Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Haluk Gümüş
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Venöz Tromboz: 33 Olgunun Retrospektif
incelenmesi
Serebral VenousthrombosIs: A RetrospectIve AnalysIs Of 33 Cases
Serebral Venöz Trombozu beynin arteryel hastalıklarına oranla
nadir görülür, tanı ancak görüntüleme tetkikleriyle ortaya konabilir
ve morbiditesi oldukça yüksektir. Serebral ven trombozu primer veya
sekonder olarak hiperkoagülabilite yaratan durumlara bağlı olarak
gelişebilir. Farklı klinik tablolarla karşımıza çıkabilir. Kliniğimizde
2009-2013 arasında takip edilmiş SVT’lu hastaları etyolojik,
topoğrafik, başvuru, klinik özelliklerini ve prognozunu retrospektif
olarak inceledik. 33 SVT hastasının demografik özellikleri, başlangıç
süreleri, semptomları ve bulguları, etyolojik faktörleri, nöroradyolojik
bulguları ve tedavileri incelendi. Otuz üç hastanın (24 kadın, 9
erkek) SVT tanısı ile takip edildiği ve yaş ortalamalarının 33.4
(24-58 yaş) olduğu saptandı. En sık gözlenen belirtiler baş ağrısı
(%81.8) ve bulantı (%48.4) idi. Fokal nörolojik defisit %36.3, bilinç
değişikliği ise olguların %6.06’sında gözlendi. Beyin MR venografi
incelemelerinde 16 olguda tek sinüs tutulumu, 17 olguda birden
fazla sinüs tutulumu izlendi. Etiyolojik nedenler arasında, genetik ve
edinsel koagulopatiler, vaskülitler ve hormonal değişiklikleri saptandı.
Tüm hastalara antikoagulan tedavi uygulandı. 2 hastada mortalite
gözlendi. SVT olgularında oldukça farklı etiyolojik nedenlerin var
olduğu, erken tanı ve tedavi ile mortalite ve ağır özürlülük riskinin
azaltılabildiği sonucuna varıldı.
Cerebral Venous Thrombosis occurs less frequently in
comparison to the arterial diseases of the brain. The diagnosis
can only be made through imaging techniques and its mortality
and morbidity is relatively high. Cerebral Venous Thrombosis can
occur due to primary or secondary hipercoagulopathies. İt is known
to have a varied clinical spectrum. We evaluated the patients with
CVT etiological, topographical, presentational, clinical features and
prognosis of the patients whom have been followed by our inpatient
clinic years between 2009 and 2013 retrospectively. We examined
the demographical features, signs and symptoms, ethiological
factors, neuroradiological findings and treatments of 33 patients
with CVT. Thirty three patients with CVT (24 female, 9 male) were
identified. The average age was 33.4 (range:24-58). The most
common symptoms were headache (81.8%) and nausea (48.4%).
Focal neurological deficits were observed in 36.3% of patients
and impaired consciousness was observed in 6.06% of cases. In
cerebral venography examinations single sinus involvement was
recorded in 16 patients and multiple sinus involvement was reported
in 17 cases. Genetic and acquired coagulopathies, vasculitis and
hormonal changes were the most common detected etiologic causes.
All patients were treated with anticoagulants. Mortality was observed
two patient. The patients with CVT have quite different etiological
causes and the risk of mortality and severe disability could be
reduced by early diagnosis and treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Headache Semptom In PractIse Of Ent
1989 yılı içinde S.Ü.T.F. KBB polikliniğine başvuran ve baş ağrısı şikayeri olan 200 hasta bu araştırma kapsamına alındı. Hastalardan alınan detaylı anamnez ve yapılan tetkikler ve ilgili klinik-lerle yapılan işbirliği sonucu 200 hastada baş agrısının etyolojik dağılımı ortaya kondu. Vakaların 85iinde (9'042.5) baş ağrısı burun ve paranazal sinüs patolojilerine bağitydı. 115 vakada (%57.5) baş ağrısının sebebi diğer patolojilere bağlandı.
In 1989, 200 patientes, admitted to ENT outpatient clinic with the cornpiani of headache were included in ihis researchment. Examinations and history in tetail taken from the patients and with the help of related clirtics the etiologic spread of headache was found out. in 85 cases headache was due to the pathology of the nose and the paranasal sinus. in 115 of cases, the cause of headache was attribuied to the other pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
Duygu İlke Yıldırım, Kamile Marakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RelatIonshIp Between VItamIn D And Hba1c Levels In DIabetIc PatIents
\r\n Amaç: Diyabet son yıllarda hızla artış gösteren, ciddi komplikasyonlara yol açan bir sağlık problemidir. D vitamini düzeyi, diyabetin kontrolüne katkıda bulunan bir faktör olarak belirtilmektedir. Bu çalışmada diyabetik hastalarda D vitamini düzeylerini ve glisemik kontrol arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Yöntem: Çalışmaya Diyabet Eğitim Polikliniği’ne Eylül 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran takip ve tedavi altında ki 330 diyabetik hasta alındı. Çalışmaya 18 yaş ve üzerinde olan hastalar dahil edildi. Hastalar vitamin D düzeylerine göre; ≤20 ng/mL, 20-30 ng/mL arasında ve ≥30 ng/mL olmak üzere üç gruba ayrılarak kategorize edildi. Bu gruplar hastaların sosyo-demografik özellikleri, kan parametreleri, diyabetile ilgili özellikleri ve diyabettedavileri yönünden karşılaştırıldı. HbA1c düzeylerine göre≤%7altıve >%7 üzeri olmak üzere iki gruba kategorize edildi. Buiki grupta da aynı parametreler ve D vitamini değerleri karşılaştırıldı. İstatistiksel sonuçlar SPSS 21.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Katılımcıların demografik bilgileri yüzde ve frekans değerleri tablolar halinde gösterildi. Önemlilik düzeyi olarak p<0.05 alındı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Bulgular: Çalışmaya alınan 330 diyabetik hastanın %51,2’si (n=169) kadın ve %48,8’i (n=161) erkekti. Hastaların yaş ortalamaları 53,79±10,2 yıl idi. Çalışmamıza alınan hastalar VKİ açısından değerlendirildiğinde %13,9’u (n=46) normal, %34,5’i (n=114) fazla kilolu ve %51,5’i (n=170) obez olarak sınıflandırılmıştır. Hastalar D vitamini düzeylerine göre gruplara ayrıldığında, vitamin D seviyesi 20 ng/mL’nin altında 286 hasta (%86.7), 20 ng/mL’nin üzerinde 44 hasta (%13.3) saptandı.Hastalar D vitamini düzeylerine göre karşılaştırıldığında D vitamini değerleri ile hastaların açlık kan şekeri (AKŞ), tokluk kan şekeri (TKŞ) arasında negatif korelasyon (-r=0.357, p<0.001, -r=0.344, p<0.001 sırasıyla) bulundu. D vitamini değerleri ile HbA1c değerleri arasında negatif korelasyon olduğu (-r=0.433, p<0.001) tespit edildi. D vitamini ile trigliserid düzeyi arasında ise negatif yönde korelasyon (-r=0.131, p<0.05) saptandı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Çalışmamızda D vitamini düzeylerine göre istatistiksel değerlendirme yapıldığında; HbA1c>%7 olanların (n=191), HbA1c<7 olanlara (n=95) göre D vitamini düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p<0,001). Bu sonuçlar D vitamini seviyelerinin diyabet hastalarında glisemik kontrolde önemli olduğu kanısını desteklemektedir.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nAim: Diabetes is a serious health problem which has increased rapidly in recent years and causes numerous complications. Vitamin D levels may be a contributing factor to the glycemic control. The aim of the study was to evaluate the relationship between vitamin D levels and glycemic control in diabetic patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nMethods: 330 patients with Diabetes Mellitus type 2, who were admitted to our outpatient clinic between September 2015 and June 2016, were included in the study. Patients were stratified into three groups according to the vitamin D levels; ≤20 ng / mL, between 20-30 ng / mL and ≥30 ng / mL. These groups were compared in terms of patients' socio-demographic characteristics, blood parameters, diabetes-related characteristics, and diabetes treatment. Patients were categorized into two groups according to the HbA1c levels; ≤7% and ≥7%. The same parameters and vitamin D values were compared between two groups. All data were recorded into the SPSS version 21. Participants' demographic datas, percentage and frequency values, were tabulated. A p value of <0.05 was the limit for statistical significance.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nResults: A total of 330 patients (51.2% females, mean age 53,79±10,2 years) with diabetes were interviewed. When evaluated in terms of body mass index, 13.9% (n = 46) were classified as normal, 34.5% (n = 114) were overweight and 51.5% (n = 170) were obese. When patients were divided into groups according to vitamin D levels, 286 (86.7%) patients with a vitamin D level below 20 ng / mL and 44 patients (13.3%) with a level above 20 ng / mL were detected. When patients were compared according to vitamin D levels, there was a negative correlation (-r = 0.357, p <0.001, -r = 0.344, p <0.001, respectively) between vitamin D levels and patients' fasting blood glucose level (FBG) and postprandial glucose level (PBG). There was a negative correlation (-r = 0.433, p <0.001) between vitamin D levels and HbA1c levels. Negative correlation (-r = 0.131, p <0.05) was found between vitamin D and triglyceride levels.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nConclusion: Vitamin D levels were significantly lower in patients with HbA1c> 7% (n = 191) when compared to those with HbA1c <7 (n = 95) (p <0.001). Vitamin D levels may be important in glycemic control of diabetic patients.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
Bayram Çınar, Tuncer Süzer, Erdal Coşkun, Kadir Tahta
Olgu sunumu
Özeti
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
LymphocytIc AdenohypophysItIs FollovvIng TonsIllItIs
Lenfositik hipofizit otoimmün kökenli olduğu düşünülen, sıklıkla hipopitüitarizm bulguları ile başlayan, ve hipofiz adenomu ile karışabilen nadir bir hastalıktır. Sıklıkla hamileliğin son dönemleri ile doğum sonrası erken dönemdeki kadınlarda görülür. 29 yaşında 2 çocuk annesi kadın hasta 2 ay önce kriptik tonsilit nedeni ile tedavi görmüş. Daha sonra baş ağrıları başlayan hastanın son zamanlarda görmesinde azalma olmuş. Muayene ve radyolojik inceleme sonrası hipofiz adenomu öntanısı ile öpere edilen hastanın patoloji sonucu lenfositik adenohipofizit olarak rapor edildi. Postoperatif dönem sorunları olmayan hasta taburcu edildi. Adenomlarla karışabilen hastalığın ayırıcı tanısı tedavi planlaması açısından önemlidir. Ayırıcı tanıda hastanın hikayesi, yaş ve cinsiyeti, hormon yetersizliği tablosunun ağırlığı ve manyetik rezonans görüntüleme önemlidir. Kesin tanı histopatoloji yardımıyla koyulur. Otoimmün olduğu düşünülen hastalığın sıklıkla hamilelikle ilişkisi olduğu gibi, hamile olmayan kimselerde de yeni geçirilmiş bir enfeksiyonu takiben başlayabileceği ya da bulgu verebileceği akılda tutulmalıdır.
Lymphocytic adenohypophysitis is a rare disease associated with late pregnancy and early postpartum. Autoimmune mechanism is blamed as cause. İt is frequent in females, and may be misdiagnosed as pituitary adenoma. 29 years-old -female with 2 children presented with headache follovving cryptic tonsillitis. Recently she had problems vvith her Vision. Clinical and radiological work up including magnetic rezonance imaging revealed a mass in the sellar and suprasellar region. She undervvent surgical decompression follovving functional hormona! studies. Histopathologic evaluation of the specimen was reported as lymphocytic hypophysitis. Differential diagnosis of lymphocytic hypophysitis from that of adenoma is important in planning surgery. Relation to the pregnancy, a severe hypopituitarism, edematous anterior and posterior pituitary lobe are in favour of lymphocytic hypophysitis. But certain diagnosis is made via histopathologic diagnosis. İt is thought to be autoimmune in origin especially in pregnant or recently delivered vvomen. But in nonpregnant persons it may start or be aggravated after an infection as it is in our patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
Baykal Tülek, Levent Tabak
Araştırma makalesi
Özeti
Duchenne Müsküler Distrofide Noktürnal Desatürasyonların Gün İçi Solunum Fonksiyonları İle İlişkisi
RelatIonshIp Of Nocturnal DesaturatIons And DaytIme Pulmonary FunctIons In Duchenne Muscular Dystrophy
Amaç: Duchenne müsküler distrofi (DMD) ölüm nedeni genellikle solunum yetmezliği olan, ilerleyici, kalıtımsal bir nöromüsküler hastalıktır. Uyanıklıktaki solunum yetmezliği öncesinde genellikle uykuda hipoventilasyon mevcuttur. Bu çalışmanın amacı; DMD’li hastalarda noktürnal desatürasyonların varlığını ve ağırlığını değerlendirmek ve noktürnal desatürasyonlar ile ilişkili gün içi solunum fonksiyon parametrelerini saptamaktı. Gereç ve yöntem: Gecelik oksijen satürasyon izlemi, uyku apne-hipopne sendromu taramasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Çalışma yöntemi olarak uyanıklıkta yapılan solunum fonksiyon testleri (spirometre, maksimum volanter ventilasyon, maksimum ağız içi basınçları, arter kan gazları) ile gece boyu oksimetre sonuçlarının prospektif karşılaştırılması seçildi. Klinik olarak stabil, ortalama yaşları 13,83±1,86 olan 14 DMD’li hasta çalışmaya alındı. Bulgular: Dokuz hastada (%64), en düşük oksijen satürasyon < %85, 10 hastada ise (%71) desatürrasyon indeksi > 5 olarak saptandı. Desatürasyon indeksi ile maksimum inspiryum basıncı (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= - 0,730, p<0,01) ve FEV1 (r= -0,664, p<0,05) arasında anlamlı ilişki saptandı. Bununla beraber, lojistik regresyon analizi yapıldığında gece boyu desatürasyonların, gündüz solunum fonksiyon testlerinin sonuçlarıyla öngörülemeyeceği saptandı. Sonuç: Klinik olarak stabil olan DMD’li hastalarda uykuyla ilişkilidesatürasyonlar sıklıkla mevcuttur. Gecelik desatürasyonlar, gün içi solunum fonksiyon testleri ile öngörülemez. DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili yakınmaların (baş ağrısı, uykuluk, vs.) yokluğunda bile DMD’li hastalarda uykuyla ilişkili solunum bozukluklarından şüphelenilmeli ve araştırılmalıdır.
Duchenne muscular dystrophy is a progressive, hereditary neuromuscular disease with the cause of death usually occurring because of respiratory failure. The development of respiratory failure during wakefulness usually preceded by hypoventilation during sleep. The aim of this study were to assess the presence and severity of nocturnal desaturations and to determine the parameter of daytime lung function associated with nocturnal desaturations in patients with DMD. Material and method: The monitoring of overnight oxygen saturation is widely used for sleep apnoea-hypopnea screening. As our method we choosed aprospective comparison of wakeful respiratory function tests (spirometry, maximum voluntary ventilation, maximal mouth pressures, arterial blood gases) with outcomes of overnight oxymetry. Fourteen clinically stable patients with DMD, mean age (±SD) 13,83 ± 1,86 were studied. Results: The lowest oxygen saturation < 85% was present in 9 (64%) patients and oxygen desaturation index > 5 was found in 10 subjects (71%). Desaturation index was significantly related to maximum inspiratory pressure (r= -0,633, p<0,05), FVC (r= -0,730, p<0,01) and FEV1 (r= 0,664, p<0,05). However logistic regression analysis showed that overnight desaturations could not be reliably predicted from the daytime pulmonary function test results. Conclusion: Sleep-related desaturations are freguently present in clinically stable patients with DMD. Overnight desaturations can not be predicted from daytime respiratory function tests. Even in the absence of sleep-related symptomatology (headache, somnolence, etc.), sleep related respiratory disturbances should be suspected and searchhed in DMD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mıgren Ve Kalorı K Uyarım
Nurhan İlhan, Orhan Demir, Galip Akhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Mıgren Ve Kalorı K Uyarım
MIgraIne And CalorIc SlImulatIon
4-4 migrenli olguda postkalorik nistagmus yavaş kaz maksimum hızları ölçüldü. Elde edilen değerler normal değerlerden yüksek idi. Özellikle 44' C lik uyarıma verilen cevap yüksek idi. Bu sonuçlar mekanizması ne olursa olsun migrende vestibüler uyarılabilirliğin fazla olduğuna işaret etmekteydi
Caloric induced nystagmus slow phase maximuın velocities were ıneasured in 44 palients who suffered from migraine. Obtained values were higher ihan normal ones. Especially responsiveness to the stimulation of 44°C was noticibly high. Whaiever the mechanism, tlti,s results indieated that vestibular sensibilitv was increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Ersin Kasım Ulusoy, Emre Ayar, Deniz Bayındırlı, Mehmet İlker Yön
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Migrenli Kadın Hastalarda Dissosiyatif Belirtiler
prevelansı Ve Depresyon-Anksiyete İle İlişkisi
Prevalence Of DIssocIatIve Symptoms In Female PatIents WIth
chronIc MIgraIne, And Its RelatIonshIp WIth DepressIon-AnxIety
Migren hastalarında dissosiyatif bozukluk, anksiyete ve
depresyon gibi çeşitli psikiyatrik belirtiler genel toplumdan daha sık
görülmektedir. Bu belirtilerin tespiti, tedavinin başarısı açısından
önemlidir. Çalışmamızın amacını kronik migrenli hastalar ile normal
bireyler arasında dissosiyatif belirtiler ile anksiyete ve depresyon
belirti düzeylerinin karşılaştırılması ve bu düzeylerin ağrının şiddeti,
atak sıklığı gibi demografik özellikler ile ilişkisinin incelenmesi olarak
belirledik. Çalışmaya nöroloji polikliniğine baş ağrısı nedeni ile
başvuran ve Uluslararası Baş Ağrısı Derneği’nin kriterleri kullanılarak
tanı konulan 77 kadın kronik migren hastası ve bu hastalarla benzer
yaş ve eğitim düzeyine sahip 44 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Her iki
gruba psikolog tarafından Kısa Dissosiyatif Yaşantlılar Ölçeği (DESTaxon),
Somotoform Dissosiyasyon Ölçeği (SDQ), Beck Anksiyete
Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) uygulandı. Migren tipleri
belirlenen hastaların demografik, klinik özellikleri ve Vizüel Analog
Skala (VAS) sonuçları kaydedildi. Migren ile kontrol grubu ve auralı
migren ile aurasız migrenliler arasında ölçek sonuçları karşılaştırıldı.
Sonuçlar bağımsız grupları için T-testi ve Pearson Korelasyon ile
kıyaslandı. Dissosiyatif belirtiler kronik migrenli grupta daha fazla
görülmekte idi (p=0,001). Bu artış depresyon ve ağrı şiddeti ile de
korele iken anksiyete ile korele değildi. Auralı ve aurasız migrenli
gruplarda dissosiyatif belirti sonuçları açısından istatiksel olarakak
anlamlı bir farklılık yoktu. Bu çalışma sonuçları kronik migrenli
hastalarda dissosiyatif belirtiler sıklığının normal populasyona göre
daha fazla olduğunu gösterdi. Bu fark depresyon ve VAS skoru ile
de korele bulundu. Bu verilere göre kronik migrenlilerde dissosiyatif
belirtilerinin sorgulanması tedavi başarısı ve maluliyet önlenmesi
açısından önemlidir
Certain psychiatric symptoms such as dissociative disorder,
anxiety, and depression are more prevalent in migraine patients
than in the rest of the society. Identification of these symptoms is
important for the treatment success. We define the purpose of our
study as the comparison of the levels of dissociative symptoms,
anxiety, and depression between patients with chronic migraine
and normal individuals, and the analysis of these levels for their
relationship with the demographic properties such as severity of pain
and frequency of attacks. The study included 77 female patients with
chronic migraine who applied to the neurology polyclinic with the
complaint of headache and were diagnosed by the criteria defined
by International Headache Society, and 44 healthy volunteers with
similar age and educational level with those patients. Both groups
were applied Short Dissociative Experiences Scale (DES-Taxon),
Somatoform Dissociation Questionnaire (SDQ), Beck Anxiety
Scale (BAS), and Beck Depression Scale (BDS) by a psychologist.
Demographic and clinical properties and Visual Analog Scale (VAS)
results of patients with identified types of migraine were recorded.
The scale results of patients with migraine and of the control group,
and between the patients of migraine aura and without aura were
compared. The results were compared by T-test and Pearson
Correlation for the independent group. Dissociative symptoms was
more common in the group with migraine (p=0,001). While this
increase was correlated with depression and severity of pain, it was
not correlated with anxiety. There was not any significant difference
between migraine patients of migraine with aura and without aura,
statistically. The results of this study reveals that the frequency of
dissociative symptoms is higher in patients with migraine than in
normal population. This difference was found to be in correlation with
depression and VAS score. According to these data, it is important for
the success of treatment and prevention of disability to question the
symptoms of dissociative symptoms in patients with chronic migraine
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Esansiyel Hipertansiyonda Verapamil Sr 240 Mg In Etkısı
Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Süleyman Türk, Doğan Çiftçi, Said Gönen, Mustafa Cirit, Mehmet Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Esansiyel Hipertansiyonda Verapamil Sr 240 Mg In Etkısı
Effect Of VerapamIl Sr 240 NIg Treatment On EssentIal HypertensIon
Sınır, hafif. orta derecede ve ağır hipertansiyonlu 50 poliklinik: hastasmda uzun etkili Verapamil SR 240 ıng'ın etkenliği ve özellikle tolerabilitesi araştırddı. ilaç günde bir kez 240 ıng olarak oral yoldan verildi. Gerektiğinde 360 ıng'a çıkıldı. Çalışma 6 hafta sürdü. Çalışma sonunda sınır hipertansivonht 8 vakanın 7'sinde. hafif hipertansiyonlu 11 hastanın 9'unda. orta derecede hipertansiyonlu 14 hastanın 10'unda ve ağır hipertansiyonlu 17 hastanın 8'inde diyastolik kan basıncı değerleri günlük 240 mg uzun etkili Verapamil SR 240 ıng ile 90 /nın lig veya altına düşmüştü. Verapamil SR 240 ıng'ın kardiak ve ekstrakardiak tolerabilitesi çok iyiydi. Hastaların hiçbirinde AVblok gelişmedi. Hastaların çok az bir kısmında yan etkiler görüldü. Başhcaları; baş dönmesi, baş ağrısı. yorgunluk, yüz kızarması, bu-lantı, kusma, ateş basması, huzursuzluk ve kaşıntı idi.
In this study: the effect of and tolerability to long actinz Verapamil SR 240 mg treatment on ',ordu, mild, moderate and malignant hypenension were in-vestigated.7'he drug was giyen orally once a day. If there was a necessity, a Jose o f 360 mg was used. At the end of Iliis study Verapamil SR 240 mg was found effective in most of thepaıients. Afier theVe-rapamil SR 240 mg treatınent, the patients diastolic blood pressure was ender 90 mın lig. Cardiac and ex-tracardiac tolercllıility to Verapamil SR 240 mg iher-apı. was excelknt. AV-block wasn't seen. In some of the patients, there were Side ellects such as headache, fiıtigue. flushing, nausea, vomiting and dizziness.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migren Hastalarında Trigemino-Servikal Refleks: Ön Çalışma
Betigül Yürüten, Emine Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Migren Hastalarında Trigemino-Servikal Refleks: Ön Çalışma
TrIgemIno-CervIcal Reflex In PatIents WIth MIgraIne
Nörofizyolojik çalışmalar başağrısı olan hastalarda beyinsapı inhibitör nöronlarda uyarılabilirliğin azaldığını göster miştir. Trigemino-servikal refleksin C3 komponenti nosiseptif karakterdedir ve beyin sapındaki nöronlar arası aktiviteyi yansıtabilir. Bu refleks supraorbital sinirin stimulasyonu ile boyun kaslarından kaydedilir. Bizim çalışmamızda 16 aurasız migrenli, 20 normal kişide trigemino-servikal refleks kaydedildi. Latans ve amplitüd ölçümlerinde iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Bu sonuç bize migrenlilerde beyinsapı inhibitör nöronal aktivitede azalma olmadığını ve bu mekanizmanın ağrıdan sorumlu olamayacağını düşündürdü.
Neurophysiological studies have shown decreased excitability of the brain stem inhibitory interneurons in patients with headache. The C3 component of the trigemino-cervical reflex is nociceptive in character and may reflect the brain stem interneuron activity. This reflex is evoked by stimulation of the supraorbital nerve and recorded from the neck muscles. VVe recorded this reflex in 16 patients with migraine without aura and in 20 healthy subjects. There was not significant difference in latencies and amplitudes betvveen the two groups. VVe concluded that there is not decrease in brain stem inhibitory interneuronal activity İn migraine and this mechanism may not be responsible from pain control.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipertansiyon Ve Diabetes Mellitus’da Bazal Gangliyon
ve Talamus Diffüzyon Mr Bulguları
Törel Oğur, Zeynep İlerisoy Yakut, Mehmet Akif Teber, Esra Soyer Güldoğan, Leyla İnce, Aynur Turan, Aydın Kurt
Araştırma makalesi
Özeti
Hipertansiyon Ve Diabetes Mellitus’da Bazal Gangliyon
ve Talamus Diffüzyon Mr Bulguları
DIffusIon MrI FIndIngs Of Basal GanglIa And Thalamus In
hypertensIon And DIabetes MellItus
Hipertansiyon ve diyabetes mellitusta lentikülositriyat ve
talamoperforan arterlerin etkilenmesi ile bazal gangliyon ve talamus
düzeyinde laküner enfarktların geliştiği bilinmektedir. Biz, bu çalışma
ile hipertansiyon ve diyabetes mellitusta, lakuner enfarkt gelişmemiş
bazal ganglion ve talamus ADC (apparent diffusion coefficient)
değerleri ile herhangi bir sistemik hastalığı olmayan bireylerin ADC
değerlerini kıyaslamayı amaçladık. Sadece hipertansiyonu olan 52,
sadece diyabeti olan 8 ve herhangi bir sistemik hastalığı olmayan, baş
ağrısı ya da baş dönmesi gibi nedenlerle beyin MR’ı elde olunan 116
hastada kaudat nukleus, talamus ve lentiform nukleus düzeylerinde
ADC değerleri ölçüldü. Sonuçlar istatiksel olarak karşılaştırıldı.
Sağlıklı bireylerle karşılaştırıldığında diabetik bireylerde, sol
lentiform nukleus için ADC değerleri arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık saptanmıştır (p< 0.05). Hipertansif bireyler ile
sağlıklı bireyler karşılaştırıldığında her iki talamus ve lentiform
nukleus ADC değerleri için istatistiksel olarak anlamlı farklılık
saptanmıştır (p<0.05). Gerek hipertansiyon gerekse diyabetes
mellitus hastalıklarında lakuner enfarkt gelişmemiş olsa bile bazal
gangliyon ve talamus ADC değerlerindeki farklılıklar mikroskopik
düzeyde bir kronik iskemik süreci ya da gelişmekte olan bir laküner
enfarktı yansıtabilir.
It is known that development of lacunar infarcts were seen
due to involvement of lentikulositrial and talamoperforan arteries
in hypertension and diabetes mellitus. In this study, we aimed
to compare ADC (apparent diffusion coefficient) values of basal
ganglia and talamus free of lacunar infarct in patients with diabetes
mellitus and hypertension and individuals who have not any systemic
diseases. Cranial MR imagings of 52 patients with hypertension, 8
patients with diabetes mellitus and 116 patients with a symptom like
headache or vertigo but without any systemic disease were analyzed
for ADC values at the levels of caudat nucleus, thalamus and lentiform
nucleus. Results were evaluated for statistically. Statistically
important difference was found between individuals without systemic
disease and patients with diabetes mellitus for ADC values of left
lentiform nucleus (p< 0.05). Statistically important difference was
determined between hypertensive patients and healthy individuals
for ADC values of both thalamus and lentiform nucleus (p<0.05).
Even there is no distinct lacunar infarct, differences in ADC values
of basal ganglia and thalamus in patients with diabetes mellitus
and hypertension may represent microscopic chronic ischemia or
developing lacunar infarct.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migrende Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
Figen Güney, Emine Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Migrende Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
BlInk Reflex AlteratIons In MIgraIne
Amaç: Migrende nörovasküler teoriye göre ağrı ve nörojenik inşamasyona trigeminovasküler sistem stimulasyonu neden olmaktadır. Göz kırpma reşeksi de trigeminal sinir oftalmik dalının supraorbital stimulasyonu ile migrende trigeminal sinir fonksiyonunu değerlendirmede oldukça iyi bir yöntemdir. Bu çalışmada migrenli hastalarda göz kırpma reşeksi değişikliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya yaş ortalaması 34,76±8,23 olan 25 migrenli hasta alındı. Migrenli hastalarda göz kırpma reşeksi latans değişiklikleri yaş ortalaması 35,5±8 olan 25 nörolojik veya psikiyatrik rahatsızlığı olmayan kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Sonuçlar unpaired Student t test ile değerlendirildi. Bulgular: Migrenli hastalarda ipsilateral R1 latansı 11,22±1,64 ms, ipsilateral R2 latansı 31,33±4,12 ms , kontralateral R2 latansı 32,3±3,34 ms bulundu. Kontrol grubunda ipsilateral R1 latansı 10,21±1,42 ms, ipsilateral R2 latansı 31,09±2,4 ms, kontralateral R2 latansı 32,31±3,34 ms bulundu. Migrenli hastalarda ipsilateral R1 latansı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında anlamlı derecede uzun bulundu (p=0,025). Sonuç: Migren patogenezinde beyinsapı ve trigeminovasküler bağlantılarının önemli rol oynadığı bu sonuçlarla desteklenmektedir.
Aim: According to the neurovascular theory, stimulation of the trigeminovascular system is the cause of neurogenic inflammation and pain in migraine. The blink reflex that is elicited by supraorbital stimulation of trigeminal ophthalmic division is a useful method to study the functioning of trigeminal system. The purpose of this study was to examine the blink reflex in migraine patients. Material and method: In this study, blink reflex latencies were evaluated in 25 migraine patients (average age 34,76±8,23 yrs) and compared to those of 25 healthy controls (average age 35,5±8 yrs). Statistical analysis was performed using unpaired Student t test. Results: Results obtained from migraine patients were as follows; ipsilateral latency component R1:11,22±1,64 msec, ipsilateral latency component R2:31,33±4,12 msec, contralateral latency component R2:33,12±5,18. Results obtained from healthy controls were as follows; ipsilateral latency component R1: 10,21±1,42 msec, ipsilateral latency component R2 31,09±2,4 msec, contralateral latency component R2: 32,31±3,34 nmsec. Ipsilateral R1 latencies were found to be significantly prolonged than those of the healthy controls. Conclusion: The results might suggest a dysfunction in trigeminal networks in brainstem bof migraineurs and support the trigeminovascular theory of migraine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Haluk Gümüş, Ekrem Akkurt, Faruk Ömer Odabaş, Halim Yılmaz, Ramazan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Moya Moya Hastalığı: Bir Olgu İle Gözden Geçirme
Moyamoya DIsease: Case PresentatIon And RevIew
Moyamoya hastalığı ön ve orta serebral arterler ile internal karotid arterler arasındaki sahada obstrüksiyon veya stenoza bağlı olarak oluşan, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve anjiyografik olarak tanımlanan bir durumdur. Erişkinlerde hemoraji, çocuklarda iskemi sıklıkla başlangıç semptomlarıdır. Bu yazımızda baş ağrısı, bulantı, kusma ve sol hemiparazi şikayetleri ile acil servisimize başvuran ve radyolojik bulguları sağ basal ganglion hemorajisini gösteren 21 yaşında erkek hastada teşhis edilen bir Moyamoya Hastalığı vakası sunuyoruz.
\r\n
Moyamoya disease is an entity, which is caused by obstruction or stenosis in the area between the internal carotid artery, and anterior and middle cerebral arteries, identified angiographically, and does not have an exactly known etiology. The most frequent symptoms of onset are hemorrhage in adults and ischemia in children. In this paper, we present a case of Moyamoya disease which was diagnosed with a 21 year old male patient who was admitted to our emergency department with headache, nausea vomiting and left hemiparasi complaints and whose radiological findings showed right basal ganglia hemorrhage.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
Bülent Ataş, Serkan Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
The Changes Of Heat Shock ProteIn 90 Alpha And VItamIn Levels In PedIatrIc PatIens WIth FamIlIal MedIterranean Fever
Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tanılı hastalarımızın atak ve remisyon dönemlerinde ısı şok protein (HSP) 90 alfa ve vitamin düzeyindeki değişimleri sağlıklı gönüllülerle kıyaslamak ve bu moleküllerin AAA atağını kontrol etmede, amiloid birikimini önlemede faydasının olup olmayacağını araştırmak, ayrıca bu moleküllerin AAA gen mutasyonları ile ilişkilerinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemiz çocuk nefrolojisi bölümünde AAA tanılı 6 ay-18 yıl arası 30 hastadan atak ve remisyon dönemlerinde ve 30 sağlıklı gönüllüden alınan kan örneklerinde HSP 90 alfa, A vitamini, B 12 vitamini, D vitamini, E vitamini ve folik asit düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar istatistiki olarak birbirleriyle kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların 19’u (%63,3) erkek, 11’i (%36,7) kızdı ve yaş ortalaması 11 yıldı. Hastaların atak döneminde en sık başvuru şikayeti ateşten sonra 19 (%63,3) hastada karın ağrısı idi ve sadece yüksek ateş beş (%16,7) hastada saptandı. En sık genetik mutasyon M694V 14 (%46,7) hastada varken beş (%16,7) hastada mutasyon saptanmadı. HSP 90 alfa atak grubunda en yüksek, en düşük ise remisyon grubunda olmasına rağmen gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. B12 vitamini gruplar arasında anlamlı düzeyde farklıydı ve en yüksek değer kontrol grubundaydı. D vitamini atak ve remisyon grupları arasında anlamlı derecede farklıydı ve en yüksek değer atak grubunda idi. Ayrıca D vitamini düzeyi erkeklerde anlamlı yüksekti. A vitamini, E vitamini ve folik asit değerleri arasında anlamlı fark bulunmadı. AAA gen mutasyonlarının HSP 90 alfa ve vitamin düzeyleri üzerinde etkili olmadığı saptandı.
Sonuç: Bulgularımız AAA'da serum HSP 90 alfa, D vitamini, E vitamini ve folik asit değerlerinin normal olduğunu, ancak B12 vitamini ve A vitamini düzeylerinin atak ve remisyon sırasında düşük olduğunu göstermiştir. Ancak konuyla ilgili daha geniş serileri içeren prospektif çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: It was aimed to compare with healthy volunteers the changes in heat shock protein (HSP) 90 alpha and vitamin levels during exacerbation and remission periods in our patients with familial Mediterranean fever (FMF), to research whether these molecules will benefit in control of FMF exacerbation and prevention of amyloid accumulation, and also to investigate the relationship of these molecules with FMF gene mutations.
Patients and Methods: HSP 90 alpha, vitamin A, vitamin B 12, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were studied in 30 patients with AAA diagnosed in our hospital's pediatric nephrology department during the exacerbation and remission periods and 30 healthy volunteers. The results were compared statistically.
Results: In our series, 19 (63.3%) of the patients were male, 11 (36.7%) were female, with a mean age of 11 years. The most common presenting complaint was abdominal pain (n=19; 63.3%) after fever and only high fever was found to be present in five (16.7%) patients. The most common genetic mutation was M694V (n=14; 46.7%), whereas no mutation was detected in five (16.7%) patients. Although HSP 90 alpha was the highest in the exacerbation group and the lowest in the remission group, there was no significant difference between the groups. Vitamin B12 was significantly different between the groups and the highest value was in the control group. Vitamin D was significantly different between the exacerbation and the remission groups and the highest value was in the exacerbation group. In addition, vitamin D levels were significantly higher in boys. There was no significant difference between vitamin A, vitamin E and folic acid levels. FMF gene mutations did not affect HSP 90 alpha and vitamin levels.
Conclusion: Our findings showed that serum HSP 90 alpha, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were normal in AAA, but vitamin B12 and vitamin A levels were low during exacerbation and remission. However, we think that prospective studies including larger series should be performed about the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
Suna Kabil Kucur, İlay Gözükara, Havva Yılmaz, Ayşenur Aksoy, Eda Ülkü Uludağ, Hülya Uzkeser, Yasemin Kaya, Esra Ademoğlu, Ayşe Çarlıoğlu, Şenay Arıkan
Araştırma makalesi
Özeti
Polikistik Over Sendromunda D Vitamini Seviyesinin
hormonal Ve Biyokimyasal Parametrelerle İlişkisi
CorrelatIons Of VItamIn D Level WIth Hormonal And BIochemIcal
parameters In PolycystIc Ovary Syndrome
Polikistik over sendromu (PKOS) hastalarında 25(OH)D
düzeyi ve bunun hormonal ve biyokimyasal parametrelerle ilişkisini
değerlendirmek. Çalışmaya Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesine
Mayıs - Ekim ayları arasında başvurmuş 33 PKOS tanısı almış hasta
ve 42 yaş ve vücut kitle indeksi (VKİ) uyumlu kontrol grubunu içeren
toplam 75 olgu katılmıştır. Erken folliküler fazda 12 saat açlık sonrası
total testosteron (TT), serbest testosteron (fT), 25 Hidroksi D vitamini
(25(OH)D), Dihidroepiandrostenedion sülfat (DHEAS), LH, FSH, tiroid
stimulan hormon (TSH), kortisol ve 17αOH-progesteron, açlık kan
şekeri (AKŞ) ve insülin için kan örneği alındı. HOMA-IR (açlık kan
şekeri x açlık insülini / 405) hesaplandı. PKOS hastalarında kontrol
grubuna göre 17αOH progesteron ve 25(OH)D seviyeleri istatistiksel
olarak anlamlı düşük bulundu (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT,
insulin, ACTH ve DHEAS seviyeleri PKOS grubunda anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur (p<0.01). 25(OH)D düzeyi ile PKOS, LH/FSH,
TT, fT, DHEAS ve FGS arasında negatif korelasyon izlenirken,
25(OH)D seviyesi ile yaş, VKİ ve insülin direnci arasında anlamlı
bir korelasyon bulunmadı. Çalışmamızda PKOS grubunda kontrol
grubuna göre vücut kitle indeksinden bağımsız olarak D vitamini
düzeyinin istatistiksel olarak ciddi düşük olduğu gözlendi. 25(OH)D
seviesinin hiperandrojenik tablo ile korele olduğu gözlendi. Düşük
serum 25(OH)D düzeyinin PKOS hastalarında semptomları arttıracağı
düşünülebilir. PKOS’ un yönetiminde D vitamini takviyesinin hormonal
ve klinik parametrelere etkisini araştıran geniş girişimsel çalışmalara
ihtiyaç duyulmaktadır.
To investigate the level of 25(OH)D and association between
25(OH)D level and hormonal-biochemical parameters in Polycystic
ovary syndrome (PCOS). Thirty three patients diagnosed with PCOS
and 42 age- body mass index (BMI) matched control group admitted
to Bolge Training and Research Hospital from May to October were
included in the study. Serum total testosterone (TT), free testosterone
(fT), 25(OH)D, dihydroepiandrostenodione sulphate, LH, FSH, thyroid
stimulating hormone (TSH), cortisol, 17αOH-progesterone, fasting
glucose, insulin levels were evaluated after 12 hour fasting. HOMA-IR
(fasting glucose level x fasting insülin / 405) was calculated. Serum
17αOH progesterone and 25(OH)D levels were significantly lower in
PCOS group (p<0.01). Serum LH, LH/ FSH TT, FT, insulin, ACTH,
and DHEAS levels were significantly higher in PCOS group (p<0.01).
There was statistically significant negative correlation of 25(OH)D
levels with PCOS, LH/FSH, TT, fT, DHEAS ve FGS. There was no
statistically significant correlation between 25(OH)D levels and age,
body mass index and insulin resistance. The results of this study
indicated that vitamin D deficiency is highly prevalent among women
with PCOS independent of body mass index. We also demonstrated
that vitamin D deficiency was correlated with hyperandrogenism in
PCOS women. Low serum 25(OH)D levels might exacerbate PCOS
symptoms. Large intervention trials are needed to evaluate the effect
of vitamin D supplementation on hormonal and clinical parameters in
PCOS women.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
Esra Eruyar, Emine Genç, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
DemographIc And ClInIcal CharacterIstIcs Of
mIgraIne PatIents In Konya
Migren toplumda sık görülen bir baş ağrısıdır. Bu kesitsel
çalışmanın amacı Konya ilinde bir üniversite hastanesine başvuran
migren baş ağrılı hastaların demografik ve klinik özelliklerini ortaya
koymaktır. Çalışmaya 2004 yılı Uluslararası Baş Ağrısı Topluluğu
kriterlerine göre migren tanısı konan 206 hasta ile cinsiyet, yaş,
medeni durum ve eğitim düzeyleri benzer olan ve ayda birden
daha sık olmamak üzere gerilim tipi baş ağrısı dışında baş ağrısı
bulunmayan 218 sağlıklı birey dahil edildi. Anket formu kullanılarak
206 migren hastasında olguların demografik profili, migren baş ağrısı
atak özellikleri, aile öyküsü ve eşlik eden semptomlar değerlendirildi.
Migren grubunda 173 kadın, 33 erkek değerlendirildi. Erkek/kadın
oranı 1:5’ti. Olguların ortalama yaşı 37.02±10.40 yıldı. %64.4’ü
aurasız migren, %35.4’ü auralı migren kriterlerini karşılıyordu.
Kadınların çoğu düşük eğitim düzeyine sahipti. Yarıdan fazlası
şiddetli ve ayda 3’ten fazla baş ağrısı atağı geçiriyordu. Atak
tedavisi sık kullanılıyordu. Çalışmamız migrenin eğitim düzeyi
düşük kadınlarda daha sık görüldüğünü desteklemektedir. Ayrıca
ilaç aşırı kullanımının zararları konusunda hastaların bilgilendirmesi
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Migraine is a frequent headache disorder in the population. The
aim of this cross-sectional study was to document demografic and
clinical features of subjects with migraine headache who admitted
to the outpatient department of a university hospital in Konya. The
study included 206 patients diagnosed as migraine according to
the 2004 International Headache Society criteria and 218 healty
controls of identical sex, age, marital status and education level
who did not suffer from frequent headaches other than tension
type with a frequency of not more than once a month. Using a
questionnaire, we evaluated patient demographics, characteristics
of migraine headache, family history and associated symptoms in
206 migraine pattients. 173 woman and 33 men were evaluated. The
male:female ratios of migraine patients were 1:5. The mean age at
consultation was 37.02±10.40 years. Of the 206 patients, 64.4%
met criteria for migraine without aura, while 35.4% met criteria for
migraine with aura. Most of the women were of lower educational
level. Approximately half of the patients had severe and more than 3
attacks per month. Attack treatment was used frequently. Result of
the study confirm that migraine is a more common disorder in women
with lower educational level. In additon; this article emphasizes the
need for informing patients of the hazards of drug overuse.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Miyeloproliferatif Neoplazi Tanılı
114 Hastanın İncelemesi
Zafer Gökgöz, Füsun Özdemirkıran, Melda Cömert, Güray Saydam
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Miyeloproliferatif Neoplazi Tanılı
114 Hastanın İncelemesi
ExperIence Of 114 PatIents WIth ChronIc MyeloprolIferatIve Neoplasm
Kronik miyeloproliferatif neoplaziler , kemik iliğindeki
multipotansiyel kök ve öncül hücrelerde ortaya çıkan ve kontrolsüz
hücre yapımı sonucu periferik kanda olgun hücrelerin artışı ile
karakterize hastalıklardır. Biz bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Polikliniğine ayaktan başvuran Philedelphia
(-) 114 Kronik miyeloproliferatif neoplazi hastasının geriye yönelik
olarak klinik özelliklerini inceledik. Hastalarımızın 58’i kadın (%49.1),
56’sı (%50.1) erkekti. Tanı anında ortanca yaş 52 idi. 39 hasta
polisitemia vera, 23 hasta primer miyelofibrozis, 52 hasta esansiyel
trombositoz tanılarıyla izlenmekteydi. 29 hasta iskemik semptomlar,
29 hasta halsizlik, 11 hasta başağrısı, 10 hasta karın ağrısı,8 hasta
kaşıntı, 3 hasta baş dönmesi yakınması ile başvurmuş. 24 hasta ise
tesadüfen yapılan tetkikler sonucu tanı almış. Hastalarımızın tanı
anında ortalama tam kan değerleri ise sırasıyla; lökosit:11.163x 〖10
〗^6 ±5600µL, trombosit: 901.336±439.105/µ , hemoglobin:13.8±2.91
g/dl idi. Hastalarımızın %25.4 ‘ünde tromboz hikayesi varken %74.6
‘sında tromboz hikayesi yoktu. Tedavilere baktığımızda ise 18
hasta anegralide, 26 hasta hidroksiüre, 8 hasta asetilsalisik asit
diğer hastalar ise ya tedavisiz takipte ya da kombinasyon tedavileri
almaktaydı. Bu çalışma ülkemizde yapılan kronik miyeloproliferatif
neoplazi hastalarının klinik özelliklerinin incelendiği en büyük
serilerden biridir.
Chronic myeloid neoplasms are pluripotent hematopoetic
diseases characterized by maturating and differantiating defects
of bone marrow cells and reflecting to peripheral blood. We
retrospectively analysed the clinical features of Philedelphia (-)
114 Chronic myeloid neoplasm diagnosed patients of Ege Universty
Hematology Department Outpatient Clinic. 58 (49.1%) of patients
are female, 56 (50.1%) of patients are male. The median age is
52. 39 of patients has policytemia vera, 23 of patients has primary
myelofibrosis, and 52 of patients have essential trombocytosis
diagnosis. The appealing sypmtoms are; for 29 of patients have
weakness, for 29 of patients have ischemic symptomps, 11 have
headache, 8 have pruritis and 3 patients have vertigo. 24 patients
were diagnosed incidentally. The mean leucocyte value is 11.163x 〖10
〗^6±5600µL, platelet: 901.336±439.105/µ and hemoglobin:13.8±2.91
g/dl. 25.4% of patients had a story of thrombosis while the 74.6% not.
18 patients are under treatment with anegralide, 26 hydroxyurea,
8 acetylsalisilic acid other patients have combination treatments or
under follow up without treatment. This study is one of the largest
series in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geçici İskemik İnmeyi Taklit Eden Nadir Bir Baş Ağrısı Nedeni Olarak Handl Sendromu: Olgu Sunumu
Ayşe Çağlar Sarılar, Murat Gültekin, Mehmet Fatih Yetkin, Recep Baydemir, Füsun Ferda Erdoğan
Olgu sunumu
Özeti
Geçici İskemik İnmeyi Taklit Eden Nadir Bir Baş Ağrısı Nedeni Olarak Handl Sendromu: Olgu Sunumu
Handl Syndrome As A Rare Cause Of Headache MImIckIng TransIent IschemIc Stroke: Case Report
HaNDL sendromu, migren benzeri orta şiddette veya çok şiddetli baş ağrısı epizodları ile beraber geçici nörolojik defisitin görüldüğü, beyin omurilik sıvısında (BOS) lenfositoz saptanan inme ve auralı migreni taklit edebilen, nadir bir sendromdur. Bu yazıda, baş ağrısı ile beraber geçici nörolojik defisiti ve BOS’ta lenfositozu olan HaNDL sendromu tanısı konulan 26 yaşında erkek hasta sunulmaktadır.
HaNDL syndrome is a rare syndrome mimicking migraine and stroke with lymphocytosis in the CSF, migraine-like moderate or severe headaches and transient neurological deficit. In this article, we present a 26-year-old male patient with headache, transient neurological deficit and CSF lymphocytosis who was diagnosed as HaNDL Syndrome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
Sabri Hergüner, Erdinç Çiçek, Fatih Kayhan, Arzu Hergüner
Olgu sunumu
Özeti
Bir Çocuk Olgu Nedeniyle Döngüsel Kusma Sendromu
A PedIatrIc Case WIth CyclIc VomItIng Syndrome
Döngüsel kusma sendromu (DKS), tekrarlayıcı bulantı ve kusma
atakları ile kendini gösteren bir durumdur. Belirtilerin başlangıcı
genellikle 4–6 yaş arasındadır ve kızlarda daha sık görülmektedir.
Ataklar çoğunlukla psikososyal ya da fiziksel bir tetikleyici ile ortaya
çıkar. Son yıllarda DKS ve migren arasında ortak bir patofizyoloji
olabileceği üzerinde durulmaktadır. DKS olan çocuklarda ve
annelerinde kaygı bozukluklarının sık olduğu gösterilmiştir. Bu
yazıda tekrarlayan kusma atakları nedeniyle kliniğimize başvuran 5
yaşındaki bir kız hasta sunulmuştur. Kaygı belirtileri ve kusma atakları
nedeniyle tedavi olarak bir seçici serotonin geri alım inhibitörü olan
essitalopram başlanmış ve tedaviden belirgin fayda görmüştür.
Cyclic vomiting syndrome (CVS) is characterized by recurrent
episodes of nausea and vomiting. Age at onset of symptoms ranges
between 4–6 years and there is a female predominance. CVS attacks
are generally associated with psychosocial or physical triggers. In
last years a shared pathophysiology between migraine and CVS has
suggested. Children with CVS and their mothers have elevated rates
of anxiety disorders. In this report, we presented a 5-year-old girl
who referred to our out-patient clinic because of recurrent vomiting
episodes. Because of her anxiety symptoms and vomiting attacks,
escitalopram, a selective serotonin reuptake inhibitor, was initiated
and she had significant improvement during treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nitrendipinin Hipertansiyon Tedavısindeki Yerı
Mehdi Yeksan, Doğan Çiftçi, Mehmet Numan Tamer, Hüseyin Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Nitrendipinin Hipertansiyon Tedavısindeki Yerı
NItrendIpIne In The Treatment Of HypertensIon
Nitrendipinin hipertansif hastalarda kfrnik etkin-liği, tokrabilitesi, yan etkileri ve metabolik etkileri-ni incelemek amacı ile planlanan bu çalışmaya 43 hasta alındı. Hastalar hafif, orta ve ağır derecede ol-mak üzere 3 gruba ayrıldı. Çalışma grubunu oluşturan hastalardan 1 l'inde aterosklerotik kalp has-talığı, 3'ünde konjestif kalp yeimezliği, 13'ünde dia-betes mellitııs vardı. ilaç protokoliinde tüm hastalara günde tek doz şeklinde sabahları 20 mg. nitrendipin başlandı. Rutin hasta kontrolleri başlangıçta, 1, 3 ve 6. haftalarda yapıldı. Altı haftalık tedavi sonunda nitrendipinin etkisi ve yan etkileri değerlendirildi. Çalışmamızda nitren-dipin ile antihipertansif tedavideki başarı oranları; hafif hipertansiyonda %86.66, orta derecede hipertan-siyonda %81 .81, ağır hipertansiyon grubunda %64.70 ve toplam 43 hipertansif hasta ele alındığında başarı oranı %76.74 idi. Tüm hipertansif gruplarda 6 haftalık nitrendipin tedavisi ile kan basıncında anlamlı düşmeler gözlenirken, diabetik ve yaşlı hasta grubu dışındaki hastalarda anlamlı nabız artışı tesbit edildi. Tüm gruplarda çarpıntı hissi ve baş ağrısı başla olmak üzere flushing, baş dönmesi, bulantı ve yorğunluk gibi yan etkiler 9<,44.18 oranında görüldü. Sonuç olarak nitrendipinin değişik hipertansif hasta gruplarında hipertansiyonun kontrolünde güvenli ve etkili olduğu düşünüldü.
This study was carried out to find out the clinical affect, tolerance, side affect and metabolic affects of nitrendipine on 43 hypertensive patients. The pa-tients were divided tn to 3 groups as light, rnild and severe. In study group 11 patients had atherosciehot-ic heart disease, 3 had congestive heart failure and 13 had diabetes mellitus. Nitrendipine was giyen ta all patients 20 mg one dese daily in the morning. The patients were examined upon his application, in the firsth, the third and the sixth weeks. At the end of the six week treatment, the affect and the side affect of nitrendipine were evaluated. The success rate of nitrendipine in light hypertension was 86.66%, in mild hypertension was 81.81%, 64.70% in severe hypertension and considering the total 43 patients, the success was 76.74% in our study. While meaningful decrease in blood pressure in all hypertensive groups was observed at the end of six week treat►ent, meaningful increase in pulse rate was noticed in all except diabetic and the old pa-tients. The side affects such as particularly palpita-tion, headache and flushing, dizziness, feel of vomit-ing and exhoustion were noticed 44.18% of all groups. In conclusion, nitrendipine was proved to be ef-fectiw and reliable drug in all hypertensive patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kraniai Arteriovenöz Malformasyonlar 9 Olgunun İncelenmesi
Ertuğ Özkal, Yalçın Kocaoğullar, Mehmet Erkan Üstün, Ahmet Önder Güney, Osman Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kraniai Arteriovenöz Malformasyonlar 9 Olgunun İncelenmesi
CranIal ArterIovenous MalformatIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı'nda Ekim 1991-Ekim 1999 tarihleri arasında 9 serebral arteriovenöz malformasyon (AVM) olgusu öpere edilmiştir. Serebral AVM olgularının 5'i intrakranial kanama, 2'si baş ağrısı, 2'si ilerleyici nörolojik deflsit yakınmasıyla müracaat etmişlerdi. Seride cerrahi mortalite 1/9 olarak be lirlendi. Bu olgular takdim edilerek literatür ışığında serebral AVM'lerin klinik bulguları, tanı ve tedavileri gözden geçirilmiştir.
İn this study a revievv of 9 arteriovenous malformation eases surgically treated between October 1991 and Oc- tober 1999 is presented. Of these cerebral AVM cases, 5 were presented with intracranial hemorrhages, 2 had Progressive neurologic deficit, 2 had headaches initially. Surgical mortality was 1/9 in the series. The clinical di- agnostic and therapeutic aspects of cerebral AVM' s ar e emphasized and the literatüre on this subject has been reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Ebru Apaydın Dogan, Figen Güney, Emine Genç, Muzaffer Mutluer, Nurhan İlhan
Olgu sunumu
Özeti
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Temporary NeurologIcal Symptoms, Headache And Csf IymphocytosIs-Handl Syndrome
Amaç: Bu vaka sunumunda, HaNDL Sendromunun (Baş ağrısı,nörolojik defesit,BOS’ ta lenfositoz) literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 20 yaşında bayan hasta, acil servise başının sol tarafında olan, bulantı-kusma, sonofobi ve fonofobinin eşlik ettiği şiddetli, zonklayıcı karakterde başağrısı nedeniyle başvurdu. Ağrının başlamasından yaklaşık olarak 30 dakika sonra vücudunun sağ tarafında, bacaklarından başlayıp kola ve yüze yayılan uyuşma ve hafif güçsüzlük ile konuşmada bozulma olduğu, bu şikayetlerinin 20-25 dakikada düzeldiği öğrenildi. Hastanın bu olaydan ortalama 2 hafta önce, yaklaşık olarak 3 gün kadar devam eden şiddetli bulantı ve diyarenin olduğu viral gastroenterit geçirdiği, hekime başvurduğu ve destek tedavi dışında bir tedavi almadığı öğrenildi. Klinikte yapılan lomber ponksiyonda lenfositik pleositoz ve protein düzeyinde yükseklik (49 mg/dL) saptandı. Hastanın acil serviste çekilmiş olan BBT’si ve kontrastlı MR’ı normaldi. BOS pleositozuna ve şiddetli başağrısına neden olabilecek diğer nedenlerin dışlanması sonucunda hastaya HaNDL Sendromu tanısı kondu. Sonuç: Benign bir sendrom olan HaNDL Sendromunun tanınması, tanı amaçlı yapılacak olan anjiografi gibi tetkiklerin getirebileceği ciddi riskler nedeniyle önem taşımaktadır.
Aim: In this case report, it is aimed to discuss the ‘HaNDL Syndrome’ with the relevant literature. Case Report: A 20 year-old woman was admitted to the emergency department with left-sided, severe, throbbing headache accompanied with nausea, vomitting, sonophophia and phonophophia. Approximately 30 minutes after the pain emerged, she had suffered numbness and mild paresis on the right side of the body including the right side of her face accompanied with difficulty in speech which improved in approximately 20-25 minutes. She reported that 2 weeks prior these symptoms, she had suffered severe nausea and diarrhea that had lasted for 3 days. A diagnosis of viral gastroenteritis had been made and supportive therapy had been advised by a doctor. In the clinic, spinal tap was performed which revealed lymphocytic pleocytosis and mild elevation of protein level (49 mg/dL). Brain computerized tomography and the contast MR were normal. After the exclusion of other conditions which may cause CSF pleocytosis and severe headache; a diagnosis of HaNDL Syndrome was made. Conclusion: Recognition of this bening syndrome, is important as performing a diagnostic angiography may cause severe complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alkole Bağlı Olmayan Karaciğer Yağlanması İle Yüksek Dansiteli Dışı Lipoprotein/yüksek Dansiteli Lipoprotein Oranının İlişkisi
Recep Alanlı, Murat Bülent Küçükay, Kadir Serkan Yalçın
Araştırma makalesi
Özeti
Alkole Bağlı Olmayan Karaciğer Yağlanması İle Yüksek Dansiteli Dışı Lipoprotein/yüksek Dansiteli Lipoprotein Oranının İlişkisi
RelatIonshIp Between NonalcoholIc Fatty LIver And Non HIgh DensIty LIpoproteIn To HIgh DensIty LIpoproteIn RatIo
Amaç: Bu çalışmada, karaciğer yağlanması ile hastaların demografik özellikleri, kan değerleri ve özellikle
yüksek dansiteli dışı lipoprotein/ yüksek dansiteli lipoprotein oranı arasında bir ilişki olup olmadığını
araştırmak hedeflenmiştir.
Hastalar ve Yöntem: Şubat 2020 ile Eylül 2020 tarihleri arasında karaciğer yağlanması düşünülen 329
hastanın laboratuvar ve ultrasonografi sonuçları prospektif olarak değerlendirildi. Karaciğer yağlanması
saptanan ve saptanmayan hastaların; boy, ağırlık, karaciğer enzimleri, vitamin d düzeyleri ve lipid
değerleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların 164'ünde karaciğer yağlanması saptanırken, 165'inde ise saptanmadı. Karaciğer
yağlanması varlığı ile; yaş, ağırlık, ALT, AST, vücut kitle indeksi, trigliserid, yüksek dansiteli dışı
lipoprotein ve yüksek dansiteli dışı lipoprotein / yüksek dansiteli lipoprotein düzeyleri arasında anlamlı bir
ilişki saptandı. Yağlanma şiddeti ile ağırlık, ALT ve vücut kitle indeksi arasında anlamlı bir ilişki saptandı.
Monosit/ yüksek dansiteli lipoprotein oranı ve d vitamini düzeyi ile karaciğer yağlanması varlığı arasında
bir ilişki saptanmadı. Non-HDL/HDL oranı ile non-alkolik karaciğer yağlanması arasında ilişki saptanmıştır
(r=0.179). Non-HDL/HDL oranının, non-alkolik karaciğer yağlanması tanısındaki pozitif ve negatif prediktif
değerleri sırasıyla %56,3 ve %60,9 olarak bulunmuştur .
Sonuç: Non-HDL/HDL oranı ile karaciğer yağlanması arasında anlamlı bir ilişki saptandı. Non-HDL/HDL
oranı; karaciğer yağlanmasında kullanılabilecek yeni, kullanışl ı ve kolay ulaşılabilen bir belirteçtir .
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between non-alcoholic fatty liver and
demographic characteristics, laboratory parameters and predictory non-high density lipoprotein to high
density lipoprotein ratio.
Material and Methods: Between February and September 2020, 329 patients with fatty liver prediagnosis
were evaluated prospectively. Laboratory (whole blood counts, transaminases, lipid profiles, 25-oh vitamin
d3 levels) and ultrasonography findings, body height, body weight and body mass index of patients were
compared between fatty liver and control groups.
Results: Fatty liver was diagnosed in 164 patients out of 329 participants. There were significant
relationships between existence of fatty liver and age, body weight, body mass index, triglyceride
levels, non-high density lipoprotein, non-high density lipoprotein to high density lipoprotein ratios. Also
relationships between severity of fatty liver and body weight, alanine aminotransferase and body mass
index were found to be significant. There were no relationship between existence of fatty liver and
monocyte to high density lipoprotein ratio and vitamin D levels. Linear regression analysis for Non-HDL/
HDL ratio in diagnosis of nonalcoholic fatty liver, revealed a correlation coefficient as r=0.179. Positive
and negative predictive values for Non-HDL/HDL ratio in diagnosis of nonalcoholic fatty liver were, 56.3%
and 60.9%, respectively .
Conclusion: There is a significant relationship between fatty liver and non-high density lipoprotein to
high density lipoprotein ratio. This ratio may be a simple and readily available predictor in patients with
fatty liver.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pseudomonas Menenjiti
Ahmet Saniç, Bülent Baysal, Emine İnci Tuncer, Mehmet Bitirgen, Andaç Argon
Araştırma makalesi
Özeti
Pseudomonas Menenjiti
Pseudomonas MenenjItIdIs
Trafik kazası ve mandibular operasyondan sonra başağrısı, ateş, bulantı, kusma gibi bazı şikayetler ile enfeksiyon Hastalıkları Kliniği'ne müracaat eden yaka, Pseudoınonas tnenenjitidis olarak değerlendirildi. Nadir ve önemli olması nedeniyle yayınladık.
The case, is applied to infectious Dseases Clinic with some complainıs as a headache, fever, nausea, vorniiing after traffic accident and mandibular operation, was evaliated r,s a Pseudomonas meningitidis. We published because it is rare and important.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subclinical Vitamin D Deficiency And Non-Specific Musculoskeletal Symptoms
Abdul Baqi Durrani, Khalil Ahmed, İftikhar Athar Rasool, Ubaidullah Khan Barech, Nusrat Yousaf, Amir Hamza
Araştırma makalesi
Özeti
Subclinical Vitamin D Deficiency And Non-Specific Musculoskeletal Symptoms
SubclInIcal VItamIn D DefIcIency And Non-SpecIfIc Musculoskeletal Symptoms
Objective: To determine the frequency of subclinical vitamin D deficiency in patients with non specific musculoskeletal symptoms in a tertiary care hospital.
Study Design: Cross-sectional study
Place and Duration of Study: Department of Medicine, Bolan Medical Complex Hospital, Quetta from1st July 2018 to 30th June 2019.
Methodology: A total of 97 patients between 20 and 45 years of age were recruited after written consent. The subjects presenting with history of generalized body aches greater than six weeks were included in this study. The detail history was taken and clinical examination was done. Blood sample of each patient were collected to detect the vitamin D3 levels by radioimmunoassay kit.
Results: Mean age of the patients was 34.25±10.64 years. Mean duration of symptoms was 7.71±0.82 weeks. Male to female ratio was found to be 4:6. The frequency of vitamin D deficiency in patients with non-specific musculoskeletal symptoms was found to be 72(74.20%).
Conclusion: The frequency of subclinical vitamin D deficiency was significantly high in patients with non specific musculoskeletal symptoms
Objective: To determine the frequency of subclinical vitamin D deficiency in patients with non specific musculoskeletal symptoms in a tertiary care hospital.
Study Design: Cross-sectional study
Place and Duration of Study: Department of Medicine, Bolan Medical Complex Hospital, Quetta from1st July 2018 to 30th June 2019.
Methodology: A total of 97 patients between 20 and 45 years of age were recruited after written consent. The subjects presenting with history of generalized body aches greater than six weeks were included in this study. The detail history was taken and clinical examination was done. Blood sample of each patient were collected to detect the vitamin D3 levels by radioimmunoassay kit.
Results: Mean age of the patients was 34.25±10.64 years. Mean duration of symptoms was 7.71±0.82 weeks. Male to female ratio was found to be 4:6. The frequency of vitamin D deficiency in patients with non-specific musculoskeletal symptoms was found to be 72(74.20%).
Conclusion: The frequency of subclinical vitamin D deficiency was significantly high in patients with non specific musculoskeletal symptoms
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yaş Grubu, Cinsiyet Ve Mevsimsel Faktörlerin D V İtamini Düzeylerine Etkisinin 9496 Çocukta Değerlendirilmesi
Zafer Bağcı
Araştırma makalesi
Özeti
Yaş Grubu, Cinsiyet Ve Mevsimsel Faktörlerin D V İtamini Düzeylerine Etkisinin 9496 Çocukta Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of Age Group, Gender And Seasonal Factors On VItamIn D Levels In 9496 ChIldren
Amaç: Bu çalışmada, Orta Anadolu’daki bir eğitim ve araştırma hastanesi’nin çocuk kliniğinde bir
yıl boyunca belirlenen D Vitamini düzeylerinin yaş gruplarına, cinsiyete ve mevsim özelliklerine göre
değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif çalışma, bir hastanenin çocuk polikliniğine Ocak 2019-Aralık 2019
tarihleri arasında başvuran ve D vitamini düzeyi belirlenen 0-18 yaş arası çocukların verileri kullanılarak
yapılmıştır. Çocuklar, Standart 6 önerilerine göre 28 gün-12 ay, 13 ay-2 yaş, 2-5 yaş, 6-11 yaş ve 12-
18 yaş olmak üzere beş farklı yaş grubuna ayrıldı. D vitamini düzeyleri yaş grubu, cinsiyet ve başvuru
mevsimi açısından değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 5360 (56.4%)’i kız, 4136 (43.6%)’sı erkek olmak üzere toplam 9496 çocuk dahil
edildi. Katılımcıların 6472 (%68.2)’sinin 25(OH)D düzeyi 20 ng/mL’nin altında (eksikliği temsil eder), 2085
(%21.9)’inin 21-29 ng/mL arasında (yetersizliği temsil eder), 939 (%9.9)’unun ise 30 ng/mL’nin üzerinde
(yeterliliği temsil eder) idi. Kızlarda D vitamini düzeylerinin erkeklere göre daha düşük olduğu, D vitamini
düzeylerinin yaşla ters orantılı olduğu, D vitamini düzeylerinin en düşük değerlerine kışın, en yüksek
değerlerine ise yazın ulaştığı belirlendi. Yaş grubu, cinsiyet ve başvuru mevsiminin D vitamini düzeyleri
üzerindeki etkileri istatistiksel olarak anlamlıydı (P < 0,001).
Sonuç: Tüm yaş grupları için ortalama D vitamini düzeyleri ya yetersiz ya da eksikti. 0-18 yaş arası
çocuklarda D vitamini seviyeleri yaş, cinsiyet ve mevsim ile ilişkilidir. Özellikle risk altındaki gruplarda D
vitamini eksikliğini veya yetersizliğini önlemek için gerekli ö nlemler alınmalıdır.
Aim: This study aimed to evaluate vitamin D levels, which were determined over a year in the pediatric
clinic of a training and research hospital in Central Anatolia, according to age groups, gender, and
seasonal characteristics.
Patients and Methods: This retrospective study was conducted using the data of children aged 0–18
years who applied to the children’s clinic of a hospital between January 2019 and December 2019 and
whose vitamin D levels were determined. Children were divided into five different age groups, 28 days–12
months, 13 months–2 years, 2–5 years, 6–11 years, and 12–18 years, in accordance with Standard 6
recommendations. Vitamin D levels were evaluated in terms of age group, gender, and admission season.
Results: A total of 9496 children, 5360 (56.4%) females and 4136 (43.6%) males, were included in the
study. A 25(OH)D level below 20 ng/mL (representing a deficiency) was found in 6472 (68.2%) of the
participants, while 2085 (21.9%) participants had a 25(OH)D level between 21–29 ng/mL (representing an
insufficiency) and 939 (9.9%) participants had a 25(OH)D level over 30 ng/mL (representing sufficiency).
It was determined that vitamin D levels are lower in girls than in boys, vitamin D levels are inversely
proportional to age, and vitamin D levels reach their lowest values in winter and highest values in summer.
The effects of age group, gender, and season of admission on vitamin D levels were statistically significant
(P < 0.001).
Conclusion: The mean vitamin D levels for all age groups were either insufficient or deficient. Vitamin D
levels in children aged 0–18 is related to age, gender, and season. Necessary measures should be taken,
especially for at-risk groups, to prevent vitamin D deficiency or insuf ficiency.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migrenli Hastalarda Yarı Görme Alanı Uyarımı İle Elde Edılen Görsel Kortıkal Cevaplar
Galip Akhan, Nurhan İlhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Migrenli Hastalarda Yarı Görme Alanı Uyarımı İle Elde Edılen Görsel Kortıkal Cevaplar
HemIfIeld Pattern VIsual Evoked PotentIals In MIgraIne PatIents
Son yıllarda görsel uyarılmış kortikal cevaplarla (Visual Evoked Potentials=VEP) ilgili bulgular mi-grendeki patogenetik proçeslerin açıklanması için önemli sayılabilecek katkılar sağlamıştır. Özellikle hemisferlerden asimetrik VEP kaydedildiğine ilişkin bilgiler bu bakımdan kayda değerdir. Sunulan çalışmada herbir hemisfer kontrlateral yarı görme alanından stitnüle edilerek bioksipital VEP kaydı yapılmış, elde edilen cevapları,' latans ve amplitüt değerleri yaş dağılımı 20-25 yaş arasında değişen normal kontrol grubu, migren gurubu, kla-sik migren gurubu, nonklasik migren gurubu para-metrelerine göre istatistik olarak karşılaştırılmıştır. Nonklasik migren grubunun sol yarı alan uyarunında Ol ve Oz'den kaydedilen VEP amplitüt ve latans değerleri klasik migren grubununkikre göre istatistiki önemde yüksek bulundu (p<0.05). Bu bul-gu, sol hemisferin sağa göre nörotransmitter içeriğinin (özellikle talamusta) daha fazla olmasına bağlı olarak duyarlılığının artmış olduğunu öne süren literatür bilgileri ile uyumludur. Bu arada mig-renli gurupta kontrol gurubna göre oldukça fazla sayıda hızlı zemin aktivitesi trasesi dikkati çdai. Bu literatür bilgileri ile değerlendirildiğinde onlu ve yir-mili yaş gruplarında migren tanısı için oldukça yardımcı bir elektrofizyolojik bulgu olabileceği kanısına varıldı.
HemiField Pattern Visual Evoked Potentials in Migraine Patients Some results of visual evOked potentials (VEP) obtained froın migraineus patients have importantly contributed to the discussion of pathogenetic process in migraine. Especially the results indicate to hemi-spharical asymetry in both latency and amplitute of VEP are notabk. Bioccipital cortical revonses to visual herni-field pattern were recorded in 22 migraine patients and in 22 healty control subjects who both groups are 20- 25 years old. Aınplitude and latency values were sta-tistically analysed (Student's test) VEP's latencies and amplitudes recorded from Ol and 02 (Ipsilateral records) in nonclassical migraine group were langer and higher than those of classical migraine group (p<0.05). This result is highly parel-lel to the ones in the relevant literature. It is sug-gested that the left hemisphere is more sensitive than the right due to the fact that it has more neurotran-smitter content. In addition to this results Fast back-ground activity was recorded in 90% of migraine pa-tients. This observations as in the literature possibly suggested to be an electrodiagnostical helpfull method in migraine patients in first and second decades.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta