and sensitivity tests to prevent the development
of resistance and choosing of narrow-spectrum antibiotics in
treatment should be more useful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Akut Mezenterik İskeminin Erken Teşhisinde İskemi-Modifiye Albüminin Rolü
Himmet Durgut, Şükrü Bülent Özer, Tevfik Küçükkartallar
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Akut Mezenterik İskeminin Erken Teşhisinde İskemi-Modifiye Albüminin Rolü
Role Of IschemIa-ModIfIed AlbumIn In Early DIagnosIs Of Acute MesenterIc IschemIa In Rats
Amaç: Arteryel ve venöz mesenterik iskeminin erken tanısında iskemi-modifiye albumin (IMA) rolü araştırıldı. Arteriyel ve venöz iskemi gelişen gruplarda ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlerde serum IMA düzeylerini değerlendirerek Akut Mesenterik İskemi (AMİ) erken tanı için yeni yöntemleri belirlemeyi amaçladık. Gereçler ve Yöntem: Çalışmanın deneysel bölümünde, her biri sekiz sıçandan oluşan üç grup; 1. grup: kontrol; 2. grup: süperior mezenterik arter (SMA) ligasyonu; ve 3. grup: süperior mezenterik ven (SMV) ligasyonu. Tüm gruplarda venöz kan örnekleri ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlarde alınarak IMA düzeyleri değerlendirildi. Bulgular: IMA düzeyleri ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlerde SMA’nın bağlandığı 2. grupta ve SMV’nin bağlandığı 3. grupta kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. SMA ve SMV’nin ligasyonundan sonraki ilk yarım saatte yüksek IMA seviyeleri ile ilgili olarak istatistiksel anlamlı sonuçların elde edilmesi, iskemi öncesi süreyi işaret ediyor olabilir. Sonuç: IMA, AMI’nin erken teşhisinde yeni bir belirteç olarak düşünülebilir.
Aim: The role of ischemia-modified albumin (IMA) was investigated in the early diagnosis of arterial and venous mesenteric ischemia. We aimed to determine novel procedures for the early diagnosis of Acute Mesenteric Ischemia (AMI), by evaluating serum IMA levels during the first 30 minutes, first, and third hours, in groups that have developed arterial and venous ischemia. Materials and Methods: In the experimental part of the study, three groups, each consisting of eight rats; 1st group: control; the 2nd group: ligation of superior mesenteric artery (SMA); and the 3rd group: ligation of superior mesenteric vein (SMV). Samples of venous blood were withdrawn in the first 30 minutes, first, and third hours in all three groups, and serum IMA levels were evaluated. Results: IMA levels in the first 30 minutes, first, and third hours were significantly higher in the 2nd group where SMA was ligated, and in the 3rd group where SMV was ligated, compared with the control group. Statistically significant results were obtained regarding the high IMA levels in the first half hour following ligation of SMA and SMV, which might be indicative of the period prior to ischemia. Conclusion: IMA may be considered as a new marker in the early diagnosis of AMI
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
İsmihan İlknur Uysal, Ahmet Kağan Karabulut, Muzaffer Şeker, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
The Effects Of Ethanol On Development And MorphogenesIs Of The MammalIan Embryos At The Stage Of Early OrganogenesIs And The Role Of Free RadIcals In ThIs Effect
Gebe kadınların aşırı alkol almaları Fötal Alkol Sendromu adı verilen ve etanolün prenatal dönemde embriyotoksik etkileri sonucu ortaya çıkan bir patolojiye neden olmaktadır. Etanol’ün bu dönemde hücresel ve moleküler düzeydeki etki mekanizmaları ise tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada etanolün embriyonik büyüme ve gelişme ile morfolojik yapı üzerine olan etkileri ve serbest radikallerin bu etkilerdeki rolünün araştırılması amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi hayvan laboratuvarından elde edilen Wistar ratlardan gebeliklerinin 9.5 uncu gününde diseke edilerek çıkartılan embriyoların rat serumu içerisinde 48 saat süreyle kültürü yapıldı. Kültür ortamı olarak; kontrol grubu için normal rat serumu kullanılırken, deney grupları için rat serumuna değişen konsantrasyonlarda etanol (250-500 mg%) ilave edildi. Ayrıca etanol’ün toksik etkisinin tüm parametreleri etkilediği dozu ile birlikte antioksidan superoksid dismutaz (SOD) kültür ortamına ilave edildi. Her bir konsantrasyon için 10 rat embriyosu kullanıldı. Etanol’ün rat embriyolarının gelişim parametreleri (total morfolojik skor, yolk salk çapı, tepe-kıç mesafesi, somit sayısı, embriyo ve yolk salk protein içerikleri) üzerine doz bağımlı etkileri, morfolojik ve biyokimyasal yöntemlerle karşılaştırıldı. Embriyolar malformasyon varlığı açısından da değerlendirildi. Kontrol embriyoları ile karşılaştırıldığında etanol’ün doz bağımlı olarak bütün gelişimsel parametreleri gerilettiği (P<0.05) ve genel morfolojide bozukluklara sebep olduğu gözlendi. Özellikle nöral tüp olmak üzere değişik bölgelerde hematomlar gözlendi. Kültür ortamına etanol ile birlikte SOD eklendiğinde büyüme ve gelişme parametrelerinde artış (P<0.05) ve malformasyon sıklığında azalma (P<0.05) tespit edildi. Etanol’ün organogenez dönemindeki rat embriyoları üzerine doz bağımlı gelişimsel toksisiteye sebep olduğu ve bu etkilerde serbest oksijen radikallerinin rol oynayabileceği belirlendi.
The excessive maternal alcohol drinking results in Fetal Alcohol Syndrome which is a pathology caused by the embryotoxic effects of ethanol in prenatal period. The mechanisms of ethanol action at the cellular or molecular levels are scarce. In this study it was aimed to investigate the effects of ethanol on growth and development of mammalian embryos as well as the morphological structure and the role of free radicals on these effects. Wistar rats were obtained from the Selcuk University Experimental Medicine Research Center and their 9.5 days embryos were explanted and cultured for 48 hours in rat serum. Whole rat serum used as a culture medium fort he control group while different concentrations of ethanol (250-500 mg%) were added tor at serum fort he experimental groups. Also, the lowest effective concentration of ethanol for all parameters was added to the culture media in the presence of an antioxidant superoxide dismutase (SOD). Ten embryos were used for each experimental condition. Dose-dependent effects of ethanol on embryonic developmental parameters such as; total morphological score, yolk sac diameter, crown-rump length, somite number, embryo and yolk sac protein contents were compared using morphological and biochemical methods. Each embryo was evaluated for the presence of any malformations. Compared to the control embryos, ethanol significantly decreased all developmental parameters döşe-dependently (p<0.05) with an increase in overall dismorphology. The haematoma in different regions, especially in the neural tube was most frequently observed. When the SOD was added to theculture media in the presence of ethanol, growth and developmental parameters were improved (p<0.05) and there was a decrease in the incidence of malformations (p<0.05). A döşe dependant developmental toxicity of ethanol on rat embryos during organogenesis wasdetermined, these effects might involve free oxygen radicals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
Adil Kartal, Türker Özkan, Hasan Başarır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
The Value Of ModIfIed RadIcal Mastectorny For The SurgIcal Treatment Of Breast Cancer (a SerIes Of 100 Cases)
Tümü kadın olan 100 meme kanserli olguya Madden'in Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) tekniği uygulandı. Olgular yaş, semptom, tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, aksiller metastaz ve TNM'ye göre sınıflandırılması ile komplikasyonlar, mortalite ve sürvi bakımından incelendi. Sonuçların en az Radikal Mastektomi (RM) kadar iyi olduğu saptandı.
One hundred female patients alt of who had breast cancer were applied Madden's modified radical mastectomy technque. The cases were examined considering the age of the patient, the localisation and size of the tumor, axillary metastasis and classification. Complications and the rate of mortality and survival were studied. The results were as hopeful as radical mastectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peptik Ülser Perforasyonunda Nötrofil/lenfosit Oranı
(nlo) Ve Trombosit/lenfosit Oranı (tlo) Cerrahi
tedavinin Şeklini Belirler Mi?
Mehmet Aykut Yıldırım, Adil Kartal, Mustafa Şentürk, Mehmet Kılıç, Selman Alkan, Mehmet Metin Belviranlı, Tevfik Küçükkartallar, Faruk Aksoy
Araştırma makalesi
Özeti
Peptik Ülser Perforasyonunda Nötrofil/lenfosit Oranı
(nlo) Ve Trombosit/lenfosit Oranı (tlo) Cerrahi
tedavinin Şeklini Belirler Mi?
Do NeutrophIl Lymphocyte And Platelet-Lymphocyte RatIos
determIne SurgIcal Treatment Method In PeptIc Ulcer?
Kardiyoloji, onkoloji, genel cerrahi ve diğer tıbbi konularda
değişik çalışmalarla Nötrofil/Lenfosit oranı (NLO) ve Trombosit/
Lenfosit oranının (TLO) önemi araştırılmaktadır. Bu çalışmada,
peptik ülser perforasyonlarında bu hematolojik parametrelerin
önemi değerlendirildi. Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp
Fakültesinde 2012 – 2015 yılları arasında peptik ülser perforasyonu
nedeni ile ameliyat edilen 25 hastanın dosyaları retrospektif olarak
değerlendirildi. Kronik inflamatuar hastalık, organ yetmezliği,
kardiyak, iskemik ve hematolojik hastalık öyküsü olanlar çalışmaya
dahil edilmedi. Ayrıca son üç hafta içerisinde herhangi bir enfeksiyon
geçiren hastalar da çalışma dışı tutuldu. Hastaların acil klinikteki ilk
hemogramları NLO ve TLO için değerlendirildi. Ameliyat notlarından
perforasyon genişliği ve uygulanan cerrahi işlemleri saptandı ve
istatistiksel olarak değerlendirildi. Beş hastaya omental patch,
yirmi hastaya primer onarım yapıldı. Primer onarım yapılanlarda
perforasyon genişliği 0,5 cm’den küçüktü ve NLO değeri 2.4-13
arasındaydı. Çapı 1 cm den büyük olan ve ‘Omental Patch’ yapılan
perforasyonlarda NLO 12.2-42.4 arasındaydı. TLO, perforasyonu
küçük olan olgularda 72’den büyük, perforasyonu büyük olanlarda
101’den büyüktü. Sonuç olarak, NLO değeri 12,2 den büyük olan
hastalarda perforasyonun geniş olma ihtimali saptandı. ‘Omental
Patch’ ile onarım öncelikli seçenek olabilir. Çalışma geniş seriler
üzerinde tekrar edilmesi durumunda daha sağlıklı sonuçların
alınabileceği kanısına varılmıştır
The importance of the NLR and PLR are being investigated by
different studies including in cardiology, oncology, general surgery.
In this study, the importance of these hematological parameters
were evaluated in peptic ulcer perforation. A total of 25 patients
who underwent surgery due to the peptic ulcer perforation were
evaluated retrospectively in Necmettin Erbakan University. Meram
Faculty of Medical between 2012 and 2015. Patients having
chronic inflammatory diseases, organ failure, cardiac, ischemic and
hematological disease were also excluded from the study. Patients
having any infection in the past three weeks were excluded First,
hemograms performed in the emergency clinic were evaluated for
NLR and PLR. Perforation size and operation techniques evaluated
from operation notebook. Patients had omental patch and primary
repair was performed for remaining twenty patients. Perforation width
was smaller than 0.5 cm in patients having primary repair and, NLP
values were ranged from 2.4 to 13. It was determined that Patients
had omental patch made whose perforations were greater than 1 cm
and NLP values were ranged from 12.2 to 42.4. PLR levels were >72
in patient having small perforation, however it was greater than 101
in large perforation patients. In patients NLR values greater than
12.2, whoseperforations are likely to have wide. Omental patch can
be the first choice. If the study is repeated on large series we believe
more reliable results can be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multiple Künt Travması Olan Karaciğer Yaralanmalı Hastalardaki Nonoperatif Tedavi Deneyimlerimiz
Mehmet Aykut Yıldırım, Hülya Vatansev, Mustafa Şentürk, Cengiz Kadıyoran, Sinan İyisoy
Araştırma makalesi
Özeti
Multiple Künt Travması Olan Karaciğer Yaralanmalı Hastalardaki Nonoperatif Tedavi Deneyimlerimiz
Our ExperIence Of NonoperatIve Management In PatIents WIth LIver Injury Due To MultIple Blunt Trauma
Amaç
Künt multiple travma nedeniyle nonoperatif tedavi (NOT) uygulanan karaciğer travmalı hastaların takibinde halen fikirbirliği yoktur. Çalışmamızda hastanemizde NOT uygulanan künt travma sonucu karaciğer yaralanması olan hastalara ait deneyimlerimizi sunmayı amaçladık.
Materyal Metod
Çalışmada hastanemize multiple travma nedeniyle başvuran ve karaciğer yaralanması olan 104 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. NOT başarılı olan hastalar ve NOT başarısız olup laparatomi yapılan hastalar tasnif edildi.
Bulgular
Künt karın travmasına bağlı 104 hastanın tamamında solid organ yaralanması olup bunların 58’inde toraks travması mevcuttu. Künt karın travması nedeniyle karaciğer yaralanması olan 94 hastaya NOT başarı ile uygulandı.10 hastada konservatif takip sırasında cerrahi tedaviye dönüldü. Yaralanma derecesine göre 35 hasta grade 1, 23 hasta grade 2, 24 hasta grade 3 ve 12 hasta grade 4 olarak derecelendirildi. NOT’un başarısız olduğu karaciğer travmalı 10 hastanın verileri NOT uygulanan grupla karşılaştırıldı.
Sonuç
Yaralanma derecesi yüksek veya toraks travmasının eşlik ettiği hastalarda komplikasyon gelişimi de artmaktadır. Grade 4 yaralanmalarda NOT uygulanan vakalarda komplikasyonların görülme oranı yüksektir.
Abstract
Objective
There is still no consensus on nonoperative management (NOM) for the treatment of patients with liver injury due to multiple trauma. In this study, we aimed to present our experience in patients who underwent NOM in our hospital due to liver injury resulting from blunt trauma.
Material & Methods
In this study, a total of 104 patients who presented to our hospital with liver injury due to multiple trauma were retrospectively evaluated. Patients with successful NOM and those who underwent laparotomy due to failure of NOM were grouped.
Results
All of the 104 patients had solid organ injury due to blunt abdominal trauma, and 58 of these had thorax trauma. NOM was successfully performed in 94 patients with liver injury due to blunt abdominal trauma. The treatment was converted to surgery in 10 patients during conservative follow-up. According to injury grades; 35 patients were graded as Grade 1, 23 patients as Grade 2, 24 patients as Grade 3, and 12 patients as Grade 4. Data of 10 patients with liver trauma and NOM failed were compared with those of the NOM group.
Conclusion
The development of complications increases in patients with high-grade injury or those accompanied by thorax trauma. The rate of complications is high in patients who receive NOM in Grade 4 injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Doku Element Seviyeleri Ve Postmortem İnterval
Kamil Hakan Doğan, İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Doku Element Seviyeleri Ve Postmortem İnterval
TIssue Element Levels In Rats And Postmortem Interval
Amaç: Bu deneysel çalışmanın amacı, farklı dokulardaki element seviyelerinin postmortem süreç ile ilişkisini ve postmortem interval saptanmasındaki kullanılabilirliğini araştırmaktır. Gereç ve yöntem: Bu amaçla, 52 adet üç aylık Sprague-Dawley cinsi erkek sıçana servikal dislokasyon uygulandıktan sonra 4’ü hemen diseke edildi. Diğer 48 sıçan ise, cesedin kaldığı ortam ısısının doku element seviyelerine etkisinin araştırılması amacıyla iki gruba ayrıldı. Gruplardan biri 4 ºC’de, diğeri 18±2 ºC’de bekletildi. Daha sonra her iki ısıda bekletilen sıçanlardan; 6., 12., 24., 48., 72. ve 96. saatlerde 4’er sıçan diseke edildi. Her sıçandan beyin, miyokard, karaciğer, böbrek ve iskelet kası örnekleri alındı. Örnekler, mikrodalga yakma yöntemiyle analize hazır hale getirilerek, ICP-AES cihazında element düzeyleri ölçüldü. Ca, Cu, Fe, K, Mg, Na, P, S ve Zn elementlerine ait değerler, istatistiksel olarak Kruskal-Wallis ve Mann-Whitney testleri ile değerlendirildi. Bulgular: Tüm dokularda, her iki ısıdaki bulgular ortak olarak değerlendirildiğinde; Fe, K, Na, Ca ve Cu’ın birden çok dokuda 4 ºC ve 18±2ºC’lerde anlamlı değişim gösterdiği saptandı. Sonuç: Postmortem interval saptanmasında doku element seviyelerinin güvenilir bir yöntem olarak kullanılabilirliğinin, daha geniş serilerde yapılacak deneysel çalışmalar ve otopsi materyalinde yapılacak analizler ile ortaya çıkartılması gerektiği sonucuna varıldı.
Aim: The aim of this experimental study is to determine the relationship of the element levels in different tissues and the postmortem process and the reliability of this relationship in the determination of postmortem interval. Material and method: For this purpose, 52 three-month-old male Sprague-Dawley rats were sacrified by cervical dislocation and four of them were seperated for dissection. On the other hand, remaining 48 rats were divided into two groups for the purpose of investigating surrounding temperature the corps existed to the tissue element levels. One of the groups was kept at 4 ºC and the other at 18±2 ºC. Just after sacrifice, seperated four rats were dissected. Then the dissection was made at 6., 12., 24., 48., 72. and 96. hours four rats each among the groups kept in both temperatures. Brain, myocardium, liver, kidney and skeletal muscle samples were taken from each rat. Element levels were determined by ICP-AES in the samples which were prepared for analysing with microwave digestion method. The values acquired for Ca, Cu, Fe, K, Mg, Na, P, S and Zn were statistically evaluated by Kruskal-Wallis and Mann-Whitney tests. Results: When the findings of both temperatures were evaluated together in all tissues, it was determined that Fe, K, Na, Ca and Cu showed significant changes in more than one tissue at 4 ºC and 18±2 ºC. Conclusion: It was concluded that, the availability of tissue element levels as a reliable method in the determination of postmortem interval needs to be revealed by experimental studies that will be done on wider series and the analyses on the autopsy material.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lateks Aglütinasyon Testi Vasitasiyla Bakteriel Menenjitlerin Erken Etiolojik Teşhisi
İbrahim Erkul, Mehmet Gödeneli, Sevim Karaarslan, Ümran Çalışkan, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Lateks Aglütinasyon Testi Vasitasiyla Bakteriel Menenjitlerin Erken Etiolojik Teşhisi
Early Ethıologıcal Dıagnosıs Of Bacterıal Menıngıtes Wıth The Latex Aglutınatıon Test
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Kliniğine menenjit nedeniyle yatırılan 44 hastaya etiolojik teşhis için Wellcogen lateks aglütinasyon testi uygulanarak sonuçların beyin - omirilik sıvısı kültür sonuçlarıyla karşılaştırılması yapılmıştır. Lateks aglütinasyon ve kültür birlikte kullanıldığında tek başına kültür kullanılmasına oranla daha yüksek oranda sonuç vermiştir. Ancak lateks aglütinasyon ile kültür sonuçları karşılaştırıldığında literatürde de olduğu gibi arada istatistiki bir fark bulunamamıştır. Kullandığımız kitler arasında B grubu N. meningitidis kitinin bulunmamasının bu sonuçtan sorumlu olduğu ve ülkemiz gibi antibiotiklerin gelişigüzel kullanıldığı yerlerde lateks aglütinasyon testinin kültüre oranla daha anlamlı sonuç vereceği düşünülmüştür.
The Wellcogen latex agglutination test was applied to 44 patients who were hospitalized in the Department of Pediatric Health and Diseases for meningitis, and the results were compared with the cerebrospinal fluid culture results. When latex agglutination and culture were used together, it gave a higher rate than culture alone. However, when the culture results were compared with latex agglutination, no statistical difference was found between the results, as in the literature. It was thought that the absence of group B N. meningitidis kit among the kits we used was responsible for this result and latex agglutination test would yield more significant results than culture in places where antibiotics were used indiscriminately, such as in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Yüksel Dereli, Ramis Özdemir, Nihan Kayalar, Musa Ağrış, Kemalettin Hoşgör, Ali Suat Özdiş
Araştırma makalesi
Özeti
Konya Numune Hastanesi’nde Açık Kalp Cerrahisi: İlk
550 Vakanın Değerlendirilmesi
Open Heart Surgery In Konya State HospItal: RevIew Of The FIrst 550
cases
Bu çalışmada, kliniğimizde uygulanan ilk açık kalp ameliyatları
değerlendirildi. Kliniğimizde, Ağustos 2005 ile Haziran 2011 tarihleri
arasında, toplam 550 hastaya (318 erkek, 232 kadın, ortalama yaş
58,35) açık kalp ameliyatı uygulandı. Preoperatif EF ortalama %36,8
(20-65) idi. 397 olgu koroner arter hastalığı, 114 olgu kalp kapak
hastalığı, 19 olgu konjenital kalp hastalığı, 17 olgu aort patolojisi, 3
olgu ise sol atrial miksoma nedeniyle opere edildi. Major preoperatif
komorbiditeler hipertansiyon, diyabetes mellitus ve kronik obstrüktif
akciğer hastalığı idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süresi 2,1 (1-17)
gün, hastanede kalış süresi ise 6,7 (4-23) gün idi. Total komplikasyon
oranı 157 olgu ile %28,54 idi. En sık görülen postoperatif komplikasyon
57 (%10,36) olgu ile atrial fibrilasyon idi. Hospitalizasyon döneminde
23 (%4,18) hastada düşük kardiyak output sendromu, 16 (%2,9)
hastada yara yeri enfeksiyonu, 13 (%2,36) hastada geçici nörolojik
disfonksiyon, 10 (%1,81) hastada böbrek yetmezliği ve 6 (%1,09)
hastada mekanik ventilasyon gereksinimi gözlendi. Toplam 45
(%8,18) hastada kanama (n=41) ve sternal ayrışma (n=4) nedeniyle
revizyon uygulandı. Total mortalite oranı 31 olgu ile %5,63 idi. En
sık ölüm nedeni düşük kardiyak debi idi. Bu çalışma, tüm zorluklara
rağmen açık kalp cerrahisinin bir devlet hastanesinde başarılı bir
şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Mortalite ve morbidite
oranlarımızın kabul edilebilir ölçüde ve güncel literatürle benzer
olduğunu düşünüyoruz.
In this study, we evaluated the first open heart operations
performed in our clinic. Between August 2005 and June 2011, a
total of 550 patients (318 male, 232 female; mean age 58,35 years)
underwent open heart surgery in our clinic. Preoperative mean
ejection fraction was 36,8% (20 to 65). Diagnosis of patients were
as follows: 397 cases had coronary aryery disease, 114 cases had
valvular heart disease, 19 cases had congenital heart disease, 17
cases had aortic pathology and 3 cases had left atrial myxoma.
Major comorbidities were hypertension, diabetes mellitus and
chronic obstructive lung disease. Mean intensive care unit stay
was 2,1 days (1-17), whereas mean hospital stay was 6,7 days (4-
23). Total complication rate was 28,54% with 157 cases. The most
common postoperative complication was atrial fibrilation with 57
(10,36%) cases. Low cardiac output in 23 (4,18%) patients, wound
infections in 16 (2,9%) patients, temporary neurologic disorder in 13
(2,36%) patients, renal failure in 10 (1,81%) patients and mechanical
ventilation requirement in 6 (1,09%) patients were observed in
hospitalization period. Reoperation was used in totally 45 (8,18%)
cases due to hemorrhage (n=41) and sternal dehiscence (n=4). Total
mortality rate was 5,63% with 31 cases. The most common cause of
mortality was low cardiac output. This study demonstrated that open
heart surgery has been performed successfully in a state hospital
despite the all difficulties. We think that our mortality and morbidity
rates are acceptable and similar to current literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Jüvenil Miyoklonik Epilepsili Hastalar Ve Sağlıklı
bireylerde Somatosensorial Uyarılmış Potansiyellerin
incelenerek Karşılaştırılması
Ahmet Mithat Tavlı, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Jüvenil Miyoklonik Epilepsili Hastalar Ve Sağlıklı
bireylerde Somatosensorial Uyarılmış Potansiyellerin
incelenerek Karşılaştırılması
CompaIrIng Of The SomatosensorIal Evoked PotantIals In JuvenIle
myoclonIc EpIlepsy PatIents And Healthy Subjects
Juvenil miyoklonik epilepsili hastalar ve sağlıklı bireylerde
somatosensoriyel uyarılmış potansiyelleri ölçerek karşılaştırdık.
Çalışmaya 30 jüvenil miyoklonik epilepsi hastası ve 30 sağlıklı
birey dahil edildi. Sağ, sol median N19, P25 amplitüt ve latans
değerlendirmesi yanı sıra sağ sol tibial P37, N45 amplitüt ve
latansları incelendi. Sonuçlar anlamlı bulunmadı (p>0.05). Elde
edilen bulgular bu konuda daha önce az sayıda yapılmış olan
çalışmaları desteklemediğinden jüvenil miyoklonik epilepsili
hastalarda somatosensorial uyarılmış potansiyellerlerle ilgili daha
fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu sonucuna varıldı.
Juvenile myoclonic epilepsy patients and healthy subjects were compared by measuring somatosensory evoked potentials. On Study, 30 patients with juvenile myoclonic epilepsy and 30 healthy subjects were included. Right and left median N19,P25 amplitude and latency rating as well as the right and left tibial P37,N45 amplitude and latency were analyzed. The results were not significant (p> 0.05). The findings didn’t support earlier a small number of studies on this topic that have been made in patients with juvenile myoclonic epilepsy.As a conclusion more research is needed on this topic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Çinko Eksikliğinin Bazı Hormonlar Üzerine Etkisi
Cem Şeref Bediz, Abdulkerim Kasım Baltacı, Ali Muhtar Tiftik, Hüsamettin Vatansev, Mürsel Gökçen
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Çinko Eksikliğinin Bazı Hormonlar Üzerine Etkisi
Effect Of ZInc DefIcIency On Some Hormones In Rats
Bu çalışmada, çinko eksikliğinin ratlarda bazı hormonal parametreleri nasıl etkilediği araştırıldı. Araştırma 3 hafta süreyle çinko eksik diyetle beslenen deney grubu (n=10) ve normal diyetle beslenen kontrol grubu (n=9) olmak üzere toplam 19 adet Spraque Dawley cinsi 6 haftalık erkek ratlar üzerinde gerçekleştirildi. Üç haftanın sonunda deney hayvanlarından alınan kan örneklerinde serum çinko, büyüme hormonu, serbest ve total T3 ile T4, TSH, serbest ve total testosteron tayinleri yapıldı. Araştırmanın sonunda genel olarak elde edilen bulgular 3 haftalık çinko eksikliğinin ratlarda, büyüme hormonu ve total T4 seviyeleri üzerinde anlamlı bir değişikliğe yol açmazken, serbest ve total T3, serbest T4, TSH, serbest ve total testosteron düzeylerini önemli ölçüde azalttığını ortaya koy maktadır.
İn thls study, vve aimed to determine the effects of zinc deficiency on some hormonal parameters in rats. The in- vestigation was carried out on subjects which vvere 6-week-old Spraque Dawley rats. The first group of rats (n=9) vvere fed with a diet lack of zinc for 3 vveeks (n=10). The second group got a normal diet as Controls (n=10). At the end of three vveeks, zinc, grovvth hormone, free and total T3 and T4, TSH, free and total testosterone levels vvere determined in sera. On the vvhole, the data evaluated in the study indicated that zinc deficiency for 3 vveeks did not cause to any significant alteration in grovvth hormone and total T4 levels.. Hovvever, there vvas significant decline in free and total T3, free T4, TSH, free and total testosterone.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Nazal Flunıtrazepam Lie Rektal Mıdazolam Premedıkasyonunun Preoperatıf Sedasyon Ye Induksıyon Uzerıne Etkılerının Karılastırılması*
Lütfi Yavuz, Sema Tuncer, Ateş Duman, Alper Yosunkaya, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Nazal Flunıtrazepam Lie Rektal Mıdazolam Premedıkasyonunun Preoperatıf Sedasyon Ye Induksıyon Uzerıne Etkılerının Karılastırılması*
ComparIson Of The Effects Of Nasal FlunItrazeparn And Rectal MIdazolam PremedIcatIons On The PreoperatIve SedatIon And InductIon In ChIldren.
1-12 yac arasr cocuklarda premedikasyon amacryla henzodiazepin gruhu ilaclardan flunitrazeparm nazal, miclazolamt da rektal kullarup, preoperatif anksiyete lizerine etkisini aravirchk. 1_ Gruha (NF) nazal 0.03 mg.kg-1 flunitrazepam, Gruha (RM) rektal 0_45 mg.kg-I midazolam operasyondan 30 dk once verildi. Premedikasyon ye induksiyon oncesinde Subjektif Sedasyon Anksiyete Sayrsal Skoriamasi (SSASS) yapriarak degerler kaydedildi, Isoflurane lie inhalasyon indiikslyonu siirecinde hemodinamik parametreler ye solunumsal problemler gozlenerek kaydediMi. NF gruhunda komplikasyonlar daha cok gozlendi (% 58.33), Premedikasyon oncesi SSASS skorlarr her iki grupta da qitken; NF gruhunda indiiksiyon oncesi sedasyon yerine anksiyetede arm, RII4 gruhunda ise sedasyon amp gozlendi. Her iki grupta da indiiksiyon siiresinde Kalp Atm flizz (KAH) arty sr olugu (p<0_05). NF gruhunda indiiksiyonun 1. dk da cok anlamh (p<0.001), 5. dk da anlamb (p<0_05) Sistolik Arter Basincr (SAB) artqf gozlendi_ RM gruhunda 1. dk da anlamb (p<0.05) Diastolik Arter Banner (DAB) amp oldu. Sonuc• olarak nazal flunitrazepanun c..ocuklarada uygun hir premedikasyon afam olamayacagrna, rektal midazolanun ise etkin ve giivenilir hir ajar oldugit kantstna vardtk.
We evaluated the effects of nasal administered flunitrazepam and rectal midazolam on preoperative anxiety in children of ages 1 to 12. 0.03 mg.kg-1 nasal fhtnitrazepam for group I (NF) and 0.45 mg.kg"/ rectal midazolam (RM) was given to group 30 min before the operation. The Subjective Numerical Anxiety - Sedation Scores (SNAS) were recorded before premedication and induction. Cardiovascular variables and respiratory complications were recorded during inhalational induction with isoflurane. Complications were more frequent in the NF group (% 58.33), although the SNAS scores were similar before premedication in both groups, before induction the anxiety scores in the NI,' group and the sedation scores in RM group were increased. A rise in heart rate (HR) was recorded in both of the groups (p<0.05), In the NF group a significant increase at the fifth minute (p<0.05) and a very significant increase during the first minute (p<0.001) occured in the systolic blood pressures (SBP), in the RM group a significant rise in diastolic blood pressure (DBP) was recorded during the first minute. As a result, we have concluded that while nasal)) administered flunitrazepam is not a favorable premedication agent. rectal midazolam is effective and safe in children for premedication.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Asım Duman, Cemil Ceviz, Seyfettin Sönmez, Muharrem Kalbisade, Ferit Eğriparmak
Araştırma makalesi
Özeti
Kolon Ve Rektum Kanseri Konusunda Klinik Araştırma
Research ConcernIng ColonIc And Rectal CarcInoma
Ağustos 1969 ile Ocak 1982 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Kliniğinde yatan kolon ve rektum kanserli 186 hastanın dosya notları incelenmiştir. Bunların 156'sında cerrahi girişimde bulunulmuş, 30 unda ise cerrahi tedavi uygulanmamıştır. Vakalarımızda lezyonun % 55,9 u rektum veya rektosigmoidte, %26,8'i sağ kolonda ve %17,3'ü ise sol kolonda yerleştiği tespit edilmiştir. Karsinomanın 156 hastanın 98'inde nonkürabl, 58'inde kürabl olduğu anlaşılmıştır. 58 hastada radikal, 98 vakada ise palyatif ameliyat tatbik edilmiştir. 156 hastada genel mortalite oranı % 26,2'dir. 89 kalın barsak kanserli hasta kliniğimize acil olmayarak başvurmuş, bunların 60'ında kanser nonkürabl olup postoperatif mortalite % 23,3 ve 29 unda kanser kürabl olup % 10,3 idi.
Between August 1969 and January 1982, D.Ü.T.F. The file notes of 186 patients with colon and rectal cancer hospitalized in the General Surgery Clinic were examined. Surgical intervention was performed in 156 of these, and surgical treatment was not performed in 30 of them. In our cases, 55.9% of the lesion was found in the rectum or rectosigmoid, 26.8% in the right colon and 17.3% in the left colon. Carcinoma was found to be non-curable in 98 and curable in 58 of 156 patients. Radical surgery was performed in 58 patients and palliative surgery in 98 patients. Overall mortality rate in 156 patients was 26.2%. Eighty-nine colon cancer patients applied to our clinic without an emergency, 60 of them cancer is non-curable and postoperative mortality was 23.3% and cancer was curable in 29 and 10.3%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Frontal Sinüs Kırıkları
Yavuz Uyar, Ziya Cenik, Bedri Özer, Uğur Erongun, Hasan Uğur
Araştırma makalesi
Özeti
Frontal Sinüs Kırıkları
Frontal SInus Fractures
1989 ile 1992 yılları arasında kliniğimize müracaat eden 22 frontal sinüs fraktürlü hasta; tanı, tedavi ve komplikasyonlar açısından değerlendiril-miştir. I lastaların büyük çoğunluğunda etyoloji trafik kazası olup sıklıkla ön duvar fraktürüne rastlandı. Frontal sinüs fraktürlerinde kompüterize tomografik tetkik kırığın lokalizasyonunu belirlemede ve tedavi-nin planlanmasında yardımcı önemli bir teknik inceleme yöntemidir.
In this study, 22 cases with frontal sinüs frac-tures, between 1989 and 1992, were examined and di-agnoses, treatments and complications of frontal sinüs fractures are revised. Most of the fractures were on the anterior table and causes were traffic accidents. CT is most valuable technique in diagnoses. Espe-cially the type and localization of the fracture must be initially identified and then managed to therapy. Although our follouw-up time is short, complica-tion rate is very low.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
A. Ferdane Oğuzöncül, Yüksel Güngör, Yasemin Açık, Leyla Güngör
Araştırma makalesi
Özeti
Elazığ Yenimahalle Eğitim Ve Araştırma Sağlık Ocağı Böl Gesinde Yaşayan Gebelerde Gebelik Diabeti Taraması
Pregnancy DIabetes ScannIng In Pregnant Women Who LIve In Elazığ YenImahalle TraInIng And Research Health Department RegIon
Bu çalışmada; Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocağı (YMEASO) bölgesinde yaşayan ve 24-28. gebelik haftasında bulunan gebelere glikoz tarama testi uygulayarak anormal glikoz değerlerini tespit etmek amaçlanmıştır. YMEASO bölgesinde Haziran 2001 tarihinde 24-28. gebelik haftasında bulunan 205 gebe bulun makta olup tespit edilen gebeler ebeler tarafından sağlık ocağına davet edilmiştir. Bu gebelerden 201’1 (%98) tara ma testini uygulamayı kabul etmişlerdir Çalışmamızdaki gebelerin yaş ortalaması 26.9± 5.5 idi. Pozitif Glikoz Tarama Testi (GTT) oranımız %18.9; pozitif Oral Glikoz Tolerans Testi oranımız ise %4.5 olarak bulundu. Yaş, ailede diabet varlığı, makrozomi öyküsü, obezite ve parite ile GTT pozitifliği arasında bir ilişki saptanamadı (p>0.05). Sonuç olarak; YMEASO bölgesinde yaşayan gebelerin %18.9’unda GTT pozitif tespit edilmiştir. Yaş, parite, geçmişte iri bebek doğurma öyküsü, VKİ ve ailede diabet öyküsü testin sonucunu değiştirmediği gözlendi. Bu nedenle 24. gebelik haftasını geçen tüm gebelere GTT’nin uygulanması gerektiği kanısına varıldı.
İn this study, the pregnant women live in Yenimahalle Training and Research Health Department (YMTRHD) region, at the 24-28 th pregnancy week were applied the Glucose Scanning Test in order to determine the abnor- mal glucose values. On June 2001 and in YMTRHD region, there has been 205 pregnant women at the midwives. 201 of them (98%) was accepted to fulfill the scanning test. The mean age of the pregnant vvomen was 26.9±5.5. İn the study we found the rate of positiveness in Glucose Scanning Test (GST) as 18.9%; and the rate of positive- ness in Oral Glucose Tolerance Test as 4.5%. İt is observed that GSTpositiveness has no relation with diabetes- existence, macrosomia story, obesity and parity (p>0.05). Consequently, Gst was determined positive in the 18.9% of the pregnant women who live in YMTRHD region. İt is observed that parity, aprevious history of overweight born baby, Body Mass lndex (BMI) and diabetes history in the family do not change the result of the test. For this rea- son, it has been determined that GST should be applied to ali the pregnant women who exceed 24th week of preg nancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Ümit Dündar, Alper Murat Ulaşlı, Ömer Dikici, Tuğba Şenay, Selma Eroğlu, Hasan Toktaş, Özlem Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Fibromiyalji Sendromu Romatoid Artrit Hastalık
aktivitesini Ve Tedavisini Etkiliyor Mu?
Does FIbromyalgIa Syndrome Affect The Treatment And DIsease
actIvIty In RheumatoId ArthrItIs?
Romatoid artritli (RA) hastalarda eşlik eden fibromiyalji sendromu
(FMS) varlığı %14-17 olarak bildirilmiştir. RA’da tedavi kararı
verilirken en sık başvurulan yol hastalık aktivitesini hesaplamaktır.
Hastalık aktivitesi hastalık aktivite skoru (DAS 28) ile belirlenmektir.
Yapılan çalışmalarda RA hastalarında FMS varlığında hastalık
aktivitesinin daha şiddetli olduğu rapor edilmiştir. Bundan dolayı FMS
varlığı göz ardı edilirse bu hastalara daha agresif tedavi yaklaşımları
uygulanabilir. Bu çalışmanın amacı RA’ya eşlik eden FMS sıklığını
belirlemek ve FMS’nin RA hastalık aktivitesine ve RA’da uygulanan
tedavi yaklaşımına etkisini değerlendirmektir. Çalışmaya toplamda
74 kadın hasta alındı ve hastalar FMS varlığına göre iki gruba (Grup
1: sadece RA, Grup 2: RA+FMS ) ayrıldı. Hastalarının hassas (HE)
ve şiş eklem (ŞE) sayıları, eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), ağrı
düzeyi için vizüel analog skala (VAS) değerleri kaydedilerek DAS 28
skorları RA hastalık aktivitesi için hesaplandı. Ayrıca hastaların FMS
hassas nokta muayeneleri yapıldı. Grup 1’de 44 hasta, Grup 2’de
30 hasta bulunmaktaydı. Grup 2’de ortalama DAS 28 skoru (3.41 &
4.77, p:0,000), ortanca HE değeri (4 & 11) (p:0,000) ve ortalama VAS
(21,81 & 45,00) (p:0,000) anlamlı olarak farklıydı. Ancak ortanca ŞE
değeri (0 & 0) (p:0,240) ve ortalama ESH (24.93 ± 18 & 30.33 ± 25
mm/h) (p:0,869) arasındaki fark anlamlı değildi. RA hastalarındaki
FMS’nin varlığı medikal tedavinin tipini değiştirmiyordu. Bu çalışmada
RA hastalarında FMS varlığında HE sayısının, ortalama VAS ve DAS
28 skorunun daha yüksek olduğu gözlendi. RA hastalık aktivitesi
DAS 28 ile ölçüldüğünde FMS varlığında abartılmış olabilir ve bu da
uygunsuz tedavi kullanımına yol açabilir. Ancak bizim kliniğimizde
FMS varlığı gözardı edilmediği için uygulanan medikal tedaviler
arasında fark bulunmamıştır.
In patients with rheumatoid arthritis (RA), concomitant
fibromyalgia syndrome (FMS) has been reported in 14-17% of
cases. Several methods are used to evaluate the outcomes in RA.
Among them, disease activity score (DAS 28) is the most frequently
used. The previous studies demonstrated that the presence of FMS
is associated with a significant increase in the DAS 28 scores in
patients with RA. Therefore if, the presence of FMS is ignored if more
aggressive treatment approach can be applied to these patients. The
aim of this study was to assess the frequency of FMS and evaluate
the effect of FMS to disease severity and treatment approach in RA
patients. A total of 74 female RA patients were enrolled to the study
and they were separated in two groups with regards to presence
of concomitant FMS (Group 1 only RA, and group 2 RA with FMS).
The number of tender (TJ) and swollen joints (SJ), erythrocyte
sedimentation rate (ESR) and for pain visual analog scale (VAS)
levels were noted and DAS 28 scores were calculated for RA disease
severity. Additionally, the patients were examined for the presence
of pain in 18 FMS tender points. Group 1 included 44 patients, while
there were 30 patients in group 2. The mean DAS 28 score (3.41 &
4.77, p:0,000), the median number of TJ (4 & 11) (p:0,000) and mean
VAS (21,81 & 45,00) (p:0,000) were significantly higher in group 2.
However, the difference in SJ (0 & 0) and ESR (24.93 ± 18 & 30.33
± 25 mm/h) values were not significant. The type of medication used
for treatment (DMARD or Anti-TNF drug) did not differ according
to FMS existence in RA patients or not whether having FMS or not
in RA patients. This study revealed that, the number of TJ, mean
VAS and mean DAS 28 score are higher in in RA patients having
concomitant FMS in RA patients. RA severity evaluated with DAS28
score may be overestimated due to concomitant FMS which may lead
to inappropriate treatment approaches. There was no difference in
terms of medical treatments because the presence of FMS considered
in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Karditli Çocukların Elektrokardiyografilerinde Kardiyak Elektrofizyolojik Denge İndeksi
Fatih Şap, Ahmet Yasin Güney, Mehmet Burhan Oflaz, Tamer Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Karditli Çocukların Elektrokardiyografilerinde Kardiyak Elektrofizyolojik Denge İndeksi
Index Of CardIac ElectrophysIologIcal Balance In ElectrocardIography Of ChIldren WIth Acute RheumatIc CardItIs
Amaç: Çalışmamızda akut romatizmal karditli çocukların elektrokardiyografilerinde kardiyak
elektrofizyolojik denge indeksi (iCEB), ve kardiyak aritmi için diğer risk belirteçlerinin incelenmesi
amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016-Ağustos 2018 tarihleri arasında, akut romatizmal kardit tanılı 40
çocuk hasta ile yaş ve cinsiyet olarak benzer 40 sağlıklı çocuk retrospektif olarak çalışmaya alındı. Tüm
vakaların demografik özellikleri kayıtlardan elde edildi. Elektrokardiyografide; P dalga dispersiyonu (Pd),
QT dispersiyonu (QTd) ve düzeltimiş QTd (QTcd) süreleri, Tp-e intervali (Tp-e), Tp-e/QT ve Tp-e/QTc
oranları, ve iCEB ve düzeltilmiş iCEB (iCEBc) ölçüm değerleri gruplar arasında karşılaştırıldı. İstatistiksel
olarak p <0,05 olması anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Hasta ve kontrol gruplarının yaş ortalaması sırasıyla; 11,40±3,48 yıl ve 11,41±3,31 yıldı. Her iki
grupta 16 kız (%40) ve 24 erkek (%60) çocuk vardı. Hasta grupta, kalp hızı, PR intervali, Pd, QTd, QTcd,
Tp-e, Tp-e/QT oranı ve iCEBc ölçümleri anlamlı derecede yüksek saptandı. iCEB düzeyi hasta grubunda
sağlıklı kontrollere daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Akut romatizmal karditli çocuklarda, repolarizasyon-depolarizasyon dengesi bozulmuş olabilir. Bu
nedenle aritmi için diğer elektrokardiyografik risk parametrelerine ilave olarak iCEB(c) kullanımı da yararlı
olabilir. Ancak, bu konuda daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: In this study, examination of the index of cardiac-electrophysiological balance (iCEB) and of other
risk markers for cardiac arrhythmia in electrocardiography of children with acute rheumatic carditis was
aimed.
Patients and Methods: Forty pediatric patients with acute rheumatic carditis and 40 healthy children
matched in terms of gender and age were retrospectively enrolled in the study between January 2016
and August 2018. Demographic data of all cases were obtained from records. By electrocardiography, P
dispersion (Pd), dispersion durations of QT (QTd) and corrected QT (QTcd), Tpeak-to-end interval (Tpe),
ratios of Tp-e/QT and Tp-e/QTc, and measurements of iCEB and corrected iCEB (iCEBc) were all
compared between the groups. Statistically significant dif ference was accepted as p< 0.05.
Results: In the patient and control groups, mean ages were 11.40±3.48 years and 11.41±3.31 years,
respectively. Both groups had 16 female (40%) and 24 male (60%) children. In the patient group, heart
rate, PR interval, Pd, QTd, QTcd, Tp-e, Tp-e/QT ratio and iCEBc were found to be significantly increased.
Though iCEB level was higher in the patient group, there was no statistically significant difference with
healthy controls.
Conclusion: In children with acute rheumatic carditis, repolarization-depolarization balance may be
impaired. Therefore, in addition to other electrocardiographic risk parameters for arrhythmia, use of
iCEB(c) may also be beneficial. However , further studies on this issue are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nötrofil/lenfosit Oranı Büllöz Pemfigoid Tanısında Bir Belirteç Olarak Kullanılabilir Mi?
İlkay Özer, Şükrü Balevi, Arzu Ataseven
Araştırma makalesi
Özeti
Nötrofil/lenfosit Oranı Büllöz Pemfigoid Tanısında Bir Belirteç Olarak Kullanılabilir Mi?
Can NeutrophIl/lymphocyte RatIo Be Used As A Marker In The DIagnosIs Of Bullous PemphIgoId?
Amaç: Büllöz pemfigoid (BP) dermo-epidermal bileşkede yer alan antijenlere karşı oluşan antikorların neden olduğu, sıklıkla ileri yaş döneminde izlenen büllöz bir dermatozdur. Otoantikorların tetiklediği inflamasyon sonucunda hasta serumlarında ve büllerde inflamatuar mediatörlerin artmış olduğu ve artan bu mediatörlerin hastalık şiddeti ile ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Nötrofil lenfosit oranı (NLO); nötrofil sayısının lenfosit sayısına bölünmesi ile elde edilen; daha önce ürtiker, psoriazis, pemfigus vulgaris ve kutanöz vaskülit gibi inflamatuar hastalıklarda incelenmiş ve hastalıkla ilişkili bulunmuş bir parametredir. Bu çalışmada; sistemik inflamasyonun bir belirteci olan NLR’nin BP’li hastalarda kullanılabilecek bir belirteç olup olmadığı araştırılmada çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2013 – Aralık 2017 tarihleri arasında BP tanısı konulmuş hastaların medikal kayıtları incelendi. Dosyalarındaki laboratuar sonuçları değerlendirilerek; ortalama trombosit hacmi (MPV), nötrofil sayısı, lenfosit sayısı ve nötrofil sayısının lenfosit sayısına bölünerek hesaplandığı nötrofil lenfosit oranı kayıt edildi. Bulgular: Çalışmaya, 26 BP’li hasta ve 25 kontrol grubu hasta dahil edildi. BP’li hastalarda nötrofil sayısının (P = 0,005) ve NLO’nın (P = 0,04) kontrol grubundan yüksek olduğu görüldü. Lenfosit sayısının BP’li hastalarda kontrol grubundan farklı olmadığı saptandı. Sonuç: Çalışmamız; etyopatogenezinde inflamasyonun yer aldığı BP’li hastalarda bildiğimiz kadarı ile NLO’yi araştıran ilk çalışmadır. Sistemik inflamasyon için tam kan sayımı ile kolayca hesaplanabilecek bir parametre olan NLO’nın BP tanısında kullanılabilecek bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Bullous pemphigoid (BP) is a bullous dermatosis frequently seen in advanced age that is caused by antibodies reacting to antigens in the dermoepidermal junction. It has been reported that as a result of autoantibody-induced inflammation, inflammatory mediators are increased in patient sera and bullae, and that these increased mediators might be related to disease severity. Neutrophil lymphocyte ratio (NLR) is determined by dividing the number of neutrophils by the number of lymphocytes; it is a parameter that has been previously studied in inflammatory diseases such as urticaria, psoriasis, pemphigus vulgaris and cutaneous vasculitis and has been associated with the disease. The present study investigated the utility of NLR, the marker of systemic inflammation, as a marker in patients with BP. Patients and Methods: Medical records of patients diagnosed with BP between January 2013 and December 2017 were reviewed. By evaluating the laboratory results in their files, the mean platelet volume (MPV), neutrophil count, lymphocyte count, and neutrophil lymphocyte ratio calculated by dividing the number of neutrophils by the number of lymphocytes were recorded. Results: The study included 26 patients with BP and 25 control patients. Neutrophil count (P = 0.005) and NLR (P = 0.04) were found to be higher in patients with BP compared with the control group. No difference was found in lymphocyte count and MPV between the groups. Conclusion: To our knowledge, this is the first study to investigate NLR in patients with BP in the etiopathogenesis of which inflammation takes a part. We believe that NLR, a parameter that can be easily calculated by a whole blood count for systemic inflammation, can be a marker that can be used in the diagnosis of BP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vulvovaginal Kandidiazisde Reenfeksiyonların Azaltılmasında Tedaviye Çinko Eklenmesinin Önemi
Abdulkerim Kasım Baltacı, Ekrem Sapmaz, Hüsnü Çelik, Selahattin Kumru, Rasim Moğulkoç
Araştırma makalesi
Özeti
Vulvovaginal Kandidiazisde Reenfeksiyonların Azaltılmasında Tedaviye Çinko Eklenmesinin Önemi
Effects Of ZInc SupplementatIon To The Treatment Of VulvovagInal CandIdIasIs In ReducIng Recurrence
Araştırmada vulvovaginal kandidiazis (VVK)’de kullanılan bir sistemik antikandidal tedavi ajanı olan flukanazola çinko eklenmesinin reenfeksiyon oranı üzerine olan etkinliği araştırıldı. Bu amaçla vulvovaginal kandidiazis semp tom ve bulgularına sahip gebe olmayan toplam 68 hasta 2 ayrı grupta çalışma kapsamına alındı ve gruplar kendi aralarında karşılaştırıldı. Rastgele seçimle her bir gruba sırasıyla flukanazol (n=33), flukanazol + çinko (n=35) te davileri verilerek kültür sonuçları, KOH preparat sonuçları ve relaps oranları araştırıldı. Çinko eklenen flukanazol grubunda relaps oranının diğer gruba göre önemli oranda azalmış olduğu belirlendi.
The effects of zinc addition to the fluconazole therapy which is a systemic anticandidial agent vvidely used in vul vovaginal candidiasis were investigated. Sixty-eight non-pregnant vvomen having sımptoms of vulvovaginal can didiasis were evaluated and compared in randomly selected two groups. One of the groups was treated with flu conazole (n=33) while the other was treated vvith fluconazole + zinc (n=35). KOH preparation and culture results and relapse ratios vvere compared betvveen two groups. Relaps ratio was found significantly lovver in fluconasole + zinc treated group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Hiperkolesterolemi'li Kışılerde Lovastatın'ın Etkılerı
Ali Bayram, Ali Koşar, Alaaddin Avşar, Talat Tavlı, Bayram Korkut
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Hiperkolesterolemi'li Kışılerde Lovastatın'ın Etkılerı
The Effects Of LovastatIn On PrImary HypercholesterolemIc Subjects
Bu çalışma 25'i kadın (%65 .8), 13'ü erkek (%34.2) olmak üzere toplam 38 primer hiperkoles-terolemili olgu üzerinde gerçekleştirildi. Olgulara 6 hafta süreyle akşam yemeği ile birlikte 20 mg Lo-vastatin uygulandı. Tedaviye bağlı olarak total kolesterol 295± mgl dL'den 230±7 mgldL'ye, LDL-kolesterol 203±4 mg1 dL'den 150±5 mgldL'ye trigriserid düzeyi 243±15 mg/dL'den 165±12 mgldL'ye ve VLDL-kolesterol 48±19 mg/dL'den 33±15 mgldL'ye indi; dört para-metre için de tedaviye bağlı değişim istatistiksel yönden ileri derecede önemli idi (p<0.00I). IIDL-kolesterol düzeyi tedavi öncesi 45.9±1.7 mgldL iken, tedavi sonrasında 50.2±1.8 mgldL'ye yükseldi. Aradaki fark istatistiksel yönden önemsiz olmakla birlikte (p>0.05), total kolesterol ve LDL-kolesterol değerlerinde düşmeyle birlikte olduğundan ERF, LDL-K/HDL-K ve HDL oranı önemli düzey-lerde olumlu değişiklikler gösterdi; değişim istatis-tiksel açıdan ileri derecede anlamlı idi (p<0.001). Iltica bağlı klinik veya biyokimyasal ciddi hiçbir yan etki gözlenmedi. Primer hiperkolesterolemili kişilerde günde 20 mg Lovastatin'in hem total hem de LDL- kolesterol düzeyylerini etkili şekilde düşürdüğü, ilaca tahammülün iyi olduğu ve bu amaçla güven içinde kullanılabileceği kanaatine varıldı.
This study has done in subjects with primary hy-percholesterolemia with 25 female (65.8%) and 13 male (34.2). Subjets have taken 20 mg lovastatin with dinner during the six weeks. It reduced from 295 5 mgldL to 230±7 mgldL with cholesterol and 203±4 v.s. 150±6 mgldL with LDL-cholesterol and 243±15 v.s. 165 -±I2 mgldL with triglyceride and 48±19 v.s. 33±15 mgldL with VLDL- cholesterol after lovastatin therapy. These changes were found statistically highly signıficant (p<0.001). IIDL-cholesterol increased from the level of 45.9-±1.7 mgldL to the level of 50.2±1.8 mgldL af-ter treatmet. This difference was not statistically sig-nificant, but ERF and LDL-KIIIDL-K and HDL ratio changed statistically highly significant (p<0.001). There were no clinical or biochemical side effect related to this drug. It is in conclusion that 20 mg lovastatin is a safe, well-tolerated drug, which has been shown to lower LDL-cholesterol and total cholesterol level in subjetcs with primary hypercholesterolemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
Berrak Güven, Şerefden Açıkgöz, Ülkü Özmen Bayar, İlker Sarıtekin
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampside Prolidaz Enzim Aktiviteleri
ProlIdase Enzyme ActIvItIes In PreeclampsIa
Bu çalışmada preeklampside serum ve plasental doku prolidaz
enzim aktiviteleri incelendi. Preeklampsili 24 ve sağlıklı gebe olan
25 kadından serum ve plasental doku örnekleri toplandı. Prolidaz
enzim aktivitesi fotometrik metot kullanılarak tespit edildi. Anne
yaşı, sistolik ve diyastolik kan basıncı, gebelik haftası ve fetal
doğum ağırlığı gibi veriler değerlendirildi. Preeklamptik gebelerde
kontrollere göre serum prolidaz aktiviteleri anlamlı olarak düşük
ve plasenta prolidaz aktiviteleri ise anlamlı olarak yüksek bulundu.
Plasenta prolidaz düzeyleri ve gebelik haftası, fetus doğum ağırlığı
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon arasında izlendi.
Sonuç olarak, preeklamptik plasentada kollajen turnover oranını
artmış olduğu sonucuna varıldı. Ancak preeklampside prolidazın
gebelik haftası ve fetüs gelişimini nasıl etkilediğini gösteren ileri
çalışmalara ihtiyaç vardır.
The present study investigated serum and placental tissue
prolidase enzyme activities in the preeclampsia. Serum and placental
tissue samples from 24 women with preeclampsia and 25 women
with healthy pregnancy were collected. Prolidase enzyme activity
was determined using a photometric method. Data such as maternal
age, systolic and diastolic blood pressure, gestational age and fetal
birth weight were assesed. Serum prolidase activities were found
significantly lower and placenta prolidase activities were significantly
higher in preeclamptic pregnancy than those in controls. Statistically
significant correlations were found between placenta prolidase levels
and gestational age, fetal birth weight. In conclusion, we conclude
that collagen turnover rate is increased in preeclamptic placenta.
However, further studies are needed how prolidase affect gestational
age and fetal birth weight in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Ali Acar, Osman Balcı, Fedi Ercan, Cemre Alan, Berkan Sayal, Fatma Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Fundal Serosal Placental FIeld SuturIng In UterIne Atony;
analysIs Of 5 Cases
Postpartum kanama (PK) dünya çapında da her yıl maternal
ölümlerin %25-30’undan sorumludur. Gelişmekte olan ülkelerde
maternal mortalite ve morbiditenin en önemli nedenidir. Primer PK’nin
de en sık nedeni uterin atonidir (UA). UA’ye yaklaşım öncelikle geniş
damar yolu açılması ve mesane kateteri takılması ile başlar. Medikal
tedaviye yanıt alınamayan hastalarda uterin tamponat, kompresyon
sütürleri, gerekli vakalara uterin arter ligasyonu/embolizasyonu veya
hipogastrik arter ligasyonu uygulanır. En son ve istenmeyen müdahale
ise histerektomidir. Acil peripartum histerektomi oranı yaklaşık
%0.020-%0.509 arasındadır. Christopher B-Lynch’in uterin atoniye
histerektomi uygulamamak için 1997’de uterusa sütürler attığını
görmekteyiz ve bu teknik literatüre B-Lynch tekniği olarak geçmiştir.
Bu tekniğin ardından uterusa farklı sütürler atarak histerektomiyi
önlemeye yönelik çeşitli sütür teknikleri tanımlanmaya çalışılmıştır.
Bu olgu serisinde fundal serozal plasental alan sütürasyonu
kullanılarak tedavi edilen, klasik yöntemlere cevap vermeyen 5 uterin
atoni vakasının sonuçları paylaşılmaktadır.
Postpartum hemorrhage (PH) is responsible for 25-30 percent
of maternal deaths worldwide. PH is the most important reason
of maternal mortality and morbidity in developing countries. The
most frequently reason of primary PH is uterine atony (UA).
Approach for uterine atony starts with large intravenous and
urinary catheterization. For the patients who don’t respond medical
treatment, uterine tamponade, compression sutures, if necessary
uterine artery ligation-embolization or hypogastric artery ligation is
applied. The last and the most unwanted procedure is hysterectomy.
Urgent peripartum hysterectomy rate is about %0.020-%0.509. We
observed that Christopher B Lynch used sutures for uterus for not
to perform hysterectomy and this technique is sited as B-Lynch
technique in literature. After this procedure, by using different
sutures for uterus to avoid hysterectomy, various suture techniques
are tried to be defined. In this case series, we shared data of uterine
atony hemorrhage control which was provided by use of fundal
serosal plasental field suturation for 5 uterine atony cases ,who don’t
respond classical modalities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinin Mikobakteriyoloji Laboratuvarında Direkt Preparat Ve Kültür Sonuçlarının Karşılaştırılması
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Şerife Yüksekkaya, Mehmet Özdemir, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinin Mikobakteriyoloji Laboratuvarında Direkt Preparat Ve Kültür Sonuçlarının Karşılaştırılması
A ComparIson Of DIrect PreparatIon And Culture Results In The MycobacterIology Laboratory Of A Resea
Tüberküloz hastalarının erken tanıları ve düzenli takipleri oldukça önemlidir. Bu nedenle Tüberküloz hastalığının tanı ve takibinde mikobakteriyoloji laboratuvarlarının önemi büyüktür. Tüberküloz ön tanısıyla hastanemize başvuran hastaların tanısında direkt mikroskobi ve kültür sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Hastanemizin mikobakteriyoloji laboratuvarında tüberküloz ön tanılı 1621 hasta örneğinin direkt mikroskobi ve kültür sonuçları üzerinde çalışılmıştır. Bu hastaların 1005 (% 62)’i erkek, 616 (% 38)’i ise kadın idi. Hastaların yaş ortalaması 51.3 idi. Tüberküloz öntanılı hastalardan alınan tüm örnekler arasında ARB ve kültür pozitifliği oranları sırasıyla % 1.7 (28/1621) ve % 2.8 (47/1621) olarak saptandı. Yaymada ARB saptanan 22 örneğin 14’ünde LJ’de 13’ünde de MGIT’de pozitiflik saptanmıştır. Ayrıca yaymada ARB saptanamayan 25 örneğin 19’unda LJ’de 17’sinde de MGIT’de üreme saptanmıştır. Örneklerin % 3.9 (64/1621)’u ise kontaminasyon olarak değerlendirildi. ARB ve/veya kültür pozitifliği saptanmış olan 53 örneğin çoğunu (% 70) balgam ve plevral mayi (% 11) oluşturmakta idi. Bu örneklerin 25 (% 53.2)’inde kültür pozitif olduğu halde ARB negatif olarak saptanmıştır. Sonuç olarak tüberküloz tanısında kültür duyarlılığının mikroskobiden fazla olduğu ve ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.
Early diagnosis and regular follow-up of tuberculosis patients is highly important. For this reason, mycobacteriology laboratories are of great importance in the diagnosis and follow-up of tuberculosis disease. It was aimed to compare direct microscopy and culture results of predignosed patients who applied to our hospital The study was conducted on the direct microscopy and culture results of a sample of 1621 patients with a pre-diagnosis of tuberculosis in the mycobacteriology laboratory of our hospital. Of these patients, 1005 (62 %) were male and 616 (38 %) were female. The average age of the patients was 51.3. In all the samples taken from the patients with a pre-diagnosis of tuberculosis, acit-fast bacilli (AFB) and culture positivity rates were found to be 1.7 % (28/1621) and 2.8 % (47/1621) respectively. Fourteen of the 22 samples in which AFB were found in the smear were detected as LJ positive and 13 were detected as MGIT positive. Furthermore, of the 25 samples in which AFB were not found in the smear, proliferation was observed in the LJ in 19 samples and in the MGIT in 17 samples. 3.9 % (64/1621) of the samples were assessed as contamination. The majority of the 53 samples that were found to be AFB and/or culture positive consisted of sputum (70 %) and pleural fluid (11 %). Although found to be culture positive, 25 (53.2 %) of these samples were found to be AFB negative. In conclusion, it was considered that culture sensitivity is higher than microscopy in the diagnosis of tuberculosis and both require to be evaluated together.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tidoid Ameliyatlarında Rekürren Laringeal Sinirinin Ortaya Konulmasının Vokal Kord Paralizisi Gelişmesine Etkisi
Hüsnü Alptekin
Araştırma makalesi
Özeti
Tidoid Ameliyatlarında Rekürren Laringeal Sinirinin Ortaya Konulmasının Vokal Kord Paralizisi Gelişmesine Etkisi
The Effect Of Recurrent Laryngeal Nerve IdentIfIcatIon DurIng ThyroId Surgery On IncIdence Of Vocal Fold ParalysIs.
Amaç: Tiroid bezine yönelik cerrahi girişimlerde rekürren laringeal sinirin ortaya konulmasının paralizi olasılığı üzerine etkisi olup olmadığını araştırmak. Gereç ve yöntem: Son yıllarda tiroid ameliyatları esnasında çeşitli yöntemlerle rekürren laringeal sinirin ortaya konulmasının, sinirde oluşabilecek paralizi riskiniazalttığı ileri sürülmektedir. Bu prospektif çalışma Ocak 2003-Ekim 2005 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam 36 hastada tiroid ameliyatı esnasında rekürren laringeal sinir, diseksiyon ve görsel tanımlama ile ortaya konarak sinir paralizisi gelişme oranları araştırıldı. Bulgular: Hastalardan 30’unda (%83.3) bilateral subtotal lobektomi, 4’üne (%11.1) totale yakın tiroidektomi, 2’sine (%5.6) uniteral total lobektomi + istmektomi ameliyatı yapıldı. Hastaların hiçbirinde kalıcı rekürren laringeal sinir paralizisi gelişmedi. Geçici rekürren laringeal sinir paralizi oranı %1.42 idi. Sonuç: Rekürren laringeal sinirin ortaya konulması sinirde oluşabilecek paralizi riskini azaltmaktadır.
Aim: We have investigated effect of recurrent laryngeal nerve identification during thyroid surgery on incidence of nerve paralysis. Material and method: Routine intraoperative dissection and identification of recurrent laryngeal nerve was said to have reduced the nerve paralysis at recent reports in the literatüre. This prospective study was conducted between January 2003 and October 2005. The recurrent laryngeal nerve identification was performed during thyroid surgery and incidence of nerve paralysis was recorded in 36 patients. Results: For 30 patients (83.3%) the surgical procedure was bilateral subtotal lobectomy, for 4 patients (11.1%) the surgical procedure was unilateral total lobectomy + isthmusectomy and for 2 patients (5.6%) the surgical procedure was near-total thyroidectomy. There was no permanent recurrent laryngeal nerve paralysis. The temporary recurrent laryngeal nerve paralysis rate was 1.42 percent. Conclusion: The identification of recurrent laryngeal nerve reduced the rate of postoperative recurrent laryngeal nerve paralysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Doz A Vitamininin Karaciğer Üzerine Etkileri Işık Mikroskobik Çalışma
Neriman Çolakoğlu, Aysel Kükner
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Doz A Vitamininin Karaciğer Üzerine Etkileri Işık Mikroskobik Çalışma
Effects Of HIgh Doses VItamIn A On LIver
Bu çalışmada yüksek doz all-trans retinoik asidin karaciğer dokusu üzerine olan etkileri araştırıldı. Çalışmada 12 adet ergin erkek VVistar cinsi sıçan kullanıldı. Denekler 3 gruba ayrıldı. I.grup: On beş gün boyunca ora! yoldan 20 mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen sıçanlar (n:4) II.grup: On beş gün boyunca ora! yoldan 40 mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen sıçanlar (n:4) III.grup: Kontrol olarak kullanılan sıçanlardan oluşturuldu. (n:4) Deneyin sonunda sıçanlar eter anestezisi altında öldürülüp karaciğer dokuları alınıp ışık mikroskobik incelemeler için Boin solüsyonunda tespit edildi. Parafin bloklar hazırlanıp 5 mm’llk kesitler alındı. Hazırlanan kesitlere farklı boyalar uygulanıp ışık mikroskopta incelendi. Deney gruplarının karaciğer lobüllerinin periferal zonundaki hepatosit sitoplazmalarının boyanmadığı görüldü. Yine lobüllerin periferal zonlarında aktive olmuş Kupffer hücre yoğunlaşmaları görüldü. Bu bulguların paralelinde deney gruplarının lobül yapılarında bozulmalar saptandı. Yapısal değişiklikler 40mg/kg/gün all-trans retinoik asit verilen gruplarda daha şiddetli düzeyde idi.
The effects of excess all-trans retinoic acid on liver tissue were investigated in this study. Tvvelve adult male VVistar rats were used. The animal were divided into three groups. I. group: 20 mg/kg/day all-trans retinoic acid was given to rats (n:4) by oral gavage, during 15 days II.group: 40 mg/kg/day all-trans retinoic acid was given to rats (n:4) by oral gavage, during 15 days III.group: Pats were used as control (n:4) End of experimental study, rats were killed under ether anesthesia. Liver tissues were taken and fixed with Boin’s solution for light microscobic observation. Paraffin blocks were prepared and 5 mm sections were stained diffrent methods. Later, sections were examined with ligth microscope. İn the experimental groups, the cytoplasms of hepatocytes in the peripheral zone of liver lobules were stainless. Excess celi infiltration which were considered activated Kupffer cells, observed at the peripheral zone. Moreover, hepatic lobule structure of experimental groups were destroyed This findings were more serious for intake 40 mg/kg/day all-trans retinoic acid rats.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
İsa Yılmaz, Osman Güvenç, Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Derya Arslan, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Ateş Tanısı Konulan Hastaların Klinik
özellikleri Ve Ekokardiyografik Bulguları
ClInIcal CharacterIstIcs And EchocardIographIc FIndIngs Of PatIents
dIagnosed WIth Acute RheumatIc Fever
A grubu beta hemolitik streptokokların neden olduğu farenjit veya
tonsillitin non-süpüratif geç komplikasyonu sonucunda oluşan akut
romatizmal ateş, gelişmiş ülkelerde az sıklıkta görülmesine karşın
gelişmekte olan ülkelerde hala önemini koruyan edinsel bir kalp
hastalığıdır. Bu çalışmadaki amaç, merkezimizde akut romatizmal
ateş tanısı almış hastaların değerlendirilmesi ve ülkemizde önemli
bir sağlık sorunu olan bu nedenin son literatür bilgileri eşliğinde
tartışılmasıdır. Ocak 2010-Mayıs 2014 yılları arasında Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesine müracaat eden ve akut romatizmal
ateş tanısı konulmuş olan hastaların dosyaları geriyedönük olarak
incelendi ve demografik verileri, klinik ve ekokardiyografik özellikleri,
uygulanan tedaviye verilen yanıtları tespit edildi. Akut romatizmal
ateş tanısı konulan, tanı anındaki yaş ortalaması 11.6 yıl (5-17 yıl)
olan 26 (%40) kız, 39 (%60) erkek olmak üzere toplam 65 hastadan,
16 (%24.6) hastaya kardit, 11 (%16.9) hastaya artrit, 5 (%7.7) hastaya
kardit + artrit, 33 (%50.8) hastaya sessiz kardit tanısı konuldu.
Hastalar en sık % 59 oranında artrit ve artralji belirtileri başvurdu.
Fizik muayenede 25 (%38.4) hastada patolojik, 21 (%32.3) hastada
masum üfürüm duyuldu, 19 (% 29.2) hastada üfürüm duyulmadı.
Ekokardiyografik değerlendirmede mitral yetmezlik 14 (%21.5)
hastada, aort yetmezliği 10 (%15.4) hastada, birlikte mitral ve aort
kapak tutulumu 22 (% 33.9) hastada tespit edildi. Akut romatizmal
ateş ülkemizde hala insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Artriti olan veya artralji şikayetleriyle başvurup akut faz belirteçleri
normalden yüksek olan hastalarda fizik muayenede patolojik üfürüm
duyulmasa bile ekokardiyografik inceleme yapılması gerektiği
vurgulandı.
Acute rheumatic fever (ARF) is an acquired cardiac disease,
that may develop as a non-supurative, late-onset complication of an
infection with group A β-hemolytic Streptococcus, such as pharyngitis
or tonsillitis, continues to maintain its importance in developing
countries, despite it is relatively rare in developed countries. The
aim of this study was to review patients, diagnosed with acute
rheumatic fever at our center, and to discuss this disease, which is
a major health problem in our country, in the light of recent literature
data. Files of patients, who referred to Selçuk University Medical
Faculty Hospital, and diagnosed with ARF between January 2010
and February 2014, were assessed, retrospectively, and patient
demographic data, clinical and echocardiographic (ECHO) features,
treatment responses were identified. A total of 65 patients, including
26 (40%) girls and 39 (60%) boys, diagnosed with ARF, with an
average age of 11,6 years (5-17 years) at the time of diagnosis, 16
(24.6%), 11 (16.9%), 5 (7.7%) and 33 (50.8%) of 65 patients has also
been diagnosed with carditis, arthritis, carditis and (+) arthritis, and
silent carditis, respectively. The most frequently referred symptoms
are arthritis and arthralgia, with a 59% rate. Although pathological
murmurs and innocent murmurs were identified during physical
examination in 25 (38.4%) and 21 (32.3%) patients, respectively; 19
(29.2%) patients had no evidence of heart murmur. The most common
findings in echocardiographic assessment are mitral insufficiency
(MI), aortic insufficiency (AI), and mitral and aortic valve involvement
in 14 (21.5%), 10 (15.4%) and 22 (33.9%) patients, respectively.
Acute rheumatic fever continues to be a health-threatining condition
in our country. Even if there are no pathological murmur in patients
referred with arthritis or arthralgia, with an increased level of acute
phase reactants; echocardiographic assessment should be taken.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
Mehmet Bitirgen, Mehdi Yeksan, Doğan Çiftçi, Bülent Baysal, Ilgar Taşdemir, Şamil Ecirli, Yaşar Karaaslan, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Böbrek Trarsplant Alıcılarında Ve Hemodializ Uygulanan Kronik Böbrek Hastalarında Cytomegalovirus (cmv) Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegalovIrus (cmv) AntIbodIes In Renal Transplant RecIpIents And IlentodIalysIs PatIents WIth ChronIc Renal FaIlure
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Hemodializ ünitesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi iç Hastalıkları Anabilim dalı Nefroloji Ünitesinde tedavi gören böbrek transplantasyonu yapılan 57 hasta ve hemodializ uygulanan 57 kronik böbrek has-tası üzerinde yapılmıştır. Hastalara ait kan örneklerinde Cytomegc.ılovirus (CMV) Immunglobulin M (1g M) ve Irnmünglobulin G (Ig G) antikorların Enzyme-Linked linmunosorbent Assay (EL1SA) metodu ile Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında tayin edildi. Bulunan sonuçlar sağlıklı 50 kişiden oluşan kontrol grubunun sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Böbrek transplantasyonlu hastaların %56.14'ünde CA1V-IgM, %100'ünde CA-1V-IgG seropozitifliği bulundu. Hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında CMV-lgM %24.56, CMV-1gG %91.23 oranında seropozitif bulundular. Kontrol grubunda ise CMV-1gM CMV-IgG cş650 oranında seropozitif olarak bulunmuştur. Böbrek transplantasyon hastaları ve hemodializ uygulanan kronik böbrek hastalarında bulunan CMV-IgM ve IgG seropozitifliği kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti (p<0.01).
This study is performed in 57 renal transplant recipients and 57 hemodialysis patients with chronic renal failure in the Nephrology Division of the Department of Internal Mek-lif-...ine, University of Hacettepe School of Medicine and llemodialysis Unit (4- the Department of Internal Medicine, University of Selçuk School of Medicine_ Cytornegalovirus (CMV) IgM and 1gG antibodies were deterrnined in blood sarnples by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) rnethod in the Microbiology Laboratory of Selçuk University. 1,Ve compared the results with control including 50 healty individuals. We fourıd CMV-IgM seropositivity 56.14%, CMV- IgG seropositivity 100% in the renal transplant recipients and CMV-IgM seropositivity 24.56%, CM11-IgG se.ropotisivity 91.23% in the hernoclialysis patients. In control group, CMV-IgM seropositivity was 2% and CMV-IgG seropositivity 50%. The rates of CMV-1gM and Ig G seropositivity in the renal transplant recipients and hemodialysis patients with chronic renal failure were high and significant according ta the control group (p<0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sepsiste İndüklenebilen Nitrik Oksit Sentaz İnhibitörü (inos) Ve Antioksidanların Barsak Hasarına Etkileri
Murat Gölcük, Şükrü Salih Toprak, Mustafa Şahin, Sema Hücümenoğlu, Hatice Paşaoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Sepsiste İndüklenebilen Nitrik Oksit Sentaz İnhibitörü (inos) Ve Antioksidanların Barsak Hasarına Etkileri
Amaç: Deneysel sepsis modelinde pentoksifilin, L-arginin ve aminoguanidin’in plazma nitrik oksid (NO) ve malondialdehit (MDA) düzeylerine etkisini belirlemek NO ve MDA düzeyleri ile barsak hasarı arasındaki ilişkiyi ve nitrik oksit inhibitörü aminoguanidin ile tedavinin etkilerini incelemektir. Sepsiste barsaklarda görülen doku hasarının nedeni bakteriyel translokasyon, intestinal iskemidir. Bu hasar ile NO ve serbest oksijen radikallerinin ilişkisi ve aminoguanidin ile tedavinin etkileri araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmada Wistar albino cinsi 60 rat kullanıldı. Ratlar 10’arlı 6 gruba ayrıldı. Ratlarda çekum ligasyon-perforasyon (ÇLP) yöntemi ile sepsis geliştirildi. Ratlar, Grup I: Sham işlemi, Grup II: ÇLP (sepsis), Grup III: ÇLP +10 mg/kg L-arginin, Grup IV: ÇLP + 15 mg/kg Aminoguanidin, Grup V: ÇLP + L-arginin + Aminoguanidin (aynı dozlar), Grup VI: ÇLP + 15 mg/kg Pentoksifilin şeklinde gruplara ayrıldı. İşlemden 24 saat sonra ratlardan NO, MDA, lökosit tayini için kan örnekleri ve doku hasarını belirlemek için ileum örnekleri alındı. Bulgular: Lökosit sayısı ÇLP uygulanan gruplarda anlamlı olarak arttı. NO düzeyleri sepsis grubu ve L-arginin grubunda anlamlı olarak yükselirken, Aminoguanidin + L-arginin gruplarında sham grubuna benzer bulundu. ÇLP uygulanan gruplarda barsak doku hasarı, sham grubuna göre anlamlı olarak yüksekti, ancak Pentoksifilin, Aminoguanidin ve Aminoguanidin + L-arginin gruplarının değerleri sepsis ve L-arginin gruplarına göre anlamlı olarak düzelme gösterdiler. Sepsis ve L-arginin gruplarındaki MDA düzeyleri sham grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Sepsiste oluşan barsak doku hasarına artan MDA ve NO düzeylerinin neden olduğunu ve bu hasarı önlemek amacıyla pentoksifilin ve aminoguanidin tedavi protokollerine eklenebileceğini düşünmekteyiz.
Objective: Nitric oxide (NO) and free oxygen radicals have been implicated in the pathogenesis of intestinal circulatory dysfunction in sepsis. The aim of this study is to investigate the effects of pentoxyfillin, L-arginin and Aminoguanidine on plasma malondialdehide (MDA) and nitric oxide (NO) levels, and to determine the relations between MDA and NO levels on intestine pathology. Methods: 60 Wistar Albino rats were used in this study. The rats were divided into 6 groups, each containing 10 subjects. Sepsis was induced by cecal ligation and puncture (CLP) method. Group I: Sham group, Group II: CLP (sepsis), Group III: CLP + 10 mg/kg L-arginin admiministration, Group IV: CLP + 15 mg/kg Aminoguanidine administration, Group V: CLP + L-arginin + Aminoguanidine (as groups III and IV) Group VI: CLP + 15 mg/kg/day pentoxyfillin. Blood samples were taken fort he determination of NO, MDA, leukocyte counts, a segment of ileum tissue sample was obtained for determination of tissue damage. Results: Leukocyte count increased in CLP induced groups significantly. While NO levels were significantly higher in sepsis and L-arginin groups the levels in Aminoguanidine and Aminoguanidine + L-arginin groups were similar to Sham group. Intestine tissue damage in sepsis and L-arginin groups were more severe than the other groups. MDA levels in CLP induced groups were found to be higher than the sham group. Conclusion: Aminoguanidine and Pentoxifillin may be added to treatment protocols in sepsis in order to prevent intestinal tissue damage and dysfunction both of which (at least partially) caused by elevated NO levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dermatoloji Kliniğimizde Onikomikoz Sıklığı
Mustafa Özdemir, İbrahim Baysal, Hüseyin Tol, İnci Mevlitoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Dermatoloji Kliniğimizde Onikomikoz Sıklığı
The Frequency Of OnychomycosIs In Our Dermatology ClInIc
Amaç: Polikliniğimize başvuran hastalarımızdaki onikomikoz sıklığını araştırmak. Yöntem ve gereçler: çalışmaya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliğine Ekim 2004-Ocak 2005 tarihleri arasında başvuran 18 yaş ve üzerindeki 771 hasta alındı. Olguların yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyleri kaydedildi. Onikomikoz tanısı için tırnak numuneleri laboratuarımızda alındı. Her numunenin direkt mikroskopik muayenesi ve mantar kültürü yapıldı. Bulgular chi-square test ve student t testi ile değerlendirildi. Bulgular: 67 olguda (%8.7) onikomikoz saptadık. Bu olguların 43’ü erkek (%64.1) ve 24’ü (%35.9) kadındı. Onikomikoz gelişiminin yaş artışı (p<0.05) ile korale olduğunu tespit ettik. Sonuç: Kliniğimize başvuran hastalar arasında onikomikoz sıklığını %8.6 olarak saptadık. Onikomikozdan korunma ve tedavi yöntemleri ile ilgili bilgilendirici eğitsel çalışmaların yapılması durumunda bölgemizde onikomikoz görülme oranlarının daha da düşeceğini düşünmekteyiz.
Objective: The aim of this study is to determine the frequency of the patients with onychomycosis who have admitted to our clinic. Materials and method: 771 patients aged 18 years and over presented to Dermatology Clinic of Meram Medical Faculty of Selcuk University between October 2004 – January 2005 were included into the study. Age, sex and education level of the patients were noted. Nail samples were taken for diagnosis in our laboratory. Direct microscopic examinaiton and culture were performed. Chi-square test and student t test were used for statistical analysis. Results: Onychomycosis was detected in 67 cases (8.7%), of whom 43 (64.1%) were male and 24(35.9%) were female. The presence of onychomycosis was found to correlate significantly with increasing age (p<0.05), male gender (p<0.05) and low education level (p<0.05). Conclusion: We detected the frequency of onychomycosis as 8.6% in our patients. We consider that occurance rate of onychomycosis may decrease in our region when informative educational measures related to with protection are performed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sızma Civa Işletmelerınde Çalışanların Sağlık Sorunları Ve Buna Yol Açan Nedenler
Ahmet Kaya, Selma Çivi, Mustafa Mete
Araştırma makalesi
Özeti
Sızma Civa Işletmelerınde Çalışanların Sağlık Sorunları Ve Buna Yol Açan Nedenler
The Health Problems Of The Mercury ProcessIng Plant Workers And The Cause Of These Problems
Sızma Civa işletmelerinde çalışanların sağlık sorunlarını incelemek için yapılan bu çalışmada en önemli sağlık sorununun kronik obstrüktif akciğer Hastalığı (k-0AM olduğu ve bunun sigara içimiyle ilişki bulunduğu tesbit edilmiştir. işyerinde çalışanların %23.957 KOAH`lı olup çalışma yeri ve KOAH arasında bir ilişki tespit edilmemiştir. Ayrıca obez sayısının fazla bulunduğu, ağız sağlığı ve hijyeni ile ayak bakımının yetersiz olduğu saptanmıştır.
Those who am working in the mercury proces-sing plant and suffcring from chronic obstructive pulmonery diseasc (COPD) were studicd for possible mercury toxicity. The study reveals that about 23.95 % of the total workes were COPD patients and their problems were bccause of the cigaret smoking rather that' the toxicity from the exposure. In addition to this study we found that the workes had poor oral hygenic care.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Streptozotosın Ile Dıabet Olusturulmus Ratlarda Sılazaprılın Bobrekler Uzerıne Etkısı
Mustafa Akgüzel, Ahmet Kaya, Vedat Akpınar, Lema Tavlı, Ali Koşar
Araştırma makalesi
Özeti
Streptozotosın Ile Dıabet Olusturulmus Ratlarda Sılazaprılın Bobrekler Uzerıne Etkısı
CIlazaprIl Arrested Glomerular Injury In Strep-TozotosIn Induced DIabetIc Rats
Diabetik hastalarda nefropati en sik oliim nedenleri arasmdadir. Nefr-opatiyi onlemek icin iyi bir metabolik kontrollin yaninda degiVk antihipertansif ajanlar da deneme a-4 amas mda kullantlmaktadlr. Streptozotosin ile diabet oligturulnaq ratlarda yaptiginaz btu ca-lqmada diabet yapildiktan 4 ve 8 hafta sonra bob-reklerde olKan deg4iklikler incelen►i4 ve sonuclar 8 hafta siireyle silazapril verilen diabetik ratlardaki bObrek degiVklikleri ile karplavirilnuoir. Silazapril verilen diabetik ratlarda bobreklerin bilyiikluk olarak erken hiperfonksiyon ve hipertrofi donemine yaklayagi, glomeriller bazal membran kalmlei.§mast, tubular nekroz, tubuler yaglz dejeneresans, piyelonefrit ye interstisiyel fibrozisin azaldigi histopatolojik olarak saptanmair
Diabetic nephropithy is one of the major cause of early mortality among the diabetic patients. In order to reduce the mortality, the prevention of nephropathy and the meticulous control of diabetesz are necessary. Various trials are beige carried out with antihypertensive drugs to control diabetic nephropathy. Although, physiologic or protective role of these drugs is not to be verified in this study. For this, renal changes in streptozotocin induced diabetic rats were intesvigated morphologically at 4 weeks and 8 weeks intervals and the results were compared histologically with those of cilazapril treated strep-tozotocin induced diabetic rats. Cilazapril arrested the nephropathy at early hypey'unction and hyperthropy stage in streptozotocin induced diabetic rats. The ratio, of the left kidney weight to body weight of cilazapril treatment received diabetic rats was either similar to 4 weeks old diabetic rats or higher than that of 8 weeks old diabetic rats which was the farther support of nephropathic arrest by the cilazapril treatment. Histologic studies also revealed that glomerular basement membrane thickness, fatty degenerative of epithel cells of tubuli, tubular necrosis. pyelonephritis, and intenstitial fibrozis were conspicuously regressed by cilazapril treatment
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karbapenem Dirençli Klebsiella Pneumoniae'nin Fenotipik Ve Genotipik Tanımlanması Ve Antibiyotik Duyarlılığının Belirlenmesi
Metin Doğan, Selin Uğraklı
Araştırma makalesi
Özeti
Karbapenem Dirençli Klebsiella Pneumoniae'nin Fenotipik Ve Genotipik Tanımlanması Ve Antibiyotik Duyarlılığının Belirlenmesi
PhenotypIc And GenotypIc IdentIfIcatIon Of Carbapenem-ResIstant KlebsIella PneumonIae And DetermInatIon Of AntIbIotIc SusceptIbIlIty
Amaç: K. pneumoniae izolatlarında karbapenemaz genlerinin tanımlanması amaçlanmıştır. Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Temmuz 2016-Aralık 2017 tarihleri arasında örneklerden izole edilen çok ilaca dirençli 95 K. pneumoniae suşu dahil edilmiştir. Meropenem, tigesiklin ve kolistinin MIC değerleri Vitek 2, Etest ve Sıvı Mikrodilüsyon Yöntemleri (SMD) ile belirlenmiştir. Kategorik uyum (KU), Çok Büyük Hata (ÇBH) ve Büyük Hata (BH) oranları hesaplanarak değerlendirilmiştir. blaOXA-48, blaOXA-181, blaNDM-1, blaVIM, blaIMP ve mcr-1 kolistin direnç geni araştırılmıştır. Bulgular: SMD, Vitek 2 ve Etest ile izolatlarda belirlenen meropenem direnci sırasıyla; %70,5, %87,4, %81,1 olarak tespit edilmiştir. SMD yöntemine göre KU, ÇBH ve BH oranları Vitek 2 ve Etest için sırasıyla %69,5, %4,8 ve %20; %70,5, %1,5 ve %0 olarak belirlenmiştir. İzolatlarımızda en yüksek duyarlılık tigesikline karşı tespit edilmiştir. Tigesiklin için KU oranları Vitek 2 ve Etest ile %70,5 ve %95,8 olarak bulunmuştur. Vitek 2 tarafından belirlenen BH oranı, kabul edilebilir %7,6 (<%3) sınırının üzerinde olarak saptanmıştır. Kolistin direnci SMD ile %48,4 olarak tespit edilmiştir. Kolistinin belirlenen KU; ÇBH; BH oranları Vitek 2/Etest için sırasıyla %86,3/%72,6; %17,4/%50; %10,2/%6,1 olarak bulunmuştur. Çalışmamıza dâhil ettiğimiz izolatlarda ağırlıklı olarak blaOXA-48 (%93,7) saptanmıştır. blaOXA-48, izolatların 56'sında (%59) tek başına, 33 izolatta (%34,74) ise blaOXA-181 genleriyle birlikte tespit edilmiştir. İzole OXA-48 pozitif suşlarda, OXA-181 ile birliktelik gösteren izolatlara göre daha düşük kolistin MİK seviyelerine rastlanmıştır. İzolatların %3,2 ’sinde blaNDM-1 geni tespit edilmiştir. PZR ile karbapenemaz kombine disk sonuçları izolatların %91,3 ’ünde uyumlu olarak bulunmuştur. Sonuç: OXA-48 direnç geni bölgemizde yaygınlığını korumaktadır. Bunun yanında blaOXA-48-benzeri gen bölgelerinin gerçek prevalansının ve direnç dinamiklerinin kapsamlı olarak ortaya konması, ulusal karbapenemaz sürveyans politikalarının gelişimine katkı sağlayacaktır .
Aim: Characterization of carbapenemase genes in K. pneumoniae isolates was aimed. Patients and Methods: In this study, 95 multi-drug resistant K. pneumoniae from samples between July 2016 and December 2017, were included. The MIC of meropenem, tigecycline and colistin were determined by Vitek 2, Etest and Broth Microdilution Methods (BMD). The Categorical agreement (CA), Very Major Error (VME) and Major Error (ME) rates were calculated and evaluated. The mcr-1, blaOXA-48, blaOXA-181, blaNDM-1, blaVIM, blaIMP genes were detected. Results: The meropenem resistance were determined in the isolates by BMD, Vitek 2 and Etest are respectively; as 70.5%, 87.4%, 81.1%. According to the BMD method, the rates of CA, VME and ME were determined by Vitek 2; Etest as 69.5%, 4.8% and 20 %; 70.5%, 1.5 % and 0 % respectively. It was determined that our isolates showed the highest sensitivity to tigecycline. The CA rates were determined by Vitek 2 and Etest for tigecycline as 70.5% and 95.8%. The ME rate determined by Vitek 2 was above the acceptable limit of 7.6%. The colistin resistance was 48.4% via BMD. The CA; VME; ME ratios determined by Vitek 2/Etest were 86.3%/72.6%; 17.4%/50%; 10.2%/6.1% respectively. In the isolates, predominantly blaOXA-48 (93.7%) was detected. blaOXA-48 was detected alone in 56. isolates and together with blaOXA-181 genes in 33 isolates. Lower colistin MIC levels were found in the only OXA-48 positive strains than in isolates together with OXA-181. The blaNDM-1 gene was investigated in 3.2% of the isolates. PCR and carbapenemase combined disc results were found to be compatible in 91.3% of the isolates. Conclusion: The blaOXA-48 gene region remains prevalent. In addition, comprehensive identification of the real prevalence and resistance dynamics of blaOXA-48-like gene regions will contribute to the development of national carbapenemase surveillance policies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Hastalarında Yoğun Bakım Yatışı İle İlişkili Faktörler
Muhammet Raşit Özer, Ali Avcı, İsmail Baloğlu, Kader Zeybek Aydoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Hastalarında Yoğun Bakım Yatışı İle İlişkili Faktörler
Factors AssocIated WIth IntensIve Care HospItalIzatIon In PatIents WIth CovId-19
Amaç: Bu çalışmada biyokimyasal parametreler, vital bulgular ve nötrofil-lenfosit oranı (NLR) değerlerinin
COVID-19 hastalarında yoğun bakım yatış endikasyonunun belirlenmesinde kullanılabilir olup olmadığı
amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde
gerçekleştirildi. 1-31 Temmuz 2020 tarihinde hastanemize başvurmuş SARS-CoV-2 PCR testi pozitif olan
hastalar çalışmaya dahil edildi. Elektronik ortamda hastaların laboratuvar sonuçları, demografik bulguları ve
klinik sonuçları toplandı. Hastalar taburcu edilmiş, servise veya yoğun bakıma yatışı yapılmış olarak 3 gruba
ayrıldı. Gruplar arasında semptomların görülme sıklığı, şiddeti, ek hastalıklar, laboratuvar değerleri, NLR
değerleri kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 489 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortalama yaşı 48.69 + 17.25 yıl
iken bunların 260’ı (%53,16) kadındı. Bu hastaların 248’i (%50,9) taburcu edilirken, 207’si (%42,3) servislere,
33 (%6,7)’ü de yoğun bakım ünitelerine alındı. Yoğun bakıma yatış yapılan hastaların yaş, kalp hızı, üre,
kreatinin, CRP, D-dimer ve NLR değerleri diğer gruplara kıyasla yüksekken, bu grupta oksijen saturasyonu
ise istatiksel olarak anlamlı derecede düşüktü. Yoğun bakımı yatışı olanlarda Diabetes Mellitus, Esansiyel
Hipertansiyon, Kronik Obstrüktif Akciğer hastalığı gibi eşlik eden sistemik rahatsızlıklar daha fazlaydı.
Çok değişkenli analizde oksijen satürasyonu (OR:0.803) ve nötrofil-lenfosit oranı (OR:1.09) yoğun bakım
ünitesinde yatış endikasyonunun bağımsız öngördürücüsü olarak b ulundu.
Sonuç: Çalışmamızın sonucunda acil servise COVID-19 nedeni ile başvuran hastalarda özellikle düşük
oksijen satürasyonu ve yüksek nötrofil-lenfosit oranının yoğun bakım yatış endikasyonun belirlenmesinde
kullanılabileceklerini düşünüyoruz.
Aim: In this study, it was aimed whether biochemical parameters, vital signs and neutrophil-lymphocyte ratio
(NLR) values could be used in determining the indication for intensive care hospitalization in COVID-19
patients.
Patients and Methods: This retrospective observational study was conducted in the emergency department
of a university hospital. Patients with positive SARS-CoV-2 PCR test who applied to our hospital on 1-31 July
2020 were included in the study. Laboratory results, demographic findings and clinical results of the patients
were collected electronically. The patients were divided into 3 groups as discharged, admitted to the service
or intensive care unit. The incidence and severity of symptoms, comorbidities, laboratory values, and NLR
values were compared between the groups.
Results: A total of 489 patients were included in the study. The mean age of the included patients was 48.69
+ 17.25 years, of which 260 (53.16%) were female. While 248 (50.9%) of these patients were discharged,
207 (42.3%) were taken to the service and 33 (6.7%) to the intensive care units. Age, heart rate, urea,
creatinine, CRP, D-dimer and NLR values of the patients admitted to the intensive care unit were higher
than the other groups, while oxygen saturation was statistically significantly lower in this group. Concomitant
systemic diseases such as Diabetes Mellitus, Essential Hypertension, Chronic Obstructive Pulmonary
Disease were more common in those hospitalized in the intensive care unit. In multivariable analysis, oxygen
saturation (OR:0.803) and neutrophil-lymphocyte ratio (OR:1.09) were found to be independent predictors of
the indication for hospitalization in the intensive care unit.
Conclusion: As a result of our study, we think that especially low oxygen saturation and high neutrophillymphocyte
ratio can be used in determining the indication for intensive care hospitalization in patients who
apply to the emergency department due to COVID-19.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femur Başı Avasküler Nekrozunda Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Ve Enoksaparinin Kısa Dönem Etkilerinin Araştırılması
Abdullah Arslan, Fatih Dikici, Sevim Purisa, Vakur Olgaç, Salih Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Femur Başı Avasküler Nekrozunda Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Ve Enoksaparinin Kısa Dönem Etkilerinin Araştırılması
EvaluatIon Of Short Term Effects Of HyperbarIc Oxygen And EnoxaparIn Treatments In Avascular NecrosIs Of Femoral Head
ÖZET
Amaç: Femur başı avasküler nekrozu (AVN), femur başını besleyen damarların hasarlanması veya tıkanması sonucu ortaya çıkan kemik ve kemik iliği nekrozudur. Özellikle gençlerde ve orta yaşlarda görülen, büyük oranda cerrahi müdahale gerektiren bir hastalıktır. Cerrahideki gelişmelere rağmen bu hastalarda önemli oranda kalça protezi uygulaması gerekmektedir. Hiperbarik Oksijen Tedavisi (HBOT) tek başına veya cerrahi tekniklerle beraber femur başı avasküler nekrozunda bazı klinik olgularda başarılı sonuçları bildirilmiş bir tedavi yöntemidir. HBOT damar hasarına veya damar tıkanıklığına bağlı gelişen iskemik hastalıklarda da kullanılmaktadır. Enoksaparin pıhtılaşma sisteminde bulunan faktör Xaantagonistidir. Antikoagülan etkisinin yanında yapılan çalışmalarda kemik doku üzerinde osteopeni oluşturduğu, osteoblast gelişimini engellediği, osteoklast aktivitesini arttırdığı görülmüştür.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan femur başı AVN’de HBOT ve Enoksaparinin etkinlikleri araştırılmıştır. Bu amaçla 64 sıçanın sol femur başlarına avasküler nekroz modeli uygulandı ve tedavilerin tek başına ve beraber uygulanmasının sonuçları araştırıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda HBOT alan ve Enoksaparin tedavisi alan sıçanlarda yeni kemik yapımının arttığı, remodelizasyon ve kıkırdak değişikliklerinin kontrol grubuna göre daha az olduğu görülmüştür. Nekrotik dokuların temizlenme hızının HBOT ile arttığı görülmüştür. HBOT ile Enoksaparinin beraber uygulanmasıyla en iyi sonuçlara ulaşılmıştır.
Sonuç: Bu çalışma HBOT’nin ve Enoksaparin tedavisinin tek başına veya kombine olarak femur başı AVN’de olumlu sonuçlar oluşturduğunu göstermektedir ve femur başı AVN hastalığı tedavisinde yapılan klinik çalışmaları desteklemektedir.
Anahtar Kelimeler: Hiperbarik oksijen tedavisi, avasküler nekroz, enoksaparin
ABSTRACT
Aim: Avascular necrosis of the femoral head (AVN) is the necrosis of the bone and the bone marrow resulting from the injury or the occlusion of the blood supplying vessels of the femoral head. Specially it is seen in mostly young and middle aged individuals and requiring mostly surgical procedures. Despite all advances in the surgical procedures, still a high rate of the hip prosthesis is a requirement in the treatment. Hyperbaric Oxygen Therapy (HBOT) alone or in combination with surgery is reported to be effective in some clinical AVN cases. HBOT is also a treatment method which is used in ischemic diseases resulting from vascular injuries or occlusions. Enoxaparin is an antagonist of factor Xa which is found in the coagulation system. Beside its anticoagulant effect it has been shown that it has an osteopenic effect, inhibits osteoblast maturation and increases osteoclast activity in the bone.
Material and Methods: In this study effects of enoxaparin and HBOT were investigated in the treatment of experimentally formed AVN of the femoral heads of the rats. For this purpose, avascular necrosis model was applied to the left femoral heads of 64 rats and the results of the treatments alone and together were investigated.
Results: In this study results have shown that an increase in the new bone formation, and remodelisation with less changes in the cartilage tissue than in the controls. An increase in the necrotic tissue clearing rate observed in the HBOT applied groups. The best results were achieved with the HBOT and enoxaparin combined applications.
Conclusion: In this study HBOT alone, enoxaparin alone or combination of these two treatments have a positive effect in the experimental femoral head AVN and supporting the clinical studies in the femoral head AVN.
Keywords: Hyperbaric oxygen therapy, avascular necrosis, enoxaparin
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Günde Tek Doz Enalaprilin Antihipertansif Etkınlığının 24 Saatlık Ambulatuvar Kan Basincı Ölçüm Teknığı İle Değerlendırılmesı
Oktay Ergene, Ömer Kozan, Ali Bayram, İsmet Dindar, Serdar Aksöyek, Oral Pektaş
Araştırma makalesi
Özeti
Günde Tek Doz Enalaprilin Antihipertansif Etkınlığının 24 Saatlık Ambulatuvar Kan Basincı Ölçüm Teknığı İle Değerlendırılmesı
EvaluatIon Of AntIhypertensIve EffIcacy Of SIngle Dose EnalaprIl WIth 24 Hour A Nıbulatory Blood Pressure MonItorIng
Çalışma, Mart 1992 ile Eylül 1992 tarihleri arasında Koşuyolu kalb ve Araştırma Hastanesi Kar-diyoloji polikliniğine başvuran hafif ve orta derecede hipertansiyonu olan 39 hastada gerçekleştirildi. Günde tek doz enalapril verilen hastaların tedavi öncesi ve sonrası 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı ölçümleri yapıldı. Hastalara enalapril üst doz 20 mg olacak şekilde uygulandı. Cevabın yetersiz kaldığı olgularda diüretik eklendi. Bu şekilde olguların %74'iinde cevap alındı. Cevap alınan 28 hastada teda-vi öncesi ortalama 148.195±4 mm1Hg olan kan basıncının 136187-±4 nım Ilg'ya düştüğü gözlendi. (p<0.001 ). Tedavi öncesi gece 23-07 saatleri arasındaik ortalama 138192±3 mmllg olan kan basıncının da tedavi sonrası 130ffi184±4 mmHg'ya indiği saptandı (p<0.01). Bir olguda yan etki nede-niyle tedavi durdurulmak zorunda kalındı. Sonuç olarak tek doz enalaprilin kan basıncı kontrolünde etkin bir antihipertansif ajan olduğu gözlendi.
Thirty-nine patients with mild to moderate hypertension were studied at Koşuyolu Heart and Research Hospital between March 1992 and September 1992. The patients were giyen increasing doses of enalapril to a maximum dose of 20 mglday and if necessary diuretic. Ambulatoly pressures were monitored at base line and at the end of 4 weeks of treatment in the case of responders. Total responder rate was 74%. Pre and post treatment mean arterial pressures were 148±9/95±4 and 136±5/87±4 mmHg, respectively (p<0.001). Between 2300-0700 hours these values were 138±5192±3 and 130±5/84±4 mmlig, respectively (p<0.01). Treatment was stopped in one case because of adverse drug effect. In summary enalapril is well tolerated and once daily administiration appeared to be ellective in mild to moderate hypertension
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ankilozan Spondilit Hastalarının Serum Oksidanantioksidan Seviyeleri
Volkan Kocabaş, Hilal Kocabaş, Mustafa Kemal Başaralı, İlhan Sezer, Cahit Kaçar, Sadık Büyükbaş
Araştırma makalesi
Özeti
Ankilozan Spondilit Hastalarının Serum Oksidanantioksidan Seviyeleri
The Level Of Serum OxIdant-AntIoxIdant In PatIents WIth AnkylosIng SpondylItIs
Ankilozan spondilit (AS) aksiyal iskeletin ve periferik eklemlerin kronik, progresif ve inflamatuvar hastalığıdır. İnflamatuvar hastalıklarda proinflamatuar sitokinlerin yapımının artması oksidatif stres mediatörlerinin artışı ile birliktelik gösterir. Oksidatif stresin AS patogenezindeki rolü tam olarak açıklanmamıştır. Biz çalışmamızda AS’li hastaların serum oksidan ve antioksidan seviyelerini, bu seviyelerin hastalık aktivitesi ile olan ilişkisini ve sulfasalazin tedavisinin bu seviyelere olan etkisini araştırdık. Çalışmamıza 30 AS hastası ve yaş ve cinsiyet açısından denk 30 kontrol alındı. Hasta ve kontrol grubunun malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), ksantin oksidaz (XO), süperoksit dismutaz (SOD), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR) ve C-reaktif protein (CRP) değerlerine bakıldı. AS hastalarında Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite İndeksi (BASDAİ) hesaplandı. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktiviteleri hasta grupta istatistiksel olarak anlamlı yüksekken NO değerlerinde anlamlı farklılık saptanmadı. İnaktif ve aktif grup arasında NO, MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktiviteleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmadı. İnaktif grupta ise sadece SOD aktivitesi kontrol grubundan anlamlı derecede yüksekti. Aktif grupta ise MDA seviyeleri ile XO ve SOD aktivitelerinde kontrol grubuna göre anlamlı yükseklik saptanırken NO değerlerinde anlamlı farklılık yoktu. Oksidan/antioksidan seviyeleri ile hastalık aktivite kriterleri olan ESR, CRP ve BASDAİ arasında korelasyon bulunmadı. Sulfasalazin tedavisi alan ve almayan hastalar arasında oksidan/ antioksidan seviyeleri açısından farklılık yoktu. Bu çalışmanın sonucunda Ankilozan spondilit hastalarında oksidatif stresin arttığını saptadık. Buna bağlı olarak oksidatif stresi azaltabilecek etkili bir antioksidan terapi AS hastalarında mevcut tedaviye ek bir tedavi seçeneği olabilir.
Ankylosing spondylitis (AS) is a chronic, progressive and inflammatory disease of axial skeleton and peripheral joints. The increase of proinflammatory cytokines production in inflammatory diseases is associated with increased in oxidative stress mediators. The role of oxidative stress in the pathogenesis of AS has not been fully explained. In our study we investigated oxidant and antioxidant level of AS patients and compared this level with disease activity and the effect of sulphasalazine treatment to this level. Thirty AS patients and age and sex matched 30 controls were included in our study. Malondialdehyde (MDA), xanthine oxidase (XO), superoxide dismutase (SOD), nitric oxide (NO) erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP) were evaluated. Bath Ankylosing Spondylitis Disease Activity Index (BASDAI) was calculated for AS patients. There was no statistically significant difference in age and sex between two groups. MDA levels and XO and SOD activities significantly higher in the patient group, while no significant differences were detected in NO values. Between inactive and active group, statistically significant difference between NO, MDA levels and XO, SOD activities were not detected. Only SOD activity in the inactive group is was significantly higher than control group. MDA levels and XO and SOD activities in the active group are significantly higher than the control group when NO values did not differ significantly. There was no correlation between Oxidant / antioxidant levels and disease activity criteria, ESR, CRP and BASDAI was found. Oxidant / antioxidant levels did not differ among patients who are taking or not taking sulphasalazine in the treatment. As a result of this study increase in oxidative stress were found in patients with ankylosing spondylitis. In this context, an effective antioxidant therapy which may reduce oxidative stress in patients with AS may be an additional treatment option.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Mesut Ünal, Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Sema Tuncer, Mustafa Cihat Avunduk, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran AnestezIsInIn YetIşkIn Rat KaracIğer Ve BöbreğI ÜzerIne EtkIlerI
Deneysel çalışm alar sevofluranın tekrarlanan uygulamalarının toksik olabileceğini belirtmektedir. Bu anestezik ajanın direk etkisinden olabileceği gibi, sevofluranın sodalaym tarafından parçalanm ası sonucu oluşan toksik ürün lere bağlı da gelişebilir. Bu çalışmanın amacı, erişkin raflarda sodalaymlı ve sodalaym sız devrelerde tekrarlanan sevofluran anestezisinin, karaciğer ve böbrek üzerine etkilerini araştırmaktır. Lokal hayvan etik kurul kararı alındıktan sonra 30 adet erişkin VVistar rat 3 gruba ayrıldı. Batlar özel olarak yaptırılm ış transparan plastik kutuya a lın d ıla r. Kontrol grubu olan Grup K ’ya %100 O2 verildi. Sodalaymsız anestezi devresinde sevofluran uygulanan gruba Grup S %100 O2 içinde % 2.5- 2.7 konsantrasyonda sevofluran uygulanırken, aynı gaz karışımı sodalaymlı anestezi devresinde Grup S S ’e uygulandı. Batlara, gün aşırı toplam 5 kez olm ak üzere 60 dakika sevofluran anestezisi uygulandı. Kan örneklerinden Üre, kreatinin, SGOT, SG PT ve alkalen fosfataz değerleri elde edildi. 10. günde raflar sakrifiye edildikten sonra, karaciğer ve böbrek doku örnekleri ışık m ikroskobisi ile histopatolojlk olarak değerlendirildi ve preparatların ortalama hasar skorları (OHS) hesaplandı. Grup S ve Grup SS’de SG PT değerleri grup C ’ye göre yüksek bulundu (p<0.05). Karaciğer histopatolojisinde ise istatistiksel olarak anlamlı olmayan m i nimal değişiklikler mevcuttu. BU N ve kreatinin düzeylerindeki değişiklikler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu. Grup S ve grup S S ’in böbrek OHS’ları, grup C den yüksekken (p<0.05), grup S ve grup SS arasında fark yoktu. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin O HS’na göre karaciğer üzerine m inim al etkisi olduğu, %100 O2 ile sodalaymlı devrede uygulanan sevofluranın histopatolojik olarak karaciğer hasarını artırmadığı gözlendi. Sodalaym ın ek karaciğer hasarına sebep olmadığı kanaatine varıldı. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin, erişkin rat böbrek dokularına toksik etkisi olduğu ve bu toksisiteyi sodalaymın artırdığı saptandı.
Experimental studies showed that recurrent exposure to sevoflurane can be toxic. İt may be either related with direct effects of this anaesthetic agent or with the degradation of sevoflurane by soda lime which is also known to produce toxic products. The aim of this study was to investigate the effect of repeated sevoflurane anaesthesia on kidney and liver in rats vvith or vvithout soda lime. After local ethical comitte aproval thirty adult VVistar rats vvere divided into three groups. The rats were placed in a specially prepared transparant plastic box. Group C was the control group. Theyreceived 100% O2 . İn the anaesthesia circle vvithout soda-lime sevoflurane in 2.5 -2 .7 % concentration vvith O2 (100 %) were administered directly in group S, vvhile the same gas mixture was applied through the soda lime in group SS. Bepeated anesthesia (five times) was applied to the rats for sixty nainutes vvith two days intervals. Blodd ürea nitrogene, creatinin, SGOT, SGPT and ALP levels were assessed from the blood sample. Follovving sacrifice, kidneys and livers vvere obtained from the rats for examination using light microscopy for histopathological evaluation and mean damage scores (MDS) of the specimens vvere calculated. SGPT values were higherin group S and SS vvhen compared vvith group C (p<0.05). There vvere only minimal changes in histopathological evaluation of liver vvhich was not statistically significant. The changes in BUN and creatinin levels vvere not significant among the groups. The MDS’s in renal tissues vvere significantly higher in group S and SS vvhen compared vvith group C, vvhile there vvere no dif- ferences betvveen group S and SS. İt vvas concluded that repeated exposure to sevoflurane has minimal effects in liver accord- ing to mean damage score and in the presence of soda lime, sevoflurane anaesthesia vvith 100 % oxygene did not signifi cantly increased histopathological damage to liver. The toxic effects of sevoflurane on renal tissue vvere greater in rats espe- cially vvhen sevoflurane vvas administered through the sodalime
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
Fatih Gültekin, Namık Delibaş, Süleyman Kutluhan
Araştırma makalesi
Özeti
Rat Beyin Dokularında Chlorpyriphos-Ethyl'in Neden Olduğu Antioksidan Sistemdeki Değişiklikler İle Melatonin Ve Vitamin C + Vitamin E'nin Koruyucu Etkileri
The Changes In AntIoxIdans System Caused By ChlorpyrIphos-Ethyl In Rat BraIn And ProtectIve Effect Of MelatonIn And VItamIn C + VItamIn E
Chlorpyriphos-ethyl’e (CE) maruz kalan rafların beyin dokularında melatonin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun koruyucu etkileri araştırıldı. Deney grupları şu şekilde organize edildi: Kontrol grubu (C), CE verilen grup (CE), vitamin E + vitamin C verilen grup (Vit), melatonin verilen grup (Mel), vitamin E + vitamin C + CE verilen grup (Vit+CE) ve melatonin + CE verilen grup (Mel+CE). İlgili gruplara altı gün vitaminler ve melatonin verilirken beşinci ve altıncı gün CE verildi. Beyin dokusu homojenatlarında CE grubunda C grubuna göre tiobarbitürik asit reaktif substans yüksek iken antioksidan potansiyel düşüktü (p<0,10). Süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz aktivitelerinde CE grubunda C grubuna göre düşük bulundu (p<0,10). Sonuçta, CE'nin rat beyin dokusunda oksidatif strese neden olduğu, bu oksidatif stresin CE toksisitesinde rol oynayabileceği ve melatoninin ile vitamin C ve vitamin E kombinasyonunun CE'nin beyin üzerine toksik etkilerini anlamlı olarak azaltabileceği kanaatine varıldı.
The protective effect of melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E on the brain tissue of rats treated with chlorpyriphos-ethyl (CE) was investigated. The experimental groups were as follovvs: Control group (C), CE treated group (CE), vitamin E plus vitamin C treated group (Vit), melatonin treated group (Mel), vitamin E plus vitamin C plus CE treated group (Vit+CE), and melatonin plus CE treated group (Mel+CE). Vitamins and melatonin were administered to appropriate groups six days. CE was applied only fifth and sixth days. İn CE group, comparing with C group, thiobarbituric acid reactive substances was found to increase, vvhereas antioxidant potential was decreased (p<0, W) in brain tissue homogenates. Superoxide dismutase and glutathione peroxidase activities were high in CE group, comparing with C group (p<0,10). These results suggest that CE may cause oxidative stress in rat brain tissues, this oxidative stress may involve in CE toxicity, and melatonin and the combination of vitamin C and vitamin E may decrease these toxic effects caused by CE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
Neriman Çolakoğlu, Aysel Kükner, Enver Ozan
Araştırma makalesi
Özeti
Açlığın İnce Bağırsak Mukozası Üzerine Olan Etkilerinin Işık Mikroskobik İncelenmesi
LIght MIcroscopIc ObservatIon Of Effects Of StarvatIon On IntestInal Mucosa.
Bu çalışmada açlık ve açlık sonrası beslenmenin ince bağırsak ileum mukozasına olan etkileri incelendi. Çalışmada toplam 42 adet ergin erkek sıçan kulan ildi. Üç grup oluşturuldu. Birinci gruptaki hayvanlar 1, 2, 3, 5, 9, 11 ve 14 gün aç bırakıldı. İkinci gruptaki hayvanlar belli açlık sürelerini takiben doyurulup 1, 2, 3, 5 ve 12 gün sonra kesildi. Üçüncü gruptaki denekler kontrol olarak kullanıldı ve normal beslendi. Aç bırakılma süresince deneklere sadece su verildi. Denekler açlık süresi boyunca günlük .olarak tartıldı. Deney süreleri sonunda eter anestezisi altında öldürülen deneklerin ileum bölgelerinden ışık mikroskopta incelemek üzere doku örnekleri alındı. Hazırlanan parafin kesitlere çeşitli boyalar uygulandı. Ayrıca villus'uzunlukları oküler mikrometre ile ölçülerek değerlendirildi. Yapılan mikrometrik ölçümler sonucunda açlığın 3. gününden itibaren açlık süresinin artışına paralel olarak villus boylarında giderek kısalma gözlendi. Bunun yanında vucut ağırlıklarında azalma saptandı. Uzun süren açlık dönemlerinde (5, 9, 11 ve 14 gün) villusların lamina propriasındaki lenfatiklerde genişleme, kan damarlarında dolgunluk gözlendi. Paneth hücrelerinin ve içerdikleri granül yapılarının kontrol grubuna göre artmış olduğu tespit edildi. Açlık sonrası doyurulan gruplarda villus uzunluklarında uzama saptandı. Paneth hücrelerinin ve salgı granüllerinin yoğunlukları devam etmekteydi.
The effects of starvation and refeeding on intestinal mucosa nere studied in ileum of rat intestine. Forty-two adult male rats nere used in this study. Animals nere divided into three groups. First groups of twenty-one rats nere starved for 1, 2, 3, 5, 9, 11 and 14 days. Second group of fifteen rats nere refed after a period of starvation and then decapitated after 1, 2, 3, 5 and 12 days. Third groups of three rats nere used as control animals. Starved rats nere alloned to drink nater ad libitum. Control animals had free access to nater and to chon pellets until the time of killing. Animals nere neighed daily during the fasting period. Animals nere killed under ether anesthesia. Ileal sections nere stained. Ileal villi size nere measured by ocular micrometre. After 3-day fasting, villi heigth nas observed to be gradually decreased nith days of fasting. Body neigth and after 3-day-fasting villi heigth gradually decreased nith days of fasting. Lymphatics nere dilated (5, 9, 11 and 14 day fasting), blood vessels nere fulled up nith erytrocyte at the long term fasting (9, 11 and 14- day fasting). Paneth cells and their granules nere gradually increased nith days of fasting. Ileal villus nere determined to height increased after refeeding. Paneth cells and their dense granules nere persistent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
Gamze Sarkılar, Jale Bengi Çelik, Ruhiye Reisli, Sema Tuncer, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
ComparIson Of Intrrathecal HyperbarIc BupIvacaIne And HyperbarIc BupIvacaIne+sufetanIl CombInatIon In Lower ExtremIty Surgery
Bu çalışmada alt ekstremite cerrahisinde intratekal (İT) hiperbarik bupivakaine eklenen sufentanilin etkilerinin araştırılması amaçlandı. Etik komite onayı alındıktan sonra çalışmaya ASA I-II sınıfına uyan 50 olgu alındı ve randomize olarak 25’er kişilik iki gruba ayrıldı. Grup S’e 10 mg (2 mL/10 mg) hiperbarik bupivakain+10 µg (2 mL/10 µg) sufentanil ve Grup K’ya aynı miktardaki hiperbarik bupivakain 2 mL %0.9 NaCI ile verildi. Her iki grupta da 4 mL volüm İT anestezi için uygulandı. Kalp atım hızı (KAH), sistolik arter basınçları (SAB), diastolik arter basınçları (DAB), ortalama arter basınçları (OAB) ve periferik oksijen satürasyonları (SpO2) sensoryal ve motor blok ilk 30 dakikada her 5 dakikada bir takip eden 30 dakikada 10 dakikada bir, sonraki operasyon periyotlarında ise her 15 dakikada bir kaydedildi. İntraoperatif yan etkiler ve postoperatif analjezik gereksinimleri belirlendi. Kontrol değerine göre her iki grupta KAH, SAB, DAB, OAB anlamlı derecede düştü, fakat gruplar arasında bu parametreler açısından fark yoktu. Grup S’de sensoryal blok başlama zamanı daha hızlıydı. Anlajezi süresi Grup S’de Grup K’ya göre daha uzun bulundu (p<0.05). Sonuç olarak; alt ekstremite cerrahisi için IT hiperbarik bupivakaine 10 µg sufentanil ilave edilmesi bu işlemlerde hem analjezi kalitesini artırmış hem de erken postoperatif analjezik gereksinim zamanını uzatmıştır. Bu kombinasyonla kaşıntı dışında anlamlı bir yan etki görülmediğinden alt ekstremite cerrahisinde güvenle kullanılabileceği kanaatine varılmıştır.
We aimed to evaluate the effects of intrathecal sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery. After obtaining approval from the ethics committee, fifty patients (ASA I-II) were included in this study and were allocated randomly to two groups of 25 each. 10 mg hyperbaric bupivacaine +10 µg sufentanil was injected to Group S and the same döşe of hyperbaric bupivacaine given to group K with 2 mL %0.9 NaCI, four mL solution was usen in both groups for İT anesthesia. Heart rate (HR), systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBP), mean blood pressure (MBP), peripheral oxygen saturation (SpO2), sensory and motor block were recorded every 5 minutes during first 30 min, every 10 min fort he following 30 min and every 15 min intervals in the operation period Intraoperative/postoperative side effects and postoperative analgesic requirements were recorded. HR, SBP, DBP and MBP were decreased significantly in both groups when compared with control values and no significant difference were noted between the groups. The onset time of sensory block was shorter in groups S and sensory block was higher in Groups S than Group K. The duration of analgesia was longer in Group S than Group K (p<0.05). In conclusion; intrathecal 10 µg sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery increased the duration of analgesia in the early postoperative period. 10 µg sufentanil plus hyperbaric bupivacaine provided to improve both the quality and duration of analgesia in this procedures. Bacause this combination had no adverse effect except pruritus, we concluaded that it can be used safety in lower extremity surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kocaeli Bölgesinde Yaşayan Gebe Kadınlarda Hepatit B Ve C Seropozitiflik Oranları
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş
Araştırma makalesi
Özeti
Kocaeli Bölgesinde Yaşayan Gebe Kadınlarda Hepatit B Ve C Seropozitiflik Oranları
Sero-PosItIvIty RatIos Of HepatItIs B And C In Pregnant Women LIvIng In KocaelI RegIon
Kocaeli bölgesinde yaşayan gebe kadınlarda hepatit-B ve hepatit-C seropozitiflik oranlarının belirlenmesi. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne doğum (vajinal doğum, sezaryen) için başvuran 3756 gebe kadın alındı. Tüm gebelerde makro ELİSA yöntemi ile HBs-Ag, Anti-HBs, Anti-HCV ve Anti-HIV seropozitiflikleri araştırıldı. Veriler SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Çalışmaya alınan gebelerde HBs-Ag, Anti-HBs ve Anti-HCV seropozitiflik oranları sırasıyla %2.2 , %3.7 ve %0.3 olarak saptandı. Çalışmaya alınan hiçbir gebede Anti-HIV seropozitifliği saptanmadı. Kocaeli bölgesinde hepatit-B ve hepatit-C seropozitiflik oranları Türkiye’nin diğer bölgelerinde bulunan sonuçlarla benzerlik göstermektedir.
To determine the seropositivity ratios of hepatitis-B and hepatitis-C in pregnant women living in Kocaeli region. Three thousand seven hundred and fifty-six pregnant women who applied to Izmit Women and Child Health Hospital for delivery (vaginal delivery, cesarean) were included in this retrospective study. HBsAg, AntiHBs, Anti-HCV and Anti-HIV were detected by macro ELISA system in all pregnant women. Data were analysed with the SPSS statistical programme. Seropositivity of HBs-Ag, Anti-HBs and Anti-HCV were detected 2.2%, 3.7% and 0.3% respectively in pregnant. There were no pregnant women who have seropositivity with Anti-HIV. The results detected for seropositivity of hepatitis-B and hepatitis-C in Kocaeli region are similar to those found in other regions of Turkey.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıroid Hastalıklarında Ultrasonografi Ve Sintigrafinin Tanı Değerı
A. Galip Könençoğlu, Serdar Karaköse, Fevzi Karslı, Taner Kaya, Nahit Özcan
Araştırma makalesi
Özeti
Tıroid Hastalıklarında Ultrasonografi Ve Sintigrafinin Tanı Değerı
The DIagnostIc EffIcIency Of The VscInfIgraphy And Ultrasonography Of ThyroId DIseases
Toplumumuzda oldukça yaygın olan tiroid bezi hastalıklarının tamamına yakınının tedavi edilebilir hastalıklar olması, erken, kolay, zararsız ve ekonomik olan tanı yöntemlerinin gerekliliğini ön plana çıkarmaktadır. Yüksek rezolüsyonlu real-time ultrasonografinin yüzeyel organ ve dokuların tetkikinde kullanılmaya başlanması ile tiroid hastalıklarının tanı ve tedavisi yeni bir boyut kazanmıştır. Bu çalışmamtzda, sintigrafi ve ultrasonografi uygulanan, operasyon ile histopatolojik neticeleri kanıtlanınış olan 57 olgunun sintigrafi ve ultrasonografi bulguları operasyon bulgulaarı ile karşılaştırıldı. Ultrasonografide 2 yanlış negatif olguya karşılık sintigrafide 18 yanlış negatif olgu saptandı. Ultrasonografinin duyarlığı %96, sintigrafinin dayadığı %68 bulundu. Her iki yöntemde de yanlış pozitif olgu saptanmadı. Daha önce yapılan araştırmalar ve bizim neticelerimiz, tiroid hastalıklarının tanısında, zararsız, ucuz, non-invasiv, non-iyonize, tatbiki kolay ve duyarlılığı fazla olan ultrasonografinin, ilk ve rutin olarak kullanılması gerekli bir radyolojik tanı yöntemi olduğunu düşündürmektedir.
Almost all of the thyroid diseases, which are rather common in our society, are curable, therefore it brings the necessity of early, east, not harmful and economic methods for the diagnosis. The diagnosis and treatment of thyroid diseases have gained a new perspective with use of high-resolution realtime ultrasonography in superficial organs and tissue. In this study, scintigraphic and ultrasonographic findings of 57 cases, in which scintigraphy and ultrasonography was used and histopathological results which were proven with surgery were compared with surgery findings. Although 2 false negative cases were been in ultrasonography, 18 false negative cases were observed in scintigraphy. It was found that the sensitivity of ultrasonography was 96%, while it was found 68% in scintigraphy. In both methods no false positive cases were observed The studies which have been done formerly and our' results give the impression that in diagnosis of thyroid diseases, ultrasonography which is not harmful, cheap, noninvasive, nonionized, easily applicable and highly sensitive, is a radiologic-rnethod of diagnosis which is necessary to be used firstly and routinely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Ali Ersöz, Tahir Yüksek, Hasan Solak, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Bronş Kanserlerinde Teşhis Ve Tedavi Yöntemleri
Dıagnosıs And Treatment Methods In Bronchıc Cancers
Bronş kanserlerinin morbiditesi, genel kanser morbiditesi içinde yaklaşık %20'lik bir orandadır. Bu oranla bronş kanserleri sıralamada gastrointestinal kanserlerden sonra ikinci sırayı almaktadır. Bazı istatistiklerde erkeklerde ilk sırayı almaktadır (4). Son yıllarda diğer kanser türlerinde duraklama - şayet varsa çok az bir yükselme - gözlenirken, bronş kanserlerinde aşırı oranda yükselme dikkati çekmektedir. Yapılan çeşitli araştırmalarda, kanserden ölenlerin 1/3 - 4'ünde sebep; bronş kanserleridir (2).
In this article, we researched 87 patients in our clinic with primary bronch carcinoma for diagnosis and treatment methods. Seventy-five of the cases were men (86.2 %) and 12 of them (13.7 %) were women. 72 of thern smokers of different numbers and times. 15 of the cases were passive smokers. Most of the patients were applied often 5 or more months that the symptoms began because of the patients' uneducation and the physicians uncare. In our research, the best diagnostic technic is the endoscopy and biopsy together in 69 cases (79.3 %). Thoracotomy were applied in 25 cases. We couldn't know about the 5 years survey because the patients never come to control. The mortality rate was 4 % with 1 death.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastane İnfeksiyonu Profilaksisinde Selektif Digestif Dekontaminasyon
Cüneyt Kuru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hastane İnfeksiyonu Profilaksisinde Selektif Digestif Dekontaminasyon
SelectIve DIgestIve DecontamInatIon In HospItal InfectIon ProphylaxIs
infeksiyon yoğun bakım ünitelerinde yatan has-talarda sık rastlanan ve hayatı tehdit edici komp-iikasyonlann başında gelir. Multiorgan yetmezliği bu hastalarda en sık rastlanan ölüm sebebidir ve çoğunlukla infeksiyon kaynaklıdır (1). On yıldır yapılagelen araştırmalar ünitelerin tipine ve altta yatan hastalığın ciddiyetine göre bu hastalarda 0/ 10 ile %50 oranında infeksiyon geliştiğini göstermiştir (2,3). Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) kafış süresi ile infeksiyon gelişme riski arasında da bir ilişki söz ko-nusudur. YBÜ' ne girişten beş gün sonra %50 , on gün sonra ise %90 oranında infeksiyon geliştiği , bu infeksiyonların %50-80'inin gram(-) bakteriler, %20- 40'ının ise gram(+) bakteriler tarafından oluşturuldukları bildirilmektedir (4,5).
It is one of the most common and life-threatening complications in patients hospitalized in infectious intensive care units. Multiorgan failure is the most common cause of death in these patients and is mostly caused by infection (1). Studies conducted for ten years have shown that infection develops between 0/10 and 50% in these patients, depending on the type of units and the severity of the underlying disease (2,3). There is also a relationship between the duration of the head in the intensive care unit (ICU) and the risk of developing infection. It has been reported that infection occurs at a rate of 50% five days after admission to the ICU and 90% after ten days, 50-80% of these infections are caused by gram (-) bacteria and 20-40% by gram (+) bacteria ( 4.5).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın İçi Yapışıklık Oluşmasında Değışık Sütür Materyellerinin Etkılerı
Şakir Tavlı, Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Lema Tavlı, Mustafa Şahin, İrfan Tunç
Araştırma makalesi
Özeti
Karın İçi Yapışıklık Oluşmasında Değışık Sütür Materyellerinin Etkılerı
The Effects Of Dıferent Suture Materıals In IntraabdomInal AdhesIons
Farklı biyoşimik yapıdaki 5 sütür materyali 10'ar ratlık 5 grupta denenmiş, hayvanlar 10. günde öldürülerek oluşan karın içi yapışıklıklar makroskopik ve histolojik olarak değerlendirilmiştir. İpek ve kromik kargütgruplarının oluşturdukları yapışıklıklar istatistiksel olarak vicryl, prolen ve düz katgüt gruplarına göre anlamlı olarak fazla bulunmuş (p<0.01), bunun dışında birbirlerine göre anlamlı bir farklılık saptanamamıştır.
Biochemically &geren, five suture materials were used in five groups each of with including 10 rats. The animals were sacrıfied at 10th day and the adhesions were evaluated macroscopically and histologically. The adhesions in silk and chromic catgut groups were more :han pro- len, vicryl and plain catgut groups and it was signıficant statistically (p<0.01). There was no significant difierent between other groups.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
Özden Vural, Salim Güngör, Hilal Koral, Dilek Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
EpIdemIologIcal EvolutIon Of Cases Were DIagnosed Cancer At The Department Of Pathology Of MedIcal School Of Selçuk UnIversIty
Dr. Özden VURAL *, Dr. Salim GÜNGÖR *, Dr. Hilal KORAL *, Dr. Dilek BITİK * * S.Ü.T.F. Patoloji Anabilim Dalı ÖZET Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda 1988-1992 yılları arasında tanı koyulan 2365 kanser vakası, yaş, cin-siyet, organ dağılımı ve histopatolojik tipler açısından incelendi. Erkeklerde akciğer kanserlerinin, kadııılarda deri kanserlerinin oranı en yüksekti.
In this report 2365 cases that were diagnosed at the Department of Pathology of Medical School of Selçuk University between 1988-1992 are examined by age, sex, organ distribution and histopathological types. The ratio of lung carcinoma in men and skin carcinoma in women were the highest.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilateral Overektomi Ve Unilateral Nefrektominin Diğer Böbrek Dokusu Üzerine Olan Etkileri
Leyla Canbolat Koyutürk, Neriman Çolakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Bilateral Overektomi Ve Unilateral Nefrektominin Diğer Böbrek Dokusu Üzerine Olan Etkileri
Effects Of BIlateral Overektomy And UnIlateral Nephrectomy On Other Renal TIssue
Renin antiotensin sisteminin gonadal steroidlerle düzenlendiği düşünülmektedir. Bu çalışmada unilateral nefrekto mi ve unilatreal nefrektomi + bilateral ovarektomi sonrasında diğer böbrek dokusunda meydana gelen histopa- tolojik değişiklikler araştırıldı. Dişi sıçanlara sağ nefrektomi ve bilateral overektomi uygulandı. Sol böbrekler ise bir ay sonra histolojik incelemelerde bulunmak üzere alındı. Sadece nefrektomi uygulaması, böbrek dokusunda, şiddetli inflamatuvar reaksiyon geliştirdi. Overektomi + unilateral nefrektomi, akut renal iskemiye neden oldu. Iskemi sonucu böbrek dokusunda hasar gelişti. Sonuçlarımız gonadal steroidlerin, akut renal iskemiyi düzenleyen bir role sahip olduğunu gösterdi.
The renin angiotensin system is thought to be modulated by gonadal steroids. After unilateral nephrectomy and unilateral nephrectomy + bilateral ovariectomy, occured changes were investigated in this study. Right nephrec- tomized and rigth nephrectomized + bilateral ovariectomized female rats left kidneys were examined histopatho- logically after four week. Severe inflammatory reaction was observed in only nephrectomized rats after four week. Moreover acut renal ischaemia was observed in the unilateral nephrectomized + total ovariectomized rats left kid- ney. Our results showed that gonadal steroids may have a role in modulating acut renal ischaemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlinde Çalışan Hekimlerin Adli Olgulara Ve Adli Raporlara Yaklaşımı - Anket Çalışması
İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci, Kamil Hakan Doğan, Yusuf Aynacı, İdris Deniz
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlinde Çalışan Hekimlerin Adli Olgulara Ve Adli Raporlara Yaklaşımı - Anket Çalışması
MedIcal PractItIoners' Approach To ForensIc Cases And ForensIc Reports In Konya ProvInce - A QuestIonnaIre Study
Amaç: Bu çalışma, acil servis çalışanı hekimlerin adli olgulara ve adli rapor düzenlenmesine yaklaşı-mını ve bu konularla ilgili yaşadığı sorunları tespit etmek ve çözüm önerileri sunmak amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Konya ve çevresinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerin acil servislerinde ve 112 Hızır Acil servislerinde çalışan ve "Acil Hekimliği Sertifika Programı Temel Modülü Eğitimi"ne katılan pratisyen hekimlere, eğitim öncesi, anket formları uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan hekimlerin %85.2’si mezuniyet öncesi adli tıp eğitiminin yeterli olmadığını belirtmişlerdir. Mezuniyet sonrasında adli tıp ve rapor konusunda eğitim alanların oranının ise %20.1 olduğu görülmektedir. Hekimlerin %42.4’ü adli raporun "tanıyı ilk koyan hekim tarafından" verilmesinin gerektiğini, %84.3’ü hastasının adli olgu olması nedeniyle fazladan bir tedirginlik yaşadığını, %66.8’i çalıştıkları birimlerde sadece adli olgulara bakan bir birim oluşturulması gerektiğini ancak bu gruba katılmak istemediklerini belirtmişlerdir. Hekimlerden, Türk Ceza Kanunu’nda yara ağırlığının belirlenmesi ile ilgili "yaşamsal tehlike", "basit tıbbi müdahale" ve "kemik kırığının yaşam fonksiyonlarına etkisi" konusunda yanlış değerlendirme yapanların oranının yüksek olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: Acil servis çalışanı pratisyen hekimlerin adli olgu ile karşılaşma oranı yüksek olmasına rağmen, adli rapor yazımı hususunda eğitim ve bilgi yetersizliği nedeniyle tedirginlik yaşadıkları anlaşılmaktadır. Yaşanan tedirginliği gidermek ve objektif kriterlere uygun adli rapor düzenlenmesi için özellikle acil servis çalışanı pratisyen hekimlere adli rapor düzenleme, yara ağırlık kriteri olarak kullanılan kavramlar ve adli olguya yaklaşım konularında uygulamalı eğitim verilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Aim: The aim of the present study was to investigate the medical practitioners' approach to forensic cases and to composing forensic reports and to determine the problems they face regarding these issues and to present suggestions for solutions to problems. Material and Method: Questionnaire forms were administered to practitioners working in emergency services and 112 Hizir Acil (swift emergency ambulance and first aid) services of hospitals affiliated with the Ministry of Health in the Province of Konya and around and who participated in "Emergency Medical Service Certificate Program Basic Module Training" before their training. Results: 85.2 % of the practitioners who participated in the study stated that the undergraduate forensic medicine training was not adequate. It was seen that the percentage of the practitioners who received training on forensic medicine and report after graduation was 20.1 %. Among the subjects, 42.4 % of the practitioners stated that the forensic report should be prescribed by "the medical practitioner who made the first diagnosis", 84.3 % of the practitioners stated that they experienced an uneasiness because of the fact that the patient was a forensic case, 66.8 % stated that a unit which dealt with only forensic cases should be set up in the units they worked, however, they did not want to take part in that group. It was determined that, of the practitioners, the number of the ones who made wrong assessments regarding the issues in the Turkish Penal Code such as "vital danger", "simple medical intervention" and "the effects of bone fractures on life functions" was high. Conclusion: Although the rate of encountering forensic cases is high in practitioners, it is understood that practitioners experience uneasiness about writing forensic reports because of their lack of training and knowledge. It is suggested that practical training should be provided concerning the issues of forensic report writing, concepts used as criteria for severity of injuries and approach to forensic cases, especially to the practitioners who work at emergency services in order to remove the uneasiness experienced and to organize forensic reports according to objective criteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Hastada Posterior Mediasten Yerleşimli
ekstraplevral Abse
Murat Öncel, Yüksel Dereli, Güven Sadi Sunam
Olgu sunumu
Özeti
Diabetik Hastada Posterior Mediasten Yerleşimli
ekstraplevral Abse
Extrapleural Abscess In The PosterIor MedIasten In The DIabetIc
patIent
57 yaşında erkek hasta kliniğimize dahiliye yoğun bakım servisinden, 1 haftadır tedaviye dirençli plevral ampiyem ön tanısı ile septik durumda alındı. Hasta 13 yıldır tip 2 diyabet hastası ve son 2 yıldır insülin kullanmakta olup, son 10 gündür solunum sıkıntısı, sağ yan ağrısı, ateş ve regüle olmayan bir kan şekeri profili mevcuttu. Hastanın tansiyonu 85/60 mmHg, nabzı 120/dk, laboratuar tetkiklerinde beyaz küresi: 23.000 mm3, kan şekeri 470gr/dl idi. Çekilen akciğer grafisi ve bilgisayarlı toraks tomografisinde sağ posterior mediastende ekstraplevral hava sıvı seviyesi veren abse rapor edildi. Torasentez neticesi pürülan mayii gelen hastaya sıvının en rahat geldiği sağ skapula altından 28 nolu göğüs tüpü kondu, 1700 cc pürülan mayi alındı ve hastanın klinik durumunda dramatik düzelme gözlendi. Kan şekerleri regüle oldu, her gün 300 cc rifosinli mayi ile poş yıkandı. 10 günde pet altı takip yapıldı ve birinci ayın sonunda kliniği tamamen düzeldi. Bu olgu sunumu akciğer absesinin nadir görüldüğü posterior mediastende oluşu ve sadece göğüs tüpü ile tedavi edilebilmesi nedeniyle yapıldı.
57 years old male patient who admitted our clinic from the intensive care unit because of the one week refracter of the treatment pleural effusion with the septic situation. The patient is a diabetic (type 2) for 13 years and lastly two years use insulin and last 10 days he has dispne, right costal pain, fever and don’t regulate blood glucose profile. The patients tension arteriale was 85/60 mmHg, heart rate was 120/min; leucocytosis 23000 and blood glucose level 470 in laboratory. PA chest film and computed thoracic tomography were reported lung abscess which the right posterior mediastineum and extrapleural look the air-fluid level. As a result of thoracentesis pleural empyema in a patient with pure liquid under the most comfortable coming right scapula chest tube (no 28) was inserted 1700 cc of purulent fluid was taking and in this case was achieved dramatic clinical improvement. Blood sugar was regulated daily pouch was washed with 300 cc riphosine fluid 10 days later, tube made under a pet. The situation is completely stable at the end of the first month.This is a rare case report of lung abscess, and being seen in the posterior mediastinum was only due to be treated with chest tube
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
7 Yaında Bir Kız Çocuğunda Echinococcus Multilocularis
Ali Ayçiçek
Olgu sunumu
Özeti
7 Yaında Bir Kız Çocuğunda Echinococcus Multilocularis
EchInococcosIs MultIlocularIs In A 7-Year-Old GIrl
Echinococcus multilokülaris çocukluk çağında çok nadir görülen ve hayatı tehdşt eden sestod cinsi bir zoonozdur. 7 yaşında bir kız hasta ateş, makülopapüler döküntü ve yemeklerle ilgisi olmayan karnın sağ üst kısmında ağrı şikayeti ile getirildi. Yapılan tetkiklerinde sedimantasyon (16/40 mm) ve transaminazlarda hafif yükseklik (ALT 42Ü/L, AST 40 Ü/L) ve hafif eozinofili (%5) dışında normaldi. Karın ultrasonografisinde karaciğer sağ lobunda yerleşmiş çapları 2-3 cm olan çok sayıda kist saptandı. Ekinokok aglütinasyon testi 1/320 titrede pozitif bulundu. Operasyon öncesi ve sonrası Albendazol 20 mg/kg/gün iki dozda, 4 hafta ilaçlı 14 gün ilaçsız dönemler halinde 2 yıl devam edildi. Çocukluk çağında nadir görülmesi ve tedavisinde albendazolün etkili olabileceğini vurgulamak amacıyla sunuldu.
Echinococcus multilocularis is an uncommon and life-threatening zoonosis caused by cestodes that is rarely encountered in children. A 7-year-old girl had for week been suffering from fever, maculopapular rush and right-sided upper abdominal symptoms not related to food intake. Laboratory tests were unremarkeble, except for an accelerated erythrocyte sedimentation rate (16/40 mm) and transaminases (ALT 42 Ü/L, AST 40 Ü/L) and eosinophilia (5%). Upper abdominal sonography revealed multipl cyst, about 2-3 cm in diameter, in the right liver lobe. The antibody titre against echinococcus antigen was 1:320. Preoperative and postoperative treatment consisted of the administration of albendazole (20 mg/kg/Daily twice a day) for two years. Albendazole was administered in 4-week cycles with intervals of 14 days. We report this case because this disease is very rare in childhood and oral albendasole is able to effective in the treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
Aysun Görkem, Ayşe Ruveyda Uğur, Bahadır Feyzioğlu, Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParaInfluenza VIrus Caused Lower RespIratory Tract InfectIons In PedIatrIc PatIents
Özet
Amaç: Parainfluenza virüslerinin (PIV) neden olduğu solunum yolu infeksiyonları bebek ve küçük çocuklarda başlıca morbidite ve hastanede yatış nedenleri arasında yer almaktadır. Bu retrospektif çalışmada alt solunum yolu infeksiyonu nedeniyle takip edilen çocuk hastalarda Parainfluenza virüs infeksiyonlarının sıklığının ve mevsimsel dağılımının araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2014 - Aralık 2016 tarihleri arasında çeşitli çocuk kliniklerinde alt solunum yolu infeksiyonu ön tanısıyla ayaktan ve yatarak takip edilen 18 yaş altı hastaların nazofaringeal sürüntü örneklerinde PIV etkeni multipleks polimeraz zincir reaksiyonu (m-PZR) yöntemi ile çalışıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda değerlendirmeye alınan 1983 çocuk hastadan 224’ünde (%11.3) solunum yolu örneğinde PIV tiplerinden herhangi biri tespit edilmiştir. Alt tiplerin dağılımına bakıldığında etken olarak en sık PIV-3 (%75) saptanmıştır. Bunu sırasıyla %15.17 ile PIV-4, %5.8 ile PIV-1 ve %4 ile PIV-2 takip etmektedir. Hastaların %75.9 oranında 5 yaş ve altında olduğu belirlendi. Mevsimsel dağılım incelendiğinde, PIV-3 ‘ün sıklıkla (%53.6) yaz aylarında, PIV-1 ve PIV-2’nin ise tamamına yakınının sonbahar ve kış aylarında görüldüğü belirlendi.
Sonuç: Hasta grubunda sıklıkla alt solunum yolu infeksiyonu etkeni olan PIV-3 belirlendi. PIV’lerin neden olduğu solunum yolu infeksiyonu etkenlerinin m-PZR yöntemi ile belirlenmesi, klinisyenlere bu viral infeksiyonların tedavi ve korunmasında faydalı olacaktır.
Abstract
Aim: Respiratory infections caused by PIV are related to major morbidity and hospitalization rates in infants and young children. The aim of the present retrospective study is to investigate the rate and seasonal distribution of PIV infections in pediatric patients with lower respiratory tract infections.
Patients and Methods: Nasopharyngeal swab specimens of pediatric in- and outpatients with the diagnosis of lower respiratory infection were collected from various pediatric clinics between January 2014 and December 2016. PIV types 1, 2, 3 and 4 were identified by multiplex real time PCR method.
Results: One of the four PIV types was identified in 224 of 1983 nasopharyngeal swab specimens of patients aged less than 18 years (11.3%). PIV-3 was the most common agent among the subtypes (75%) followed by PIV- 4 (15.2%). The rate of PIV-1 and PIV-2 were 5.8% and 4%, respectively. Of all pediatric patients, 75.9% were under 5 years of age. When the seasonal distribution was examined, it was determined that PIV-3 was frequently observed in summer (53.6%), whereas PIV-1 and PIV-2 were observed in autumn and winter months.
Conclusion: PIV-3 was the most common subtype. Prompt identification of PIV by multiplex real time PCR method would be very helpful for clinicians in the treatment and prevention of the respiratory infections caused by viral pathogens.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya’da 1991-2000 Yılları Arasındaki Adli Ölümlerin Değerlendirilmesi
İshak Gürsel Günaydın, Şerafettin Demirci, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Konya’da 1991-2000 Yılları Arasındaki Adli Ölümlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MedIcolegal Deaths Between 1991 And 2000 In Konya JustIce
Bu tanımlayıcı çalışmada, 1991-2000 yılları arasında Konya’daki adli ölümlerin demografik özelliklerinin, ölüm sebeplerinin ve orijinlerinin belirlenmesi amaçlandı. Ölü muayene ve otopsisi yapılan toplam 4281 olgu değerlendirmeye alındı. Olguların yaz aylarında yoğunlaştığı görüldü. Adli ölümlerde erkek/kadın oranı 3,32/1 bulundu. Olgular 20-29 yaşlarında yoğunlaşmaktaydı. Ölümlerin orijinlerine göre dağılımına bakıldığında, kaza ölümlerinin % 75,3 ile ilk sırayı aldığı, bunu % 8,0 ile cinayetlerin, % 5,9 ile intiharların izlediği görüldü. Trafik kazasına bağlı ölümlerin, tüm olguların %53,5’ini oluşturduğu, kaza orijinli ölümlerin içinde ise % 71,1’lik bir oranı kapsadığı saptandı. Olguların % 69,5’inde ölüm sebebi künt travma iken, bunu % 6,8 ile hastalığa bağlı ölümler, % 5,8 ile asfiksili ölümler izlemekteydi. Ölüm orijin ve sebeplerinin yaş ve cinsiyete göre farklı dağılımlar gösterdiği sonucuna varıldı.
İn this descriptive study, determining the demographic features, death causes and death origins of medicolegal deaths which vvere occured betvveen the years of 1991 and 2000 in Konya was aimed. Totally 4281 death cases to vvhom forensic examination and autopsy vvere performed vvere taken for evaluation. İt was observed that death cases vvere more dense in summer months. Male / female ratio was 3.32/ 1 in forensic deaths. The cases vvere cumulated betvveen the ages of 20 and 29. Deaths due to accidents was the main death origin with 75.3 % and it was follovved by homicides (8.0 %) and suicides (5.9 %). İt was stated that the ratio of the deaths due to traffic accidents was 53.5 % of the total deaths and was 71.1 % of the accident originated deaths. The cause of death in 69.5 % of the cases was blunt trauma and it was follovved by pathological deaths with 6.8 % and asphyxic deaths vvith 5.8 %. İt was concluded that causes and origins of the deaths vvere varied by gender and age differences.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Sevim Karaarslan, Kadir Ükisten
Araştırma makalesi
Özeti
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Prevalence Of PrevIous RheumatIc Fever And Heart Sequela Among PrImary School ChIldren In DIyarbakır ProvInce
1984-1985 eğitim ve öğretim yılında, Diyarbakır il merkezindeki ilkokul çocuklarından rastgele sistematik örnekleme yolu ile % 10 oranında seçtiğimiz 4065 öğrenci arasında anket kullanılarak geçirilmiş romatizmal ateş oranı % 9,1 bulunmuş-tur. Bulunan bu oran ülkemizin diğer bölgelerinde yapılan çalışmalarda bulunan oranlardan daha yüksektir. Bu çocukların anamnezleri geriye dönük olarak derinleştirildiğinde, tanı anında çocukların önemli bir kısmında sadece ekstremite ağrı-sının bulunması ve herhangi bir tetkik yapılmamış olması bu ağrıların bir kısmının romatizmal ateş dışında başka nedenlere bağlı olarak meydana gelmiş olabileceği ihtimalini düşündürmüştür. Tanının geriye dönük olması nedeniyle major bulguların oranı literatürde bildirilenden daha düşük bulun-muştur. Gerek romatizmal ateş anamnezi veren vakalar, gerekse valvül lezyonu bulunan vakaların cinsiyete göre dağılımı literatüre uygun olarak anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül hasara bulunan çocukların yaşa göre dağılımı literatüre uygun olarak giderek artış göstermiştir. Çalışmamızda valvül lezyonu % 1,2 oranında bulunmuştur. Bu değerler İran' dan bildirilen değerlerden daha düşük fakat, diğer gelişmekte olan ülkelerden ve ülkemizde bildirilen değerlerden daha yüksektir. Valvül lezyonlarının incelenmesinde literatürdeki verilere uygun olarak en çok mitral valvül tutuluşunun olduğu bunu aort valvül tutuluşunun izlediği görülmüştür. Yine literatüre uygun olarak en çok rastlanan valvül lezyonu tipi mitral yetersizlik olmuştur. Literatürde bildirilen farklı olarak gerek mitral ve gerekse aort tutuluşu cinsiyete göre anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül tutuluşu gösteren vakaların geriye dönük olarak anamnezlerinin incelenmesinde %37,2 vakada romatizmal ateşi düşürülerek bir şikayete rastlanmamıştır. Bu durum şikayetlerin hafif olup unutulmuş olmasına veya karditin diğer major bulgular olmadan ortaya çıkabilmesine bağlanmıştır.
In the 1984-1985 academic year, among 4065 students who were randomly selected from primary school children in Diyarbakır city center with a systematic sampling rate of 10%, the rate of rheumatic fever by using a questionnaire was found to be 9.1%. This rate is higher than the rates found in studies conducted in other regions of our country. When the anamnesis of these children were deepened retrospectively, the fact that at the time of diagnosis, most of the children had only extremity pain and no examination was performed, it was thought that some of these pains may have occurred due to reasons other than rheumatic fever. Because of the retrospective diagnosis, the rate of major findings was lower than that reported in the literature. The distribution of patients with rheumatic fever history and valvular lesions by gender did not show a significant difference in accordance with the literature. The distribution of children with valve damage by age has increased gradually in accordance with the literature. Valvule lesion was found in 1.2% in our study. These values are lower than the values reported from Iran, but higher than the values reported in other developing countries and in our country. In the examination of valvule lesions, it was observed that, in accordance with the data in the literature, the most frequent mitral valve involvement was followed by aortic valve involvement. Again, in accordance with the literature, the most common type of valve lesion was mitral insufficiency. Unlike the difference reported in the literature, both mitral and aortic involvement did not differ significantly according to gender. In the retrospective examination of the anamnesis of the cases with valve involvement, no complaints were found by reducing rheumatic fever in 37.2% of the cases. This situation was attributed to the symptoms being mild and forgotten or the occurrence of carditis without other major findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Deneysel Sepsis Modelinde Oksidan-Antioksidan Sistem Ve Akciğer Histopatolojisi Üzerine Oktreotid’in Doza Bağımlı Etkileri
Abdüsselam Seydanoğlu, Mehmet Gül, Sami Erdem, Başer Cander, Murat Ayan, Hatice Toy, Metin Bircan, Abdullah Sadık Girişgin
Araştırma makalesi
Özeti
Deneysel Sepsis Modelinde Oksidan-Antioksidan Sistem Ve Akciğer Histopatolojisi Üzerine Oktreotid’in Doza Bağımlı Etkileri
Dose-Dependent Effects Of OctreotIde On OxIdant-AntIoxIdant Status And Lung HIstopathology DurIng ExperImental SepsIs
Amaç, bir somatostatin analoğu olan oktreotidin (OCT) deneysel sepsis modelinde oksidan-antioksidan durum ve akciğer histopatolojisi üzerine etkilerini araştırmaktı. 40 adet dişi Sprague-Dawley rat 4 gruba ayrıldı. SHAM grubunda sadece laparotomi uygulandı. SEPSİS grubunda ÇLP yöntemiyle sepsis oluşturuldu. OCT-50 ve OCT-100 grubundaki ratlara da ÇLP yöntemi uygulanarak sırasıyla 50 µg/kg ve 100 µg/kg, subkutan (SC) yolla OCT verildi. İlaçlar operasyondan sonra hemen ve 12. saatte olmak üzere 2 eşit dozda uygulandı. SHAM ve SEPSİS grubundaki ratlara ise aynı saatlerde, aynı yolla ve eşit dozlarda serum fizyolojik (SF) verildi. Tüm ratlar cerrahi işlemin 24. saatinde sakrifiye edilerek kan ve akciğer dokusu örnekleri alındı. Kanda glutatyon (GSH) ve malondialdehit (MDA) düzeyleri ölçüldü. Akciğerdeki histopatolojik değişiklikler ışık mikroskobunda incelendi. SHAM ve SEPSİS grupları arasında plazma MDA, eritrosit GSH ve akciğer histopatolojik skorları açısından istatistiksel anlamlı fark vardı (p0.05), aynı değerler açısından SEPSİS ve OCT-100 grupları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p
The aim of the study was to investigate Octreotide (OCT), a synthetic somatostatin analogue, effects on oxidant -antioxidant status and lung histopathology in experimental sepsis. Fourty Sprague-Dawley rats were randomly divided into four groups. Group SHAM underwent only laparotomy. In Group SEPSİS, OCT-50 and OCT-100 were performed sepsis by Cecal Ligation and Perforation (CLP) technique. Group OCT-50 and group OCT-100 received subcutanously (sc) OCT 50 μg/kg and 100 μg/kg respectively after CLP. Group SHAM and group SEPSİS received in same time, route and dose SF. All rats after operation at 24 h. were sacrificed and collected blood and lung tissue samples. Erythrocyte GSH, plasma MDA and lung histopathology were assessed. In group SEPSİS , while MDA levels and lung damage scors increased in sepsis periods, GSH decreased when compared with group SHAM (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Antiepileptik İlaç Serum Konsantrasyonlarının Ölçümünde Hplc Vthe Comparison Of Hplc And Turbidimetric Methods İn The Measurement Of Serum Antiepileptic Drug Concentrationse Türbidimetrik Yöntemlerin
Aysel Kıyıcı, Mehmet Şeneş
Araştırma makalesi
Özeti
Antiepileptik İlaç Serum Konsantrasyonlarının Ölçümünde Hplc Vthe Comparison Of Hplc And Turbidimetric Methods İn The Measurement Of Serum Antiepileptic Drug Concentrationse Türbidimetrik Yöntemlerin
The ComparIson Of Hplc And TurbIdImetrIc Methods In The Measurement Of Serum AntIepIleptIc Drug ConcentratIons
Amaç: Antiepileptik ilaçların serumdaki konsantrasyonlarının ölçümünde yıllardan beri farklı yöntemler kullanılmış olup halen pek çok laboratuvarda değişik yöntemlerle ölçüm yapılmaktadır. Biz çalışmamızda serumda antiepileptik ilaç düzeyi ölçümünde türbidimetrik yöntemi HPLC yöntemi ile karşılaştırarak, türbidimetrik yöntemin performansını değerlendirmeyi amaçladık Gereç ve Yöntem: S.B. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi nöroloji ve pediatri kliniklerinde takipte olan epilepsi hastalarının ilaç düzeyi kontrolü için verdikleri kan örneklerinden her iki yöntemle ölçüm yapıldı. Çalışma aynı hastanenin biyokimya laboratuarında gerçekleştirildi. Karbamazepin için 35, fenitoin için 31 ve fenobarbital için ise 30 örnek çalışmaya alındı. Bulgular: Çalıştığımız ilaçlara ait çalışma içi %CV değerleri düşük ve yüksek düzeydeki serum havuzlarında HPLC yönteminde karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için sırasıyla şöyleydi : % 1.57 ve % 3.62; % 2.15 ve % 4.14; % 1.53 ve % 4.34. Türbidimetrik yöntemde ise aynı serum havuzlarında karbamazepin için % 2.66 ve % 7.03; fenitoin için %1.98 ve %2.04 ve fenobarbital için ise % 3.31 ve % 5.24 bulundu. Ayrıca yöntemin HPLC tekniği ile korelasyonu oldukça iyiydi (Karbamazepin için r = 0.95, fenitoin için r = 0.97 ve fenobarbital için r = 0.86). Yaptığımız geri kazanım çalışması sonuçlarına göre ise türbidimetrik yöntemin karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için % R değerlerini sırasıyla % 80.4, % 88 ve % 86.8 olarak bulduk. HPLC yönteminde ise ortalama % R değerleri karbamazepin, fenitoin ve fenobarbital için sırasıyla % 105, % 107 ve % 110 olarak bulundu. Sonuç: HPLC tekniği serumda antiepileptik ilaç konsantrasyonu ölçümünde referans yöntem olarak kabul edilmektedir. Türbidimetrik yöntemin performansı HPLC ile kıyaslandığında daha zayıftır, ancak daha hızlı ve ucuz olması nedeniyle ülkemizde hala tercih edilmektedir.
Aim: Many different methods have been used for detection of antiepielptic drug concentrations for many years in clinical chemistry laboratories. In our study we aimed to evaluate the performance of turbidimetry as a method for detection of serum antiepileptic drug concentrations by comparing it with HPLC technique. Material and Method: Measurements were performed in both methods teknion the blood samples of the epileptic patients who were in follow up in neurology and pediatrics clinics of Ministry of Health Ankara Education and Research Hospital. This study was carried on laboratory of biochemistry of the same hospital. 35 samples for carbamazepine, 31 for phenytoin and 30 for phenobarbital were taken into this study. Results: Within run CV values for HPLC technique in measurement of sera were as follows for each drug: Carbamazepine 1.57% and 3.62%; phenytoin 2.15% and 4.14%; and phenobarbital 1.53% and 4.34%. They were found in turbidimetric method as follows: Carbamazepine 2.66% and 7.03%; phenytoin 1.98% and 2.04% and phenobarbital 3.3%1 and 5.24%. There was a significant correlation between turbidimetric method and HPLC technique (for carbamazepine r= 0.95, phenytoin r= 0.97 and phenobarbital r= 0.86 ). The recovery rates for each drug in turbidimetry were satisfactory (carbamazepine R%= 80.4%, phenytoine 88% and phenobarbital 86.8%).They were as follows in HPLC technique: R%= 105%, 107%, 110%. Conclusion: HPLC technique is accepted as a reference method for detection of serum antiepileptic drug concentrations. The performance of turbidimetric method is weak when compared with HPLC technique. But because of the cost effectiveness and the short turn around time, turbidimetry was preferred in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntraperitoneal Adezyonların Önlenmesinde Fosfolipid Solusyonlarının Etkileri
Şakir Tekin, Veli Can Yarar, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Mustafa Şahin, Mustafa Cihat Avunduk
Araştırma makalesi
Özeti
İntraperitoneal Adezyonların Önlenmesinde Fosfolipid Solusyonlarının Etkileri
PhospholIpId SolutIons For PreventIon Of IntraperItoneal AdhesIons
Amaç: Çalışmamızda fosfolipid solüsyonlarının peritoneal reepitelizasyon sırasında hasarlı yüzeyler arasında kayganlık sağlayarak ve hasarlı yüzeyleri birbirinden ayırarak adezyon oluşumunu önlemedeki etkilerini incelemeyi planladık. Materyal ve Metod: Çalışmada 30 adet Wistar Albino cinsi dişi rat 2 gruba ayrıldı. Bütün ratlara steril spançlar ile çekum serozasında noktasal hemoraji oluşturacak şekilde serozal hasar oluşturuldu, sağ taraftan 1 cm2 genişliğinde periton tabakası eksize edilerek aynı girişim uygulandı. Grup I (kontrol): 3 ml %09’luk NaCl, Grup II (fosfolipid): Abdomen kapatılmadan önce 75 mg/kg dozda % 10’luk fosfolipid solusyonu (Fresenius Kabi Deutschland) intraperitoneal verilerek abdomen kapatıldı. Postoperatif 10. günde ratlar sakrifiye edildi. Adezyon alanları makroskopik olarak incelendikten sonra yapışıklık oluşturmuş alanlar kalibrasyon cetveli kullanılarak hesaplandı. Mikroskopik incelemede lenfositler, plazma hücreleri, polimorfonükleer hücreler, histiyositler ve fibroblastlar farklı farklı işaretlenerek Clemex Image Analizi sistemi ile otomatik olarak sayıldı. Bulgular: Çalışmamızda fosfolipid grubunda makroskopik olarak adezyon oluşumunda kontrol grubuna göre belirgin bir azalma tespit edildi. Bu fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Mikroskopik olarak fibroblast ve PMNL oranlarında her iki grup arasında farklılık saptanmış ve bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre kullanılan fosfolipid solüsyonu postoperatif adezyonu azaltmaktadır. Maliyetinin düşük olması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle fosfolipid solusyonlarının postoperatif intraperitoneal adezyonları önlemede etkili olacağını düşünmekteyiz.
Aim: In this study we aimed to analyze effects of phospholipid solutions (preventing adhesions by increasing slipperiness between damaged surfaces and detaching them) during peritoneal reepitelization. Material and Method: Thirty Wistar Albino type rats divided in two groups. Caecum serosa was damaged using sterile gauzes to achive light serosal haemorrhagy and 1 cm2 of periton excised from right side of abdominal wall in all rats.Group I was applied 3 ml %0.9 NaCl and Group II was applied phospholipid solution (Fresnius Kabi – Deustchland) intrabdominally before closure. Rats sacrified at postopertive 10th day. After macroscopically examining adhesions, adhesion surfaces were calculated with a calibration scale. In microscopic examination lymphocytes, plasma cells, polymorphonuclear cells, histiocytes and fibroblasts were marked and counted with Clemex Image Analysis system. Results: In phospholipid group there was a significant decrease in adhesion formation compared to control group macroscopically. The decrease in adhesion formation was statistically significant (p<0.05). There were also significant differences between two groups in microscopically observed fibroblast and PMNL ratios and this difference was also statistically significant. Conclusions: Usage of phopholipid solutions decreases postoperative adhesions. Application of phospholipid solutions is a cost-effective method for preventing consequent operations for intraabdominal adhesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Formaldehit Uygulamasıyla Akciğerlerde Oluşan Hasar Üzerine Omega-3 Yağ Asitlerinin Koruyucu Etkisi
İsmail Zararsız, M. Fatih Sönmez, H. Ramazan Yılmaz, Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Formaldehit Uygulamasıyla Akciğerlerde Oluşan Hasar Üzerine Omega-3 Yağ Asitlerinin Koruyucu Etkisi
The ProtectIve Effects Of Omega-3 Fatty AcIds AgaInst Of Formaldehyde-Induced OxIdatIve Damage To Lungs In Rats
Bu çalışmada, formaldehitin akciğer dokusu üzerine olan toksik etkileri ve bu toksik etkilere karşı omega-3 yağ asitlerinin koruyucu etkisi histolojik ve biyokimyasal olarak araştırıldı. Bu amaçla, 21 adet Wistar-Albino cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki sıçanlar kontrol olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçanlara gün aşırı olarak formaldehit enjekte edildi. Grup III’deki sıçanlara ise, formaldehit enjeksiyonu ile birlikte günlük olarak omega-3 yağ asiti verildi. 14 günlük deney süresi sonunda bütün sıçanlar dekapitasyon yöntemi ile öldürüldü. Hayvanlardan alınan akciğer doku örnekleri rutin histolojik prosedürler uygulandıktan sonra ışık mikroskobunda incelendi. Ayrıca akciğer doku örneklerinde süperoksit dismutaz (SOD), katalaz (CAT), ksantin oksidaz (XO) ve malondialdehit (MDA) enzim aktiviteleri spektrofotometrik olarak tayin edildi. Çalışmamızda, formaldehit uygulanan sıçanlarda SOD, XO ve MDA düzeylerinde kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bir artışın olduğu tespit edildi. CAT değerlerinde ise anlamlı bir azalma görüldü. Bu grubun ışık mikroskobik incelemesinde pulmoner interstisyumda kanama alanları, hemosiderin yüklü makrofajlar ve terminal bronşiollerde epiteliyal dökülmelere rastlandı. Formaldehit maruziyeti ile birlikte omega-3 yağ asiti verilen sıçanlarda ise, formaldehit maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin azaldığı tespit edildi. Ayrıca SOD, XO ve MDA düzeylerinde bir azalma olurken, CAT değerlerinde bir artışın olduğu görüldü. Sonuç olarak, sıçanlarda formaldehit maruziyeti sonucu akciğer dokusunda oksidatif hasarın oluştuğu ve bu hasarın omega-3 yağ asitleri uygulaması ile önlendiği tespit edildi.
In this study the toxic effects of formaldehyde to lungs and protective effects of omega-3 fatty acids against these toxic effects were investigated at histological and biochemical levels. For this purpose, 21 adult male Wistar rats were divided into three groups. Rats in group I were used as control. Rats in group II were injected with formaldehyde every other day. Rats in group III Daily received omega-3 fatty acids with injection of formaldehyde. At the end of 14 days experimental period all rats were killed by decapitation. The lung tissue specimens which were taken from the rats were examined under light microscope after performing the routine histological procedures. The activities of superoxide dismutase (SOD), catalase (CAT), xanthine oxidase (XO) and malondialdehyde (MDA) were determined in the lung specimens by using spectrophotometric methods. In our study in rats whom formaldehyde was given a statistically significant increase in the levels of SOD, XO and MDA was determined when compared to control group. A significant decrease in the level of CAT was also detected. In the light microscopic examination of this group, bleeding areas in interstitium, hemosiderin loaded macrophages and ephitelial spilths on terminal bronchiales was observed. It was determined that the histological variances which caused by formaldehyde exposure were decreased in ratswhom received omega-3 fatty acids along with formeldehyde. In addition a decrease in SOD, XO, MDA levels and an increase of CAT levels were determined. Asa result, it was determined that damage accured in lung tissue of rats exposured to formaldehyde and this damage was prevented by the application of omega-3 fatty acids.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
Hasan Koç, Hızır Yılmaz, İsmail Reisli, Mustafa Altındiş, Hüseyin Altunhan, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
NosocomIal InfectIons At Newborn IntensIve Çare UnIt
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları yenidoğan ünitesine 1992-1996 yılları arasında yatırılan 4468 çocuk hastanın 236’sında(% 5.2) hastane enfeksiyonu saptandı. Bu enfeksiyonların 169’u (%71.6) prematüre bebeklerde, 67’si (%28.4) ise matür bebeklerde gelişmiştir. Matür bebeklerde enfeksiyon gelişme oranı % 2.2 iken, prematürelerde % 11.5 idi. Hastane enfeksiyonlarından sepsis (% 73.1) en sık görülürken, menenjit %19.3, pnomoni %3.4 ve diğer enfeksiyonlar %4.2 oranında tesbit edildi. Değişik vücut sıvılarından alınan kültürlerden 32’sinde bakteri üretilebildi (%13.5). Etkenler arasında Klebsiella spp. 9(%28.1), Escherichia coli (E.coli) 8(%25.0) olarak saptandı. Hastane enfeksiyonlarından ölüm oranı pnömonide %87.5, sepsisde %61.5, menenjitte %8.7 ve diğerlerinde %40.0 bulundu. Genel olarak hastane enfeksiyonlarının %51.6’sı ölüm ile sonuçlandı.
236 (5.2%)nosocomial infections were detected in 4468 patients hospitalised in our newborn unit in Medical Fa- culty, Selçuk University between 1992 and 1996. 169 (71.6 %) of the infections detected were in prematüre ba- bies while 67 (28.4%) of them in mature babies and that numbers corresponded 11.5 percent and 2.2 res- pectively. The most common infection was sepsis (73.1%) and others such as menengitis (19.3%), pneumonia (3.4%) and others (4.2%) followed it. At least one microorganism growed in 32 (13.5%)specimens obtained from various body fluids. 9 (28.1%) of the miroorganisms were Klebsiella spp. and 8 (25.0%) of were E.coli Mortality rates of the infections were 87.5% for pneumonia, 61.5% for sepsis, 8.7% for menengitis and 60.0% for others, which corresponded an average mortality rate of 51.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyasyona Bağlı Tükürük Bezi Hasarının Önlenmesinde Çinko Sülfat Ve Amifostin Etkisi
Meryem Aktan, Mustafa Vecdi Ertekin, Ebru Örsal, Hilal Kızıltunç Özmen
Araştırma makalesi
Özeti
Radyasyona Bağlı Tükürük Bezi Hasarının Önlenmesinde Çinko Sülfat Ve Amifostin Etkisi
EffIcacy Of ZInc Sulphate And AmIfostIne In PreventIon Of RadIatIon Induced SalIvary Gland Damage
Amaç: Baş ve boyun kanserlerinin tedavisinde radyoterapi önemli rol oynar. Bununla birlikte, küratif tedavide mukozit ve ağız kuruluğu en sık görülen yan etkilerdir. Bu prospektif, randomize çalışmanın amacı, baş ve boyun kanserli hastalarda radyasyon kaynaklı tükürük bezi hasarının önlenmesinde çinko sülfat ve amifostinin etkinliğini kantitatif tükürük bezi sintigrafisi (QSGS) kullanarak karşılaştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Radyo ± kemoterapi alan 30 baş-boyun kanseri hastası çinko sülfat veya amifostin gruplarına random olarak atandı. Tüm hastalar RT sırasında haftada bir kez Radyasyon Tedavisi Onkoloji Grubu (RTOG) Akut Radyasyon Morbidite Skorlaması kullanılarak oral mukozit yönüyle değerlendirildi ve kilo takibi yapıldı. Tedaviden önce ve 2 ay sonra tükürük bezi sintigrafisi çekildi. Zaman-aktivite eğrilerini kullanılarak, tedavi öncesi ve sonrası arasındaki maksimum alım (UR) ve bağıl tükürük atılımı oranındaki (ER) değişiklikler hesaplandı. Ölçümler istatistiksel olarak Mann-Whitney U testi kullanılarak karşılaştırıldı. İstatistiksel anlamlılık p <0.05 olarak tanımlandı.
Sonuç: Çinko sülfatın tükürük bezleri üzerindeki koruyucu etkisi amifostine benzerdi ve UR, ER sonuçları, oral mukozit veya iki grup arasında kilo kaybı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Her iki destek tedavisinin etkinliği karşılaştırıldı ve istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı. Bununla birlikte, maliyet farkı nedeniyle, çinko sülfat kullanımı, ağız kuruluğu, oral mukozit ve diğer toksik etkilerin önlenmesi için amifostine bir alternatif olabilir. Bu konuda daha fazla hasta ile daha uzun takip süreleri içeren çalışmalarınyapılması önerilmektedir.
Aim: Radiotherapy plays a significant role in the management of head and neck cancers. However, mucositis and xerostomia are the most common side effects in curative treatment. The aim of this prospective, randomized study is to compare the efficacy of zinc sulphate and amifostine in preventation of radiation induced salivary gland damage in head and neck cancer (HNC) patients using quantitative salivary gland scintigraphy (QSGS).
Patients and Methods: Thirty patients with HNC who had received radio±chemotherapy were randomly assigned to receive either zinc sulfate or amifostine. All the patients were once a week during RT for oral mucositis using the Radiation Therapy Oncology Group (RTOG) Acute Radiation Morbidity Scoring criteria, and measurement of body weight. Before and 2 months after treatment, salivary gland scintigraphy was performed. Using the time–activity curves, changes in the maximum uptake (UR) and relative saliva excretion rate (ER) between pre- and post- treatment were calculated. The measurements were statistically compared using paired Mann-Whitney U test. Statistical significance was defined as p < 0.05.
Results: The protective effect of zinc sulphate on the salivary glands was similar to amifostine and there were no statistically significant difference in UR, ER results at QSGS, oral mucositis or weight loss between the two groups.
Conclusion: The effectiveness of both support therapy was compared and there was no significant difference in efficacy. However, because of the cost difference, the use of the zinc sulphate can be an alternative to amifostine for prevention of xerostomia, oral mucositis and other toxic effects. Further studies with more patients and follow-up are suggested in this regard.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Şükrü Serdar Balcı, Nilsel Okudan, Hamdi Pepe, Serkan Revan, Hakkı Gökbel, Muaz Belviranlı, Hasan Akkuş
Araştırma makalesi
Özeti
Yürüyüş Ve Koşu Aktiviteleri Süresince Yağ Ve Karbonhidrat Oksidasyonundaki Değişimler
Changes In Fat And Carbohydrate OxIdatIon DurIng WalkIng And RunnIng ActIvItIes
Bu çalışmada aynı ve farklı hızlarda yapılan yürüyüş ve koşu egzersizleri süresince yağ ve karbonhidrat oksidasyon oranlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlandı. Araştırmaya düzenli olarak egzersiz yapmayan, orta düzeyde aktif ve sigara kullanmayan 11 sağlıklı erkek öğrenci gönüllü olarak katıldı. Katılımcıların bireysel yürüyüşten koşuya geçiş hızları (YKGH) belirlendi. Katılımcıların her biri 2413,5 metrelik mesafeyi ayrı günlerde kendi YKGH ‘nda yürüyüş (YKGH-Y), koşu (YKGH-K) ve bu hızdan 2 km/saat daha yavaş yürüyüş (YKGH-2), 2 km/saat daha hızlı koşu (YKGH+2) olmak üzere dört farklı aktiviteyle kat etti. Yürüyüş ve koşu aktiviteleri sürecinde pulmoner gaz değişimi indirekt kalorimetreyle takip edilerek, yağ ve karbonhidrat oksidasyon miktarları hesaplandı. En yüksek yağ oksidayonu YKGH’da yapılan koşu aktivitesinde meydana geldi ve bu oksidasyon miktarı YKGH-Y aktivitesine göre önemli düzeyde yüksekti. YKGH-Y aktivitesindeki karbonhidrat oksidasyon miktarı YKGH-2, YKGH+2 aktivitelerinden önemli düzeyde yüksekti. Yürüyüş veya koşu aktivitelerinde yağ oksidasyonu miktarlarındaki farklılıkların aktivite tipinden ziyade, aktivitelerin yoğunluklarından kaynaklandığı söylenebilir.
The aim of the study was to investigate the changes in fat and carbohydrate oxidation rates in the same and different activity speed during walking and running. Eleven healthy males participated in this study. The subjects’ individual preferred walk-to-run transition speeds (WRTS) were determined. Each subject covered 1.5 mile distance for four exercise tests; walking (WRTS-W) and running (WRTS-R) tests at WRTS, 2 km.h-1 slower walking than WRTS (WRTS-2) and 2 km.h-1 faster running than WRTS (WRTS+2). The expired air was measured and analyzed breath-by-breath using an automated online system and heart rate was monitored and recorded throughout walking and running tests. Maximal fat oxidation was observed at the WRTS-R activity. Fat oxidation rate was significantly higher in WRTS-R than WRTS-W. Also, carbohydrate oxidation rates were significantly higher in WRTS-W activity than WRTS-2 and WRTS-2 activities. Our results indicate that differences in fat oxidation during running and walking might have been resulted from activity intensity rather than activity mode.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezinde Annenin Çalışma Durumuna Göre Emzirme Süresi Ve Ek Gıda İle İlgili Tutumu
Said Bodur, Hatice Yıldız, Mesude Mermer, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezinde Annenin Çalışma Durumuna Göre Emzirme Süresi Ve Ek Gıda İle İlgili Tutumu
Mothers’ AttItudes On BreastfeedIng PerIod And Supplemented Food Based On TheIr VvorkIng Status In Konya
Amaç: Bu çalışma, annenin çalışma durumunun emzirme ve ek gıda ile ilgili tutum üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma Konya il merkezinde 12 ayını doldurmuş çocuğu olan 458 kadın (302’si ev hanımı, 156’sı çalışan kadın) üzerinde yapıldı. Büyüklüğü formülle belirlenen örneklem, iki aşamada seçildi. İlk aşamada, toplumda nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yapıldı. İkinci aşamada ise kreşlerdeki çocukların anneleri örneğe dahil edildi. Veriler, anket yardımıyla yüz yüze görüşerek elde edildi. Bulgular: İlkokuldan sonra öğrenim görme oranı ev hanımı annelerde (% 25), çalışan annelerden (% 96) düşüktü. Emzirme süresi ortancası ev hanımlarında 12 ay, çalışan annelerde 8 ay olup aradaki fark önemliydi. Ek gıdaya 4. aydan önce başlama oranı ev hanımlarında çalışan annelerden iki kat daha fazlaydı. Annelerin üçte birinin hazır mama ile ek gıdaya başladığı, ev hanımı annelerin ek gıdaya yemek suları ile başlama oranının çalışan annelerden daha yüksek olduğu belirlendi. Sonuç: Çalışan annelere sosyal destek verilmesi bebeklerini daha uzun süre emzirmelerini sağlayabilir. Ayrıca, toplumda kadınların öğrenim düzeyinin artırılması ve bebek beslenmesi konusunda bil gilendirmeye ağırlık verilmesi, emzirme ve ek gıda konusunda olumlu davranışları artırabilir.
Aim: İn this study, it was aimed to determine the effect of vvorking status of mothers on breastfeeding and using additive food for feeding. Methods: The study vvas consisted of 458 mothers (302 housevvives and 156 vvorking women) having at least 12 months old children. The population samples chosen by using a formula vvere select- ed in tvvo steps. İn the first step, the cluster sampling systematically based on population localities. İn the second step, the mothers of children living in day-center vvere taken into the survey population. Data vvere obtained via çuestonnaire techniçue by intervvieving. Results: The ratio of mothers vvho continued educating after primary school vvas 25% of housevvives and 96% of vvorking mothers. The median of breastfeeding period in housevvives vvas 12 months, but in vvorking mothers it vvas 8 months. This difference vvas significant. The ratio of initiation time of using additive food for feeding before the first four month in vvorking mothers vvas tvvo-fold than that in the house- vvifes. One third of mothers started to feed their babies with commercial supplement foods. The ratio of housevvife mother, starting vvith fluid of home made meal, vvas higher than in vvorking mothers. Conclusion: VVorking moth ers could be supported for breastfeeding their babies for longer period. İn addition, increasing education levels of female population and education on infant feeding may encourage to positive attitudes for giving the supplement ed food and breastfeeding in population.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryen Girişimlerinde Genel Ve Spinal Anestezinin Anne Ve Yenidoğan Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
Canan Balcı, Dilek Toprak, R. Gül Sıvacı, Simay Serin
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryen Girişimlerinde Genel Ve Spinal Anestezinin Anne Ve Yenidoğan Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of General And SpInal AnesthesIa On The Mother And Newborn In SelectIve Cesarean OperatIons
Our study was performed to compare the effects of general and spinal anesthesia on the hemodynamic values of the mother, APGAR and umbilical vein blood gases of the newborns. 128 term, pregnant volunteer womwn who were planned for cesarean section and in group ASA I-II were included in the study. The subjects randomly devided into two groups. In group I (n=60), induction was performed with iv. propofol per 2 mg kg-1 and the maintenance dose was provided with the mixture of 1% sevofluran, 50% air and 50% O2 . In group II (n=68), spinal anestesia was performed in left lateral position, by injecting 7.5 mg (1.5 ml) hyperbaric bupivacain intrathecally, through L3-L4 intervertebral space, with 24 gauce spinal needle. Spinal anesthesia elevated to T6-7 level. Both groups preloaded with 10 mL/kg-1h-1 % 0.9 NaCL solution. Systolic and diastolic blood pressures, meanterial pressures, pulse rates and peripheric oxygen saturations reported in all subjects of group I, before the induction and in 1., 2., 3., 4., 5., 10., 15. and 30. Minutes after endotracheal entubation. In spinal anesthesia group it is reported in 1., 2., 3., 4., 5., 10., 15. and 30. Minutes after the anesthesia. When we compared the pulse rates and mean arterial pressures of both groups, these values were low in spinal anesthesia group which were found to be statistically significant (p<0.05). The arterial blood gases (pCO2, pO2), pH of the mother and APGAR (1., 5., 10. minutes) scores of the newborns were better in spinal anesthesia group, and statistically significant (p<0.005). As a result, regarding the undesired effects of the spinal anesthesia on mother’s hemodynamic parameters like hypotension and bradycardia; in cesarean secion cases it must be used carefully. We can advice its safely use regarding to the results of the arterial blood gases and APGAR scores of the newborns after taking preventive measures especially against deep hypotension
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
Mehmet Ali Eryılmaz, Said Bodur, Seher Civcik, Yasemin Durduran
Araştırma makalesi
Özeti
Ketem’e Başvuran Kadınlarda Meme Şikâyetlerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Breast ComplaInts Of Women ApplyIng To Ketem
Konya Kanser Erken Teşhis-Tarama Ve Eğitim Merkezi (KETEM)’ne 2007-2010 yıllarında başvuran kadınların mevcut ve geçirilmiş meme yakınmalarının dağılımı ve demografik değişkenlerle ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı. KETEM’in elektronik ortamdaki veri giriş paneline ait bilgiler, çalışma için gerekli olanları süzülerek ve kişisel bilgilerden arındırılarak, Excel dosyası formatında elde edildi. Bağımlı ve bağımsız değişkenler demografik özellikler ve meme şikâyetleriydi. Veriler SPSS ortamına aktarıldı ve analiz edildi. Betimleyici istatistikler kullanıldı. İlişkilerin belirlenmesinde adım adım lojistik regresyon analizi yapıldı. Konya KETEM’e 2007- 2010 yıllarında başvuran ve meme sorgusu yapılan 19600 kadının yaş ortalaması 44±12 yıl olup % 92’si sosyal güvenceye sahipti. Kadınların ilk adet yaşı ortancası 13 yıl, canlı doğum sayısı ortancası 3 çocuk, toplam emzirme süresi ortancası 36 ay idi. OKS kullananların oranı % 9, sigara içenlerin oranı % 7, şişmanlık oranı % 33 ve bitkisel ağırlıklı beslenme oranı sadece % 2 idi. Mamografi çektirme oranı % 32, kendi kendine meme muayenesi yapma oranı % 18’di. Kadınların % 44’ü herhangi bir meme şikâyetine, % 8’i de geçirilmiş meme hastalığı öyküsüne sahipti. Meme yakınması varlığı yaş, boy, canlı doğum sayısı, toplam emzirme süresi ve beslenme tipi ile ilişkili bulunurken, geçirilmiş meme hastalığı boy ve sigara kullanımı ile ilişkili bulundu (her biri için en az p
To determine the distribution and association with demographic variables of breast complaints of women in Early Diagnosis-Scanning and Education Centers (KETEM). Electronically kept data in Konya KETEM was analyzed by omitting personal information via SPSS package software in 2011. Dependent and independent variables were demographic features and breast complaints. Descriptive statistics were used, and logistic regression analysis was performed step by step to define the correlations. Mean age of women applying to KETEM between 2007 and 2010 was 44±12 years, and 92% were of social security. Median age of first menstrual cycle was 13 years, median number of living births was 3, and median total duration of breastfeeding was 36 m. The rates of OKS use, smokers, obesity and vegetative life style were 9%, 7%, 33% and 2%, respectively. The rates of mammography and self-checked breast examination were 32% and 18%, respectively. 44% had any kind of breast complaints, and 8% had a history of experienced breast disease. While the existence of complaints was associated with age, height, number of living births, total breastfeeding duration and type of nutrition, experienced breast disease was related to height and smoking (at least, p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
Ömer Tanyeli
Araştırma makalesi
Özeti
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır. Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kikuchi Lenfadeniti. Bir Olgu Sunumu Ve Türkiye’den Bildirilmiş Olguların Değerlendirmesi.
Halil Kıyıcı, Erdal Karagülle, Eda Ermişler
Olgu sunumu
Özeti
Kikuchi Lenfadeniti. Bir Olgu Sunumu Ve Türkiye’den Bildirilmiş Olguların Değerlendirmesi.
KIkuchI’s LymphadenItIs. A Case Report And EvaluatIon Of Cases Reported From Turkey
Kikuchi lenfadeniti tanısı konan bir olgunun sunumu eşliğinde Türkiye’den bildirilmiş aynı tanıya sahip olguların topluca değerlendirilmesi. 26 yaşında, koltuk altında ele gelen kitle ve ateş şikayetleriyle başvuran kadın hastada tüberküloz lenfadeniti klinik ön tanısıyla eksizyonel lenf nodu biyopsisi yapılmıştır. Patolojik incelemede lenf nodlarında düzensiz keskin sınırlı nekroz odakları görülmüştür. Bu odaklarda yoğun histiyosit proliferasyonu saptanmış, nötrofil lökosit infiltrasyonu görülmemiştir. Enfeksiyöz lenfadenitlerin ve lenfomanın ekarte edildiği bu olguda klinik ve morfolojik bulguların Kikuchi lenfadeniti ile uyumlu olduğu görülmüştür. Nadir görülen bir lenfadenopati olan Kikuchi hastalığı, özellikle lenfoma ile ayırıcı tanıya girmesi sebebiyle özel bir öneme sahiptir. Bu hastalık, klinik ön tanılar içine pek konulmadığından dolayı patolojik değerlendirmede mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu olgu sunumu ile birlikte Türkiye’den bildirilen toplam 31 olgunun yaş ortalaması 31’dir. Bu olgularda kadın / erkek hasta oranı 1.45’tir. En sık saptanan klinik bulgular ele gelen şişlik ve ateştir. Şişlik, ağrılı veya ağrısız olabildiği gibi, ateş de subfebril olabilmektedir. En sık servikal bölge, ikinci sıklıkta aksiller bölge tutulmaktadır. Laboratuvar bulgusu olarak sıklık sırasıyla ESR, CRP, LDH yüksekliği ve lökopeni görülür. Bu patoloji, özellikle lenfoma ve sebebi bilinmeyen ateş klinik ön tanıları olan, servikal – aksiller lenfadenopatisi bulunan olguların ayırıcı tanısına dahil edilmelidir.
Evaluation of Turkish cases reported as Kikuchi lymphadenitis, together with an additional case report. Excisional lymph node biopsy is performed on a 26 years old female patient, who is admitted to the hospital with complaints of a palpable mass at axilla and fever. Pathological examination revealed multiple foci of necrosis with sharp, irregular borders. Dense histiocytic proliferation without presence of neutrophil leukocytes is seen in these foci. Clinical and morphological findings of this case are found to be concordant with Kikuchi’s lymhadenitis. As a rare type of lymphadenitis, Kikuchi’s disease has a special importance due to its inclusion in differential diagnosis of lymphoma. Since it is uncommon to be counted in clinical pre-diagnosis, it must be absolutely taken into consideration in pathological evaluation. Together with this case report, mean age of totally 31 cases from Turkey is 31. Female to male ratio of these cases is 1.45. The most common clinical findings are palpable mass and fever. Masses may be painful or painless, as if fever may be subfebrile. Most common location is cervical region and the second common location is axillary region. As laboratory findings, ESR, CRP and LDH levels are increased and leukopenia is found. This pathology must be included especially in differential diagnoses of cases with clinical pre-diagnoses of lymphoma and fever of unknown origin.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
Sıddıka Fındık, Hasan Esen, Pembe Oltulu, Fahriye Kılınç, Zeliha Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Stromal Tümörlerin Histopatolojik Ve İmmünhistokimyasal Özellikleri
HIstopathologIcal And ImmunohIstochemIcal CharacterIstIcs Of GastroIntestInal Stromal Tumors And RIsk Group AnalysIs
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler (GİST); gastrointestinal traktın en sık görülen mezenkimal tümörleridir. Gastrointestinal sistemin peristaltizmini düzenleyen interstisyel Cajal hücrelerinden köken aldıkları düşünülmektedir. Gastrointestinal stromal tümörler farklı morfolojik ve biyolojik davranış özellikleri ile heterojen bir tümör grubudur bu nedenle farklı ülkelerde farklı epidemiyolojik, klinikopatolojik ve prognostik özellikler sergileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, son 10 yılda GİST tanısı alan 100 olgunun histopatolojik, immünhistokimyasal özellikleri ve risk gruplarının analizini yapmaktır.
Hastalar ve Yöntem: 2006- 2016 yılları arasında patoloji laboratuarımızda GİST tanısı alan 100 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların çap ve mitoz oranlarına göre risk grupları belirlendi. Çap ve mitoz dışındaki histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ile risk grupları arasındaki ilişki analiz edildi. Verilerin analizinde Chi- kare- Fischer testleri kullanıldı.
Bulgular: Olgularımızda yaş ve cinsiyet dağılımı risk gruplarına göre değişmemektedir. En çok; sırası ile kolorektal, ekstra gastrointestinal sistem (mezental, omental ve retroperiton), ince barsak ve mide GİST leri yüksek risk grubunda yer almaktadır. İnce barsak, kolorektal ve ekstra gastrointestinal tümörler daha büyük çaplı olup mide tümörleri daha küçük çaplıdır. İmmünhistokimyasal CD-34, S-100, SMA, desmin ekspresyonu ile risk grupları ilişkili değildir. Ki-67 %10’ un üzerinde ekspresyon gösteren tümörler yüksek risk grubunda yer almaktadırlar. Mide ve ekstra gastrointestinal tümörler daha fazla CD-34 ekspresyonu göstermektedir. Nekroz ve kanama gösteren tümörler ile selüleritesi yüksek tümörlerin bir üst risk grubunda olma oddsları artmıştır. Ülserasyon, büyüme paterni ve atipi ile risk grupları arasında ilişki mevcut değildir.
Sonuç: GİST ler gastrointestinal sistemin nadir tümörlerinden olup farklı bölgelerde, farklı varyasyonlarda ortaya çıkabilirler. GİST lerin histopatolojik ve immünhistokimyasal olarak detaylı incelenmesi ve risk gruplarına göre klasifiye edilmesi klinik tedavi ve takipte önemli rol oynamaktadır.
Aim: Gastrointestinal stromal tumours (GISTs) are the most common mesenchymal tumours of the gastrointestinal tract. GISTs are thought to originate from the precursors of interstitial Cajal cells which regulate gastrointestinal peristaltism. GISTs include a group of heterogeneous tumors with different morphology and biologic behavior so their epidemiology, clinico-pathological features and prognosis is distinct in different countries. The aim of this study is to analyze the histopathological, immunohistochemical characteristics and risk groups of 100 patients with GIST in the last 10 years in our depertment.
Patients and Methods: Between 2006-2016, 100 patients with GIST diagnosed in our Pathology laboratory were examined retrospectively. Risk groups were determined according to diameter and mitotic rates of the cases. Histopathologic and immunohistochemical features excluding diameter and mitosis were analyzed and the relationship between risk groups was analyzed. A Chi-care- Fischer was used for descriptive statistical analysis.
Results: In our cases, there is no relationship between age, gender and risk groups. Colorectal, extra gastrointestinal system (peritoneum, mesentery and retroperitoneum), small intestine and stomach GISTs are in high risk group respectively. Small intestine, colorectal and extra gastrointestinal system tumors are larger diameter than stomach tumors. There is no relationship between immunohistochemical CD-34, S-100, SMA, desmin and risk groups. Tumors expressing over 10% of Ki-67 are in high-risk group. Stomach and extra gastrointestinal tumors represent more CD-34 expression. Tumors with necrosis, haemorrhage and high cellularity are at higher risk group. There is no relationship between risk groups and ulceration, growth pattern and atypia.
Conclusions: GISTs are rare tumors of the gastrointestinal tract and may occur in different regions, in different variations. Detailed histopathologic and immunohistochemical examination of the GİSTs
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
İnci Kara, Gülperi Çelik
Derleme
Özeti
Böbrek Nakilli Hastalarda Anestezi Yönetimi
AnesthesIa Management In PatIent WIth Renal Transplant
Böbrek nakli gerçekleştirilen hastalar yaşam sürelerinin uzaması ve normal yaşantılarına devam edebilmeleri nedeniyle herhangi bir cerrahi müdahaleyle karşı karşıya gelebilirler. Bu derlemede herhangi bir sebeple cerrahi geçirecek böbrek nakilli hastaların anestezi açısından yönetiminin özetlenmesi amaçlanmıştır.
Renal transplanted patient may encountered any surgical procedures because of improving the survival rates and keeping their normal life. This review aims to summarize the management of renal transplanted patients who undergo any surgery under anesthetic aspect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Hasan Önner, Mustafa Erol
Araştırma makalesi
Özeti
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of The Integrıty Of Actıve Inflammatıon By Comparıng 18f-Fdg Pet/ct Fındıngs And Neutrophıl-Lymphocıde Rate In Sarocoıdosıs.
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Aim
The decision to start treatment in sarcoidosis is made based on clinical and radiological findings and changes in pulmonary function test findings during follow-up, and more useful tools are needed in treatment management. F-18 fluorodeoxyglucose (18F-FDG) positron required important tomography / computed tomography (PET/CT) contains important information about the extent of sarcoidosis. On the other hand, the neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) opens as a good prognostic marker for tissue-related inflammation. This study evaluated the relationship between the 18F-FDG PET/CT findings of sarcoidosis and NLR and other clinical findings.
Material and methods
The data of the patient who was diagnosed with sarcoidosis after 18F-FDG PET/CT examination in our clinic were retrospectively reviewed. Patients' age, gender, NLR values, smoking status, extrathoracic involvement and symptoms, and 18F-FDG PET/CT findings were compared.
Results
This study consisted of 41 patients. There was a strong correlation between NLR and whole body total lesion glycolysis (TLG), and moderate correlation between MAIA and NLR (r values: 0.852, 0.660, both of them p value: <0.001, respectively). There was a significant difference between the groups showing only thoracic involvement and additional extrathoracic involvement with MAIA, TLG and NLR values (p values,: 0.002, 0.001 and, 0.003, respectively). In the classification made according to the symptoms of the patients, there was no significant difference between the groups with SUVmax, MAIA, TLG and NLR values. Median values were found to be significantly higher in the elderly group (p values: 0.037 and 0.040, respectively). In the classification made according to gender; there was no significant difference in both PET/CT parameters and NLR values.
Conclusion
The close relationship between the NLR value, which is accepted as a prognostic indicator in sarcoidosis, and the 18F-FDG PET / CT findings which show the involvement of the disease in the whole body, may provide the clinician with significant benefits in treatment management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopik Girişimlerde Direkt Trokar Girişi İle Veress İğnesi Girişinin Karşılaştırılması
Celalettin Vatansev, Mustafa Şahin, Erşan Aygün, Şakir Tekin, Mustafa Yemiş
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopik Girişimlerde Direkt Trokar Girişi İle Veress İğnesi Girişinin Karşılaştırılması
ComparIson Of DIrect Trocar InsertIon And Veress Needle InsertIon
Amaç : Bu çalışmanın amacı laparoskopik girişimlerde Veress iğne girişi ile direkt trokar girişini komplikasyon, CO2 tüketimi ve zaman kaybı yönüyle karşılaştırmaktır Materyal ve Metodlar: Çalışmaya Ocak 1998-Ocak 2001 döneminde SÜMTF Genel Cerrahi kliniğinde Laparoskopik kolesistektomi uygulanan 152 hasta alındı. Hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı ve Grup I: Direkt trokar ile girildi ve pnömoperiton gerçekleştirildi, Grup II: Veress iğnesi ile girildi ve pnömoperiton gerçekleştirildikten sonra trokar girişi yapıldı. Hastalarda girişlere bağlı olarak gelişen komplikasyon oranları, kamera girişine kadar geçen süre ve bu sürede kullanılan CO2 miktarı ölçüldü. Değerler gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Grup I ve ll’de komplikasyon oranlan sırasıyle % 11.8 ve % 13.2 olarak bulundu, aralarında fark yoktu. Buna karşın ikinci grupta kullanılan CO2 miktarı ve geçen zamanın bir inci gruptan fazla olduğu ve farkın anlamlı olduğu belirlendi (p<0.05). Sonuç: Direkt trokar girişinin zaman kazandırması ve daha az CO2 kullanılması nedeniyle Veress iğnesi kullanımına üstünlüğü olduğu kanaatine varıldı.
Aim: The aim of this study was to compare the effects of direct trocar insertion and Veress needle insertion on complication ratio, CO2 volüme and time consumption during laparoscopic procedures. Materials and Methods: 152 patients were included in this study which vvere operated forcholelithiasis laparoscopically in Selçuk University Meram Medical Faculty betvveen January 1998 - January 2001. The patients vvere divided into tvvo groups ran- domly. Group I: pneumoperitoneum was performed with direct trocar insertion after general anaesthesia, Group II: pneumoperitoneum was performed with Veress needle and trocar vvas inserted after general anaesthesia. Complication ratios and, time consumption and CO2 volüme vvere calculated in tvvo groups. Findings: Copmlication ratios vvere 11.8% in Group I and 13.2% in Group II, and the differences vvere not significant. CO2 volüme used insufflation and insufflation time vvere significantly more in group II than in group I (p<0.001). Conclusion: Direct trocar insertion vvithout pneumoperitoneum vvas superior than Veress needle insertion vvith respect of CO2 volüme and time consumption.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
Deniz Hızlı, Saynur Sarıcı Yılmaz, Serdar Yalvaç, Ömer Kandemir
Araştırma makalesi
Özeti
Ultrasonografik Servikal Uzunluk Ölçümünün Asemptomatik Kadınlarda Preterm Doğumu Tahmin Etmedeki Rolü Nedir?
What Is The Value Of UltrasonographIc CervIcal Length Measurement For PredIctIng Preterm BIrth In AsymptomatIc Women?
Neonatal morbidite ve mortaliteyi azaltmak için prematür doğum riski olan hastaların belirlenmesi oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı, asemptomatik düşük risk grubundaki hastalarda servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolünün belirlenmesi idi. Onaltı-yirmiiki gebelik haftasında olan ve preterm doğum öyküsü olmayan toplam 200 hasta bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Servikal uzunluk transvajinal ultrasonografi ile ölçüldü ve servikal uzunluk ölçümünün düşük riskli populasyonda preterm doğumu tahmin etmedeki rolü istatistiksel olarak değerlendirildi. Preterm doğum insidansı %4.5 (9/200) idi. Term ve preterm grupların ortalama yaşları (±S.D.) sırasıyla 27.7±6.98 ve 24.9±4.47 idi (p=0.222). Term grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (35.0±4.57 mm) ile preterm grupdaki hastaların ortalama servikal uzunluk ölçümü (36.5±6.93 mm) arasında istatistiksel fark tespit edilmedi (p=0.887). Sezaryen doğum oranı preterm grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.04). Düşük risk grubundaki asemptomatik populasyonda tek başına ultrasonografik servikal uzunluk ölçümünün preterm doğumu tahmin etmedeki rolü sınırlıdır. Bu hastalarda servikal uzunluk taraması yapılmasının önerilebilmesi için kanıtlar yetersizdir. Bu nedenle taramadan fayda görecek hastaların belirlenebilmesi için prospektif geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Identification of patients who will deliver prematurely is extremely important to decrease neonatal and maternal morbidity and mortality. The aim of this study was to evaluate the value of cervical length (CL) measurement in predicting preterm birth (PTB) in asymptomatic low risk women. A total of 200 consecutive asymptomatic patients between 16-22 gestational age who had no history of PTB previously were included in this prospective study. CL was measured by transvaginal ultrasonography and the predictive value of CL for PTB was evaluated in this low risk population. The incidence of PTB was 4.5% (9/200). The mean age (±S.D.) of the preterm and term groups was 27.7±6.98 and 24.9±4.47 years, respectively (p=0.222). The CLs at 16-22 weeks were not statistically different between the term group (35.0±4.57 mm) and the preterm group (36.5±6.93 mm) (p=0.887). Cesarean delivery rate was significantly higher in preterm group (p=0.04). Ultrasonographic CL measurement alone has limited value in prediction of preterm delivery in a low risk asymptomatic population. Also there is insufficient evidence to recommend routine CL screening in this subpopulation. Further larger prospective studies are needed to identify patients that may benefit most from such screening.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
Ebubekir Gündeş, Murat Çakır, Ahmet Tekin, Halil İbrahim Taşcı, Celalettin Vatansev
Araştırma makalesi
Özeti
Mezenterik Kist; 17 Olgunun Analizi
MesenterIc Cyst: AnalysIs Of 17 Cases
Mezenterik kistler nadir görülen intra-abdominal tümörlerdir.
Bu çalışmada mezenterik kistlere ait klinik bulguların, patolojik
özelliklerin ve uygulanan cerrahi yaklaşımların irdelenmesi
amaçlanmıştır. Kliniğimizde 2005-2012 yılları arasında mezenter
kisti nedeni ile ameliyatı yapılan 17 hastanın verileri geriye dönük
olarak incelendi. Hastalarımızın 11’i (%65) kadın, 6’sı erkek (%35)
olup, ortanca yaş 32 (17- 70) idi. Hastalarımızda klinik olarak en
sık başvuru şikâye¬ti karın ağrısı ve abdominal kitle idi. Mezenterik
kistleri en sık ince barsak mezenteri yerleşimliydi (%70,5). Kist
boyutları 2-25 cm arasında değişmekteydi. Hastalara uygulanan en
sık cerrahi girişim enüklasyondu (%76). İki hastada cerrahi alan
enfeksiyonu ve bir hastada anastomoz kaçağı tespit edildi ve bu
hastaya loop ileostomi açıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 8(2-
17) gündü. Postoperatif dönemde mortalite gözlenmedi. Mezenter
kistleri nadir görülen karın içi kitlelerdir. Karın boşluğu içerisinde
değişik lokalizasyonlarda görülebilirler. Tanı genellikle radyolojik
olarak konur. Total eksizyon sonrası nüks oranı düşük olup prognoz
iyidir. Laparoskopik rezeksiyon tercih edilen bir yöntem olabilir ancak
malign vakalarda rezeksiyonun tam olduğundan emin olunmalı ve kist
perfore edilmemelidir.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal tumors. The goal of
this study is to analyze the clinical symptoms and the pathological
features of mesenteric cysts and the surgical approaches. The
data of 17 patients who had surgeries because of mesenteric cysts
between 2005 and 2012 at our clinic were evaluated retrospectively.
Eleven (65%) of our patients were female, while six (35%) were
male and the median age was 32 (17-70). The most frequently seen
clinical presenting complaint of our patients was abdominal pain
and abdominal mass. The mesenteric cysts were most frequently
located in the small intestine mesentery (70.5%). The cyst sizes
varied between 2 and 25 cm. The most frequently performed surgical
procedure was enucleation (76%). While surgical site infection was
seen in two patients, anastomosis leak was seen in one and this
patient had loop ileostomy. The mean period of hospitalization was
8 (2-17) days. No mortality cases were seen in the post-op period.
Mesenteric cysts are rare intra-abdominal masses. They can be seen
in different localizations within the abdominal cavity. Patients are
generally diagnosed by radiological methods. The rate of recurrence
is low following total excision and it has a good prognosis. Although
laparoscopic resection is a preferred method, physicians should
secure total resection in malign cases and the cyst should not be
perforated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Her İki Uyarının Ventrikülden Olduğu Ddd Pace-Maker’li Hasta
Alpay Arıbaş, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Her İki Uyarının Ventrikülden Olduğu Ddd Pace-Maker’li Hasta
A PatIent WIth Ddd Pacemaker HavIng The ElectrIcal StImulus Both Of WhIch From The VentrIcle
Kalbin ileti defektlerinde temel tedavilerden biri de pacemaker implantasyonudur. İlk defa 1958 yılında bradiaritmileri tedavi etmek amacıyla kullanılan pacemakerlar zaman içinde taşiaritmilerin önlenmesi ve sonlandırılmasında da kullanılır hale gelmiştir. Yüzeyel EKG pacemaker fonksiyon bozukluğu bulunan hastalarda en önemli tanı metodlarından birisidir. Burada daha önce AV tam blok nedeniyle DDDR mod kalıcı pacemaker implante edilmiş, asemptomatik bir hastada rutin pacemaker kontrolü esnasında yüzey EKG değişikliği ile tespit edilen lead dislokasyonunu anlatacağız. Bu olguda amacımız, pacemaker disfonksiyonlarını teşhis etmede, 12-lead yüzey EKG’ nin önemini vurgulamaktır.
One of the basic treatment techniques in cardiac conduction defects is pacemaker implantation. Although they were first used for the purpose of the treatment of bradyarrhythmias in 1958, they have had their current position for being applied to prevent and also to terminate the tachycardias in the course of time. Therefore, the rate of patients with permanent pacemaker in accordance with the increase in their use has been increasing at routine clinical practice recently. As a result, it is important to understand the possible ECG changes in these patients to determine any pathology on time. We are going to report a pacemaker lead dislocation detected with surface ECG change obtained during routine the pacemaker’s functions control in a patient with DDD pacemaker, who did not describe any complaint previously. In this case our aim is to emphasize the importance of 12-lead surface ECG to make diagnosis of pacemaker dysfunctions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Öğrencilerinde Anemi Görülme Sıklığı
Ahmet Ayar, Erkan İpekçioğlu, Ali Borazan, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Öğrencilerinde Anemi Görülme Sıklığı
The Frequency Of The AnemIa Seen In The Students Of Selçuk UnIversIty
Bu çalışma ile; Selçuk Üniversitesi'nde 1999-2000 eğitim ve öğretim dönemindeki öğrencilerde anemi görülme sıklığını araştırmayı amaçladık. Tüm fakülte ve yüksekokulları temsil edecek öğrenci sayısı önceden belirlenerek, rastgele yöntemle 147 kız, 201 erkek, toplam 348 öğrenci seçildi. Öğrencilerden önce tam kan çalışıldı. Anemi tespit edilen vakalardan, periferik yayma yapıldı. Serum demiri, demir bağlama kapasitesi, transferrin saturasyonu, ferritin, B12, folat düzeyleri çalışıldı. Bu sonuçlara göre anemi tespit edilen tüm vakalar demir eksikliği anemisi ile uyumlu bulundu. Kırmızı küre ortalaması; kızlarda 4,606,530+460,790/mm3, erkeklerde 5,167,810+521,256/mm3 idi. Hb ortalaması, kızlarda 13.8±1.3 g/dl, erkeklerde 15.6±1.4 g/dl idi. Hct ortalaması, kızlarda %40.7±4.0, erkeklerde %45.2±4.7 idi. Kızlardaki KK, Hb, Hct ortalamalarındaki düşüklük istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.0001). Beyaz küre, MCV, MCH, MCHC, RDW, Plt ortalamalarında kızlar ve erkekler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Araştırmamızda anemi prevalansı, kızlarda %6.8, erkeklerde %5.47, toplamda %6.03 oranında bulundu. Kız/erkek oranı 1.24'dür. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Anemi tespit edilen tüm vakalarda serum demiri düşük, demir bağlama kapasitesi yüksek, transferrin saturasyonu düşük, ferritin seviyesi düşük, periferik yayma sonuçları demir eksikliği anemisi ile uyumlu idi. B12 ve folat düzeyleri normal sınırlar içerisinde bulundu. Bu çalışmanın sonuçları literatür ile uyumlu bulundu.
We aimed to investigate the frequency of the anemia seen in the students of Selçuk University in 1999-2000 educational year by this studying. 147 female and 201 male students (total 348) were chosen through the whole university students randomly to The results of this study was in accordance with literatüre as well. represent whole faculty and highschools as before determined the number of students to be investigated. Firstly complete blood count was studied. Peripheral blood smear was done to the findings of anemia. The level of serum iron, iron binding capacity, transferrin saturation, ferritin, B12, folat were established. According to these results, the whole occurance of anemia established was found İn accordance with iron deficiency. The average of red blood cells in giriş was 4,606,530±460,790/mm3, in males 5,167,810±521,256/mm3 and the average of hemoglobin in gir! was 13.8+1.3g/dl, in males 15.6±1.4 g/dl and the average of hematocrit in gir! was 40.7±4.0%, in males 45.2+4.7%. The low average in red blood cells, hemoglobin, hematocrit in females was found meaningfull as statistical (p<0.0001). The average of white blood cells, MCV, MCH, MCHC, RDW and platalets betvveen females and males could not be able to find the meaningfull difference (p>0.05). İn our survey; anemia prevalence ratio in females 6.8%, in males 5.4%, in whole students 6.3% was found. The ratio of females/males is 1.24. Betvveen the two groups could not be able find the meaningfull difference as stastical (p>0.05). The level of serum iron low, iron binding capacity high, transferrin saturation low, serum ferritin low, peripheral blood smear results at the whole occurance of anemia established were in accordance with the iron deficiency. The level of serum B12 and folat were found in normal range.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vezikovajinal Fistül Deneyimlerimiz
Giray Karalezli, Talat Yurdakul, Kadir Karabacak, Recai Gürbüz
Araştırma makalesi
Özeti
Vezikovajinal Fistül Deneyimlerimiz
Our VesIcovagInal Fıstula ExperIences
1983-1998 yılları arasında kliniğimizde tedavi edilen vezikovajinal fistül olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Etyolojik nedenler ve tedavi yaklaşımları tartışıldı. Olguların etyolojik olarak, % 70.6 ‘sı jinekolojik, % 29.4’ü obs- tetrik nedenlere bağlı idi. 3 olgu elektrokoagülasyon, 11 olgu transabdominal-transvezikal, 3 olguda transvajinal yaklaşımla tedavi edildi. İlk girişimler değerlendirildiğinde elektrokoagülasyonda % 66.6 (2/3), transabdominal- transvezikal yaklaşımda % 72.7 (8/11), transvajinal yaklaşımda % 100 (3/3) başarı elde edildi. Transabdominal- transvezikal yaklaşımla başarısız olunan 3 olguda aynı yöntemle yapılan ikinci girişimde başarılı olundu. Sonuçların değerlendirilmesinde morbiditenin azlığı, minimal kan kaybı, sahaya hakimiyet, hastanede kalış süresinin kısalığı ve birlikte olan stress inkontinans’ın düzeltilebilmesi gibi nedenlerle olgu sayımızın az olmasına rağmen transvajinal yaklaşımın tedavide ilk tercih edilmesi gereken yöntem olduğu düşüncesindeyiz.
Vesicovaginal fistula cases treated in our clinic betvveen 1983-1998 has been evaluated retrospectively. Etiologic causes and approaches to treatment have been discussed. 70.6 % of the cases were caused by gynecologic re- asons vvhereas the remaining 29.4 % were due to obstetric reasons. Three cases treated by electrocoagulation, eleven cases by transabdominal-transvesical approach and another three by transvaginal approach. After eva- luation of the results, 66.6% (2/3) success rate has been reached with electrocoagulation while this rate was 100% (3/3) at transvaginal methods and 72.7% (8/11) with transabdominal-transvesical approach. Three cases which failed at the first application of transabdominal-transvesical method ended up with recovery after the se- cond treatment with the same method. Although the number of cases are not enough to give a solid decision, we concluded that the transvaginal approach may be preferred as a first method in vesicovaginal fistula by con- sidering the lesser amount of morbidity, minimum blood loss, easiness of operation and control över the operated area, shorter hospital stay and simultaneous treatment of stress incontinance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yetişkin Bireylerde Kinezyofobi, Fiziksel Aktivite, Covıd-19 Korkusu Ve Yorgunluk: Kesitsel Çalışma
Gülşah Barğı, Merve Koku
Araştırma makalesi
Özeti
Yetişkin Bireylerde Kinezyofobi, Fiziksel Aktivite, Covıd-19 Korkusu Ve Yorgunluk: Kesitsel Çalışma
KInesIophobIa, PhysIcal ActIvIty, Fear Of Covıd-19, And FatIgue In Adult IndIvIduals: A Cross-SectIonal Study
Amaç: Yeni koronavirüs hastalığının (COVID-19) uzamış süreci ve ilgili kısıtlamalar bireylerde fiziksel
inaktiviteye, COVID-19 korkusuna ve yorgunluğa neden olmaktadır. Pandemi sürecinde, hastalarda
kinezyofobi ölüm korkusu ve fiziksel inaktiviteyi artırabilmektedir. Ancak bireylerde kinezyofobi ve
kinezyofobinin fiziksel aktivite, COVID-19 korkusu ve yorgunlukla ilişkisi henüz bilinmediğinden mevcut
çalışmada araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yetişkin bireyler (n=166, 36,3±15,37 yıl) dâhil edildi. Kinezyofobi
(Tampa Kinezyofobi Ölçeği), fiziksel aktivite düzeyleri (Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Formu),
COVID-19 korkusu (COVID-19 Korkusu Ölçeği (CKÖ-19)) ve yorgunluk (Sayısal Derecelendirme Ölçeği) 3
Haziran 2021 ve 30 Haziran 2021 arasında çevrimiçi platform üze rinden uzaktan değerlendirildi.
Bulgular: Bireylerin 91’inde (%54,8) yüksek derecede kinezyofobi vardı, 55'i (%33,1) inaktif, 84'ü (%50,6)
minimal aktif ve 27'si (%16,3) çok aktifti. Kinezyofobi puanı yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, eğitim
düzeyi, yürüme, toplam fiziksel aktivite, CKÖ-19 ve yorgunluk puanları ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0,05).
Sonuç: Bireylerin çoğunluğunda kinezyofobi ve fiziksel inaktivite yaygındır. COVID-19 pandemisi boyunca
bireylerin hastalığı olmamasına rağmen, yürüme, fiziksel aktiviteler ve eğitim düzeyi azaldıkça bireylerde
kinezyofobi artmaktadır. Yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, COVID-19 korkusu ve yorgunluk arttıkça
da kinezyofobi artmaktadır. Kinezyofobinin ve uzamış pandemi sürecinin olumsuz etkileri düşünüldüğünde,
bireyler acilen fiziksel aktivite danışmanlığı programlarına yö nlendirilmelidir.
Aim: The prolonged process of new coronavirus disease (COVID-19) and related restrictions cause
physical inactivity, fear of COVID-19, and fatigue in individuals. During the pandemic, kinesiophobia may
raise fear of death and physical inactivity in patients. However, kinesiophobia and its relationship with
physical activity (PA), fear of COVID-19, and fatigue in individuals have not been known yet, which was
therefore aimed to investigate in the current study .
Patients and Methods: Adult individuals (n=166, 36.3±15.37 years) were included in the study.
Kinesiophobia (Tampa Scale of Kinesiophobia), PA levels (International Physical Activity Questionnaire-
Short Form), fear of COVID-19 (Fear of COVID-19 Scale (FCS-19)), and fatigue (Numeric Rating Scale)
were evaluated remotely between 3 June 2021 and 30 June 2021 th rough an online platform.
Results: Of the individuals, 91 (54.8%) had a high level of kinesiophobia, 55 (33.1%) were inactive, 84
(50.6%) were minimally active, and 27 (16.3%) were very active. Kinesiophobia score was significantly
correlated with age, weight, body mass index, education level, and walking, total PA, FCS-19, and fatigue
scores (p<0.05).
Conclusion: Kinesiophobia and physical inactivity are prevalent in many individuals. Although individuals
have no disease during the COVID-19 pandemic, their kinesiophobia level increases as walking, physical
activities, and education levels decrease. Kinesiophobia also increases as age, weight, body mass
index, fear of COVID-19 and fatigue increase. Considering the negative effects of kinesiophobia and the
prolonged pandemic process, individuals should be urgently dire cted to P A counseling programs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psa Değeri 4-10 Arasında Olan Hastalarda Prostat Kanserini Öngörmede Serbest Psa/psad, (serbest/total Psa)/psad' Nin Tanısal Değeri; Tek Merkezli Çalışma Sonuçları
Yunus Emre Göger, Mehmet Serkan Özkent, Sinan İyisoy, Giray Karalezli, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Psa Değeri 4-10 Arasında Olan Hastalarda Prostat Kanserini Öngörmede Serbest Psa/psad, (serbest/total Psa)/psad' Nin Tanısal Değeri; Tek Merkezli Çalışma Sonuçları
The PredIctIve Value Of Free Psa/psad, (f/t)/psad In Detect Of Prostate Cancer Between Psa Values 4-10 Mg/dl: A SIngle-Center Study Results
Amaç: Bu çalışmada, Türk popülasyonunda prostat kanseri tespiti için (Serbest/Toplam PSA)/PSAD ve FPSA/PSAD' nın tanısal değerini araştırmayı amaçladık.
Gereç-Yöntemler: Ocak 2007-Aralık 2017 tarihleri arasında prostat spesifik antijen (PSA) değerleri 4-10 ng/dl arasında olan hastaların dosyaları retropesktif olarak incelendi. Veriler prostat biyopsi sonuçlarına göre prostat kanseri (PCa) ve benign prostat hiperplazisi (BPH) gruplarına ayrılan hastalardan toplandı. Gruplar arasında prostat hacmi (PV), Serbest PSA (FPSA), Total PSA (TPSA), serbest-total PSA oranı (F/T), PSA Yoğunluğu (PSAD), (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD gibi değerler kaydedildi ve karşılaştırıldı. Bu değerlerin prostat kanserini öngörmede kullanılabilirliği incelendi. "Receiver Operating Characteristic Eğrisi" (ROC curve) ve sırasıyla duyarlılık, özgüllük ve pozitif öngörü değerleri (PPV) ve negatif öngörü değerleri (NPV) hesaplanmasında SPSS 22.0 yazılımı kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 327 hasta (131 PCa ve 196 BPH) dahil edildi. (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD' nin duyarlılık ve özgüllük değerleri PSAD, PSA, F/T'den daha iyiydi. Optimum kesme değerine bağlı olarak, (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD' nin duyarlılığı benzerdi. F/T, (F/T)/PSAD ve FPSA/PSAD' nin negatif öngörü değerleri benzerdi. Yaş, PV, FPSA/PSAD ve (F/T)/PSAD kombinasyonunu kullanan lojistik regresyon modeli, tek başına her birinden daha yüksek AUC gösterdi.
Sonuç: Nispeten yeni parametreler olan FPSA/PSAD ve (F/T)/PSAD prostat kanserini ön görmede benzer teşhis doğruluğuna sahip parametrelerdir. İncelenen bu iki parametre, F/T ve tek başına PSAD' den daha yüksek duyarlılığa ve özgüllüğe sahiptir. Bununla birlikte, bu parametrelerin tanısal değerinin etkinliğini değerlendirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Objective: The present study aimed to investigate the predictive value of (F/T)/PSAD and Free PSA/PSAD in PCa detection in Turkish males.
Material-Methods: A retrospective analysis of patients’ files, from January 2007 to December 2017, with prostate-specific antigen (PSA) values between 4-10 ng/dl was conducted. According to the prostate biopsy outcomes, data were collected from patients and divided into prostate cancer (PCa) and/or benign prostatic hyperplasia (BPH) groups. Among the groups, prostate volume (PV), Free PSA (FPSA), Total PSA (TPSA), free-to-total PSA ratio (F/T), PSA Density (PSAD), (F/T)/PSAD, and FPSA/PSAD values were evaluated and compared. The utilization of these values in PCa detection was examined. We compared our results statistically with the ROC curve and calculated the sensitivity, specificity, PPV, and NPV values.
Results: The present study participants were 131 PCa and 196 BPH patients, 327 in total. Sensitivity and specificity values of (F/T)/PSAD and FPSA/PSAD were better than PSAD, PSA, F/T. According to the optimal cut-off value, the sensitivity of (F/T)/PSAD and FPSA/PSAD was similar. Likewise, NPV of F/T, (F/T)/PSAD, and FPSA/PSAD were also similar. The logistic regression model using a combination of age, PV, FPSA/PSAD, and (F/T)/PSAD displayed a higher AUC than each of these values per se.
Conclusion: FPSA/PSAD and (F/T)/PSAD, the relatively new parameters, have similar predictive accuracy in PCa detection. They have higher sensitivity and specificity than F/T PSA and PSAD alone. However, more research is needed to evaluate the efficiency of predictive value of these parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
128 Kesitli Bilgisayarlı Tomografinin Ciddi Koroner Arter Hastalığının Tespitinde Tanısal Değeri
Yüksel Çiçek, Murtaza Emre Durakoğlugil, Sinan Altan Kocaman, Turan Erdoğan, Mustafa Özateş, Sedat Bozkurt, Mustafa Çetin, Aytun Çanga, Ömer Şatıroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
128 Kesitli Bilgisayarlı Tomografinin Ciddi Koroner Arter Hastalığının Tespitinde Tanısal Değeri
DIagnostIc Performance Of 128-SlIce MultI-SlIce Computed
tomography For The DetectIon Of SIgnIfIcant Coronary Artery LesIons
Çok kesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT) koroner arter
hastalığının tespiti için son zamanlarda kullanılmaya başlamıştır.
Hem ÇKBT hemde koroner anjiyografi direkt olarak koroner arterleri
görüntüleyebilir. Bu çalışmanın amacı 128 kesitli BT’ nin ciddi koroner
arter hastalığının tespitinde tanısal değerini konvansiyonel koroner
anjiyografi ile karşılaştırmaktır. Çalışmaya koroner arter hastalığı
şüphesi olan 42 hasta prospektif olarak alındı.Hastalara 128 kesitli
BT çekildi ve sonrasında koroner lezyon ciddiyetini doğrulamak ve
karşılaştırmak amacı ile koroner anjiyografi yapıldı.Kayıtlar Amerikan
kalp birliğinin 16 segment modeline göre değerlendirildi. Hastaların
yaş ortalaması 56±12 yıl idi.İşlem öncesi ortalama kalp hızı 69±4
/ dakika idi. (en düşük-en yüksek: 54-78). Toplam 672 segmentin
değerlendirmeye uygun 669 segmenti değerlendirildi. Değerlendirilen
tüm segmentler için sensitivite, spesifite, pozitif prediktiv değer,
negatif prediktif değer ve doğruluk oranı 128 kesit BT için sırasıyla
% 91, %98.5, %93.8, % 97.8 ve %97 olarak bulundu. Bu değerler
sadece proximal segmentler değerlendirildiğinde %97.8, %96.4,
%95.7, % 98.1 ve % 97.1 olarak bulundu. Sadece distal segmentler
değerlendirildiğinde ise yine sırasıyla %87.4, %98.8, %92.7, %97.7
ve %97 olarak bulundu. Çalışmamızın sonucunda 128 kesitli BT’nin
konvansiyonel koroner anjiyografiye hemen hemen yakın doğrulukta
tanısal doğruluğu olduğunu tespit ettik ve bu tekniğin giderek artan
kullanımı ile birlikte gereksiz konvansiyonel koroner anjiyografi
işlem sayısının azalacağını düşünmekteyiz
Multi-Slice Computed Tomography (MSCT) is a recently introduced non-invasive technique used for the diagnosis of coronary artery disease (CAD). Both MSCT and conventional coronary angiography (CAG) may provide direct visualization of the coronary arteries. To determine the diagnostic accuracy of 128-slice MSCT compared with the results of conventional CAG for the diagnosis of significant coronary artery stenosis. Forty-two eligible patients who underwent 128-slice MSCT with the suspicion of CAD and had any coronary lesion within the whole coronary tree were enrolled prospectively. Subsequently, CAG was performed to confirm the severity of coronary lesions. The records acquired by MSCT coronary angiography and conventional CAG were evaluated by 16-segment model of American Heart Association (AHA). Mean age of the patients was 56±12 years, and mean heart rate prior to the examination was 69±4 bpm (min-max: 54-78). Of 672 coronary segments, 669 were interpretable and evaluated in 42 patients. For all the interpretable segments, overall sensitivity, specificity, positive predictive value (PPV), negative predictive value (NPV) and the diagnostic accuracy (DA) of 128-slice MSCT to detect significant stenosis were 91%, 98.5%, 93.8%, 97.8% and 97%, respectively. These values for evaluation of proximal segments were 97.8%, 96.4%, 95.7%, 98.1% and 97.1% and, for distal segments were 87.4%, 98.8%, 92.7%, 97.7% and 97%, respectively. Our results show that, the diagnostic performance of MSCT appear almost equivalent to CAG, current gold standard, with excellent, sensitivity, specificity, positive and negative predictive values. We think that, 128 slice-MSCT will be increasingly utilized in future, decreasing unnecessary coronary angiography procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
Ayşe Gülhan Kanat Ünlüer, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
The FIndIngs Of 539 AnemIc PatIents Who HospItalIzed
between 1996-2003
Bu çalışmada 1996-2003 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Servisinde
yatan ve anemisi olan 539 hastanın klinik ve laboratuar bulguları
değerlendirilmiştir. Çalışmamızda demir eksikliği anemisi 280 hasta
ile en sık görülen anemi sebebi olup kadınlarda 3 kat fazlaydı.
Menapoz öncesi dönemdeki kadınlarda en sık anemi oluşturan sebep
menometrorajiydi (%48). Menapoz sonrası dönemdeki kadınlarda
ve erkeklerde ise en önemli sebep gastrointestinal sistemden
kanamalardı. Hastalarımızda özofagogastroduodenoskopi ile kanama
oluşturabilecek lezyon görülme sıklığı kolonoskopinin 2,7 katı idi. B12
vitamini eksikliğine bağlı görülen megaloblastik anemiler 115 hasta ile
ikinci sıklıkta anemi sebebiydi. Otuziki hastada demir ve B12 eksikliği
birlikteydi. Hastalarımızın 21‘inde folik asit eksikliğine bağlı anemi
görülmüştü Çalışmamızda 28 hastada hemolitik,26 hastada aplastik
anemi mevcuttu. Kronik hastalık anemisi 27 hastada görülmüştü. Dört
hastamızda refrakter anemili miyelodisplastik sendrom, 6 hastamızda
da kronik böbrek yetersizliğine bağlı anemiydi. Araştırmamız yatan
hastalarla ilgilidir. Anemi bütün sistemleri etkileyen, pek çok
hastalığın kötüye gitmesine yol açan bir bulgudur. Bu sebepten
önemli bir sağlık sorunudur.
In this study, the clinical and laboratory findings of 539 anemic
patients who were hospitalized between 1996 and 2003 in Hematology
inpatient clinics of Internal Medicine Department in Selçuk University
Meram Medical Faculty, were evaluated. In our study the most
common anemia was Fe deficiency anemia, there were 280 patients,
it was seen three-fold more in women. In premenapausal period,
menomethrorhagea was the most common cause (48%) in women.
Among postmenapausal women and men, the most gastrointestinal
hemorrhageas. In our patients, the rate of lesions which might bleed
observed in colonoscopy. The second common cause of anemias
was vit B12 deficiency causing megaloblastic anemias. In our study,
cobalamine deficiency was detected in 115 patients.Thirty two
patients had both Fe and vit B12 deficiencies. Twenty one patients
had folic acid deficiency anemia. In our study, 28 patients had
hemolytic. Twentysix patients had aplastic anemia. Twenty seven
patients had chronic disease anemias. Four female patients had
myelodysplastic syndrome with refractory anemia and 6 patients had
anemia due to chronic kidney failure. Our study was carried out in
inpatient clinics. Anemia, affecting all systems, makes many diseases
worse. That’s why, it’s an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sekundum Atriyal Septal Defektli Çocuklarda Miyokard Performans İndeksi
Tamer Baysal, Bülent Oran, Mustafa Doğan, Derya Çimen, Sevim Karaarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Sekundum Atriyal Septal Defektli Çocuklarda Miyokard Performans İndeksi
MyocardIal Performance Index In ChIldren WIth Secundum AtrIal Septal Defect
Doğuştan kalp hastalığı olan hastalarda ventrikül geometrisi bozulacağı için ventrikül fonksiyonlarını değerlendirmede bazı zorluklar olabilmektedir. Ventrikül fonksiyonlarını değerlendirmede Doppler eko yöntemi ile elde edilen ve ventrikülün geometrik şekline bağımlı olmayan miyokard performans indeksi erişkin ve çocuklarda araştırılarak kullanılmaya başlanmıştır. Miyokard performans indeksi izovolumik zaman aralıklarının ventrikül ejeksiyon zamanına bölünmesi ile elde edilir. Ventriküllerin ön ve art yük değişikliklerinde bu indeksin nasıl etkilendiği araştırılmalıdır. Bu çalışma atriyal septal defektin (ASD) neden olduğu ön yük değişikliklerinde sağ ve sol ventriküler miyokard performans indeksinin nasıl etkilendiğini araştırmak amacı ile planlandı. Yaşları 6 ay ile 148 ay arasında (ortanca 24 ay) 17 ASD’ li ve yaşları 3 ay ile 160 ay arasında (ortanca 17 ay) 24 normal çocukta sol ve sağ ventrikül için miyokard performans indeksi ölçüldü. Sol ventrikül için miyokard performans indeksi ASD ve kontrol grubunda sırası ile 0.38±0.16 ve 0.32±0.09 iken sağ ventrikül için miyokard performans indeksi sırası ile 0.24±0.15 ve 0.20±0.08 bulundu. Gruplar arasında sol ve sağ ventrikül miyokard performans indeksleri yönünden istatistiksel açıdan anlamlı bir fark yoktu (p<0.05). Bu çalışma ile ventrikül fonksiyonlarını ölçmeye yarayan miyokard performans indeksinin ASD’ li hastalarda ön yük değişikliklerinden etkilenmediği gösterildi.
Quantitative assessment of ventricular function in patients with congenital heart disease is often challenging due to distorted ventricular geometry. A myocardial performance index (MPI) has been reported in adults and children that is a Doppler-derived non-geometric measure of ventricular function. The MPI measures the ratio of isovolumic time intervals to ventricular ejection time. The effects of altered ventricular preload or afterload on the MPI have yet to be determined. This study was designed to determine the impact of altered preload on left and right ventricular MPI nin the clinical setting of atrial septal defect (ASD). The left and right ventricular MPI were measured in 17 patients with ASD (ages 6 to 148 months, median 24 months) and 24 normal children (ages 3 to 160 months, median 17 months). In patients with ASD and control groups, the left ventricular MPI was 0.38±0.16 and 0.32±0.09 and the right ventricular MPI was 0.24±0.15 and 0.20±0.08 respectively. No significant change in the left and right ventricular MPI was seen in patients with atrial septal defect and control groups. This study documents that the MPI is a quantitative measure of ventricular function that is appears to be relatively independent of changes in preload.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fetal Kardiyak Arıtmılerın Tedavisinde Renklı Doppler Ekokardıografının Onemı
Bülent Oran, Vedide Tavlı, Adnan Akçoral
Araştırma makalesi
Özeti
Fetal Kardiyak Arıtmılerın Tedavisinde Renklı Doppler Ekokardıografının Onemı
Doppler Echocardıograpy And Color Flow Imagıng In Treatment Of Fetal Arrythmıas
Fetal aritmiler fetal hayatin oldukca nadir bir komplikasyonu olup, fetal kalp hizirun 1001in altma inmesi, 200-230'un lizerine cikmasi veya ritmindeki degiOdik olarak tammlanabilir. Ilk defa fo-nokardiografik olarak 1930 ye elektrokardiografik olarak 19601 yillarda degijik calL5malar yayinlanimpr. M-mode ekokardiografi ye renkli Doppler eko-kardiografinin geli§mesi fetal aritmi tanisma yeni bir boyut getirmitir. Daha sonraki yillarda fetal umblikal kordosentez tekniklerinin ge4mesiyle hem aritmilerin tedavisinde, hem fetal kan orneklerinin incelenmesi ye flag diizeylerinin olculmesinde hem de fetal transvenOz pace uygulamasiyla aritmilerin prenatal tam ye tedavisinde biiyuk geli§meler ohnu*tur
Fetal arrhythmias are a very rare complication of fetal life, and the fetal heart rate decreases below 1001, increases to 200-230 lysers or changes in rhythm can be defined as orthogonal. Differential calL5mas were published for the first time in 1930 as pho-nocardiographic and in 19601 electrocardiographically. The development of M-mode echocardiography and color Doppler echocardiography brought a new dimension to the introduction of fetal arrhythmia. In the following years, with the introduction of fetal umbilical cordocentesis techniques, there were great developments in the treatment of arrhythmias, in the examination of fetal blood samples and measurement of the levels of the fetus, as well as in the prenatal full-meal treatment of arrhythmias with fetal transvenous pacing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Diskal Hernilerde Myelografi Ve Bilgisayarlı Tomografinin Tanıdaki Değerlerının Cerrahı Sonuçları İle Karşılaştırılması
Sırrı Akalın, Nahit Ökesli, Serdar Karaköse, Fevzi Karslı, Taner Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Diskal Hernilerde Myelografi Ve Bilgisayarlı Tomografinin Tanıdaki Değerlerının Cerrahı Sonuçları İle Karşılaştırılması
ComparatIort Of Myelography And Ct ResulIs WIth OperatIonal Results In Lomber DIscal HernIes.
Çalışmamızda 23 hastada 35 seviyedeki lomber diskal patolojiler myelografi, BT ile tetkik edildi ve operasyon sonuçları ile karşılaştırılarak değerlendirildi. Diskal patolojisi olan 35 seviyenin 32'si (%91.42) myelografi ile, 31'i (%87.57) BT ile tespit edildi. Elde edilen sonuçlar myelografi ile BT'nin tanı değerlerinin birbirine yakın oranlarda olduğunu göstermektedir. Çalışmamız sonuçlarına göre lomber disk hernisi di ünülen hastalarda; non-invasiv ve taibiki ko-lay bir yöntem olması, bunun yanı sıra tanı değeri myelografiye yakın olması nedeniyle BT'yi öncelikle tercih etmemiz gerektiğini düşünmekteyiz.
in our study 35 lomber discal pathologic levels in 23 patients were evaluated by myelography, CT, and discüvery en operations. In 35 levels which have discal pathology, 32 cases were fyou.nd ola by myelography (91.42%) and 31 of it by CT (87.57%) When the dignostic values of mylography and CT compared, wve see that the ratios resemble each ot her. As the resıdt of our study we need ta prefer the CT; which is a non-invasive examinaiion, practical than the myelography and diagnostic value is similar ta myelography, for the patients suspected for lomber discal patology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Bipolar Bozuklukta Obsesif Kompulsif Bozukluk Birlikteliği
ObsessIve CompulsIve DIsorder In BIpolar DIsorder
Yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmektedir. Bipolar bozuklukta obsesif kompulsif bozukluk en sık rastlanan anksiyete bozukluğudur ve görülme sıklığı %9-35 olarak bildirilmektedir. Eştanılı anksiyete bozukluğunun olması bipolar hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerini etkilemektedir. Bu hastaların tedaviye yanıtlarının düşük olduğu, psikotik ve karma epizotların fazla olduğu, madde kullanımı ve suisidal girişimlerinin yüksek olduğu ve hastaneye yatış oranlarının daha fazla olduğu belirtilmektedir. Son yıllarda yapılan epidemiyolojik ve klinik çalışmalarda bipolar bozuklukta (BPB)eştanı oranlarının oldukça yüksek olduğu gösterilmesine karşın eştanılı durumlarda sosyodemografik, klinik ve tedaviye cevap ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Bu konuya ışık tutmak amacıyla BPB ve OKB eştanısı olan bir olgunun klinik özelliği ve tedavi süreci sunulmuştur. Literatürde bildirilenlerin aksine olguda obsesif kompulsif semptomların manik dönemde agreve olması ilginç bulunarak hazırlanmıştır.
Epidemiological and clinical studies have shown that comorbidity rates in bipolar disorder are quite high. Obsessive compulsive disorder is the most frequently encountered anxiety disorder in bipolar disorder and its frequency is reported as 9-35%. The existence of comorbidity anxiety disorder affects sociodemographic and clinical features of bipolar patients. It has been reported that the response to the treatment in these patients is low, psychotic and mixed episodes are excessive, substance use and suicidal attempts are high and hospitalization rates are higher. Although comorbiditiy rates are high in bipolar disorder in the epidemiological and clinical studies performed recently, studies on sociodemographic, clinical and response to the treatment in comorbidity conditions are limited. In order to shed light to the issue clinical features and treatment process of a case with comorbidity of bipolar disorder and obsessive compulsive disorder has been presented. On the contrary to the facts reported in the literature, the case was presented since it was found interesting that obsessive compulsive symptoms in manic period were aggressive.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üretrada Yabancı Cisim (yorgan Iğnesı)
Ali Acar, Recai Gürbüz, Kadir Ceylan, Esat M. Arslan, Şükrü Çelik
Araştırma makalesi
Özeti
Üretrada Yabancı Cisim (yorgan Iğnesı)
ForeIgn Body In The Urethra (quIlt Needle)
Üretrada genellikle infeksiyon, rüptür ve fistül gibi komplikasyonlara neden olan yabancı cisimler genellikle merak veya erotik stimülasyon amacıyla konmaktadır. 16 yaşında bir hastada; erotik stimülasyon amacıyla üretraya konmuş 10 cm boyunda bir yorgan ignesi belirledik.
Some foreign bodles which generally cause corn-plications such as infection, rupture and fistulla have been placed into the urethra for erotic stirnulation ör curio.sity. We have diagnosed a rather big consciusly placed sewing needle approximately 10 cm. in a 16-year-old patient for erothic stimulation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Bilge Çakır, Şakir Tavlı, Metin Çapar, Nazihat Argon, Adnan Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Fibroadenom Ve Karsinolarının Tanısında Ultrasonografi
Ultrasonography Iır DIagnosIs Of Breast FIbroadenomas And CarcInomas
67 fibroaderzom ve 40 meme karsinomunun (duk-tal karsinom) sonografik patternleri incelendi. Lezyonların tümü düşük intensitede idi. Fibroadenom-ların %89.6'sında homojen iç eko dağılımı, %91'inde düzgün kontur, %81'inde en az orta derecede posterior akustik şiddetlenme saptandı. Malign lezyonlarin %85'inde heterojen iç çapı, %80'inde düzensiz kon-tur, %90'ında en az orta derecede akustik gölge mevcuttu. Kitlelerin geometrik analizinde, lezyonların meme dokusu planına uygun elongasyonunu gösteren uzunluğun ön-arka çapa oranifibroadenomlarda ortalama 1.89 ± 0.52, karsinomlarda 1.03 ± 0.21 bulundu ve her iki değer arasında istatistiksel olarak anlamı! farklılık belirlendi.
The sonographic patterns of 67 fibroadenotnas and 40 breast carcinomas were studied. All lesions exhibited low-intensity. Fibroadenomas had homogeneus internal echoe distribution in 89.6% of cases, smooth contours in 91% of cases, at least moderately acoustic enhacement in 81% of cases. Malignam lesions had heterogeneus echotexture in 85% of cases, irregular contours in 80% of cases, at least moderately acoustic shadow in 90% of cases. In geometric analysis of tumors, the mean ratio of the length to the anıeroposterior diameter of fibroadenomas was 1.89 ± 0.52, of carcinomas 1.03 ± 0.21, indicating an elongation along the general orientation of the breast tissue planes and statistically signıficant difference between both values were determined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyaliz Öncesi Nefrolojik Takibin Hemodiyalize Başlayan Hastalarda Morbidite Açısından Yeri Ve Önemi
Erhan Ağca, Siren Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Diyaliz Öncesi Nefrolojik Takibin Hemodiyalize Başlayan Hastalarda Morbidite Açısından Yeri Ve Önemi
Importance Of NephrologIc Care On MorbIdIty In ChronIc Renal FaIlure PatIents Before HemodIalysIs
Nefrolojideki gelişmelere rağmen hemodiyalize başlayan SDBY hastalarında morbidite ve mortalite halen yüksektir. Diyaliz öncesi nefrolojik takibin (PDNT) erken ve düzenli olarak yapılmasının, KBY hastalarında ilk yıl içerisindeki morbiditeyi azaltabileceği ve iyi bir klinik seyir sağlayacağı düşünülmektedir. Çalışmamıza nefroloji kliniğinde takip edilen KBY hastaları (PDNT grup, n=28) ile, takip edilmeden acil olarak HD’e alınan hastalar (Acil-HD grup, n=27) alındı. Hastalar, ilk yıldaki klinik ve biyokimyasal parametrelerin seyri açısından retrospektif olarak karşılaştırıldı. Çalışma başlangıcında: düşük Htc değerleri (p
Despite advances in nephrology, morbidity and mortality of ESRD patients remain high on hemodialysis (HD). Pre-dialysis nephrologic care (PDNC) might be expected to result in decreased morbidity and better clinical outcome for the first year on HD. In study, CRF patients referred to nephrology clinic (PDNC group, n=28) and those urgently underwent HD (UHD group, n=27) were evaluated for the progress of clinical and biochemical parameters in the first year. At the enrollment, observed differences between groups were: lower Htc ratios (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
Ahmet Seyfeddin Gürbüz, Semi Ozturk, Sefa Tatar, Mehmet Akif Düzenli, Cevat Kırma
Araştırma makalesi
Özeti
Kırk Yaşından Genç Hastalarda Aterosklerotik Plak Bozulması İle İlişkili Olmayan Miyokardiyal Hasar
MyocardIal Injury Non-Related AtherosclerotIc Plaque DIsruptIon In PatIents Younger Than 40 Years Old
Amaç: Koroner arter hastalığı nedenli miyokard infarktüsü (MICAD), miyokardiyal hasarın önde gelen nedenidir. Aterosklerotik plak bozulmasına bağlı olmayan miyokardiyal hasar (MICAD olmayan) nadir ve heterojen bir tanıdır. Genç hasta popülasyonunda MICAD iyi bilinmesine rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasar tam olarak tanımlanmamıştır. Çalışmamızda 40 yaşından genç hastalarda MICAD olmayan miyokardiyal hasarın prevalansı, etiyolojisi ve beş yıllık mortalitesini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Ocak 2010 ile Aralık 2014 arasında 40 yaşından genç akut miyokardiyal hasarı olan 292 hastayı retrospektif olarak çalışmamıza dahil ettik. Klinik, demografik, laboratuvar, anjiyografik özellikler ve beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD olmayan miyokardiyal hasar (n = 78) ve MICAD (n = 214) hastaları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta yaşlarının medyan değeri 36 idi. MICAD olmayan grup, MICAD grubundan daha gençti [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. MICAD olmayan grupta kadın hastaların oranı, MICAD grubuna göre daha yüksekti (% 24.4'e karşılık % 10.3). MICAD olan hastaların çoğu ST elevasyonlu MI (% 77.1) ile başvururken, MICAD olmayan hastaların çoğu ST elevasyonu olmayan MI ile (% 89.7) başvurdu. MICAD olmayan miyokardiyal hasarın en sık görülen etiyolojileri miyokardit (% 32) ve vazospazm (% 9) idi. Yaş, kadın cinsiyet, sigara içmemek ve dislipidemi yokluğu, MİCAD olmayan miyokardiyal hasar için bağımsız öngördürücülerdi. MICAD olmayan grupta beş yıllık tüm nedenlere bağlı mortalite, MICAD grubundan anlamlı derecede daha düşüktü (% 2.6'ya karşılık% 10.3) (log-rank testi p = 0.04).
Sonuç: MICAD olmayan miyokardiyal hasar, farklı yaşlarda farklı etiyolojilere sahip heterojen bir grup hastayı temsil etmektedir. MICAD olmayan grubun düşük mortalite oranına rağmen, MICAD olmayan miyokardiyal hasarın yönetiminde farklı tanı ve tedavi stratejileri gerekmektedir.
Backround: Myocardial infarction with coronary artery disease (MICAD) is the leading cause of myocardial injury. Myocardial injury non-related to atherosclerotic plaque disruption (non-MICAD) is a rare and heterogeneous diagnosis. Although MICAD is well studied, non-MICAD was not thoroughly identified in young patient population. We aimed to investigate the frequency, main etiologies, and five-year mortality of patients with non-MICAD younger than 40 years.
Methods: We retrospectively enrolled 292 patients with acute myocardial injury younger than 40 years between January 2010 and December 2014. Clinical, demographic, laboratory, angiographic features, and five-year all-cause mortality were compared between patients with non-MICAD (n=78) and MICAD (n=214).
Results: Median age of patients was 36. Non-MICAD group was younger than MICAD group [32 (28-37) vs 37 (34-39)]. The frequency of female patients with non-MICAD was higher than those with MICAD (24.4% vs 10.3%). Most of the patients with MICAD presented with STEMI (77.1%), while most of the patients with non-MICAD presented with non-STEMI (89.7%). Most common etiologies of non-MICAD in were myocarditis (32%) and vasospasm (9%). Age, female sex, no smoking and, absence of dyslipidemia were independent predictors for non-MICAD. Five-year all-cause mortality in non-MICAD group was significantly lower than MICAD group (2.6% vs 10.3%) (log-rank test p=0.04).
Conclusion: Non-MICAD represents a heterogeneous group of patients who had varying etiologies at different ages. Despite the lower mortality rate of non-MICAD group, different diagnostic and treatment strategies are required for management of patients with non-MICAD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
EvaluatIon Of Properly TImed VaccInatIon For 0-1 Years Old ChIldren AccordIng To The NatIonal VaccIne Schedule In Two TIme PoInts (1997-2007)
Çalışma, toplumun 0-1 yaş çocuk aşılamalarında ulusal aşı takvimine uyum düzeyini, bunu etkileyen faktörleri ve zaman içindeki değişimi belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma, Konya il merkezinde 1997 ve 2007 yıllarında yapıldı. Araştırmanın evreni 0-23 aylık bebek ve çocuklar olup örneklem, nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yöntemiyle belirlendi. Örnek hacimleri bir önceki dönemdeki aşılama oranları ve güç hesabı dikkate alınarak formülle elde edildi. Örneklemler 1997 için n:467 ve 2007 için n:380 olarak gerçekleşti. Veriler gözlem ve anket yardımıyla toplandı. Bulgular: 1997 yılı için yaşına göre tam aşılı bebek ve çocuk oranı %79.9’du. Ancak, gecikmesiz olarak aşı takvimine uyum oranı %35.3 düzeyindeydi. 2007 yılında ise bu oranlar sırasıyla %84.2 ve %63.7 idi. Aşı takvimine uyum durumu annenin yaşı ve öğrenim düzeyi, çocuğun yaşı ve doğum sırası, aşı kartının varlığı, aşı ile ilgili hastalık geçirme durumu ve ekonomik düzey ile ilişkili bulundu. Aşı takvimine uyum ile çocuğun cinsiyeti ve ölen kardeşinin olup olmaması arasında bir ilişki bulunamadı. Sonuç: Bu bulgulara göre çok çocuklu ailelerin aşılama konusunda yakından izlenmesi, altı aydan büyük çocuklarda aşı randevusunun hatırlatılması ve aşı kartının saklanma özelliğinin artırılmasıyla aşı takvimine uyumun artırılabileceği kanaatine varıldı.
The study was aimed to determine the ratio of properly timed vaccination according to national vaccine schedule in two time points. Method: The study was performed in Konya city center at the years 1997 and 2007. The subjects were obtained from children aged 0 to 23 months by using systematic cluster sampling. Also power estimated was received attention in this formula. Sample sizes were 467 and 380 for 1997 and 2007, respectively. The data was collected by observation and inquiry techniques. Results: Proportion of children age-appropriately immunized was 79.9 % for year 1997. However the ratio of properly timed vaccination for the vaccine schedule was only 35.3 %. These ratios for year 2007 were 84.2 % and 63.7 %, respectively. Mother’s age and educational level, children’s age and labor order, having a vaccine card, a history of sickness can be prevented by the vaccine in family members and economic status were related to the national vaccine schedule. Conclusion: We consider following families who have more children for vaccination, bringing to mind vaccination date for children aged bigger than six months and taking some cautions in order to protect vaccination card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
İsmihan İlknur Uysal, Muzaffer Şeker, Mustafa Büyükmumcu, Ahmet Kağan Karabulut, Taner Ziylan, Nurullah Yücel
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Fetuslarında Plexus Brachialis Oluşumuna Katılan Yapıların Morfometrik Yöntemle Değerlendirilmesi
Bu çalışmada 100 fetusda (ikinci trimester 75 - üçüncü trimester 25), iki taraflı yapılan diseksiyonlarda toplam 200 adet plexus brachialis incelendi. Diseksiyon sırasında lup ve mikroskop kullanılarak, normal ve morfolojik var yasyon gösteren plexus brachialis'ler tespit edildi. Plexus brachialis'leri oluşturan elemanların uzunluk ve kalınlıkları kumpas yardımı ile ölçülerek fotoğrafları çekildi. Veriler SPSS programında (Windows için 8.0) Pe- arson korelasyon testi ve Student t-testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Yapılan çalışmada 93 adet normal (05, 06, C7, C8 ve T1 spinal sinirlerin oluşturduğu) plexus brachialis tespit edildi. Uzunluk ölçümleri açısından kız ve erkek arasında 08, T1, truncus superior ve truncus medius'un ve kalınlık açısından, sağ ve sol arasında trun- cus inferior division dorsalis'in ortalamalarında anlamlı farklılığa rastlanırken, diğer parametrelerin ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olmadığı gözlendi. Literatürdeki verilerle karşılaştırılarak tartışıldı. Bu bulguların fetal hayatta periferik sinir sistemi gelişimi hakkında ve konuyla ilgili cerrahi uygulamalarda pratik açısından yararlı olabileceği ve teşhis ve tedavide çıkabilecek komplikasyonlar açısından bölgenin anatomik özelliğinin bireylere göre göz önünde bulundurulmasının gerekli olduğu kanaatine varıldı.
The Morphometric Analysis of the Brachial Plexus Formation in Human Fetuses. This study was carried out in 100 fetuses (75; 2nd trimester, 25; 3rd trimester) and totally 200 brachial plexus were evaluated under examination stereomlcroscope. After bilateral fine dissection, to perform morphometric stu- dies; the thickness and/or length of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus were me- asured by calipers. Photographs of the brachial plexuses were taken after dissection. Data was statistically analy- sed by Pearson correlation and Student t-tests using SPSS softvvare (for vvindovvs 8.0). İn this study, 93 fetuses vvere decided as normal (the brachial plexus consist of the 5th, 6th, 7th, 8th cervical nerves and 1st thoracic nerve). The mean value of the length of the 8th cervical, 1st thoracic, upper trunk and middle trunk showed sta tistically significant difference betvveen female and male. The mean value of the thickness of the posterior di vision of lower trunk showed statistically significant difference betvveen right and left side. There was no sig nificant difference in other parameters. Pegarding to the correlation values betvveen the age and the measured parameters, the grovvth rate of the each part that contribute to the formation of the brachial plexus was higher in 2nd trimester than in 3rd trimester. The reported results may provide useful information about the fetal de- velopment of peripheral nervous system, and in the diagnostic and therapeutic approach of paediatric surgeons for preventing complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Nedim Çiçek, Çetin Çelik, Nermin Köşüş, Hüseyin Görkemli, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Oranlarımız Nereye Gidiyor?
Cesarean Rates, GoIng Where?
AMAÇ: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümündeki sezaryen oranları, endikasyonları ve komplikasyonları ile bunların nasıl azaltılabileceği konusunda tartışmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında 1992-1999 yılları arasında doğum yapan hastalar retrospektif olarak incelendi. Sezaryen oranları, komplikasyonları, endikasyonları, mortalite ve morbidite oranları belirlendi. BULGULAR: Toplam sezaryen oranı % 23.8 olarak tesbit edildi. Bunun 1/3'ünü (% 28.3) mükerrer sezaryenler teşkil etmekteydi. Primer sezaryen oranı % 25.5 olarak tesbit edildi. Seneler ayrı ayrı incelendiğinde her geçen yıl eski sezaryen oranında artma ile birlikte toplam sezaryen oranında artış görüldü. SONUÇ: Sezaryen oranları her geçen gün artmaktadır. Primer sezaryen endikasyonlarının belirlenmesinde daha dikkatli ve seçici davranılması, eski sezaryen-transvers keşi olan uygun vakalarda vajinal doğumun denenmesi, sezaryen oranını azaltacaktır.
AIM: Our aim is to evaluate the rates, indications and complications of cesarean section, to discuss how to reduce rates, indications and complications in Selçuk University Facult of Medicine. MATERIAL-METHODS: VVomen who gave birth in Selçuk University Facult of Medicine Obstetrics and Gynecology Department between 1992-1999 were examined retrospectively. Cesaren rates, indications, complications, mortality and morbidity were evaluated. FINDINGS: Total cesarean rate was % 23.8. 1/3 of this was composed of previous cesarean. Primary cesarean rate was % 25,5. We found an increasing cesarean rate because of previous cesareans with resultant increase in total cesarean rate every year. CONCLUSION: Cesarean rates were increasing every year. Determination of primary cesarean indication more carefully, planning of vaginal birth for previous low seğmeni transverse incisions would decrease cesarean rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebe Kadınlarda Vulvovaginal Kandidiasis İle Serum Çinko Düzeyleri Arasındaki İlişki#
Abdulkerim Kasım Baltacı, Rasim Moğulkoç, Ekrem Sapmaz, Cem Şeref Bediz, Hüsnü Çelik, Selahattin Kumru
Araştırma makalesi
Özeti
Gebe Kadınlarda Vulvovaginal Kandidiasis İle Serum Çinko Düzeyleri Arasındaki İlişki#
The AIm Of ThIs Study Was To InvestIgate The RelatIon Of Serum ZInc Levels In VulvovagInal CandIdIasIs
Bu çalışmanın amacı vulvovaginal kandidiasis ile serum çinko seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştırmaktır Vul-vovaginal kandidiasis tanısı konmuş 15 gebe ve hasta olmayan 10 gebe kadından alınan kan örneklerinde serum çinko düzeyleri, lökosit sayıları, lenfosit yüzdeleri tespit edildi. Serum çinko düzeyleri vulvovaginal kandidiasisli ge-belerde kontrol gebelere oranla anlamlı şekilde daha düşük bulundu (sırasıyla 62.36±8.26 pg/dI ve 80.11± 715 pg/dI) (P<0.001). Benzer şekilde lökosit sayıları (sırasıyla 7300±1927 ve 9700±803 /mm3) ve lenfosit oranları (sırasıyla % 16.09±4.43 ve % 22.26±2.4) hasta grubunda daha düşüktü (p<0.05). Bu çalışmanın sonuçları vul-vovaginal kandidiasisli gebe kadınlarda serum çinko düzeyleri ve lenfosit oranlarının azaldığını göstermektedir. Sonuç olarak vulvovaginal kandidiasisde hücresel immünitenin baskılanmasından çinko eksikliğinin de sorumlu olabileceği söylenebilir.
Fifteen pregnant women with vulvovaginal candidiasis and 10 healthy pregnant women participated in the study. Serum zinc levels, leukocyte counts and lymphocyte ratios were measured, Zina levels in pregnants with vulvovaginal candidiasis were significantly lower than controls (62.36±8.26 pg/dI and 80.11-± 7.15 i_ıg/d1, res-pectively) (P<0.001). Similarly leukocyte counts (7300±1927 mm3 and 9700±803mm3, respectively) and lymphocyte ratios (16.09±4.43% and 22.26-±2.4%, respectively) were lower in pregnants with vulvovaginal can-didiasis (p<0.05). The results of this study showed a decrease in serum zina levels and lymphocyte ratios in preg-nant women with vulvovaginal candidiasis. ln conclusion, zinc deficiency might contribute to suppression of cağ-tutar immunity in vulvovaginal candidiasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
Serhat Türkoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
DIagnosIs Of PatIents ReferrIng To A ChIld And Adolescent
psychIatry OutpatIent ClInIc
Bu araştırmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine başvuran
hastaların tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Ordu
Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümüne Ocak
2012-Nisan 2013 tarihleri arasında başvuran 2109 hastanın dosyaları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların daha çok erkek olduğu
(%59.6) ve 7-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerden (%78.6) oluştuğu
saptanmıştır. Başvuran olguların %74.8’sine bir ya da birden çok
tanı konmuştur, 0-6 yaş arası olgularda tanı konma oranının %44.8,
7-11 yaş arası olgularda %84.6, 12-18 yaş arası olgularda %80.3
olduğu saptanmıştır. Olguların %9.7’sinin birden fazla tanı aldığı
saptanmıştır. Eştanı saptanma oranının en sık dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (DEHB) grubunda olduğu belirlenmiştir. En
sık saptanan tanılar, sırasıyla DEHB, depresyon, yaygın anksiyete
bozukluğu, enürezis ve zeka geriliğidir. Tanıların cinsiyete göre
dağılımı değerlendirildiğinde, erkek çocuklarda en sık DEHB,
enürezis, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, zeka geriliği;
kızlarda ise DEHB, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, enürezis,
zeka geriliği tanısının olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda en sık
saptanan tanılar dışavurum bozuklukları olmakla birlikte, cinsiyetler
arası farklılıklar gözlenmektedir. Eştanı oranı da dikkate değer
düzeyde saptanmıştır. Eştanıların birlikteliğinde hastalığın şiddeti
daha ağır olmakta, psikososyal işlevsellikte daha ciddi bozulmalar
görülmektedir. Hangi tanıların daha sık olduğunun bilinmesi, yaş
grupları ve cinsiyetler arası tanı farklılıklarının belirlenmesi, çocuk
ve ergen psikiyatrisi poliklinik hizmetlerinin iyileştirilmesine katkıda
bulunacaktır
The aim of the present study is to identify the diagnoses of
patients who referred to a child and adolescent psychiatry outpatient
clinic. Medical records of 2109 patients referred to the Children and
Adolescent Psychiatry outpatient clinic at Ordu States Hospital,
between January 2012 and April 2013 were studied retrospectively. It
was found that the patients were mostly male (59.6 %) and within 7 to
18 years of age (78.6%). It was also determined that 74.8% of patients
had at least one diagnosis. The diagnosis rate of 44.8% in patients
between the ages of 0-6, 84.6% of patients aged 7-11 were determined
as 80.3% in patients aged 12-18. Of the cases, 9.7% were diagnosed
with multiple conditions. They were mainly in the attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) group. The most common diagnosis
was attention deficit hyperactivity disorder followed by depression,
anxiety disorders, enuresis and mental retardation, respectively.
When the distribution of the diagnoses to sex were assessed, the
most common diagnoses in boys are ADHD, enuresis, depression,
generalized anxiety disorder and mental retardation respectively,
they were ADHD, depression, generalized anxiety disorder,
enuresis and mental retardation in girls. In our study, although the
externalizing disorders are the most frequent diagnoses, there are
differences between genders. The rate of comorbid diagnosis was
found to be considerable. In the presence of comorbid diagnoses, the
disorder is experienced more heavily and psychosocial functionality
gets deteriorated. To know the most common diagnoses, diagnosis
differences within genders and possible diagnoses for certain age
groups will be useful for improving child and adolescent psychiatry
services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Solunum Yetmezliği Bulunan Hastalarda Bıpap Ve Bıpap + Psv Solunum Modlarının Alveolar Gaz Değişimi Ve Hemodinami Üzerine Etkisi Akut Solunum Yetmezliğinde Bıpap Ve Bıpap+psv
Hale Borazan, Ender Gedik, Mehmet Özcan Ersoy
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Solunum Yetmezliği Bulunan Hastalarda Bıpap Ve Bıpap + Psv Solunum Modlarının Alveolar Gaz Değişimi Ve Hemodinami Üzerine Etkisi Akut Solunum Yetmezliğinde Bıpap Ve Bıpap+psv
Amaç: Bu çalışmada akut solunum yetersizliğinde, BIPAP ve BIPAP + PSV modlarının alveolar gaz değişimi ve hemodinami üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: 50 olgu, sedatize edilerek, ventilator ile solutuldu. Olgulara ilk 6 saat BIPAP, sonraki 6 saat BIPAP + 10 cmH2O PSV uygulandı. Veriler; ortalama arter basıncı (OAB), kalp atım hızı (KAH), inspiratuar basınç (Pinsp), pik basınç (Ppeak), plato basınç (Pplato), ortalama basınç (Pmean), minimum basınç (Pmin), PEEPi, toplam dakika hacmi (MVtop), spontan solunum dakika hacmi (MVspo) ve oranları, toplam solunum frekansı (ftop), spontan solunum frekansı (fspo) ve mekanik ventilasyon frekansı (fmek), inspiryum ve ekspiryum soluk hacimleri (VTinsp, VTeksp), rezistans, kompliyans, arteriyel kan gazı değerleri, FiO2 düzeyleri ve Horovitz ‹ndeksi (PaO2/FiO2) yapay solunumun başlangıcında (T1), ilk 6 saat BIPAP ventilasyonu sonunda (T2) ve sonraki 6 saat BIPAP + 10 cmH2O PSV uygulamasının sonunda (T3) kaydedildi. Bulgular: Olguların hemodinamik verileri, Ppeak, MVtop, VTinsp, VTeksp, havayolu rezistansı, kompliyansı, PaCO2, SaO2 ve PaO2 değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. BIPAP + PSV ventilasyonu ile Pinsp azalırken, Pmean, spontan solunum sayısı ve toplam spontan dakika hacim artışı anlamlıydı (p<0.05). Arteryel kan gazı analizinde, BIPAP + PSV ventilasyonu ile olguların FiO2 düzeyleri azalırken, Horovitz indeksi değerleri arttı (p<0.05). Sonuç: BIPAP modunun ve 10 cmH2O PSV eklenmesinin oksijenizasyonu olumlu etkilediği sonucuna ulaşıldı. Bileşik ventilasyonun homojen alt gruplarda ve uzun süreli ventilasyonda etkilerinin çalışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: In this study, the aim is to determine the effects of BIPAP on alveolar gas exchange and haemodynamics over BIPAP + PSV mode in acute respiratory failure. Material and method: After sedation, 50 patients with acute respiratory failure were ventilated. BIPAP was preferred for first six hours and 10 cmH2O PSV was added on BIPAP for the second six hours. Mean arterial pressure (MAP), heart rate (HR), inspiratuar pressure (Pinsp), peak pressure (Ppeak), plato pressure (Pplato), mean pressure (Pmean), minimum pressure (Pmin),intrinsic PEEP (PEEPi,) total minute volume (MVtop), spontaneous minute volume (MVspo) and ratios, total frequencies (ftop), spontaneous frequency (fspo) and ventilatuar frequency (fmek), inspirium ve expirium tidal volumes (VTinsp, VTeksp), resistans, complians, arteriel blood gases values, FiO2 values and Horovitz ‹ndex (PaO2/FiO2) were recorded at, T1: initiation of ventilation, T2: end of the BIPAP ventilation, T3: end of BIPAP + PSV ventilation. Results: There was no statistically difference in haemodynamic data, Ppeak, MVtop, VTinsp, VTeksp, airway resistance, compliance, PaCO2, SaO2 ve PaO2 values. The increase in spontaneous respiratory rate and decrease in Pinsp with BIPAP + PSV mode was statistically significant (p<0.05). Arterial blood gas analysis with BIPAP + PSV ventilation, FiO2 levels were reduced while Horovitz index values were increased (p<0.05). Conclusion: BIPAP and adding 10 cmH2O PSV provide positive effects on oxygenation. We think that the effects of this kind of hybrid ventilation should investigate at homogenous subgroups and long term ventilation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilonidal Hastalığın Toplumda Görülme Sıklığı, Yaşa Ve Cinsiyete Göre Dağılımı (erken Sonuçlarımız)
Ahmet Okuş, Ömer Karahan, Mehmet Ali Eryılmaz, Abdülhalim S. ay, Barış Sevinç, Nergis Aksoy, Said Bodur, A. Hakan Halıcı
Araştırma makalesi
Özeti
Pilonidal Hastalığın Toplumda Görülme Sıklığı, Yaşa Ve Cinsiyete Göre Dağılımı (erken Sonuçlarımız)
Prevelance Of PIlonIdal DIsease In SocIety, By Age And Sex DIstrubutIon (early Results)
Pilonidal sinüs interglutal bölgede görülen ve sıklıkla genç
popülasyonu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Hastalığın
sıklığı ile ilgili yapılmış olan çalışmalar toplumun tümünü temsil
kabiliyeti olmayan askeri personel veya hastane verilerine
dayanmaktadır. Bundan dolayı hastalığın gerçek sıklık ve yaşa
göre dağılımını tespit etmek amacıyla bu epidemiyolojik tarama
çalışmasının yapılması amaçlanmıştır. Tarama için etik kurul izni ve
yasal olur alındıktan sonra Konya ili popülasyonunu temsil edecek
şekilde, nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme 49 yerleşim
birimi belirlenmiştir. Küme hacminin 100 olarak belirlenmiştir.
Belirlenen yerleşim birimlerinde 18 yaş üstü ve taramayı kabul eden
kişilerden yazılı onamları alınarak gerçekleştirildi. Sonuçların genel
ve yaş dağılımına uygun olarak yüzde olarak verilmesi planlandı.
Halen devam eden tarama 20 bölgede gerçekleştirilmiş ve 2000
kişi değerlendirilmiştir. Taramaya dahil olan kişilerin yaş ortalaması
45(18-94) olup, 936’sı (%46,8) erkek ve 1064’ü (%53,2) kadındı.
Değerlendirilen 2000 kişide 22 opere, 16 primer olgu ve 1 de nüks
pilonidal sinüs olmak üzere toplam 39 (%1.95) olgu tespit edilmiştir.
En sık görüldüğü yaş aralığı %4,1 ile 18-30 arasıdır. Taramada sadece
iki bayanda pilonidal hastalık tespit edilmiş olup erkek/kadın oranı
19/1 idi. Pilonidal hastalık prevelansı toplum temelli bu çalışmada
%1,95 olarak tespit edilmiştir. Hastalık en sık erkeklerde ve 18-30
yaş arası popülasyonda %4,1 oranında görülmektedir. Erkeklerde
genel olarak görülme sıklığı %3,9’dur.
Pilonidal sinus is a chronic inflammatory disease which is
seen in interglutal area and frequently affects young population.
Studies done in relation to the frequency of the disease are not
capable of representing the whole community and they are based
on military personnel or hospital data. Therefore, it was aimed to
do this epidemiologic screening study in order to determine the
actual frequency of the disease and its distribution according to age.
After taking the permit and legal consent of ethic committee, With
population weighted systematic clump sampling which will represent
Konya’s provincial population, 49 locations were selected from
Konya city centre, districts and villages. It was intended to have 100
person as the clump volume in each location in the screening. In
the locations determined, written consents of 18 year-old and older
and those accepting the screening were taken. Giving the results in
general and in percentage in accordance with age distribution was
planned. The ongoing screening was performed in 20 regions and
2000 people were evaluated. Age average of people involved in the
screening is 45(18-94) 936 of who (46,8%) are male and 1064 of
who were (53,2%) were female. Among 2000 people evaluated, total
39 (1.95%) cases were determined 22 of which were operated, 16
of which were primary cases and 1 of which was relapse pilonidal
sinus. The age range in which it is most frequently seen is 4,1% and
between 18-30. Pilonidal disease was determined in only two women
and man/woman ratio was 19/1 in the screening. In this communitybased
study, pilonidal disease prevalence was determined as 1,95%.
The disease is seen most frequently in men and at 4,1% rate in 18-30
year-old population. Its general frequency in men is 3,9%.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Cisim Kırıkları Ve Tedavi Yaklaşımları
The Alanagement Of TIhIaI Shaft Fraclures
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji kliniğinde 1983 ve 1989 yılları arasında tibia cisim kırığı olan 133 hasta tedavi edildi. Çeşitli tedavi metodları ile tedavi edilen 133 hastanın 96 kapalı, 44 açık tibia cisim kırığı bu retrospektif çalışmaya konu edildi. Hastaların tedaviye başlandığı yaşı en az 13, en fazla 72, ortalama 32 yaş idi. 96 hastada yalnız tibia cisim kırığı varken, diğer 37 hastada ilave yaralanmalar tespit edildi. 7 hastada ise bilateral tibia kırığı vardı. Trafik kazaları en fazla kırığı oluşturan sebep olmuştur. Hastalar en az kırığın klinik ve radyolojik iyileşmesine kadar takip edildiler. Yapılan değerlendirmede, tibia kırıklarının kapalı ve cerrahi metodlarla tedavisi sonucu oldukça tatminkar sonuçlar elde edildi.
A retrospeetive study was done of the treatrnent of closed and open fractures of the tibia in 133 patients with 140 fractures. These patients vith shafi fractures of tibia were treated at the Department of Orthopaedics and Trawıatology of the Selçuk Oniversitiy Hospital, between 1983 and 1989 The mean oge al initiation of treatrnent was 32 years. Their ages ranged from 13 to 72 years old. ln all, 96 fractures were closed and 44 were opera. Traffic accidents were the most cause of the injury. In 96 patients, the tibial fracture was the only inju.ry, i,x 37 patients other injuries also were present. 7 patients had bilaterall tibial fractures. The patients were followed al least unlu/ to clinical and radiographical union of the fracture. Iri (his series, the overall succes rates in healing of the fractures with open and closed method_v were highly satisfactory
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adenoid Hiperplazisinin Seröz Otitis Media Etyolojisinde Rolü
Ahmet Eyibilen, Ziya Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Adenoid Hiperplazisinin Seröz Otitis Media Etyolojisinde Rolü
The Role Of AdenoId HyperplasIa In EtIology Of Serous OtItIs MedIa.
Adenoid hiperplazisinin seröz otitis media(SOM) oluşumundaki etkisi yıllardır tartışılmakta olan bir konudur. Önceleri adenoidin kitlesel özelliğinin SOM' a yol açtığı söylenirken, son zamanlarda enfektif özelliğinin etkisinden bahsedilmektedir. Bu çalışmada adenoidektomi uygulanan 100 çocukta ortalama adenoidal- nazofarengeal oran (0.74±0.08) bulundu ve adenoidal-nazofarengeal oranın (A NO) SOM ile ilişkisi araştırıldı. A NO ile SOM arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı (t=0.06, P>0.5). Aynı şekilde ANO ile negatif orta kulak basıncı arasında da istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı(t=0,06, P>0,05).
The influence of adenoid hyperplasia on occurence of serous otitis media(SOM) has been discussed for many years. Previously, it was thouhgt that the size of adenoid lead to serous otitis media, but recently its infective property is accussed. İn this study, Adenoidal-nasopharyngeal ratio(ANR) was found (means 0.74+0.08) in 100 children who undergone adenoidectomy operation, and also the relationship between ANR and SOM was investigated. There vvas not any statistically significant relationship betvveen ANR and SOM(t=0.06, P>0.5). At same time, there was not any statisticallysignificant relationship betvveen ANR and meadle ear pressure(t=0,06, P>0,05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
Fatih Aydın, Özge Turgay Yıldırım, Ercan Akşit, Evrin Dağtekin, Ayşe Hüseyinoğlu Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Direkt Oral Antikoagülan İlaçların Platelet İndekslerine Etkileri Ve Bunun Kanama Olaylarıyla İlişkisi
The Effect Of DIrect Oral AntIcoagulant Drugs On Platelet IndIceses And TheIr RelatIonshIp WIth BleedIng Events
Aim: Atrial fibrillation is a common disorder and is an important cause of thromboembolic events. Recently, direct oral anticoagulant drugs (DOACs) are being used to reduce the frequency of thromboembolic events among these patients. DOACs have several advantages over oral vitamin K antagonists, such as fixed dosage and fewer side effects. However, since the drugs and their affects cannot be monitored directly, difficulties are encountered in assessing drug efficacy and side effects. For this purpose, platelet indices and their relationship with DOACs may be utilized for the prediction of thromboembolic and hemorrhagic events.
Patients and Methods: 301 patients with atrial fibrillation who were using DOACs were included in the study. Platelet indices such as platelet count, platelet distribution volume, plateletcrit, platelet-large cell ratio were evaluated at the first and sixth months. The effect of DOACs on these indices and relationships with bleeding events were investigated.
Results: All groups were similar in regard to baseline platelet indices, except for lower P-LCR value among recipients of rivaroxaban. When post-treatment results were compared, all groups were found to have similar values in all parameters. However, time-bound comparisons revealed that apixaban and dabigatran significantly reduced P-LCR value after 6 months of use.
Conclusion: This study showed that apixaban, rivoraxaban and dabigatran had no effect on platelet count, MPV, PDW, PCT values in whole blood count of patients with non-valvular AF. All characteristics of those with and without hemorrhagic events were also similar of patients with non-valvular AF.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
Osman Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Total LaparoscopIc Hysterectomy PatIents
Bu prospektif çalışmanın amacı, kliniğimizde total
laparoskopik histerektomi (TLH) yapılan vakalarımızın sonuçlarını
değerlendirmektir. Benign veya malign hastalıklar nedeniyle Ocak
2013 ve Nisan 2014 arasında TLH uygulanan 41 olgu prospektif
olarak değerlendirildi. Operasyonda rijid enstrümanlar olarak 10
mm teleskop ve gelişmiş bipolar enerji modaliteleri kullanılmıştır.
İlk olarak 10 mm trokar subumbilikal 1 cm’lik kesiden direk olarak
yerleştirildi. Abdominal kaviteye 3-4 litre CO2 insuflasyonunu takiben
laparoskop yerleştirildi. Batının sağ ve sol avasküler alt kadranlarına
ikinci ve üçüncü kesiler yapıldı ve bu kesilerden 5 mm trokarlar
yerleştirildi. Uterus manipülasyonu için Rumi® II uterin manuplator
kullanıldı. Uterus vajinal yoldan çıkarıldı, gerekli görüldüğünde
intrakorporeal myomektomi ve morselasyon işlemi yapıldı. Vajinal
kafın kapatılmasında 0 numara vicryl kullanıldı. Tüm hastalarda
sağ ve sol uterosakral ve kardinal ligamentlerden sütür geçildi. Tüm
operasyonlar aynı cerrah tarafından yapılmıştır. Hastaların; ortalama
yaşı, vücut kitle indeksleri (VKİ), operasyon süresi, kan kaybı miktarı,
komplikasyon oranları ve ameliyat sonrası hastanede kalış süreleri
değerlendirildi. Histerektomi endikasyonları olarak; 16 myoma uteri,
6 medikal tedaviye dirençli anormal uerine kanama, 5 benign over
kisti, 4 adenomyozis, 3 myom uteri + over kisti, 2 endometrial polip,
2 endometrioma, 2 endometrial hiperplazi ve 1 erken evre serviks
kanseri bulunmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 47.5 (30-68),
ortalama VKİ 30.2 (24-44), ortalama spesimen ağırlığı 215.9 (90-
650 gr), ortalama operasyon süresi 107.9 (60-210 dk), ortalam kan
kaybı 81.1 (30-300 ml), ortalama preoperatif hemoglobin (Hb) değeri
12.5±0.9 gr/dl, postoperatif Hb değeri 11.5±0.8 gr/dl ve ortalama
hastanede kalış süresi 2.5 gün (2-4 gün) idi. İntraoperatif olarak
herhangi bir komplikasyon olmadı. Geç postoperatif komplikasyon
olarak 2 olguda vajinal kaf enfeksiyonu gelişti. Total laparoskopik
histerektomi jinekolojik hastalıklar için güvenli ve uygun bir
yöntemdir. En iyi sonuçları elde etmek için hastaların dikkatli seçimi
çok önemlidir.
The aim of this prospective study is to evaluate the results
of our total laparoscopic hysterectomy (TLH) cases. Forty one
patients underwent TLH due to benign or malign disorders were
reviewed prospectively between January 2013 and April 2014.
Rigid instruments 10 mm telescope, and advanced bipolar energy
modalities were used during the procedure. A primary 10-mm trocar
was inserted directly through a 1-cm sub umbilical incision. The
laparoscope was inserted through this trocar after insufflation of the
abdominal cavity with 3–4 L of CO2. The second and third incisions
were performed in the avascular right and left lower quadrant of the
abdomen and two ancillary 5-mm trocars were inserted through these
incisions. Uterine manipulation was performed by using RUMI® II.
During the removal of the specimen, if necessary, intracorporeal
myomectomy and morcellation were performed before the uterus
and ovaries were delivered intact through the vagina. A 0-Vicryl
suture was used for close the vaginal cuff. The sutures were passed
through the left and right uterosacral and cardinal ligaments in
all patients. All procedures were performed by the same surgeon.
The mean age of the cases, body mass indexes (BMI), duration of
operations, the amounts of blood loss, rates of complications and
post operative hospital stay were assessed. The indications of for
hysterectomies were, 16 myoma uteri, 6 medical treatment-resistant
abnornal uerine bleeding, 5 benign ovarian cyst, 4 adenomyozis, 3
myoma uteri+ovarian cyst, 2 endometrial polyp, 2 endometrioma, 2
endometrial hyperplasia and 1 early stage cervical cancer. The mean
age of patients were 47.5 (30-68 years), mean BMI of patients were
30.2 (24-44), mean specimen weight was 215.9 (90-650 gr), mean
operation duration was 107.9 (60-210 min), mean blood loss was 81.1
(30-300 ml), mean preoperative hemoglobin (Hb) was 12.5±0.9 gr/
dl, mean postoperative Hb was 11.5±0.8, and the mean hospital stay
was 2.5 (2-4 days). There were no intraoperative complications. Late
postoperative complication was vaginal vault infection in 2 cases.
Total laparoscopic hysterectomy is safe and feasible method for
gynecological diseases. Careful selection of patients is critical for
obtaining the best results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Toxoplasma, Rubella, Cmv, Hbv, AntIhbs, Hcv, HIv Seroprevelance
ın FIrst TrImester Pregnant Women
Çalışmadaki amacımız ilk trimester gebelerde Toksoplazma,
Rubella, Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV seroprevelanslarını
belirlemek ve parite durumları, yaş grupları ile ilişkisini araştırmak.
Kasım 2011 ile Şubat 2013 tarihleri arasında Bayrampaşa Devlet
Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğine başvuran, yaşları
16 ile 45 arasında değişen 2900 12 hafta ve altı gebe çalışmamızda
değerlendirildi. Uygun gebelerde çalışılan Toksoplazma, Rubella,
Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV sonuçları analiz edildi.
Yaş grupları, Gravide, Parite sayıları sorgulandı. Çalışmaya katılan
gebelerin yaş ortalaması 27.78±5.57 (16-45), gebelik ortalaması
2.21±1.39 (1-8), parite ortalaması 0.78±0.89 (0-5), başvurudaki
gebelik haftası ortalaması 8±3 (5-12) olarak saptandı. Çalışılan
serum örneklerinde Toksoplazma Ig G, Rubella Ig G, Sitomegalovirüs
Ig G, HbsAg, antiHbs, antiHCV, antiHİV seropozitifliği sırasıyla; %
31.2, % 95.7, % 99.2, % 2.4, % 22.1, % 0.1, % 0 iken; Toksoplazma
Ig M, Rubella Ig M, Sitomegalovirüs Ig M seropozitiflik yüzdeleri ise
sırasıyla % 0.9, % 0.15, % 0.7 olarak saptanmıştır. Toksoplazma
seropozitiflik oranı Türkiye verileriyle benzerlik göstermektedir.
Rubella seronegatifliği Türkiye verilerine oranla düşük bulunmuş
olup gebelik öncesi aşılama ile bu değer Avrupa ülkeleri seviyesine
çekilebilir. CMV seropozitifliği çalışmamızda oldukça yüksek
saptanmış olup düşük sosyoekonomik düzeyi işaret etmektedir.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti HİV düzeyleri Türkiye ortalamasına
yakın saptanmıştır. Bunlara göre rutin TORCH taramasına ek olarak
HBsAg ve anti-HBs taraması uygun görünürken, anti-HCV ve anti-HİV
taraması cost efektif değildir.
The purpose of this study was to designate the prevalences
of Toxoplasma, Rubella, Cytomegalovirus, HBV, anti-HBs, HCV,
HIV among first trimester pregnant women and investigate the
relationship between age groups, parity. This study included 2900,
under 12 gestational weeks pregnant women, ages ranging from 16 to
45 admitted to Bayrampasa State Hospital obstetrics and gynecology
outpatient department between November 2011 and February 2013.
Toxoplasmosis, rubella, cytomegalovirus, HBV, hepatitis B infection,
HCV, HIV was studied in suitable pregnant women and results were
analyzed. Age groups, gravida, parity number were questioned. The
mean age of the pregnant women participating in the study was
27.78±5.57 (16-45), mean gestation was 2.21±1.39 (1-8), mean
parity was 0.78±0.89 (0-5), mean gestational age on admission
was 8±3 (5-12). Toxoplasma IgG, Rubella IgG, Cytomegalovirus
IgG, HBsAg, antiHBs, HCV, antiHİV seropositivity were respectively
31.2%, 95.7%, 99.2%, 2.4%, 22.1%, 0.1%, 0%; and Toxoplasma IgM,
Rubella IgM, cytomegalovirus IgM seropositivity percentages, were
respectively 0.9%, 0.15%, 0.7%. Toxoplasma seropositivity rate is
similar to Turkey data. Rubella seronegativity was found lower then
the data of Turkey and with the prepregnancy vaccination this value
can be pulled the level of European countries. The high level of CMV
seropositivity in our study indicates the low socioeconomic status.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV and anti-HIV levels were close to the
average of Turkey. According to them, in addition to routine screening
of TORCH, screening for HBsAg and anti-HBs appears appropriate,
anti-HCV and anti-HIV screening is not cost effective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Turner Sendromlu Bir Olguda Atnalı Böbrek Ve İzole Üreteropelvik Darlık
Talat Yurdakul, Mustafa Okan İstanbulluoğlu, Mehmet Mesut Pişkin
Olgu sunumu
Özeti
Turner Sendromlu Bir Olguda Atnalı Böbrek Ve İzole Üreteropelvik Darlık
Case Report: A Turner Syndrome Case WIth Horseshoe KIdney And Isolyted UreteropelvIc JunctIon ObstructIon
Atnalı böbrek renal füzyon anomalileri içinde en sık görülenidir. Toplumda % 0.25 oranında görülür. Kromozom anomalileri ile birlikte görülebilir. Turner sendromunda en sık görülen renal anomali atnalı böbrektir. Atnalı böbreklerde üreter obstrüksiyonuna bağlı hidronefroz, sık üriner sistem infeksiyonu, lomberağrı, tekrarlayan taş oluşumu gibi komplikasyonlar görülebilir. Bu yüzden obstrüksiyon endoskopik veya açık cerrahi yöntemlerle düzeltilmelidir. Turner sendromlu bir olguda atnalı böbrek ve izole üreteropelvik darlık nedeniyle gelişmiş hidrone froz olgusu sunulmuştur.
Horseshoe kidney is the most common type of renal fusion malformation. The incidence rate is % 0.25 İn public. This malformation may accompany to the chromosomal abnormalities. The most freguent renal abnormality in Turner syndrome is horseshoe kidney. There might be seen complications such as hydronephrosis, freguent uri- nary tract infections, lumber pain and recurrent stone formation due to ureteral obstruction. So that obstruction should be corrected by endoscopic and surgical methods. W e present a horseshoe kidney case with hydronephro sis due to isolated ureteropelvic junction obstruction in a patient who has turner syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
Sema Tuncer, Alper Yosunkaya, Aybars Tavlan, Ahmet Topal, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Duchenne Kas Distrofisi Ve Anestezi
KaryotypIc DIstrIbutIon Of RecIprocal Balanced And Unbalanced TranslocatIons In Our Laboratory
Bu çalışmada üreme kayıpları ve doğumsal anomalili çocuk nedeniyle sitogenetik analiz uygulanan 15 olguda farklı kromozomları tutan resiprokal translokasyonların dağılımı incelendi. 6 olguda dengesiz, 9 olguda dengeli resiprokal translokasyon saptandı. Dengesiz karyotiplerin tümü parsiyel trizomiler olup, 3’ü maternal, 3 ’ü paternal kalıtım gösteriyordu. Dengeli resiprokal translokasyon taşıyıcısı olan ve aile çalışmaları yapılabilen olgularımızın 1’1 maternal, 2'si paternal, 3 ’ü de novo idi. İki olguda dengeli resiprokal translokasyona trizomi 21 eşlik ediyordu. Bulgularımıza dayalı olarak; resiprokal translokasyonların mekanizması, populasyondaki sıklığı, taşıyıcı bireylerin üreme kayıpları ve anomalili çocuk sahibi olma riskleri gözden geçirildi.
İn this study, karyotipic distribution of reciprocal translocations were investigated in 15 cases who referred to our laboratory because of reproductive vvastage and having a baby with multiple congenital defects. They distributed as follovvs; 6 unbalanced reciprocal translocations; 7 balanced reciprocal translocations and 2 balanced reciprocal translocations with trisomy 21. Ali of the unbalanced karyotypes were partal trisomies and three of them were inherited maternally while the other three were inherited paternally. Family investigations were done in balanced reciprocal translocation carriers and it was seen that three of them were de novo, two paternal and one maternal. Mechanisms of reciprocal translocations, their population rates and risks of carriers were evaluated by using our results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epistaksis İle Başvuran Olgularda Kanama Diyatezi Oranı Ve Pediatrik Kanama Skorunun Tanıdaki Değeri
Nergiz Öner, Gürses Şahin, Şule Yeşil, Burçak Kurucu Bilgin, Emre Çapkınoğlu, Azize Ceren Kılcı, Şeyma Ünüvar Gök, Ali Fettah
Araştırma makalesi
Özeti
Epistaksis İle Başvuran Olgularda Kanama Diyatezi Oranı Ve Pediatrik Kanama Skorunun Tanıdaki Değeri
The DIagnostIc Value Of BleedIng DIathesIs Rate And PedIatrIc BleedIng Score In PatIents PresentIng WIth EpIstaxIs
Amaç: Epistaksis çocukluk yaş grubunda sık görülen bir durumdur. Ancak bu şikayet ile başvuran çocuklarda altta yatan kanama bozukluklarına tanı konulması önemlidir. Hastalarda kanama bozukluğu olup olmadığını belirlemek için birinci basamak sağlık hizmetlerinde kullanılacak basit yöntemlere ihtiyaç vardır.
Bu çalışmanın amacı, epistaksis ile başvuran hastaları pediatrik kanama anketi ile değerlendirmek ve semptomatik ancak başlangıç hemostatik testleri normal olan hastaların tanısal değerini belirlemektir.
Gereç ve yöntemler: Çalışma grubuna burun kanaması olan 77 çocuk, kontrol grubuna 20 sağlıklı çocuk dahil edildi. Değerlendirme için Pediatrik