Colonoscopy-AssIsted PneumatIc ReductIon Of IntussusceptIon
Bu çalışmada deneysel kolokolik invajinasyonun kolonoskopi ile pnömotik redüksiyon (PR) unun değerlendirilmesi amaçlandı. Tavşanlar 14’erli 2 gruba ayrıldı. Deneklerin deneyden 1 gün önce gıda alımları durduruldu, parenteral olarak beslendi. Orta hat cilt kesisi sonrası karın duvarı açılarak kolokolik invajinasyon oluşturuldu. Tüm tavşanlara postoperatif 100 ml/kg/gün elektrolit solüsyonu verildi. Grup A 2, grup B 3 gün gözlendi. Kolonoskopi eşliğinde PR gerçekleştirildi. Grup A’da 14 tavşanın 3’ünde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 3.970±2.137 kg, redüksiyon süresi 3.97±2.47 dakika, hava basıncı 44.0±2.6 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı %100’dü. Bu grupta perforasyon gözlenmedi. Grup B’de 14 tavşanın 5’inde çilek jölesi tarzında gaita çıkışı gözlendi. Ortalama ağırlıkları 4.1±2.75 kg, redüksiyon süresi 4.01±1.71 dakika, hava basıncı 55.9±13.3 mmHg ve redüksiyonun başarı oranı % 93’tü. Bu grupta 1 tavşanda perforasyon gözlendi. Grup B’de verilen hava basıncının grup A’ya göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi (p
The aim of this study was to evaluate colonoscopyassisted pneumatic reduction(CAPR) of experimental colocolic intussusception(CCI). Twenty eight rabbits were divided into 2 groups each containing 14 rabbits: Group A and B. The animals were not fed orally 1 day before the experimental study and fed parenterally. After median line skin incision, abdominal wall was opened. Colocolic intussusception was performed. 100 ml/kg liquid electrolyte solution was given to all rabbits in postoperative period. Group A was observed for 2 days and Group B for 3 days. In Group A, the “currant jelly” stools were observed. Mean weights were 3.970±2.137 kg, reduction duration 3.97±2.47 minutes, air pressure 44.0±2.6 mmHg, and the success rate of reduction 100%. Perforation was not observed in this group. In Group B, the “currant jelly” stools were observed in 5 of 14 rabbits. Mean weights were 4.111±2.754 kg, reduction duration 4.01±1.71 minutes, air pressure 55.9±13.3 mmHg, and the success rate of reduction 93%. Perforation was observed in 1 rabbit in this group. The air pressure in group B was significantly higher than group A (p
Koagulaz - Negatıf Stafılokoklar Uzerıne Topıkal Antımıkrobıyal Ajanların Etkisi
Effect Of TopIcal AntImIcrobIal Agents On Co-Agulase-NegatIve StaphylococcI
Deri yazeyinde hulunan koagalaz-negatif sta-filokoklara topikal olarak uygulanan antimikrobiyal ajanlarin etkirzligi araorrildr. 5 antiseptik solusyon ye 5 antimikrobiyal pomat degerlendirildi. Antiseptik solusyonlar (% 10 Po-. vidone-iodine, % 2 iodine, % 2 Tentardiyot, % 70 etanol, % 0.5 Klorhekzidin) gazli hezle 15 saniye uy-gulandi. Antimikrobiyal pon-zadlar (mupirocin, neomycin-bacitracin • silver sulfadiazirz, povidone-iodine pomad. sodywn fusidat) gazli hezle 6 saw sareyle tathik edildi. Tedavi uygulamalarrndan sonra arnekler Povidone-iodine. Klorhekzidin ye tentiirdiyot dim Orneklerde (10110) yilzey bakterikrini eradike etti. % 2 iodine 10 ornegin 9'unda, % 70 etanol ise lo ornegin 7'sinde eradike edici hulundu. 5 antimikrobiyal pomadm 471 deri yazeyinin ste-rilizasyonunda etkin hulundu. % Silver sal-fadiazinVe 10 ornekten 2'cinde koagiilaz negatif sta-filokok arernesi goralda.
In the Human Skin The efficacy of antimicrobial agents applied to-pically to the skin surface in eradicating coagulase-negative staphylococci (ENS) residing in the skin surface. Five antiseptic solutions (10 % povidone iodine, 2 % iodine, 2 % tincture of iodine, 70 % ethanol, and 0.5 % Chlorhexidine) were applied for 15s with a gauze sponge. The antimicrobial ointments (po-vidone-iodine. silver sulfadiazine, mupirocin, so-dium fucidate, and a double-antibiotic ointment con-taining neomycine, and bacitracin) were applied and covered for 6 th with gauze. After treatment. the surface was sampled. All agents were effective in eradicating ENS from the surface. The antiseptic solutions povidone-iodine. chlor-hexidine and tincture of iodine eradicated surface bacteria in every trial (10 of 10 each), and 2 % io-dine and 70 % ethanol eradicated bacteria from the surface in 9 and 7 of 10 trials, respectively. Four of the five antimicrobial ointments were also effective in the sterilization of the skin sur-face: 1 % silver sulfadiazine was the exception.
İntestinal T İp Mide Adenokarsinomlarında Tümör Tomurcuklanmasının Prognostik Önemi
The PrognostIc Importance Of Tumor BuddIng In IntestInal-Type GastrIc AdenocarcInoma
Amaç: Mide kanseri kansere bağlı ölümlerin önde gelen sebeplerinden biridir. Tümör tomurcuklanması
birçok kanserde prognostik faktör olarak gösterilmiştir. Bu çalışmada intestinal tip mide adenokarsinomunda
tümör tomurcuklanmasının prognostik önemini değerlendirmeyi ama çladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında Patoloji Kliğinde intestinal tip mide
adenokarsinom tanısı almış 152 olgu dahil edildi. Tümör tomurcuklanması düşük, orta, yüksek olarak
gruplandı. Hematoksilen-Eosin boyalı preparatlar tümör diferansiyasyonu, lenfovasküler invazyon (LVİ),
perinöral invazyon (PNİ), lenf nodu tutulumu, invazyon derinliği (pT) ve tümör tomurcuklanması açısından
yeniden değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan olguların %30.9 (n=47)’unda tümör tomurcuklanması düşük, %37.5
(n=57)’inde orta, %31.4 (n=48)’ünde yüksek yoğunlukta idi. İstatistiksel olarak tümör tomurcuklanması
arttıkça tümör boyutu artmakta (p<0,05), olguların takip süreleri kısalmakta, sağ kalım süresi (p<0,05)
ve tümör diferansiasyonu (p<0,05) azalmakta idi. Tümör tomurcuklanması ile LVİ (p<0,05), PNİ (p<0,05),
pT(p<0,05), lenf nodu tutulumu (p<0,05) ve olguların mortalitesi (p<0,05) arasında istatistiksel olarak
anlamlı ilişki gözlendi. Tümör tomurcuklanması ile cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu ve operasyon tipi
arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki gözlenmedi (p>0,05 ).
Sonuçlar: Tümör tomurcuklanması kötü prognostik faktörlerle ilişkilidir. Tedavi seçiminde ve olguların
takibinde önemli olabileceğinden tümör tomurcuklanma durumu pat oloji raporlarına dahil edilebilir .
Aim: Gastric cancer is one of the leading causes of cancer-related deaths. Tumor budding has been
shown to be a prognostic factor in many cancers. In this study, we aimed to evaluate the prognostic
significance of tumor budding in intestinal-type gastric adenoc arcinoma.
Patients and Methods: A total of 152 cases diagnosed as intestinal type gastric adenocarcinoma in
the Pathology Clinic between 2015 and 2021 were included in the study. Tumor budding was grouped
as low, medium and high. Hematoxylin and eosin-stained slides were re-evaluated in terms of tumor
differentiation, lymphovascular invasion (LVI), perineural invasion (PNI), lymph node involvement, depth
of invasion (pT) and tumor budding.
Results: Tumor budding was low in 30.9% (n=47) of the subjects included in the study, moderate in 37.5%
(n=57) and high in 31.4% (n=48). Statistically, as tumor budding increased, tumor size increased (p<0,05),
follow-up times were shortened, survival time (p<0,05), and tumor differentiation (p<0,05) decreased. A
statistically significant correlation was observed between tumor budding and LVI (p<0,05), PNI (p<0,05),
pT(p<0,05), lymph node involvement(p<0,05), and mortality of the cases (p<0,05). No statistically
significant correlation was observed between tumor budding and gender, age, tumor localization and
operation type (p>0.05).
Conclusions: Tumor budding is associated with poor prognostic factors. As it may be important to guide
the treatment modality and follow-up, tumor budding status may be mentioned in routine pathology reports.
Metilen Mavisi, Pilonidal Sinüs Hastalığının Tedavisinde
etkili Rezeksiyon Sağlar
Methylene Blue ProvIdes An EffIcIent ResectIon
for The Treatment Of PIlonIdal SInus DIsease
Amaç: Metilen Mavisi (MM) Sacrokoksigeal Pilonidal Sinüs Hastalığı (SPSH) için yaygın olarak kullanılan bir boyadır.
Bu randomize prospektif çalışmanın amacı, Karydakis flep prosedüründe sakrokoksigeal (SPSH) için (MM) yararlarını ve
etkinliğini saptamaktır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016 ile Nisan 2017 tarihleri arasında SPSH Karydakis flep prosedürü uygulanan olan toplam
100 hasta randomize olarak, iki eşit gruba ayrıldılar. Hastaların yaş, cinsiyet, VKİ, hastalık süresi, delik sayısı ve eksize
edilen numune yüksekliği, genişliği, alanı, çevresi, derinlik, hacim ölçüleri, postoperatif komplikasyonlar ve hastanede yatış
süresi kaydedildi.
Bulgular: Her iki grupta da hastaların özellikleri benzerdi. MM kullanılan grupta eksize edilen örneklerin derinliği dışındaki
tüm parametreler istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.01).
Sonuç: Sonuçlarımız MM kullanımının Karydakis flep prosedüründe açık bir fayda sağladığını gösterdi.
Aim: The Methylene Blue (MB) is commonly used dye for Sacrococcygeal Pilonidal Sinus Disease (SPSD).
The aim of this randomized prospective trial was to determine the benefits and effectiveness of (MB) for
(SPSD) by comparing the results of Karydakis flap procedure.
Patients and Methods: Between January 2016 and April 2017, a total of 100 patients with sacrococcygeal
pilonidal sinus disease were randomly assigned to two equal groups which underwent Karydakis flap
procedure with or without MB usage. Patients age, gender, BMI, duration of the disease and number of the
orifices, excised specimen height, width, area, circumference, depth, volume,postoperative complications
and duration of hospital stay were recorded.
Results: Characteristics of the patients were similar in both groups. In the MB used group all the
parameters except the depth of the excised specimens found as statistically significant (p<0.01).
Conclusion: Our results s
Oküler Tutulumsuz Behçet Hastalarında Erektil Disfonksiyon İle Makula Ve Radyal Peripapiller Mikrovasküler Yoğunluklar Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Between ErectIle DysfunctIon And Macular And RadIal PerIpapIllary MIcrovascular DensItIes In Behçet's PatIents WIthout Ocular Involvement
Amaç: Oküler tutulumsuz Behçet (OTB) hastalarında Erektil disfonksiyona (ED) göre maküler mikrovasküler
(MMV) ve radyal peripapiller kapillerlerin (RPK) vasküler yoğunluklarını (VY’ları) karşılaştırmak ve hastaların
Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi (IIEF)-15'in 5 farklı cinsel fonksiyon alanında saptanan puanları ile OKTA'yla
ölçülen değerleri arasındaki korelasyonu incelemek.
Hastalar ve Yöntem: Bu kesitsel çalışma Nisan 2019 - Mart 2020 arasında yapıldı. 94 erkek Behçet hastasından
göz tutulumu olmayan ve çalışmaya alınma kriterlerine uyan 23’ü çalışmaya alındı. Kontrol grubu yaşça eşleşmiş
25 sağlıklı bireyden oluşturuldu. ED olan ve olmayan hastalarla kontroller arasında optik koherens tomografi
anjiyografi (OKT-A) ile ölçülen değerler karşılaştırıldı. Sonra, hastaların IIEF-15 anketinin 5 farklı cinsel fonksiyon
alanında tespit edilen puanları ile OKT -A’yla ölçülen değerlerinin korelasyonu incelendi.
Bulgular: Kontrollere kıyasla hem ED’lu hem de ED’suz hastalarda derin kapiller pleksusun tüm alanında VY'lar
azalmıştı. ED'lularda kontrollere ve ED'suzlara kıyasla RPK ağdaki tüm alanın tüm damarlarının VY’ları da
azalmıştı. Ayrıca ED'lularda kontrollere ve ED’suzlara göre alt kadranda Retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlıkları
da azalmış bulundu. OTB hastalarının IIEF-15’in 5 alanındaki puanlarıyla OKT-A ölçümleri arasındaki korelasyon
analizinde, RPK'nin tüm alanındaki tüm damarların VY’ları ve RSLT kalınlık değerleriyle IIEF-15’nin 4 alanındaki
puanları arasında pozitif korelasyon vardı.
Sonuçlar: ED'a neden olabilecek faktörler dışladıktan sonra, ED'lu OTB hastalarında MMV ve RPK VY'larının ve
RSLT alt kadran kalınlıklarının azaldığı bulundu. Ayrıca, OTB hastalarının cinsel fonksiyon alanlarındaki IIEF-15
puanlarıyla RPK VY’ları ve RSLT kalınlıkları arasında korelasyon bulundu.
Aim: To compare the vascular densities (VDs) of macular microvascular (MMV) and radial peripapillary
capillaries (RPC) according to Erectile dysfunction (ED) in non-ocular Behçet's (NOB) patients, and to
examine the correlation between the patients' International Index of Erectile Function (IIEF)-15 scores in 5
different sexual function domains and the values measured by OCT -A.
Patients and Method: This cross-sectional study was conducted between April 2019 - March 2020. Of the
94 male Behçet's patients, 23 without eye involvement and who met the inclusion criteria were included in
the study. The control group consisted of 25 age-matched healthy individuals. Values measured by optical
coherence tomography angiography (OCT-A) were compared between patients with and without ED and
controls. The correlation between the patients' scores in 5 different sexual function domains of the IIEF-15
questionnaire and those measured by OCT -A was examined.
Results: Compared to controls, VDs were reduced in the whole area of the deep capillary plexus in both
patients with and without ED. VDs of all vessels of the whole area in the RPC network were also decreased
in EDs compared to controls and non-EDs. In addition, retinal nerve fiber layer (RNFL) thicknesses in the
inferior quadrant were found to be decreased in patients with ED compared to controls and those without ED.
In the correlation analysis between NOB patients' scores in 5 domains of IIEF-15 and OCT-A measurements,
there was a positive correlation between the RNFL thickness values and VDs of all vessels in the whole area
of RPC, and the scores in 4 domains of IIEF-15.
Conclusions: After excluding factors that may cause ED, MMV and RPC VDs and RNFL inferior quadrant
thicknesses were found to be decreased in NOB patients with ED. In addition, a correlation was found between
IIEF-15 scores in sexual function domains and RPC VDs and RNFL thicknesses of NOB patients.
Türkçe Okurken Kelimelerin Neresıne Vizüel Fiksasyon Olmaktadır?
What Is The LocatIon Of VIsual FIsatIon WIthIn TurkIsh Words DurIng ReadIng?
Bu çalışmada okurken ortaya çıkan sakkadların amplitıidleri ölçülerek, satır üzerinde fikrasyon noktaları hesaplandı. Fiksasyonların genelde kelimelerin sol yarısına olmakla birlikte fili ve fiilimsi özelliğindeki kelimelerde sağ yarıya yöneldiği görüldü. Bu bulgunun Türkçe'nin bitişken dil özelliğinden deri gelebileceği düşünüldü.
Visual fixation locations were founded on the tines by measuring saccades amplitudes which occur durıng reading. Fixations ara san to be on the right Naif of the verbs though :hey occur on the left .h.alf of the other vords. This finding was considered likely to be resulied from the agglutinative property of Turkish Language.
EvaluatIon Of The PrIck Test And Serum SpecIfIc Ige Results In PatIents WIth AtopIc BronchIal Asthma
Kliniğimizde yapılan bu çalışmada astmalı hastalarda cilt testi, serum total ve spesifik IgE düzeyleri karşılaştırılmış ve tanısal değerleri incelenmiştir. Ayrıca prick testinde saptanan farklı her allerjen için serum total ve spesifik IgE değerlerinin sensitivite ve spesifiteleri hesaplanmıştır. Çalışma ve kontrol grubuna prick testi yapılmış ve her iki grubun total IgE düzeyleri saptanmıştır. Prick testte pozitiflik gözlenen allerjenler için spesifik IgE düzeyleri ölçülmüştür. Allerjik astmalıların serum total IgE düzeyleri (301.7+412.1 lU/ml) kontrol grubu (77.1+55.3 lU/ml) ile karşılaştırıldığında anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0.001). Hasta grubunda, cinsiyet ve ailede atopi öyküsü olmasının serum total IgE düzeylerine etkili olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Serum total IgE sensitivitesi %57 olarak hesaplanmıştır. Serum spesifik IgE düzeyinin sensitivitesi %75-100 arasında ve spesifitesi ise %100 (ev tozu akarları hariç) olarak tespit edilmiştir. Ayrıca serum total IgE yüksekliği ile serum spesifik IgE müspetliği arasında zayıf korelasyon gösterilmiştir (r=0.25). Sonuç olarak her ne kadar çalışma grubunda total IgE düzeyleri kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulunsa da, bu yüksekliğin atopinin tanısında sensitif olmadığı gösterilmiştir. Cilt prick test sonuçları ile paralellik gösteren serum spesifik IgE düzeylerinin, atopik astmalılarda rutin olarak araştırılmasının gerekmediği kanısına varılmıştır.
İn this study; skin prick test, serum total and specific IgE levels vvere compared in patients with asthma and the diagnostic values of these tests vvere investigated. İn addition sensitivity and specifity of total and specific IgE values vvere calculated for different allergen groups. Skin prick tests vvere applied to asthmatic and control cases and serum total IgE levels vvere determined in both groups. İn asthmatic and control groups, serum specific IgE levels vvere determined for allergens vvhich vvere observed positive in prick test. The serum total IgE levels of asthma group (301.7±412.1 lU/ml) vvere significantly higher vvhen compared to the control group (77.1+55.3 lU/ml). Sex and family history of atopy vvere not factors influencing the total IgE levels in asthmatic patients (p>0.05). The sensitivity of serum total IgE was 57%. The sensitivity and specifity of serum specific IgE was 75-100% and 100% (except for mites), respectively. The correlation betvveen high serum total IgE and serum specific IgE positivity was weak (r=0.25). We concluded that high serum total IgE levels are not sensitive in diagnosis of atopy in asthmatic patients. Serum specific IgE levels should not be investigated in atopic patients as routine, because of it has high specifity vvith allergens positive in skin prick tests.
Sıçanlarda Ovarektominin Ve Ovarektomi Sonrası Uygulanan Östrojenin Pineal Bez Üzerine Etkisi:ışık Mikroskobik Çalışma
Effect Of OvarIectomy And OvarIectomy Follovved By AdmInIstratIon Of Estrogen On The PIneal Gland: A LIght MIcroscopIc Study.
Bu çalışma, ovarektominin ve ovarektomi sonrası uygulanan östrojenin pineal bez üzerine etkisinin ışık mikroskop düzeyde araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 15 adet Wistar-Albino cinsi dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-ovarektomi) ve ovarektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Bu hayvanlara günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susamyağı enjekte edildi. Grup III deki sıçanlara da ovarektomi sonrası günlük olarak ve derialtı yolla 0.1 mİ susam yağı içerisinde 0.5 mg Estradiol Beonzoate enjekte edildi. Bir aylık deney süresi sonunda tüm hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Sıçanların pineal bezleri çıkartılarak rutin histolojik yöntemlerle ışık mikroskobik preparatları hazırlandı. Çalışmamızda, ovarektomi sonrası pinealositlerde hipertrofinin oluştuğu ve bez yapısında lipid damlacıklarında artış meydana geldiği gözlendi. Ovarektomi sonrası östrojen enjeksiyonu sonucunda ise, ovarektomi sonrası gözlenen hipertrofinin ve lipid damlacıklarındaki artışın kaybolduğu tespit edildi. Ayrıca, parankima! hücreler arasındaki bağ dokuda artış gözlendi. Sonuç olarak, ovarektomi sonrası pinealosit hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği ve bu artışın östrojen enjeksiyonu ile baskılandığı görüldü.
This study was aimed to examine the effects of ovariectomy and ovariectomy follovved by estrogen administration on the pineal gland by light microscopy. For this purpose 15 female Wistar rats vvere used. Animals were divided into three groups. Group I and II vvere designated as sham-ovariectomised (Control) and ovariectomised, respectively. They received sesame oil (0.1 mİ subcutaneously) alone. The rats in Group III vvere ovariectomised and daily injected vvith Estradiol Benzoate (0.5 mg/0.1 mİ sesame oil per day s.c) for 1 months. At the end, ali animals vvere killed by vascular perfusion. The pineal glands of rats vvere removed, then processed for light microscopy. Ovariectomy caused hypertrophy in pinealocytes and an increase of lipid droplets in the structure of pineal gland. İt was observed that Estradiol administration follovving ovariectomy inhibited ovariectomy induced hypertrophy and increase of lipid droplets. Additionally, the connective tissue betvveen parenchymal cells was increased in this group. İn conclusion, increased of celi activity was seen in the pinealocytes after ovariectomy and this increase was suppressed follovving the administration of Estradiol benzoate.
Egzersız Stres Testınde St-Segment Yukselmesı Ve Anjıografık Bulgular
St Segment ElevatIon DurIng ExercIse Stress Test And AngIographIc FIndIngs
Bu calısmamızda, prospektif olarak, egzersiz stres testi (EST) pozitifligi nedeniyle koroner an-jiografi gerc..ekle§tirilen olgularda ST-segment yuk-selmesinin prevelansint ve EST esnasinda ST-segment yukselmesi gosteren gecirilmic miyokard in-farktilsil (GM!) olan ve olmayan olgulart klinik, EST, anjiografik ye prognostik agdan kar-plaormayt amacladtk. calt§maya 16'si (% 88.8) erkek. 2'si (% 11) kadm 18 olgu altridt (yav ortalantast 54. 1 ±9.9 yil). Olgularm 12'sinde (% 66.6) GM! anamnezi yard:, 6'smda (% 34) GMI yokru. EST pozitifligi nedeniyle koroner anjiografi yapilan 210 olgunun 18'inde (% 8.5) ST segment yiikselmesi teshit edildi. Olgularm 137inde (% 72) anterior, 2'sinde (% I I) inferior. ninde (% 16.6) inferior+anterior derivasyonlarda ST segment yukselmesi helirlendi. , GM! olan 3 olguda patolojik-Q'nun olmadigt de-rivasyonlarda ST-segmenti yukseldi. 9 olguda ise ST-segment yiikselmesi Q-dalgast olan lo-kalizasyonunda geli§ti. GM1 olan olgularm sadece 5'inde (% 41.6) EST esnasinda gogiis agrtst oldu. GM! olmayan olgulartn (n=6, % 100) hepsinde EST'de gqiis agnst oldu ye ciinde anterior. I 'inde
In this study, we aimed to investigate the pre-valence of ST-segment elevation during exercise stress test (EST) in patients who underwent co-ronary angiography because of EST positivity, and to compare the clinical, EST, angiographic and prognostic data of patients with ST-segment ele-vation in EST with and without prior myocardial in-farction (PM1). Eighteen patients with exercise-induced ST-segment elevation were studied (male: 16 (88.8 %), female: 2 (11 %), mean age 54.1±9.9 years). Of these patients 12 had evidence of PM1. The pre-valence of ST elevation was (% 8.5) in 210 patients who underwent coronary angiography because of EST positivity. Thirteen patients (72 %) showed ST elevation in anterior, 2 (11 %) in inferior and 3 (16.6 %) in inferior+anterior leads. Three of PMI (+) patients showed ST elevation remote from pathological-Q wave, when 9 had ST elevation in the PM! localization. On the other hand, angina occured during EST in all patients with PM1 but in only 5 (41.6 %) of PM] (-) group.
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
Konya İl Merkezi İlkokul Çağı Aşılı Ve Aşısız Çocuklarda Tüberkülin Deri Testi Sonuçları
TuberkulIn SkIn Test Results In Central PrImary School ChIldren WIth And WIthout Bcg VaccInatIon Of Konya
Konya il merkezinde 10 ilkokulda birinci ve beşinci sınıflar olmak üzere iki yaş grubunda BCG skarlarına bakarak bölgedeki aşılama çalışmalarının günümüzdeki durumu, 6-12 yaş çocuklarda tüberküloz enfeksiyonunun durumu ve BCG’nin PPD testine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada ilkokul birinci ve beşinci sınıflara devam etmekte olan 2652 öğrenciye (1374’ü birinci, 1188’i beşinci sınıf) tüberkülin deri testi yapıldı ve sonuçlar aşılama durumu göz önüne alınarak karşılaştırıldı. Çalışmaya alınan öğrencilerden 414’ünün (%16.2) hiç aşılanmadığı, aşılı öğrencilerden 2029 unun (%79.2) bir kez ve 119 unun (%4.6) iki kez aşılandığı saptandı. Ortalama tüberkülin endurasyonu aşısız öğrencilerde 1.186±2.188 mm, bir aşılı öğrencilerde 4.894±4.643 mm ve iki aşılılarda 10.890±4.037 mm olarak bulundu. Ayrıca aşısız414 kişinin 9 una (%2.2) karşılık, bir aşılı 2029 kişinin 438 i (%21.6), iki aşılım 119 kişinin 85 i (%70.5) 10 mm ve üzeri reaksiyon gösterdiği bulundu. Tüm öğrenciler dikkate alındığında enfeksiyon oranının %4.2 olduğu görüldü. Aşısızlarda YER (Yıllık Enfeksiyon Riski) 7 ve 11 yaş grubunda 0.41 ve 0.56 olarak hesaplandı. Sonuç olarak, çalışmamızda Konya bölgesinde yenidoğan dönemi aşılama çalışmalarının başarılı revaksinizasyonun yetersiz olduğu, ayrıca BCG uygulamasının tüberkülin reaksiyonunu arttırdığı ve bir aşılılarda tüberkülin pozitiflik sınırının 14≤ mm olduğu enfeksiyon oranının yaş arttıkça arttığı, cinsiyetle değişmediği görülmüştür.
In this study, we have planned to determine: The vaccination situation of the two age groups of children in the first and fifth classes of the primary schools of Konya province by looking at the BCG scars; the effects of BCG vaccination to tuberculin tests; the tuberculin reaction that can distinguish the natural infection in one time vaccinated children. We have also investigated the situation of tuberculosis infection in Konya province for contituting data for our region. We have included 2652 students of first and fifth classes of the primary school (1374 and 1188). 414 (16.2%) of the children had no BCG vaccinations. 2029 (%79.2) of the vaccinated 2148 children had only one and 119 (%4.6) children had two vaccinations. Mean tuberculin endurations were respectively 1,186±2,188 mm 4,489±4,643 mm and 10.890±4.037 mm in unvaccinated and in the children who had waccinated twice. Morower, 9(%2.2) of the unvaccinated 414 children, 438 (21.6) of one time vaccinated 2029 children and 85 (%70.5) of two times vaccinated 119 children had 10mm or larger endurtions. The infection rate was %4.2 in the whole group. In the group of unvaccinated children, the risk of yearly infections was 0.22 in the 7 year old children group and 0.31 in the 11 year old children group. As a result, we have determined that vaccinations in the newborn age group are succesfull but revaccinations are not enough. BCG vaccination is increasing the tuberculin reaction and pozitive tuberculin enduration is ≤14 mm.
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Effect Of NebIvolol On Rat Tram Flap VIabIlIty
Meme rekonstruksiyonu; meme kanserinin cerrahi tedavisinin bir parçası olarak düşünülmektedir. Rekonstrüksiyon seçenekleri arasında bulunan transvers rektus abdominis kas deri flebinin (TRAM) belirli beslenme zonlarındaki perfüzyon yetersizlikleri, cerrahi sonrası görülen komplikasyonların artmasına neden olmaktadır. Periferik vazodilatasyonla kanlanma artırıldığında, flep viabilitesi artmakta ve komplikasyon riski azaltılabilmektedir. Nebivolol, üçüncü kuşak beta-adrenoreseptor blokeri olup nitrik oksit aracılığıyla periferik vazodilatasyon yapmaktadır. Çalışmada otuz adet, 250-300 gr ağırlığında Spraque- Dawley rat, beş deney grubuna ayrıldı. Tüm gruplarda TRAM flep kaldırıldı. Kontrol grubu kabul edilen birinci gruba ilaç uygulanmadı. İkinci gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol (Vazoksen, Abdi Ibrahim) oral gavaj yöntemi ile başlandı ve postoperatif 7 gün uygulamaya devam edildi. Üçüncü gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol, verildi. Peroperatif dönemde ve postoperatif 7 gün devam edildi. Dördüncü gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol başlandı ve postoperatif dönemde 7 gün devam edildi. Beşinci gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol kullanıldı. Peroperatif veya postoperatif dönemde ilaç kullanılmadı. Yedinci gün, tüm ratlarda kan laktat düzeyi ölçüldü ve fleplerin fotoğrafları çekilerek, nekroz alanlarının yüzdeleri belirlendi. Kan laktat değerlerinin, istatistiksel olarak tüm gruplarda kontrol grubuna (grup I) göre belirgin farklılık gösterdiği bulundu. En anlamlı fark kontrol grubu ile (grup 4) arasında tespit edildi. Fleplerin nekroz oranlarının değerlendirmelerinde, istatistiksel olarak grup 1’e göre diğer tüm gruplarda anlamlı fark mevcuttu (p
Breast reconstruction is an essential part of the breast cancer threapy. The transverse rectus abdominis musculocutaneous (TRAM) flap has been widely used for reconstruction of the breast. Partial loss of the flap is still a major problem. The defficiency of flap perfusion may cause partial necrosis of the flap. Periferic vasodilatation may increases flap viability. The aim of this study is evaluation of affect of nebivolol on rat TRAM flap perfusion. Nebivolol is a selective β1 adrenergic receptor antagonist that causes a direct vasodilator effect attributed to the action on vascular nitric oxide (NO). In this study 30 male spraque–dawley rats were used. A pedicled TRAM flap based upon the the right inferior epigastric artery was elevated and reapproximated. Animals were randomly assigned to 5 treatment groups (n:6). Group 1 received no nebivolol. Groups 2 through 5 were administered 100 mg/kg nebivolol orally 24 hours preoperatif; in addition groups 2 to 4 received orally postoperatif for 7 days. Group 3 also received intraoperatively; groups 4 and 5 were given nebivolol orally for 7 days before the 24 hours preoperatif treatment. Seven days after surgery skin paddles were photographed and assessed for viability. In seventh day blood lactate levels were measured. Statically significant differences were found in all experimental groups relative to the controls. Group 4 displayed the greatest improvement in flap viability, significantly better than other nebivolol groups. This study indicates that nebivolol may provide a useful pharmacologic tool for reducing iscemia-reletad necrosis in TRAM flaps.
Malign Hastalarda İntravenöz Port Kullanımı: 5 Yıllık Klinik Deneyim
The Use Of Intravenous Port In MalIng DIsease: 5-Year ExperIence
Uzun süreli intravenöz tedavi ihtiyacı duyan kanser hastalarında damarsal erişim yolu önem taşır. Port adı verilen bu kısmi implante edilen kateterler ile uzun süreli intravenöz uygulama sağlanabilmiş ve yıllar içinde kateterin yapısında ve uygulamasında değişiklikler yapılmıştır. Ocak 2006-Ağustos 2010 tarihleri arasında tedavileri için kliniğimize başvuran ve kalıcı venöz port uygulanan 235 kanser hastası retrospektif olarak incelendi. Port kateter takılan hastaların yaşları 28-82 arasındaydı (45±3). Hastaların 132’si bayan, 103’ü erkek idi. Tüm port kateter girişimlerimiz ameliyathanede, monitörizasyon ve lokal anestezi altında gerçekleştirildi. 235 hasta için portun takılı kaldığı toplam gün sayısı 11-1997 gün arasında değişmekteydi (ort. 603 gün). İntravenöz port kateterlerin klinik kullanımının her geçen gün artması bunlara olan önemi artırmıştır. Özellikle kanser tedavisi için damar yolu bulmanın güç olduğu olgularda güvenle kullanılır. Uzman kişilerce portun takılması, huber iğnesinin kullanımında gereken dikkatin verilmesi, kullanılan enjektörün hacminin 10 cc ve üzerinde olarak belirlenmesi dışında, port takıldıktan sonra görüntüleme yöntemleri ile değerlendirilmesi, cilt altına iyi tespit edilmesi, kullanım döneminde ise steril şekilde kullanması ve heparin ile yıkama işlemlerinin yine deneyimli kişilerce yapılması kateter ömrünü uzatacak ve hasta konforunu daha da arttıracaktır.
The vascular access path is important in cancer patients who need long-term intravenous treatment. With this partial application port named, long-term intravenous application could be performed, and changes were made in the structure and application of these catheters with the over the years. Between January 2006-August 2010, 235 cancer patients underwent permanent venous port were retrospectively reviewed in our clinic. Patients’ age were ranged from 28-82 (mean 45±3). 132 patients were female, 103 were male. All attempts to port catheter performed under local anesthesia in the operating room, monitoring. The total number of days that remained attached to the port for 235 patients ranged from 11-1997 days (mean 603 days). The clinical use of intravenous port catheters has increased, and the importance of them every day to increase. Especially, in patients’ vascular access inappropriate, these catheters used safely. Installing the port by experts, be careful in Huber needle use, than more 10 cc of injector volume, and the port has been inserted after the evaluation of imaging methods, detection of skin under the best of use of the sterile period, and the use of heparin made by persons experienced with the washing process also will extend the life of the catheter and will improve patient comfort.
Sinüs Cavernasosus'un Meningeal Yapısı;anatomik Çalışma
MenIngeal Structure Of The Cavernous SInüs; An AnatomIc Study.
Amaç: Bu çalışmada, sinüs cavernosus'un lateral duvarı'nın meningeal yapısı ve Dorello kanalının mikroanatomisi, lig. petrolinguale ve lig. petrosphenoidale'nin etraf yapılarla olan ilişkileri anatomik olarak çalışıldı. Bu bölgeye yapılacak openatif yaklaşımlara katkı sağlamak amacıyla yapılmıştır. Yöntem : Çalışmamız 14 erişkin insan kadavrasında Olympus operasyon mikroskobu ve stereo mikroskopla gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmamızda sinüs cavernosus'un lateral duvarı, yüzeysel ve derin olmak üzere iki tabaka halinde bulundu. Yüzeysel tabaka daha kalın ve düzenli bir yapıya sahip iken, iç tabaka ince, düzensiz, değişken ve üzerinde yer yer dural defektlerin olduğu bir yapı şeklinde idi. Sinüs cavernosus'un lateral duvarındaki derin tabakasının posteroinferior bölümünün lig. petrolinguale ile devam ettiği ve yüzeyel tabakadan kolaylıkla ayrıldığı ve arteria carotis interna (ACİ)'nın sinüs cavernosus'a bu noktadan girdiği tespit edildi. Dorello kanalının, petroclival bölgenin her iki dural yaprağı arasındaki birleşmenin içinde yer aldığı gözlendi. Sonuç: Bu çalışmamızda, sinüs cavernosus ve etraf yapılarının anatomik ve morfometrik ilişkilerinin anlaşılmasında, bölgeye yapılacak olan cerrahi yaklaşımlarda komplikasyon riskinin azaltılmasına katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
Aim: İn this study the meningeal structure of the lateral wall of the cavernous sinüs and the microanatomy of Dorell's canal, and the anatomical relations of petrolingual and petrospheonidal ligaments with the adjacent structures were studied. By aim of additional security during the surgical approach in this region this study was performed. Materials and Methods: İn the present study, the microanatomy of the cavernous sinüs and the neighbouring structures in 14 adult human cadavers were examined using for this purpose Olympus operation and stereo microscope. Findings: İn our study, the lateral wall of the cavernous sinüs was found in a form of two layers, superficial and deep. The superficial layer is more thicker and flat vvhile, the deep is in a form of thin, irregular, variable and has dural defects on some region of it. İn our study, we investigated the distances betvveen the cranial nerves and their anatomical relations with the cavernosal part of the internal carotid artery. İt was observed that, the postero-inferior part of the deep layer of the lateral wall of the cavernous sinüs has a continuity with ptrolingual ligament and indicates the site of the entrance of the internal carotid artery; this deep layer can be easily separated from the superficial layer. Conclusion: The present study may be helpful to understand clearly the anatomy of the cavernous sinüs and its relevant structures with their morphometric relationships. Therefore, it can provide a useful Information to reduce the complication risk durring operations upon this region.
Malign Yumuşak Doku Tümörü İle Karışan Dev Lipom
olgusu
A Case Of GIant LIpoma MIxIng WIth MalIgnant Soft TIssue Tumour
Benign mezenkimal tümör grubunda yer alan lipomlar matür
adipoz dokudan köken alırlar. Nadiren dev boyutlara ulaşırlar. Yetmiş
yaşında erkek hasta, koltuk altından sırta doğru uzanan üzerinde
ülserasyon bulunan, ağrılı ve yaklaşık 20x16 cm ebatlarında kitle
şikayeti ile başvurdu. Ülserasyon göstermesi ve ağrılı olması nedeni
ile malign yumuşak doku tümörü şüphesi uyandıran kitle cerrahi
operasyonla çıkarıldı. Histopatolojik inceleme sonucu lipom gelen
olgu, nadir görülmesi ve malign yumuşak doku tümörü ile karışması
nedeniyle sunulmuştur.
Lipomas are benign mesenchymal tumours derived from mature
adipose tissue. It is very rare to see a giant size of lipomas. A 70
year old male patient applied with an ulcerated and painful mass
sizing 20x16 cm on his axilla extending to his back. The mass was
suspected as a malignant soft tissue tumour because of showing
ulceration and being painful and it was totally excised surgically.
The histopathological examination revealed as lipoma. The case
was presented as being very rare and mixing malignant soft tissue
tumour.
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
Karın Ağrısı İle Gelen Hastada Yaygın Arteriyal Tromboz–vaskülit
DIssemInated ArterIal ThrombosIs In A PatIent PresentIng WIth
abdomInal PaIn-VasculItIs
Büyük damar vasküliti primer vaskülitlerin bir parçası olmakla
birlikte, daha çok aorta ve onun dallarının kronik granülomatöz
inflamasyonu ve obliteratif değişiklikleriyle karakterizedir. Takayasu
arteritinde abdominal vasküler yapılar sık tutulmasına rağmen karın
ağrısı nadir tanımlanan klinik bir semptomudur. Şimdiye kadar tıp
literatüründe ilk semptomu akut ya da kronik karın ağrısı olan on üç
Takayasu arteriti olgusu bildirilmiştir. Bizim olgumuzda da acil servise
akut karın ağrısı ile başvuran 45 yaşındaki kadın hastada abdominal
görüntüleme yönteminde aorta ve dallarında yaygın trombüs ve
organ enfarktı ortaya çıkan, büyük damar vasküliti (Takayasu arteriti)
hastasını sunmayı amaçladık.
Large vessel vasculitis, although a part of the primary
vasculitides, more branches of the aorta and is characterized by
chronic granulomatous inflammation, and obliterative changes.
Abdominal pain is rarely described as a clinical manifestation of
Takayasu arteritis, although abdominal vascular involvement is
common in this disease. Until now, at the medical literature, which
is the first symptom of acute or chronic abdominal pain have been
reported in thirteen cases with Takayasu’s arteritis. In our case, we
aimed to present that the diagnosis of the large vessel vasculitis
(Takayasu’s arteritis) at the 45 years old woman admitted to the
emergency room with acute abdominal pain and her abdominal
imaging method showed that organ infarction and widespread
thrombosis with branches of the aorta.
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
Derin Yerleşimli Yumuşak Doku Yabancı Cisimlerinin Cinsiyet Ve Yaş Gruplarına Göre Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of Deep-Seated Soft Tıssue Foreıgn Bodıes Accordıng To Gender And Age Groups
Amaç: Çalışmadaki amacımız, derin yerleşimli yumuşak doku yabancı cisimlerinin tipinin ve yerleşim yerlerinin belirlenerek, cinsiyet ve yaş grupları arasındaki farklılıkların değerlendirilmesidir.
Gereçler ve yöntemler: Ocak 2011 ile Ocak 2018 yılları arasında derin yerleşimli yabancı cisim penetrasyonu nedeniyle cerrahi uygulanan 310 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar 18 yaş altı, 18-45 yaş arası ve 45 yaş üzeri olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Yabancı cisimler 5 gruba ayrıldı. Yabancı cisim yerleşim yeri olarak üst ekstremite 5 bölgeye, alt ekstremite ise 6 bölgeye ayrıldı. Yabancı cisim tipi ve yerleşim yeri, yaş gupları ve cinsiyete göre karşılaştırılarak analiz edildi.
Bulgular: Erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 48.4% metal parçasıyken, kadınlarda 77.3% iğneydi (P < .0001). 18 yaş altı erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 67.4% iğneyken, kadınlarda 94.2% iğneydi (P = .12). 18-45 yaş arası erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 54.7% metal parçasıyken, kadınlarda 71.4% iğneydi (P = .0007). 45 yaş üzeri erkeklerde en sık karşılaşılan yabancı cisim 61.3% metal parçasıyken, kadınlarda 70% iğneydi (P = .0023). Erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 35.2% elken, kadınlarda 61% ayaktı (P < .0001). 18 yaş altı erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 65.1% ayakken, kadınlarda 62.9% ayaktı (P = .04). 18-45 yaş arası erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 38.9% elken, kadınlarda 60.3% ayaktı (P < .0001). 45 yaş üzeri erkeklerde en sık yabancı cisim yerleşim yeri 65.5% elken, kadınlarda 60% ayaktı (P < .0001).
Sonuç: Çalışmamız derin yerleşimli yabancı cisimlerin tipi ve bulunduğu anatomik bölgenin yaş grupları ve cinsiyete göre değerlendirildiği literatürdeki ilk çalışmadır. Kadınlarda tüm yaş gruplarında ve 18 yaş altı erkeklerde; en sık tesbit edilen yabancı cisim yerleşim yeri ve tipi sırasıyla ayak ve iğne olarak bulundu. Bu sonuç, evde sıklıkla dikiş için kullanılan iğnenin bireylerin dikkatsizliği veya ihmali sonucu yere düşürülmesi ve bu grupların evde daha fazla vakit geçirmesi ile ilişkili olabilir. 18 yaş üstü erkeklerde ise en sık tesbit edilen yabancı cisim yerleşim yeri ve tipi sırasıyla el ve metal parçası olarak bulundu.Bu sonuç da, penetran el yaralanmaları için risk altında olan ağır iş yapan işçi sınıfının çoğunlukla 18 yaş üstü erkek cinsiyette olması ile ilişkili olabilir.
Aim: We aimed to determine types and locations of deep-seated soft tissue foreign bodies (FB) and to evaluate the differences between gender and age groups.
Materials and Methods: A total of 310 patients operated due to deep-seated FB penetration between January 2011 and January 2018 were included in the study. Patients were divided into three groups as under 18 years, 18-45 years, and over 45 years. FB were divided into five groups. Locations of the FB were divided into five region in the upper extremities and into six region in the lower extremities. FB type and location were analyzed according to the gender and age groups.
Results: The most common FB was metal piece in men by 48.4%, and needle in women by 77.3% (P<.0001). Needle was the most common FB by 67.4% in men and 94.2% in women who aged under 18 years (P=.12), whereas the most common FB was metal piece by 54.7% in men and needle by 71.4% in women in the aged 18-45 years age group (P=.0007) and metal piece by 61.3% in men and needle by 70.0% in women in the over 45 years age group (P=.0023). The most common location of FB was hand in men by 35.2% and foot in women by 61% (P<.0001). The most common location of FB was foot by 65.1% in men, and foot by 62.9% in women who aged under 18 years (P=.04), whereas the most common location of FB was hand by 38.9% in men aged 18-45 years and foot by 60.3% in women in the same age group (P=<.0001). The most common location of FB was hand by 65.5% in men and foot by 60% in women who aged over 45 years (P<.0001).
Conclusion: Our study is the first in the literature to evaluate the type and location of the deep-seated FB according to the gender and age groups. The most common location and type of FB were found as foot and needle in women of all age groups and in men under 18 years. This result may be related to the reason that needles, which is used for sewing, are often dropped to the floor due to inattention or neglect of persons, and these persons spend more time at home. Whereas, the most common location and type of FB were hand and metal piece in men over 18 years, respectively. This result may be associated with the labor class doing heavy work which is under risk for hand injury and consists of men over 18 years.
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
The Effects Of FamotIdIne And Omeprazole In Short Bowel Syndrome
35 rat 3 ayrı gruba ayrılarak %80 ince barsak rezeksiyonu uygulandı. 1. grup içme suyuna 1 mg/kgl gün famotidin, 2. grup içme suyuna 0.5 mgikg1 gün omeprazol kondu, 3. gruba musluk suyu verildi. Tüm gruplar postoperatif 1. gün standart rat yemi ile beslenmeye başlandı. Hayvanların günlük gaita kıvamları, ağırlık değişimleri incelendi. 15. gün tüm radar sakrı:fiye edilerek karaciğer, mide ve ileum bi-yopsileri alındı, ileal pH ölçüldü, biyokimyasal tet-kik için kan örnekleri alındı. Villus eni, boyu, lie-berkühn kripta derinliği, 0.43 trırn2fdeki villus sayısı yönünden karşdaştırıldt. Famotidin ve omeprazolün mide asidini bloke ederek intestinal pifyı düşürmesine rağmen bu yolla veya villuslar üzerine direkt etki ederek intestinal adaptasyonda etkileri olmadığı görüldü. Adaptasyo-nun hipertrofi değil hiperplazi ile olduğu, hiperplazinin erken dönemde oral gıda alımı ile sağlanabildiği tespit edildi.
35 rats were divided in 3 groups and resection of 80% the small bowel was performed. First group received 1 mglkgid of famotidine and second group 0.5 mglkgld omeprazole in water and third group re-ceived only tap water. Oral feeding with standart rat food initiated on first postoperative day. The weight and stool consistency were examined everyday. On 15th postoperative day alt rats were sacnfied and liv-er, stomach and ileum biopsies and blood samples for biochemical investigation were obtained. The weight and length of villi, depth of Lieberkühn crypts and the number of villi in 0.43 square mm were compared. Despite the ellect of reducing intestinal pH by blockading gastric acide secretion of famotidine and omeprazole, intestinal adaptation was not influenced in this way or direct ellect to the villi. We esta-blished that adaptation occured not by hypertrophy bul hyperplasia and provided by oral intake in early postoperative period.
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
SupportIve DebrIdement TechnIque In The Treatment Of NecrotIzIng
fascIItIs: MultIple FascIotomy
Nekrotizan fasiit (NF) cilt, yumuşak doku, fasya ve kasların nekrozu
ile karakterize, fulminan seyirli olabilen enfeksiyoz bir hastalıktır.
Tedavi geniş debridman ve antibioterapi olmasına rağmen, hastanın
genel durumu, kanama diatezi, kullanılan ilaçlar gibi bazı nedenlerle
hastalara genel ve/veya blok anestezisi verilemeyerek debridman
yapılamayabilir. Bu gibi durumlarda hastalarda yapılabileceklerle
ilgili sınırlı bilgi ve çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar, lokal
anestezi altında yapılacak erken fasyatominin hayat kurtarıcı
olabileceği yönündedir. Yetmiş altı yaşında erkek hasta sağ ön kol ve
kolda generalize ödem, eritem, büllü ve pürülan akıntılı lezyon tespit
edildi. Parmak testi pozitif olması üzerine NF tanısı konularak acil
operasyon planlandı. Ancak genel durum bozukluğu nedeniyle genel
anestezi verilemedi. Aspirin kullanımı nedeniyle blok yapılamadı.
Bunun üzerine lokal anestezi ile kol ve ön kola fasyotomiler açılarak
yaygın apse boşaltıldı ve kültür örnekleri alındı. Sonuç olarak NF
tedavi edilmediği takdirde ölümcül bir hastalık olup erken tanı, yeterli
debridman ve uygun antibiyotik tedavisi ile başarılı sonuçlar elde
edilebilmektedir. Ancak hızlı debridman yapılamadığı veya anestezi
verilemeyen hastalardaki NF’te çoklu fasyotomiler açılarak apsenin
boşaltılması, laboratuar bulgularında düzelme sağlayarak tedaviye
yardımcı olmaktadır. Bu gibi hastalarda fasyotomi debridman öncesi
yardımcı tedavi olarak uygulanabilir.
Necrotizing fasciitis (NF) is an infectious disease with a possible
fulminant course that it is characterized by necrosis of the skin, soft
tissues, fascia or muscle. Treatment involves extensive debridement
and antibiotherapy. Although, debridement may not always be
possible due to limitations in the administration of general and/or
block anesthesia in some patients based on such reasons as overall
health, bleeding diathesis or medications being used by the patient.
There is limited information or studies exploring possible options
in such patients, although those that are available support the lifesaving
advantages of early fasciotomies performed under local
anesthesia. A 76-year-old male patient was admitted with generalized
edema to the right forearm and arm, erythema, and a lesion with a
bulla and purulent discharge. An NF diagnosis was confirmed with a
positive finger test and emergency surgery was planned; however,
general anesthesia could not be administered due to the impaired
overall health status of the patient, who was using aspirin, preventing
blockage. Accordingly, the abscess was drained through arm and
forearm fasciotomies that were performed under local anesthesia,
and samples were obtained for culture.In conclusion, NF can be
fatal when left untreated, while successful results can be achieved
with early diagnosis, sufficient debridement and treatment with
appropriate antibiotics. That said, drainage of the abscess through
multiple fasciotomies can improve the laboratory findings and support
treatment in NF patients who cannot undergo rapid debridement or
can not tolerate general anesthesia. A fasciotomy may be performed
as a supportive treatment prior to debridement in such patients.
Kliniğimizde Takip Edilen "immun Trombositopenik Purpura" Olgularının Retrospektif İncelemesi
A Retrospectıve Follow-Up Study On The Patıents Wıth The Immune Thrombocytopenıc Purpura.
İmmun trombositopenik purpura (İTP), çocukluk çağının en sık görülen akkiz kanama bozukluğu olup prognozu iyi olan bir hastalıktır. Buna rağmen, organ kanamaları riski, altta yatabilecek başka bir hastalığın varlığı ve kronikleşme eğilimi nedeniyle önemini korumaktadır. Çalışmamızda son dört yılda İTP tanısıyla takip ettiğimiz 86 hastayı retrospektif olarak inceledik. Olguların 5 ve 13 yaşlarında pik yaptığı, intrakraniyal kanama hariç hemen her tip kanama şekli varlığı görüldü. Başvuru esnasındaki trombosit sayıları çoğunluğunda (%60.4) 20000/mm_in altındaydı. Tedavide ilk tercihimiz kortikosteroidler oldu. 73 hastaya (%84.8) yüksek doz metilprednizolon tedavisi başlandı. Bunlardan 41’i (%47.6) tam olarak düzeldi. Kortikosteroide trombosit sayısının çabuk yükselmesi şeklinde yanıt ise %79 oranında başarı gösterdi. Kronikleşme.oranı %41.8 olarak saptandı. Kronikleşen olguların yaşları en sık görülen yaşlarla paralellik gösteriyordu. Hiç bir hastada ölüm olmadı. İlaca cevapsız dört hastada splenektomi yapıldı. Bunların yalnızca birinde trombosit yüksekliği kalıcı oldu. İTP tanısı koyduğumuz olguların biri üç ay sonra sistemik lupus eritematozus, biri de üç yıl sonra Hodgkin lenfoma tanısı aldı. İTP kanama riski nedeniyle yakından takip edilmeli, beraberinde bir hastalığın varlığı ihtimali nedeniyle iyice tetkik edilmeli ve kronik veya iyileşme sonrasındaki bir süreçte malign veya otoimmun bir fenomenin eklenebilme riski nedeniyle tetikte olunmalıdır.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (İTP) is the most common seen acquired bleeding disorder of childhood. İt has a benign course. Nevertheless, it has a great importance because of an organ bleeding risk and possibility of an existance of underlying serious disease and chronicity. İn our study we investigated retrospectively 86 patients diagnosed as İTP. Peak ages of the cases vvere 5 and 13 years. Except the intracranial bleeding, almost every type of bleeding vvere seen. We prefered corticosteroids for the first choice of treatment. 73 patients received high dose methylprednisolone for the treatment. 41 ofthem (47.6%) recovered totally. Immediate increase in the thrombocyte count after the corticosteroid therapy was observed in 79% of the patients. Chronicity rate was as high as 41.8% and the ages of this group vvere similar to that of the peek incidence ages. None of the patients died. Four patients, resistant to medical treatment went to splenectomy. Hovvever, the increase of thrombocyte count was permanent in only one case. One of the patients diagnosed as İTP was accepted as systemic lupus erythematosus three months later and one as Hodgkin lymphoma three years later. Patients with İTP should be monitered closely because of the bleeding risk and should be detected seriously because of an underlying disease risk and should be alert against the malignity or autoimmune disease at the chronic stage or after the remission phase.
Cilt Bulgusu Olmayan 29 Psöriyatik Artrit Hastasının Klinik Ve Demografik Özellikleri
ClInIcal And DemographIc Features Of Twenty-NIne PatIents WIth PsorIatIc ArthrItIs “sIne PsorIasIs”
Giriş
Psoriatik Artrit (PsA), sedef hastalığı (PsO) olan hastaların %10-30'unu etkileyen kronik ilerleyici inflamatuar bir hastalıktır. "PsA Sine sedef hastalığı" terimi, "cilt belirtileri olmadan PsA teşhisi konan hastaları" tanımlamak için kullanılır. Bu çalışmada “PsA” “sine psoriasis”in demografik ve klinik özelliklerinin CASPAR kriterlerine göre tanımlanması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler
2016-2022 yılları arasında CASPAR kriterlerine göre PsA sine psoriasis tanısı alan 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Romatizmal hastalığı ve herhangi bir cilt tutulumu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Bulgular
Çalışmaya dahil edilen 29 hastanın tamamına CASPAR kriterlerine göre PsA tanısı konuldu. Hastaların 16'sı kadındı. Hastaların ortalama (±SS) yaşı 45±11 idi. Hastaların ortalama (±SD) PsA süresi 6,2±3,0 yıldı. PsA'lı hastaların birinci derece akrabalarında psoriazis öyküsü %54,1; ikinci derece akrabalarında psöriazis öyküsü ise %45,9 olarak saptandı. Hastaların %39,4'ünde poliartiküler, %35,7'sinde oligoartiküler, %24,9'unda aksiyal tutulum vardı. Tüm hastaların 19'unda (%65,5) DİP tutulumu mevcuttu. Hastaların %88.9'unda tırnak bulguları mevcuttu. Ayrıca hastaların 17'sinde (%58,6) entezit, 18'inde (%62) daktilit saptandı.
Sonuç
PsA'yı düşündüren klinik semptom ve bulguları olan ve ailede psöriazis öyküsü olan hastalar, PsA sine psoriasisi olarak sınıflandırılabilir. Daktilit ve DIP artritli hastalar, ailesel sedef hastalığı PsA'nın bir alt grubunu temsil edebilir.
Abstract
Psoriatic Arthritis (PsA) is a chronic progressive inflammatory disease that affects 10-30% of patients with psoriasis (PsO). The term "PsA sine psoriasis" is used to describe "patients diagnosed with PsA without skin manifestations". In this study, it was aimed to define the demographic and clinical features of “PsA” “sine psoriasis” according to CASPAR criteria.
Patients and Methods
Twenty-nine patients diagnosed with PsA sine psoriasis according to CASPAR criteria between 2016-2022 were included in the study. Patients with rheumatic diseases and any skin involvement were excluded from the study.
Results
All twenty-nine patients included in the study were diagnosed with PsA according to the CASPAR criteria. 16 of the patients were female. The mean (±SD) age of the patients was 45±11 years. The mean (±SD) PsA duration of the patients was 6.2±3.0 years. A history of psoriasis in the first-degree relatives of patients with PsA was 54.1%; A history of psoriasis in second-degree relatives was found in 45.9%. 39.4% patients had polyarticular, 35.7% had oligoarticular, 24.9% had axial involvement. DIP involvement was present in 19 (65.5%) of all patients. Nail findings were present in 88.9% of the patients. Besides, enthesitis was detected in 17 (58.6%) and dactylitis was in 18 (62%) of patients.
Conclusion
Patients with clinical symptoms and findings suggestive of PsA and a family history of psoriasis can be classified as PsA sine psoriasis. Patients with dactylitis and DIP arthritis, familial psoriasis may represent a subgroup of PsA.
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
Saçlarının Döküldüğüne İnanan Bir Trikotillomani Olgusu
A TrIchotIllomanIc Who BelIeves HaIr Loss
Trikotillomani, tekrarlayan kronik saç yolmalarla karakterize, sıklıkla beraberinde eştanılı durumlarla ilişkili bir dürtü denetim bozukluğudur. Olguların çoğunluğunda trikotillomani sonucu saçlı deride tam ya da kısmi alopesi oluşur. Erişkinlerde genellikle trikotillomani ile birlikte psikiyatrik eştanı çok yaygın görülmektedir. En sık affektif bozukluklar, anksiyete bozuklukları, bağımlılık bozuklukları birliktelik gösterir. Trikotillomaninin etkisi oldukça geniş ve ciddi olabilir. Kişiler arası ilişkiler üzerine olan olumsuz etkileri olduğu gibi toplumdan, sosyal aktivitelerden kaçınmaya neden olabilecek çok sayıda olumsuz etkileri vardır. Tedavi genellikle psikiyatrist ve dermatologların ortak katılımı ile olur. Bu yazıda alopesia totalisi olan ve yıllarca sadece dermatolojiye başvuran ve sonucunda tedavi olamadığına inanan genç bir bayan olgu sunulmuştur. Bu olgu saç yolma davranışını yıllarca gizlemesi ve sonucunda depresyon kliniği ile prezente olması ve uzun süre trikotillomaninin yaşam kalitesini nasıl bozduğuna yönelik iyi bir örnek olduğu düşünülerek hazırlanmıştır.
Trichotillomania characterized by recurrent chronic hair pulling is an impulse control disorder which is associated with comorbid conditions. In most cases trichotillomania results in a total or partial scalp alopecia. The psychiatric comorbidity is usually seen with trichotillomania in adults. The most common psychiatric comorbidities are affective disorders, anxiety disorders, addiction disorders. The effect of trichotillomania can be quite large and serious. It has many negative effects such as either on relationships between people or causing avoid social activities. The treatment of trichotillomania usually involves participation of both psychiatrists and dermatologists. In this article, a case of a young female patient, who has applied only dermatology policlinic for many years with diagnosis of alopesia totalis and not believing being treated in result, is presented. This case has been prepared as a good example of that trichotillomania causes the depresion and the decrease on the quality of life.
Deneysel Akut Kolesistitte İnflamasyon Ve Fibrozise Seks Hormonlarının Etkisi
The Effects Of Sex Hormones At InflammatIon And FIbrosIs Of ExperImental Acut CholecystItIs
Amaç: Deneysel akut kolesistitte safra kesesi çevresinde ve duvarında inflamasyon ve fibrozise seks hormonlarının etkisini araştırmak. Gereç ve yöntem: Çalışmada 48 tavşan (24 erkek ve 24 dişi) kullanıldı. Akut kolesistit kontrol grupları dışındaki gruplarda sistik kanal ligatürü (SKL) ile oluşturuldu. Dişi (DI, DII, DIII, DIV) ve erkek (EI, EII, EIII, EIV) denekler 6’şar denekten oluşan dörder alt gruba ayrıldı. Akut kolesistitin makroskopik bulguları değerlendirildi. Safra kesesi çevresindeki adeziv bandlar ve ardından çıkarılan safra kesesi duvarından alınan örnekler derin dondurucuya kondu. Fibrotik bandlar ve safra kesesi kollagen ve hidroksiprolin (HP) için değerlendirildi. Bulgular: Makroskopik olarak tüm deneklerde akut kolesistit gelişti. Erkeklerde safra kesesi çevresinde daha yoğun yapışıklık görüldü. Ovariektomili deneklerde erkeklere yakın derecede kastre erkeklerde ise dişilere benzer yapışıklık izlendi. Ovariektomili dişi deneklere dıştan östrodiol verildiğinde yapışıklıkların kontrol grubuna göre daha az olduğu saptandı. Yine kastre erkeklere dıştan testosteron verildiği zaman yapışıklıkların kontrol grubuna göre daha şiddetli olduğu görüldü. Bu bulgular HP’nin kantitatif değerleriyle de uyumluydu. Safra kesesi duvarında kollajen yoğunluğu erkek deneklerde dişilerden daha yüksek bulundu. Sonuç: Kastre erkek deneklerdeki akut kolesistit sonuçlarının dişilere benzer olması ve dıştan verilen testosteronla tekrar erkeklerdeki bulguların oluşması veya ovariektomili denek sonuçlarının erkeklere benzerliği ve dışarıdan verilen östrojen (östradiol) ile benzerliğin kaybolması akut kolesistitlerdeki inflamasyon ve fibrozisi artırıcı yönde erkek seks hormonlarının etkisini açıkça göstermektedir.
Aim: To identify the effects of sex hormones on inflammation and fibrosis on and around gall bladder. Material and method: In this study 48 rabbit (24 male, 24 female) was used. Acute cholecysstitis was achived by cystic canal ligature (SCL) except control groups. Female (DI, DII, DIII, DIV) and male (EI, EII, EIII, EIV) groups had 4 subgroups, each consist of 6 members. Macroscopic findings of acute cholecystitis were evoluated. Adhesive bands around gall bladder and biopsies from gall bladder were protected in deep freezer. Fibrotic bands and gall bladder were analyzed for hidroxyprolin (HP) and collagen. Results: Acute cholecystitis was developed in all subjects macroscopically. On male subjects adhesions around gall bladder were seen more intensively. Result of subjects with ooferectomy were close to male subjects. On castrated male subjects adhesions were similar to female subjects. The adhessons were less at female subjects with ooferectomy with external estrogen use. The lesions were more at castrated male subjects with external testosteron use. These findings were relevant with quantitative values of HP. Collagen were found more in male subjects compored to female subjects. Conclusion: The results is castrated males were similar to those in females and with usage of external testosteron male type results were achieved. And the similarity of results in female subjects with ooferectomy to males achivement of female type results with usage of external estrogens clearly shows us inflammation and fibrosis increasing effect of male sex hormones in acute cholecystitis.
Geniş Tutulum Gösteren Bir Condyloma Acuminatum Olgusu
A Case Report Of Largely Located Condyloma Acu-MInatum
Altmış iki yaşında bir hastada kırk yıllık bir öyküye sahip inguinal yerleşimfi büyük bir condyloma acu-minatum vakası eksizyon sonrası ince kalınlıkta deri grefti ile onarıldı. Bu kadar uzun bir öyküye rağmen, malign transformasyon göstermeyişi ve büyük bo-yutları sebebi ile sunuldu.
A case of very large condyloma acuminatum lo-cated in inguinal region in a 62 years old male 40 years history was treated by surgical excision and split thickness skin graft. Altough it had very Tong his-tory there was no malign transformation in histo-pathological examination. We presented it because of its unusual size and tong history without malign transformation.
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
İki Farklı Tüm Vücut Işınlaması Tekniğinin Eclipse Tedavi Planlama Sistemi Kullanılarak Dozimetrik Olarak Değerlendirilmesi
Dosımetrıc Evaluatıon Of Two Dıfferent Total Body Irradıaton Technıques Usıng Eclıps Treatment Plannıg System
Amaç: Bu çalışma, Eclipse tedavi planlama sistemi kullanılarak, genişletilmiş kaynak cilt mesafesindeki iki tüm vücut ışınlama tekniği (TBI) için risk altındaki organ dozlarını karşılaştırmaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Bilateral TBI uygulanan 20 hasta için geriye dönük olarak AP-PA (anteroposterior) tekniği ile 3D tedavi planları oluşturuldu. Her hasta için, doz hacim histogramları (DVH) oluşturmak ve 3D doz hacmi dağılımlarını incelemek amacıyla tüm vücut, böbrekler, akciğerler, tiroid ve karaciğer konturlaması yapıldı. Tiroid, akciğer, böbrek, karaciğer ve tüm vücut ortalama dozları, tedavi hacimleri ve % 2 hacmin aldığı maksimum dozları (D2) doz volume histogramından hesaplandı ve SPSS dosyasına aktarıldı. Parametrik olmayan Wilcoxon testi, iki teknik için doz değerlerini karşılaştırmak amacıyla kullanıldı.
Bulgular: Lateral pozisyonda TBI uygulanan hastaların tiroid bezi ortalama dozları, AP pozisyona göre anlamlı olarak düşük gözlendi (11.98 and 12.64 Gy, p = 0.21). Akciğer dozları açısından iki teknik arasında istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Çünkü, her iki teknikte de akciğerler kurşun bloklarla korundu. Karaciğer ve böbrek ortalama dozları lateral planlamada daha düşük bulundu (sırasıyla p=0.002 ve p=0.004). Karaciğer D2 dozları ise AP planlama tekniğinde daha düşük saptandı (p=0.032). Her iki teknik arasındaki sıcak alanların karşılaştırılmasında ise çok belirgin şekilde lateral pozisyon üstün bulundu (p<0.0001).
Sonuç: Bu çalışmada, sıcak noktaları önlemek için bilateral pozisyonun AP-PA pozisyonundan daha üstün olduğu gözlendi. AP pozisyonda vücudun girintili çıkıntılı yapısını tolere etmek daha zor olmaktadır.Ek olarak, organların (karaciğer,böbrek,tiroid ) doz dağılımları karşılaştırıldığında, lateral pozisyonda sonuçların istatistiksel olarak daha iyi çıktığı görüldü.Lateral pozisyon, daha homojen doz dağılımı ve daha iyi kalitede planlama yapma açısından avantaj sağlamaktadır.
Purpose : This study compares the organ doses at risk by using the Eclipse treatment planning system for two common total body irradiation techniques (TBI) at extended source skin distance.
Material andMethods: 3D treatment plans with AP-PA (anteroposterior) technique were created retrospectively for 20 patients treated bilateral TBI. For each patient, the whole body, kidneys, lungs, thyroid and liver were contoured to create (DVH) dose volume histograms and examine 3D dose volume distributions. The mean doses of thyroid, lung, kidney, liver, whole body and treatment volumes and the maximum doses of 2% volumes (D2) were calculated from the dose volume histogram and transferred to the SPSS file. The non-parametric Wilcoxon test was used to compare the dose values for two techniques.
Results: Thyroid gland mean doses were significantly lower in lateral technique (11.98 and 12.64 Gy, p = 0.21). It was observed no statistically dose difference between the two techniques in terms of lung doses. Since, the lungs were protected by lead blocks in both of two techniques. The mean doses of liver and kidney were lower in the lateral TBI technique (p = 0.002 and p = 0.004, respectively). D2 doses of liver were lower in AP-PA planning technique (p = 0.032). In comparison of the hot points between the two techniques, the lateral position was significantly superior (p <0.0001).
Conclusions: In present study, it was observed that the bilateral position was superior to the AP-PA position in order to prevent the hot spots. In the AP-PA position, it is more difficult to tolerate the body irregularities. Additionally, when comparing the dose distributions of the organs (liver, kidney, thyroid), it was seen that the results were statistically better in the lateral position. The lateral position provides an advantage in terms of more homogenous dose distribution and better quality planning.
Faktör 7 Eksikliği Saptanan Ve Daha Önce Vajinal Doğum
öyküsü Olan Miadında Bir Gebenin Yönetimi
Management Of A Term Pregnant Women Who Has DIagnosed WIth
factor 7 DefIcIency WhIch PrevIous Pregnancy Was ResultIng At
vagInal ChIldbIrth
Konjenital Faktör VII eksikliği otozomal ressesif geçiş gösteren,
toplumda ortalama 1/300.000 ile 1/500.000 arasındaki sıklıkta
karşılaşılan nadir bir koagülasyon bozukluğudur. Bütün konjenital
kanama bozukluklarının %0,5’ini oluşturmaktadır. Faktör 7 eksikliği,
konjenital faktör eksiklikleri içerisinde Faktör 8, faktör 9 ve Von
Willebrand Faktör eksikliklerinden sonra dördüncü sırada gelmektedir.
Erkek ve kadınlar eşit olarak etkilenmektedir. Hastaların önemli bir
kısmı ileri yaşlara kadar asemptomatik olup, genellikle tesadüfen
yapılan tetkiklerinde kanama parametrelerinden sadece PT’nin uzun
olup, APTT’nin normal olması nedeniyle araştrılarak tanı almışlardır.
Kanama profilaksisi ya da tedavisinde taze donmuş plazma (TDP)’nın
yanı sıra, protrombin kompleks konsantreleri (PCC), plazma derived
faktör 7 (pdF7) ve rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a) konsantreleri
kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda, ilk gebeliği sorunsuz bir şekilde
vajinal doğumla sonuçlanan, fakat ikinci gebeliğinde tesadüfen faktör
7 eksikliği saptanan ve miada kadar problemsiz olarak gelen bir
gebenin sezaryen operasyonuna rekombinant aktive Faktör 7 (rF7a)
ile hazırlanması ve postoperatif yönetimi sunulmaktadır.
Congenital factor VII (FVII) deficiency is an uncommon bleeding
disorder with an estimated incidence of 1/300.000-1/500.000.
Congenital Factor VII deficiency is an otosomal recessively inherited
and 0.5% of all congenital coagulation disorders. Factor 7 deficiency
is the fourth of all congenital factor deficiencies in the Factor 8, Factor
9, and lack of the Von Willebrand Factor. It affects men and women
in the same proportions. Although there is no correlation between
FVII level and bleeding risk. An important part of the patients are
asymptomatic until advanced age, often by chance, is investigating
the bleeding parameters, only PT’s long, APTT is normal due to the
received diagnosis. Fresh frozen plasma (FFP), FVII, prothrombin
complex concentrates (PCC), plasma-derived factor VII (pdFVII);
recombinant activated factor VII (rFVIIa) are used for prophylaxis
or treatment of bleeding. In this case, a pregnant woman at term
which her first pregnancy was resulting in vaginal childbirth without
any problem, but factor 7 deficiency was detected in her second
pregnancy and there was also no problem to term is presented to
cesarean operation with recombinant activated factor FVII for the
preparation and post-operative management.
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
PrImary Percutaneous Coronary InterventIon UsIng A Renal Stent In A Large EctatIc Coronary Artery
Koroner atardamar genişlemesi (KAG), koroner atardamarların
yerel veya yaygın çap artışıdır. Darlığın eşlik ettiği vakalarda, deri
yoluyla koroner girişimi (DYKG) hakkındaki veriler sınırlıdır. Bu
lezyonlarda, karotis, biliyer ve venöz yama damarı için tasarlanmış
farklı kafes sistemleri kullanılmıştır. Kafes yerleştirilmesi sonrası
ek genişletme gerektiğinde çevresel balon kateter kullanılmaktadır.
Bu vakada, renal kafes kullanılarak yapılan birincil DYKG ile tedavi
edilen, genişlemiş sağ koroner atardamarı olan ivegen alt duvar
yürek kası infartüslü bir hastayı bildirdik.
Coronary ectasia is localized or diffuse dilation of coronary arteries. There are limited data about the percutaneous coronary intervention (PCI) of ectatic coronary arteries with stenosis. Different stent systems such as carotid, bilier and venous graft have been used in these lesions. Post-dilation has been performed by peripheric balloon catheter, if necessary. In this case, we reported a patient with acute inferior myocardial infarction and ectatic right coronary artery who was treated with primary PCI using a renal stent.
Amaç: Pilomatriks karsinoma tanısı konulan bir olgunun, nadir görülmesi nedeniyle tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: 50 yaşında erkek hastada, sol ön kolunda yerleşim gösteren pilomatriks karsinoma olgusunu sunduk. Hasta hikayesinde lezyonun bir yıl önce geliştiği, ilk 6 aydan sonra boyutlarının hızla arttığı bildirildi. Pilomatriks karsinoma tanısı başlıca histopatolojik olarak verilir. Tümör, sıklıkla atipik mitozis gösteren, nükleolusları belirgin pleomorfik hücrelerden oluşmakta ve santralde keratotik materyal, gölge hücreleri, ve nekroz alanları ile karakterizeydi. Damar veya sinir infiltrasyonu görülmedi. Hasta 22 aydır lezyondan arınmış olarak izlenmektedir. Sonuç: Pilomatriks karsinoma düşük dereceli bir tümör olup, pilomatriksoma ve tiplerinden ayırımı yapılmalıdır. Klinisyenler ve patologların uzak metastaz potansiyeli yönünden, bu olgulara dikkatli yaklaşımı gerekmektedir. Literatürü gözden geçirerek olgunun diğer deri tümörleri ile ayırıcı tanısını tartıştık.
Aim: It was aimed to discuss a rare case which was diagnossed as pilomatrix carcinoma. Case Report:We report the case of a 50-year- old man with a pilomatrix carcinoma in his left forearm. In his history the patient announced taht the lesion had developed one year ago, and its size had expanded rapidly after the first six- month period. Diagnosis of malignant pilomatricoma is essentially histopathological .The tumor was composed of pleomorphic basaloid cells with prominent nucleoli and frequent atypical mitoses accompanied by central areas with keratotic materials, shadow cells, and foci of necrosis. Vascular or perineural infiltration was not observed. The patient remained disease-free at the 22 months follow- up. Conclusion: Pilomatrix carcinoma is a neoplasm of low-grade malignancy that should be distinguished from the conventional pilomatrixoma and its variants. Clinicians and pathologists should be aware of the occurrence of pilomatrix carcinoma because of its potential for distant metastases. We reviewed the literature and comment on the histopathologic differences from other cutaneous tumors.
Elektromanyetik Alanın Köpek Arterlerinde Oluşturduğu İntimal Değişiklikler
IntImal Changes Of Dog ArterIes Caused By ElectromagnetIc FIeld
Amaç: Bilişim toplumlannda elektromanyetik kirlilikteki artış sinsi ve tehlikeli bir boyutta sürmektedir. Elektromanyetik alanın zararlarını organizmada ölçebilmek kolay olmamakla birlikte arteriyel sistem üzerindeki etkilerin araştırılması hedeflendi. Materyal ve Metod: Elektromanyetik alan oluşturmak üzere elektrikli traş makinesi seçildi. Traş makinelerinin manyetik alan şiddeti 5-10 gauss arasında kabul ediliyor. Ortalama ağırlıkları 20-25 kg olan toplam 7 sokak köpeği üzerinde 5 ay boyunca sol carotis communis ve bilateral femoral arterlerin trasesi üzerinde 7 günde bir her artere 7 dakika süreyle traş makinesiyle cilde direkt temas sağlanarak traş işlemi uygulandı. Toplam 18 seans yapıldı. Çalışma sonunda karotis ve femoral arterler eksize edilip histopatolojik değerlendirmeye alındı. Bulgular: 21 deney ve 14 kontrol grubu doku örneklerinin ışık mikroskobunda incelen mesinde; elektromayetik alanın 8’inde hafif 7’sinde ağır, kontrol grubunun 3’ünde hafif düzeyde patolojik değişiklik ler gözlendi. Ki kare testinde (p<0,05) önemli bulundu. Sonuç: Kısa sürede önemli düzeyde endotelyal hasar ve subendotelyal ayrışmalar tespit edildi. Bu değişim uzun sürede aterojenik yapılanmayı aktive edip carotis arter düzeyinde atheromatöz strokları davet edebilir.
Objective: İn developed populations the increasing trend of electromagnetic pollution survives in an insidious and dangerous dimension. Although estimating the negative effects of electromagnetic field on human organism is very difficult, assessment of their effect on arteries was aimed in this experimental study. Material and Methods: An electrical shaver was choosen as a source of electromagnetic field which was estimated as having a 5-10 gauss electromagnetic field. The shaver was directly performcd on skins of left common carotid and bilateral femoral arteries of 7 Street dogs, weighing meanly 20-25 kg, vvithin a mean period of5months. This was performed on one time in every week with a period of 7 minutes. Totally, 18 periods were performed. At the end of the study carotid and femoral arteries were excised for histopathological examination. Results: Tissue examples of 21 study and 14 control specimens were examined under light microscope. İn study group 8 examples had moderate and 7 examples had severe intimal changes, while in control group 3 examples had mild intimal changes. A chi square test between these groups were considered significant (p<0,05). Conclusion: Endothelial injury and subendothe- lial seperations were significantly found in a very short period. These changes may cause stroke due to athero genesis on carotid arteries in a longer period.
The ConservatIve Treatment Of The Congenıtal Dıslocatıon Of The Hıp - The Results Of The Treatment Of 35 Cases -
35 Doğuştan kalça çıkığı (55 kalça) konservatif metodlarla tedavi edildi. Yaşları 2 - 24 arasında olan (art 7.5 ay) vakaların 7 si erkek (%20), 28 i kız (%80) idi. 20 sinde bilateral (%57), 8 inde sol (%23), 7 sinde sağ (%20) kalça çıkığı mevcuttu. 14 yaka Van Rosen cihazı ile tedavi edildi. Diğerlerine önce cilt traksiyonu sonra genel anestezi altında kapalı redüksiyon ve alçı tespiti (19 yakaya), açık redüksiyon (2 yakaya) işlemleri uygulandı. 7 vakada adduktor tenetomi (10 kalça) gerekli oldu. Ortalama 6.5 ay takip edilen vakalarda avaskuler nekroz tespit edilmedi. 2 vakada konservatif tedavi yeterli olmada.
35 cases with congenital dislocation of the hip were treated conser-vatively. 7 of the cases (20 per cent) were boys and 28 (80 per cent) were girls. The average age of the cases was 7.5 months (range, 2 to 24 months). The left hip was dislocated in 8 (23 per cent), the right in 7 (20 per cent) and both in 20 (57 per cent) patients. 14 cases were treated with von Rosen splint. In the other cases, skin traction was applied first. Then closed reduction and hip spica cast was applied ender general anesthesia in 19 cases, open reduction was applied in two cases. Adductor tenetorny was nessary in 7 patients (ten hips). The patients were followed average 6.5 months and avascular necro-sis was not determined. The conservative treatment was not sufficient in 2 patients.
Aksiller Defekt Onarımının Ana Flebi Olarak Skapüler Ada Flebi
Scapular Island Flap As A Workhorse Flap For AxIllary Defect ReconstructIon
Amaç: Aksiller defektler genellikle yanık kontraktürlerinin açılması veya hidradenitis suppurativa debridmanlarının neticesinde meydana gelir. Onarımdaki nihai hedef, omuz ekleminde tam hareketlilik sağlayan ince ve esnek bir kapama olması nedeniyle zordur. Aksiller defekt onarım seçeneklerinden birisi skapuler fleptir. Bu çalışmanın amacı skapuler ada fleplerinin aksiller defektlerin onarımında farklı endikasyonlardaki kullanımını sunmak, onarım sonuçlarını değerlendirmek ve aksiller rekonstrüksiyonda skapuler ada flebinin ana flep olarak tartışılmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Retrospektif olarak 2015 ile 2019 yılları arasında yapılan toplam 7 hastada 8 skapuler ada flebi çalışmaya dahil edildi. Beş hasta hidradenit nedeniyle opere edilirken 2 hasta ise aksiller kontraktür nedeniyle rekonstrükte edildi. Tüm skapüler fleplerin pedikülleri iskeletize edildi ve trianguler aralıktan aksiller bölgeye aktarıldı.
Bulgular: Flep boyutları 84cm2 ile 128 cm2 arasında değişmekte ve genişliği en fazla 8cm’e kadar ulaşmaktaydı. Donör alan skarları 3 ile 6 ay arasında yaştan bağımsız olarak genişledi. En az 3 aylık takiplerde donör alan skarları 1,5 ile 2,6 cm arasında değişiklik gösterdi. Bir tanesi hariç (sekonder iyileşen tip nekrozu) tüm flepler komplikasyonsuz sonuçlandı.
Sonuç: Skapuler ada flebi çeşitli nedenlerden dolayı oluşan aksiller defektlerin onarımında kullanılabilir. Flebin yatay uzanıma sahip olması posterior aksiller çizgideki ve koldaki yanık alanlarından bağımsız hareket edebilmesini sağlar. Skarların genişlemesi bir dezavantaj olarak görülse de, skapuler flebin ince ve esnek kapama sağlaması, kolay elevasyonu ve komplikasyon oranının düşük olması nedeniyle aksiller rekonstrüksiyonunun ana flebi olarak değerlendirilebilir.
Aim: Axillary defects mostly occur after burn contracture releases or hidradenitis suppurativa debridements. Reconstruction of this type of defect is a challenge since the ultimate aim is maintaining a pliable coverage with full mobility of the shoulder joint. Scapular flap is one of the reconstructive options in axillary defect coverage. This study is aiming to present reconstruction of axillary defects with scapular island flaps for different indications and to discuss the outcomes of the donor sites so as to suggest it as a workhorse flap in axillary reconstruction.
Patients and Methods: A total of 7 patients treated with 8 scapular island flaps between 2015 and 2019 were included retrospectively. Five patients were operated for hidradenitis suppurativa and 2 patients reconstructed for axillary contracture. All scapular flap pedicles were skeletonized and transferred to the axilla through the triangular space.
Results: Flap dimensions ranged from 84cm2 to 128 cm2 without exceeding 8cm of the width. Donor site scars widened between 3 months to 6 months post-operatively and independent of patient age. Donor site scars ranged from 1.5-2.6 cm after at least 3 months of follow-up. All flaps survived without any complication except one with a tip necrosis that healed with secondary intention.
Conclusion: Scapular island flaps can cover defects of the axilla created by various causes. Horizontal extension of the flap protects it from burn scar involvements of the posterior axillary line and the arm. Although widening of the scars seems to be a disadvantage, thin and pliable skin coverage with ease
Eritema nodozum, deride deg4ik biiyukliikte nodiillerle karakterize bir dermatozdur. Nodiiller agrtli ye eritematoz olup genellikle alt ektremitelerin on yaziinde yerlqirler. Bu calgmada, 50 eritema nodozurnlu hastada yapdan etyolojik araprmalann sonuclari sunuldu.
Erythema nodosum is a dermatose characterized by variable-sized nodules in the skin. These nodules are painfull, erythematous and generally localised on the anterior asbect of the inferior extremities. In this study, results of etiologic investigations of 50 patients with erythema nodosum was presented.
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
The Frequency And ClInIcal Features Of PsorIatIc ArthrItIs In PatIents
wIth PsorIasIs
Bu çalışmanın amacı Psöriyazis (Ps) hastalarında Psöriyatik
Artrit’in (PsA) sıklığı ve klinik özelliklerini değerlendirmektir.
Çalışmaya Dermatoloji polikliniğinde takip edilen 104 Ps hastası
dahil edildi. Klinik ve sosyodemografik özellikler kaydedildi. Hastalar
Classification criteria for psoriatic arthritis (CASPAR) kullanılarak
PsA açısından değerlendirildi. 10 hastada (% 9.6) PsA tespit edildi.
5 hastada ilk başvuru şikayeti cilt lezyonlarıydı. Hem PsA grubunda
hem sadece cilt tutulumu olan hastalarda en sık gözlenen Ps tipi
plak tip Ps idi. 9 hastada periferik eklem tutulumu tespit edildi. En
sık görülen PsA formu oligoartiküler formdu (4 hasta), diğer formalar
ise sırasıyla; poliartiküler form (3 hasta), spondiloartropatik form
(2 hasta), distal interfalangial (DİF) eklem tutulumu ile giden form
(1 hasta) idi. The psoriasis area and severity index (PASI) skoru
PsA’lı 4.92±5.3 ve Ps’li hastalarda 4.87±3.3 olarak gözlemlendi. El
tırnak tutulumunun ise PsA’lı (%100) hastalarda Ps’lilere (% 53.2)
göre daha sık görüldüğü tespit edildi. Sonuç olarak Ps hastalarında
PsA sıklığı % 9.6 olarak bulundu. Tırnak tutulumu PsA’ lı hastaların
tümünde gözlemlendi.
The aim of this study was to evaluate the frequency and clinical
characteristics of psoriatic arthritis (PsA) in patients with psoriasis
(Ps). One hundred and four patients who are following with psoriasis in
Dermatology outpatients were included. The patients were examined
for PsA according to Classification criteria for psoriatic arthritis
(CASPAR). Psoriatic arthritis was determined in 10 (% 9.6) patients.
The first presenting symptom was skin lesion in five patients. The
most common type of skin lesion was plaque Ps both Ps and PsA.
Peripheric joint involvement was detected in 9 patients. The most
common manifestation pattern is oligoarthritis (4 patients), followed
by polyarthritis (3 patients), spondyloarthropathy (2 patients) and
distal interphalangeal (DIP) arthritis (1 patient). The psoriasis area
and severity index (PASI) was observed similarly in patients with PsA
(4.92±5.3) and those without PsA (4.87±3.3). Nail involvement was
significantly more common in patients with PsA (%100) than those
without PsA (%53.2). As a result; the frequency of PsA in patients
with Ps was found as % 9.6. Nail involvement was observed in all
patients with PsA.
Akut Apandisit İle Karışan Brusellaepididimorşiti; Bir Olgu Sunumu
Brusella EpIdIdymo-OrchItIs Confused WIth Acute AppendIcItIs; A Case Report
Bruselloz, pastorize edilmemiş süt ve süt ürünleri ile bulaşan bir zoonozdur. En sık gastrointestinal sistemi tutmakla birlikte daha az sıklıkta genito-üriner sistemi de tutmaktadır. Brusellozun en sık görülen genitoüriner komplikasyonu ise brusella epididimoorşitidir.
\r\n
Bu yazıda sadece sağ alt kadran ağrısı ile gelen hastanın yapılan ilk fizik muayenesinde akut apandisit ön tanısı düşünülürken, tetkik ve bulgular sonucunda öyküsünün derinleştirilmesiyle bruselloza bağlı olarak gelişen unilateral epididimoorşit olgusu irdelenmiş ve olgunun klinik ve laboratuvar bulguları sunulmuştur. Brucellozun endemik olduğu ülkemizde, özellikle akut batının eşlik ettiği ama bunu görüntüleme yöntemlerinin onaylamadığı durumlarda bruselloz akla getirilmelidir.
Brusellosis is a zoonotic disease which is transmitted with nonpasteurized milk and milk products. Mostly effects the gastrointestinal system and less the genitourinary system. Most common genitourinary complication of brucellosis is epididymo-orchitis.
\r\n
Here we present a case which presented with right lower quadrant pain in which physical examination lead us to the preliminary diagnosis of appendicitis after laboratuary results, cilinical findings and deepining the history the patient was diagnosed with unilateral epididimoorchit and here presented with clinical laboratuary findings. Brusellosis which is endemic in our country, should be kept in mind especially when accompanied with acute abdomen eventhoug imaging prosedures do not confirm the diagnosis.
Dyke-Davidoff-Masson Sendromu (DDMS) ilaca dirençli nöbetler,
serebral hemiatrofi, kontrlateral hemiparezi, fasiyal asimetri, mental
retardasyon veya öğrenme güçlükleri ile karakterize nadir görülen bir
sendromdur. Yirmiyedi yaşında erkek hasta nöbet geçirme yakınması
ile başvurdu. Hasta ilk nöbetini 3 günlükken geçirmiş. Nöbetleri
kompleks parsiyel nöbetler şeklindeymiş. Çeşitli antiepileptikler
kullanan hastanın 3 yaşına kadar nöbetleri devam etmiş. Nörolojik
muayenesinde sağ tarafta hafif hemiparezi (-5/5), derin tendon
refleksleri hiperaktif ve Babinsky delili pozitif saptandı, sol tarafında
pramidal sistem muayenesi normaldi. Kraniyal Manyetik Rezonans
İncelemesindesol serebral kortikal atrofi görüldü. Öğrenme güçlüğü
de bulunan hastaya DDMS tanısı konuldu. Tedavisi karbamazepin
1000 mg/gün ve topiramat 200 mg/gün olarak düzenlendi, On aylık
takibinde nöbet olmadı. DDMS olan hastalarda absans, kompleks
parsiyel nöbetler ve sekonder jeneralize nöbetler görülebilir. İlaca
dirençli nöbetlerin tedavisinde hemisferektomi gibi cerrahi girişimler
gerekebilir. Bizim hastamızda cerrahiye ihtiyaç duymadan oral
antiepileptik tedavi ile nöbet kontrolü sağlandı. Sendrom nadir
görüldüğünden ve Beyin MR görüntüleri tipik olduğundan sunulmaya
değer bulunmuştur.
Dyke-Davidoff-Masson Syndrome (DDMS) is rarely seen and
a clinical entity with features of drug-resistant epileptic seizures,
cerebral hemiatrophy, contralateral hemiparesia, facial asymmetry,
mental retardation or learning disability. A 27 year-old-male patient
presented with complaint of seizure. His first attack was occurred
when he was three-days-old. His seizures were complex partial
seizures. He has used varios of antiepileptics but seizures could
not be controlled since he was three-years-old. Neurological
examination revealed mild hemiparesis, hyperactive deep tendon
reflexes and Babinsky’s sign positivity at the right side. Magnetic
resonance imaging (MRI) of the brain revealed left cerebral cortical
hemiatrophy. The patient was diagnosed with DDMS considering that
learning difficulties in additon to the above clinical features. He has
used 1000 mg/day carbamezepine and 200 mg/day topiramate for
10 months and he is seizure free now. Absence, complex partial or
secondary generalized seizures may seen in patients with DDMS.
Surgical procedures like hemispherectomy may be performed
in patients who have frequent and drug-resistant seizures. In our
patient, seizures were controlled with oral antiepileptic drugs without
any need of surgery. This case is presented because of the rarity of
the syndrome and demonstratively of the brain MRI.
Octreotid Ve İnterferon U-21) Uygulamasının Ratlarda Bazı Hormonal Parametreler Üzerine Etkisi'
Çalışma, interferon alta - 2b ve octreotid uygulamasının ratlarda bazı hormonal parametreleri nasıl etkilediğinin ortaya konulabilmesi amacıyla planlandı. Araştırma kontrol (n = 12), interferon alta - 2b (n = 12) ve octreotid (n 12) uygulanan toplam 36 adet Wistar - Albino cinsi erkek ratlar üzerinde gerçekleştirildi. Kontrol grubu hayvanlara herhangi bir uygulama yapılmazken, interferon grubundaki ratlara gün aşırı 250.000. IU interferon alta - 2b, oct-reotid grubundaki ratlara da günde üç kez 7 gün boyunca 10 mikrogram octreotid deri altı olarak uygulandı. Çalışmanın bitiminde, bütün deney hayvaniannın kanında TSH, total T4, total T3, testosteron ve büyüme hormonu düzeyleri tayin edildi. Plazma TSH düzeylerinin interferon alfa - 2b grubunda kontrol grubuna göre düşük se-viyede olduğu görüldü (P<0.05). T3 - T4 sevıyelerinde istatistiksel olarak fark bulunmadı. Testosteron değerlerinin mukayesesinde interferon affa - 2b ve octreotid uygulanan grupların kontrol grubuna oranla daha düşük değerlere sahip bulunduğu tespit edildi (P.<0.05). Deney gruplarının karşılaştınlması sonucunda interferon alta - 2b grubunun octreotid uygulanan gruba oranla düşük testosteron seviyesine sahip bulunduğu gözlenirken (P<0.05), total T3, total T4 ve büyüme hormonu düzeylerinin gruplar arasında önemli bir farklılık göstermediği belirlendi. Gerçekleştirilen araştırmanın sonucunda elde edilen bulgular interferon alta 2b ve octreotid uygulamalarının rat-larda bazı hormonal parametreleri değişik şekillerde etkileyebileceğini düşündürmektedir.
This study was designed to determine the effects of interferon alpha - 2b and octreotid treatments on some hormonal parameters in rats. Total 36 Wistar - Albino male rates were used as control (n = 12), interferon alpha -2b (n = 12) and octreotide (n = 12) groups. 250.0001U of interferon alpha - 2b was introduced to interferon group rats at intervals of 48 hrs. To the octreotide group rats, 3 times in a day (8 hrs intervals) for 7 days, 10 mg oct-reotide was injected subcutaneously with a insulin ınjector. The levels of TSH, total T4, total T3, testosteron and growth hormone were determined in blood samples of the rats by RIA. Plasma TSH levels of interferon alpha-2b group was found lower than that of control group (P<0.05). However, no significant difference in T3 and T4 levels were determined among control, ocreotid and interferon treated groups. (P<0.05). It was established that in-terferon alpha - 2b and octreotide treated groups have lower testosteron levels than that of control group (P<0.05). Inteıferon alpha 2b group had lower testosteron levels comparing to octreotide treated group (P<0.05). Nevertheless, there was no significant difference in the growth hormone levels of the groups_ The results of the study showed that the treatments of interferon alpha 2b and octreotide can be affect some hormonal parameters in the rats.
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
ComparIson Of The EffectIveness Of UltrasonIc LIposuctIon And
conventIonal LIposuctIon In ThInnIng Of Upper Arm
Vücut şekillendirme cerrahisinde ultrason yardımlı liposakşın kullanımının
konvansiyonel liposakşına göre daha az kan kaybı yarattığı ve daha fazla
cilt kontraksiyonu oluşturduğu iddia edilmesine karşın kol sarkıklığının
tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşının etkinliklerinin
karşılaştırılmasıyla ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada, kol
sarkıklarının tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşın
tedavilerinin etkinlikleri ile komplikasyonlarının ve kanama miktarlarının
karşılaştırılması amaçlandı. 2012-2016 tarihleri arasında kolda sarkma
şikayetiyle başvuran ve liposakşın ile tedavi edilen 20 hasta çalışmaya dahil
edildi. Çalışmada, ultrasonik liposakşın (Grup 1; n:10) ve konvansiyonel
liposakşın (Grup 2: n:10) yapılanlar olarak ayrıldı. Hastada nekroz olması
major komplikasyon, seroma, hematom, asimetri ve deride pürüz olması ise
minör komplikasyon olarak tanımlandı. Ameliyat bitiminde ve ameliyat sonrası
1. yıl sonunda her iki gruptaki hastaların her iki kolunun en kalın olduğu yerler
tekrar ölçüldü. Her hasta için intraoperatif lipoaspiratlarından 5 ml örnek alındı.
Örnekler hematoksilen eozin ile boyandı ve birim alandaki eritrosit sayıları
belirlendi. Grup 1’de hastaların 4’ü Triceps Deri Klasifikasyonuna göre Tip 2,
3’ü Tip 3, 3’ü Tip 4 olarak tespit edildi. Grup 2’de hastaların ise 3’ü Tip 2,
3’ü Tip 3 ve 4’ü Tip 4’tü. Hastaların ortalama kol çevreleri Grup 1’de 36 cm
(minimum 32 - maksimum 40), Grup 2’de ise 35 cm (minimum 31 - maksimum
39) olarak tespit edildi. Ameliyat bitiminde hastaların ortalama kol çevresi Grup
1’de 31 cm (minimum 28 - maksimum 32) iken Grup 2’de 32 cm (minimum
28 - maksimum 33) olarak ölçüldü. Ameliyat sonrası 1. yıl sonunda Grup 1’de
ortalama kol çevresi 30 cm’e düştü, Grup 2’de ise 31.8 cm idi. Grup 2’de
cm2
’de hesaplanan eritrosit sayısı 40’lık büyütmede (HPF: high power field)
ortalama 50-60/1HPF iken Grup 1’de bu değer 20/1HPF olarak hesaplandı. Her
iki grup hastalarının ameliyat öncesi kol kalınlıkları ortalaması benzer olmasına
karşın, ameliyat sonrası Grup 1’deki hastaların ortalama kol kalınlıkları Grup
2’ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Yine alınan
lipoaspiratta birim alanda görülen eritrosit sayısı Grup 1’de Grup 2’ye göre
istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Çalışmada, kol
sarkması tedavisinde uygun hasta seçimi sonrası ultrasonik liposakşının daha
fazla cilt kontraksiyonu yapabildiği tespit edildi. Bu endikasyon da kullanımında
konvansiyonel liposakşına kıyasla daha az sarkma ile daha iyi görünüm elde
edilebilir.
It is claimed that the use of ultrasound-assisted liposuction in bodyshaping
surgery produces less blood loss and more skin contraction than
conventional liposuction. In the literature, however, we could not find any
studies comparing the efficacy of conventional liposuction with ultrasonic
liposuction in the treatment of arm contour deformities. In this study,
therefore, it is aimed to compare the efficacy, complications and bleeding
rates of conventional liposuction with ultrasonic liposuction in the treatment
of arm contour deformities. Twenty patients with the complaints of arm contour
deformity during the period of 2012-2016 were included in the study. All of
the patients were treated with liposuction. The patients were divided into two
groups; ultrasonic liposuction (Group 1; n: 10) and conventional liposuction
(Group 2; n: 10). Necrosis was defined as a major complication. Seroma,
hematoma, asymmetry and roughness in the skin were defined as minor
complications. The location of the thickest part of both arms of patients in
both groups were measured at the end of the surgery and at the end of the first
postoperative year. A total of 5 ml lipoaspirate samples were taken from each
patient intraoperatively. The specimens were stained with hematoxylin-eosin
and the numbers of erythrocytes per unit area were determined. According to
Triceps Skin Classification, 4 of the patients were Type 2, 3 were Type 3 and 3
were Type 4, in Group 1. In Group 2, 3 of the patients were Type 2, 3 were Type
3 and 4 were Type 4. The average arm circumference of the patients in Group
1 was 36 cm (minimum 32 cm - maximum 40 cm), while in Group 2 the average
arm circumference was 35 cm (minimum 31 cm - maximum 39 cm). At the end
of the operation, the average arm circumference of the patients in Group 1
was 31 cm (minimum 28 cm - maximum 32 cm) while in Group 2 the average
arm circumference of the patients was 32 cm (minimum 28 cm - maximum 33
cm). At the end of the first postoperative year, the average arm circumference
was decreased to 30 cm in Group 1 and 31.8 cm in Group 2. Moreover, the
number of erythrocytes calculated in cm2
in Group 2 was 50-60 / 1HPF (HPF:
high power field) at 40x magnification and this value was calculated as 20 /
1HPF in Group 1. The mean arm thickness before the surgery was similar in
both groups. However, the mean postoperative arm thickness of the patients in
Group 1 was significantly lower than Group 2 (p <0.05). Moreover, the number
of erythrocytes seen in the lipoaspirate unit area was significantly lower in
Group 1 than in Group 2 (p<0.05). In this study, we have demonstrated that
ultrasonic liposuction could provide more skin contraction in the treatment of
arm contour deformities with appropriate patient selection. In this indication,
a better appearance can be obtained with less sagging compared with
conventional liposuction.
Diyabetik Hastada İzole Ekstensor Hallusis Kas İnfarktı
UnIque Ekstensor HallusIs Muscle Infarct In DIabetIc PatIent
Bacakta lokal ağrı, hassasiyet ve şişlikle kendini gösteren diyabetik kas infarktı, tip 1 insüline bağımlı diyabetik hastalarda nadir görülen bir komplikasyondur. Bu bulgular kliniğimize diyabetik ülser nedeniyle yattıktan beş gün sonra 72 yaşındaki erkek hastamızda görüldü. Kitle önce bir abse odağı olarak düşünülmüşken cerrahi eksplorasyonda izole ekstensor hallusis longus kas infarktı olduğu gözlendi. Nekroze kas eksize edilerek defekt alan ince kalınlıkta cilt grefti ile kapatıldı. Bu yazıda literatürde ilk kez diyabetik hastada ekstensor hallusis longus kas intaktı olgusu sunulmuştur.
Diabetic muscle infarct is a rare complication of type 1 insulin dependent diabetic patient, resenting with focal thigh pain, tenderness, swelling and erythema. These pathologic findings were observed in 72 years old male patient, 5 days after he was accepted to our clinic because of diabetic foot ulcer. The mass was thought that on abscess at first but unixue extensor hallucis muscle infarct was observed by surgical exploration.Necrosed muscle was excised and defect area was reconstructed with split thickness skin graft. V/e have presented a case of extensor hallucis longus muscle infarction in a diabetic patient first in the literatüre.
The Role Of Allergy In EtIology Of Nasal PolyposIs
Çalışma 100 hasta ve 50 sağlıklı kontrol grubunda yapıldı. Nazal polipozisli (NP) hastalar 3 gruba ayrıldı. 1.grup NP, astım ve asetil salisilik asit intoleransının birlikte görüldüğü hastalar (Samter sendromu), 2.grup NP ve astımı olan hastalar ve 3.grup yalnız NP’li hastalardan oluşuyordu. Yüz hastada fizik muayene ile polip boyutları, bilgisayarlı tomografi (BT) ve endoskopi skorları, deri prick test sonuçları, serum total IgE ve periferik eosinofil değerlerine bakıldı. Sonuçlar nazal polipozisli hastalar ve sağlıklı bireyler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Hasta ve kontrol grubunun prick testi sonuçları incelendiğinde; hasta grubunun %42‘sinde (n;42) pozitif, kontrol grubunda 11 (%22) bireyde prick testi pozitif olarak bulundu. NP’li hastalarda 45 kişide total IgE normal değerden yüksek bulunurken, 27 kişide eozinofil değerleri normalden yüksek idi. Kontrol grubunun %30’unda (n;15) serum total IgE değerleri normal değerden yüksek bulunurken %12’sinde (n;6) serum eozinofil değerleri normal değerden yüksek idi. Sonuç: Serum eozinofil değerlerinin ve prick testi pozitifliğinin nazal polipozisli hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek bulunması, nazal polipozisin etiyopatogenezinde alerjinin önemli bir faktör olabileceğini göstermiştir.
The aim of this study was to evaluate the role of allergy in patients with nasal polyposis. The study included 100 patients with nasal polyposis and 50 healthy individuals. The study was approved by the Ethics Committee of the Selcuk University Meram Medical Faculty and written informed consent was obtained in all cases. Patients were divided into 3 groups. The first group consisted of patients with asthma and aspirin intolerance; second group consisted of patients with only asthma, third group consisted of patients have no disease. Polyp size by Physical examination, computed tomography (CT) and endoscopic scores, skin-prick test results, blood total eosinophil count, serum levels of total immunoglobulin E and symptom scores were analyzed in 100 patients with nasal polyposis. The results were compared between patients with nasal polyposis and healthy individuals. Prick test results were positive on 42% (n;42) of the patients and 22% (n;11) of the control group. While serum total IgE values of 45% (n;45) of NP patients were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 27% (n;27) of the patients were higher than the accepted values. As serum total IgE values of 30% (n;15) of control group were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 12% (n;6) of them were higher than accepted value. The values of the serum total eosinophil count and positive prick test results were higher in patients with nasal polyposis than in healty individuals.This result shows that allergy is a important factor on etiopathogenesis of nasal polyposis.
Değişik Klinik Seyirli Nadir Bir Psüdolenfoma: Jessner'in Lenfositik İnfiltrasyonu (%aka Takdimi)
Jessner's LymphocytIc InfIltratIon
Jessner'in lenPsitik infiltrasyonu olan 40 yaşında erkek hastayı sunduk. Yüzde ve her iki au-rikulamn üst kenarında kronik eritemapüstülöz iyikşmeyen lezyonlar) olan hasta, "Diskoid lupus eritematozus" histopatolojik tanısı ile polikliniğimize başvurdu. Yüzde kelebek şeklindeki bir alana yerleşmiş lezyonlar, burunda deformite oluşturmuştu. İleri tetkik ve tedavi amacı ile yüzdeki lezyonlar tamamen eksize edildi. Lezyon yeri, ince kalınlıkta deri grefti ile rekonstrükte edildi. Ku-laklardaki kzyonlara cerrahi müdahale yapılmadığı halde, kliniğimizde yattığı süre boyunca, önceden bi-linmeyen nedenlere bağlı olarak bu lezyonlar ta-mamen iyileşti. Sağlam deri ve lezyondan alınan bi-op,si örnekleı-inin histopatolojik incelemesinde Jessner'in lenfositik infiltrasyonu tanısı konuldu. Güneş ışığına maruz kalmadığından kulak lez-yonlarının spontan iyileştiği sonucuna varıldı.
We present a case of Jessner's lymphocytic in-filtrate of the skin in a 40-year-old man. The patient had non healing ch•onic inflarnmatory erit-hemapustulous lesions on the face and uppeı- pan of the auı•icles. bilaterally. First histopathologic di-agnosis of the patient was "Discoid lupus ery-thematosus". The lesions appeared on the ,face and made a deformity on the nose. In o•der to achieve exact diagnosis and treatment, all the lesions on the face excised and reconstructed hy a split skin grafit. Auricular lesions that were not treated such a this way, heakd spontaneously. Histopathologic exa-mination of the specimen that was excised from the lesion and healthv skin. revealed that the diagnosis is Jessner's lymphocvti• infiltrate. The reason of spontaneous healing of the auricular lesions exp-lained with no exposure of the auricles to sunshine.
Çocukluk Çağı Kronik Myeloid Lösemilerinin İki Tipi, İki Olgu Sunumu
Two Types Of ChronIc MyeloId LeukemIa In ChIldhood, Two Cases Report.
Kronik myelositer lösemi (KML) çocukluk çağı lösemilerinin %2-5’ini oluşturur. Adult tip ve juvenil tip şeklinde iki formu vardır. Juvenil tipi (J-KML) çocukluk çağı tüm myelodisplastik sendrom vakalarının %18’ini oluşturmaktadır. Adult tip ise (A-KML) çocukluk çağında juvenil tipten iki kat daha fazla görülür. Lökositoz, splenomegali, lenfadenopati, periferik yaymada kemik iliği elemanlarının görülmesi ortak bulgulardır. Ciltte döküntü, monositoz, fetal hemoglobinin %10’dan fazla oluşu ve Philadelphia (Ph) kromozomunun olmayışı J-KML için tipik bulgular olup, kemik iliğinde megakaryosit ve eozinofilik serinin artmış olması, lökosit sayısının 100000/ mm 3 den fazla oluşu ve Ph kromozomu varlığı A-KML için karakteristik bulgulardır. Çocukluk çağında kronik lösemilerin nadir görülmesi dolayısıyla, bahsedilen bulgulara sahip, biri üç yaşında olup juvenil tip, diğeri dört yaşında olup adult tip KML tanısı alan iki vakayı literatür bilgilerini gözden geçirerek sunmayı düşündük.
Chronlc myeloid leukemia accounts for 2-5% of cases of childhood leukemia. There are two types: adult type (A-CML) and juvenile type (J-CML). Juvenile type accounts for 18% of cases of the childhood myelodysplastic syndrome. Adult type is seen in the childhood period two fold of juvenile type. Leucocytosis, splenomegaly, lymphadenopathy, bone marrow elements in the periferic smear are the common findings. Skin rash, monocytosis, fetal hemoglobin above 10% and absence of Philadelphia (Ph) chromosome are the typical findings of J-CML and increase in the number of the megakaryocytic and eosinofilic series in the bone marrow, leucocytosis above 100.000/mm 3 and existence of Ph chromosome are the typical findings of A-CML. Since the chronic leukemia cases are rarely seen in the childhood period, we aimed to present two cases having mentioned symptoms, one of which is a 3 years old boy diagnosed as J-CML, the other is 4 years old boy diagnosed as A-CML.
Nötrofil/lenfosit Oranı Büllöz Pemfigoid Tanısında Bir Belirteç Olarak Kullanılabilir Mi?
Can NeutrophIl/lymphocyte RatIo Be Used As A Marker In The DIagnosIs Of Bullous PemphIgoId?
Amaç: Büllöz pemfigoid (BP) dermo-epidermal bileşkede yer alan antijenlere karşı oluşan antikorların neden olduğu, sıklıkla ileri yaş döneminde izlenen büllöz bir dermatozdur. Otoantikorların tetiklediği inflamasyon sonucunda hasta serumlarında ve büllerde inflamatuar mediatörlerin artmış olduğu ve artan bu mediatörlerin hastalık şiddeti ile ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Nötrofil lenfosit oranı (NLO); nötrofil sayısının lenfosit sayısına bölünmesi ile elde edilen; daha önce ürtiker, psoriazis, pemfigus vulgaris ve kutanöz vaskülit gibi inflamatuar hastalıklarda incelenmiş ve hastalıkla ilişkili bulunmuş bir parametredir. Bu çalışmada; sistemik inflamasyonun bir belirteci olan NLR’nin BP’li hastalarda kullanılabilecek bir belirteç olup olmadığı araştırılmada çalışılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2013 – Aralık 2017 tarihleri arasında BP tanısı konulmuş hastaların medikal kayıtları incelendi. Dosyalarındaki laboratuar sonuçları değerlendirilerek; ortalama trombosit hacmi (MPV), nötrofil sayısı, lenfosit sayısı ve nötrofil sayısının lenfosit sayısına bölünerek hesaplandığı nötrofil lenfosit oranı kayıt edildi. Bulgular: Çalışmaya, 26 BP’li hasta ve 25 kontrol grubu hasta dahil edildi. BP’li hastalarda nötrofil sayısının (P = 0,005) ve NLO’nın (P = 0,04) kontrol grubundan yüksek olduğu görüldü. Lenfosit sayısının BP’li hastalarda kontrol grubundan farklı olmadığı saptandı. Sonuç: Çalışmamız; etyopatogenezinde inflamasyonun yer aldığı BP’li hastalarda bildiğimiz kadarı ile NLO’yi araştıran ilk çalışmadır. Sistemik inflamasyon için tam kan sayımı ile kolayca hesaplanabilecek bir parametre olan NLO’nın BP tanısında kullanılabilecek bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Bullous pemphigoid (BP) is a bullous dermatosis frequently seen in advanced age that is caused by antibodies reacting to antigens in the dermoepidermal junction. It has been reported that as a result of autoantibody-induced inflammation, inflammatory mediators are increased in patient sera and bullae, and that these increased mediators might be related to disease severity. Neutrophil lymphocyte ratio (NLR) is determined by dividing the number of neutrophils by the number of lymphocytes; it is a parameter that has been previously studied in inflammatory diseases such as urticaria, psoriasis, pemphigus vulgaris and cutaneous vasculitis and has been associated with the disease. The present study investigated the utility of NLR, the marker of systemic inflammation, as a marker in patients with BP. Patients and Methods: Medical records of patients diagnosed with BP between January 2013 and December 2017 were reviewed. By evaluating the laboratory results in their files, the mean platelet volume (MPV), neutrophil count, lymphocyte count, and neutrophil lymphocyte ratio calculated by dividing the number of neutrophils by the number of lymphocytes were recorded. Results: The study included 26 patients with BP and 25 control patients. Neutrophil count (P = 0.005) and NLR (P = 0.04) were found to be higher in patients with BP compared with the control group. No difference was found in lymphocyte count and MPV between the groups. Conclusion: To our knowledge, this is the first study to investigate NLR in patients with BP in the etiopathogenesis of which inflammation takes a part. We believe that NLR, a parameter that can be easily calculated by a whole blood count for systemic inflammation, can be a marker that can be used in the diagnosis of BP.
Keratinöz Deri Tümörlerinde Prolifere Olan Hücre Nükleus Antijeni (pcna)
ProlIferatIng CelI Nuclear AntIgen (pcna) ExpressIon In Cutaneous KeratInous Neoplasms
Proliferasyon belirleyicilerin büyük çoğunluğunda taze dokuya ihtiyaç vardır. Bu nedenle retrospektif çalışma mümkün olamamaktadır. Prolifere olan hücre nükleus antijeni (PCNA) ise parafin kesitlere kolayca uygulana bilmektedir. Bu çalışmada, keratinöz deri tümörlerinde PCNA’nın 19A2 klonu immunohistokimyasal boya uygula narak incelendi. Skuamöz hücreli karsinom (SHK)’ da PCNA pozitifliği tüm keratinositlerin nüvelerinde görüldü. Verruka vulgaris’te de benzer PCNA görüntüsü izlendi. PCNA pozitifliğinin diğer keratinositik tümörlerle karşılaştırıldığında SHK ve VV 'te belirgin olarak arttığı gözlendi.
Usually markers for proliferating cells need freshly frozen tissues for evaluation; therefore retrospective study is impossible. Proliferating celi nuclear antigen (PCNA) isapplicable to formalin-fixed, paraffin embedded tissues. İn this study, PCNA expression in cutaneous keratinous neoplasms were determined by immunohistochemical stain- ing using the 19A2 done. Sçuamous celi carcinoma (SCC) a unique expression of PCNA, which frequently involved the nuclei of ali keratinocytes vvithin the lesion was found. PCNA expression in verruca vulgaris (VV) and found a pattern similar to that in SCC. SCC and VV showed significantly increased numbers of PCNA positive cells when compared with other keratinocytic neoplasms.
Kronık Uremılı Hastalarda Sınır Iletımı, R-R Interval' Ve Sempatık Derı Cevabı
Nerve ConductIon, R-R Intervals And Sympat-HetIc SkIn Responses
Oreminin polinoropati nedenlerinden birisi ol-dugu iyi bilinir. Bu caltimada iirerninin otonomik disfonksiyona ne olc ude sehep olup olmadtgl ara§- nnldr. caltfmaya 38 kronik bobrek yetmezligi olan basic, alrndt. Bu hastalarda sagda. median sinir motor ve duysal iletimi, ulnar sinir duysal iletimi, peroneal motor iletimi ve meal sinir iletimleri 61- ciildii. Istirahatte ve derin inspiryum halinde iken R-R intervali alr rldr. Ayrrca solunum ve guriiltii sti-mulusu ile uyanlan sempatik den cevabt her iki elden simultan olarak kaydedildi. Hastalann %56.75'inde polintiropatiye icaret eden sinir iletim degerleri elde edildi. R-R intervali ile ilgilr (lstirahatte %1=5.58±3.27, Derin ins-piryum halinde %D = 11.3 ± 5.9, %D - 'Vol = 5.47 ± 5.05. %D I %R = 2.19 ± 1.43) degerler kontrol gru-bundan elde ediknlerle karplaittrildt. 1-Kontrol gruhundan elde edilen R-R interval degerleri ve vac arastndaki korelasyonun, iiremili hastalann R-R in-terval degerleri ve ya§lan arasznda kayboldugu go-riildii. 2-%D.%1 re %D-%I degerleri kontrol gnu-bundakinden istatistiki anlamda fat-kb bulundu. Dokuz hastada (%23.68 ) sempatik deri cevabs elde edilemedi. Lawns degerkrthin kontrol gruhuna gore uzamt§ oldugu goriildii. Sontic olarak elde edilen bulgular kronik barek yetmezligi olan hastalarda onemli pa-linoroparinin yantso-a (Muhtemekn otonomik no-ropatiye baglt) otonomik disfonksiyon olduguna i§a-ref ettnektedir.
In Patients With Chronic Uraemia it is well known that uraemia is one of the re-asons for polyneuropathy. The subject of this study was to investigate if and how much the uraemia cases autonomic dysfunction. 38 patients with chronic renal failure have been included in the study. Right median nerve motor and sensory conduction. ulnar nerve sensory conduction, peroneal motor conduction and rural nerve sensory conduction have all been recorded from these pa-tients, R-R intervals have also been studied in both during resting and deep inspirium. In addition to that, the sympathetic skin responses evoked by res-piratioit and noise have also been simultaneously from both hands recorded. 56.75% of the patients showed nerve conduction values which indicate polineuropathy. The data re-levant to the R-R inten►ks (during resting %l = 5.58 ± 3.27, during deep inspirium %D = 11.3 ± 5.9, %D-%1= 5.47 ± 5.05. %Dl%1 = 2.19 ± 1.43) have been compared to the values obtained from the control group.1 .The established correlation between R-R intervals and the age of the control group does not exist in the patients with iiremia.2.11 has been found that the %D,%1 and %D-%1 values are sta-tistically different from the values of the control group.The sympathetic skin response could not have been obtained from nine patients(%23_68)_Longer latency values have been observed as compared to the control group. In conclusion it may he surmised that the pa-tients with chronic renal failure show to an im-portant degree an autonomic disfithction (probably due to the autonomic neuropathy) together with polvneuropathy.
Omurganın Kesici Alet Yaralanması Ve Cerrahi Yaklaşım
PenetratIng Trauma Of The SpIne WIth Cutter And SurgIcal
management
Omurganın penetran yaralanmaları nadir görülürler. Bu raporda
nadir görülen bir olgu sunulmaktadır. Yirmi sekiz yaşında erkek
hasta bel bölgesinden bıçaklanma şikayetiyle acil serviste görüldü.
Hastanın fizik muayenesinde lomber bölgede iki cm cilt kesisi olduğu
görüldü. Nörolojik muayenesinde defisit saptanmayan hastanın
çekilen direkt grafi ve lomber tomografisinde L1 vertebra korpusu
ve L1-2 disk aralığına saplanmış bıçak ucu ile uyumlu metalik cisim
tespit edildi. Hasta acil servisten ameliyathaneye alındı. Genel
anestezi altında hasta sol lateral dekubit pozisyona alınıp ciltteki
insizyon anterolaterale doğru genişletildi. Posteriordan anterolaterale
doğru ilerlenip sol L1 ve L2 transvers proseslerine ulaşıldı. Bıçak
ucunun interlaminar aralıktan geçerek sinir kökünün lateralinden
L1 korpusuna ve disk aralığına kadar indiği saptandı. Laminektomi
yapılmadan bıçak yavaş yavaş geriye çekilerek çıkarıldı. Nörolojik
olarak intakt olan hastaların tedavisindeki amaç, omurgaya penetre
olan yabancı cismi, radyolojik tetkikler ışığında hastaya en az
zarar verecek şekilde çıkarmak olmalıdır.Bu hastalarda yıllar sonra
bile geçnörolojik defisitler olabileceğinden, delici ve kesici aletin
omurgadan çıkartılması gerektiği bildirilmektedir.
Penetrating trauma of the spine can be rarely seen. A 28 year
old male patient admitted to our emergency clinic with cutter injury. A
two-centimeter skin incision was determined at the patient’s lumbar
region. Neurological examination was with in the normal range. A
metallic cutter tip was seen at the lumbar tomography and lumbar
plain radiograph at the level of L1 corpus and L1-2 disc space. The
patient operated at emergency settings. Under general anesthesia
the patient was taken into left side lateral decubitus position.
Previous skin incision enlarged to the anterolateral direction.
Surgical dissection was advanced to the anterolateral direction from
posterior aspect. Left L1 and L2 processus transversus was reached.
Then the cutter tip was seen at the L1 corpus and L1-2 disc space
just lateral from the nevre root. The cutter tip was withdrawn slowly
without laminectomy. The main goal of the surgical treatment for
neurologically intact patients with penetrating injuries is to remove
the foreign object with minimal damage to the patient in the light
of radiological studies. The foreign object should be removed from
the spine because late neurological deficits can be seen in these
patients.
Ev tozu akarları dünyanın bir çok yerinde evlerde özellikle yatak odalarında ve mobilya aralarında bulunmaktadır. Akarlar deri döküntüleri ile beslenir ve bazı insanlarda allerjik hastalıklara neden olurlar. Ev tozu akarlarının ve artıklarının alerjik rinitis, astım ve topik dermatitis’in en önemli nedenlerinden birisi olması dolayısıyla bu akarların medikal ve ekonomik önemleri, biyolojileri, tespitleri ve kontrolleri en son literatürler taranarak bu derlemede özetlenmiştir.
House dust mites are found in human housing, particularly in bedding and furniture in many parts of world. İt feeds on epidermal flakes shied from human skin and, some humans become allergic disease. Because of the fact that house dust mites and their dropping are the most important causative of the allergic rhinitis, asthma and atopic dermatitis world wide. Medical and economical importance, taxonomy, biology, description, detection, control of such mites are revievved in the light of recent literatüre.
Klinığımizde Yatarak Tedavı Edılen Yanık Hastalarının Ve Komplikasyonlarının Değerlendırılmesı
The EmluatIon Of IlospItalIzed And Treated Burned PatIents And TheIr ComplIcatIons
1983-89 yılları arasında kliniğimizde yatarak tedavi gören 50 yanıklı hastanın 35'i çocuk, 15'i erişkindi. Çocukların 26'si ilk dekat içindeydi. 34'ü erken, 16'sı geç müracaat etmişti. Il. derece derin yanıkların III. dereceden ayrılmasında deri biyopsilerinden yararlanıldı. 22 hastada Il. derece, 57'nde M. derece, 7'sinde hem II. ve hem de III. derece yanık vardı. Vakaların 5'ine erken tanjansiyel eksizyon ve toplam olarak 27'sine cerrahi girişim uygulandı. Tapikal antiseptik ajan olarak cio101uk gümüş nitrat solüsyonu kullanıldı. 50 hastadan 3'ü kaybedildi. hastada tedavi gerektirecek psikiatrik bozukluklar gelişti. Hipertrofik skor ve kontraktür gelişimini engellemek için otel ve basınçlı uygulamalar yararlı oldu.
We hospitalized and ireated 50 patients with burn injuries between 1983 and 1989. Of diem, 35 were children and 15 were adult. Twenty six children were in first decade. Of 50 patients, 34 adrnitted to the hospital early and 16 lately. Skin byopsies were useful in differential diagnosis of second and therd degree burn. There were second degree burn in 22 patients, third degree in 5 and second and third degree in 7. We applied surgical intervention to 27 patients and 5 early tangential excision and pulverised 10 percent of silver nitrate in early cases. Of 50 patients, 3 died and 3 developed psychiatric disorders requiring treatment. in order to prevent hyperirophic burn scar and contracture we used splint and pressure garrnents.
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Bakteriler Ve Antimikrobiyallere Duyarlılıkları
BacterIa Isolated From Blood Cultures And TheIr SensItIvIty To AntImIcrobIals
Amaç: Çalışmada, bir yıllık bir süreçte çeşitli servislerden gönderilen kan örneklerinden izole edilen bakterilerin sıklığının ve antimikrobiyallere duyarlılıklarının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Kan kültürleri, Becton Dickinson 9120 (USA) otomatik kan kültür sistemi ile yapılmış olup, bakterilerin soyutlanmasında klasik yöntemler kullanılmıştır. Patojen bakterilerin identifikasyonunda Sceptor (Becton Dickinson-USA) cihazı ve panelleri kullanılmıştır. Brucella türlerinin identifikasyonunda Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü’nün Brucella polivalan antiserumu kulanılmıştır. Bakterilerin antimikrobiyallere duyarlılıklarının saptanmasında ise, Sceptor (Becton Dickinson-USA) panelleri veya Müller-Hinton Agarda Disk Diffüzyon Yöntemi kullanıldı. Bulgular: Bir yılık süreçte izole edilen 565 patojenin 165’inin (%29) Koagülaz Negatif Stafilokok(KNS), 116’sının (%21) Staphylococcus aureus, 60’ının (%11) Streptokok spp, 48’inin (%8) Escherichia coli, 36’sının (%6) Brucella spp, 33’ünün (%6) Klebsiella spp ve 107’sinin (% 19) diğer bakterilerden oluştuğu saptanmıştır. Saptanan patojenlerin en fazla duyarlı oldukları antimikrobiyallerin stafilokok ve streptokok gibi Gram pozitif bakteriler için vankomisin, kloramfenikol, siproşoksasin olduğu; Escherichia coli ve Klebsiella pneumoniae gibi Gram negatif bakterilere en etkili antibiyotiklerin imipenem, amikasin, sefoksitin, siproşoksasin, ve sefuroksim olduğu saptanmıştır. Kan kültürlerinden izole edilen Brucella türlerine en etkili antibiyotikler olarak ise tetrasiklin, streptomisin ve seftriakson tespit edilmiştir. Sonuç: Hastanemizde yatan hastalardan alınan kan kültürlerinden en sık stafilokok ve streptokokların, daha sonra Gram negatif bakterilerin soyutlandığı saptanmıştır.
Aim: In this study, it was aimed to investigate the frequency of bacteria isolated from blood samples accumulated from different clinics and their sensitivity to antimicrobials during the last year. Material and Method: Blood cultures were examined using Becton Dickinson 9120(USA) automatic blood culture system, and classical methods were used to isolate the bacteria. To identify pathogenic bacteria, sceptor (Becton Dickinson-USA) device and panels were used. Brucella polyvalan antisera of Refik Saydam H›fz›s›hha Institution were used to identify different types of Brucella. Also, Sceptor (Becton Dickinson-USA) panels or Müller-Hinton Agar Disc Diffusion Method were used in the provision of the sensitivity of bacteria to antimicrobials. Result: Of 565 pathogens isolated during one-year’s time, 165 (29%), 116 (21%), 60(11%), 48(8%), 36(6%) and 107 (19%) were determined to be derived from Coagulasis Negative Staphylococcus (CNS), Staphylococcus aureus, Streptococcus spp, Escherichia coli, Brucela spp., Klebsiella spp. and other microorganisms, respectively. It was detected that antimicrobials for which pathogens are the most sensitive are vancomycin, chloramphenicol, ciprofloxacin for gram negative bacteria, such as Staphylococcus and Streptococcus; the most effective antibiotics are imipenem, amikacin, cefoxitin, ciprofloxacin and cefuroxime for gram negative bacteria, such as Escherichia coli and Klebsiella pneumoniae. However, tetracycline, streptomycin and ceftriaxone were detected to be the most effective against Brucella strains isolated from the blood samples. Conclusion: Investigated the blood cultures provided from the in-patients in our hospital, Staphylococcus and Streptococcus were determined to be isolated as the most prevalent ones; then, the second most isolated group was gram negative bacteria.
Blefaroplasti Sonrası Gelişen Lagoftalmus Tedavisinde Bipediküllü Flep Ve Orta Yüz Kaldırma Kullanımı: Olgu Sunumu
Usage Of BIpedIcle Flap And MIdface LIft In The Treatment Of Lagophthalmus Developed After Blepharoplasty: Case Report
Lagoftalmus, göz kapaklarını tamamen kapatamamak nedeniyle korneanın açıkta kalmasına bağlı (sclera görülmesi) ortaya çıkan, korneal skar ve görme kaybı ile sonuçlanabilecek yetersizliktir. Üst göz kapağının derisinin yumuşak ve esnek yapısı göz kırpmayı kolaylaştırır. Üst göz kapağını yumuşak ve esnek yapısına döndürmek için tedavi seçenekleri olarak, Z-plasti, V-Y ilerletme flepleri, tam kalınlıkta deri greftleri ve pediküllü flepler tanımlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, bleferoplasti sonrası üst göz kapağının dikey kısalığına bağlı gelişen lagoftalmus tedavisinde alternatif bir seçenek olarak bipediküllü flep ve orta yüz kaldırmanın kullanımını göstermektir.
Lagophthalmus is the inability to close the eyelids completely leading to exposed cornea (scleral show) which can result in corneal scar formation and vision loss. The skin of upper eyelid is soft and flexible, so this makes winking easier. To return the upper eyelid its soft and flexible structure, Z-plasty, VY advancement flaps, full-thickness skin grafts, and pedicle flaps are defined as treatment options. The aim of this study was to demostrate the usage of bipedicle flap and midface lift as an alternative treatment option for lagophthalmus that is related to the vertical shortness of upper eyelid developed after blepharoplasty.
Sneddon Sendromu:livedo Retikülaris Ve İskemik İnme
Sneddon Syndrome: LIvedo RetIcularIs And IschemIc Stroke
Sneddon sendromu(SS) tekrarlayan iskemik ataklar ile giden nadir görülen bir vaskülopatidir. Kesin bir tedavi yöntemi olmamakla birlikte antiagregan, antikoagülen ve immünsüpresan tedaviler önerilmektedir. 44 yaşında kadın hasta sağ tarafında geçici his kaybı ve eşlik eden konuşma bozukluğu ile başvurdu. Nörolojik muayanesinde sağda santral fasiyel asimetri ve konuşmasında hafif dizartri vardı. Difüzyon MR’nda sol lentifom nukleus ve kaudat nükleus başında akut iskemik değişiklik mevcuttu. Kraniyal MR’da perivasküler iskemik gliotik değişiklikler ve yaygın kortikal serebral atrofi mevcuttu. Her iki ayakta livedoretikülaris görünümü olan hastaya cilt biyopsisi yapıldı. Cilt biyopsisi vaskülopati ile uyumlu geldi. Ayaklarda livedo retikülaris, periventriküler iskemik gliotik değişikler ve iskemik atak öyküsü olan hasta SS olarak kabul edildi. Antifosfolipid antikoru negatif olan hasta ikili antiagregan ile takip edildi. İkili antiagregan ile bir sene takip edilen hastada yeni atak görülmedi. Tekrarlayan iskemik olayları olan ve antifosfolipit antikoru negatif saptanan SS hastalarında ikili antiagregan tedavi düşünülebilir.
Sneddon syndrome(SS) is a rare, progressive vasculopathy with recurrent ischemic attacks. There is no specified treatment recommendation, various treatment methods such as anticoagulants, antiaggregants, and immunosuppressions are recommended. A 44-years-old woman who applied with a temporary numbness on her right side and speech disorder. In her neurological examination, there was central facial asymmetry on the right and mild dysarthria in his speech. In cranial diffusion MR, there was an acute ischemic change in the left lentiform nucleus and at the head of the caudate nucleus. In cranial MR, there were perivascular ischemic gliotic changes and diffuse cerebral cortical atrophy. The patient underwent a skin biopsy to have livedo reticularis-like lesions on both legs. Skin biopsy was compatible with vasculopathy. Due to the ischemic attack, periventricular ischemic changes, and livedoreticularis, the patient was accepted as SS. Since the antiphospholipid antibodies (APL) were negative, that she was followed up with dual antiplatelet therapy. There was no new attack within a year with dual therapy. Dual antiplatelet therapy may be used in SS patients with recurrent ischemic events and negative APL.
Oral, Viz, dell, genital tuitulum ilk belirti olabilir. Hastultgin markeri yoktur. Renal tutulum enderdir. Fokal nekrotizan glomentIonefritis epitel hiicreli proliferatif glornerulnefritis nieydato gelebilir.
Involvement of the eye, skin, genitalia, oral may be the initial pre sentation. There is no marker for the disease. Renal involvement is rare. Focal hecrotizing glomerulonephritis and diffuse proliferative glo-merulonephritis with epithelial cell crescent formation can occur
Behçet hastalığı (BH) tekrarlayan oral, genital ülser ve göz
tutulumuyla seyreden, ayrıca eklem, kardiyovasküler, nörolojik,
gastrointestinal sistem ve böbrek tutulumunun da görüldüğü sistemik
bir vaskülittir. Böbrek tutulumu genelde amiloidoz olarak kendini
gösterir. Bu vaka sunumunda BH tanısıyla takip edilirken proteinüri
saptanması üzerine yapılan biyopsi sonrasında amiloidoza bağlı
böbrek tutulumu tespit edilen bir hastadan bahsedilmiştir.
Behçet’s disease (BD), is characterised with recurrent oral and
genital ulcers and eye involvement, as well as joint, cardiovascular,
neurological, gastrointestinal and renal involvement may be seen in
systemic vasculitis. Renal involvement usually manifests itself as
amyloidosis. In this paper we report a case of BH presenting with
proteinuria due to amyloidosis.
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Patoloji Anabılım Dalında Kanser Tanısı Alan Vakaların Epıdemıyolojık Değerlendırılmesı
EpIdemIologIcal EvolutIon Of Cases Were DIagnosed Cancer At The Department Of Pathology Of MedIcal School Of Selçuk UnIversIty
Dr. Özden VURAL *, Dr. Salim GÜNGÖR *, Dr. Hilal KORAL *, Dr. Dilek BITİK * * S.Ü.T.F. Patoloji Anabilim Dalı ÖZET Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda 1988-1992 yılları arasında tanı koyulan 2365 kanser vakası, yaş, cin-siyet, organ dağılımı ve histopatolojik tipler açısından incelendi. Erkeklerde akciğer kanserlerinin, kadııılarda deri kanserlerinin oranı en yüksekti.
In this report 2365 cases that were diagnosed at the Department of Pathology of Medical School of Selçuk University between 1988-1992 are examined by age, sex, organ distribution and histopathological types. The ratio of lung carcinoma in men and skin carcinoma in women were the highest.
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
Atopik Dermatitli Hastalarda Deri Prick Test Ve Spesifik Ige Sonuçlarının Değerlendirilmesi
AssessIng The Results Of SkIn PrIck Test, And Ige Levels In PatIents WIth AtopIc DermatItIs
Atopic dermatitis (AD), genellikle çocukluk çağında başlayan tekrarlayıcı, kronik, hayat tarzındaki değişikliklere bağlı olarak insidansı giderek artmakta olan, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen bir hastalıktır. Bu çalışmaya, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine başvuran atopik dermatit tanısı almış 30 hasta ile, atopi bulgusu olmayan 20 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Ev tozları, ağaç polenleri, çim ve ot polenleri, hayvan tüy epitelleri, gıdalar ,böcekler ve mantarlardan oluşan 51 maddelik prick test maddesi hasta ve kontrol grubuna uygulandı. Pozitif kontrol olarak histamin solusyonu, negatif kontrol olarak da serum fizyolojik kullanıldı. Hasta grubunda en çok pozitif çıkan alerjenler, ev tozları, çim polenleri, çavdar poleni ,yabani ot polenleri ve mantarlar olarak tesbit edildi. Kontrol grubunda ise sadece 1 kişide ev tozu ve candidaya karşı prick test pozitifliği tesbit edildi. Hasta grubundaki 30 kişiden 17 sinde total IgE yüksek bulunurken (%56.7) kontrol grubundaki 20 kişinin 2 sinde total IgE yüksekti (%10). Total IgE yönünden iki grup arasında anlamlı fark bulundu (p
Atopic dermatitis (AD) is a chronically relapsing skin disease that begins most commonly during early childhood. The prevalence of AD is increasing because of the alteration lifestyle and the disease effects life quality indifferently. In this study, subjects were 30 patients who were admitted to Dermatology Clinic of Selçuk University Meram Medical Faculty with the diagnosis of AD. There were 20 healty subjects as a control group, without any atopy history and have no clinical symptoms. Skin prick tests, composed of 51 materials; house dust mites, tree polens, grass polens, insects and mold were performed both groups. In this test histamin solution was positive and serum salin were negatif controls. Pricks tests were reactive mostly for house dust mites, mold, grass pollens and the other pollens in the AD group. In the healty group, there were reactive results for house dust mite and candida only in one subject. Serum total IgE levels elevated in 17 of 30 patients (56.7%) in AD group , and 2 subjects in the healty group (10%). Statistical analyses showed that, in the AD group, serum total IgE levels are significantly higher than healty controls (p
Diyarbakır İli İlkokul Çocuklarında Geçirilmiş Romatizmal Ateş Ve Kalp Sekeli Sıklığı
Prevalence Of PrevIous RheumatIc Fever And Heart Sequela Among PrImary School ChIldren In DIyarbakır ProvInce
1984-1985 eğitim ve öğretim yılında, Diyarbakır il merkezindeki ilkokul çocuklarından rastgele sistematik örnekleme yolu ile % 10 oranında seçtiğimiz 4065 öğrenci arasında anket kullanılarak geçirilmiş romatizmal ateş oranı % 9,1 bulunmuş-tur. Bulunan bu oran ülkemizin diğer bölgelerinde yapılan çalışmalarda bulunan oranlardan daha yüksektir. Bu çocukların anamnezleri geriye dönük olarak derinleştirildiğinde, tanı anında çocukların önemli bir kısmında sadece ekstremite ağrı-sının bulunması ve herhangi bir tetkik yapılmamış olması bu ağrıların bir kısmının romatizmal ateş dışında başka nedenlere bağlı olarak meydana gelmiş olabileceği ihtimalini düşündürmüştür. Tanının geriye dönük olması nedeniyle major bulguların oranı literatürde bildirilenden daha düşük bulun-muştur. Gerek romatizmal ateş anamnezi veren vakalar, gerekse valvül lezyonu bulunan vakaların cinsiyete göre dağılımı literatüre uygun olarak anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül hasara bulunan çocukların yaşa göre dağılımı literatüre uygun olarak giderek artış göstermiştir. Çalışmamızda valvül lezyonu % 1,2 oranında bulunmuştur. Bu değerler İran' dan bildirilen değerlerden daha düşük fakat, diğer gelişmekte olan ülkelerden ve ülkemizde bildirilen değerlerden daha yüksektir. Valvül lezyonlarının incelenmesinde literatürdeki verilere uygun olarak en çok mitral valvül tutuluşunun olduğu bunu aort valvül tutuluşunun izlediği görülmüştür. Yine literatüre uygun olarak en çok rastlanan valvül lezyonu tipi mitral yetersizlik olmuştur. Literatürde bildirilen farklı olarak gerek mitral ve gerekse aort tutuluşu cinsiyete göre anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Valvül tutuluşu gösteren vakaların geriye dönük olarak anamnezlerinin incelenmesinde %37,2 vakada romatizmal ateşi düşürülerek bir şikayete rastlanmamıştır. Bu durum şikayetlerin hafif olup unutulmuş olmasına veya karditin diğer major bulgular olmadan ortaya çıkabilmesine bağlanmıştır.
In the 1984-1985 academic year, among 4065 students who were randomly selected from primary school children in Diyarbakır city center with a systematic sampling rate of 10%, the rate of rheumatic fever by using a questionnaire was found to be 9.1%. This rate is higher than the rates found in studies conducted in other regions of our country. When the anamnesis of these children were deepened retrospectively, the fact that at the time of diagnosis, most of the children had only extremity pain and no examination was performed, it was thought that some of these pains may have occurred due to reasons other than rheumatic fever. Because of the retrospective diagnosis, the rate of major findings was lower than that reported in the literature. The distribution of patients with rheumatic fever history and valvular lesions by gender did not show a significant difference in accordance with the literature. The distribution of children with valve damage by age has increased gradually in accordance with the literature. Valvule lesion was found in 1.2% in our study. These values are lower than the values reported from Iran, but higher than the values reported in other developing countries and in our country. In the examination of valvule lesions, it was observed that, in accordance with the data in the literature, the most frequent mitral valve involvement was followed by aortic valve involvement. Again, in accordance with the literature, the most common type of valve lesion was mitral insufficiency. Unlike the difference reported in the literature, both mitral and aortic involvement did not differ significantly according to gender. In the retrospective examination of the anamnesis of the cases with valve involvement, no complaints were found by reducing rheumatic fever in 37.2% of the cases. This situation was attributed to the symptoms being mild and forgotten or the occurrence of carditis without other major findings.
Androgenetik Alopesi Tedavisinde Otolog Prp Uygulanan Hastalarda Hiperaljezi Gelişimi
Development Of HyperalgesIa In PatIents WIth AndrogenetIc AlopecIa Treated WIth Autologous Prp
Amaç: Platelet zengin plazmanın (PZP) etkisini trombositlerin alfa granüllerinde bulunan büyüme faktörleri ile yüksek trombosit konsantrasyonuna bağlı olarak gösterdiği düşünülmektedir. Tekrarlayan girişimlerde artan ağrı hissi, PZP’nin hipersensitizasyonla ilişkili hiperaljeziye neden olabileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Literatürde tekrarlayan PZP enjeksiyonunun neden olduğu periferik duyarlılığı bildiren yayın yoktur. Bu çalışmada, androjenik saç kaybı olan PZP hastalarında hipersensitizasyona bağlı hiperaljezinin olup olmadığını araştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2016-2017 yılları arasında androgenetik alopesisi olan 25-35 yaşları arasında 10 erkek hasta dahil edildi. Otolog PZP, frontal ve parietal bölge derisine cm2 başına 1 mL enjekte edildi ve enjeksiyon birinci, ikinci ve altıncı ayda tekrarlandı. Hastaların ağrılı uyaranlara verdiği cevaplar, tüm enjeksiyonlardan hemen önce ve ilk yılda, değişken olarak Von Frey filamentleri kullanılarak araştırıldı. Her bir ölçümün hiperaljezi skorları, iki cerrahın ortalama sonuçları ile belirlendi. Saç kaybı olan hastalar dermoskopi ile değerlendirildi. Birim alandaki saç folikülü sayısı tespit edildi ve hastaların her bir kontrolünde fotoğraf çekildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 29,4 idi. Hastalar hiperaljezi açısından değerlendirildiğinde, her PZP uygulamasından sonra, PZP enjeksiyonu öncesi ile karşılaştırıldığında ağrının daha az g stimülasyonu ile hissedildiği gözlendi (P < 0.05). Hiperaljezinin en yüksek periyodu PZP’den sonraki ilk yıldaydı (P < 0.05). Saç yoğunluğundaki artış, ilk tedaviden sonra 1., 2., 6. ve 12. aylarda % 6,4 , 9,4 , 21 ve 27,6 olarak hesaplandı.
Sonuç: Hastalarda tekrarlayan PZP enjeksiyonları nedeniyle hiperaljezi ortaya çıkabilir. Bu hastalarda hiperaljezinin gelişimi PZP içeriğindeki büyüme faktörlerine bağlı olabilir. Tekrarlanan PZP enjeksiyonlarından sonra ortaya çıkan hiperaljezinin nedenini belirlemek için ileri deneysel ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Platelet-rich plasma (PRP) is thought to exerts its effect through the growth factors present in the alpha granules of the platelets, depending on its high platelet concentration. The increasing feeling of pain in recurrent attempts raises the question that PRP may cause hyperalgesia associated with hypersensitization. There is no publication in the literature reporting peripheral sensitization caused by any recurrent injection of PRP. In this study, we aimed to investigate whether hyperalgesia occurs due to hypersensitization in PRP patients with androgenetic alopecia.
Patients and Methods: Between 2016 and 2017, 10 male patients aged 25-35 years who had androgenetic alopecia were included in the study. Autologous PRP was injected intradermally as 1 mL per cm2 in the diseased frontal and parietal area of scalp, and then the injection was repeated at the first, second and sixth months. Patients’ responses to painful stimulus were investigated immediately before all injections and at the first year using Von Frey filaments in variable. Hyperalgesia scores of each measurement were determined by averaging results of the two surgeons. Patients who had hair loss were evaluated with dermoscopy. The number of hair follicles per unit area was detected and the patients’ photographs were taken at each control.
Results: The mean age of the participants was 29.4 years. When patients were evaluated for hyperalgesia, it was observed that after each PRP application, pain was felt with less amount of g stimulation compared to before PRP injection (p <0.05). The highest period of hyperalgesia was in the first year after PRP (P <0.05). The increase in hair density was calculated as 6.4, 9.4, 21, and 27,6% at 1st, 2nd, 6th, and 12th months after the first treatment.
Conclusion: We determined that hyperalgesia may occur in patients because of repeated PRP injections. The development of hyperalgesia in these patients may be due to growth factors in the PRP content. Further experimental and clinical studies are needed to determine the cause of hyperalgesia occurring after repeated PRP injections.
Ones Isınları Ile Dorudan Temas Halınde Olmayan Vucut Alanlarında Ortaya Cıkan Der' Malıgnıteler
SkIn MalIgnancIes Occurred On Unexposed Areas
Stk goriikn deri maligniteleri bazo.veliikr kar-sinom. yassi hiicreli karsinom Ye malign me-lanomdur_ Bunlarin ultraviole ile degi§lk de-recelerde oldugu bilinmektedir. Ancak . bazen ultraviolenin dogrudan etkisi altinda olmayan recut alanlarinda da bu ter malignikkre rast-lanmaktadir. Bu. erg azindan ultraviole difEndaki ha4ka bazi faktorlerin de etyolojide rol aldtgrrcl gas-termektedir. Bu makalede son 5 yrlda takip ettigimiz hastalar arasindan bu c$zelliklere sahip olanlar, li-teratiir iltginda sunulmuftur.
The common skin malignancies are basal cell carcinoma, squamous cell carcinoma and malign melanoma. It is well known that they are more or less related to ultraviolet light. However one may encounter these type lesions on unexposed areas. The cases so far treated and followed -up for at least 5 years showed that apart from ultraviolet light, some other predisposing factors are influential on the onset of the diseases. In this presentation the cases that might prone to these predisposing factors are also discussed.
On beş deri malign melanom (MM) olgusunda geniş cerrahi eksizyon + serbest deri grefi ve terapötik veya profilaktik amaçla regionel lenfadenoidektomi uygulandı. Olgular postoperatif kemoterapi, radyoterapi ve immunostimülan tedaviye alındı. Bu nedenle malign melanomiar çeşitli yönleriyle incelendi.
Extensive surgical excision, free skin graft and regio•al lymphadeno-idectomy for therapeutic or prophylactic reasons were performed in fifteen malign skin melanoma cases. They were kept under postoperative chemotherapy, radiotherapy, immunotherayp afterwards and various aspects of melanomas were examined.
Bu çalışmada, 2005 -2010 yılları arasında cama yumruk atma sonucu yaralanan 47 hasta retrospektif olarak incelenmiş ve bu hastalara ait dermografik veriler, travmanın şiddeti ve tedavi sonuçları araştırılmıştır.Cama vurma sonucu oluşan cilt laserasyonlarının uzunluğu,büyüklüğü genellikle hasara uğrayan nörovasküler yapıların sayısı ile doğru orantılı değildir.Küçük laserasyonlar daha derin dokularda çeşitli hasara neden olabilmektedir.Tedavide başarılı sonuç alabilmek için operasyon öncesinde hastanın dikkatlice fizik muayeneye tabi tutulması ve erken cerrahi girişimin yapılması gerekmektedir.
We carried out a retrospective and prospective study of 47 patients who had sustained injuries over the last three years from the hand passing through or striking glass. The demographic data, severity of injury, history of psychiatric illness and outcomes of the patients were evaluated. The preoperative examination of these injuries significantly underestimated the amount of damage. A simple and small laceration has the potential to conceal an underlying deep injury. For this reason, if glass is implicated as a causative agent, careful preoperative evaluation and surgical management should be considered.
Derın Ven Trombozu (dvt) İle Pulmoner Emboli (pe) Arasındaki İlişki Ve Proflaksi
The RelatIonshIp Between Deep VeIn ThrombosIs And Pulmonary EmbolIsm And TheIr ProphylaxIs
Ocak 1983-Ocak 1993 tarihleri arasında derin yen trombozu (DVT) tanısı ile kliniğimize kabul edilen 315 hastanın 49'unda pulmoner emboli (PE) tespit DVT'lu hastalardan 4'ü kaybedilmiş olup bunlardan 3'ünün ölüm sebebi pulmoner embolidir. DVT ve PE tanısı konulan hastaların hepsi semp-tomatikti, tanıda klinik ve laboratuar bulgularına dayanıldı. PE'nin asemptomatik DVT`larında da görülebileceği, yine birçok PE'nin de sessiz seyre-debileceği dikkate alındığında DVT ve PE arasındaki ilişkinin ne derece önemli olduğu literatür eşliğinde vurgulandı. DVT riski yüksek olan vakalarda pro-flaksinin öneminden bahsedildi.
Between January 1983-January 1993, 315 pa-tients with deep vein thrombosis were treated in our clinic. In 49 of them pulmonary embolism were present. 4 paiients with pulmonary embolism died in hospital, 3 of them died due to embolism. Ali pa-tients were symptomatic, diagnosis of them were de-pended on clinical and laboratory findings. It was ac-cented that pulmonary embolism may occur on silent thrombosis and the importance of the relation-ship between deep yein thrombosis and pulmonary embolism. Importance of prophylaxis on high risk patients was reminded
Ekstended V-Y Flep İle Büyük Yüz Defektlerinin Rekonstrüksiyonu
Reconstructıon Of Large FacIal Defects WIth Extended V-Y Flap
Amaç: Yüz defektleri rekonstrüksiyonunda cilt grefti, lokal flep ve serbest flep gibi birçok cerrahi teknik tarif edilmifltir. V-Y ilerletme flebinin bir modifikasyonu olan ekstended V-Y flep yüzdeki büyük lezyonların eksizyonunu takiben oluşan defekt onarımlarında çok faydalı bir fleptir. Çalışmamızda, büyük yüz defektlerinin ekstended V-Y flep ile onarımında 6 yıllık tecrübemiz sunuldu. Gereç ve Yöntem: Teknik, 2001–2007 yılları arasında, yaşları 38–79 arasında olan 27 hastaya uygulandı. Tüm ameliyatlar lokal anestezi altında yapıldı. Lezyonlar yassı hücreli kanser, bazal hücreli kanser, malign melanoma, trişilemmal tümör, seboreik keratoz, aktinik keratoz olup bu lezyonlar; malar bölge, infraorbital bölge, burun yan tarafı, zigoma ve alın bölgesinde idi. Defekt ebatları 3 x 3 cm ile 6 x 6,5 cm arasında değişmekte idi. Bulgular: Tüm şeplerde uygun bir defekt onarımı sağlandı. Hem fonksiyonel hem de estetik sonuçlar hastalar açısından memnun edici idi ve 9–17 aylık takip döneminde herhangi bir tümör rekürensi gözlenmedi. Sonuç: Ekstended V-Y şep yüzdeki büyük doku defektlerinin rekonstrüksiyonunda güvenle kullanılabilir.
Aim: Many options have been reported in reconstruction of the facial defects such as skin grafting, local flaps and free flaps. The extended V-Y flap, a modified V-Y advancement flap, is very useful in closing defects following excision of large facial lesions. Herein, we presented our 6 years experience for covering of the large facial defects with extended V-Y flaps. Material and Method: This procedure was applied to 27 patients with age ranging from 38 to 79 between 2001 and 2007. All operations were performed under local anaesthesia. The lesions were either squamous cell carcinomas, basal cell carcinomas, malignant melanoma, trichilemmoma, seborrheic keratosis or actinic keratosis and they were localized in the malar area, infraorbital area, lateral nasal aspect, the zygomatic area and the forehead. The size of the defects ranged from 3 x 3 cm to 6 x 5, 5 cm. Results: All of the flaps were achieved suitable closure of defects. The functional and aesthetic results were satisfactory for patients, and no tumor recurrence was observed during the 9 to 17 months follow-up period. Conclusion: Extended V-Y flap can be used reliably for the reconstruction of large facial tissue defects.
Hiperbarik Oksijen Tedavisi Uygulanan Hastalarda Solunum Sistemi Fonksiyonları Ve Diyafram Üzerine Etkisi Nedir?
How Can HyperbarIc Oxygen Therapy Affect The DIaphragm And RespIratory FunctIons Of PatIents?
Amaç
Bu çalışmada, hiperbarik oksijen tedavisinin ardışık uygulamalarda hastaların solunum fonksiyonları ve diyafragma hareketleri üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve Yöntemler:
Çalışma grubu, Haziran 2019-Aralık 20219 tarihleri arasında hiperbarik oksijen tedavisi uygulanan çeşitli hastalık tanısı alan 22 hastadan oluşuyordu. Dinamik ve statik akciğer hacimleri, difüzyon kapasitesi, maksimum inspiratuar ve ekspiratuar basınçlar gibi solunum fonksiyonları tedavi seanslarının başlamasından ve bitiminden önce değerlendirildi. Ayrıca torasik ultrasonografi ile diyafram kalınlığı, gelgit volümü ve derin inspirasyon sırasındaki diyafram hareketleri ölçüldü.
Bulgular:
Çalışmaya yaş ortalaması 53.3±10.0 yıl olan yirmi iki hasta (16 erkek;6 kadın) dahil edildi. Hastaların hiperbarik oksijen tedavilerinin sonunda yapılan total akciğer kapasitesi, vital kapasite ve rezidüel volüm de artış görüldü (p<0.05). Diğer statik akciğer hacimleri, maksimum inspiratuar ve ekspiratuar basınçlar, akciğer karbon monoksit difüzyon kapasitesinde değişiklik gözlenmedi. Tidal volümü hareketi ve vital kapasite sırasında diyafram kalınlığı ve diyafram hareketi artmıştır (p<0.05).
Sonuç:
Çalışmamızda hiperbarik oksijen tedavisinin diyafragma ve solunum fonksiyonları üzerindeki etkisini, spirometri, diyafragma görüntüleme teknikleri ve difüzyon kapasitesi yöntemleri ile değerlendirdik. Sonuç olarak, hiperbarik oksijen tedavisi pulmoner ve diyafragma fonksiyonlarında anlamlı bir değişikliğe yol açmıştır.
In this study, we aimed to evaluate the repetitive effects of hyperbaric oxygen treatment on patients’ pulmonary functions and diaphragmatic movement.
Patients and Methods:
The study group consisted of 22 patients diagnosed with various diseases who were administered hyperbaric oxygen treatment between June 2019 and December 2019. Respiratory functions such as dynamic and static lung volumes, diffusion capacity, and maximum inspiratory and expiratory pressures were evaluated before the start and end of the treatment sessions. Besides, the diaphragm thickness and the diaphragm movements during tidal volume and deep inspiration were measured with thoracic ultrasonography.
Conclusion: In our study, we evaluated the effect of hyperbaric oxygen therapy on diaphragmatic and respiratory functions by using, diffusing capacity, as well as spirometry and diaphragmatic imaging techniques. As a result, hyperbaric oxygen treatment led to a significant change in pulmonary and diaphragmatic functions.
Sternum Ayrışması Gelişen Hastalarda Alternatif Kapama Yöntemleri: Sternal Kelepçe Ve Titanyum Sternal Plak Fiksasyon Yöntemlerinin Artıları, Eksileri
AlternatIve Sternal Closure Methods In PatIents WIth DehIsced Sternum: Pros And Cons Of Sternal Talon And TItanIum Sternal Plate FIxatIon
ÖZ
Amaç: Sternal ayrışma, kalp cerrahisi sonrasında en sıkıntılı komplikasyonlardan birisidir. Her ne kadar sternal ayrışma erken dönemde fark edildiğinde basit yöntemlerle tedavi edilebilse de, tedavideki başarısızlık veya gecikme, oldukça ölümcül olan mediastinit ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, başta sterna kelepçe ve titanyum sterna plaklar olmak üzere, alternatif sternum kapama yöntemlerinin özellikleri incelenmiştir. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2015 ve Ocak 2018 tarihleri arasında, herhangi bir nedenden dolayı açık kalp cerrahisi sonrasında sternum ayrışması gelişen hastalar dahil edilmiştir. Hastalar demografik özellikleri, sternal ayrışma için risk faktörleri, operasyon tipleri ve özellikle sternal kelepçe ve titanyum sternal plakla olmak üzere sternum stabilizasyon yöntemleri açısından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Toplamda 45 hasta sterna ayrışma nedeni ile cerrahi stabilizasyon ameliyatına alındı. Otuz dört (%75.6) hasta erkek, 11 (%24.4) hasta kadındı. İlk operasyondan sternum ayrışması gelişene kadar geçen ortalama süre 68.5 gündü (1-780 gün). Ortalama vücut-kitle indeksi 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2) olarak bulundu. Sternal fiksasyon öncesi ortalama CRP değeri 68.34 iken, taburculuk öncesi 75.55 idi. Eşlik eden risk faktörleri koroner arter hastalığı için internal mammaryan arter (IMA) çıkartılması, diabetes mellitus (DM), astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı ve ileri yaş olarak tespit edildi. Ortalama post-operatif yoğun bakım kalış süresi 5.02 gün (1-29gün) iken, hastanede yatış süresi 17.18 gün (2-74 gün) olarak bulundu. Üç hastada (%6.67) erken dönemde mortalite gözlendi. Operasyonda ilk tercih edilen yöntem basit kapama ve/veya Robicsek yöntemi iken, 24 hastada (%53.3) sternal kelepçe ve/veya titanyum plak yöntemleri kullanıldı. DM hem hastane, hem yoğun bakım kalış süreleri ile operasyon sonrası toplam yatış sürelerini artırmaktadır. DM, aynı zamanda yüzeyel ve derin sternal infeksiyon gelişme riskini artırmaktadır (p<0.05). Sonuç: İdeal sternal kapama tekniği sternumu stabilize ederken, maliyet-etkin olmalı, minimum post-operatif komplikasyonlarla birlikte en kısa hastanede yatış süresini sağlamalıdır.Sağlam interkostal aralığı olan hastalarda sternal kelepçe, genellikle sıkı yapışıklıkların neden olduğu kardiyak rüptür gibi ciddi komplikasyonların elimine edilmesini sağlar. Sternal plaklar, özellikle stabil interkostal aralıkları olmayan parçalı kırıklarda oldukça etkilidir. Bütün hastalar, sternumdaki lezyonların ve kırıkların tiplerine göre değerlendirilerek tedavi edilmelidirler.
ABSTRACT
Aim: Sternal dehiscence is one of the most troublesome complications following cardiac surgery. Although it can be corrected by simple methods if detected earlier, treatment failure or delay in sternal dehiscence may result in mediastinitis, which is highly lethal. In this study, we aimed to investigate alternative sternal closure systems, mainly sternal talon (STalon) and titanium sternal plates (SPlate). Patients and Methods: In between April 2015 and January 2018, patients with sternal dehiscence after any kind of open cardiac surgery were included in this study. These patients were retrospectively evaluated according to the their demographic data, risk factors for sternal dehiscence, type of operations, techniques used for fixation of the sternum, mainly focusing on the STalon and titanium SPlate fixation. Results: A total of 45 patients were taken into surgical correction because of sternal dehiscence. Thirty-four (75.6%) of the patients male, whereas 11 (24.4%) were female. Mean time interval after the first operation to sternal dehiscence was 68.5 days (1-780 days). Mean body-mass-index (BMI) was 31.52 kg/m2 (22.03-43.69 kg/m2). Before the sternal fixation, mean CRP value was 68.34, whereas it was 75.55 before discharge. Confounding risk factors were internal mammarian artery (IMA) harvesting for coronary artery disease, diabetes mellitus, bronchial asthma, chronic pulmonary artery disease and advanced age. Mean post-operative intensive care unit (ICU) length-of-stay (LOS) was 5.02 days (1-29 days), whereas hospital LOS was 17.18 days (2-74 days). Early mortality was observed in 3 patients (6.67%). The first choice of operation was simple closure and/or Robicsek closure. Apart from simple and Robicsek closure techniques, sternal talon and/or titanium plates were used in 24 patients (53.3%). DM was found to be related to extanded total hospital LOS, ICU LOS, and postoperative time to discharge. DM also increased the risk of both superficial and deep sternal infection rates (p<0.05). Conclusion: Ideal sternal closure should stabilize the sternum, be cost-effective and provide shortest hospital LOS with minimal post-operative complications. In patients with intact intercostal spaces, sternal talon may eliminate serious complications, such as cardiac rupture mainly caused by dense adhesions. Sternal plates are mainly effective in fragmented fractures without stable intercostal spaces. All patients should be individualized according to type of lesions and sternal fractures.
A DIfferent Approach For Treatment Of Camptodactyly
Kamptodaktili, proksimal interfalangial (PIP) eklemin antero -posterior düzlemdeki konjenital fleksiyon deformite- sidir. Etyolojide bir çok sebep ileri sürülürken, tedavi için de bir o kadar farklı alternatif ortaya konmuştur. Kliniğimize 1993 -2001 yılları arasında başvuran ve yaş ortalaması 21 olan 11 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tamamında her iki el 5. parmakta kamptodaktili mevcut idi. Cilt kontraktürünü rahatlamak amacıyla “Z ” plasti yapıldıktan sonra dinamik splint ile her iki parmak yaklaşık 6 ay süreyle ekstansiyona alındı. Ortalama takip süresi 20 ay idi ve bu süre içinde hastaların hiç birinde rekürrens görülmedi. Böyle bir tedavinin uygun olgularda ağır cerrahimüdahalelerdeki sürprizlere kapalı ve oldukça kabul edilebilir sonuçları olan bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz.
Camptodactyly is a congenital flexion deformity of the proximal interphalangial joint in the anteroposterior plane. Many factors have been claimed for its etiology and, many alternatives have been proposed for treatment. Eleven patients with an average age of 21 were treated between 1993 and 2001 and included in this study. Ali the patients had bilateral camptodactyly in the fifth finger. After releasing the skin contracture by “Z” plasty, dynamic splint was applied for both fingers in extension for approximately 6 months. The mean follow-up time was 20 mounths and there were no recurrences in any patient. Our method of treatment has no surprises tike extensive surgical treat ment and has acceptable results in selected cases.
N-Heksan Bulunduran Maddelerle Uzun Süreli Temas Sonucu Gelişen Duyusal Nöropati
Sensory Neuropathy DevelopIng Consequence Of Contact N-Hexane Contaıned Materıals For Long Term
Amaç: N- Heksan, ucuz bir çözücü olması nedeniyle oldukça yaygın olarak kullanılan alifatik bir hidrokarbon türevi olup nörotoksik özellikleri olduğu bilinmektedir. Cep telefonu elektrik baskı devrelerinin stabilizasyonu amaçlı heksan içerikli kimyasal maddelere uzun süreli maruz kalan ve buna bağlı duyusal nöropati gelişen bir olgunun literatür ışığında tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: 50 yaşında erkek hasta 3 yıl önce ayak tabanından başlayan bacaklarına ve ellerine yayılan uyuşukluk yakınması ile başvurdu. Nörolojik muayenede, eldiven-çorap tarzında hipoestezi dışında patoloji tespit edilmedi. Bilinen sistemik hastalık öyküsü olmayan hastanın özgeçmişinde son 3 yıldır cep telefonu tamirciliği yaptığı ve özellikle cep telefonu elektrik baskı devrelerinin stabilizasyonu amaçlı heksan içerikli kimyasal maddelere uzun süreli ve uygunsuz koşullarda maruz kaldığı öğrenildi. EMG’de yaygın periferik duyusal nöropati saptandı. Duyusal nöropatiye yol açabilecek diğer nedenler dışlandı. Duyusal nöropatinin özgeçmişindeki özellikle cep telefonu elektrik baskı devrelerinin stabilizasyonu amaçlı heksan içerikli kimyasal maddelere uzun süreli ve uygunsuz koşullarda maruz kalmasına bağlı olabileceği düşünüldü. Sonuç: Son yıllarda oldukça geniş ve sık kullanım alanına giren cep telefonu ve bunların mekanik arızaları sonrası bakımları ile uğraşanlarda uzun süreli n-heksan maruziyetine bağlı periferik duyusal nöropati gelişebilir.
Aim: N-hexane is a commonly used alyphatic hydrocarbon derivative due to being an expensive solvent, and known as having neurotoxic characteristics. A case being exposed to hexane based chemicals for the purpose of the stabilization of electrical pressure circuits on cell phones and developing sensory neuropathy owing to the exposure was aimed to be discussed in the light of the literature. Case Report: A 50 year old man applied to the Neurology policlinic with the complaint of numbness first starting on the feet, then radiating to the legs and hands 3 years ago. On his neurologic examination, no pathologic findings were found except for the finding in the form of glove-sock hypoesthesy. In the history of the patient without any known systemic diseases, it was found out that the patient was a cell phone technician for the last 3 years, and that he was particularly exposed to hexan-based chemicals for the purpose of the stabilization of electrical pressure circuits on cell phones in very inappropriate conditions and for a long time. On the examination of his EMG, widespread peripheric pure sensory neuropathy was determined. Other causes leading to sensory neuropathy were excluded. It was thought that sensory neuropathy may be dependent on the longterm exposure to hexan-based chemicals for the purpose of the stabilization of electrical pressure circuits on cell phones in inappropriate conditions. Conclusion: Dependent on long- term n-hexane exposure, peripheric sensory neuropathy may develop in those dealing with cell phones becoming widely used in recent years, and the maintenance of these cell phones after their mechanic defects.
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
DIagnosIs And Therapy PlanIng Of ParotId Gland Masses WIth ImagIng TechnIques
Parotis kitlesi ile gelen hastaların tanısında ve tedavinin planlanmasında görüntüleme tetkiklerinin önemi araştırılmıştır. On altı hasta (10 kadın, 6 erkek; 13-75 yaşları arasında; ortalama yaş 41.12±16.97) retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik özellikleri, preoperatif yapılan radyolojik tetkikler, yapılan görüntüleme tetkiklerinde kitlenin lokalizasyonu, karakteristik özellikleri, çevre dokularla ilişkisi ve cerrahi spesmenlerin histopatolojik tanıları gözden geçirildi. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların tamamına benign parotis tümörü tanısı konulup malign parotis tümörü görülmedi. Histopatolojik tanılar 11 hastada (%68.75) pleomorfik adenom iken, 5 hastada (%31.25) Warthin tümörü idi. Parotis kitlesi 8’inde (%50) sağ parotis bezinde diğer 8’inde de (%50) sol parotis bezinde yerleşim gösteriyordu. Hastaların 7’sinda preoperatif ultrason (US) yapılırken, 9’unda bilgisayarlı tomografi (BT) ve 5’inde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılmıştı. Parotiste kitle ile gelen bir hastada ucuz, efektif, ulaşımı kolay, radyasyon içermeyen, non-invaziv, sedasyon gerektirmeyen bir tetkik olduğu için, parotis kitlelerinin büyük bir kısmı süperfisiyal lobdan orijin aldığından ve süperfisiyal lobda yerleşim gösteren tümörleri değerlendirmede etkili olduğu için öncelikle US yapılmalıdır. Derin lob yerleşimli tümörlerde ve maliniteden şüphelenildiğinde BT veya MRG’den birisi tercih edilmelidir. Hasta geldiğinde BT veya MRG’den herhangi biri varsa diğerinin yapılmasına gerek yoktur.
To determine the contribution of imaging techniques for diagnosis and therapy planning of patients with parotid masses. 16 patients (10 female, 6 male; between 13-75 age; mean age 41.12±16.97 years) were evaluated retrospectively. Age, gender, clinical characteristics of patients, imaging studies which were performed preoperatively, location and characteristics of masses and invasion to the surrounding tissue, histopathologic examination of surgery specimens were evaluated in the current study. Histopathologic examinations of specimens revealed that all cases were benign. Histopathologic findings revealed no malignancy. Histopathologically, lesion was diagnosed as pleomorphic adenoma in 11 patients (%68.75) and Warthin tumor in 5 patients (%31.25). The mass was located in left parotid gland in 8 (%50) patients and in right parotid gland in 8 (%50) patients. Preoperative, ultrasound (US) was performed in 7 patients; computed tomography (CT) was performed in 9 patients; magnetic resonance imaging (MRI) was performed in 5 patients. US should be the initial investigation of choice for patients with parotid masses because of superficial location. US is effective, inexpensive, nonradiation, non-invasive, practical and does not require sedation in diagnosis parotid masses. Deeply located tumors and malign tumors should be evaluated with CT or MRI. CT or MRI alone is sufficient for evaluation.
Henöch Schönlein Purpurasına Bağlı, Nekroz Ve Perforasyonla Seyreden İnvajinasyon
IntussusceptIon AssocIated WIth NecrosIs And PerforatIon After HenochschönleIn Purpura
Amaç: Henoch-Schönlein purpurası (HSP) tanısı konmuş sekiz yaşındaki erkek çocukta, alerjik vaskülit, eritematöz makülopapüler döküntüler, rektal kanama, karın ağrısı ve invajinasyon nedeniyle uygulanan cerrahi girişimi literatür bilgileri ışığında tartışmayı amaçladık. Olgu Sunumu: Sekiz yaşında erkek hasta altı günden beri mevcut olan bulantı, safralı kusma ve özellikle alt ekstremitelerde yaygın makülopapüler döküntüleri nedeniyle konsülte edildi. Derinin histopatolojik incelemesinde HSP bulguları saptandı. Karın muayenesinde yaygın hassasiyet ve distansiyon, hipoaktif barsak sesleri ve nazogastrik tüpten bol miktarda (24 saatte 800 ml) safralı drenajla karakterize akut karın bulguları tespit edildi. Ağır peritonit bulguları ve hastanın genel durumunun kötü olması nedeniyle perforasyon riski olabileceğinden pnömotik ve hidrostatik redüksiyon denenmedi. Preoperatif resüsitasyon sonrası acil operasyona alındı. Eksplorasyonda tüm barsaklarda invajinasyona bağlı ödem ve yer yer dolaşım bozukluğu bulguları mevcuttu. ‹leoçekal valvin 10 cm proksimalinden başlayan yaklaşık 20 cm.lik barsak segmentinde nekroz tespit edildi; bu segment rezeke edilerek ileostomi yapıldı. Postoperatif 11. gün eviserasyon ve brid ileus gelişen hasta, ikinci kez acil ameliyata alınarak bridektomi yapıldı ve aynı seansta ileostomisi kapatıldı. İleostomi kapatılmasından 16 gün sonra hasta şifa ile taburcu edildi. Sonuç: HSP akut karın nedeni olarak seyrek görülmesine rağmen, bu hastalıkta çok ciddi barsak komplikasyonlarının görülebileceği unutulmamalıdır.
Aim: We aimed to evaluate surgical procedure carried out to an 8 years old child, clinically diagnosed as Henoch-Schönlein Purpura (HSP), undergoing intussusception repair, because of allergic vasculitis, erythamatose maculopapuler rashes, rectal bleeding, abdominal pain and intussusception, under the light of literature data. Case Report: An eight years old and a male child was consultated because of his biliary vomiting, nausea and diffuse maculopapuler rushes which were localised especially in lower extremites. The symptoms of HSP were observed at histopathologic examination of skin. On examination, the symptoms of acute abdomen, which were characterised with diffuse tenderness and distansion, hipoactive intestinal sounds and abondant biliary drainage from nasogastric tube, were identified. The pneumatic and hydrostatic reductions were not performed because of the risk of perforation due to severe peritonitis and his poor general condition. The patient was operated on after preoperative resuscitation. During the explorative laparatomy, edema and the symptoms of insufficient vascularisation in all intestinum were present. Also, it was observed that approximately 20 cm’s intestinal segment which begins from 10 cm proximal of ileocaecal valve, had been necrotic and ileostomy was carried out after resecting this segment. Meanwhile, it was observed that the whole intestine was edematous and localised blood circulation was distorted in some areas. The patient was operated on to make bridectomy when evisceration and brid ileus occurred on postoperative eleventh day, and the ileostomy was closed at the same session. The patient was delivered with complete recovery 16 days after closing of ileostomy. Conclusion: Although HSP is rarely seen as the cause of acute abdomen, too serious complications of this disease must be kept in mind.
Nörofibromatozis Tip-1 Tanısıyla Takipli Çocuk Hastalarda Kardiak Aritmi Belirteçlerinin Değerlendirilmesi: Prospektif Tek Merkez Çalısması
EvaluatIon Of CardIac ArrhythmIa Markers In PedIatrIc PatIents WIth A DIagnosIs Of NeurofIbromatosIs Type-1: A ProspectIve SIngle Center Study
Amaç: Bu çalışmamızda ki amacımız bölgemizde takip ettiğimiz Nörofibromatozis tip 1 tanılı hastaların kardiak tutulumlarının değerlendirilmesi ve diğer klinik bulgularla karşılaştırılmasıdır. Bu çalışma ile kardiyak tutulumun sıklığını ve çeşitliliğini göstermek istedik
Gereç ve Yöntem: Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne 01/09/2019-01/09/2020 tarihleri arasında Nörofibromatozis tip 1 tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastalar Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından muayene edilip ekokardiografi ve elektrokardiografi çekimleri yapıldı. Hastaların dosya kayıtlarından demografik bilgileri, muayene bulguları, beyin manyetik rezonans görüntüleri toplandı. Elektrokardiografi ve ekokardiografi Çocuk Kardioloji Uzmanı tarafından incelenip kayıt altına alındı.
Sonuçlar: Çalışmaya merkezimizden 17 hasta kabul ettik. Altı hastamız (%35,3) sporadik Nörofibromatozis-1 tanısı alırken 11 hastamızda (%64,7) familyal Nörofibromatozis-1 mevcuttu. Hastalarımızın tamamında ciltte cafe au late lekeleri (%100), 10 tanesinde (%58,8) aksiller ve/veya inguinal çillenme 3 (6/17-%35,2) tanesinde optik glioma ve papil ödemi 3 tanesinde ise lish nodülü tespit ettik. Santral sinir sistemi tutulumuna baktığımızda 8 (%47) hastamızın beyin MRG’lerinde çeşitli tutulumlarla karşılaştık. Kardiyak açıdan yaptığımız incelemede 1 hastada QT uzunluğu, 3 hastada subendokardiyal nörofibromla uyumlu nodüler görünüm, 3 hastada mitral yetmezlik, 1 hastada patent foramen ovale, 1 hastada atrial septal defekt, 1 hastada ise biküspit aorta vardı.
Tartışma: Çalışmamızda literatürden farklı olarak 3 hastamızda subendokardiyal nodüler hiperekojen görüntü mevcuttu. Bu bulgular oldukça nadir olmasına rağmen bizim 17 hastamızın 3’ünde saptanması bu patolojinin daha sık olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca bir hastamızda uzun QT mevcuttu. Bu vakada bildiğimiz kadarıyla Nörofibromatozis tip 1 ve Uzun QT sendromuna sahip ilk vakadır. Sonuç olarak; Nörofibromatozis tip 1 hastalarında kardiyak tutulumun literatürde bahsedilen oranlardan daha yüksek olabilir
Introduction: Our aim is to evaluate the cardiac involvement of Neurofibromatosis type 1 patients in our region and to compare them with other clinical findings. In this study, we wanted to show the frequency and variety of cardiac involvement.
Material and Methods: Patients diagnosed with Neurofibromatosis type 1 in Hatay Mustafa Kemal University Medical Faculty Pediatric Neurology Clinic between 01/09/2019 and 01/09/2020 were included in the study. The patients included in the study were examined by a Pediatric Cardiology Specialist, and echocardiography and electrocardiography were taken. Demographic information, examination findings, brain magnetic resonance images were collected from the files of the patients. Electrocardiography and echocardiography were examined and recorded by the Pediatric Cardiology Specialist.
Results: We accepted 17 patients from our center to the study. Six patients (35.3%) were diagnosed with sporadic Neurofibromatosis type 1, while 11 patients (64.7%) had familial Neurofibromatosis type 1. All of our patients had cafe au late spots on the skin. In addition, 10 (58.8%) patients also had axillary and / or inguinal freckles. We detected optic glioma in 3 of our patients with ocular involvement, and lish nodules in 3 of them with papillary edema. When we looked at central nervous system involvement, we encountered various involvements in brain MRIs of 8 (47%) patients. In our cardiac examination, we found QT length in 1 patient’s electrocardiography. In the echocardiography we performed for the detection of cardiac structural pathologies, we detected nodular appearance compatible with subendocardial neurofibroma in 3 patients, mitral insufficiency in 3 patients, patent foramen ovale in 1 patient, atrial septal defect in 1 patient, and bicuspid aorta in 1 patient.
Discussion: In our study, unlike the literature, subendocardial nodular hyperechogenic appearance was present in 3 patients. Although these findings are quite rare, subendocardial nodular hyperechogenic images in 3 of our 17 patients suggest that this pathology may be more common. In addition, one of our patients had a long QT. As far as we know, this is the first case of Neurofibromatosis type 1 and Long QT syndrome. In conclussion; Cardiac involvement in patients with Neurofibromatosis type 1 could more common than mentioned in the literature.
Tıp Doktorları Ve Dıs Doktorlarının El Florasındakı Bakterıyel Ye Fungal Kolonizasyon
BacterIal And Fungal ColonIsatIon On The Hands Of The MedIcal Doctors And The DentIsts
Oniversitemiz Tip Fakiiltesinde Dalian 50 tip doktoru ye Disc Fakiiltesiinde calilan 50 did doktorunun el fiorasindaki bakteriyel ve fungal kolonizasyon aragirildi. Tip doktorlarinin 7'sinde' (%14) gram negatif bakteriyel kolonizasyon teshit edilirken hicbirinin elinde mantar iirernedi. Ca-lip-ken eldiven kullanan did doktorlarintn hirinde (%2) gram negatif bakteriyel kolonizasyon bu-lunurken bu grupta da mantar iiremedi. Bir onceki caliptartuzda ayni hastanede hemp-elerin ellerinde %20.4 oraninda gram negatif %8.6 ora-ninda ise fungal kolonizasyon Eldiven kullanmantn ye el yikamanzn bakteriyel ve fungal ko-lonizasyonu azaltngini dolayisi ile hastane in-feksiyonlarindan korunmada ijnemli oldugunu
The bacterial and fungal colonisation of the hands flora of the 50 medical doctors working at the hospital of faculty of medicine and 50 dentists wor-king at the hopsital of faculty of dentist were in-vestigated.From the hands of the 7 (14%) medical doctors we determined gram negative bacterial co-lonisation but no fungus. We determined gram ne-gative colonisation from only one (2%) of the hands of the dentists who were using glovws while working and also from the hands of the dentists we could`nt derirmine fungal colonisation. We had been de-termined 20.4% gram negative and 8.6% fungal co-lonisation from the hands of the nurses that worked at the same hospital in our previous investigation. We thought that using gloves and washing hands had been decreased gram negative and fungal co-lonisation and this is very important for preventing nosocomial infections.
Gebelikte Hızlı Seyir Gösteren Ağız Tabanı Kanseri Olgusu
A Case Of AggressIve Floor Of The Mouth Cancer DurIng Pregnancy
Oral skuamoz hücreli karsinoma, oral kavitenin en sık görülen tümörüdür. Gebelik sırasında, ağız tabanı karsinomu ise literatürde henüz bildirilmemiştir. 26 yaşında, 34 haftalık gebe hasta kliniğimize ağızda kitle şikayeti ile başvurdu. Yapılan KBB muayenesinde, sol ağız tabanında, ülsere, frajil, 2x1 cm genişliğinde ve 6-7 mm derinliğinde kitle izlendi. 8 günde, tümör iki katına çıktı. Median mandibulutomi yapılarak tümöre transmandibuler yolla ulaşıldı ve en blok olarak boyun disseksiyonu materyali ile çıkarıldı. Gebelik sırasında tespit edilen oral skuamoz hücreli karsinomalar hızlı bir şekilde tedavi edilmeli ve hasta ve yakınları, bekleme durumunda, hastalığın progresyonu konusunda uyarılmalıdır.
Oral squamous cell carcinoma (OSCC) is the most frequent malignancy of the oral cavity. Squamous cell carcinoma of floor of the mouth during pregnancy is not reported in the literature. 26-year-old female patient admitted to our clinic with a lesion in the mouth for 2 weeks. The patient was 34 weeks pregnant and non-smoker. ENT examination revealed that the fragile, ulcerated, 2×1 cm width and 6-7 mm depth lesion was on the left side of the floor of mouth. In eight days, the tumour was almost double in size. Median mandibulotomy was applied to facilitate the resection of the tumor via transmandibular way and the tumour was removed en bloc together with the neck dissection specimen. The patients with oral squamous carcinomas during pregnancy should be treated more quickly, patients and families should be informed about the tumor progression.
Salabrazyon Ve Dermabrazyon Sahalarının Örtülenmesinde Amniotik Zarın Kullanılması
UsIng An AmnIotIc Membran For Cover The Areas Of DermabrasIon And ChemIcal PeelIng
Dermabrazyona kimyasal yakma işleminin katılarak deri lezyonlarının tedavi edilmesi işlemine salabrazyon denilmektedir. Bu cerrahi işlem sırasında yüzeyel deri ve kötü oluşumlar atıldıktan sonra ter bezleri, yağ ve kıl folliküllerinden gelişen epitelizasyon açık sahayı örtmektedir. Bu yeni oluşacak epitelin korunması, enfeksiyona mani olunması için antibiyotik emdirilmiş gazlar örtülmektedir. Bu örtü yerine tarafımızdan daha önce greft alınmış sahaların örtülmesinde çok iyi sonuç aldığımız fizyolojik ve biyolojik özellikleri içeren amniyon zannı taze ve kurutulmuş şekli ile uyguladık. Aldığımız çok iyi sonuçlar nedeni ile bu yöntemin kullanılmasını önerdik.
The process of treating skin lesions by adding chemical burning to dermabrasion is called salabrazion. During this surgical procedure, after the superficial skin and bad formations are removed, epithelization developing from sweat glands, fat and hair follicles covers the open area. Antibiotic impregnated gases are covered to protect this new epithelium and to prevent infection. Instead of this cover, we applied the amnion membrane, which contains physiological and biological properties, in its fresh and dried form, which we achieved very good results in covering the areas where grafts were taken before. We suggested the use of this method because of the very good results we got.
Nemlendiriciler, epidermal bariyerin ve epidermal su içeriğinin düzenlenmesinde, cildin düzgün ve sağlıklı görünüm kazanmasında önemlidir. Nemlendiriciler hem oklüsif (kapatıcı) hem de humektan (su çekici) etkileriyle derinin su tutma kapasitesini arttırırlar. Çeşitli nemlendiriciler içerikleriyle bu görevi üstlenirler. Nemlendirici seçimi birçok faktörden etkilenir. Birçok dermatolojik hastalıkta tedavinin önemli yardımcılarıdır.
Moisturizers are important for regulating epidermal barrier and it’s water contenent. They are also important for maintenance of healthy skin. Moisturizers acts as occlusives and humectans to increase the skin water capacity. There are many preperats enhancing these functions. Choice of moisturizer is depent on many factors. Aplication of moisturizers can save as important adjunctive therapy for patients with various dermatologic disorders.
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
El Defektleri İçin Kasık Flebinin Kullanımı: Serbest Veya Pediküllü, Hasta Bildirim Sonuçlarına Göre Hangisi Öncelikli Olmalı?
The Use Of Groın Flap For Hand Defects: Whıch Should Be Prıor, Free Or Pedıcled, Based On Patıent-Reported Outcomes?
ÖZET
Giriş: Eldeki geniş defektlerin çoğu, tendon ve kemikleri açıkta olması nedeniyle vaskülarize cilt örtüsü gerektirir. Bu endikasyon için pediküllü kasık flebi standart bir flep olarak önerilmiştir. Ancak üst ekstremitenin immobilizasyonu dezavantaj olabilir. Kasık flebini serbest flep olarak kaldırmak da mümkündür. Serbest flebin dezavantajı, zaman alıcı bir mikrocerrahi işlem olmasıdır. Geniş el defektleri olan hastalarda pediküllü ve serbest kasık flebi rekonstrüksiyonlarını hasta bildirim sonuçlarına göre karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında ellerindeki geniş defektler nedeniyle pediküllü veya serbest kasık flebi yapılan 16 hasta bu çalışmaya dahil edildi. Çalışma retrospektif klinik anket çalışması olarak gerçekleştirildi. Hastalar pediküllü kasık flebi grubu (n=8) ve serbest kasık flebi grubu (n=8) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastalar 2 yıl takip edildi. Hastalara postoperatif dönemde DASH ve SF-36 testleri uygulandı. Ameliyat öncesi ve sonrası ağrı Vizüel Analog Skala ile değerlendirildi. Hastalara; hangi gün, ağrı çekmeden yürüyüp tuvalette oturabildikleri ve günlük işleri için ikinci bir kişiye ihtiyaç duymadıkları soruldu.
Bulgular: Pediküllü flep uygulanan hastaların yarısında ciddi dirsek ve omuz ağrısı vardı ve fizik tedavi gerektirdi. Yara iyileşmesi serbest kasık flebi grubunda anlamlı olarak daha erken tamamlandı (p<0,05). Pediküllü grupta ortalama hastanede kalış süresi serbest flep grubundan (sırasıyla 21 gün ve 13 gün) daha uzundu ve bu istatistiksel olarak anlamlı değildi. DASH skorları pediküllü flep grubunda subakut ve kronik evrede 92 ve 72 iken, serbest flep grubunda sırasıyla 52 ve 24 bulundu (p=0,012 ve 0,002). SF-36 skorlarına göre pediküllü flep grubunda fiziksel fonksiyonlar anlamlı olarak bozulmuştu (p < 0.001). İkinci kişinin günlük çalışması için ihtiyaç duyduğu gün sayısı pediküllü grupta 79, serbest flep grubunda 24 idi (p=0.041). Ağrısız tuvalete oturma pediküllü grupta 63. günde, serbest flep grubunda 15. günde başlandı (p=0.036).
Sonuç: Kasık flebinin serbest flep olarak transfer edilmesi ile omuz ve dirsek eklemi ile ilgili problemler ortadan kalktı, el rehabilitasyonuna daha erken başlanabildi ve günlük işlere dönüş süresi kısaldı. Eğer kasık flebi tercih edilecekse, serbest stil ilk olarak gözönüne alınmalıdır.
ABSTRACT
Introduction:Most of the large defects in the hand are required vascularized skin coverage because they exposed tendons and bones. A pedicled groin flap has been offered as a standard flap for this indication. But immobilization of the upper extremity can be a disadvantage. Raising the groin flap is also possible as a free flap. The disadvantage of free flap is a time-consuming microsurgical procedure. We aimed to compare the pedicled and free groin flap reconstructions in patients with large hand defects based on patient-reported outcomes.
Materials and Methods:Sixteen patients who had groin flaps pedicled or free for the large defects of their hands were included in this study between 2013-2020. This study was performed retrospectively clinical survey work. Patients were divided into two groups: the pedicled groin flap group (n=8) and the free groin flap group (n=8). Patients were followed for 2 years. The patients were subjected to DASH and SF-36 tests after a postoperative period. Pre- and postoperative pain were evaluated with the Visual Analogue Scale. On which day they could walk and sit in the toilet without pain and not needed a second person for daily work, the patients were asked.
Results:Half of the patients with pedicled flaps had serious elbow and shoulder pain and required physical therapy. The wound healing was completed significantly earlier in the free groin flap group (p<0.05). The mean hospital stay in the pedicled group was longer than the free flap group (21 days and 13 days, respectively), which was statistically insignificant. The DASH scores were found to be 92 and 72 in the subacute and chronic stages in the pedicled flap group, whereas 52 and 24 were found in the free flap group, respectively (p = 0.012 and 0.002). According to SF-36 scores, physical functions were impaired significantly in the pedicled flap group (p < 0.001). The number of days needed by the second person for daily work was 79 in the pedicled group and 24 in the free flap group (p = 0.041). Sitting in the toilet without pain was started on the 63rd day in the pedicled group and on the 15th day in the free flap group (p = 0.036).
Conclusions:By transferring the groin flap as a free flap, the problems related to shoulder and elbow joints have disappeared, hand rehabilitation could be started earlier, and the time to return to daily work was shortened. So, if the groin flap is preferred, free style should be considered first.
Mikozis fungoides T hücreli bir deri lenfornasıdır. Prernikotik fazda egzematoid veya nonspesifik dermatit görülür. Daha sonra bu safha plak, nodül, ülserler veya eritrodertnaya dönüşür. Hastalığın teşhisi üç karakteristik histolojik özelliğin bulunıqu ile konur: a) Üst derrniste bant I şeklinde mononükleer hücre infiltrasyonu, b) Dermiste mikozis hücreleri, c) Epidermiste Pautrier mik-,roabseleri. Bu yaka bildiriminde bir mikozis fungoides vakası takdim ettik ve onun klinikopatolojik özelliklerini literatür bilgileri ile tanıştık.
Mycozis Fungoicles in a culaneus lyrnphotna of T cell origin. in the pretnycolic phase, there is eczetnatoid or nonspecific dermatitis. Later in the course of the disaease, this phase progress to plaque, nodules, ulsers or diffuse erytroderma. The diagnosis of the disease can be made clefinitely when three characteristic histologic features are present: a) A bandlike rnononuclear cells infiltrate in the Iffier dermis_ b) Mycosis cells present in the dermis. c) Pautrier's microabscess present in the epidermis. in this report, we presented a case of rnycosis fungoides and discussed its clinicopathologic features according to literature daie.
Organik fosforlu bileşikler tarzında insektisid olarak geniş bir şekilde kullanırlar. Deri ve mukozalardan hızlı bir şekilde absorbe edilerek akut zehirlemnelere neden olabilirler. Zehirlenmeleri oldukça ciddi semptomlara neden olur ve reanimasyon tedavisi gerektirir. Spesifik ilaçlarla, ortaya çıkan muskarinik. nikotinik ve santral etkiler geri döndürülebilir. Erken tanı ve etkili tedavi hayat kurtarıcı-dıı-. Bu çalışmada 1990-1991 yıllan arasında tedavi ettiğimiz organik fosfor antikolinesteraz insektisitteri ile akut zehirlenme gösteren 7 vakanın bulguları tarif edilmiş ve tedavisi tartışılmıştır.
Orgamıphosphorus insecticides are widely used agents which are quickly absorbed through the skin and mucous membranes. The effects of acute expo-sure to these agenıs can be .severe and imensive the-rapy mav be required. Specific drugs are available to reverse the muscarinic. nicotinic and central effects of !hese poisons. when giyen early they are very ef-fective and early diagnosis and treatment may there-fore be life saving. Iıı Iliis study seven cases of acute poisoning with an organophosphorus insecticide are reported. The sings and semptoms of acute poisoning are described anda rational approach to treatment is discussed.
Karaciğer Ve Cilt Hemanjiomu İle Birlikte Olan Bir Split Hand-Foot Malformasyonu Olgusu
A Case Of SplIt Hand-Foot MalformatIon AssocIated WIth HepatIc And Cutaneous HemangIoma
Yarık el-ayak malformasyonu, el ve ayakta santral parmak hatlarının yokluğu sonucu gelişen derin mediyan yarıklar ile karakterize konjenital ekstremite malformasyonudur. Yarık el-ayak malformasyonu izole bir anomali olduğu kadar multisistemik bir sendromun bir parçası olarak da meydana gelebilir. Ailesel olguların çoğu otozomal dominant geçiş göstermektedir. Yarık el-ayak malformasyonlu bazı hastalarda mental retardasyon, ektodermal ve kraniofasial bulgular bulunmaktadır. Biz karaciğer ve cilt hemanjiomu ile seyreden bir ayrık el-ayak malformasyonu olgusunu literatür eşliğinde sunduk. Araştırmalarımıza göre karaciğer ve cilt hemanjiomu ile seyreden ilk olgudur.
Split hand-foot malformation is a congenital limb malformation, characterized by a deep median cleft of the hand and/or foot due to the absence of the central rays. Split hand-foot malformation can occur as isolated anomalies or as one component of multisystem syndromes. The majority of the familial cases are inherited in an autosomal dominant manner. Some patients with split handfoot malformation have been found to have mental retardation, ectodermal and craniofacial findings. We presented a split handfoot malformation case with liver and cutaneous hemangioma by the literature. According to our investigations, this is the first case of split hand-foot malformation with existence liver and cutaneous hemangioma.
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
A GlIoblastoma MultIforme Case WIth Scalp InvasIon
Glioblastome multiforme (GBM) en malign glial tümördür.
Hastaların % 90’ ı tanı konulduktan sonraki iki yıl içinde kaybedilir.
Nadiren ekstrakranial metastaz yapar. GBM’ nin deri metastazıyla
ilgili literatürde bildirilen vaka sayısı çok azdır. Biz burada eski
kraniotomi skarı üzerinde keloid benzeri oluşumlarla başvuran, saçlı
deri tutulumu yapmış bir GBM olgusunu sunduk. 35 yaşında erkek
hasta frontal bölgede insizyon skarına uyan bölgede deriden kabarık,
sert, deri renginde, infiltre papüllerle dermatoloji polikliniğine
başvurdu.10 gün içinde papüler lezyonlar nodüler forma ilerledi.
Nodüler lezyondan alınan biyopsi sonucu GBM ile uyumlu rapor
edildi. 2 ay içinde papüller frontal saçlı derinin tamamını örten dev
tümöral bir kitleye dönüştü. Saçlı deri invazyonundan ortalama 3 ay
sonra hasta exitus oldu.
Glioblastoma multiforme (GBM) is the most malign glial tumor.
It rarely causes skin metastasis. It is frequently misdiagnosed as a
primary subcutaneous tumor. The number of cases related to skin
metastasis of GBM reported in the literature is limited. We here
presented a GBM case with scalp invasion and applied with cheloidlike
formations on the old craniotomy scar. The patient applied to
us with cutaneous, firm, infiltrated nodules in skin color in area
concomitant with the incision scar on frontal region. Within 2 months,
the nodules turned into a giant tumoral mass covering whole frontal
region. The result of the biopsy conducted on nodular lesions were
reported as undifferentiated tumor (malign tumor metastasis) scalp.
The patient died 3 months after scalp invasion.
Are These Duputyren's Contractures In Our CommunIty
Kont Chigot Dupuytren tarafından (1831) tanımlandığından beri üzerinde çalışılan bu hastalığın halen etiyolojisi ve patogenezi tam açıklık kazanmamıştır. Son beş yıl içerisinde cerrahi girişim yaptığımız 21 olgumuzu kanakların ışığı altında tartıştık. Olgulardan 6'sı bilateral olmak üzere toplam 27 ele yaptığımız Z plasti veya Skoog kuadrangular deri kseileri ile regional veya total palmar fasiyektomi operasyonları, Michon-Tubiana değerlendirme tablosuna göre aldığımız sonuçlar sunuldu. Türk tıp kaynaklarında bu hastalığın yeri araştırıldığında yok denecek kadar az olduğunu saptayarak dikkati çekmek üzere konu rapor edilmiştir.
The etiology and pathogenesis of Dupuytren contractures, which have been studied and deseribed by Cont Chigot, since 1831 is not clear yet. We have discussed the 21 cases which we operated during the last five years. We compared these with the literature. We have operated on 27 hands by regional or total fasciectomy using Z plasty or Skoog's quardran-gular skin incision. We compared our results by Michon-Tubiana's clas-sification table. We have tried to draw attention to this conditions because very few cases have ben reported in Turkish Medical Literature.
Yüz Germe Ameliyatında Hematom Riskini Azaltmada Traneksamik Asit Ve Hemostatik Netin Karşılaştırılması
ComparIson Of TranexamIc AcId And HaemostatIc Net In ReducIng The RIsk Of Hematoma In FacelIft Surgery
Amaç: Yüz germe ameliyatı, yaşlanma belirtilerini azaltmak ve daha genç bir görünüme kavuşmak için sıklıkla tercih edilen bir estetik cerrahi işlemdir. Yüz germe ameliyatı olan hastalarda hematom gibi komplikasyonların görülme sıklığı oldukça fazladır. Bu çalışma, yüz germe ameliyatı olan hastalarda TXA ve hemostatik net (ağ) tekniğinin hematom oluşumunu önlemedeki etkinliğini karşılaştırmayı amaçlamaktadır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ekim 2019-Şubat 2023 tarihleri arasında derin plan yüz germe ve yüz-boyun germe uygulanan 65 hasta (56 K, 9 E) dahil edildi. Hastalar TXA verilen, hemostatik net uygulananlar, ikisi birden uygulananlar ve hiçbirinin uygulanmadığı kontrol grubu olmak üzere dört farklı grupta değerlendirildi. Hastaların demografik bilgileri, takip bulguları, postoperatif dönemde hematom veya diğer komplikasyonlar kaydedildi. Gruplar arasındaki farklılıklar istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 54’tü. Sadece TXA uygulanan hasta grubu 17 hastadan, hemostatik net uygulanan grup 9 hastadan, her ikisi uygulanan grup 21 hastadan ve kontrol grubu 18 hastadan oluştu. Toplam 6 hastada hematom görüldü. Sadece hemostatik ağ kullanılan hastalarda ve sadece TXA kullanılan hastalarda hematom insidansında sayısal bir azalma gözlense de istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). TXA ve hemostatik ağın birlikte kullanıldığı hastalarda hematom insidansı istatistiksel olarak anlamlı şekilde azalmıştır (p<0.05).
Sonuç: Traneksamik Asit ve hemostatik ağın birlikte hematom insidansını azaltmada etkili olduğu gösterildi. Hemostatik ağ kullanımı, hematom insidansında istatistiksel olarak anlamlı bir azalma ile sonuçlanmıştır. Bu önlemlerin cerrahi sonuçları iyileştirebileceği ve hastaların iyileşme sürecini hızlandırabileceği düşünülmektedir.
Background: Facelift surgery is a frequently preferred aesthetic surgery procedure to reduce the signs of aging and achieve a more youthful appearance. The incidence of complications such as hematoma is quite high among patients undergoing facelift surgery. This study aims to compare the efficacy of TXA and hemostatic net technique in terms of preventing hematoma formation in facelift surgery patients.
Patients and Method: The study included 65 patients (56 F, 9 M) who underwent deep plan facelift and face and neck lift between October 2019 and February 2023. Patients were evaluated in four different groups: TXA given, those applied hemostatic net, those applied both, and the control group applied neither. Demographic information, follow-up findings, any hematoma or other complications in the postoperative period were recorded. Differences between the groups were evaluated statistically.
Results: The mean age of the patients was 54 years. The patient group using only TXA consisted of 17 patients, the group hemostatic net applied consisted of 9 patients, the group applied both consisted of 21 patients, and the control group consisted of 18 patients. Hematoma was observed in 6 patients in total. Although a numerical decrease in the incidence of haematoma was observed in patients in whom only haemostatic net was used and in patients in whom only TXA was used, it was not statistically significant (p>0.05). The incidence of haematoma decreased that is statistically significant in patients in whom TXA and haemostatic net were used together (p<0.05).
Conclusion: Tranexamic Acid and hemostatic net both together showed to be effective in reducing the incidence of hematoma. It is thought that these measures may improve surgical outcomes and accelerate the recovery process of patients.
Pulmoner arterin ve dallannin kan yolu ile gelen trombus hava, yag, tumor parcast gibi bir cisimle ani olarak tikanmasidir (1). ABD'lerinde her yil yakla§ik 630 bin ki§i pulmoner emboliye maruz kalmakta yakla§ik 200 bin ki§i ise olmektedir. Te§his edi-lebilen ve tedavi altina alinanlarda mortalite % 8 ci-vartnda iken, to his edilemeyenlerde % 30'a yak-la§maktadir (2). Vakalann % 331inde derin den trombozu tespit edilmi§tir (3,4). Pulmoner tromboembolizm 19. assn ba§lanndan bed bilinen bir komplikasyondur. Onceleri trom-bils'Un arterin icinde oldugu du unulmu ancak daha sonralan embolik oldugu tammlanmi§tir. 1858`de Wirchow ilk defa pulmoner trombils diye isim-lendirilen hadisenin emboli oldugunu deneylerle ispat etmi§ ve bir triad tanimlarni§nr. Buna gore damar duvannda lokal travrna, kanin pihtila§maya egilimi ye stazdrr (5). Bu faktorler etyolojide hala gegerliligini korumaktadir. ETYOLOJI Pulmoner tromboemboliye yol acan nedenler, ba§ta trombusler olmak lizere:yag, hava, amnion tumor dokusu, parazit yumurtalan, kateter gibi yabanci cisimlerdir. Mitral stenozunda ye de-kornpanze vakalarda olmak iizere ortalama 3 kardiak otopsinin l'inde pulmoner arterde emboli bu-lunmu§tur. Ka1p yetmezligi olan atrial fibrilasyonlu veya myokard infarktusii gecirmi§ vakalarda sag kalp trombiis kaynagi olabilir. Aynca ventiz trom-bozu kolayla§tiran faktorlerde pulmoner enribolinin risk faktorleri arasindadir. Pulmoner emboli riskinin arttigi durumlar.
It is the sudden occlusion of the pulmonary artery and its branches by an object such as thrombus air, fat, tumor parcast coming through the bloodstream (1). In the USA, about 630 thousand people are exposed to pulmonary embolism every year and about 200 thousand people are exposed to it. While the mortality rate is 8% in those who can be diagnosed and are treated, it approaches 30% in those who cannot be felt (2). Deep thrombosis was found in 33% of the cases (3,4). Pulmonary thromboembolism is a known complication from the beginning of the 19th pain. Previously, the thrombus was thought to be inside the artery, but later it was defined as embolic. In 1858, Wirchow first demonstrated that the so-called pulmonary thrombosis was an embolism, and he described a triad. Accordingly, local travnia at the wall of the vessel stays with the tendency of the blood to clot (5). These factors still maintain their validity in etiology. ETIOLOGY The reasons leading to pulmonary thromboembolism are mainly thrombi and lysis: fat, air, amnion tumor tissue, parasite eggs, foreign bodies such as catheters. Pulmonary artery embolism was found in 1 out of 3 cardiac autopsies on average, with mitral stenosis being in de-cornized cases. The right heart may be the source of thrombi in cases with atrial fibrillation or past myocardial infarction. In addition, factors that facilitate ventricular thrombosis are among the risk factors for pulmonary enriboli. Situations where the risk of pulmonary embolism is increased.
Amaç: İnsan fetuslarında intrauterin dönemde orbita ve orbita çevresinde bulunan yapıların gelişiminin antropometrik ölçümlerle değerlendirilmesi. Gereç ve yöntem: Gebelik yaşı 10-40 gebelik hafta arasında değişen kranyofasiyal anomalisi olmayan, 140 (70 erkek, 70 kız) fetustan yararlanıldı. Fetal dönemde fetuslar birinci, ikin ci, üçüncü trimester ve miadında olmak üzere dört gruba ayrılarak değerlendirildi. Fetuslarda kranyum ve orbital bölgeye ait toplam 9 antropometrik değer ve kantal indeks araştırıldı. Baş çevresi, kafa genişliği, yüz genişliği, yüz yüksekliği, dış orbital mesafe, iç orbital mesafe, orbita yüksekliği, orbita genişliği, oro-palpebral mesafe ve kantal indeks araştırıldı. Bulgular: Gestasyonel yaş ile bütün parametreler arasında anlamlı ilişki vardı (p<0.001). Bütün antropometrik parametrelerde gruplar arasında farklılık olduğu görüldü (p<0.05). Kantal indekste birinci trimester ile miadındaki, ikinci trimester ile miadındaki gruplar arasında farklılık gözlendi (sırasıyla: p<0.05, p<0.01). Fetal dönem boyunca dış kantal mesafe iç kantal mesafeye oranla daha fazla artış gösteriyordu. Fetal dönemde orbita genişliği orbita yüksekliğine göre miada doğru daha fazla artış gösteriyordu. Sonuç: Bütün parametrelerde cinsler arasında farklılık olmadığı tespit edildi (p>0.05). Orbita gelişiminin değerlendirilmesi için fetal döneme ait yeni ver iler elde edildi. Fetal dönemde orbital bölge gelişiminin değerlendirmeleri için çalışmamızdaki bilgilerin faydalı olacağını ummaktayız.
Purpose: The development of orbita and surrounding region were evaluated with the anthropometric measure- ments in human fetuses during the intrauterine period. Materials and method: The study group constituted 140 (70 male, 70 female) fetuses without craniofacial or other anomalies or pathologies and ages ranging between 10 and 40 gestational vveeks. Fetuses nere divided into 4 groups as first, second, third trimesters and full-term. Nine anthropometric values from cranium and orbital region and chantal index were determined. Studied parameters were head circumference, head width, facial width, facial height, outer orbital distance, inner orbital distance, orbital height, orbital width, oro-palpebral distance and chantal index. Results: There were significant correlations between gestational age and ali parameters (p<0.001). There were significant differences between groups in ali anthropometric parameters (p<0.05). Chantal index significantly differed between first trimester and full term or second trimester and full term fetuses (respectively; p<0.05, p<0.01). Outer Chantal measurements showed more increments than inner chantal measurements during fetal period. İn fetal period, orbital width showed more increase than orbital height through full term. Conclusions: İt is determmed that there is no significant difference between sexes in respect to ali parameters (p>0.05). New data a e derived for fetal period to evaluate orbital development. VVe hope that our data will be useful in evaluation of fetal orbital development.
Diabetik bir kişide nöropati, infeksiyon ve damarsal bozukluklar nedeniyle ayakta sıklıkla malformasyonlar oluşmaktadır. 70 diabetik hastanın (10 tip 1,60 tip II) 16'sında radyografik olarak kemiklerinde destrüksiyon saptandı. Bu 16 hastanın 7'inde ayak derisinde eritem, ülserasyon ve ayakta gangrene lezyonlar tespit edildi. Cilt lezyonu ve gangren bulunmayan 55 diabetik hastanın ise 9'unda ayak kemiklerinde radyolojik olarak destrüksiyon gösterildi. Diabet süresi ve hastanın yaşı ile ayak lezyonları ara-sında bir ilişki kurulamadı. Kalp yetmezliği cilt lezyonlarını hızlandıran en önemli etkendir. Ayrıca ayak hijyeninin iyi olmaması olayı proveke etmektedir. Bu nedenle diabetik ayakta oluşacak komplikasyonları önleyebilmek için ayak bakımı ve proveke edici etkenlerden hastaya uzak tutmak gerekmektedir.
In a diabetic person, foot malformations frequently occur due to neuropathy, infection and vascular disorders. Radiographic destruction of bones was detected in 16 of 70 diabetic patients (10 type 1.60 type II). In 7 of these 16 patients, erythema, ulceration and gangrenous lesions were detected on the skin of the feet. Radiological destruction of the foot bones was demonstrated in 9 of 55 diabetic patients without skin lesions and gangrene. No relationship could be established between the duration of diabetes and the patient's age and foot lesions. Heart failure is the most important factor that accelerates skin lesions. Also, poor foot hygiene provokes the event. Therefore, in order to prevent complications that may occur in the diabetic foot, it is necessary to keep the patient away from foot care and provoking factors.
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
The Value Of The Computed Tomography In EvaluatIng The LocalIzatIon Of LarIngeal CarcInomas
Bu çalışmada kliniğimizde Kasım 1994-Haziran 7996 tarihleri arasında larenks karsinomu tanısı almış 30 yaka preoperafif dönemde çekilen bilgisayarlı tomografi, larengoskobik muayene ve makroskobik piyes bulgulari ile karşılastınIch. Larengoskopi sadece mukozal yüzeyi ve kord vokal hareketlerini değerlendirebilmektedir. Kord ha-reketlerinde sinirlilik derin invazyon şeklinde yorumianabilmekte, ancak tümörün gerçek boyutlannın ve sınırlarının belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.Konvansiyonel radyolojik tetkikler de larengoskopiye ilave bilgi ver-memektedir. BT, klinisyenin cerrahi tedavi yönetrnini belirleyecek olan tümörün gerçek anatomik lokalizasyanu ve derin yayılımını tespitte karşılaştığı bu belirsizliğin çözümüne önemli katkılar sağlamaktadırLarengoskopi ve kon-vansiyonel radyolojik tekniklerle değerlendirilemeyen preepiglottik aralık, paraglottik aralık, subglottik alan, kitle sebebiyle değerlendirilemeyen larenksin alt bölümleri ve kartilaj tutulumunu belirlemede bilgisayarlı tomografinin etkin bir tanı yöntemi olduğunu tesbit ettik.Ancak kartilaj tutulumunda irregüler kalsifikasyon ve mikroinvazyonlar sebebiyle yanlış değerlendirmeler olabileceğini belirledik. Küçük mukozal lezyonların değerlendirilmesinde de Binin yalancı (-) sonuç verebileceğini ve bu lezyonları belirlenmesinde larengoskopinin daha duyarlı olduğunu tesbit ettik. Konservatif cerrahi yönteminin belirlenmesinde BT, klinisyene tümörün deri yayılımı hakkında çok önemli bilgiler vermekte ve larengoskopiyi tamamlayıcı rol oynamaktadır.
In this study, thirty cases af laringeal carcinoma which diagnosed in our clinic between November-1994 June-1996 are compared by preoperative CT, laryngoscopy and postoperative speciemen findings. By laryngoscopy one could evaluate the status the mucosal lining and vocale cord motility. Lımitations of the cord vocale motility is attributed to deep invasion of the tumour but, the exact dimensions of the tumour could not be estimated. The conventional radiologic examination methods da not add any useful knowledge to the laryngoscopy. The com-puted tomograpic examination is useful to determine the precise anatomic localization and spread of the tumour which is very useful ta surgeon to choose the surgical treatment method. We concluded that CT is valuable di-agnostic method in evaluating the preepiglottic area, paraglottic area, subglottic area and the inferior areas of the larynx which is obstructed by the large laryngeal masses and the cartilage invasion which could not be evaluated by laryngoscopy and other conventional radiological methods. Also we concluded that there may be wrong de-cisions about the cartilage invasion due to the irreguler calcifications and microinvasions by CT examination. In the evaluation of the small mucosal lesions CT could yield false negative results and these lesions could be more accurately determined by laryngoscopy. CT evaluation of the laryngeal carcinoma patient prior to surgical in-tervantion is an additional diagnostic tool to the laryngoscopy and very useful for the determination of the best conservative surgical method.
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
EvaluatIon ArterIal StIffness In ChronIc HemodIalysIs PatIents And The Related RIsk Factors
Amaç: Arteryel sertliğin göstergelerinden olan nabız dalga hızı (NDH) ve artırma göstergesi (AG), vasküler hasarın şiddetini belirlemede kullanılan invaziv olmayan yöntemlerdir. Geniş hasta sayısı içeren bu çalışmada, kronik HD hastalarında NDH ve AG değerlendirilerek, ilişkili olduğu risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem: Kronik HD programında olan toplam 881 hasta (%44’ü kadın) çalışmaya dahil edildi. Hastaların NDH ve AG ölçümleri nabız dalga analizi cihazı (Sphygmocor) kullanılarak, tek operatör tarafından yapıldı. NDH analizi karotid-radyal mesafeden ölçüldü. Aortik AG radyal arterden derive edilen aortik nabız dalga formlarından elde edildi. Tüm hastaların ekokardiyografi ile sol ventrikül geometrisi ve bioimpedens cihazıyla volüm durumu değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun ortalama NDH değeri 10.0 ±2.5 m/s, ortalama AG % 27±11 idi. AG’nin kalp hızı ile düzeltilmiş şekli olan AG -KH75 ise %29±11 olarak saptandı. NDH hastaların %29’da, AG ise %67’de sınır değerin üstünde bulundu. AG ve NDH arasında pozitif ilişki saptandı. AG yüksek ve normal olan hastalar karşılaştırıldığında; AG yüksek olan grupta, albumin değerleri daha düşük, ortalama kan basıncı değerleri, kardiyotorasik oranları (KTO) daha yüksek ve ejeksiyon süreleri daha uzun saptandı. AG boy ve kilo negatif ilişkili idi. AG 75 kilo ve boy ile negatif ilişkiliydi. AG 75 yüksek olanlarda, sol ventrikül hipertrofili (LVH ) hasta oranı daha çoktu. NDH değeri yüksek olan grupta erkek hasta oranı ve ortalama kan basıncı değerleri yüksek bulundu. Alt grup analizinde (n:408 hasta) NDH değeri ≥ 11. 5 m/sn olan grupta, < 8. 5 m/sn olana göre belirgin artmış interdiyalitik ağırlık artışı vardı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında, NDH ve AG gibi damar sertliğinin göstergesi olabilecek ölçümler, ortalama arter kan basıncı, kardiyotorasik oran, hipoalbuminemi, interdiyalitik ağırlık artışı ile ilişkiliydi. Bu parametrelerin kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile ilişkisi hemodiyaliz hasta topluluğumuzun takipleri sırasında açıklık kazacağını düşünüyoruz.
Aim: Pulse wave velocity (PWV) and augmentation index (AI) are indicators of arterial stiffness and non invasive methods of detecting the severity of vascular injury. This study included large sample size and evaluated PWV and AI in chronic hemodialysis (HD) patients to detect the related risk factors. Method: 881 patients on chronic HD program (44% females) were included in this study. PWV and AI of the patients measured by single operator using pulse wave analysis device (Sphygmocor). Pulse wave was measured from carotid-radial distance. Aortic AI was obtained from aortic pulse wave forms derived from radial artery .for all patients, left ventricular geometry was evaluated by echocardiography and volume status was evaluated by bioimpedence device. Results: The average PWV in patient group was 10.0± 2.5 m/s, average AI was 27±11%. AI -HR75, the heart rate corrected form at 75 beat/minute of AI was found to be 29±11%. PWV and AI were found above limit value in 29% and 67% of the patients respectively. A positive relation was found between PWV and AI. when patients with high and normal AI were compared, albumin values were lower while average blood pressure values, cardiothoracic ratio(CTR) were higher and ejection time longer in patients with high AI. AI had a negative relation with height and weight. AI 75 was also negatively related to height and weight. In patients with high AI75 Araştırma Yazısı 151 more patients had left ventricular hypertrofy (LVH). Male patients percentage and average blood pressure was higher in patients with high PWV. In the analysis of PWV of the subgroup (n:408 patients), evident interdialytic weight increase was present in the group with PWV of ≥ 11.5 m/ sc compared to the group of < 8.5 m/sc. Conclusion: measures that can be used to evaluate vascular stiffness like PWV and AI are related to average arterial blood pressure, cardiothoracic ratio, hypoalbuminemia, interdialytic weight increase. We think that the relation between these parameters and cardiovascular morbidity and mortality will become clear in the follow up of our hemodialysis patients.
Sezaryen Anestezisinde Ketamin-Tiyopental Ve Ketamin-Midazolam Kombinasyonlarının Karşılaştırılması
The ComparIson Of KetamIne-ThIopental And KetamIne-MIdazolam CombInatIons For Ceasarean SectIon AnaesthesIa
Sezaryen ameliyatlarında kullanılan genel anesteziklerin anne ile birlikte yenidoğanı da etkilemesi anestetik ajan seçimini daha da önemli kılar. Sadece ketamin kullanılan olgularda özellikle eksitatör fenomen (EF) gibi is tenmeyen etkiler yüksek oranda görülmektedir. Bu etkilerin, düşük dozlarda azaldığı gösterilmiştir. Bu çalışmada, elektif sezaryen olgularında, indüksiyonda düşük doz ketamine tiyopental veya midazolam eklenerek, anneye ve yenidoğan APGAR skoru üzerine olan etkileri karşılaştırıldı. Elektif sezaryen operasyonu geçirecek ASA-I kla- sifikasyonuna giren 42 kadın hasta randomize olarak eşit iki gruba ayrıldı. Hastalara premedikasyon yapılmadı. İndüksiyonda; I.Gruba İV 1mg/kg ketamin+ 3 mg/kg tiyopental, II. Gruba İV 1mg/kg ketamin+0.2mg/kg mi dazolam uygulandı. Her iki gruba IV 1-1.5 mg/kg süksinil kolin verilerek entübasyon yapıldı. Bebek çıkana kadar hastalar %100O2 ile solutuldu. Doğumdan sonra idame; %50 02 +%50 N2 O+%1-1.5 ısofluran ve atrakuryum ile sağlandı. Operasyondan önce, indüksiyondan, cilt insizyonundan, bebek çıktıktan sonra kan basıncı ve kalp atım hızları kaydedildi. Yenidoğan APGAR skorları 1 ve 5. dakikalarda değerlendirildi. Operasyondan sonra an nede farkında olma ve ketamine ait yan etkiler araştırıldı. Bulgular student's t testi ile değerlendirildi. Hemodinamik parametreler açısından her iki grup arasında fark yoktu (P>0.05). I. Gruptan 2 hastada postoperatif EF gözlendi. 1. ve 5. dakikalarda kaydedilen APGAR skorlar karşılaştırıldığında gruplar arası fark tespit edilmedi (P>0.05). Se zaryen operasyonlarında kullanılan her iki yöntemin gerek annede meydana getirdiği yeterli derinlikte anestezide, gerekse yenidoğan APGAR skorları açısından birbirlerine herhangi bir üstünlüğünün olmadığı gözlendi. Fakat ke tamine midazolam ilavesinin, postoperatif ketaminin istenmeyen etkilerini azaltığı için daha uygun bir yöntem olacağı kanısına varıldı.
The choice of anaesthetics for ceasarean sections is important for both the nevvborn and the mother. Emergence phenomena (EP) is observed with clinical doses of ketamine that can be avoided with lower doses. Ketamine- thiopentone or ketamine-midazolam combinations were used for ceasarean section anaesthesia induction. Side effects and newborn APGAR scores were evaluated. After institutional approval and informed consent 42 women (ASA I) were randomly allocated to two groups . Group I (n=21) recieved induction doses of IV ketamine 1mg/ kg+thiopentone 3mg/kg, group II (n=21) recieved ketamine 1 mg/kg+midazolam 0.2mg/kg. Both groups were in- tubated with IV1-1.5mg/kg succinylcholine. The patients were ventilated with 100% 02 until the umblical cord was clamped. Anaesthesia was maintained with 50%02+50%N20, 1-1.5% isoflurane and atracurium. Heart rate, ar- terial pressures were recorded before the operation, induction, skin incision and perioperatively. The APGAR sco res were evaluated at the first and 5th minutes. The patients were intervieved 12 hours postoperatively for EP. The data was analysed with Student's t test. The two groups were hemodynamicaly comparable (p>0.05). EP was observed in 2 patients of group I. The APGAR scores were similar in both groups (p>0.05). Both anaesthetic combinations shovved similarity in APGAR scores and anaesthesia. Because of its fewer side effects ke- tamine+midazolam combination is more favourable.
Bu çalışmanın amacı Th2 tip immun yanıtın baskın olduğu astımda Th1 tip immun yanıt ile oluşan tüberkülin reaksiyonunu incelemektir. Bu çalışma astımı alerjik olan 36, astımı alerjik olmayan 64 ve astımı olmayan 51 olguyu kapsamaktadır. Olguların hepsine tüberkülin deri testi Mantoux yöntemiyle uygulandı ve 72 saat sonra oluşan endürasyon çapı mm olarak kaydedildi. Tüberkülin pozitifliği astımlı olan ve olmayanlarda anlamlı olarak farklıydı (p0.05).Astımı alerjik olan ve olmayanlar arasında tüberkülin pozitifliği arasında anlamlı fark yoktu(p>0.05). Tüberkülin sonuçları değerlendirilirken alerjik hastalıkların varlığı da dikkate alınmalıdır.
The aim of this study was to evaluate the tuberculin reaction which develops with Th 1 type immune reaction in asthma in which Th2 type immune reaction is dominant. This study included 36 cases with allergic asthma, 64 cases with non allergic asthma and 51 cases without asthma. Tuberculin skin test was applied with Monteux method to all cases and induration diameter developed after 72 hours was recorded as millimeter. Tuberculin positivity was significantly different between cases with asthma and cases without asthma (p0.05). With respect to tuberculin positivity, significant difference was not present between asthma cases that are allergic and non allergic (p>0.05). While the tuberculin skin test results are evaluated presence of allergic diseases should be taken into consideration.
Acil tıbbi durumlar, hızlı karar vermeyi ve bu kararları mortalite ve morbiditeyi önlemek için hızla uygulamayı gerektirir. Dermatolojik acil durumlar, öncelikle primer deri kaynaklı hastalıklar veya altta yatan sistemik hastalıklar ve enfeksiyonlar ile ilişkili hastalıklar olarak ortaya çıkabilir. Dermatolojik acil durumlar, diğer tıp dallarından daha nadir olmakla birlikte, yaşamı tehdit eden, yüksek mortalite oranına sahip, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen ve büyük oranda hastaneye yatış ya da yoğun bakım ünitesine yatışa ihtiyaç duyan, olası bir tıbbi tedaviyi hemen vermeyi gerektiren vakaları içermektedir.
Ürtiker-anjiyoödem, stevens-johnson sendromu, toksik epidermal nekroliz, toksik şok sendromu, eritrodermi, gebeliğin pruritik ürtikeryal papül ve plakları, otoimmün büllöz hastalıklar, akut graft versus host hastalığı, haşlanmış deri sendromu ve nekrotizan sellülit gibi mortalite ve morbiditeye neden olan hastalıklar dermatolojik acil durumlar olarak bilinir. Dermatolojik acil durumları saptamak; acil tıbbi müdahale sağlamak, mortalite ve morbidite insidansını azaltmak ve dermatolojik acil olmayan durumlarda da gereksiz konsültasyon, tedavi, para ve zaman kaybını önlemek için önemlidir.
Dermatolojik acil durumları, etiyopatogenez, klinik, ayırıcı tanı ve tedavi başlıkları altında inceledik, dermatoloji ve dermatoloji dışı hekimlere pratik yaklaşımları derledik.
Emergency medical conditions involve rapid decision making and applying these decisions to prevent mortality and morbidity. Dermatologic emergencies may primarily occur in association with skin-involved diseases, and underlying systemic diseases or infections, as well. Dermatologic emergencies are uncommon than other branches of medicine; however, it involves the cases of potentially life-threatening, having high mortality rate, negatively effecting the quality of life on highest degrees, and requiring hospitalization or intensive care units, if possible, to give a convenient medical treatment immediately.
The diseases causing mortality and morbidity, such as Urticaria-angioedema, Stevens-Johnson syndrome, toxic epidermal necrolysis, toxic shock syndrome, erythroderma, pruritic urticarial papules and plaques of pregnancy (PUPPP), autoimmune bullous diseases, acute graft versus host disease, scalded skin syndrome and necrotizing cellulitis, are known as dermatologic emergencies. Determining the dermatologic emergencies and providing an immediate medical response decreases the incidence of mortality and morbidity, and they are important to prevent unnecessary examinations, treatment, money and time loss for the consultation of conditions even they are not real dermatologic emergencies.
We examined the dermatologic emergencies under the titles of etiopathogenesis, clinics, differential diagnosis and treatment, and we edited practical approaches for dermatology and non-dermatology physicians.
AdaptatIon Of The Severed Ear WIth TemporoparIetal FascIa Flap In A PartIal Ear AmputatIon
Mikrovasküler anastomoz ile replantasyonun uygun olmadığı kulak amputasyonlarında kompozit greft uygulanmasının etkinliği azdır. Ampute parçanın retroauriküler bölgeye gömülerek yaşatılmaya çalışılması ise estetik açıdan başarısız sonuçlara neden olmakta ve en az iki seans gerekmektedir. Bu vaka sunumunda ise fasyal flep transpozisyonu ile kompozit greftin yaşaya bilirliğini artırtmak yöntemi denenmiştir. Ellidört yaşındaki erkek hastada insan ısırığına bağlı olarak kulak ampütasyonu meydana gelmiştir. Ampute parça kompozit greft gibi orijinal yerine dikildi. Daha sonra ampute kulak parçasının arka cildi ile kıkırdağı arasına temporoparietal fasya transpoze edildi. Vakada ampute parça tam olarak vaskülarite kazandı. Kıkırdakta herhangi bir distorsiyon meydana gelmedi. Estetik açıdan oldukça tatmin edici görüntü elde edildi. İnsan ısırığı nedeni ile ampute olan kulak parçası tarif edilen teknikle implante edilmesi halinde tek seansda başarılı sonuç almak mümkündür.
Nonmicrovascular replantation of an avulsed auricula as a composite graft is an unreliable solution. The use of retroauricular pocket to enhance survival of the composite ear graft is a multistage procedure and aesthetic results are poor. In this case report the vascularity of the composite graft is attempted to be increased by transposing fascial flap. Fifty-four year old man had an amputation of his ear due to a human bite. The amputated ear was reattached to its original position as a composite graft. Afterwards a temporoparietal fascia flap has been transposed between the posterior skin and the cartilage of the amputated ear. Amputated ear had been revascularised completely without any distorsion at the cartilages. Acceptable aesthetic result was obtained. An ear amputation can succesfully be replanted as a composite graft by using the described technique in a single stage.
Tek Taraflı Renal Agenezi Ve Tek Taraflı Hematometranın Eşlik Ettiği Bir Uterus Didelfus Olgusu
A Case Of Uterus DIdelphys WIth UnIlateral Renal AgenesIs And UnIlateral Hematometra
12 yaşında virgo hasta 1 yıldır düzenli adet görmekte olup, kliniğimize 1 yıldır adet dönemlerinde olan şiddetli pelvik ağrı sebebi ile başvurdu. Öz geçmişinde 4 ay önce tespit edilen sağ renal agenezisi mevcut idi. Aile hikâyesinde özellik yoktu. Pelvik muayenede hymen anuler ve eksternal genital organlar normal olarak izlendi. Vajen derinliği yaklaşık 6 cm ölçüldü. Pelvik ultrasonografisinde, sol tarafta endometrial kalınlığı 8 mm olan uterus, sağ tarafta 8x10 cm hematometra görüntüsü mevcuttu. Hastaya laparatomi planlandı. Operasyonda orta hatta füzyonu olan çift uterus ve çift endometrial kavite olduğu gözlendi, elle çift serviks palpe edildi. Sağ tarafta hematometra hali gözlendi. Bilateral overler doğal olarak görüldü. Uterusa orta hattan inzisyon yapıldı, aradaki fibröz doku çıkarıldı, hematom boşaltıldı. Her iki kavite birleştirildi. Hasta postoperatif 2. gününde komplikasyonsuz olarak taburcu edildi. Hastaya 2 hafta sonra şiddetli vajinal kanamasının olması nedeniyle tekrar laparatomi yapıldı. Metroplasti hattı yeniden açıldı. İnsizyon hattı ile ilişkili olmayan istmus sol yan duvardan kaynaklanan açılmış arter ucu gözlendi. Damar sütüre edildi. Hasta komplikasyonsuz olarak postoperatif 4. gününde taburcu edildi.
A twelve years old virgin patient who was menstruating regularly for one year presented with severe pelvic pain associating with her menstruation. She was diagnosed to have right renal agenesis before 4 months. In her physical examination she had annular hymen and normal external genital organs. Vaginal depth was 6 cm. In her pelvic ultrasonography, the endometrial thickness was 8 mm on left side uterus and 8x10 cm hematometra appearance was seen on right side. Laparotomy was planned for the patient. During the operation double uterus and double endometrial cavities were seen with fusion line in the middle. Double cervices were palpated by hand. Hematometra was seen on right side. Bilateral ovaries were normal. Uterus was incised from the middle the separating fibrous tissue was removed, hematoma was evacuated and the two cavities united. The patient was discharged on the 2nd postoperative day without complications. After two weeks she presented with severe vaginal bleeding for which laparotomy was done. The metroplasty line was opened. A bleeding arterial end was noticed on left lateral isthmic wall and it was not related to the incision line. The vessel was sutured and the patient was discharged on the 4th postoperative day without complication.
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
10-Year Endometrıum Cancer Management In Our Clınıc
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
ABSTRACT
Objective: Endometrial cancer is the most common malignancy of the female genital tract and the fourth leading cancer among women. Our aim is to share the surgical treatment and results of endometrial cancer cases in our gynecological oncology clinic.
Material and Methods: In this study, the records of 164 endometrial cancer patients operated by the same surgical team between 2009-2019 were reviewed retrospectively.The clinical, surgical and histopathological features of the patients are presented here. Four patients who had sarcoma as a result of pathology, 7 patients who underwent complementary surgery and 1 patient with a second primary tumor were not included in the study.
Results: The mean age of the patients included in our study was 61.3 and the mean body mass index was 25.8. According to the postoperative pathology results; mean tumor size was 3.4 cm and mean number of collected lymph nodes was 28.8. Lymph node metastasis was observed in 19 patients and all of the metastases were in pelvic lymph nodes. Endometrioid type adenocarcinoma was seen in 81% of the patients. Myometrial invasion > 50% in 81 patients (49.4%). Twenty patients (12.2%) had cervical involvement, 11 patients (6.7%) had adnexal involvement and 28 patients (17.1%) had lymphovascular area invasion. 76 patients (46.3%) were grade 1, 61 patients (37.2%) were grade 2, 19 patients (11.6%) were grade 3. When the patients were staging according to the FIGO system in 2009, 70 (42.7%) stage 1A, 58 (35.4%) stage 1B, 12 (7.3%) stage 2, 3 (1.8%) stage 3A 17 patients (10.4%) were stage 3C1 and 4 patients (2.4%) were stage 4.
Conclusion:Endometrial cancer is the most common gynecological cancer, and it is usually diagnosed at an early stage as a result of early signs. Tumor size, depth of myometrial invasion and histopathologic grade are used to evaluate the risk of the disease, but studies with a higher number of high stage patients will be more useful in determining the risk.
Nöro-Yoğun Bakımda Beslenme Ve Sağlıkta Yaşam Kalitesi
Nutrıtıon In Neuroıntensıve Care And Health Related Qualıty Of Lıfe
Sağlıkta yaşam kalitesi günümüzde daha da artan bir önemle tıbbın tanı ve tedaviyi içeren bütün alanlarında tedavi ve izlemin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Nöro-yoğun bakımda nörolojik açıdan en ağır, tanı ve tedavi süreci en yoğun hasta grubu izlenmektedir. Yoğun bakımda izlenmesi gereken nörolojik hastalıklar, kronik dönemde olduğu gibi akut ve şiddetli evrelerinde de yaşam kalitesini etkileyebilme potansiyeline sahip pek çok parametre içermektedir. Hastalıkların kendilerine ait yaşam kalitesi etkileri dışında, çok sayıda önemli parametre vardır. Bunları başlıca yoğun bakımda beslenme yetersizliği, ajitasyon, ağrı, cilt bütünlüğünün bozulması, kas iskelet sistemi etkilenmeleri, kardiyovasküler ve otonom etkilenmeler, ilaç yan etkileri ve çoklu ilaç etkileşimleri olarak sıralamak mümkündür. Bu derlemede nöro-yoğun bakımda beslenme ile sağlıkta yaşam kalitesi arasındaki ilişki gözden geçirilecektir.
Today health related quality of life with its ever increasing importance has become an inherent part of treatment and follow up in all departments of medicine including diagnosis and treatment. In neuro-intensive care unit, the severest patients with the most intensive diagnosis and treatment period are followed up. Neurologic disorders with neurointensive care requirement include so many parameters potentially affecting the quality of life in acute and severe stages besides in chronic term. Apart from the effects of these diseases on life quality, there are many other important parameters related to quality of life. It is possible to list chief parameters as malnutrition in intensive care unit, agitation, pain, disruption of skin integrity, musculoskeletal system involvement, cardiovascular and autonomous involvement, side effect of drugs and multidrug interactions. In this review, the relationship between nutrition and health related quality of life in neurointensive care unit will be reviewed.
Endotrakeal Entübasyonda Oluşan Hemodinamik Yanıta Remifentanilin Etkisi
Effects Of RemIfentanIl On The HaemodynamIc Response To Endotracheal IntubatIon.
Laringoskopi ve endotrakeal entübasyonun sempatik sinir sistemini uyararak katekolamin salınımı yoluyla arter basıncı ve kalp atım hızını artırdığı bilinmektedir. Çalışmamızda remifentanilin bu yanıta etkisini incelemek amaçlanmıştır. Çalışma elektif laparoskopik cerrahi uygulanacak 19-45 yaş arası ASA l-ll sınıfına giren 40 olguda gerçekleştirildi. Hastalar randomize olarak iki gruba ayrıldı. Tüm hastalara 0.03 mg kg-1 midazolam IV uygulandı. Standart monitorizasyon (EKG, noninvaziv arter basıncı, kalp atım hızı, SpO^ yapıldıktan sonra 1.5 pg kg-1 remifentanil I. gruba, 25 pg kg-1 alfentanil II. gruba uygulandı. 1 dk sonra standart anestezi indüksiyonu gerçekleştirildi (propofol 2mg kg-1, süksinil kolin 1.5 mg kg-1). Başlangıçta (t0), propofol uygulamasından önce (tğ, laringoskopi öncesi (t2), endotrakeal entübasyondan 1 ve 3 dk sonra (t3, t4) ve cilt insizyonu/trochar uygulamasından 1 dk sonra (t5) ölçümler (sistolik arter basıncı, diastolik arter basıncı, kalp hızı) yapıldı.İstatistiksel değerlendirme student t testleriyle yapıldı. Her iki grupta da t1t t2, t3 ,t4, t5 değerleri (sistolik-diastolik arter basıncı, kalp hızı) anlamlı olarak düştü. Trakeal entübasyona (t3, t4) ve cilt insizyonuna (t5) yanıt remifentanil grubunda alfentanil grubuna göre daha azdı (p<0.05). Sonuç olarak laringoskopi ve trakeal entübasyonda gelişen hemodinamik cevabı yeterince baskılaması nedeniyle remifentanilin alfentanile tercih edilebileceği kanısındayız.
Larygoscopy and endotracheal intubation are known to increase blood pressure and heart rate by release of cathecholamines from the sympathetic nervous system. Our study aimed to evaluate, remifentamTs effect on this response. This study was performed on 40 ASA l-ll class patients aged between 19-45 years planned for laparoscopic elective surgery. Patients were randomised in two groups. Ali patients received 0.03 mg kg-1 midazolam IV. After Standard monitorisation (ECG, noninvasive blood pressure, heart rate, SpO2) 1.5 pg kg-1 remifentanil was given to group I and 25 pg kg-1 alfentanil to group II patients as bolus injection. Standard anesthesia induction was made 1 minute after these drugs. (Propofol 2 mg kg-1, succinylcholine 1.5 mg kg-1). Measurements (sistolic blood pressure, diastolic blood pressure, heart rate) were performed: in the beginning (t0), before propofol (tğ, before laryngoscopy (t2), 1and 3 minutes after the endotracheal intubation (t3, t4), 1 minutes after skin inc'ıslon / trochar insertion (t5). Statistical comparisons were made by student t tests. İn each of the two groups t1t t2, t3, t4, t5 values (systolic, diastolic blood pressures, and heart rate) were signrficantly decreased (p<0.05). The response to tracheal intubation (t3, t4) and skin incision (t5) were less in remifentanil group than in alfentanil group (p<0.05). As a result, we think that remifentanil can be preferred to alfentanil because remifentanil can supress the haemodynamic response sufficiently the larygoscopy endotracheal intubation
Atopik Olgularda Prick Test Ve Total Lge Sonuçlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The SkIn PrIck Test And Serum Total Lge Levels In AtopIc PatIents
Prick testi ve serumda toal lgE tayini, allerji tanısında sık kullanılan yöntemlerdir. Bölgemizdeki atopik hastaların prick testi yardımıyla duyarlı oldukarı allerjenleri ortaya çıkarmak ve prick testi ile total lgE düzeyi arasında korelasyonu belirlemek amacıyla bu çalışmayı düzenledik. Çalışmaya, Mayıs 1996- Temmuz 1998 tarihleri arasında takip edilen ve klinik olarak atopik olduğu düşünülen toplam 399 bronş astmalı, rinitli ve konjonktivitli ollgu katıldı. 207 olguda prick testi pozitiffliği saptadık. Prick testi pozitif olguların %73.91'inde hububat poleni, %59.42'sinde ağaç poleni, %47.83'ünde ot poleni, %27.05'inde yabani ot poleni ve %23.67'sinde ev tozu akarlarına karşı allerji tespit edildi. Tanılarına göre baktığımızda, bronş astmasında %31, rititte %74, rinit+astımda %42, rinit+konjonktivitte %71, astma+rinit+konjonktivitte %60 oranında prick testi müsbetliği saptadık. Bronşial astmada %71 oranında tatal lgE yüksekliği varken, bu oran rinit için %33 idi. Çalışmamızda genel olarak total lgE yüksekl
Skin test and the determination of total lgE level in serum are the methods often used in the diagnosis of allergy. A prospective analysis was performed on 399 clinically atopic patients with bronchial asthma, rhinitis and conjunctivitis between May 1996- July 1998. This study was designed to investigate the allergens and the corelation between the serum total lgE and skin test reactions. Skin test reactions were positive in 207 patients. We found 73.91% positive skin test reactions for mixture of cereals, 59.42% for tree pollen extracts, 47.83% for grass pollen extracts, 27.05 for weed mixture and 23.67% for house dust mites. Skin test reactions were positive in 31%, 74%, 42%, 71%, 60% in brochial asthma, rhinitis, rhinitis+asthma, rhinitis+conjunctivitis, rhinitis+conjunkctivitis+asthma, respectively. 71% of patients with bronchial asthma and 33% of patients with rhinitis had high total lgE levels. We didn't determine positive correlation between the skin test positivity and high serum total lgE levels.
Konya Hatunsaray Kasabası Evlıyatekke Koyu Kaynak Suyunda Yapılan Değerlendirme Çalışması
EvaluatIon Of SprIng-Water In EvlIyatekke VIl-Lage In Hatunsaray Town Of Konya DIstrIct
Evliyatekke kayfindeki kavnaktan kimyasal analiz kin airman ye kiikfirt iceren hu suyun hanyo §.eklinde kullarami kapntilt deri hastalzklarinda yarar sag-layict ozelliktedir. Buharina maruz kalma ya da 441- mesi solunum vetmezligi, kollaps. koma, ollim olu,y-. turabilir. Duciik miktarlarda bile mukozalarda irritasyon yapzcz niteliktedir. Bu suyun asit yapida olnzasi da mukozalarda irritasyon nedenidir. Top-lam organik madde ve amonyak bulunmasz, sudaki nitrifikas_yonan tamamlandigint giisterir ye harsak enfeksiyonlarzna ?widen olahilecek organik mad-deleri Toplam organik madde miktarmin ye amonyagzn yiiksek olmasz, koruma alanz ol-maywndan kaynaklanabilir. Kloriirfin yiiksek dii-zeyde olmasz insan ya do hayvan kaynaklz idrartn karivIktna delildir.
Bathing with the water containing suiphure has succesful effects in pruritic dermal lesions. Being ex-posed to its vapour or ingestion may cause collaps, coma and death. Even in low doses of sulphure may cause irritation in mucosa and adverse effects. The acidic characteristic of this water is the main cause of the irritation in mucosa. High levels of organic substance and ammonium show discontinued nit-rification of the water. The water containing organic substances may cause intestinal infections. The absence of protective area may increase ammonium concentration and total organic substance. High chlorine con-centration confirms that the water is contaminated with the urine of human beings or animals.
False Treatment TechnIque For PIlonIdal SInus DIsease
Sakrokoksigeal pilonidal sinüs hastalığının (SPH) ideal
tedavisinde hastalara en az zarar veren, nüks oranı düşük ve en
kısa zamanda normal çalışma gücüne dönmesini sağlayan yöntemler
tercih edilmelidir. Bu olgumuzda, bir ay önce eksizyon ve primer
onarım yöntemi ile tedavi edilmiş ancak kısa sürede enfeksiyon ve
yara açılması ile başvuran bir olguyu sunduk. Yirmiüç yaşında erkek
hasta, 10 gündür devam eden intergluteal akıntı ve ağrı şikâyetleri ile
acil servise başvurdu. Hastaya bir ay önce dış bir merkezde pilonidal
sinüs tanısı ile eksizyon ve primer onarım uygulandı. Hastanın
muayenesinde; intergluteal alanda enfekte, sütürleri açılmış ve
cilt altında geniş bir boşluk saptandı. Bizim yaptığımız ikinci
operasyonda; cilt altı boşlukları ve açılmış yarayı içine alan modifiye
eşkenar dörtgen şeklinde eksizyon ve sağ taraftan hazırlanan cilt
flebi ile primer onarım uygulandı. Hasta postoperatif 3. gün taburcu
edildi ve postoperatif 5.günde derni çekildi. Hasta postoperatif 20.
günde herhangi bir komplikasyon olmadan tamamen iyileşti. Olgumuz
benzersiz ya da nadir değildir. Ancak, biz SPH tedavisi için en
uygun yöntemin ülkemizdeki tüm cerrahlar tarafından bilinmesi ve
uygulanması gerektiğini düşünüyoruz.
The ideal therapy for sacrococcygeal pilonidal disease (SPD)
would be a prompt cure that allowed patients to return quickly to
normal activity, with minimal morbidity and a low risk of complications.
We report the case operated with excision and primer suture for SPD
a month ago had infected and decomposed wound. A 23-year-old
male patient was admitted to the emergency room with complaints of
intergluteal discharge and pain that last for 10 days. Surgery which
was excision and primer suture was applied him in other health center
for SPD a month ago. There was infected and decomposed wound and
a large cavity under sutured skin on intergluteal area. In the second
operation, we excised decomposed wound including cavities and skin
as modified equilateral quadrangle shape, a right flap was prepared
and rotated to left side for primer suture. Patient was discharged on
postoperative 3th day and drain was getting out on postoperative
5th day. Patient recovered completely without any complication on
postoperative 20th day. Our case is no not only unique but also rare.
However, we think that the most appropriate method for treatment of
SPD should be known and applied by all surgeons in our country.
Türkiye'de İç Anadolu'da Kuduz Riskli Isırıklarda Tedavi Yaklaşımımızın Gözden Geçirilmesi
RevIew Of Our Treatment Approach In RabIes-RIsky BItes In Central AnatolIa In Turkey
Amaç:Isırıklar tüm dünyada önemli bir yaralanma sebebidir. Belli rehber ve prensiplere göre ısırıkların tedavisi yapılır. Bu çalışmada amacımız yatarak tedavi edilen ısırık yaralarının demografik özelliklerini incelemek, cerrahi tedavi deneyimlerimizi paylaşarak yeni çalışmalara ve tedaviler için yol gösterici olmaktır.
Gereç Yöntem: Çalışmaya ınsan veya hayvan tarafından ısırılıp yatarak cerrahi tedavi gerektiren hastalar dahil edildi. Demografik özellikleri, tetanoz ve kuduz proflaksisi uygulamaları, yara yerinden izole edilen enfeksiyon etkenleri, uygulanan antibiyoterapiler, cerrahi tedaviler kaydedildi.
Bulgular: Hastaların 43 ü erkek ve ortalama yaş (±SD) of 34.5±23.8 (min3-85max). 15 yaş altı hastaların yaralanmaların 13’ünde(65%), 15 yaş üstündeki hastaların 12’sinde (27.3) baş boyun bölgesinde idi. Extremitelerde ise 15 yaş altında 7 (35%), 15 yaş üstünde de 28 (63.6%) hastada yaralanma mevcut idi. Yaralanmaların 50 (78.1%) si köpek kaynaklı, 8 (12.5%) i yabani hayvan (7 domuz, 1 kurt), 4’ü (6.3%) diğer evcil hayvan (at, eşek, inek), 2’si (3.1%) insan kaynaklı idi. Hastaların tümüne Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafınan belirlenen Kuduz Proflaksi Rehberi’ne göre müdahele edilmişti. Yara yerlerine basınçlı, bol sabunlu su ile yıkama yapılmış idi. Tetanoz proflaksisi gereken 40 hastaya tetanoz, 62 hastaya kuduz proflaxisi başlanmış ve uygun görülen hastalara kuduz immunglobülini yapılmış idi. Hastaların 38’ınde proflaktik amoksisilin klavulonat, 12’sinde kristalize penisilin-G, 6’sında sultamisilin, 6’sında sultamisilin ve aminoglikozit kombinasyonu, 2’sinde sefazolin tedavisi başlanmıştı. 12 (18.8%) hastaya geldiği gün mikrobiyolojik inceleme yapılmadan acil operasyona alınarak cerrahi yapılmış idi. İlk gün onarım yapılan hastaların 7’sinde primer suturasyon, 3’ünde lokal flep, 1’inde kulak, 1’inde burun replantasyonu, 1’inde femoral arter, 1’inde peroneal sinir onarımı yapılmıştı. Geç onarım yapılan 52 hastanın 35’ine primer suturasyon, 4’üne deri grefti, 17’sine lokal flep, 2’sinde paramedian alın flebi yapılmış idi. Erken ve geç onarım yapılan hastaların hiçbirinde komplikasyon görülmemişti.
Sonuç: Isırıklarda yaranın bol ve basınçlı sabunlu su ile irrigasyonu sayesinde yaranın bakteriyal yükü, acil onarım yapılmasına olanak sağlayacak kadar, azaltılabilir.
Aim: Bites are an essential cause of injury since the world. Treatment of bites is made according to specific guides and principles. The study's purpose is to examine the demographic characteristics of patients hospitalized due to bite wounds and to be a guide for new studies and treatments by sharing surgical treatment experiences.
Material and Method: Patients who were bitten and required surgical treatment were included in the study. Demographic characteristics, tetanus, and rabies prophylaxis applications, infection agents isolated from the wound site, antibiotherapies applied, and surgical treatments were recorded.
Results: Of the patients, 43 were male and mean age (±SD) of 34.5±23.8years (range, 3-85 years). Bites were in the head and neck region in 13(65%) of patients under 15 years old and in 12(27.3%) of the patients over 15 years old. In extremities, the injury was present in 7(35%) patients under 15 and in 28(63.6%) patients over 15 years old. Of the injuries, 50(78.1%) were caused by dogs, 8(12.5%) by wild animals (7 pigs, one wolf), 4(6.3%) by other pet species (horse, donkey, cow), and 2(3.1%) by humans. The intervention was made to all the patients according to guide of rabies prophylaxis specified by the Ministry of Health, General Directorate of Public Health. Irrigation was applied to the wound site with plenty of pressurized and soapy water. Forty patients received tetanus prophylaxis, 62 patients received rabies prophylaxis, and rabies immunoglobulin was applied to patients considered as suitable. Prophylactic amoxicillin clavulanate treatment was started in 38 of the patients, crystalline penicillin-G in 12, sultamicillin in 6, the combination of sultamicillin and aminoglycoside in 6, and cefazolin treatment in 2. 12(18.8%) patient underwent an urgent operation for repair process without any microbiological examination on the date of arrival. Among the patients to whom repair was applied on the first day, 7 had primary saturation, 3 had a local flap, 1 underwent ear, and 1 underwent nasal replantation, one patient had femoral artery repair, and one patient had peroneal nerve repair. Among 52 patients who underwent late repair, primary suturation was applied to 35, skin graft to 4, local flap to 17, and paramedian forehead flap to 2. No complication was seen in any of the patients who underwent early and late repairs.
Conclusion: Bacterial burden of the wound can be reduced enough to allow urgent repair owing to the irrigation of the wound with plenty of pressurized and soapy water in bites.
Multipl skleroz (MS), farklı klinik seyir özellikleri gösteren
heterojen hastalık grupları içermektedir. MS lezyonları, merkezi sinir
sisteminin farklı bölümlerinde oluşabildiğinden, çok çeşitli semptom
ve belirtilere neden olabilirler. Bu vakada da olgunun dizestezi
dışında herhangi bir bulgu olmadan MS tanısı almasını ve kas
iskelet sistemi semptomatolojisinde MS’in çok farklı klinik tablolara
bürünerek sinsi seyrine dikkat çekmek istedik. Yirmi iki yaşında
bayan hasta fizik tedavi polikliniğine son bir aydır olan sağ kolda
dizestezi şikayetiyle geldi. Yapılan muayenesinde tüm sağ kolda
yaygın dizestezi dışında yüzeyel ve derin duyu kaybı, motor kayıp,
derin tendon reflekslerinde kayıp,patolojik refleksi bulunmamaktaydı.
Serebellar testleri normaldi. Özgeçmiş,soygeçmişinde özellik
bulunmamaktaydı. Boyun grafisi normaldi. Bunun üzerine çekilen
magnetik rezonans görüntülemede (MRG)’de spinal kortta C2-3 ve
C3-4 düzeylerinde belirgin olmak üzere T2 sekansında hiperintens,
beyindede sol sentrum semiovalede T1’de hipo, T2 kesitlerinde
hiperintens sinyal özelliğinde olan ve İV Gad enjeksiyonu sonrası
halkasal kontrastlanan, bilteral sentrum semiovale ve periventriküler
beyaz cevherde milimetrik boyutlu demiyelinizan plaklar gözlendi.
BOS’ta bakılan oligoklonal bant pozitif,IgG indeksi 0.98 idi. Rutin
kan değerleri normaldi. Nörolojiyle birlikte değerlendirilen olgu
klinik,radyolojik görüntüleme ve laboratuvar verileri ışığında olası
diğer etiyolojilerde dışlandıktan sonra MS olarak değerlendirildi.
Klasik bulgularla başladığında MS tanısı koymak kolaydır fakat atipik
seyirde tanı koymak zorlaşmaktadır. Bu da branşımızın kapsamındaki
hastaların semptom ve bulguların ne kadar çeşitli altta yatan
hastalıkların ne kadar farklı olabileceğini göstermiştir.
Multiple sclerosis(MS) lesions can occur in different parts of the central nervous system therefore cause a variety of symptoms and signs.In this case receive a diagnosis of MS without finding anything other than dysesthesia and changed into a very different clinical pictures of musculoskeletal symptomatology of MS would like to draw attention to an insidious course. 22-year-old female patient physical therapy clinic complaining of dysesthesia that since the last 1 month in the right arm.All examination of the outside of the left arm common dysesthesia;cranial nerve,superficial and deep sensory,motor,deep tendon reflex and pathological reflexes examination was normal. There was no resume and family history feature.Neck x-ray was normal.But magnetic resonance imaging (MRI) in the spinal cord to be C2-3 and C3-4 levels hyperintense signal in the T2sequence and also in the brain in the left centrum semiovale hypointense signal in T1,hyperintense signal in T2sections,and after İV of Gad,bialteral centrum semiovale and periventricular white matter was observed enhancing rim millimeter-sized demyelinating plaques. In CSF oligoclonal bands tended positive IgGindex was 0.98. Routine blood tests was normal. After evaluating the case with neurology,clinical,radiological and laboratory data were evaluated by the MS after the exclusion of other etiology. 1000 mg/day dose intravenous methylprednisolone was given for 5 days. When the diagnosis of MS is easy to put the classic symptoms,but atypical in navigation is difficult to diagnose. This is how a variety of signs and symptoms within the scope of physical therapy clinics and how different it may indicate an underlying disease.
Preterm Erken Membran Rüptüründe Pulmoner Tromboemboli
Pulmonary ThromboembolIsm In A PatIent WIth Preterm Premature Rupture Of Membranes
17. gebelik haftasında preterm EMR tanısı alıp, ailenin terminasyonu kabul etmemesi üzerine 14 hafta boyunca takip edilen hastanın sunulması. 35 yaşında, son adet tarihine göre 17 haftalık gebeliği olan hasta vajinal akıntı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Hastanın anamnezinde akıntı tariflemesi, amnion mai azalmış olması ve nitrazin testi pozitifliği sebebi ile PEMR tanısı ile kliniğimize yatırılarak takibe alındı. Aileye gebeliğin sonlandırılması önerildi ancak aile gebeliğin devamını istedi. 14 hafta boyunca hastanın antibiotik tedavi altında takibi yapıldı. 31. gebelik haftasında hastanın spontan ağrılarının başlaması, vaginal tuşesinin ilerlemesi üzerine sezaryen yapıldı. Postoperatif 1. günde hastanın sol bacağında şişlik tariflemesi üzerine çekilen sol ekstremite venöz dopplerinde akut derin ven trombozu olduğu saptandı. Hastanın nefes darlığı ve eşlik eden düşmeyen ateşi nedeniyle hastaya pulmoner tromboeemboli ön tanısı ile çekilen bigisayarlı kontrast toraks tomografisinde ve pulmoner anjiografisinde, pulmoner tromboemboli tanısı aldı. Hasta postoperative 10. gün sorunsuz olarak warfarin sodyum (Coumadin®, Zentiva, İstanbul) 5 mg/gün po. kullanmak üzere taburcu edildi. Preterm erken mebran rüptürü olan kadınlarda tromboembolik olayların prevalansı, bu tedaviyi (uzun dönem yatak istirahati) almayan gebe kadınlara kıyasla önemli ölçüde artmaktadır.
To present a patient who was diagnosed as Preterm Premature Rupture of Membrane at 17th gestational week, she didn’t accept termination of her pregnancy and followed up for 14 weeks period. The patient was 35 years old and had 17 weeks pregnancy estimated using the date of the patient’s last menstrual period, referred to our clinic with vaginal discharge. The patient hospitalized for fetal and maternal monitoring with diagnosis of Preterm Premature Rupture of Membrane because of continued vaginal discharge at anamnesis, positive result at nitrazine paper and decreasing amniotic fluid on ultrasound. The family was asked for termination of pregnancy but they wanted to continue pregnancy. The patient was followed up for 14 weeks period with giving antibiotics. The patient’s labour started spontaneously on 31 gestational age, increased cervical dilatation at vaginal examination so that the patient was delivered by cesarean section. On first postoperative day the patient complained from swelling at left leg so left extremity venous doppler was performed and acute deep vein thrombosis was detected. Because of shortness of breath with continued fever at the patient, contrast computerized tomography and pulmonary angiographytaken with the preliminary diagnosis of pulmonary thromboembolism. The absolute result was pulmonary thromboembolism. The patient was discharged without any problem on 10th postoperative day for use warfarin sodium (Coumadin®, Zentiva, İstanbul )5 mg / day po. The prevalence of thromboembolic events among women for whom extended bed rest is prescribed as part of the treatment of premature labor or preterm premature rupture of membranes is significantly increased with respect to that among pregnant women who do not receive this therapy
Alveoler Kemik Grefti Donör Sahasındaki Kemik Balmumu Nedeniyle İyileşmeyen Ülser - Bir Olgu Sunumu
Non-HealIng Ulcer Due To Bone Wax In Alveolar Bone Graft Donor SIte- A Case Report
Kemik balmumu, balmumundan üretilmiş yaygın olarak kullanılan bir hemostatik ajandır. Nöroşirürji, ortopedik cerrahi, çene ve ortognatik ameliyatlarda yaygın olarak kullanılır. Her ne kadar kemik balmumu nedeniyle komplikasyon ile ilgili birkaç vaka bildirilmiş olmasına karşın, çeşitli cerrahi bölgelerde kullanımı devam etmektedir. Alveoler kemik greftlenmesi için kemik kemik grefti yerleştildikten bir yıl sonra ortaya çıkan iliak krest üzerinde olağandışı bir iyileşmeyen ülser vakasını sunuyoruz.
Bone wax is a commonly used hemostatic agent derived from beeswax. It is used widely in neurosurgery, orthopaedic surgery, maxillofacial and orthognathic surgery. Although few case reports have emerged regarding complication due to the bone wax, the use of it continues in various surgical sites. We report an unusual case of a non-healing ulcer over the iliac crest appearing one year after bone harvest was done for alveolar bone grafting
Pollisizasyon, Tendon Grefti Ve Radial Önkol Flebi İle Her İki Elde Tek Seanslı Rekonstrüksiyon
ReconstuctIon Of Both Hands UsIng PollIcIsatIon, Tendon Grafts And RadIal Forearm Flap In One Stage.
Trafik kazası sonrası her iki el yaralanması ile kliniğimize başvuran 52 yaşındaki bayan hastada karpometakarpal seviyeden sağ el başparmak amputasyonu, aynı el ikinci parmakta cilt ve tendon kaybı, sol el dorsalinde cilt ve 2-3. parmak ekstensör tendon kayıpları tespit edildi. Tek seansta rekonstrüksiyon planlanarak, sol elde palmaris longus tendonlarından alınan greftler uygun gerginlikte ekstensör tendon kayıplarının yerine interkalari greftler olarak tatbik edildi. Ardından cilt defekti için ters akımlı 'radial forearm flep' tasarlandı ve yara örtüldü. Takiben sağ el ikinci parmak alınarak Buck-Gramcko'nun tarif ettiği teknikle başparmak yerine transfer edildi. Sekiz ay sonra yapılan kontrolde hastanın sağ elini kullanarak küçük cisimleri tutabildiği, ayrıca geniş ve ağır cisimleri kavrayarak kaldırabildiği görüldü. Sol elde ise bilek ve parmak hareket genişlikleri tam olarak kazanılmıştı. Klasik yoldan farklı tedavi edilen bu vakada tedavinin hastaya göre planlanması gerektiği bir kez daha vurgulandı.
A fifty two year old woman sustaining bilateral hand injurles after a traffic accident was admitted to our clinic. She had right thumb amputation from the carpometacarpal level, tendon and skin loss in the right hand secönd finger, loss of the 2-3 extensor tendons and the overlying dorsal skin in the left hand. Reconstruction in a single session was planned and palmaris longus tendons from both hands were taken and used as intercalary grafts for extensor tendon losses after which the skin loss was covered with a radial forearm flap. Afterwards, the second injured finger in the right hand was taken and pollicisized using the Buck Gramcko technique. At the last follow-up examination 8 months after the injury, she was able to pick up small objects and grip large and heavy objects using her right hand. The range of motion of the wrist and the fingers of the left hand was completely restored. The importance of treatment design tailored individually for each patient was stressed in this case.
Daptomisin; Siklik Lipopeptid Antibiyotiklerin İlk Ve Tek Üyesi
DaptomycIn; FIrst And Only Member Of CyclIc LIpopeptIde AntIbIotIcs
Daptomisin, siklik lipopeptidler olarak adlandırılan yeni bir antibiyotik sınıfının ilk ve tek üyesidir. Etki spektrumu, gram pozitif aerop ve anaerop bakteriler ile sınırlıdır. Metisiline dirençli S.aureus (MRSA), vankomisin orta duyarlı S.aureus (VISA), vankomisin dirençli S.aureus (VRSA) dahil stafilokoklara, vankomisin direnci bulunan E.faecalis ve E.faecium dahil enterokoklara ve penisilin dirençli S.pneumoniae dahil streptokoklara karşı etkilidir. Dünyada 2003 yılında kullanıma giren daptomisin, ülkemizde 2009’da ruhsatlandırılmıştır. Ülkemizde daptomisinin klinik kullanım endikasyonları diğer ülkeler ile aynı olup, komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (KDYDE), S.aureus bakteriyemisi ve S.aureus’a bağlı sağ kalp endokarditinden oluşmaktadır.
Daptomycin, is currently the first and only member of a new age antibiotics class labeled as cyclic lipopeptides. The spectrum of its effectiveness is limited with gram positive aerobe and anaerobe bacteria. It is effective against; staphylococci including methicillin resistant S.aureus (MRSA), vancomycin intermediately sensitive S.aureus (VISA), vancomycin resistant S.aureus (VRSA), enterococci including E.faecalis and E.faecium, and penicillin resistance streptococci including S.pneumoniae. Daptomycin, first used in the world in 2003, was licensed in our country in 2009. The clinical indications for daptomycin use are the same with other countries; namely, complicated skin and soft tissues infections, and S.aureus bacteremia and S.aureus right sided endocarditis.
Yaşın Ve Cinsiyetin İnsan Epidermis Kalınlığına Ve Melanosit Sayısına Olan Etkilerinin Histolojik Yöntemlerle Araştırılması
The Effects Of Age And Sex On The ThIckness Of EpIdermIs And The Number Of Melanocytes Were DetermIned In Human SkIn Samples By UsIng HIstologIcal Methods
Bu çalışmada, yaşın ve cinsiyetin epidermis kalınlığına ve melanosit sayısına olan etkilerinin histolojik yöntemler yardımıyla belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada değişik yaş gruplarından oluşan 10 erkek ve 10 kadından alınan deri numuneleri %10’luk formalin solüsyonunda tespit edildi. Deri numunelerine rutin histolojik yöntemler uygulandı ve parafine gömüldü. Epidermisde dermoepidermal bileşkede yassılaşma ve dermal papillaların sayısında azalma olduğu görüldü. Epidermis kalınlığının yaşa bağlı olarak azaldığı ancak cinsiyetle bu kalınlık arasında anlamlı bir fark olmadığı bulunmuştur. Ayrıca, yaşla beraber epidermisdeki melanositlerin sayılarında azalmalar bulundu. Melanosit sayısının cinsiyete bağlı olarak değiştiği tespit edildi. Epidermis kalınlığının yaşa bağlı olarak değişip değişmediği test edilmiş değişimin anlamlı olduğu görülmüştür (p
In this light microscopic study, the effects of age and sex on the thickness of epidermis and the number of melanocytes were determined in human skin samples by using histological methods. Skin samples from a group of various ages including 10 men and 10 women were fixed in 10 % formaldehyde solution.The formalin fixed skin samples were processed using routine histologic procedures and embedded in paraffin. In this study, the most consistent results are in the epidermis of aging individuals is flattenning of the dermo-epidermal junction and decreased number of dermal papilla. However, it was found that numbers of melanocytes in epidermis decreased with age and changed with sex. Consequently, there is a significant statistical difference between epidermis thickness and age ( p< 0,0001 ). However, a high negative correlation was determined between epidermis thickness and age ( r= -0,8047). In conclusion epidermal thickness decrease %80 with age. But there is a no significant statistical difference between epidermis thickness and sex ( p= 0,7622). Also, there is a significant ( p
Altı Farklı Yüz Bölgesinden Epidermis, Dermis Ve Toplam Cilt Kalınlıklarının Ölçümü
Measurement Of EpIdermIs, DermIs, And Total SkIn ThIcknesses From SIx DIfferent Face RegIons
Amaç: Bu çalışmanın amacı, yüzün altı farklı bölgesinin epidermis, dermis ve toplam deri kalınlıklarının belirlenerek cilt kalınlığı haritası oluşturmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Yaşları 30-80 arasında değişen 90 kadın ve 90 erkek hastanın yüz derisi, saçlı deri, alın, yanak, kulak, burun ve dudak bölgelerinden 9-10 mm sağlıklı doku içeren örnekler retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Örnekler incelendi ve ışık mikroskobu altında mikrometre ile epidermis ve dermiş kalınlıkları ölçüldü.
Bulgular: Çalışmaya alınan 90 kadın katılımcının 6 yüz bölgesinin epidermis kalınlıkları 65,91±14,44 µm ile 120,91 ±44,74 µm, dermis kalınlıkları 1150±217,43 µm ile 1498,33±388,56 µm ve toplam deri kalınlıkları 1234,83± 217,6 µm ve 1599,33±492,2 µm idi. Çalışmaya alınan 90 erkek katılımcının 6 yüz bölgesinin epidermis kalınlıkları 79,08±13,88 µm ile 122,75±32,5 µm, dermis kalınlıkları 1106,66±389,82 µm ile 1942,5±464,06 µm ve toplam deri kalınlıkları 1756±503,75 µm ve 2022,5±460,24 µm arasında bulundu.
Sonuç: Kadın hastalarda en ince epidermis saçlı deriden, erkek hastalarda ise en ince epidermis yanaktan ölçüldü. En kalın epidermis kadın ve erkek hastalarda üst dudak üstü bölgedeydi. Ancak dermiş kalınlığının en ince ve kalın olduğu bölgeler cinsiyete göre farklılık gösterdi. Daha ileri çalışmalarda, daha çok merkezli, çok ırklı materyaller kullanılarak yüzün daha fazla alt birime bölünmesiyle yüz derisi kalınlığının tam bir haritası elde edilebilir.
Aim: The aim of this study was to map the skin thickness by determining the epidermis, dermis and total skin thickness of six dif ferent regions of the face.
Patients and Methods: Samples containing 9-10 mm of healthy tissue from the facial skin, scalp, forehead, cheek, ear, nose and lip regions of 90 female and 90 male patients aged between 30 and 80 years were retrospectively included in the study, and epidermis and dermis thicknesses examined with a micrometer under a light microscope.
Results: Epidermis thicknesses of 6 facial regions of 90 female participants included in the study were between 65.91±14.44 μm and 120.91±44.74 μm, dermis thicknesses were between 1150±217.43 μm and 1498.33±388.56 μm, and total skin thicknesses were between 1234.83±217.6 μm and 1599.33±492.2 μm. Epidermis thicknesses of 6 facial regions of 90 male participants included in the study were between 79.08±13.88 μm and 122.75±32.5 μm, dermis thicknesses were between 1106.66±389.82 μm and 1942.5±464.06 μm, and total skin thicknesses were between 1756± 503.75 μm and 2022.5±460.24 μm.
Conclusion: In the female patients, the thinnest epidermis was measured on the scalp and the thinnest epidermis in the male patients was measured on the cheek. The thickest epidermis was on the upper lip in the male and female patients. However, the regions with the thinnest and thickest dermis thicknesses differed according to gender. In further studies, a full map of facial skin thickness can be obtained by dividing the face into more subunits using more multicentre, multiethnic materials.
1982-1987 yılları arasında cerrahi tedavi uyguladığımız, ciltte lokalize olmuş 9 hemangiomlu hasta takdim edilerek, sonuçlar literatür eşliğinde tartışıldı.
Between 1982 - 1987 9 patients with localised skin hemangiomas treated surgically is presented and results reviewed with literature.
Moleküler oksıjenden meydana gelen serbest ra-dikaller tıp alanında özel ilgi toplamaktadır. Oksijen radikallerinin üretildiği yerlerden biri olarak deri serbest radikallerin hasar yapıcı etkilerine karşı bir-hedef organ konumundadır. Bu derlemede radikal oksijen türleri ve derideki etkilerinin tanumna yer antioksidan savunma mekanizmaları ve olası yeni terapötik antioksidan ajanlara değinilmiştir.
Free radicals derived fi-om molecular oxygen are receiving particular attention irı medicine. Skin as a sit,• of ()Aygen radical production is a target organ for their &imaging properties. In this review the desen-prim'r of radical oxygen species and their ef-fects on skin is presented, antioxidant defence ince-hanisms and possible novel therapeutic antioxidant agents are mentioned.
Amaç: Bu çalışmada ameliyathane dışı anestezi deneyimlerimizi ve sonuçlarını tartışmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Mayıs 2017-Aralık 2017 tarihleri arasında tanı ve tedavi amacıyla ameliyathane dışında sedo-analjezi uygulaması yapılan 18 yaş üstü olguların anestezi kayıtları retrospektif olarak tarandı. Kayıtlar; demografik veriler, uygulanan işlem, işlemin süresi, sedasyon derecesi, kullanılan ilaçlar, gelişen minör ve major komplikasyonlar, kronik obstrüktif akciğer hastalığı öyküsü ve yoğunbakım ihtiyacı açısından incelendi. Komplikasyonlar ile demografik veriler ve kategorik değişkenler arasındaki ilişkiler analiz edildi.
Bulgular: Toplam 2562 hastaya sedo-analjezi uygulandı. Bu olguların 1428 (%55.7)’i kadın, 1134 (%44.3)’ü erkek idi. Yaş ortalaması 53.08±16.55 idi. Olguların 268 (%10.5)’i ASA I, 1683 (%65.7)’ü ASA II, 598 (%23.3)’i ASA III, 13 (%0.5)’ü ASA IV idi. 519 (%20.3) hastaya minimal sedasyon, 1541 (%60.1) hastaya orta derecede sedasyon, 502 (%19.6) hastaya derin sedasyon uygulandı. En uzun işlem süresi endoskopik retrograd kolanjiopankreatografide 28.7±16.3 dk, en kısa işlem süresi üst gastrointestinal endoskopide 10.3±3.1 dk olarak tespit edildi. En fazla uygulanan işlem %31 ile kolonoskopi idi. En çok kullanılan ilaç kombinasyonu 1231(%48) hastaya uygulanan midazolam+propofol+fentanil kombinasyonu idi. 148 (%5.76) hastada minör komplikasyon, 10 (%0.37) hastada major komplikasyon gelişti. Toplam 15 (%0.58) hasta prosedür sonrası yoğunbakıma devredildi. Desatürasyon; ASA III ve üzeri hastalarda,15 dakikadan uzun süren işlemlerde, 65 yaş üstü hastalarda ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığında istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksekti. İşlem sonrası yoğunbakım ihtiyacı da bu hasta gruplarında anlamlı oranda yüksekti.
Sonuç: Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarının sıklığı giderek artmaktadır. Bu uygulamalar taşıdığı riskler açısından ameliyathanedeki anestezi uygulamalarıyla benzerdir. Hasta güvenliğinin artırılması ve komplikasyonların azaltılması için işlem öncesi ayrıntılı bir değerlendirme yapılması, uygun fiziksel şartlarda doğru bir monitörize anestezi bakımı sağlanması ve ekipler arasında sağlıklı bir iletişim kurulması önemlidir.
Aim: In this study, we aimed to discuss our experience and results of non-operating room anesthesia.
Materials and Methods: Anesthesia records of patients older than 18 years who underwent sedo-analgesia outside the operating room for diagnosis and treatment between May 2017 and December 2017 were retrospectively screened. The records were examined in terms of demographic data, applied procedure, duration of the procedure, sedation grade, medications used, developing minor and major complications, chronic obstructive pulmonary disease story and intensive care need. Relationships between complications with demographic data and categorical variables were analyzed.
Results: Totally 2562 patients underwent sedo-analgesia. 1428 (55.7%) of these cases were female and 1134 (44.3%) of them were male. The average age of patients was 53.08±16.55. 268 (10.5%) of the cases were ASA I, 1683 (65.7%) were ASA II, 598 (23.3%) were ASA III and 13 (0.5%) were ASA IV. 519 (20.3%) patients were minimally sedated, 1541 (60.1%) were moderate sedated and 502 (19.6%) deep sedated. The longest procedure time in endoscopic retrograde cholangiopancreatography was 28.7 ± 16.3 min, and the shortest procedure time in endoscopy was 10.3 ± 3.1 min. The most commonly performed procedure was colonoscopy with 31%. The most commonly used drug combination was midazolam + propofol + fentanyl applied to 1231 patients (48%). 148 (5.76%) patients had minor complication, and 10 (0.37%) patients had major complication. A total of 15 (0.58%) patients underwent intensive care after the procedure. Desaturation was statistically significantly higher in patients with ASA III and above, in procedures take longer than 15 minutes, in patients older than 65 years, and in the presence of chronic obstructive pulmonary disease. The intensive care need after the procedure was also significantly higher in these patient groups.
Conclusion: The incidence of non-operating room anesthesia is increasing steadily. The risks associated with these practices are similar to the anesthesia in the operating room. In order to increase patient safety and reduce complications, it is important to carry out a thorough evaluation before the procedure, to provide proper monitored anesthesia care in appropriate physical conditions, and to establish healthy communication between the teams.
Çeşitli Hastalık Materyallerinde Ureyen Klebsiella Grubu Bakterilerin Tiplendirilmesi
IdentIfIcatIon Of KlebsIella StraIns Isolated From Several ClInIcal MaterIals
İdrar, dışkı, üst solunum yolu (boğaz,burun), cilt lezyo-nu, kulak akıntısı, safra ve kan örneklerinden üretilen gram negatif bakterilerden klebsiella özelliğine uyan 62 suş izole edilmiştir. Bunlara uygulanan biyokimyasal testlerin sonucun-da 49'u (%79,3) Kl. pneumoniae,9'u (%14,53) Kl. ozaenae, 2'si (% 3.22) Kl. rhinoscleromatis olarak değerlendirilmiştir. 2' sinin Klebsiella grubuna dahil olmasına karşılık türü tayin edilememiştir. 40 Klebsiella suşunun serolojik tip tayininde ise en çok tip 2(% 52,5) bulunmuştur.
62 isolated KleLsiella strains were cultivated from urine, stool, upper respiratory tract specimens (throat, phlegm), bile, skin lesions and blood specimens. In result of bioche-mical tests, 49(79,3%) of 62 strains were Kl. pneumoniae, 9(14,53%) Kl. ozaenae, 2(3,22%) KI. rhinoscleromatis. Two Klebsiella strains were not determined. In serological determination of 40 Klebsiella species type 2 have been found more than others.
A MorphometrIc Study On Suprascapular Notch By MultIdedector ComputerIzed Tomography
Incisura scapulae, scapula’nın margo superior’unda, processus coracoideus’un kökünün iç tarafında bulunur. Bu çentik üst taraftan ligamentum transversum scapulae superius tarafından kapatılır ve bir delik haline dönüştürülür. Bu bağın altından n. suprascapularis, üstünden ise a. ve v. suprascapularis birlikte geçerler. Bu çalışmada 2008-2009 yılları arasında multidedektör bilgisayarlı tomografi (MDBT) incelemesi yapılan hastalardan elde edilen görüntüler kullanılmıştır. 44 MDBT görüntüsünden (22 erkek-22 kadın) toplam 88 scapulae (sağ-sol) ’nın incisura scapulae’sı incelenmiştir. İnceleme sonucunda 5 tip belirlenmiştir. Bu tipler; Tip 1: derin ve geniş, Tip 2: derin ve dar, Tip 3: sığ ve geniş, Tip 4: sığ ve dar, Tip 5: çentiksiz’dir. Çalışmamızda beş tip incisura scapulae tespit edilmiştir. Bu tiplendirmede en fazla sayıda tip 1 (26 adet, % 29.54)’in ve en az sayıda tip 5 (2 adet, % 2.27)’in olduğu gözlenmiştir. Ayrıca, tuberculum supraglenoidale, angulus superior, angulus inferior ile incisura scapulae arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.
Suprascapular notch located on the superior border of the scapula and just medial to the base of the coracoid process. This notch is covered by superior transverse scapular ligament and is turned into a foramen. Suprascapular nerve passes under this ligament and suprascapular vessels passes together over it. The images of the patients undergone MDCT examination between 2008 and 2009 were used in this study. Total 88 right and left MDCT scapula images obtained from 44 individuals (22 male, 22 female) were used. Suprascapular notch was divided into 5 types from these images. These types; Type 1: with deep and large notch, Type 2: with deep and narrow notch, Type 3: with shallow and large notch, Type 4: with shallow and narrow notch, Type 5: without a notch. In our study, the most common type was with (29,54%) deep, large notch and the least common type was the group (2,27%) without a notch. In addition, the relationship between suprascapular notch and supraglenoid tubercule, superior angle and inferior angle was evaluated.
Supraventriküler Taşikardili Hastalarda Radyofrekans Ablasyonun Kök Hücre Ve Sistemik İnflamasyona Etkisi
The Effect Of RadIofrequency AblatIon On Stem Cells And SystemIc InflammatIon In PatIents WIth SupraventrIcular TachycardIa
Amaç: Kemik iliğinde bulunan kök hücreler, doku onarımını artırmak için miyokardiyal hasar sonrası dolaşıma salınmaktadır. Başta atriyal fibrilasyon olmak üzere; kardiyak aritmilerin radyofrekans ile ablasyonu sonrası dolaşımda bulunan kök hücrelerin inflamatuar aracılar vasıtasıyla salınımının tetiklendiği gösterilmiştir. Bizim çalışmamızda, yavaş yol veya aksesuar yol gibi geniş olmayan ablasyon işlemlerinden sonra dolaşımdaki kök hücre sayısının artıp artmadığı araştırılmıştır.
Method: 26 hastaya [13 kadın, yaş 54 (18-74)] radyofrekans ablasyon işlemi uygulandı. Bu hastalardan 18’ine atriyoventriküler nodal reentran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu; 8’ine ise atriyoventriküler reentran taşikardi nedeniyle aksesuar yol ablasyonu yapıldı. Hastalarda periferikdolaşımdan alınan kan örneklerinde işlem öncesi ve işlem sonrası 7. ve 30. günlerde CD34+ hücre sayıları ve çeşitli serolojik belirteçlerin [Troponin-I (Tn-I), interlökin-6 (IL-6), Stromal deriveted faktör 1-α (SDF 1-α) ve C-reaktif protein (CRP)] düzeyleri incelendi.
Bulgular: CD34+ hücrelerin, işlem sonrası 7. günde bazal ölçüme gore anlamlı artış gösterdiği [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) hücre/mikrolitre sırasıyla, P<0.001] ve 30. günde bazal seviyelere indiği gözlendi. Ablasyon sonrası Tn-I, CRP, IL-6 ve SDF1-α düzeylerinde istatiksel anlamlı artış izlenmedi. İşlem sırasında uygulanan enerji miktarı (watt) ile işlem sonrası 30. günde artan CD34+ hücreleri arasında doğru orantı izlendi (r: 0.460; p= 0.018).
Sonuç: Çalışmamızda periferik kanda bulunan kök hücrelerin atriyal fibrilasyon ablasyonundan daha az enerji uygulanan yavaş yol veya aksesuar yol ablasyonundan sonrası 7. günde anlamlı şekilde arttığı ve izlemde 30. günde bazal seviyelerine döndüğü gösterilmiştir. Ayrıca, dolaşımda bulunan kök hücrelerdeki artışın işlem sırasında uygulanan eneji miktarı ile doğru orantılı olduğu da bulunmuştur.
Introduction: Circulating stem cells (CSCs) are released from bone marrow in to the circulation after myocardial injury to improve tissue repair. Radiofrequency ablation (RFA) of cardiac arrhythmias, particularly for atrial fibrillation, has been shown to trigger the release of CSCs through inflammatory mediators. We aimed to investigate whether CSCs are increased in the circulation following non-extensive ablation procedures such as slow pathway or accessory pathway ablations.
Methods: Twenty-six patients [13 females, 54 (18-74) years old] who underwent slow pathway ablation for atrioventricular nodal reentrant tachycardia (n=18) and accessory pathway ablation for atrioventricular reentrant tachycardia (n=8) were included. Peripheral blood CD34+ cell count and multiple serologic markers [troponin I (Tn-I), C-reactive protein (CRP), interleukin-6 (IL-6), stromal cell derived factor (SDF) 1 alpha] were evaluated before the ablation procedure and 7 and 30 days after the procedure.
Results: The CD34+ cell count was significantly increased on the 7th day after the procedure when compared to baseline [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) cells per microliter respectively, P<0.001]. The CD34+ cell count was similar to baseline on the 30th day following the procedure. Levels of Tn-I, CRP, IL-6 and SDF1-α did not change significantly following ablation. The amount of energy applied during RFA (watts) was significantly correlated with the 30th day CD34+ cell count (r: 0.460; p= 0.018).
Conclusions: Peripheral blood CSCs are increased after slow pathway or accessory pathway ablations which are less extensive ablations compared to atrial fibrillation ablation. The levels return to baseline by the 30th day following the procedure. The increase in CSCs was positively correlated with the amount of energy delivered during the procedure.
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Aeroallergen SensItIvIty Of AtopIc ChIldren In Alanya RegIon
Amaç: Alerjik hastalıklarda semptomları azaltmak ve yaşam kalitesini arttırmak için sorumlu alerjenleri belirlemek önemlidir. Bu nedenle bölgemizdeki alerjik hastalarda aeroalerjenlerin duyarlılığını ve sıklığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, Eylül 2017-Mart 2018 tarihleri arasında pediatrik alerji immünoloji polikliniğine başvuran 1078 hasta (2-18 yaş) dahil edildi.Deri prick testinde en az bir alerjik duyarlılık saptanan 642 hastanın klinik ve demografik özellikleri, total IgE düzeyleri, kandaki periferik eozinofil sayıları, aeroalerjen duyarlılıkları hasta dosyalarından retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışma için Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi Tıp Fakültesi Yerel Etik Kurulundan onay alındı.
Bulgular: Hastaların 642'sinde (%59.5) en az bir aeroalerjene karşı pozitif yanıt gözlendi.Hastaların %34.8'inde astım, %73.7'sinde alerjik rinit, %12.6'sında atopik dermatit ve %3'ünde kronik ürtiker tanısı vardı. 159 (%24.8) hastada birden fazla alerjik hastalık tanısı vardı. Pozitif cilt prick testi olan hastaların 368’i (%57.3) erkek, 274’ü (%42.7) kızdı. Yaş ortalaması 8.49±4.15 yıldı. En sık Akar duyarlılığı saptandı (%76.1). İkinci sıklıkta küf mantarları (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) ve üçüncü sıklıkta grass ve cereal polen (39.8%) duyarlılığı gözlendi. Diğer aeroalerjen duyarlılık sıklıkları; yabani ot polen karışımı (%24.6), ağaç polen karışımı (%21.7), hamamböceği (%17.8), kedi tüyü (%31.2), zeytin ağacı (%20) olarak saptandı. Ortalama serum total IgE düzeyi 215.6 IU/ml ve ortalama eozinofil sayısı 410.63/mm³ idi.
Sonuç: Alerjik hastalıklarda sorumlu alerjenlerin tespit edilmesi semptomların kontrol edilmesi ve seçilmiş vakalarda immünoterapi şansı vererek hastalık seyrini değiştirebilmesi açısından önemlidir.
Aim: It is important to identify allergens in reducing disease-related symptoms and improving quality of life in the allergic diseases. Therefore, we aimed to evaluate the frequency of aeroallergens in allergic patients in our region.
Method: 1078 patients (2-18 years) who applied to the pediatric allergy immunology outpatient clinic between September 2017- March 2018 were included to the study. The demographic and clinical characteristics of 642 patients with at least one allergic sensitization in the skin prick test were evaluated retrospectively. Total IgE levels, peripheral eosinophil counts in the blood, aeroallergen sensitivities in skin prick test were evaulated from the patient’s files. The study was approved by the Ethics Committee of the Alanya Alaaddin Keykubat Medical Faculty.
Results: In 642 of the patients (59.5%), a positive response was observed against at least one aeroallergen. Among patients, 34.8% had asthma, 73.7% had allergic rhinitis, 12.6% had atopic dermatitis, and 3% had chronic urticaria. 24.8% of the patients (159) had more than one allergic disease. When the evaulation of the patients with positive skin prick test, 57.3% were male and 42.7% were female. The mean age was 8.49 +/- 4.15 years. The sensitivity of house dust mites was the most common (76.1%). In the second and third frequency, molds (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) and grass and cereal pollen (39.8%) sensitivity were observed. Other determined aeroallergen sensitivity frequencies were; weed pollen mixture (24.6%), trees pollen mixture (21.7%), cockroach (17.8%), cat hair (31.2%), olive tree (20%).The mean serum total IgE level was 215.6 IU/ml and the mean eosinophil count was 410.63/mm³.
Conclusion: Detection of responsible allergens is important to control symptoms and to give the chance the course of the disease with immunotherapy in the selected cases.
İskelet Kası İskemi Reperfüzyon Hasarının Önlenmesinde Mannitol Etkili Mi?
Is MannItol EffectIve In PreventIng Skeletal Muscle IschemIa ReperfusIon Injury?
Amaç: Akut periferik arteriyel tıkanmayı takiben gelişen iskemi reperfüzyon hasarının tedavisinde mannitolün antioksidan kapasitedeki rolünün ortaya konulması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Akut iskeminin saptandığı 32 hasta çalışmaya alındı. 20 sağlıklı birey kontrol grubunu oluşturdu. Hasta grubunun 17’ sine standart cerrahi tedavi uygulandı, 15’ine cerrahi tedavi ile beraber mannitol infüzyonu yapıldı. İskemik dönemde ve reperfüzyonun 120. dakikasında derin venden alınan kan örneklerinde M DA, GSH-PX ve CPK çalışıldı. Bulgular: Mannitol tedavi grubunun iskemi dönemi. MDA değeri; kontrol grubuna göre önemli ölçüde yüksekti. MDA değeri mannitollü reperfüzyon döneminde daha düşüktü. Mannitol tedavi grubunun reperfüzyon dönemindeki GSH-PX değeri kontrol grubuna göre daha yüksekti. CPK düzeyleri her iki tedavi protokolünün her döneminde kontrole göre önemli yükseliş sergilerken; mannitol tedavisinin reperfüzyon dönemi kendi iskemik dönemine göre önemli azalma ortaya koydu. Sonuç: Mannitolün serbest oksijen radikal akitivitesini baskılayıp, antioksidan kapasiteyi artırdığı ve doku hasarında anlamlı düşme meydana getirdiği ortaya kondu.
Purpose: The aim of this study was to detect the effectiveness of mannitol’s antioxidant capacity in the treatment of ischemia-reperfusion injury after acute Peripherie arterial occlusion. Material and Methods: 20 healthy individuals and 32 patients with acute arterial occlusion were taken to study. Of the acute isehemia diagnosed patients, Standard surgery was performed on 17 patients and surgery and mannitol infusion were given to 15 patients. Blood samples were taken from the deep veins and MDA, CPK, GSH-PX levels were measured in the acute isehemia diagnosed period and 120th minutes of the reperfusion. Results: MDA of mannitol treatment group in the isehemie period meaningfully inereased in consideration with the control group. İn consideration of reperfusion period with isehemie group in mannitol treatment MDA signjficantly decreased. İn the reperfusion period of mannitol treatment GSH-PX significantly inereased according to control group. Although the CPK results showed significant inerease in each period of both treatments, the reperfusion period of mannitol treatment showed a significant decrease in CPK considering with it’s isehemie period. Conclusion: İn acute arterial occlusions it was shown that mannitol decreases the activity of free oxygen radicals, inereases the antioxidant capacity, and decreases the tissue injury meaningfully.
Düşük Doz Morfin Hidroklorünün Rat Böbrekleri Üzerindeki Histolojik Etkisi * *
HIstologIcal Influences Of Low-Dose-Morphlne Hydrochlorur On Rat KIdneys
Bu çalışmada, düşük doz morfin hidroklorür'ün rat böbreği üzerindeki etkileri ışık mikroskobik seviyede belirlendi. Çalışmada 15'i erkek ve 15'i dişi olmak üzere 30 adet Sprague Davvley ırkı rat kullanıldı. Her iki cinsten 5'er adedi kontrol grubu, 10'ar adedi ise deney grubu olarak ayrıldı. Kontrol grubu hayvanlara günaşırı derialtı yoluyla serum fizyolojik (5mg/kg dozunda), deney grubu hayvanlara ise 5 mg/kg dozunda morfin hidroklorür verildi. Deney sonunda hayvanlar genel anestezi altında tamponlu formolle (pH=7.4) perfüze edildi ve böbrekler çıkarılarak morfometrik ölçümleri (en, boy, kalınlık) yapıldı. Takiben, böbrek dokusu örneklerinden rutin histolojik tekniklerle preparatlar hazırlanarak 7pm kalınlığında kesitler alındı ve boyandı. Preparatlar ışık mikroskobuyla incelendi. Yapılan incelemelerde, düşük dozda verilen morfin hidroklorürün glomerüler yıkımlanma, proksimal ve distal tubuluslarda epitel nekrozu ve deskuamasyonuna, damarlarda hiperemi ve hemorajilere neden olduğu tespit edildi. Tespit edilen bozuklukların, böbrek tubulus epitel hücrelerinde detoksifikasyon enzimlerine sahip olmayan ratlara özgü olabileceği ve metabolizması insana yakın olan bir türde benzer bir çalışmanın yapılmasının yararlı olacağı sonucuna varıldı.
İn this study the effects of low-dose morphine hydrochlorur on rat kidney vvere determined at light microscopical level. A total of 30 Sprague Davvley rats from both sexes (15 male and 15 female) vvere used. Five rats from both sexes vvere served as Controls, vvhereas 10 rats from each sex vvere used as experimental group. Control animals vvere injected subcutaneously vvith physiological şaline (5mg/kg), the animals of experimental group vvere given morphine hydrochlorur at a dose of 5 mg/kg in every other day. At the end of the experiment, the animals vvere perfused vvith buffered formaline (pH=7.4) under anaesthesia, and kidneys vvere extirpated, and morphometrical measurements (thickness, height, length) vvere taken. Follovving, kidney samples vvere processed by means of routine histological techniques and the sections vvere taken at 7pm thickness, and stained. Slides vvere then examined using light microscope. The investigations have revealed that the low-dose-morphine hydrochlorur caused to glomerular destruction, epithelial necrosis and desquamation in both proximal and distal tubuli, vascular hyperemia and hemorrhagies. Based on the findings, it was concluded that the results of this study might be specific to the rat kidney vvhich is devoid of detoxification enzymes in tubuler epithelial cells and a study should be performed on an animal having similar metabolism with human.
Bariyatrik Cerrahi Yapılan Hastalarda Standart Doz Profilaksi Uygulaması Ve V Enöz Tromboemboli Sonuçları
Standard Dose ProphylaxIs ApplIcatIon And Venous ThromboembolIsm FIndIngs In PatIents Who Had BarIatrIc Surgery
Amaç: Obezite cerrahisindeki en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biri, derin ven trombozu (DVT)
ve pulmoner emboliyi (PE) kapsayan venöz tromboembolizm (VTE) olaylarıdır. Bu çalışmada, bariyatrik
cerrahi yapılan ve standart doz profilaksisi uygulanan hastalarda VTE sonuçlarının değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: 2015-2019 yılları arasında morbid obezite nedeni ile ameliyat edilen hastalar
retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya, laparoskopik sleeve gastrektomi yapılan ve standart doz
Enoksaparin profilaksisi uygulanan olgular dahil edildi. Hastaların demografik verileri, preoperatif hazırlık
ve postoperatif antiembolik tedavi koşulları kaydedildi.
Bulgular: Laparoskopik sleeve gastrektomi yapılan 87 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 66'sı (%75,8)
kadın 21'i (%24,1) erkekti. Ortalama yaş 38,7 (18-55) idi. Ortalama hastanede kalış süresi 6,6 (3-69)
gündü. Dört hastada (%4,5) postoperatif komplikasyon gelişti. İki hastada PE, birer olguda sızıntıya bağlı
mediastinit ve kesi fıtığı meydana geldi.
Sonuç: Mevcut profilaksi yöntemlerine rağmen, VTE, obezite cerrahisi geçiren hastalarda önemli bir
morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Yüksek doz düşük molekül ağırlıklı heparin
(DMAH) kullanımı kanamaya neden olabilirken, düşük doz DMAH kullanımı ise VTE olasılığını artırmaktadır.
Bu durum, DMAH'ların bir sınırlaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Erken dönemde artırılmış doz ve
taburculuk sonrası standart doz uygulaması için yeni çalışmalar a ihtiyaç bulunmaktadır .
Aim: Venous thromboembolism (VTE) events covering deep vein thrombosis (DVT) and pulmonary
embolism (PE) constitute the most important morbidity-mortality cause in obesity surgery. The objective
of this study was to assessment of thromboembolism results in patients who underwent bariatric surgery
with standard dose prophylaxis.
Patients and Methods: The patients who were operated for morbid obesity in our clinic between 2015 and
2019 were retrospectively examined. Cases that had laparoscopic sleeve gastrectomy and were applied
standard dose Enoxaparin prophylaxis were included in the study. Demographic data, preoperative
preparation and postoperative antiembolic treatment conditions of the patients were registered.
Results: Eighty-seven patients who had laparoscopic sleeve gastrectomy were included in the study. 66
(%75,8) of the patients were female and 21 (%24,1) were male. The mean age was 38.7 (18-55). Mean
hospitalization duration was 6.6 (3-69) days. Four patients (% 4,5) had postoperative complication. PE
developed in two patients while leak-related mediastinitis and incisional hernia (%1,1) developed in one
case each.
Conclusion: Despite available prophylaxis methods, VTE constitutes an important morbidity and mortality
cause in patients who had bariatric surgery. While high-dose low-molecular weight heparin (LMWH) use
may cause bleeding, the possibility of VTE increases with using low-dose LMWH. This situation appears
as a limitation of LMWHs. New studies are needed for increased dose at early period and standard dose
application after discharge.
EvaluatIon Of ZInc Ion ConcentratIon In PsorIatIc Cutaneaus TIssues
Çalışmamızda; 15 psoriasisli hastanın psoriatik deri dokusunda ve 20 kontrol grubunun sağlıklı deri dokusunda çinko iyonu tayin edildi. Bu iyon kontrol grubunda: Zn=1.04:±0.68 pgig; Hasta grubunda: Zn=2.49±1.02 pglg yaş doku olarak saptandı. Psoriatik deri dokusunda sağlıklı deri dokusunu oranla Zn (p<0.001) önemli derecede yüksek bulundu.
In the study, in psorialic cutaneous tissues of 15 pallent ıvith psoriasis and in the healthy tissues of 20 control group zinc ion has been determined. Zinc ion in the control group was 1 .04±0.68 pgıg and Zn.2.49±1.02 1.41g at patients group as wet lissuc. Zinc ionfound to be greater (p<0.001) in psoriat-le iissue us compared with the ratio healthy tissue.
Angüler Arter Pediküllü Ada Flebi İle Kolumella Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of Columella WIth Angulary Artery PedIculated SkIn Island Flap
Kolumella defekti onanmları için lokal Heplerden mikrovasküler doku aktarımlarına kadar bir çok farklı yaklaşım bildirilmiştir. 22 yaşında ve bomba patlaması sonucu oluşan kolumella defektli bir erkek hastada defekte komşu geniş skar dokuları sebebiyle lokal flep ile onarım düşünülmedi. Yine aynı patlamaya bağlı septumda varolan yaygın yapışıklıklar açıldıktan sonra spongostan tamponlar açılan plana yerleştirildi. Ardından sağ nazolabiyal bölgeden angüler arterpediküllü yaklaşık 2x1,5 cm’lik ada flebi hazırlanarak kolumella oluşturulmak üzere taşındı. Flep çift katlanarak sütüre edildi. 3 hafta sonra flebe “defatting” işlemi yapılarak inceltildi. Estetik açıdan oldukça kabul edilebilir bir sonuç elde edildi. Angüler arter pediküllü ada flebinin sonuçları ve cerrahi süresinin kısalığı ile mikrocerrahiye iyi bir alternatif olacağı gibi donör alan morbiditesinin de oldukça kabul edilebilir düzeyde olduğu kanısındayız.
Many different aproaches were reported for the reconstruction of columella defects that local flaps through microvascular tissue transfer. There was a columella defects in 22 years old male patient because of the explo- sion of bomb and the reconstruction was not thought by a local flap owing to large scar tissues next to the defect. After the dissectlon of wide adhesion of the septum nasi spongostan tampons were put into new plane. Then 2x1,5 cm diameter skin island flap with angular artery pedicul was prepared on the right nasolabial skin and transferred to the defect in order to the reconstruction of columella. The flap was folded and sutured. İt was made the flap thin by defatting 3 weeks later. The result was acceptable aesthetically. The results and short operative time for this flap were thought us that it is an alternatlve to the microvascular reconstruction and morbidity of the donor area was acceptable.
Santral Sinir Sistemi Tutulumu Sonrası Geç Tanı Alan İleri Yaş Sistemik Lupus Eritematozus
Late-Onset Advanced Age Systemıc Lupus Erythematous After Central Nerveus System Involvement: Case Report
Sistemik lupus eritematozus, otoimmün karakterli, bir çok sistemi tutan inflamatuar bir hastalıktır. Hastalık bazen sinsi bir şekilde seyrederek yıllarca ateş, halsizlik, yorgunluk semptomları ile seyredebilir. Merkezi sinir sistemi tutulumu yaygındır. Klinik değişken olup çok hafif olabileceği gibi çok ağırda olabilir. Hastaların çoğunda başlangıç yaşı 16-55 yaş arasında olup, ileri yaşta tanı alan vakalarda bulunmaktadır. Burada 80 yaşında iken baş dönmesi ve sağ taraf kuvvetsizliği gelişen, 85 yaşında lupus tanısı alan ileri yaş hasta sunulmuştur. Hastanın hem çok ileri yaş olması hemde lezyonların demiyelinizan plaklara benzer özellikte olması nedeniyle sunmaya değer bulduk. İleri yaş olgularda santral sinir sistemi tutulumunda ayırıcı tanıda lupus unutulmamalıdır.
Systemic Lupus Erythematous, autoimmune character, is a inflammative disease holding many systems. The disease can sometimes follow insidiously with symptoms of fever, asthenia and prostration for years. Central nervous system is common. It is the clinical variable and may be very mild or very severe. In most patients, the age of onset is between 16-55 years old and is found in cases diagnosed in advanced age. Here, it is presented an elderly patient developed dizziness and right side prostration when she was 80 and diagnosed lupus when she was 85. We thought as worth for presenting because of that both the patient is elder and that the lesions have similar features with demyelinating plaques. The lupus should not be forgotten in the central nervous system involvement in advanced age cases and separator diagnosis.
Çocuk Ve Ergenlerde Psikofizyolojik Kökenli Psikodermatozlar
PsychophysIologIc Based PsychodermatosIs In ChIldren And Adolescents
Psikiyatrik bozuklukların ve stresin cilt hastalıklarının ortaya çıkması ve alevlenmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Öte yandan, cilt hastalıklarının sıklıkla anksiyete, depresyon ve yaşam kalitesinde bozulma ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu nedenle psikiyatrik durum ile cilt hastalıkları arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu varsayılabilir. Buna karşın, olguların önemli bir bölümünde cilt hastalıkları yetişkinlikten önce başlasa da çocuk ve ergenlerde cilt hastalıkları ile psikiyatrik morbidite arasındaki ilişki hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Bu makalede, psikofizyolojik kökenli çocukluk çağı psikodermatozları ve bu hastalıklar hakkındaki güncel bilimsel bakış açısı tartışılacaktır.
Psychiatric disorders and psychological stress has been implicated as a potential trigger in onset and exacerbation of dermatological diseases. Additionally, skin diseases have often been found to be associated with anxiety, depression and impaired quality of life. Therefore, it may be considered that there are a reciprocal influence between psychiatric status and skin diseases. Although significant majority of the cases begin before adulthood, limited data are available about relationship between skin disease and psychiatric morbidity in childhood and adolescence. In this article, psychodermatologic disorders in these age groups and our current scientific knowledge on these disorders will be discussed.
A Report Of 106 ChIldren WIth AnaphylactoId Purpura
1983-1990 yılları arasında anaflaktoid purpura teşhisi konulan 106 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalığın en çok 5-14 yaşları arasında görüldüğü, cinsiyet ayrımı= olmadığı gözlendi. Başta solunum yolları enfeksiyonu olmak üzere, hastaların %38 inde predispozan faktörler tesbit edildi. Hastaneye başlıca getiriliş sebepleri döküntü ile karın ve ekstremite ağristydı. Hasta-ların %100 önde derinin, %65 inde gastrointestinal sistemin, %42 sinde bobrekler ve ekstremitelerin etkilendiği tesbit edildi. Deri belirtileri kendisini daha çok alt ekstremile ve kalçalarda olmak üzere purpura ve peteşi şeklinde gösterdi. Gastrointestinal tutulumu olanların %38 inde kanama bulunurken, bir hastada pankreatit olduğu anlaşıldı. Hastalık vakaların %15 inde nüks gösterdi. Sedimantasyon ve protrombin zamanında uzama, CRP in pozitifleşmesi, ASO nun yükselmesi önemli laboratuvar anor-mallikleriydi. Bir hastada steroid tedavisi sırasında ileum perforasyonu geliştiği dikkati çekti.
In this retrospective investigation, 106 children diagnosed as anaphylactoid purpura between 1983-1990 were evaluated. The disease was mostly encountered 5-14 years old. There was no sex predilection. 38% of the patients had predisposan factors and most of them were respiratory tract in-fections. The important symptorns were cutaneous manifestations, abdornirzal pain, limp pain consec-utively. Skin (100%), gastrointestinal system (65%), kidneys and musculoskeletal system (42%) were mainly allected. The leading cutaneous manifestations were purpuras and petechias. 38% of the pa-tients with gastrointestinal manifestations had hemorrhage. One patient was diagnosed as pancreaii-tis. The percent of the recurrences was 15%. The noticable laboratory abnormalities were the increas-ing of erythrocyte sedimentation rate, the elongation of prothrombin time, CRP and ASO positivity. [Jetirn perforation was developed during corticosteroid therapy in a case.
Nf1 Genindeki Yeni Bir Mutasyon Tespiti İle Nörofibromatozis Tip 1 Tanısı Konan Hasta: Olgu Sunumu
A Case Report Of NeurofIbromatosIs Type 1 DIagnosed WIth A Noval MutatIon DetectIon In Nf1 Gene
Nörofibromatozis tip I (NF1), 17. kromozomda nörofibromin protein kodlayan genin mutasyonuna yol açan karmaşık bir hastalıktır. NF1 otozomal dominant bir hastalıktır. Bireylerde NF1 prevalansı yaklaşık 1: 2500 ila 1: 3500'tür. Erkekler ve kadınlarda eşit olarak görülür. Bu çalışmada çok sayıda hiperpigmente deri makülü, birden fazla café-au-lait lekesi, aksiller çillenmesi, optik gliomu, yüzlerce yumuşak deri nörofibromu ve her iki gözün irisinde lisch nodülleri bulunan 27 yaşında bir kadın hasta sunulmuştur. Klinik özelliklere göre, nörofibromatozis tip 1'den şüphelenilen hastadan, NF1 geninin dizi analizi yapıldı ve NF1 geninde bir heterozigot mutasyon c.980 T> G (p.L327R) tespit edildi. Bu mutasyon literatürde daha önce rapor edilmemiştir.
Neurofibromatosis type I (NF1) is a complex disorder caused by mutations of the neurofibromin protein-encoding gene on the chromosome 17. NF1 is an autosomal dominant disorder. The prevalence of NF1 is approximately 1:2500 to 1:3500. Both genders are equally affected. Herein, we report a 27-year-old female patient who had multiple hyperpigmented skin macules, multiple café-au-lait spots, axillary freckling, optic glioma, hundreds of soft cutaneous neurofibromas and lisch’s nodules on the iris of both eyes. According to the clinical features, we suspect from NF1 and-then sequence analysis of NF1 gene was performed. A heterozygous c.980 T> G (p.L327R) mutation was detected in the NF1 gene. This mutation has not been reported previously.
Tavsan Ve Kobay Aortasında A-Adrenerjık Reseptor Agonıst Ve Antagonistlerıne Verılen Cevapların Yas Ate Temperatur Ile İliskisı
InteractIon WIth Age And Temperature Of The Responses To A-AdrenergIc Receptor AgonIsts And AntagonIsts In The RabbIt And GuInea-PIg Aortas
BU in vitro calışmada, 2-3 aylik genc ye 11-12 aylzk er4kin tav§an ye kobay aortasincla fenilefrin (FEN) ye klonidin (KLO) ile olu§un kaszlma ce-vaplarina ye hu cevaplarin prazosin (PRA) veya yo-himbin (YOH) ile inhibisyonuna ya§in ye hi-poterminin etkileri arayirilmlyir. Kfimiilatif tarzda uygulanan FEN ye KLO bu dokularda doza bagtmh kaszlmalar olu.yurmus ve maksimum kasilmalan ta-kihen kiimillatif konsantrasyonlarda ilave edilen PRA veya YOH, yine doza hagtmli gev§emeye neden olmuyur. Eri skin tawin ye kobay aor-tastnda, FEN ye KLO pD2 degerleri, gene gruha layasla anlamlz olarak buyuk hulunurken, PRA ye YOH icin hesaplanan IC50 ve t1,2 degerlerinde an-lamli bir fark gOzlenmemiyir. 28 °C'de ise, ago-nistlere art pD2 degerleri ile antagonistlere art IC50 ye t112 degerleri, her iki ytq grubunda da, normal temperature (37 °C) kiyasla anlamlt olarak azal-mzyir. Aynca, erifkin tav§an ye kobay aortasinda normal temperatiirde, PRA-FEN etkilgmesinde hu-lunan pA2 degeri, beklenildigi gibi, YOH-KLO et-kilemesinde hesaplanan degerden artlamlt olarak hilyilk bulunmuyur. Bit sonuclar, diger birgok do-kuda oldugu gibi, in vitro §artlarda, talqan ye kobay aortasinda da a-adrenerjik reseptor agonistlerine verilen cevaplarzn yaca ve ortam temperatiiriine, soz konusu resept5r antagonistlerine verilen cevaplartn ise, yalnizca ortam temperatiirfine bagli olarak de-giFhilece,Oni gosterMektedir.
In this in vitro study, the effects of maturation and hypothermia on the contractile responses to phenylephrine (PHE) and clonidine (CLO) and on the inhibition of these responses by prazosin (PRA) or yohimbine (YOH) on young (2-3 months old) and mature (11-12 months old) rab-bit and guinea-pig aortas have been in-vestigated. The cumulative addition of PHE and CLO were dose-dependently contracted these tissues and the dose-dependent relaxations were obtained with the cumulative addition of PRA or YOH on maximum contractions. At 37 °C. as the pa2 values of PHE and CLO were significantly greater in the aortas from mature rabbits and guinea-pigs than from young groups, no age-related changes in the IC50 and 11/2 values of PRA and YOH were detected in both aortas. At 28 °C, the pD2 values of agonists, and the IC50 and t11, values of antagonists were significantly lower than of 37 °C. Furthermore, at 37 °C, as its expected, the values for PRA against PHE were significantly greater than the values obtained with YOH against CLO on aortas from mature rabbits and guinea-pigs. In conclusion, as it's seen in many other tissues, in in vitro conditions on rabbit and guinea-pig aortas. the responses to a-adrenergic receptor agonists were altered with age and temperature although the responses to antagonists were altered with the temperature only.
Sağ Kolda Sporotrikoid Olarak Yerleşmiş Primer Deri Tüberkülozu
PrImer SkIn TuberculosIs As A SporotrIcoId In The RIght Arm
\r\n Deri tüberkülozu (tbc) derinin kronik seyirli granülomatöz enfeksiyonudur. Etkenin deriye giriş yoluna, konakçının immün yanıtına, basilin sayı ve virulansına göre değişik klinik formlarda ortaya çıkabilir. Mycobacterium tuberculosis, mycobacterium bovis ve nadiren Bacille Calmette-Guerin (BCG) hastalıkta etken olarak görülmektedir. Kutanöz tbc tüm tüberküloz vakalarının %2‘sinden daha azında görülmektedir. Kutanöz tbc olgularının çoğunluğu endojen (lupus vulgaris, skrofuloderma, metastatik tüberküloz absesi, akut miliyar tüberküloz, orifisyal tüberküloz) bir odaktan, az bir kısmı ise eksojen tbc primer kompleks (tüberküloz şankırı), tüberkülozis kutis verrükoza yani basilin dışarıdan geldiği geldiği formlardır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Primer inokulasyon tüberkülozu (Tbc şankırı) daha önce basil ile teması olmamış kişilerin derisine basillerin ekzojen yolla girmeleriyle ortaya çıkar. Burada kutanöz tüberkülozun oldukça nadir bir varyantı olan primer inokulasyon tüberkülozlu bir olgu sunuldu.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Skin tuberculosis (tbc) is a chronic granulomatous infection of the skin. This can occur in different clinical forms depending on the route of entry, the immune response of the host, the number of the bacilli and the virulence. Mycobacterium tuberculosis, mycobacterium bovis, and, rarely, Bacille Calmette-Guerin (BCG) can be the cause of the disease. Skin tbc count is less than 2% of all tuberculosis cases. The majority of cases of cutaneous tuberculosis are endogenous (lupus vulgaris, scrofuloderma, metastatic tuberculosis abscess, acute miliary tuberculosis, orifice tuberculosis), and a few are exogenous tbc primer complex (tuberculosis), tuberculosis cutis verrucosa, forms in which the bacillus comes from the outside.
\r\n
\r\n Primer inoculation tuberculosis (tuberculosis chancre) occurs in people with that have not previously been contacted with the bacilli. Here we present a case of primary inoculation tuberculosis, a rare variant of cutaneous tuberculosis.
Epidermoid kistler, epidermal elemanların dermal ve daha derin dokulara implantasyonu ile oluşurlar. Baş ve boyun bölgesinde görülme sıklığı %1,6 ile %7 arasında değişmektedir. Tonsil bölgesinde görülmesi son derece nadirdir, yani neredeyse %0.01'den azdır. Fetal dönemde konjenital bir lezyon olarak meydana gelebilirler veya travmaya bağlı ya da cerrahi sonrası implant olarak edinsel şekilde ortaya çıkabilirler. Bu olgu sunumunda, daha önce bilateral tonsillektomi öyküsü olan ve boğaz ağrısı şikayeti ile başvuran 46 yaşındaki erkek hastada teşhis edilen epidermoid kisti sunacağız.
Epidermoid cyst refers to the implantation of epidermal elements into the dermal and deeper tissues. In head and neck, incidence ranges from 1.6 to 7%. In the tonsillar area it is extremely rare i.e less than 0.01%. They occur in fetal period as congenital lesion or as an acquired lesion either due to a trauma or as post surgery implant. In this case report, we will discuss the epidermoid cyst, in a 46-year-old male who presented with history of pain in the throat with previous history of bilateral tonsillectomy.
Sklerodenna; derinin inflamatuar, vasküler ve fibrotik değişiklikleri yanısıra, çeşitli organ tutu-Iwnlan ile karekterize, ender görülen. muhisistemik bir hastalıktır. Sklerodenna ve malignite birlikteliği günümüze dek kesin bir şekilde tanımlanmış değil-dir, ancak sklerodermanın ve neoplazınlann baş-langıç zamanları arasındaki yakın nedensel ilrşkivi diişündürebilecek bazı olgu sunumlan vardır. Biz, sklerodennalı bir hastanın hipoaktif tiroid nodülünden iki kez ince iğne aspira.syon bivopsisi yaptık. Her iki tiroid yaymast da "kuşkulu malign (Class III)" olarak rapor edildi. Bu nedenle olgu-muzurt, skleroderma ve neoplazinin beraber ortaya çıkışlanna ilişkin bir örnek oluşturabileceğini dü-şündük ve literatürü gözden geçirdik.
Sclerodenna is a rare mıthisystem disorder characterized bv inflammatory, vascular, and fib-rotic changes of the skin with various organ involements. The associatiOn between scleroderma and malignancy has not been described with certainry so far, bur there are some case reporu that might have us ta think the close causal relationship between the onsets of scleroderma and neoplasms. We have peıformed f lrae needie aspiration biopsy two times from the hypoactive thyroid nodule in a patient with scleroderma. Both of the thyroid smears have been reported as "suspect of malignancy (Class III)". Thus, we thought that our patient might be a model for the relation between the on_sets of sclerodenna and neoplasms and reviewed the literature.
Kadınlarda bütün nevüslerin % 0.17 vulva deri-sinde görülür. Bütün vulva karsinomlartnın % 8- 1 l'ini malign melanomlar oluşturur. Burada seyrek görülmesi nedeniyle vulvada malign melanomu olan bir yaka sunulmuştur.
In women, 0.1 % of the all nevus are found in Mu skin of vulva. About 8-11 % of the vulva carcinoma are malignant melanoma.
Dıphenylamıne Derıveler1yle Beslenen Gebe Rat Yavrularında Renal Kıstık Hastal1k Gelişimi
The Renal CystIc Development In OffsprIngs Of Pregnant Rals That Fed WIth DIphenylamIne DerIvates.
Plidnec re bil/11111 Major viktni Omik diphenylamine`e ben:emesinden esin-knerek :;Flat radar gebeligin son Was' esllci.cill.cid diphenylamine cieriyeleriyle fAmilorld dihidrat + hidroelorothiazich beslencli. Dogumdan sonra fecia edilen vavi-u ratlarm 10b-reklerincie histopatolojik olarak ,,?lomerulokistik barek yainsim andtran deg4iklikler belirlendi. OySa Within deg4iklikler normal beslenmenin so-nunda (Logan yairularda Fetal bi;bregin phanesetin deriyatirlerinin in-terstisivel inf7amatuvar etkilerine hassasiveti bunun sonttu gelion tabiller obstriiksiyonun kistik neden oldugu vartidi.
The pre vtant rats were fed with diphenylamine derivatives (. tmilorid dihidrat + hid-roelorothiafid) clurin,,? the last week of gestation ins-pired by phanesetin and its major metabolic bre-akdown products are similar chemically diphenvlamine. The di (frrence., that reminded glomerulocystic kidney were -determined with histopathologie exa-mination in kidneys of offvpriti;,- However this dif-frrenees were not noted in olIcpi-inf;s or rats that led normally. We conclude that fetal kidney is susceptible to the interstitial intiantatory elkcts of phanacetin lie-rivairives and the resultmz tubular obstruction pro-duced the cystic changes.
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
PrImary And MetastatIc MalIgnant Melanomas Of The DIgestIve System
Amaç:
Primer ve metastatik sindirim sistemi malign melanomları oldukça nadirdir. Çalışmamızda safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölge malign melanomlarında lenf nodu metastazı ile klinik ve patolojik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler:
Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010- Ocak 2020 yılları arası XXXXXXXXXXXX gastrointestinal sistem organlarından safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölgede malign melanom tanısı konan 20 olgu dahil edildi. Çalışmamızda gastrointestinal sistemde görülen primer ve metastatik malign melanom olgularında bölgesel lenf nodu metastazı ile yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, ekstraintestinal melanom öyküsü, melanin pigmenti, nötrofil-lenfosit oranı ve tanı sonrası yaşam süreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek istedik. Ayrıca melanomun sindirim sisteminde kaynaklandığı hücrelerin kökenini ve literatürü gözden geçirdik.
Bulgular:
Tümör çapı ile bölgesel lenf nodu metastazı arasında istatistiksel bir ilişki vardı(p=0.000). Tümör çapı arttıkça lenf nodu metastaz oranı artmaktaydı. Hayatta kalma ile cinsiyet, tümör lokalizasyonu, uzak metastaz, primer ve metastatik sindirim sistemi melanomları arasında ilişki vardı(tümü p<0.05).Erkeklerin ve sindirim sisteminden uzak metastaz yapmayan olguların çoğu hayattaydı. Sindirim sistemine melanom metastazı olan hastaların tamamı ile safra kesesi ve ince bağırsak lokalizasyonlu hastaların tamamı hayattaydı. Safra kesesi primer malign melanom tanılı 70 yaşındaki olgumuz literatürde belirleyebildiğimiz en yaşlı hastaydı.
Sonuç:
Kutanöz veya kökeni ne olursa olsun, tüm melanomlar, embriyolojik sinir krestinden türetilen hücreler olan melanositlerden kaynaklanır. Malign melanom gastrointestinal sistemde anorektal bölgede daha sık olmak üzere her bölgede primer görülebilir. En sık metastaz ise ince bağırsağa olmaktadır. Sindirim sistemi gibi az görüldüğü yerlerde doğru tanı hayati önem taşımaktadır. Son zamanlarda metastatik melanomda, hastalığın metastatik yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için immüno-onkolojik ajanların adjuvan tedavide kullanımı söz konusudur. Bu tedaviler sayesinde cerrahi rezeksiyon sonrası metastaz riski taşıyan melanomlu hastaların yarıdan fazlasında rekürrensiz sağ kalım sağlandığı bildirilmektedir. Çok nadir görülmesine rağmen sindirim sistemi biyopsilerinin değerlendirilmesinde primer veya metastatik malign melanom olabileceği akılda tutulmalıdır.
Purpose:
Primary and metastatic digestive system malignant melanomas are extremely rare. In our study, we aimed to compare lymph node metastasis with clinical and pathological parameters in gallbladder, stomach, small intestine and anorectal region malignant melanomas.
Materials and methods:
This retrospective study included 20 cases diagnosed with malignant melanoma in the gastrointestinal tract organs between January 2010 and January 2020 at XXXXXXXXXXXX. In our study, we wanted to evaluate the relationship between regional lymph node metastasis and age, gender, tumor localization, tumor size, extraintestinal melanoma history, melanin pigment, neutrophil-lymphocyte ratio and post-diagnosis life span in primary and metastatic malignant melanoma cases. We also reviewed the origin and literature of the cells from which melanoma originates in the digestive system.
Results:
There was a statistical relationship between tumor diameter and regional lymph node metastasis (p =0.000). As the tumor diameter increased, the lymph node metastasis rate increased. There was a relationship between survival and gender, tumor localization, distant metastasis, primary and metastatic digestive system melanoma (all p <0.05).Most of the men and those who did not metastasize away from the digestive system were alive.All patients with melanoma metastases to the digestive system and all patients with gallbladder and small intestine localization were alive. Our 70 year old patient with gallbladder primary malignant melanoma was the oldest patient we could identify in the literature.
Conclusions:
Regardless of cutaneous or origin, all melanomas originate from melanocytes, cells derived from embryological nerve crest. Malignant melanoma can be primary in every region, more frequently in the anorectal region in the gastrointestinal tract. The most common metastasis is to the small intestine. Accurate diagnosis is vital in places where it is rarely seen, such as the digestive system. Recently, in metastatic melanoma, immuno-oncological agents are used in adjuvant therapy to help prevent metastatic spread of the disease. Thanks to these treatments, it is reported that more than half of patients with melanoma who have the risk of metastasis after surgical resection provide recurrence-free survival. Although it is very rare, it should be kept in mind that there may be primary or metastatic malignant melanoma in the evaluation of digestive system biopsies.
Proksimal Humerus Ve A Kromion'da Multıple Lokalizasyonlu Malign Hemanjioendotelıoma
HernangIoendothelIonta WIth MultIfocally Located On The AcroınIon And The ProxImal Part Of The Humerus
Kemiğin malign hernanjioendotelioması oldukça nadir görülür. En sık olarak öncelikle deri ve iç or-ganlarda yerleşir. Kemiklerde bu kadar az sıklık-la rastlanan bir tümör olması nedeniyle, humerusun proksimal parçastrıda ve akromionda multifokal yerleşim göstermiş bu hemanjioendotelloma olgunusu tanı ve tedavisini literatürle karşılaştırarak yayınlıyoruz.
Malign hemagioendotheliorna is a rare bone Nı.- mor. it is most fraquently primary in the skin and visceral organs. Since it is so less often seen in the bones, this is the report of ahemangioendothelioma with multıfocally located on the acromion and the proximal port of the humerus. Also we reviewed the liteı-ature and discussed its diagnosis and the treatment.
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of Extracapsular InvasIon In GastrIc Cancer
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mide kanserinde ekstrakapsüler invazyonun prognostik önemi ve
klinikopatolojik verilerle ilişkisini araştırmaktır .
Hastalar ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında total ve subtotal gastrektomi yapılan toplam 190
primer mide kanseri hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların 133’ü (%70)’ü erkek, 57’si (%30) kadındı.
Metastatik lenf nodu kapsülünün dışına tümör hücrelerinin invazyonunun saptanması ekstrakapsüler
invazyon olarak tanımlandı ve bunun yanısıra histolojik tip, lenf nodu pozitifliği, lenfovasküler ve perinöral
invazyon, invazyon derinliği ve metastatik lenf nodu sayıları d eğerlendirildi.
Bulgular: 136 (%71.4) hastada lenf nodu metastazı saptandı. Bunların 87'sinde (%64) ekstrakapsüler
invazyon izlendi. Ekstrakapsüler invazyonlu olguların 36'sı (%65,5) diferansiye, 51'i (%63) andiferansiye
idi ve sırasıyla 68 (%68) ve 80 (%68,4) olguda perinöral - lenfovasküler invazyon görüldü. Perinöral
invazyon (p=0.01), lenfovasküler invazyon (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.001) ve metastatik lenf
nodu sayısı (p=0.001) ile ekstrakapsüler invazyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi.
Ekstrakapsüler invazyon cinsiyet, histolojik tip ve rezeksiyon tipi ile ilişkili değildi. Çok değişkenli analizde
mide kardia yerleşimli tümörlerde ekstrakapsüler invazyon olma riski 5,501 kat, perinöral invazyon
olanlarda ise ekstrakapsüler invazyon olma riski 1 1,44 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir .
Sonuç: Ekstrakapsüler invazyon görülen vakalar kötü prognostik parametrelerle ilişkilidir. Mide
kanserlerinin gelecekteki evreleme sistemine ekstrakapsüler invazyon durumu dahil edilmeli ve patoloji
raporları ekstrakapsüler invazyon durumu hakkında bilgi içermel idir.
Aim: The aim of this study was to investigate the prognostic significance of extracapsular invasion and its
relationship with clinicopathological data in gastric cancer .
Patients and Methods: A total of 190 patients with primary gastric carcinoma underwent total and
subtotal gastrectomy between 2013 and 2020 were included in the study. 133 (70%) were men, and 57
(30%) were women. Tumour invasion beyond the lymph node capsule was diagnosed as extracapsular
involvement. and evaulated in addition to histological type, lymph node positivity, lymphovascular and
perineural invasion, depth of invasion, and numbers of lymph no de metastasis.
Results: 136 patients (71.4%) had lymph node metastasis. Of these, 87 patients (64%) had extracapsular
invasion. Of the cases with extracapsular invasion, 36 (65.5%) were differentiated and 51 (63%) were
undifferentiated and perineural - lymphovascular invasion was seen in 68 (68%) and 80 (68.4%) cases,
respectively. A statistically significant association was observed with extracapsular invasion in terms of
perineural invasion (p=0.01), lymphovascular invasion (p=0.008) and depth of invasion (p=0.001) and
number of metastatic node (p=0.001). Extracapsular invasion was not associated with sex, histological
type, and resection type. In the multivariate analyse, the risk of extracapsular invasion is 5,501 higher
in those with cardia localization. Those with perineural invasion have an 11,44 higher risk of having
extracapsular invasion.
Conclusion: Cases with extracapsular invasion are associated with poor prognostic parameters. It
should be included in the future staging system of gastric cancers and pathology reports should include
information about extracapsular invasion.
Parmak Ucu Doku Defektlerinde Dijital Arter Perforatör Flebinin Kullanımı
DIgItal Artery Perforator Flap Use In ReconstructIon Of FIngertIp Defects
Amaç: Parmak ucu defektlerinin rekonstrüksiyonunda dijital arter perforatör flebi kullanarak yapılanrekonstrüksiyonlar ile ilgili deneyimimizi bildirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Parmak defektleri nedeniyle ameliyat edilenve dijital arter perforatör flep ile rekonstrüksiyon yapılan 8 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar etyoloji, cinsiyet, yaş, komorbidite ve sonuçlar açısından değerlendirildi. Fleplerin boyutları 20 x10 mm ile 25 x20 mm arasındaydı.
Bulgular:Hastaların ortalama yaşı 43,6 ( 19-66) idi. 8 flebin 6'sı tam olarak sağ kaldı ve sorunsuz iyileşti. Bir flepte kısmi cilt nekrozu yaşanırken 1 flep ise tamamen kaybedildi. Hiçbir hasta soğuk intoleransından veya eklem kontraktüründen şikayetçi değildi. Hastalardan birinde hafif tırnak deformitesi oluştu.
Sonuç:Dijital arter perforatör flebi(DAPF), komorbiditesi olmayan ve sigara içmeyen hastalarda parmak ucu defekti rekonstrüksiyonları için güvenilir ve çok yönlü bir fleptir. Tek aşamalı ameliyat prosedürü, flebi hazırlama kolaylığı, hızlı iyileşme ve dijital arterlerin korunması en önemli avantajlarıdır.
Aim: We aimed to report our experience of a digital artery perforator flap use in fingertip and pulp defects reconstruction
Materials and Methods: 8 patients underwent reconstruction with digital artery perforator flap for their finger defects were enrolled in the study. The patients were evaluated in terms of etiology, sex, age, comorbidities and outcomes. The size of the flaps ranged from 20 x10 mm to 25 x20 mm.
Results: The average age of the patients was 43,6 (range:19-66) years. 6 of 8 flaps survived completely and healed uneventfully.1 flap was totally lost where as 1 flap had partial skin necrosis.No patients complained of cold intolerance or residual joint contracture. Mild hooked nail deformity occurred in one of the patients.
Conclusions: The DAPF is a reliable and versatile flap for fingertip defect reconstructions in non smoker patients without comorbidities. Single-stage operating procedure, ease of harvest, rapid recovery and preservation of digital arteries are the most important advantages.
Degos hastalığı ya da diğer adıyla malin atrofik papülosiz çok
nadir görülen otozomal dominant kalıtımla geçen mikrovasküler
oklüzyon sendromudur. Gastrointestinal ve merkezi sinir sistemi
başta olmak üzere iç organ tutulumuna yol açan ve ölümcül
seyredebilen bir hastalıktır. Hastalığın başlangıcı genellikle 20-40
yaş arasındadır. Bu yazıda Degos hastalığı olan 33 yaşında bayan
hasta sunuldu. Vücudunda özellikle bacaklarında kabuklu yara
şikâyeti ile başvuran hastanın şikâyetleri yaklaşık 10 yıldır varmış.
Dermatolojik muayenesinde her iki bacakta daha yoğun olarak
yerleşen eritemli, üzerinde nekrotik kurutun olduğu 3-5 mm ebatlı,
keskin sınırlı papüller vardı. Ayrıca her iki bacakta ve gövdede
çok sayıda porselen beyazı renginde atrofik lezyonlar mevcuttu.
Hastanın eski ve yeni lezyonlarından biyopsi alındı. Biyopsi sonuçları
Degos hastalığı ile uyumlu olarak değerlendirildi. Hastanın yapılan
tetkiklerinde sistemik tutuluma rastlanmadı. Hastalığa ait aktif ve
eski lezyonların histopatolojik farklılıklarını göstermek ve hastalığı
tekrar gözden geçirmek için sunmayı uygun bulduk.
Degos disease, also called malignant atrophic papulosis, is a
very rare autosomal dominant microvascular occlusion syndrome. It
is a disease involving the internal organs, mainly the gastrointestinal
and central nervous systems, and can be fatal. Disease onset is
usually between the ages of 20-40 years. In this paper, a 33-year-old
female patient with Degos disease was presented. The patient was
admitted with the complaint of scabbed wounds particularly on her
legs that had been present for the past 10 years. On her dermatologic
examination, she had erythematous scabbed papules measuring 3-5
mm on her both legs. In addition, she had multiple white atrophic
lesions on both her legs and trunk. Biopsies were taken from old
and new lesions. Biopsy results were consistent with Degos disease.
Systemic involvement was not detected on her tests. We wanted
to present this case in order to demonstrate the histopathological
differences between old and new active lesions and review the
disease.
Lower ExtremIty Deep VeIn ThrombosIs And Its TreaIment
1983-1989 yılları arasında kliniğimizde 140 alt ekstremite derin ven trombozu vakası yatırılarak te-davi edilmiştir. Cerrahi tedavi uygulanan (trornbek-tont') 3 (%2.1) yaka dışında 137 (%97.9) yakaya ya-tak istirahati + bacak elevasyonu + heparinizasyon uygulandı. Medikal tedaviye aldığımız 137 hastanın 127'sinde (%92.7) tedavi sonuçları çok iyiydi. Phleg-masia cerulea dolens vakalarından 4süne (%2.85) diz üstü amputasyon yapıldı. Phlegrnasia cerulae do-lens'li diğer 5 yaka (%3.6) medikal tedaviye cevap verdi ve ilgili ekstremite ampute olmaktan kurtuldu. Oral antikoagulan tedavinin tamamlanmasından sonra 6 ay süreyle yaptığımız kontrollerde 22 (%15.7) hastada post tromboflebitik sendrom tespit ettik.
140 cases of lower extremity deep vein thrombosis were hospitalised and trealed at our clinic between the years of 1983 and 1989. Bed rest with leg elevation and heparanization were applied to 137 cases (%97.9), 3 cases (%2.1) had surgical treatment (thrombectomy). Treattrıent in 127 patients otu of 137 were satisfactory, and ampulation ampuiation operation over the knees was carried out at 4 cases (%2.85) of phlegmasia cerulea dolens. °iller 5 cases of phlegmasia cerulea dolens responded to medical treatment and related extrernities did not need to be amputaled. After the complation of oral anticoagulation treatment we found a post thrombophlebitis syndrome in 22 patients (9;35.7) at the controls that were carried out every 6 mounth.
ExperIence WIth CortIcal Tunnel FIxatIon In EndoscopIc Brow LIft - CarrIer Loop ModIfIcatIon
Endoskopik kaş kaldırma ameliyatının geleneksel yöntemlere kıyasla ameliyat sahasının daha iyi görülmesi,
daha kısa yara izleri, alopesi riskinin ve kafa derisi duyusal değişikliklerinin daha az olması gibi birçok
avantajı vardır. Kaş kaldırma ameliyatlarında doğru diseksiyon tekniği, yumuşak doku bağlantılarının etkili
bir şekilde gevşetilmesi ve alın flebinin etkin bir şekilde sabitlenmesi ameliyat sonucunda önemli rol
oynar. Bu yazıda, fiksasyon amacı ile kortikal kemikte açılan dar tünelden, kalın, ağırlık taşıyan sütürlerin
taşıyıcı ilmek ile kolayca geçirilmesine olanak sağlayan kortikal fiksasyon tekniğinin bir modifikasyonunu
tanımlıyoruz
The endoscopic approach for brow lifting has many advantages such as better exposure of the operative
field, shorter scars, reduced risk of alopecia and scalp sensory changes. Correct dissection technique,
release of the soft tissue attachments and efficient fixation of the forehead flap play an important role
in the outcome of the procedure. In this paper, we describe a modification of cortical tunnel fixation
technique, which allows delivering thick, weight-bearing suture s easily from the tight cortical tunnel.
Yetişkin Yoğun Bakım Ünitelerinde Santral Kateter İlişkili Kan Dolaşımı Enfeksiyonlarının Önlenmesi: Sistematik Derleme
PreventIon Of Central LIne-AssocIated Bloodstream InfectIon In Adult IntensIve Care UnIts: A SystematIc RevIew
Bu derlemenin amacı, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemeye yönelik yapılan ve yayınlanan
müdahale çalışmalarının sistematik olarak incelenmesidir. Bu çalışmada anahtar kelime olarak “Preventing
CLABSI infections” (Central Line-associated Bloodstream Infection=CLABSI) kullanılarak MEDLINE, CINAHL
COCHRANE Library ve PUBMED veri tabanları taranmıştır. 1 Ocak 2016-10 Kasım 2020 tarihleri arasında
uluslararası dergilerde yayınlanan çalışmalar değerlendirilmiş olup, yapılan tarama sonucunda 99 yayına
ulaşılmıştır. Dahil edilme/çıkarılma kriterleri doğrultusunda yedi çalışma derleme kapsamına alınmıştır. İncelenen
çalışmaların sonucunda, el hijyeni, kateter yerleştirilmesi sırasında maksimum bariyer önlemlerine uyulması,
%2’lik klorheksidin ile cilt antisepsisi, uygun pansuman uygulaması, femoral venden kaçınma ve günlük kateter
gerekliliğinin sorgulanması gibi kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin uygun yöntemler aracılığıyla
uygulanmasının santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemede etkin olduğu saptanmıştır. Bu
sistematik derlemenin sonucunda, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu insidansının düşürülmesi için
kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin özellikle yetişkin yoğun bakım ünitelerinde uygun yöntemler eşliğinde
uygulanmaya devam edilmesinin gerekliliği saptanmıştır.
The purpose of this review is to systematically review the intervention studies conducted and published to
prevent central catheter-related bloodstream infections. In this study, MEDLINE, CINAHL COCHRANE Library
and PUBMED databases were searched using “Preventing CLABSI infections” (Central Line-associated
Bloodstream Infection = CLABSI) as a keyword. Studies published in international journals between January
1, 2016 and November 10, 2020 were evaluated, and 99 publications were reached as a result of the search.
Seven studies were included in the scope of the review in line with the inclusion / exclusion criteria. As a
result of the investigated studies, the application of evidence-based infection control measures such as
hand hygiene, adherence to maximum barrier precautions during catheter insertion, skin antisepsis with 2%
chlorhexidine, appropriate dressing, avoiding the femoral vein and questioning the need for daily catheters
through appropriate methods It has been found to be effective in preventing associated bloodstream infections.
As a result of this systematic review, it was determined that evidence-based infection control measures
should be continued to be applied in adult intensive care units, especially in adult intensive care units, in order
to reduce the incidence of central catheter-associated bloodstr eam infections.
Eksperımental Renovaskuler Hipertansiyon Gelıstırılmıs Atıard A Cilazaprılan Etkılerı (*)
Effects Of CIlazaprIl In Rats WIth Re-Noraseular HypertansIon: An ExperImental Study
Yeni bir kotn enzim olan ci-la:april'in spontan hipertansif rutlarda kan memu bOlgesel kan aktnuni bnb-reklerde (.7c. 25. midede % 37, iletanda % 57 ye cultic 37 artu-dtgi bildirilmektedir. Operative olarak persiyel renal arter ohs-triiksiyontt saklanarak renovaskfiler hipertanslyon geliviribm4 ratlarda giitaliik 2.5 mg doziarda uygulamalarimn bobreklerdeki etkinligi araptrilmtvir.
It was reported that cila:april, a new ACE in-hibitor, decreases arteial blood pressure, ine-reases regional flows by 25 %. in the kidney, 37 gf in the stomach, 57(. in the ileum and 37 % in the skin in spontaneously hyper tansive rats. 11-e evaluated the effects of treatment with ci-la:april (2.5 mg once a day) to kidneys in rats with renovasetilar hvertension that occurred partial renal artery SIC110SiS.
İnternal Malignansi Ve Ilışkılı Derı Değışıklıklerı (vaka Takdimi)
Internal MalIgnancy And AssocIated Dermatoses (gaye Report)
Malign hastalıklarla birlikte görülebilen derim-tozlar, onların tanılarında yol gösterici olabilirler. Bu vakarnızda kliniğimize akkiz ihtiyosis tanısıyla yarından hastada Hodgkin Lenfoma bulunmuştur.
Dermatoses associated with malign diseases may be helpful for the diagnosis. In tlüs case the patient with acquired ichthyosis was diagnosed as Hodgkin's Disease.
Erken teşhis ve tedavi edilmediği takdirde fatal komplikasyonlarla seyreden derin boyun infeksiyonlarmın (DBİ) insidensi antibiyotiklerin kullanım alanına girmesiyle oldukça azalmıştır. Ancak primer °dağın tedavisinde yetersiz kalındığı ya da etkisiz antibiyotiklerin kullanıldığı durumlarda DBİ'mn önemli bir bölümünde hastalığı özgü bulgu ve belirtiler maskelenebilmektedir. Çalışmamızda gastrointestinal sistem kanaması nedeniyle kliniğimize kabul ettiğimiz ve DBİ tanısı alan bir hasta sunularak konu irdelenmiştir.
Deep neck infection (DNI) used to manifest itself with a lethal compliactions when early diagnosis and treatment was ignored. Although, the advent of antibiotics has reduced considerably the incidence of overall number of deep neck infections. However, insufficient cure of infection of concerned tissue or the USC of inappropriate antibiotic treatment can mask the DNI related symptoms and findings. In this report, we are presenting a case tha was admitted to our clinic with a gastrointestinal hemorrhage and Iater her deep neck infection was diagnosed. The pus was drained out and treated with appropriate antibiotic regiment.
İnsanların parmak uçlan. el ayası ve ayak ta-banındaki deri düz olmayıp, değişik biçimde çizgi şekilleri gösteren oluklu bir yapısı vardır. Bu çizgi şekillenmelerine ve çizgiler ile ilgili çalışmalara dermatoglifik (derma=deri ve glyp'e=oymacık" derioymacığı") adı verilmiştir
People's fingertips. The skin on the palm and base of the feet is not flat, but has a corrugated structure showing different line shapes. These line formations and studies on lines are called dermatoglyphics (derma = skin and glyp = carved "deriolet").
İnsanların parmak uçlan. el ayası ve ayak ta-banındaki deri düz olmayıp, değişik biçimde çizgi şekilleri gösteren oluklu bir yapısı vardır. Bu çizgi şekillenmelerine ve çizgiler ile ilgili çalışmalara dermatoglifik (derma=deri ve glyp'e=oymacık" derioymacığı") adı verilmiştir
People's fingertips. The skin on the palm and base of the feet is not flat, but has a corrugated structure showing different line shapes. These line formations and studies on lines are called dermatoglyphics (derma = skin and glyp = carved "deriolet").