Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gis Malignitesi Bulunan Hastaların Karaciğer Metastazlarının Mrg İle Görüntülenmesinde Gadoksetik as
Cengiz Kadıyoran, Hilal Akay Çizmecioğlu, Ahmet Çizmecioğlu, Pınar Didem Yılmaz, Necdet Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Gis Malignitesi Bulunan Hastaların Karaciğer Metastazlarının Mrg İle Görüntülenmesinde Gadoksetik as
ComparIson Of The GadoxetIc AcId And Gadopentate DImeglumIne EffIcIency For DetermInIng LIver Metastases By An Enhanced Mrı Of PatIents WIth GastroIntestInal MalIgnancIes
Amaç: Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistem malignitesi bulunan hastaların karaciğer metastazlarının MRG ile görüntülenmesinde gadoksetik asit ve gadopentate dimegluminin etkinliğinin karşılaştırılarak değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya histopatolojik olarak gastrointestinal sistem malignitesi bulunan 50 hasta dahil edilerek bu hastalardaki karaciğer metastazları değerlendirilmiştir. Her iki kontrast madde ile elde olunan seriler karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Her iki kontrast madde için elde edilen serilerde arteryel, portal ve geç fazda karaciğer parankiminin ve metastatik lezyonun intensitesi açısından istatistiksel anlamlı fark tespit edilemezken, gadoksetik asit uygulanan hastalarda 20. dakikada elde edilen seriler gadopentate dimeglumine uygulanmasını takiben geç fazda elde edilen seriler ile karaciğer parankiminin ve metastatik lezyonun intensitesi açısından karşılaştırıldığında gadoksetik asit lehine istatistiksel anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,05). Gadoksetik asit uygulamasını takiben arteryel, portal, geç fazda ve 20. dakika serilerde karaciğer parankim intensitesinde fazlar süresince istatistiksel anlamlı kontrastlanma artışına yol açmaktadır.(p<0.05) Bu süre zarfında metastatik lezyonlarda ise anlamlı intensite artışı mevcut değildir.(p>0.05) Karaciğer kontrastlanması artarken metastatik lezyonlardaki kontrastlanmanın artmıyor olması karaciğerdeki metastatik lezyon ve normal karaciğer parankimi arasında belirgin kontrast farkına yol açmaktadır. Böylece zamanla gittikçe artan karaciğer kontrastlanmasını takiben fazlar süresince anlamlı artış göstermeyen metastatik lezyon intensitene de bağlı olarak lezyonların tespiti kolaylaşmaktadır.
Sonuç :
Gadoksetik asit hepatoselüler bir kontrast madde olup gastrointestinal sistem maligniteli hastaların karaciğer metastazlarının manyetik rezonans ile değerlendirilmesinde önemli tanısal katkılar sağlar.
Aim: The aim of this study was to evaluate the efficacy of gadoxetic acid and gadopentate dimeglumine in the evaluation of liver metastases of patients with gastrointestinal malignancy by magnetic resonance.
Patients and Methods: A total of 50 patients were diagnosed gastrointestinal malignancies histopathologically were included in the study and their hepatic metastases were examined by magnetic resonance for two contrast agent.
Results: There was no statistically significant difference for these contrast agent at arterial, portal and late phase series. (p>0.05) But we found a statistically significant difference between the series obtained at the 20th minutes after administration of gadoxetic acid and late phase for gadopentate dimeglumine for hepatic parenchymal and metastatic lesion intensity. (p<0.05) After the administration of gadoxetic acid, arterial, portal, late phase and the 20th minute series intensity of hepatic enhancement significantly reduced. At this time there was not a significant enhancement of the metastatic lesions. (p>0.05) When the hepatic parenchymal enhancement increased and the enhancement of metastatic lesions reduced, thus the enhancement difference between normally hepatic parenchyma and metastatic lesions might help the detection of the lesions.
Conclusion:
Gadoxetic acid, a hepatoceluler contrast agent, have important diagnostic contribution to the assessment of the patients with liver metastases of gastrointestinal malignancies by magnetic resonance imaging.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinde 5 Yıllık Tedavi Sonuçlarımız Ve
prognostik Faktörler: Tek Merkez Deneyimi
FIve-Year SurvIval Outcomes Of Breast Cancer And PrognostIc
factors. A SIngle InstItutIon ExperIence
Kliniğimizde tedavi edilen olgu serisini retrospektif olarak
inceleyerek 5 yıllık sağkalım sonuçlarını ve sağkalımı etkileyen
prognostik parametreleri saptamaktır. Meme kanseri tanısıyla
başvuran ve kliniğimizin rutin meme prosedürüne göre küratif olarak
tedavi olmuş olgu verileri incelenmiştir. Tüm olgular üç boyutlu
konformal RT tekniği ile göğüs duvarı veya meme dokusuna karşılıklı
paralel tanjansiyel alanlar kullanılarak günlük 2 Gy fraksiyon dozuyla
haftada 5 gün olacak şekilde tedavi edilmiştir. Rejyonel lenf nodu
bölgesinin tedavi edilmesi gereken durumlarda ise supraklavikuler
fossa ışınlaması da tedaviye eklenmiştir. Olgulara sıklıkla antrasiklin
bazlı kemoterapi rejimleri uygulanmış olup, östrojen reseptörü
pozitif olan olgular hormon tedavisi, Her-2 reseptör pozitif olgular
da trastuzumab tedavisi almıştır. Çalışmanın birincil sonlanım
noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım (HS) idi. İkincil
sonlanım noktası ise sağkalım süreleri üzerine etkili olan prognostik
faktörleri saptamak idi. Tüm istatistiksel analizler SPSS (Statistical
Package for Social Sciences) 13 versiyonu kullanılarak yapılmıştır.
11.02.2010- 01.05.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran
toplam 559 meme kanseri olgusu değerlendirilmiştir. 2 ve 5 yıllık GS
oranları sırasıyla %97 ve %84; 2 ve 5 yıllık HS oranları sırasıyla
%97 ve %71 olarak bulunmuştur. Çok değişkenli analizlerde, ≥70
yaş, triple (-) olmak, T3-4 evre hastalığa sahip olmak, N2-3 nodal
evre hastalığa sahip olmak ve metastaz yada lokal- bölgesel nüks
olması GS’ yi olumsuz etkileyen bağımsız prognostik faktörler
olarak bulunurken; N2-3 nodal hastalığa sahip olmak ve triple (-)
olmak HS’ yi olumsuz etkileyen faktörler olarak saptanmıştır. Meme
kanseri dünya genelinde kadınlar arasında görülen en sık kanser türü
olup insidansı artmasına rağmen hastalığa bağlı mortalite oranları
zamanla düşmeye başlamıştır. Güncel tedavi modaliteleri ışığında
prognostik faktörlerin bilinmesi hem en doğru tedavi modalitesinin
seçilmesi hem de uygulanan tedavi modalitesine alınacak yanıtın
öngörülebilmesi açısından önemlidir.
To evaluate the five year survival outcomes of breast cancer
patients treated at our department and to assess the prognostic
factors that affect survival parameters. All patients underwent our
department’s routine procedure for breast cancer. All patients received
RT to the breast or chest wall using 3D conformal technique with 2 Gy
fraction doses, five days a week with two opposite tangential fields.
If necessary, ipsilateral supraclavicular fossa field was added to the
treatment field. Anthracycline-based chemotherapy was primarily
used, patients with estrogen receptor- positive disease received
hormonal therapy and patients with Her-2 receptor-positive disease
received trastuzumab. The primary end points of this study were
to evaluate the overall survival (OS) and the disease-free survival
(DFS) of the patients. The secondary end points of this study were
to assess the prognostic factors that affect the survival outcomes.
Statistical analysis were carried out using SPSS Statistic program
version 13. Between 11.02.2010 and 01.05.2016, 559 patients with
breast cancer who had been irradiated postoperatively were included
in this retrospective study. 2 and 5 year OS rates were 97% and 84%;
2 and 5 year DFS rates were 97% and 71%, respectively. According to
multivariate analysis, ≥70 year, to have triple (-) hormonal status, to
have T3-4 disease, to have N2-3 nodal stage and to have locoregional
recurrence or distant metastasis were the independent prognostic
factors that affect OS. Also, to have N2-3 nodal stage and to have
triple (-) hormonal status were independent prognostic factors that
affect DFS. Breast cancer is the most common cancer among women.
Its incidence has been increasing but mortality has been decreasing
in the last 10-15 years. In the light of current treatment modalities,
to know the prognostic factors that affect survival outcomes is very
important for both choosing the most appropriate treatment modality
and the prediciton of treatment response.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Mehtap Karameşe, Mustafa Keskin, Zekeriya Tosun, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Ratlarda Transvers Rektus Abdominis Kas Deri Flep Modelinde Nebivololün Perfüzyona Etkileri
Effect Of NebIvolol On Rat Tram Flap VIabIlIty
Meme rekonstruksiyonu; meme kanserinin cerrahi tedavisinin bir parçası olarak düşünülmektedir. Rekonstrüksiyon seçenekleri arasında bulunan transvers rektus abdominis kas deri flebinin (TRAM) belirli beslenme zonlarındaki perfüzyon yetersizlikleri, cerrahi sonrası görülen komplikasyonların artmasına neden olmaktadır. Periferik vazodilatasyonla kanlanma artırıldığında, flep viabilitesi artmakta ve komplikasyon riski azaltılabilmektedir. Nebivolol, üçüncü kuşak beta-adrenoreseptor blokeri olup nitrik oksit aracılığıyla periferik vazodilatasyon yapmaktadır. Çalışmada otuz adet, 250-300 gr ağırlığında Spraque- Dawley rat, beş deney grubuna ayrıldı. Tüm gruplarda TRAM flep kaldırıldı. Kontrol grubu kabul edilen birinci gruba ilaç uygulanmadı. İkinci gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol (Vazoksen, Abdi Ibrahim) oral gavaj yöntemi ile başlandı ve postoperatif 7 gün uygulamaya devam edildi. Üçüncü gruba cerrahi işlemden 24 saat önce 100 mg/kg nebivolol, verildi. Peroperatif dönemde ve postoperatif 7 gün devam edildi. Dördüncü gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol başlandı ve postoperatif dönemde 7 gün devam edildi. Beşinci gruba cerrahi işlemden 7 gün önce 100 mg/kg nebivolol kullanıldı. Peroperatif veya postoperatif dönemde ilaç kullanılmadı. Yedinci gün, tüm ratlarda kan laktat düzeyi ölçüldü ve fleplerin fotoğrafları çekilerek, nekroz alanlarının yüzdeleri belirlendi. Kan laktat değerlerinin, istatistiksel olarak tüm gruplarda kontrol grubuna (grup I) göre belirgin farklılık gösterdiği bulundu. En anlamlı fark kontrol grubu ile (grup 4) arasında tespit edildi. Fleplerin nekroz oranlarının değerlendirmelerinde, istatistiksel olarak grup 1’e göre diğer tüm gruplarda anlamlı fark mevcuttu (p
Breast reconstruction is an essential part of the breast cancer threapy. The transverse rectus abdominis musculocutaneous (TRAM) flap has been widely used for reconstruction of the breast. Partial loss of the flap is still a major problem. The defficiency of flap perfusion may cause partial necrosis of the flap. Periferic vasodilatation may increases flap viability. The aim of this study is evaluation of affect of nebivolol on rat TRAM flap perfusion. Nebivolol is a selective β1 adrenergic receptor antagonist that causes a direct vasodilator effect attributed to the action on vascular nitric oxide (NO). In this study 30 male spraque–dawley rats were used. A pedicled TRAM flap based upon the the right inferior epigastric artery was elevated and reapproximated. Animals were randomly assigned to 5 treatment groups (n:6). Group 1 received no nebivolol. Groups 2 through 5 were administered 100 mg/kg nebivolol orally 24 hours preoperatif; in addition groups 2 to 4 received orally postoperatif for 7 days. Group 3 also received intraoperatively; groups 4 and 5 were given nebivolol orally for 7 days before the 24 hours preoperatif treatment. Seven days after surgery skin paddles were photographed and assessed for viability. In seventh day blood lactate levels were measured. Statically significant differences were found in all experimental groups relative to the controls. Group 4 displayed the greatest improvement in flap viability, significantly better than other nebivolol groups. This study indicates that nebivolol may provide a useful pharmacologic tool for reducing iscemia-reletad necrosis in TRAM flaps.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemik Metastazlarında Güncel Tedavi Seçenekleri
Eda Yirmibeşoğlu Erkal, Görkem Aksu
Derleme
Özeti
Kemik Metastazlarında Güncel Tedavi Seçenekleri
Current Treatment OptIons For Bone Metastases
Kemik lezyonları içinde malign destrüksiyona en sık sebep olan lezyonlar, kemik metastazlardır. Kemik metastazları sıklıkla şiddetli ve başa çıkılması zor ağrıya neden olmaktadırlar. Kemik metastazlarının neden olduğu ağrının uygun şekilde tedavi edilmesi, hastaların yaşam kalitesinin iyileştirilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Bu, derlemede kemik metastazlarına güncel tedavi yaklaşımları gözden geçirilmektedir.
Among bone lesions, bone metastases are the most common lesions leading to malignant destruction. Bone metastases commonly result in severe pain that is hard to handle. Appropriate treatment of pain associated with bone metastases is critical for the improvement of the patients’ quality of life. In this article, current treatment approaches regarding bone metastasis are reviewed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
Asım Duman, Cemil Ceviz, Fuat İpekçi, Nuri Ildız, Selahattin Aydınalp
Araştırma makalesi
Özeti
105 Meme Kanseri Vakasının Analizi
AnalysIs Of 105 Cases Of Breast CarcInoma
Ağustos 1969 - Ağustos 1981 yılları arasında D.Ü.T.F. Genel Cerrahi Biriminde 98 i kadın, 7 si erkek olmak üzere ameliyat edilen 105 meme kanserli hastanın dosyası incelenmiştir. Bu hastaların 12 sinde basit mastektomi, 93 ünde radikal mastektomi yapılmıştır. 105 meme kanserli hastanın 1 i ameliyat esnasında ve 2 si postoperatif devrede kaybedilmiş olup mortalite oranı % 2,8 bulunmuştur.
Between August 1969 and August 1981 105 patients with breast car-cinoma were operated on at the General Surgery Department of Medical Faculty of Diyarbakır University. We studied the case noter of these pa-tients. There were 98 female and 7 male patients. Radical mastectomy was performed on 93 patients, and simple mastectomy on 12 cases. Dur-ing the postoperative period, there were 3 deaths in 105 patients with bre-ast carcinoma. The mortality rate was 2.8 percent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
Ganime Dilek Emlik, Mehmet Gök, Kemal Ödev, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
RadIologIc FIndIngs In Skeletal Muscle MetastasIs From Lung CarcInoma
Amaç: Malign tümörlerin iskelet kasına metastazları nadirdir. Akciğerden kaynaklanan malign tümörlü olan olguda klinik bulgular ve iskelet kasındaki metastatik lezyonların klasik radyografik, BT, MRG bulguları irdelendi. Olgu: 68 yaşında erkek olgunun akciğer radyografisinde sol akciğerde, büyük kalın düzensiz duvarlı kaviter lezyon izlendi. Lezyon bronkoalveolar lavaj (BAL) sonucunda kötü differensiye epidermoid kanser tanısı aldı. Bir yıldan beri bulunan sol uyluk ön yüzündeki yumuşak doku kitlesinedeniyle yapılan direkt grafide periost reaksiyonu dışında bulgu saptanmadı. MRG’de kitle lezyonu, çevre kas yapılarına göre T1A’lı kesitlerde hipo, T2A’lı kesitlerde hiperintens izlendi. Yumuşak doku kitlesinden yapılan biopsi sonucu metastatik tümörle uyumluydu. Olgu tanı konduktan 6 ay sonra kaydedildi. Sonuç: Akciğer malign tümörlü olgularda iskelet kasında kitle ve ağrı varlığında metastazdan şüphelenilmelidir. Kitlelerin lokalizasyonunda, çevre dokularla ilişkisi ve kemik tutulumunun saptanmasında MRG ve BT tamamlayıcı tetkiklerdir.
Purpose: In the case of the skeletal muscie metastasis of lung cancer the authors report radiographic, CT scan and MRI findings of painful masses in the femoral regions. Muscle biopsy revealed extensive infiltration of the muscle with carcinoma cells. Case: A 68 year-old man presented with a large cavitary lesion with thickened wall in the left hilus on radiogrraphy and CT scan. The diagnosis of the lung cancer was made by bronchoalveolar lavage. The radiograph did not Show any soft tissue mass, except periosteal reaction. MRI showed a tumoral mass in the right quadriceps muscle with signal intensity slightly lower on T1-weighted and higher in T2-weighted images than surrounding muscle tissue.Needle biopsy revealed metastatic squamous cell carcinoma. The patient died six month later. Conclusion: MRI is more useful technique than the other methods for determination of the localization, the relationship of the surrounding tissues and the manifestations of metastatic masses on the skeletal muscle due to malign tumor of the lung.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erkeklerde Meme Kanseri
Şakir Tekin, Şükrü Bülent Özer, Adnan Kaynak
Araştırma makalesi
Özeti
Erkeklerde Meme Kanseri
Mammary Cancer In MaIes: Case Report
Kliniğimize 1985-1998 yılau arası başvuran üç erkek meme kanseri olgusunun muayene bulgular, ve tedavi sonuçları sunulmaktadır. Bir hasta 13 yıldan, diğer iki hasta iki yıldan fazla süre takip edildi. Meme hacminin az olması, pektoral fasyaya yakınlığını göz önüne alarak, erkek meme kanserinde radikal mstektomiyi tercih ettik.
Between 1985 and 1998 three men with breast cancer vere treated in our depantnent, Physlcal exa-mination and treatment results of these patients are presented. Follow up period was 13 years in one pa-tient, more than two years in the other two patients. We preferred radical mastectorny in these three pa-tients because of the small volume of the breast, and the close lacotion of the pectoral fascia in men.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
Neşe Asal, Pınar Nercis Koşar, Mahmut Duymuş, Ömer Yılmaz, Uğur Koşar
Olgu sunumu
Özeti
Lobuler Meme Kanserinin Her İki Overe Metastazı
BIlateral OvarIan Metastases From Lobular Breast Cancer
Metastatik over tümörleri, tüm over tümörlerinin %3-8’ni malign over tümörlerinin yaklaşık %10-30’unu oluşturmaktadır. Overlerin metastatik hastalığı sıklıkla kolon, mide, meme ve genitoüriner sistem kaynaklıdır. Lenfoma, lösemi gibi hematolojik tümörler de overlere yayılabilir. Klinik hikaye, tümör markerları, tümör morfolojikhistolojik özellikleri ve görüntüleme özellikleri primer ve sekonder over tümörleri arasındaki ayırımda yararlıdır. Manyetik resonans görüntüleme (MRG) tümoral lezyonların karakterizasyonunda, benign ve malign kitle ayırımında çok faydalıdır. MRG incelemede T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde sinyal ve morfolojik karakteristikleri ile over kitleleri tanımlanabilmektedir. Over metastazının saptanması tedavi yönetimini değiştirdiğinden tanınması önemlidir. Bu olgu sunumunda lobuler meme kanserinin her iki overe metastazı MRG ve ultrason bulguları sunulmaktadır
The metastatic ovarian tumors constitute 3 to 8% of all and 10 to 30% of malignant ovarian tumors. The common primary sites for metastatic disease to the ovaries include the colon stomach, breast and the genitoürinary tract. Hematolojic malignancies, including lymhoma and leukemia, also involve the ovaries. Clinical history, tumor markers, tumor morphological-histological features and imaging features are useful to distinguish secondary ovarian tumors from primary ovarian tumors. Magnetic Resonance imaging (MRI) provides useful information for characterization of various ovarian benign or malign masses. The use of MRI for diagnosis of ovarian masses includes consideration of morphologic characteristics and signal intensity characteristics on T1 and T2-weighted images. It is important to determine the ovarian metastasis due to change the method of treatment. İn this case we present MRI an ultrasound findings of bilateral ovarian metastasis of lobular breast cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Olgun Kadir Arıbaş, Tahir Yüksek, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Tanı Konulamayan Plevral Efüzyonlu Olgularda Video Yardımlı Torokoskopik Cerrahi Tekniği (vats) İle Yapılan Plevral Biyopsinin Tanı Değeri
Selçuk Üniversitesi Tıp Eakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde Haziran 1995 - Aralık 1997 tarihleri arasıda kapalı plevra biyopsisi ile tanı konulamayan 10 hastaya Video yardımlı torokoskopik cerahi tekniği (VATS) uygulanmıştır. Olguların 5 ’i kadın 5'i erkektir. En genç vaka 28 yaşında, en yaşlı vaka ise 80 yaşında olup yaş ortalaması 55.7'dir. Olguların 5 ’ine sağ, 5’ine sol hemitoraksta VATS ile biyopsi alma işlemi uygulanmıştır. 10 olgunun 9ünda biyopsi alınabilmiş, 1 olguda VATS ile biyopsi alınmış fakat alınan biyopsilerin yapışıklıklar nedeniyle efektif olmadığı düşünüldüğünden torakotomiye geçilerek açık biyopsi alınmıştır. VATS ile biyopsi alınan tüm olgularda kesin tanıya ulaşılmıştır. Bu olguların 4’ünde malign mezotelyoma, 3'ünde Tüberküloz (Tbc), 2 'sinde ise kronik nons- pesifik plörit tanısı konulmuştur. Torokotomi uygulanan hastada ise adenokarsinom metastazı rapor edilmiştir. Hiçbir olguda operatif ve postoperatif komplikasyon ve mortalite gözlenmemiştir.
Video-assisted thorocotomy (VATS) was performed to 10 patients to whom diagnosis couldn’t done with closed pleura biopsy betvveen June of 1995 and december of 1997 at the clinic of chest Surgery of Medical Faculty of Selçuk Üniversity. 5 of the cases were female and 5 of them were male. The smallest case was 28 years old, the eldest case was 80 years old and average age of ali cases was 55.7. VATS was performed to 5 of ali cases from the right, and to 5 of them from the left side. At the 9 cases biopsy was taken with VATS, İt 1 case biopsy vvasn't effective, for this reason öpen biopsy was one with thoractomy. Ali of the cases in whom biopsy were done with VATS absolute diagnosis have been done. İn the 4 of these cases diagnosis was malign mesotelioma, in 3 of them diagnosis was tubercülosis, in 2 of them diagnosis was nonspesific pleuritis. İn the thorocotomy performed patient the diagnosis was metastasis of adenocarcinoma. Complications and mortality vvasn't seen in any of the cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Halil İbrahim Taşcı, Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Murat Çakır
Olgu sunumu
Özeti
Aksiller Lenf Nodunda Metastazla Ortaya Çıkan Erkek
okült Meme Kanseri
Male Occult Breast Cancer ManIfestIng As AxIllary Lymph Node
metastasIs
Okult meme kanseri memede herhangi bir fizik muayene
bulgusunun olmadığı; ya da radyolojik olarak gösterilemeyen bir
kanser türüdür. Genelde primeri belli olmayan aksiller metastazla
kendini gösterir. Erkeklerde meme kanseri nadir görülen bir kanser
türüdür. Okult meme kanseri ise çok daha nadirdir ve literatürde
ancak olgu sunumu şeklinde vakalar bildirilmiştir. 46 yaşında erkek
hasta, 3 aydır olan sağ koltuk altında ele gelen kitle nedeni ile
başka bir sağlık kurumunda eksizyonel biyopsi yapılmış. Patolojik
tanısı, memenin infiltratif duktal karsinom metastazını düşündürür
bulguların ön planda olduğu adenokarsinom metastazı şeklinde
raporlanmış. Hastaya primer odak araştırması açısından batın ve
toraks tomografisi, üst ve alt gastrointestinal sistem endoskopileri
yapıldı. Meme ultrasonografisi, meme manyetik rezonans
görüntülemesi ve pozitron emisyon tomografi çekildi. Bunlarda primer
odak açısından pozitif bir bulguya rastlanmaması üzerine hasta okült
meme karsinomu olarak kabul edildi ve modifiye radikal mastektomi
yapıldı. Sonuç olarak aksillada primeri belli olmayan metastatik lenf
nodu varlığında, hasta erkek olsa bile, okult meme kanseri hatırda
tutulmalıdır.
Occult breast cancer is a type of cancer with no symptoms found upon physical examination on the breasts or which can not be radiologically shown. It generally manifests itself with axillary metastasis with no known primary tumor. Breast cancer in males is rarely seen. Occult breast cancer, on the other hand, is even rarer and only case reports were found in literature. A 46-year-old male patient had excisional biopsy at another medical facility because of a palpable mass on his right armpit. The pathological diagnosis had stated that the patient had adenocarcinoma metastasis with symptoms implying an infiltrative ductal carcinoma metastasis of the breast. Abdominal and thoracic tomography, upper and lower gastrointestinal system endoscopy procedures were performed on the patient in order to determine the primary focus. Breast ultrasonography, breast magnetic resonance imaging and positron emission tomography were also performed. Upon not being able to detect any positive findings, the patient was considered to have occult breast carcinoma and modified radical mastectomy was performed. In conclusion, in the presence of metastatic lymph node with no known primary tumor in the axillary, the possibility of occult breast cancer should be taken into consideration even if the patient is male.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
Çağdaş Yavaş, Ahmet Büyükyörük, Güler Yavaş, Murat Araz, Özlem Ata
Olgu sunumu
Özeti
Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinin Biseps Metastazı
BIceps MetastasIs From Non-Small Cell Lung Cancer
Küçük hücre dışı akciğer kanserinin (KHDAK) iskelet kasına metastazı nadir görülen bir durumdur ve en etkin tedavi seçeneği tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada KHDAK’nin biseps kası metastazı nedeni ile palyatif radyoterapi uygulanan bir olgunun özellikleri ve tedavi sonucu sunulmuştur. Elli yaşında, küçük KHDAK’ne bağlı biseps metastazı olan hasta sunuldu. Kemoradyoterapiden 1 ay sonra hasta sağ kolunda ağrılı kitle yakınması ile kliniğimize başvurdu. Sağ biseps braki kasındaki ağrılı kitleden alınan biyopsinin sonucu akciğer adenokarsinom metastazı ile uyumlu geldi. Hastanın ağrılı kitlesine yönelik palyatif radyoterapi uygulandı ve sistemik kemoterapi planlandı. Palyatif radyoterapi sonrasında sağ biseps kasındaki metastatik kitlenin ağrısı kayboldu. Palyatif radyoterapiden 2 ay tanı anından ise 18 ay sonra hasta solunum yetmezliği nedeni ile kaybedildi. KHDAK’nin kas metastazı yaptığı olgularda palyatif radyoterapi iyi bir tedavi seçeneği olabilir.
Skeletal muscle metastasis from non-small-cell lung cancer (NSCLC) is a rare event and the optimal treatment strategy is still unknown. Herein we report a case with biceps metastasis from NSCLC. A 50-year-old man with a distant biceps metastasis due to NSCLC is presented. One month after chemo-radiotherapy and adjuvant chemotherapy the patient was readmitted with a painful mass located on the right biceps brachii muscle. A biopsy of the painful mass disclosed the muscle metastasis pulmonary adenocarcinoma. The patient was treated with palliative radiotherapy and systemic chemotherapy was planned. At the end of the palliative radiotherapy his pain was disappeared. Two months later (18 months after the diagnosis) the patient died of respiratory failure. Palliative radiotherapy may be a good treatment option for patient with muscle metastasis from NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aromataz İnhibitörü Tedavisinin Meme Kanserli Hastalarda Serum Total Siyalik Asit Düzeylerine Etkisi
Aysel Kıyıcı, Mehmet Artaç, Hümeyra Çiçekler, Önder Eren, İdris Mehmetoğlu, Melih Cem Börüban
Araştırma makalesi
Özeti
Aromataz İnhibitörü Tedavisinin Meme Kanserli Hastalarda Serum Total Siyalik Asit Düzeylerine Etkisi
The Effect Of Aromatase InhIbItor Therapy On Serum Total SIalIc AcId Levels In Breast Cancer PatIents
Meme kanseri de dahil olmak üzere çeşitli kanserlerde serum total siyalik asit düzeylerinde yükselme olduğu daha önce yapılan çalışmalarda bildirilmiştir. Biz meme kanserli hastalarda, aromataz inhibitörü tedavisinin serum total siyalik asit düzeyine etkisini ortaya koymayı amaçladık. Total siyalik asit seviyeleri aromataz inhibitörleriyle tedavi edilen 20 meme kanser tanılı hastada kolorimetrik bir yöntemle ölçüldü. Serum total siyalik asit düzeyleri tedavi başlangıcında ve tedavinin 3. ayında sırasıyla 15,06±2,71 mmol/ml ve 8,17±5,31 mmol/ml olarak bulundu. Böylece tedavi sonrası total siyalik asit düzeylerinde anlamlı bir azalma gözlendi (p
It was reported previously that serum total sialic acid levels were increased in various cancers including breast cancer. We aimed to evaluate the effect of aromatase inhibitor therapy on serum total sialic acid levels in breast cancer patients. Total sialic acid levels were determined in sera of 20 patients with breast cancer and treated with aromatase inhibitors. Total sialic acid levels were determined by a colorimetric method. Serum total sialic acid levels were 15,06±2,71 mmol/ml and 8,17±5,31 mmol/ml at the beginning and three months after the treatment respectively. Thus, a significant decrease in total sialic acid levels was observed after the treatment (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pilomatriks Karsinoma
Yaşar Ünlü, Pınar Karabağlı, Hüseyin Kılıç, Ceyhan Uğurluoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pilomatriks Karsinoma
PIlomatrIx CarcInoma
Amaç: Pilomatriks karsinoma tanısı konulan bir olgunun, nadir görülmesi nedeniyle tartışılması amaçlandı. Olgu Sunumu: 50 yaşında erkek hastada, sol ön kolunda yerleşim gösteren pilomatriks karsinoma olgusunu sunduk. Hasta hikayesinde lezyonun bir yıl önce geliştiği, ilk 6 aydan sonra boyutlarının hızla arttığı bildirildi. Pilomatriks karsinoma tanısı başlıca histopatolojik olarak verilir. Tümör, sıklıkla atipik mitozis gösteren, nükleolusları belirgin pleomorfik hücrelerden oluşmakta ve santralde keratotik materyal, gölge hücreleri, ve nekroz alanları ile karakterizeydi. Damar veya sinir infiltrasyonu görülmedi. Hasta 22 aydır lezyondan arınmış olarak izlenmektedir. Sonuç: Pilomatriks karsinoma düşük dereceli bir tümör olup, pilomatriksoma ve tiplerinden ayırımı yapılmalıdır. Klinisyenler ve patologların uzak metastaz potansiyeli yönünden, bu olgulara dikkatli yaklaşımı gerekmektedir. Literatürü gözden geçirerek olgunun diğer deri tümörleri ile ayırıcı tanısını tartıştık.
Aim: It was aimed to discuss a rare case which was diagnossed as pilomatrix carcinoma. Case Report:We report the case of a 50-year- old man with a pilomatrix carcinoma in his left forearm. In his history the patient announced taht the lesion had developed one year ago, and its size had expanded rapidly after the first six- month period. Diagnosis of malignant pilomatricoma is essentially histopathological .The tumor was composed of pleomorphic basaloid cells with prominent nucleoli and frequent atypical mitoses accompanied by central areas with keratotic materials, shadow cells, and foci of necrosis. Vascular or perineural infiltration was not observed. The patient remained disease-free at the 22 months follow- up. Conclusion: Pilomatrix carcinoma is a neoplasm of low-grade malignancy that should be distinguished from the conventional pilomatrixoma and its variants. Clinicians and pathologists should be aware of the occurrence of pilomatrix carcinoma because of its potential for distant metastases. We reviewed the literature and comment on the histopathologic differences from other cutaneous tumors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
Ahmet Küçükapan, Suat Keskin, Zeynep Keskin, Necdet Poyraz
Derleme
Özeti
Hepatosellüler Karsinom Tedavisinde Girişimsel Radyolojik Yöntemler
InterventIonal RadIologIcal Methods In Treatment Of Hepatocellular
carcInoma
Hepatosellüler karsinom (HCC) çoğunlukla viral hepatit sonrası oluşan bir durumdur. HCC karaciğer parankiminde geç dönemde siroz gelişiminden displastik nodül gelişimine ve erken evre kanser oluşumuna kadar farklı antitelere neden olabilmektedir. Ancak tümör çapının yaklaşık 2 cm olduğu olgularda ve vasküler invazyonu gelişmeden küratif tedavi mümkün olabilmektedir. Karaciğer fonksiyonlarının yetersiz olması, vasküler invazyon ve metastaz nedeniyle cerrahi tedavinin olası olmadığı hastalarda tümör gelişimini durdurmak amacıyla perkütan radyofrekans ablasyon ve transarteriyel kemoembolizasyon gibi cerrahi olmayan tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Hepatocellular carcinoma (HCC) generally develops as a
consequence of underlying liver disease, most commonly viral
hepatitis. The development of HCC follows an orderly progression
from cirrhosis to dysplastic nodules to early cancer development,
which can be reliably cured if discovered before the development
of vascular invasion (typically occurring at a tumor diameter
of approximately 2 cm). If resection is not possible because
of poor liver function, vascular invasion and metastasis. To
prevent tumor progression while waiting, nonsurgical treatments
including percutaneous radiofrequency ablation, and transarterial
chemoembolization are employed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Berrin Benli Yavuz, Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserli Hastalarda Prognozda Tümör Boyutu Etkin Mi?
Is Tumor SIze EffectIve In GastrIc Cancer PrognosIs?
Amaç: Mide kanseri tanısıyla postoperatif kemoradyoterapi uygulanan hastalarda tümör boyutunun ve preoperatif albumin düzeyinin prognozla ilişkisini belirlemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Klinikopatolojik özellikleri analiz edildi. 15.1.2010-31.12.2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 199 olgu çalışmaya dahil edildi. Birincil sonlanım noktaları genel sağkalım (GS) ve hastalıksız sağkalım(HS) idi. Bulgular: Ortalama takip süresi 20,43 ay idi. Uzak metastaz 50 (%25.1) hastada gelişirken, 102 hasta (%51,3) hayatta idi. Çok değişkenli analizlerde ileri evre, sigara içimi, tümör boyutunun 8cm. den büyük olması, operasyon öncesi albumin değerinin 3,5 g/dl nin altında olması GS üzerine olumsuz etkili olarak bulundu. Lenfovasküler invazyon (LVI) ve tümör boyutunun, HS üzerine olumsuz etkileri gösterildi. İstatistiki analiz için SPSS(Statistical Package for Social Sciences) 21 versiyonu kullanıldı. Sonuç: Gelişen tedavilere rağmen halen prognozu kötü olan mide kanseri hastalarda bilinen prognostik faktörlere ilave faktörlerin belirlenmesi, tedavi modalitelerinin seçimi ve hasta yaşam sürelerini tahmin etmekte kulanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the prognosis value of tumor size and preoperative albumin levels in gastric cancer patients treated with postoperative chemoradiotherapy. Patients and Methods: Patients records reviewed retrospectively. Clinicopathologic features were analyzed. 199 patients who applied to our clinic between 15.1.2010-31.12.2016 were included in this study. The primary end points of this study were to evaluate the overall survival (OS) and the disease free survival(DFS). Results: Mean follow up time was 20.43 months. Distant metastases devoloped in 50 patients and 102 patients were alive. In multivariate analyses , advanced T stage, history of smoking, preoperative albumin level less than 3.5 gr/dl and tumor size more than 8 cm were found to have poor prognostıc effect on OS. Lymphovascular invasion (LVI) and tumor size were showed negative effects on DFS. For statistical analyses SPSS( statistical package for social sciences) 21.0 statistical package was used. Conclusions: Despite recent treatment modalities the prognosis of gastric cancer is still poor and novel prognostic factors together with the current ones may be helpful to predict decision of proper treatment modalities and survival of the patients
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Yasemin Gönül, Mitat Arıcıgil, Pembe Oltulu, Miyase Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Larenksin Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Tümör Budding’in Prognostik Önemi
Prognostıc Importance Of Tumor Buddıngs In Larynx Squamous Cell Carcınomas
Amaç: Larenksin skuamöz hücreli karsinomu, güvenilir prognostik belirteçlerin eksikliği nedeniyle yönetimi zor bir hastalıktır. Literatürde, tümör tomurcuklanması (TB) bazı malignitelerde kötü prognozu öngördüğü gösterilmiştir, ancak larengeal kanserde TB'nin prognostik önemi belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmanın amacı, larenksin skuamöz hücreli karsinomlarında TB'nin prognoza etkisini ve diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Kulak Burun Boğaz kliniğinde 2008-2015 yılları arasında larenksin skuamöz hücreli karsinomu tanısı konulan ve cerrahi tedavi veya postoperatif kemoradyoterapi uygulanan 60 olgu incelendi. Olguların yaşları, özgeçmişleri, TNM (tümör, nod, metastaz) sınıflandırmaları, radyolojik görüntülemeleri, uygulanan cerrahi yöntemleri ve patolojik sonuçları dosyalardan elde edildi. Tümörün Hematoksilen&Eozin boyalı preparatlarından immunhistokimyasal PanCK boyası yapılarak tümör tomurcuklanması skorlamaları patoloji bölümünde değerlendirildi. Elde edilen veriler ile klinikopatolojik değişkenler arasındaki ilişki incelendi.
Bulgular: Bu çalışmada, larenksin skuamöz hücreli karsinomunda perinöral infiltrasyon ile tümör tomurcuklanması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur (P=0.006). Ayrıca, tümör tomurcuklanması perinöral infiltrasyon ile patolojik lenf nodu tutulumu açısından bağımsız bir risk faktörü olarak görülmüştür (p=0.003). Patolojik lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon açısından bağımsız bir risk faktörü olarak belirlenmiştir (p=0.028).
Sonuç: Çalışmamız, larenksin skuamöz hücreli karsinomu için bilinen prognostik faktörler arasında TB ile perinöral infiltrasyon arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir ve bu nedenle tümörün prognozunu belirlemede önemli bir rol oynayabilir.
Purpose: Laryngeal squamous cell carcinoma poses a management challenge due to the lack of reliable prognostic markers. Although tumor budding (TB) has been shown to predict poor prognosis in some malignancies, its prognostic significance in laryngeal cancer remains uncertain in the literature. Therefore, the objective of this study is to evaluate the impact of TB on prognosis and its correlation with other established prognostic factors in laryngeal squamous cell carcinoma.
Patients and Methods: In the department of otolaryngology the files of 60 patients with laryngeal squamous cell carcinoma who underwent surgery, postoperative chemoradiotherapy between 2008 and 2015 were analyzed retrospectively. The patient’s history, family history, age, TNM (tumor, node, metastases) classification, radiological imaging, type of surgery performed, and the results of the pathological specimen were evaluated. PanCK immunohistochemical staining was performed on old paraffin block sections containing tumoral tissue, previously stained with Hematoxylin & Eosin. The TB scores were evaluated by the pathology department, and the association between all obtained parameters and clinicopathological variables was analyzed.
Results: Our findings showed a significant association between tumor budding and perineural infiltration, a known prognostic factor for laryngeal carcinoma (P=0.006). TB was found to be an independent risk factor for perineural infiltration and pathological lymph node involvement (p=0.003). Pathological lymph node involvement was also found to be an independent risk factor for lymphovascular invasion (p=0.028).
Conclusions: Our study provides evidence for a significant association between tumor budding and perineural infiltration, which are established prognostic factors in laryngeal carcinoma. This suggests that tumor budding may be an important factor in determining tumor prognosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Salim Güngör, Hilal Koral
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserleri Metastatik Lenf Nodüllerinde Ekstrakapsüler Yayılım
The Extracapsular S Pread Of Lymph N Ode MetastasIs In Laryngeal CarcInoma
Lenf nodüllerindeki ekstrakapsüler tutulum prog-nozun zayıf olduğunun bir göstergesi sayılmaktadır. Nodüler fiksasyon ekstrakapsüler yayılımın bir göstergesi olup, hastada prognozu istatistiksel olarak düşüren bir faktördür. Diğer faktörlerden tümöral hücre diferansiasyonu ve metastatik nodül sayısı da prognoz üzerine etkili olup, burada ekstrakapsüler yayılımin prognoza olan etkisi literatürdeki retro-spektif araştırma sonuçları ile birlikte tartışılmıştır.
Extracapsular spread of lymph node metaitases ir believed to be an indicator of poor prognosis. in general it has been thought that extracapsular spread was limited to the 'fixed" nodes. The patients whose lesions had extracapsular spread had statistically reduced numbers of survival. Other factors eg, tumor dillerantiation and the number of malignant nodes ellects on prognosis. The effect of extracapsular spread on staging, the reporting of retrospective reviews and therapy are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
Adil Kartal, Türker Özkan, Hasan Başarır
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanserinin Cerrahı Tedavisinde Modıfıye Radıkal Mastektominin Değeri (100 Olguluk Seri)
The Value Of ModIfIed RadIcal Mastectorny For The SurgIcal Treatment Of Breast Cancer (a SerIes Of 100 Cases)
Tümü kadın olan 100 meme kanserli olguya Madden'in Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) tekniği uygulandı. Olgular yaş, semptom, tümörün lokalizasyonu, büyüklüğü, aksiller metastaz ve TNM'ye göre sınıflandırılması ile komplikasyonlar, mortalite ve sürvi bakımından incelendi. Sonuçların en az Radikal Mastektomi (RM) kadar iyi olduğu saptandı.
One hundred female patients alt of who had breast cancer were applied Madden's modified radical mastectomy technque. The cases were examined considering the age of the patient, the localisation and size of the tumor, axillary metastasis and classification. Complications and the rate of mortality and survival were studied. The results were as hopeful as radical mastectomy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
Tamer Ertan, Mehmet Kılıç, A. Keşşaf Aşlar, Ömer Yoldaş, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
Olgu sunumu
Özeti
Sigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomsigmoid Kolonda Kolon Kanserini Taklit Eden Aktinomikoz Olgusuikoz Olgusu
ActInomycosIs Of SIgmoId Colon: MImIckIng A Colon Cancer
Abdominal aktinomikoz anaerobik bir bakteri olan Actinomyces İsraeli’nin neden olduğu nadir görülen bir enfeksiyöz hastalıktır. Pelvik aktinomikoz sıklıkla intrauterin araç (İUA) kullanımıyla birliktedir. Kronik süpüratif enfeksiyon pelvik maligniteyi taklit edebilir. Preoperatif dönemde doğru tanı konulması genellikle mümkün olmamaktadır. İUA kullanımının bu nadir komplikasyonunu farketmek hastayı gereksiz ameliyattan kurtarabilir. Olgu: 31 yaşında ve İUA kullanım öyküsü olan kadın hasta karın ağrısı şikayeti ile acil servise başvurdu. Fizik muayenesinde sağ alt kadranda hassasiyeti mevcuttu. Bimanuel pelvik muayenesinde 8x10 cm’lik kitle mevcuttu. Transvajinal ultrasonda sağ overden köken alan 9x9 cm’lik kistik kitle saptandı. Hasta sağ over kist torsiyonu tanısıyla acil ameliyata alındı. Ameliyatta sağ adneks, sigmoid kolon, sakrum ve sağ pelvik duvarı infiltre eden kitle lezyonu saptandı. 10 cm’lik bir jejunum ansı’da bu kitle lezyonuna yapışıklık gösteriyordu ve sigmoid kolonda yaklaşık 5x6 cm boyutunda kitle palpe ediliyordu. Bu bulgular kolon karsinomunu destekliyordu ve intraoperatif genel cerrahi konsültasyonu istendi. Hastaya sağ salfingo ooferektomi + sigmoid rezeksiyon + segmental jejunum rezeksiyonu yapıldı. Rezeksiyon materyalinin patolojik incelemesinde aktinomikozla uyumlu kronik inflamasyon doku saptandı. Sonuç: Özellikle İUA kullanan hastalarda pelvik kitlelerin ayırıcı tanısında nadir görülen bu infeksiyöz hastalık akılda tutulmalıdır.
Abdominal actinomycosis is a rare infectious disease caused by an anaerobic bacterium actinomyces israeli. Pelvic actinomycosis is generally associated with the use of intrauterin devices (IUD). This chronic suppurative infection can mimic pelvic malignancy. The diagnosis of the disease is frequently miss preoperatively. The surgeons must be aware of this rare complication in order to avoid an extensive surgical procedure. Case: We present the case of a 31 year old premenoposal woman with an abdominal pain and a history of IUD us efor 6 years. On physical examination the patient had tenderness on right lower abdomen and a palpable cystic mass 8x10 cm in size on pelvic bimanual examination. A preoperative transvaginal USG showed a 9x9 cm cystic mass originated from right ovary. The patient was taken to the emergency operating suite with the diagnosis of torsion of the right cystic ovary by gynaecologist. During the exploratory laparotomy we observed an extensive diffusely infiltrating process involving right adnexa, sigmoid colon sacrum and right pelvic Wall. A loop of jejunum was adherent to this infiltrating process and a mass 5x6 cm in size was palpated in sigmoid colon. These findings were highly suggestive of a colonic carcinoma and the patient was consulted with a general surgeon intraoperatively. Right salpingo -ooferectomy + sigmoid resection + segmental jejunal resection was performed. Pathologic findings showed chronic inflammatory tissue with evidence of actinomycosis. Conclusion: The case described here underlines that surgeons must be aware of this unusual infectious disease in the differential diagnosis of pelvic mass.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
Osman Balcı, Alaa S. Mahmoud, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopi İle Tedavi Edilen Ektopik Gebeliklerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The LaparoscopIcally Treated EctopIc PregnancIes
Bu çalışmada kliniğimizde laparoskopik yaklaşımla tedavi ettiğimiz ektopik gebelik olgularımızın değerlendirilmesini amaçladık. Ocak 2007 – Aralık 2009 yılları arasında kliniğimizde ektopik gebelik tanısı konulan ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 56 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, transvajinal ultrasonografi (TVUSG) bulguları, tedavi öncesi ve sonrası ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) değerleri, tedavi öncesi ve sonrası hemoglobin (Hb) değerleri, uygulanan laparoskopik yöntemler, transfüzyon yapılıp yapılmadığı ve ek tedavi uygulanıp uygulanmadığı açısından incelendi. Hastaların ortalama yaşı 30.4±4.2 ve ortalama gebelik haftaları 6.6±1.4 hafta idi. Başvuru sırasında ortalama ß-hCG değerleri 2932.4±2276.8 IU/L idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı ve vajinal kanama ile başvurmuşlardır. Hastalarda TVUSG bulguları olarak sıklıkla adneksiyal kitle ve hemoperitoneum gözlenmiştir. En sık ampuller gebelik tanısı konmuştur. Hastaların çoğuna tuba koruyucu cerrahi tedavi uygulanırken, sadece %10.7’sine salpenjektomi uygulanmıştır. Post-operatif kanama nedeniyle 2 hasta yeniden laparoskopiye alınırken, 10 hastaya da kan transfüzyonu yapılmıştır. Hastaların tamamında 1. ayın sonunda ß-hCG değerlerinin normal sınırlara döndüğü görülmüştür. Sonuç olarak hemodinamik açıdan stabil ve laparoskopik tedaviye uygun özellikle de genç ve fertilite isteği olan ektopik gebelik hastalarında, en iyi tedavi yaklaşımının konservatif laparoskopi olduğunu düşünmekteyiz.
In this study, we aimed the evaluation of the laparoscopically treated ectopic pregnancy cases in our clinic. This retrospective study included 56 cases that were diagnosed to have ectopic pregnancy and treated by laparoscopy between January 2007 and December 2009. Patients characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, preoperative and post-operative serum ß-human chorionic gonadotropin (ß-hCG) and hemoglobin levels, type of laparoscopic surgery, blood transfusion and additional treatments were recorded. The average age of the patients was 30.4±4.2 years, the average gestational age was 6.6±1.4 weeks, and the average ß-hCG value at presentation was 2932.4±2276.8 IU/L. The patients presented usually with pelvic pain and abnormal vaginal bleeding. Adnexal mass and hemoperitoneum were mostly seen by sonographic evaluation. Ampuller pregnancy was the most common. Most of patients had conservative surgery; salpingectomy was applied to 10.7% of patients. Ten patients received blood transfusion and 2 patients underwent re-laparoscopy because of postoperative bleeding. Serum ß-hCG levels returned to normal at the end of the 1st month after surgery in all patients. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for young patients with ectopic pregnancy who are hemodynamically stable and wish to preserve their fertility
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
İbrahim H. Özercan, Bengü Çobanoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
The Value Of Agnors In DIfferantIated PreneoplastIc And NeoplastIk EndometrIal LesIons
Endometriumun preneoplastik ve neoplastik lezyonlarının ayırıcı tanısında AgNOR sayılarının önemini araştırmak amacıyla, basit endometrial hiperplazi (n=10), atipili basit endometrial hiperplazi (n=10), atipisiz kompleks hiper plazi (n=10), atipili kompleks hiperplazi (n=10) ve iyi diferansiye endometrial adenokarsinom tanısı almış toplam 50 olgu AgNOR yöntemiyle boyandı. İyi diferansiye endometrial adenokarsinom ile karşılaştırıldığında atipili ve atipisiz basit hiperplazi ve kompleks hiperplazide görülen ortalama AgNOR sayıları arasında farklılık istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001).
The aim of the study was carried out to investigate the diagnostic value of the AgNOR to distinguishing betvveen preneoplastic and neoplastic lesions of the endometrium. Retrospective analysis included tissue material obtained from 50 patients with simple and complex hyperplasia with and without atypia and well differantiated endometrial adenocarcinoma. Sections were stained with AgNOR technique. The results obtained indicate that AgNOR counts have statistical significant in differantiating betvveen well differantiated endometrial adenocarcinoma and, simple hyperplasia and complex hyperplasia with and vvithout atypia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
Omer Yalkin, Nida Iflazoğlu, Mustafa Yener Uzunoğlu, Ezgi Işıl Turhan, Melike Nalbant
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagogastrik Bileşke Adenekarsinomu (siewert Type Iı/ııı) Bulunan 69 Hastanın Analizi: 10 Yıllık Tek Merkez Deneyimi
AnalysIs Of 69 Cases Of AdenocarcInoma Of The EsophagogastrIc JunctIon (sIewert Type Iı/ııı): 10- Year SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada özofagogastrik bileşke adenekarsinomu (AEJ) bulunan 69 hastanın klinikopatoloji
özellikleri ve genel sağ kalımı ile ilgili 10 yıllık deneyimimi zi paylaşmaktır.
Hastalar ve Yöntem: AEJ tanısı konulan ve kliniğimizde opere edilen 69 ardışık hasta çalışmaya dahil
edilmiştir. Hastaların demografik özellikleri; laboratuvar parametreleri, cerrahi rezeksiyon yaklaşımı; TNM
evreleri; rezeksiyon kapsamı; alınan lenf nodu toplam sayısı; tümör lokalizasyonu; lenfatik, vasküler ve
perinöral invazyon varlığı ile genel sağ kalım (OS) durumu kaydedilmiştir. Hastalar Siewert Type II ve Siewert
Type III olmak üzere iki gruba ayrılmıştır .
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.696) ve cinsiyet (p=0.140) bakımından anlamlı fark yoktur. T evresi
dağılımı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıdır (p=0.0026). R0 düzeyindeki hastalarda
OS, R1 düzeyindeki hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. Lenfatik, vasküler ve perinöral invazyon
bulunmayan hastalarda OS istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksektir. Bir yıllık OS %85.50, 3 yıllık
OS %49.10 ve 5 yıllık OS %43.60 olarak belirlenmiştir. Mortalite riski perigastrik yağ infiltrasyonu varlığında
8.63 kat, vasküler invasyon durumunda 12.60 kat ve perinöral invazyon durumunda 13.45 kat artmıştır. Sağ
kalım oranı Siewert Type II ve Type III hastalarda 10 yıllık medyan izlem süresinde sırasıyla %51 ve %41
olarak saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışma klinikopatolojik özellikleri ve genel sağ kalımı başarılı bir şekilde değerlendirmiş ve
Siewert Type II tümörler ile Siewert Type III tümörlerin benzer sağ kalım sonuçlalarına sahip olduklarını
göstermiştir. AEJ hastalarının sonuçları konusundaki mevcut bulgulara katkı sağlamak amacıyla daha geniş
serili ve uzun dönem kapsamlı, çok merkezli ileri çalışmalara i htiyaç vardır.
Aim: In this study, we aimed to present our 10-year experience regarding clinicopathology characteristics and
overall survival of 69 patients with adenocarcinomas of esophag ogastric junction (AEJs).
Patients and Methods: A total of 69 consecutive patients diagnosed with AEJ and operated in our clinics
were included in the study. Patients’ demographic characteristics; laboratory parameters, surgical resection
approach; TNM stages; resection extent; total number of removed lymph nodes; tumor localization; presence
of lymphatic, vascular and perineural invasion and overall survival (OS) status were recorded. The patients
were divided into two groups as Siewert Type II and Siewert Type III.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of age (p=0.696)
and gender (p=0.140). Distribution of T stage was statistically significantly different between the groups
(p=0.026). OS was found to be significantly higher in patients at R0 level compared to those at R1 level. OS
was statistically significantly higher in patients without lymphatic, vascular and perineural invasion. 1-year OS
was determined as 83.50%, 3-year OS as 49.10% and 5-year OS as 43.60%. The risk of mortality increased
by 8.63 folds in the presence of perigastric fat infiltration, 12.60 folds in the case of vascular invasion and
13.45 folds in the case of perineural invasion. The survival rate was found as 51% and 41% in the Siewert
Type II and Type 3 patients at median 10-year follow-up.
Conclusion: This study had successfully evaluated the clinicopathological characteristics and overall
survival, and demonstrated that Siewert II tumors and Siewert III tumors had similar survival outcomes.
Further comprehensive multicenter studies with larger series and long-term studies are needed to provide
contribution to the existing evidence on outcomes of patients w ith AEJs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
Özden Vural, Osman Yılmaz, Adil Kartal, Ömer Karahan, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomunun Fibrokistik Hastalık İle Plişkisi
The RelatIon Of FIbrocystIc DIsease And CarcInoma Of The Breast
Fibrokistik hastalık ile meme karsinomu arasında bir ilişki olabileceğini araştırmak için Fakültemiz Genel Cerrahi Anabilim Dalı tarafından karsinom nedeniyle rnastektomi yapılıp Patoloji Laboratuvartna gönderilen meme piyeslerinde her dört kadrandan da parça alarak karsinom ile birlikte fibrokistik hastalık bulunup bulunmadığını inceledik. 18 vakanın 10`unda (%55.6) fibrokistik hastalık bularak, bu iki hastalık arasında ilişki olabi-leceğini ve fibrokistik hastalığın kansere zemin hazirliyabileceğini düşündük.
in this study, we investigated the relation of fibrocystic disease and carcinoma of the breast. We tok specimens from every quadrani of breasts removed for carcinoma, which have been sent to Department of Pathology from Department of Sur,gery for pathologic examination. We wanted to investigate the fibrocystic disease together with carcinorna. Among 18 specimens we found that fibrocystic disease together with carcinoma was 55,6%, and thought that there might be a relation between fibrocystic disease and carcinoma of the breast, we tizus concluded that fibrocystic disease might be a predispose to a breast carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Ve Malign Melanoma
Hasan Solak, S. Solak, N. Solak, İlhami Solak, Tahir Yüksek, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Ve Malign Melanoma
Lung And Malıgnant Melanoma
Malign melanomalı hastalar genellikle, Dermatoloji ve Plastik Cerrahi kliniklerinin vakalarıdır. Bu yazıda, sağ ayağında malign melanom olup, şiddetli öksürük, hemoptizi şikayetleriyle bize müracaat eden, akciğere metastaz yapmış nadir görülen bir yaka takdim edilmiştir.
Patients with rnalignant melanoma are usually referred to Derma-tology and Plastic Surgery Clinies. In this case a patient with malignant melanoma on the dorsal aspect of the right foot with diffused metastases complained of severe cough and to the lungs discussed. The patient hemoptysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Laparoskopik Cerrahi
Fedi Ercan, Osman Balcı
Derleme
Özeti
Gebelikte Laparoskopik Cerrahi
LaparoscopIc Surgery DurIng Pregnancy
Laparoskopik cerrahinin avantajları gebe ve gebe olmayan
kadınlar için benzerdir; yine de bu prosedürün fetus için zararlı
olabileceği endişesi nedeniyle genellikle gebelikte bu prosedürden
kaçınılmaktadır. Son on yıl içinde laparoskopik cerrahinin gebelerde
güvenli olduğu ile ilgili birçok olgu sunumu ve olgu serisinin
yayınlanması ile bir paradigma kayması olmuştur. Artık gebelerde
apandisit, safra kesesi hastalıkları, mezenter kisti, adneksiyal
kitle ve adneksiyal torsiyonun laparoskopik yönetimi başarılı bir
şekilde uygulanabilmektedir. Ayrıca gebelerde radikal nefrektomi,
salpenjektomi, adrenalektomi, retroperitoneal lenfadenektomi ve
abdominal herni onarımı gibi ileri düzey laparoskopik prosedürlerin
başarılı tedavileri de bildirilmiştir. Bu derlemede gebelik sırasında
laparoskopik cerrahinin uygulanmasına yönelik spesifik konular ele
alınmıştır.
The advantages of laparoscopic surgery are similar for pregnant
and nonpregnant women; nevertheless, this procedure was avoided
during pregnancy because of concerns that it may be harmful to the
fetus. Within the last decade, however, multiple case reports and case
series describing the safe performance of laparoscopic procedures in
pregnant patients have been published, resulting in a paradigm shift.
Appendicitis, gallbladder disease, mesenteric cysts, and adnexal
masses/torsion have been successfully managed laparoscopically
during pregnancy. More advanced laparoscopic procedures, such as
radical nephrectomy, splenectomy, salpingectomy, adrenalectomy,
retroperitoneal lymphadenectomy, and ventral hernia repair, have
also been reported in gravid patients. This topic will discuss issues
specific to laparoscopic surgery during pregnancy. Discussions
of laparoscopic surgery in the general population and specific
laparoscopic procedures can be found separately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Matriks Metalloproteinazlar (mmp) Ve Matriks Metalloproteinaz Doku İnhibitörleri (tımp)
Jale Öner, Hakan Öner
Derleme
Özeti
Gebelikte Matriks Metalloproteinazlar (mmp) Ve Matriks Metalloproteinaz Doku İnhibitörleri (tımp)
MatrIx MetalloproteInase And TIssue InhIbItors Of MatrIx MetalloproteInase DurIng Pregnancy
Gebelik esnasında, uterus endometriyumunda bir takım yapısal değişiklikler olur. Bu yapısal değişiklikler ekstraselüler matriks (ESM)’nin yıkımlanarak bozulması ve yeniden şekillenmesi ile karakterizedir. Uterus endometriyumunun yıkımlanarak yeniden şekillenmesi, başarılı bir implantasyon ve plasentasyon için oldukça önemlidir. Matriks metalloproteinazlar (MMPs), çeşitli ekstraselüler matriks ve bazal membran makromoleküllerinin yıkımlanmasını katalize eden bir grup Zn bağımlı enzimdir. MMP’ lerin aktiviteleri, aktive olmuş MMP’ler ve onların doku inhibitörleri olan Matriks metalloproteinazi (TIMP) arasındaki denge sonucunda gerçekleşir. Gebelikte MMP dağılımlarının belirlenmesine ilişkin yapılan çalışmalar, MMP ve TIMP’lerin gebeliğin erken dönemlerinde, özellikle blastosist implantasyonu esnasında ESM’in yıkımlanması ve yeniden yapılanması sürecinde ve trofoblast invazyonunda aktif rol oynadığını, bu nedenle de gebeliğin şekillenmesi ve devamında önemli olduğunu göstermektedir.
During pregnancy, some structural changes take place in the uterus endometrium These structural changes have been characterized by remodeling and distruption of the extracellular matrix (ECM). Remodelling and distruption of uterine endometrium have importance for a successful implantation and placentation. MMPs are a group of zinc-dependent endopeptidases that degrade a variety of components of ECM and basal membrane. The activity of MMPs occurs as a result of balance between activated MMPs and their inhibitors (TIMPs). Earlier experimental studies indicated that MMPs and TIMPs have essential role in ESM destruction and remodeling while blastocyt implantation and trophoblast invasion during early pregnancy. Therefore, MMPs and TIMPs are crucial to the beginning and continuation of pregnancy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Adnan Karaibrahimoğlu, Aşır Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Rule InductIon By AprIorI AlgorIthm UsIng Breast Cancer Data
Teknoloji ile birlikte yaşamın her alanında artan veri miktarı “veri
ambarları” kavramını gündeme getirmiştir. Veri madenciliği, ortaya
çıkan çok büyük veri kümelerinin oluşturduğu veri ambarlarının
analiz edilerek yararlı bilgiler elde edilmesini sağlayan yaklaşımlar
bütünüdür. Veri miktarının büyük olduğu ve her geçen gün arttığı
alanlardan birisi de sağlık sektörüdür. Her gün binlerce hastaya
ait gerek kişisel gerek tıbbi veriler kayıt altına alınmakta ve bu
enformasyon depolanmaktadır. Ancak bu verilerin çok az bir kısmı
analiz edilebilmekte ve geriye kalan kısmından faydalı olabilecek
enformasyon elde edilememektedir. Özellikle hastane yönetim
sistemleri, tedavi yöntemleri ve koruyucu hekimlik konusunda
maliyetleri azaltıcı yöntemlerin geliştirilmesi için ambardaki verilerin
analiz edilmesi gerekmektedir. Klasik istatistiksel yöntemler ile
büyük veri kümelerini analiz etmek zor olduğu için, çeşitli veri
madenciliği yöntemleri geliştirilmiş ve bilgisayar programcılığı
yardımıyla analiz yapmak daha uygulanabilir hale gelmiştir. Birliktelik
kuralı, sağlık alanında yeni kullanılan analiz yöntemlerinden birisi
olup; değişkenlerin birlikte görülme olasılıkları üzerinden örüntü
oluşturmak ve buna bağlı olarak destek ve güven değerlerini
hesaplamak için kullanılmaktadır. Bu çalışmada, Meram Tıp Fakültesi
Onkoloji Hastanesine ait retrospektif çalışma sonucu elde edilen
meme kanseri verileri üzerinde APRIORI algoritması uygulanmış ve
verilerdeki birliktelik örüntüleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
The amount of data, increasing together with the technology,
has brought the concept of “data warehouse” in every field of life.
Data Mining is a set of approaches analyzing these data warehouses
formed by very large data sets and allows to gather useful
information. One of the fields where the amount of data is large
and getting larger everyday is the health sector. Many personal and
medical data belonging to thousands of patients are recorded and
stored. However, small part of these data can be analyzed and the
remaining part may not be helpful to obtain useful information. The
data in warehouses must be analyzed to improve the methods for
hospital management systems, treatment and health care systems
to reduce the costs. Since analyzing large data sets using classical
statistical methods is difficult, various data mining methods have
been developed and these methods have become more feasible with
the help of certain softwares. Association rule is an important datamining
task to find hidden patterns between the variables and used
recently in the field of healthcare. In this study, we have calculated
the support and confidence of the associations in data set. APRIORI
algorithm have been applied onto the retrospectively obtained breast
cancer data belonging to Oncology Hospital of Meram Faculty of
Medicine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Paraziter Chylothorax
Hasan Solak, N. Solak, İlhami Solak, Tahir Yüksek, F. Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Paraziter Chylothorax
Parazıter Chylothorax
Chylothorax tüberküloz, kanser, kanser metastazı, travma, parazit gibi etiolojik faktörlere bağlı, şiddetli öksürük krizi ile, ductus thoracicus veya dallarının yırtılarak chylus mavisinin thorax boşluğuna akmasıdır. Bu makalemizde sözü edilen hastada, dustus thoracicusun thorax ve karındaki dalları, parazite bağlı olarak perfore olmuştur. Ender görülmesi bakımından yayınlanmıştır.
Chylothorax is the effusion of the chyle into thoracic cavity as a result of rupture of «ductus thoracicus» or branches there of due to a severer fit a coughing arising from such etiologic factors as tuberculosis, cancer, metastasis of cancer, trauma, parasite, etc. In the case in present article, abdominal and thoracic branches of «ductus thoracicus» have been per-forated due to parasites. This article has been published because the case is seen rarely.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
Pembe Oltulu, Bilsev İnce, Nazlı Türk, Mehmet Uyar, Fahriye Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Kutanöz Skuamöz Hücreli Karsinomda Yüksek Risk Faktörleri Ve Sentinel Lenf Nodu Biopsisi: Rekürrens Ve Prevalans Analizi
HIgh RIsk Factors And SentInel Lymph Node BIopsy In Cutaneous Squamous Cell CarcInoma: AnalysIs Of Prevalence And Recurrence
\r\n Amaç: Kutanöz skuamöz hücreli karsinomların (KSHK) erken dönemde teşhis edilmesi prognozu etkileyen en önemli faktördür ve iyi prognoza sahip hastalar çoğunluktadır. Yüksek riskli grup olarak tanımlanan bazı hastaların bölgesel tekrarlama ve uzak metastaz oranları oldukça yüksek olup agresif bir seyir izlerler. İlaveten son zamanlarda KSHK’larda Sentinel lenf nodu (SLN) örneklemesinin önemini belirlemeye dönük pek çok çalışmalar yapılmakta ve SLN pozitifliği ile kötü prognoz ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmada, KSHK tanısı alan yüksek risk faktörlü hastalarda SLN sonuçlarının prognostik öneminin belirlenmesi amaçlandı.
\r\n
\r\n Hastalar ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında KSHK tanısı ile eksizyonel operasyon yapılmış, klinik ve patolojik verileri eksiksiz, çeşitli vücut bölgelerinden toplam 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yüksek risk faktörleri ve sentinel lenf nodu biopsi sonuçları ile en az 9 aylık klinik takip sonuçları kaydedilerek analiz edildi. AJCC Yüksek risk faktörlerinden en az birine sahip hastalar yüksek riskli grup olarak kabul edildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Toplam 29 KSHK hastasının 25 tanesi yüksek risk grubunda idi. Yüksek riskli KSHK hastalarında SLN pozitiflik oranı %12 (n:3/25) olup, düşük riskli 4 hastanın tamamında SLN’ları negatifti. SLN pozitif hastaların tamamına lokal tamamlayıcı lenfadenektomi uygulandı ve hepsi nüks sebebiyle tekrar opere edildi. Yüksek riskli-SLN pozitif KSHK hastalarında nüks oranı %100 (n:3/3); Yüksek riskli-SLN negatif KSHK hastalarında nüks oranı %18 (n:4/22) idi. El-ayak lokalizasyonlu hastalarda yüksek nüks oranları (%41.6) ve SLN pozitifliği belirlendi.
\r\n
\r\n Sonuç: SLN pozitif hastalarda ilerleyen hastalık sürecinde çok büyük oranlarda lokal nüks görülebilmektedir. KSHK’ların el-ayak bölgesinde lokalizasyonu; tümörün çapının 0.6 cm’in üzerinde olması gerekliliğine bakılmaksızın direkt bir yüksek risk faktörü olarak değerlendirilebilir.
\r\n
\r\n Objective: Early diagnosis of cutaneous squamous cell carcinomas (CSCC) is the most important factor affecting prognosis and most patients have a good prognosis. Some patients defined as high-risk group have high rates of regional recurrence and distant metastasis, and follow an aggressive course. In addition, recently numerous studies have being performed for determining the importance of sentinel lymph node sampling, and sentinel lymph node (SLN) positivity has been associated with a poor prognosis. In this study, we aimed to determine prognostic importance of SLN outcomes in patients with high-risk patients diagnosed with CSCC.
\r\n
\r\n Patients & Methods: A total of 29 patients who underwent excisional operation in various body regions with the diagnosis of CSCC between 2009 and 2017, with available complete clinical and pathologic data were included in the study. At least 9-month clinical follow-up results, high risk factors and sentinel lymph node biopsy outcomes of the patients were recorded and analyzed. Patients with at least one of the American Joint Committee on Cancer (AJCC) criteria were considered as high-risk group.
\r\n
\r\n Results: Twenty-five of the 29 CSCC patients were in the high-risk group. SLN positivity rate was 12% (n: 3/25) in the high-risk CSCC patients, all patients in the low-risk group had negative SLNs. All patients with SLN positive underwent local complementary lymphadenectomy, and all of these patients were re-operated due to recurrence. The rate of recurrence was found as 100% (n= 3/3) in high-risk CSCC patients with positive SLN, and 18% (n= 4/22) in high-risk CSCC patients with negative SLN. High recurrence rates (41.6%) and SLN positivity were observed in patients with hand-foot localizations.
\r\n
\r\n Conclusion: High rates of local recurrence may be seen during progression of the disease in SLN positive patients. Hand-foot localization of CSCCs can be considered as a high risk factor regardless of a tumor diameter should be above 0.6 cm.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adneksiyal Torsiyon Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Laparoskopi Ve Laparotominin Karşılaştırılması
Osman Balcı, Mehmet Sait İçen, Alaa S. Mahmoud
Araştırma makalesi
Özeti
Adneksiyal Torsiyon Nedeniyle Opere Edilen Hastalarda Laparoskopi Ve Laparotominin Karşılaştırılması
ComparIson Of Laparoscopy Versus Laparotomy In The Management Of Adnexal TorsIon
Bu çalışmada amacımız, kliniğimizde adneksiyal torsiyon ön tanısı ile laparoskopi veya laparotomi yapılan hastaların değerlendirilmesi ve her iki operasyon yönteminin karşılaştırılmasıdır. Ocak 2007 ile Aralık 2009 yılları arasında, karın veya kasık ağrısı nedeniyle acil servise başvuran, akut karın bulguları olan hastalar ile diğer hastanelerden adneksiyal torsiyon ön tanısı ile kliniğimize sevk edilen ve değerlendirme neticesinde adneksiyal torsiyon ön tanısıyla operasyona alınan 72 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Laparoskopi veya laparotomi ile adneksiyal detorsiyon, kistektomi, ooferektomi, total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi (TAH-BSO) yapılan hastaların yaşları, gebelik ve doğum sayıları, adneksiyal kitle boyutu, pre-operatif ve postoperatif hemoglobin (Hb) değerleri, operasyon ve hospitalizasyon süreleri karşılaştırıldı. Laparoskopik yaklaşım ile 28, laparotomi ile 44 hasta opere edildi. Laparoskopik olarak 6 olguya detorsiyon, 17 olguya detorsiyon ve kistektomi ve 5 olguya da salpingo-ooferktomi yapılmıştır. Laparotomi grubunda ise 3 hastaya detorsiyon, 17 hastaya detorsiyon ve kistektomi, 7 hastaya salpingo-ooferektomi ve 17 hastaya da TAH-BSO uygulanmıştır. Laparoskopi grubu genç ve paritesi düşük olan hastalardan oluşmaktaydı. Operasyon süresi laparoskopi grubunda daha kısa idi ve daha kısa sürede taburcu edilmişlerdi. Ortalama adneksiyal kitle çapları laparotomi grubunda daha büyüktü. Adneksiyal torsiyon jinekolojik aciller içinde geç kalınmadan müdahale edilmesi gereken önemli bir klinik durumdur. Özellikle fertilite isteği olan hastalarda en uygun cerrahi yaklaşım laparoskopi ve organ koruyucu cerrahi yapılmasıdır.
The aim of this study was to compare laparoscopy to laparotomy in the management of patients with suspected adnexal torsion. Seventy two patients with initial diagnosis of adnexal torsion that presented to our clinic with acute abdomen or were referred from other centers between January 2007 and December 2009 were included in this retrospective analysis. Data regarding age, gravidity, parity, size of adnexal mass, pre-operative and post-operative hemoglobin values, operation time and duration of hospitalization of patients that had adnexal detorsion, cystectomy, oopherectomy, total abdominal hysterectomy and bilateral salpingo-oopherectomy (TAH-BSO) performed via laparoscopy or laparotomy were recorded. Twenty eight patients were treated laparoscopically while 44 patients had laparotomy. In the laparoscopy group 6 cases had detorsion, 17 had detorsion and cystectomy and 5 cases had salpingo-oopherectomy. In the laparotomy group 3 had detorsion, 17 had detorsion and cystectomy, 7 had salpingo-oopherectomy and 17 patients had TAHBSO. Laparoscopy group consisted of young patients with low parity, operation time was shorter in laparoscopy group and the patients were discharged more rapidly. Average adnexal mass size was bigger in laparotomy group. Adnexal torsion is one of gynecological emergency that require urgent operation the most appropriate surgical approach is laparoscopy especially in patients who want to preserve their fertility.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Mehmet Metin Belviranlı, Şakir Tavlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Lema Tavlı, Sami Bilici
Araştırma makalesi
Özeti
Pankreasın Malign Papiller Kistik Tümörü
Pankreasın papiller kistik neoplazmı nadir görülen, düşük malignensi potansiyeli olan bir hastalıktır. Daha çok genç kadınlarda görülür ve erken olgularda cerrahi rezeksiyon yeterli görülmektedir. Karında şişlik ve ağrı şikayeti olan 26 yaşında bayan hasta pankreas tümörü tanısı ile ameliyat edildi ve histolojik olarak pankreasda papiller kistik tümör tespit edildi. Bu hasta tümörün pankreas neoplazmlan arasında oldukça nadir görülmesi. olgumuzda büyük çapta olması, organ metastazı olmadan damar ve kapsül invazyonu göstermesi sebebiyle literatür eşliğinde, klinik ve patolojik yönleri incelenerek sunulmuştur.
Papillary cystic neoplasrn of the pancreas is a rare pancreatic condition with low grade malignant behavior. It occurs mainly in young adult females and surgical resection is amenable to cure in early cases. A 26 yaar old woman who had epigastric mass and pain was operated on with the diagnosis of pancreatic tumor and biopsy specimens showed papillary cystic tumor. We report this case for it is a rare condition. great in size and his-tologically documented vascular and capsular invasion with no metastases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Yılmaz Tezcan, Mehmet Koç, Hikmettin Demir
Olgu sunumu
Özeti
Agressif Seyirli Bilateral Meme Kanserli Olguda Cilt Metastazının Elektron Beam Tedavisi
Electron Beam Treatment In SkIn MetastasIs Of BIlateral Breast Cancer Cases WhIch Has AggressIve Cours
Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen ve akciğer kanserinden sonra, kansere bağlı en sık ölüm sebebidir. Bilateral meme kanserlerinin %1-2’si senkron, %5-8’i ise metakron olarak görülür. Bilateral meme kanserinde prognoz tek taraflı meme kanserine oranla daha kötüdür. Mastektomi sonrası lokoregional rekürrensler sıklıkla kemik, kas, deri veya göğüs duvarının subkutan dokusunda olur. Lokoregional relapslar, mastektomiden sonra ortalama iki yılda ortaya çıkar. Cilt metastazlarında asimetrik nodüller, eritamatöz rash, kaşıntı, kanama, ülserasyon, nekrotik eksuda gibi semptom ve bulgular görülebilir. Meme kanserlerinde tedavi multidisipliner olmalıdır. Radyoterapi bu hastalarda küratif veya palyatif amaçla uygulanır. Bu olgumuzu, modern radyoterapi tekniklerinden elektron beam tedavisi ve etkinliğini göstermek amacıyla sunduk.
Breast cancer is the most frequently diagnosed cancer in women and second cancer leading death among cancer deaths in women (after lung cancer). Simultaneous bilateral breast cancer is seen 1-2% and metachronous 5-8%. Bilateral breast cancer has worse prognosis than unilateral breast cancer. Locoregional recurrences after mastectomy is often occure in bone, muscle, skin or subcutaneous tissue of the chest wall, and that was seen approximately until 2 years. In skin metastases; asymmetric nodules, eritematose rash, itching, bleeding, ulceration, symptoms and signs such as necrotic exuda can be seen. Breast cancer treatment should be made by a multidisciplinary team. Radiotherapy in these patients are curative or palliative. In this case, we aimed to show the effectiveness of the electron beam in modern radiotherapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koroideal Metastaz: Usg, Doppler Usg, Mrg
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Nazmi Zengin, Aydın Karabacakoğlu, Serdar Karaköse
Olgu sunumu
Özeti
Koroideal Metastaz: Usg, Doppler Usg, Mrg
ChoroIdal Meta S Ta SI S: Us, Doppler Us, Mrı
Nadir görülen koroideal metastazlı üç olgunun ultrasonografi, renkli Doppler ultrasonografi ve manyetik rezonans görüntüleme bulgulan değerlendirildi. İkisi kadın, biri erkek üç olguda sırasıyla pankreas, meme ve bronkoalveolar Ca ve bunlara bağlı göz metastazları mevcuttu. Olguların ikisi görme azalması şikayeti ile incelemeye alındı. Bronkoalveolar Ca’lı olguda beyin metastazı için manyetik rezonans incelemesi sırasında göz metastazı saptandı. Ultrasonografide glob posterior duvarında, glob içine protrüze olan lezyonlar olguların 2 ’sinde hiperekoik, Tinde kısmen hipoekoik kitleler şeklindeydi. Renkli doppler ultrasonografide tarif edilen lezyonlarda kanlanma bulguları tespit edildi. Lezyonların manyetik rezonans incelemelerinde ise TTde Tinde izointens 2 ’sinde ise hiperintens; T2de tüm olgularda hipointens görünüm mevcuttu. Göz şikayetleri olan primer maligniteli olgularda göz metastazlarının ayırdedici tanısında radyoloijk görüntüleme faydalı olacaktır.
Ultrasonography, Doppler ultrasonography and magnetic resonance imaging findings of three cases with choroidal metastasis were evaluated. Two of the cases were women, and one was man. They had pancreas, breast and bronchoalveolar carcinomas, respectively. Two cases presented with blurred Vision. The case with bronchoalveolar carcinoma was detected during the magnetic resonance imaging procedure for cerebral metastasis. İn one of the three patients immediate hypoechogenic, in the remaining two patients hyperechogenic lesions vvhich were protrused to the posterior wall of the globe determined by ultrasography. Doppler ultranography demonstrated that the lesions were vascularised. The lesions were hyperintense in two, and isointense in one case; ali of them were hypointense on T2- vveighted images. İn cases of primary malignancy with eye complaints, radiologic evaluation can be helpful in the elimination of eye metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelik Esnasında Adneksiyal Kitlelere Laparoskopik Yaklaşım
Osman Balcı, Metin Çapar
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelik Esnasında Adneksiyal Kitlelere Laparoskopik Yaklaşım
LaparoscopIc Management Of Adnexal Masses DurIng Pregnancy
Bu çalışmada amacımız kliniğimizde gebelik esnasında adneksiyal kitle saptanan ve laparoskopik cerrahi yaklaşımla tedavi edilen olgularımızın değerlendirilmesidir. Ocak 2005 ile Aralık 2009 yılları arasında, kliniğimizde gebelik esnasında adneksiyal kitle tespit edilen veya dış merkezlerden kliniğimize gebelik+adneksiyal kitle tanısıyla sevk edilen ve laparoskopik yaklaşımla tedavisi yapılan 18 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular yaş, gravida, parite, başvuru şikâyetleri, başvuru anındaki gebelik haftaları, ultrasonografi (USG) bulguları, uygulanan laparoskopik yöntemler ile operasyon ve hospitalizasyon süreleri açısından incelendi. Çalışmamız 18 olgudan oluşmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 28.5±4.3 (20–37) ve ortalama gebelik haftaları 13.1±3.3 (8–20) hafta idi. Hastalar sıklıkla kasık ağrısı şikayeti ile başvurmuşlardır. Hastalarda USG bulguları olarak gebelik ve sıklıkla adneksiyal bölgede kist tespit edilmiştir. 8 hastada aynı zamanda adneksiyal torsiyon saptanmıştır. Hastalarımızın 9’u 1. trimesterde, 9’u ise 2. trimesterde idi. Laparoskopik olarak 10 olguya kistektomi, 6 olguya detorsiyon ve kistektomi ve 2 olguya da salpingo-ooferktomi yapılmıştır. Ortalama adneksiyal kitle çapı 7.8±2.3 (5–15) cm idi. Ortalama operasyon süresi 37.2±7.1 (25– 50) dakika ve ortalama hastanede kalış süresi 1.8±0.6 (1–3) gün idi. Hiçbir olgumuzda abortus gelişmemiştir. Gebelik esnasında adneksiyal kitlelere cerrahi yaklaşımda uygun hastalarda ve deneyimli laparoskopistlerin varlığında en uygun yöntem laparoskopik cerrahi yapılmasıdır. Uzman bir kadro tarafından yapıldığında laparoskopik cerrahi anne ve bebek açısından güvenli ve avantajlı görülmektedir.
The aim of this study was to evaluatie of adnexal masses cases that were diagnosed and laparoscopically treated during pregnancy in our clinic. This retrospective study included 18 cases that were diagnosed to have adnexal masses during pregnancy or referred from other clinics to our clinic and treated by laparoscopy between January 2005 and December 2009. Patient’s characteristics such as age, gravidity, parity, symptoms, gestational age at the time of diagnosis, sonographic findings, and type of laparoscopic surgery, operation time and hospitalization time were recorded. Eighteen women with adnexal masses during pregnancy who underwent laparoscopic surgery were included in this study. The average age of the patients was 28.5±4.3 (range 20–37) years and the average gestational age was 13.1±3.3 (range 8–20) weeks. The patients presented usually with pelvic pain. Adnexal cyst was mostly seen by ultrasonographic evaluation. Adnexal torsion was detected in 8 patients. Nine patients were in first trimester, other 9 patients were in second trimester. We performed laparoscopic cystectomy in 10 patients, detorsion and cystectomy in 6 patients and salpingoooferectomy in 2 patient’s. Mean adnexal mass size was 7.8±2.3 (range 5–15) cm. Mean operation time was 37.2±7.1 (25–50) minutes and mean hospitalization time was 1.8±0.6 (1–3) days. Abortion was not detected in our cases. According to these findings, laparoscopic surgery is the most appropriate treatment for patients with adnexal masses during pregnancy in the presence of expert surgeons. Laparoscopic surgery if performed by experienced surgeons seems to be safe and better management method for maternal-fetal health.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
Sevil Alan, Ethem Göksu, Cumhur İbrahim Başsorgun, Tanju Uçar
Olgu sunumu
Özeti
Saçlı Deri İnvazyonu Yapan Bir Glioblastoma Multiforme
A GlIoblastoma MultIforme Case WIth Scalp InvasIon
Glioblastome multiforme (GBM) en malign glial tümördür.
Hastaların % 90’ ı tanı konulduktan sonraki iki yıl içinde kaybedilir.
Nadiren ekstrakranial metastaz yapar. GBM’ nin deri metastazıyla
ilgili literatürde bildirilen vaka sayısı çok azdır. Biz burada eski
kraniotomi skarı üzerinde keloid benzeri oluşumlarla başvuran, saçlı
deri tutulumu yapmış bir GBM olgusunu sunduk. 35 yaşında erkek
hasta frontal bölgede insizyon skarına uyan bölgede deriden kabarık,
sert, deri renginde, infiltre papüllerle dermatoloji polikliniğine
başvurdu.10 gün içinde papüler lezyonlar nodüler forma ilerledi.
Nodüler lezyondan alınan biyopsi sonucu GBM ile uyumlu rapor
edildi. 2 ay içinde papüller frontal saçlı derinin tamamını örten dev
tümöral bir kitleye dönüştü. Saçlı deri invazyonundan ortalama 3 ay
sonra hasta exitus oldu.
Glioblastoma multiforme (GBM) is the most malign glial tumor.
It rarely causes skin metastasis. It is frequently misdiagnosed as a
primary subcutaneous tumor. The number of cases related to skin
metastasis of GBM reported in the literature is limited. We here
presented a GBM case with scalp invasion and applied with cheloidlike
formations on the old craniotomy scar. The patient applied to
us with cutaneous, firm, infiltrated nodules in skin color in area
concomitant with the incision scar on frontal region. Within 2 months,
the nodules turned into a giant tumoral mass covering whole frontal
region. The result of the biopsy conducted on nodular lesions were
reported as undifferentiated tumor (malign tumor metastasis) scalp.
The patient died 3 months after scalp invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Hepatoblastom Vakası
Osman Yılmaz, Ümran Çalışkan, Adil Kartal, Dursun Odabaş, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Hepatoblastom Vakası
A Case Of Hepatoblastoma
Hepatoblastom büyük oranda yeni doğanlarda, nadiren de 2 yaşın üzerinde görülür. Akciğer, beyin ve lenf ganglionlarına metastaz yapar. Histolojik olarak hepatoblastomun iki tipi vardır: Epitelial tip ve mikst tip. Bu tümörün hepatokarsinomdan histopatolojik olarak ayırımı zordur,. Bu bildiride bir hepatohlastom vakası takdim edilerek, klinikopatolojik özellikleri tartışıldı.
Hepatoblastorna appears largely in infants and are seldorn after 2 years of age. it rnetastasizes to lungs, brain and lymph nodes. Histologically, there are two types of hepatoblastorna: Epithelial type and rnixed type. Differentiation of this turnor from hepatocarcinornais difficult. In this report we presented a case of hepatoblastorna and di.vcussed its elinicopathologic features according to literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
Levent Kart, Muhammed Emin Akkoyunlu, Yasemin Akkoyunlu, Murat Sezer, Hatice Kutbay Özçelik, Fatmanur Karaköse, Turan Aslan
Araştırma makalesi
Özeti
Yoğun Bakım Ünitesindeyatan Son Dönem Hastaların Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of End Stage PatIent In IntensIve Care UnIt
Mevcut teknolojik imkanlar ve bilimsel veriler çerçevesinde iyileşme umudunun kaybedildiği düşünülen hastalara uygulanan tıbbi müdahaleler, hastaya sağladığı yarar ve zarar açısından etik tartışmalara neden olmuştur. Özellikle yoğun bakım gibi ülkemiz için kısıtlı olan kaynaklar açısından değerlendirildiğinde durum yönetimsel bir boyut kazanmaktadır. Çalışmamızda üniversitemiz Göğüs hastalıkları bünyesinde bulunan dahili yoğun bakım ünitemizde takip edilen, tıbben iyileşme ümidi olmayan ve hastalığın son döneminde olduğuna karar verilen hastalar ve sonuçları değerlendirilmiştir. Retrospektif olarak 25 Ekim 2010 ile 30 Nisan 2010 tarihleri arasında yoğun bakım ünitemizde 24 saatten fazla yatmış olan toplam 163 hastanın terminal dönemde olan 17’si incelenmiştir. Hastaların 11’i onkoloji hastasıydı. Bunların 6’sında akciğer, 5’inde ise diğer organ kanserlerine bağlı tedaviye yanıtsız yaygın metastaz mevcuttu. Diğer hastalardan 3’ü miyokart enfarktüsü sonrasında ejeksiyon fraksiyonunun %15’in altında olmasına bağlı genel durum bozukluğu nedeni ile nakil şansı olmayan, 1’i ileri dönem solunum kaslarının da tutulduğu musküler distrofi, 1 olgu ileri solunum yetmezliğinde olan intersitisyel akciğer hastalığı, diğeri ise tedaviye yanıtsız çoklu komplikasyonları olan karaciğer sirozu hastaydı. Onbeş hasta yoğun bakımda yaşamını yitirirken sadece 2 hasta mekanik ventilatör desteğinde taburcu edildi. Hastaların yattığı dönem içinde yapılan tıbbi müdahale maliyeti 208.200,640 TL olarak saptandı. Hastalar toplam 233 yatak/gün boyunca yoğun bakımda takip edildi. Sonuç olarak yoğun bakımımızda terminal dönem hastalarına ayrılan yatak sayısı ve yatak başı maliyet oldukça yüksek olarak saptanmıştır. Gerekli kanuni düzenlemeler ile birlikte palyatif bakım üniteleri yada hospis sistemlerinin kurulması, gerek sınırlı olan kaynakların daha akılcı kullanımı, gerekse hasta ve hasta yakınlarının ve memnuniyeti için önemlidir.
Medical interventions to the patients from whom healing expectations (with the current technological and scientific data) were considered to be lost are being ethically discussed about the benefit and loss to the patient. When it is about the limited sources of the country, particularly like the intensive care units, it becomes an administrative issue. In this study we evaluated the patients in the terminal phase of their diseases with no expectancy of healing, hospitalized in the medical intensive care unit (ICU)of our university hospital. Thirteen terminal phase patients out of 73 patients hospitalized between 25 October 2010 and 30 April 2011 were evaluated retrospectively in ICU. Eleven of the patients had oncological disease (6 lung cancers and 5 other organ cancers). These patients had widespread metastases not responding to therapy. Tree of the other patients had ejection fraction lower than 15% following myocardial infarction with no chance for transplantation due to low health status, one had advanced respiratory muscle involvement due to muscular dystrophy, the another had intersitisyel lung diseases with severe respiratory failure, the other had liver cirrhosis with multiple complications. Fifteen patients died in the intensive care unit, whereas two patient was discharged with home mechanical ventilator support. Medical cost of the patients was 208.200,640/TL. They were hospitalized for 233 bed/days. The number of beds occupied by these terminal phase patients in this period were considered to be high. Foundation of palliative care units or hospice service with necessary law evaluations, is very useful and important not only for optimal use of limited financial sources but also for comfort of patient and relatives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
Oktay Sarı, Buğra Kaya, Faruk Aksoy, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
A Case Of DIfferantIated ThyroId CarcInoma Not Detected WIth RadIoIodIne Scan, But Detectable WIth Pet/ct
Yüksek tiroglobülin (Tg) düzeyi olan, ancak tüm vücut taramada fizyolojik radyoiyot tutulumu izlenen, FDG PET/BT ile lenf nodu metastazı saptanan tiroidektomili bir olguya yaklaşımı sunmayı amaçladık. Altı yıl önce tiroid kanseri nedeniyle total tiroidektomi yapılıp radyoiyot tedavisi alan, ancak uzun süredir takip edilmeyen 31 yaşındaki kadın hastanın Tg değerinin yüksek olması, ancak tüm vücut radyoiyot taramasının negatif olması nedeniyle PET/BT yapıldı. Boyunda artmış metabolik aktivite gösteren lenf nodlarının tespit edilmesi üzerine minimal invaziv cerrahi ile lenf nodları eksize edildi. Patoloji sonucunun papiller karsinom metastazı gelmesi üzerine radyoaktif iyot tedavisi de uygulandı. Tg’in yüksek olduğu, buna rağmen radyoiyot taramanın negatif olduğu diferansiye tiroid karsinomlu olgularda PET/BT tanıya katkı sağlayabilir.
We aimed to propose a management in a patient with thyroidectomized and high thyroglobulin (Tg) level, but negative radioiodine scan, whose lymph nodes detected with PET/CT. PET/CT was done to a patient, 31 years-old, with thyroidectomized and given radioiodine treatment, but not followed for a long time, for high Tg level and negative radioiodine scan. Metabolically active lymph nodes were detected in the cervical region. So, lymph nodes were excised with minimally invasive surgery. Radioiodine treatment was done because of papillary carcinoma metastasis. PET/CT may contribute to diagnosis in cases of high Tg levels, but negative radioiodine treatment in differentiated thyroid carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Bülent Çakmak, Ahmet Karataş, Gupse Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Örnekleme Sonuçlarımız: 400 Olgunun Analizi
Results Of Our EndometrIal SamplIngs: AnalysIs Of 400 Cases
Bu çalışmanın amacı Endometrial örnekleme yapılan olgularda, endikasyonlar ile histopatolojik sonuçlar arasındaki ilişkinin araştırılması. Bu retrospektif çalışmaya İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne 2011 yılı içerisinde başvuran ve endometrial örnekleme yapılan 400 olgu alındı. Veriler hasta dosyalarından ve patoloji arşivinden elde edildi. Endometrial örnekleme endikasyonları, menometroraji, postmenopozal kanama, histerektomi öncesi myoma uteri ve servikal polip olarak gruplandırıldı. Sonuçlar SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Olguların yaş ortalaması 46.4 ± 8.3 yaş idi. Endometrial örnekleme endikasyonları sırasıyla menometroraji (%62.3), postmenopozal kanama (%22), histerektomi öncesi myoma uteri (%9.5) ve servikal polip (%6.2) idi. Menometroraji grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 139 (%55.8), endometrial hiperplazi 23 (%9.2) ve endometrial adenokarsinom 1 olguda (%0.4) saptandı. Bununla birlikte, postmenopozal kanama grubunda atrofik endometrium 48 (%54.5) ve adeno karsinom 6 olguda (%6.8) saptandı. Histerektomi öncesi myoma uteri grubunda proliferatif/sekretuar endometrium 27 olguda (%71) saptanırken adenokarsinom hiçbir olguda saptanmadı. Servikal polip grubunda ise endometrial polip 10 olguda (%40) saptandı. Endometrial örneklemenin, postmenopozal kanama ve servikal polip saptanan olgularda yapılmasının, ancak menometroraji ve histerektomi öncesi myoma uteri olgularında daha seçici davranılmasının yararlı olacağı düşünülmektedir
Aim of the recent study is to evaluate the relationship between endometrial sampling indications and histopathological results. Four hundred women who applied to Izmit Maternity and Child Health Hospital, and had endometrial sampling in 2011 were included in this retrospective study. Data was retrieved from patient’s files and pathology archives. Patients were grouped as menometrorrhagia, postmenopausal bleeding, pre-hysterectomy for myoma uteri and cervical polyp. Data was analyzed with a statistical processing program (SPSS). The mean age was 46.4±8.3 years. Indications of endometrial sampling were menometrorrhagia (62.3%), postmenopausal bleeding (22 %), pre-hysterectomy for myoma uteri (9.5%) and cervical polyp (6.2%), respectively. Of all the cases, 139 (55.8%) had menometrorrhagia with proliferative/secretory endometrium, 23 (9.2%) had endometrial hyperplasia and 1 (0.4%) had endometrial cancer for diagnosis. However, in postmenopausal bleeding group, 48 (54.5%) had atrophic endometrium, and 6 cases (6.8%) were diagnosed for endometrial adenocarcinoma. In prehsyterectomy for myoma uteri, 27 (71%) had proliferative/secretory endometrium, and no adenocancer was diagnosed. In cervical polyp group, 10 cases (40%) had endometrial polyps for diagnosis. General speaking, endometrial sampling should be applied in cases with postmenopausal bleeding and cervical polyps, but a more selective treat should be conducted in cases with menometrorrhagia and prehysterectomy for myoma uteri
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
Emine Türen, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde 10 Yıllık Endometrium Kanser Yönetimi
10-Year Endometrıum Cancer Management In Our Clınıc
ÖZET
Amaç: Endometriyum kanseri kadın genital sisteminin en sık malignitesi olup, kadınlarda görülen kanserler arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Amacımız jinekolojik onkoloji kliniğimizdeki endometriyum kanserli olgularının cerrahi tedavi ve sonuçlarını paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada 2009-2019 yılları arasında kliniğimizde endometrium kanseri tanısı alıp aynı cerrahi ekip tarafından opere edilen 164 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenip, hastaların klinik, cerrahi ve histopatolojik özellikleri ile ilgili sonuçlar paylaşılmıştır. Patoloji sonucu sarkom gelen 4 hasta, tamamlayıcı cerrahi yapılan 7 hasta, ikinci bir primer tümörü olan 1 hasta çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortalama yaşı 61,3 ortalama vücut kitle indeksleri 25.8 idi. Hastaların postoperatif patoloji sonuçlarına göre; ortalama tümör büyüklüğü 3,4 cm, toplanan ortalama lenf nodu sayısı 28,8 idi. 19 hastada lenf nodu metastazı izlendi ve metastazların hepsi pelvik lenf nodlarında idi. Hastaların % 81’inde endometrioid tip adenokarsinom olduğu görüldü. 81 hastada (%49,4) myometrial invazyon > % 50 idi. 20 hastada (%12.2) servikal tutulum, 11 hastada (%6,7) adneksiyal tutulum, 28 hastada (%17,1) lenfovaskuler alan invazyonu mevcuttu. 76 hasta (%46,3) grade 1, 61 hasta (%37.2) grade 2, 19 hasta (%11,6) grade 3’ idi. Hastaların 2009 FIGO sistemine göre evlemesi yapıldığında 70 hasta (%42,7) evre 1A, 58 hasta (%35,4) evre 1B, 12 hasta (%7,3) evre 2, 3 hasta (%1,8) evre 3A, 17 hasta (%10,4) evre 3C1, 4 hasta (%2,4) evre 4 idi.
Sonuç: Endometrium kanseri en sık görülen jinekolojik kanser olup, erken dönemde bulgu vermesi sonucu genellikle erken evrede yakalanmaktadır. Hastalığın riskini değerlendirmede tümör boyutu, miyometrial invazyon derinliği, histopatolojik grade kullanılmaktadır ancak özellikle yüksek evre hasta sayının daha fazla olduğu çalışmalar, risk belirlemede daha faydalı olacaktır.
ABSTRACT
Objective: Endometrial cancer is the most common malignancy of the female genital tract and the fourth leading cancer among women. Our aim is to share the surgical treatment and results of endometrial cancer cases in our gynecological oncology clinic.
Material and Methods: In this study, the records of 164 endometrial cancer patients operated by the same surgical team between 2009-2019 were reviewed retrospectively. The clinical, surgical and histopathological features of the patients are presented here. Four patients who had sarcoma as a result of pathology, 7 patients who underwent complementary surgery and 1 patient with a second primary tumor were not included in the study.
Results: The mean age of the patients included in our study was 61.3 and the mean body mass index was 25.8. According to the postoperative pathology results; mean tumor size was 3.4 cm and mean number of collected lymph nodes was 28.8. Lymph node metastasis was observed in 19 patients and all of the metastases were in pelvic lymph nodes. Endometrioid type adenocarcinoma was seen in 81% of the patients. Myometrial invasion > 50% in 81 patients (49.4%). Twenty patients (12.2%) had cervical involvement, 11 patients (6.7%) had adnexal involvement and 28 patients (17.1%) had lymphovascular area invasion. 76 patients (46.3%) were grade 1, 61 patients (37.2%) were grade 2, 19 patients (11.6%) were grade 3. When the patients were staging according to the FIGO system in 2009, 70 (42.7%) stage 1A, 58 (35.4%) stage 1B, 12 (7.3%) stage 2, 3 (1.8%) stage 3A 17 patients (10.4%) were stage 3C1 and 4 patients (2.4%) were stage 4.
Conclusion: Endometrial cancer is the most common gynecological cancer, and it is usually diagnosed at an early stage as a result of early signs. Tumor size, depth of myometrial invasion and histopathologic grade are used to evaluate the risk of the disease, but studies with a higher number of high stage patients will be more useful in determining the risk.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Angiomatoid Fibrous Histiocytoma: A Rare Entity With Recognized Diagnostic Pitfalls
Sameera Rashid, Mohamed Meerasahib Kesudeen, Mohammed Abulaban, Adham Ammar
Olgu sunumu
Özeti
Angiomatoid Fibrous Histiocytoma: A Rare Entity With Recognized Diagnostic Pitfalls
AngIomatoId FIbrous HIstIocytoma: A Rare EntIty WIth RecognIzed DIagnostIc PItfalls
Anjiomatoid Fibröz Histiyositoma (AFH), nadir görülen yumuşak doku tümörüdür. Genellikle çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür ve düşük nüks ve metastaz oranlarına sahiptir. AFH, nüksleri rapor eden bazı çalışmalarla revize edilmeye devam etse de şimdiye kadar teşhis kriterleribelirsizlğini korumaya devam etmektedir. Nadir bir tümör olması sebebiyle de tanı genellikle gecikmektedir. Biz bu makalede atipik histoloji, immünprofil ve genetik test sonuçlarına sahip 10 yaşında bir erkek olguyu sunduk. Atipik görünümleri nedeniyle teşhis sürecinde Almanya Heidelberg Hastanesi ve Philadelphia Çocuk Hastanesinden fikir danışılan olgunun nihai tanısı Brigham Kadın Hastanesi tarafından doğrulandı. Bu makalede ayrıca tanıyı tartıştık.
Angiomatoid Fibrous Histiocytoma (AFH) is a rare soft tissue tumour of indeterminate differentiation usually occurring in children and young adults with low rate of metastasis and recurrence. AFH continues to be revised with various studies reporting recurrences but up till now, the diagnostic criterion remains unclear with pathologists relying mainly on Enzinger’s description and immunohistochemistry. Adding to the fact that it is a rare tumour, diagnosis usually is delayed. We present a case of a 10 year old male with AFH with atypical histology, immunoprofile and genetic testing. Opinions were sought from Heidelberg hospital Germany and Children Hospital of Philadelphia which had contrasting views regarding the diagnosis, which was finally confirmed by Brigham and Women’s hospital, Boston. We review literature and discuss the possible differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İhmal Edilmiş Bir Kayıp Rahim İçi Araç Sonrası Oluşan Ve Miadında Doğan Gebelik
Osman Balcı, Suna Özdemir, Alaa S. Mahmoud
Olgu sunumu
Özeti
İhmal Edilmiş Bir Kayıp Rahim İçi Araç Sonrası Oluşan Ve Miadında Doğan Gebelik
A Full Term Pregnancy And DelIvery That Occurred After A Neglected Lost IntrauterIne DevIce
Rahim içi araçlar (RİA), tüm dünyada özellikle de gelişmekte olan ülkelerde sık kullanılan bir kontraseptif yöntemdir. Uterin perforasyon, RİA’ların yerleştirilmesi sırasında oluşan nadir fakat önemli bir komplikasyondur. Bu olgu sunumunda; RİA takılan bir hastanın yapılan kontrollerinde, RİA ipinin görülmediği fakat gebelikten koruyacağı söylenen, daha sonra gebe kalıp miadında doğum yapan ihmal edilmiş bir kayıp RİA olgusu sunulmuştur. Otuz sekiz yaşında, 4 gebelik ve 4 vajinal doğum öyküsü olan hasta kayıp RİA nedeniyle kliniğimize sevk edildi. Hastaya 2 yıl önce normal vajinal doğumundan 6 hafta sonra bir klinikte RİA takıldığı, sonrasında ağrı şikayeti ile başvurduğu klinikte yapılan muayenesinde RİA’nın ipinin görülmediği fakat gebelikten koruyacağı söylendiği, sonrasında gebe kalıp miadında vajinal doğum yaptığı öğrenildi. Hastanın yapılan jinekolojik muayenesi normaldi. Ultrasonografide uterus ve adneksler normal, Douglasta RİA ekosu izlenmekte idi. RİA laparoskopik olarak çıkarıldı. RİA’nın takılma esnasında uterus perforasyonu olup Douglasa yerleşitirildiği düşünüldü. RİA taktırma öyküsü olan ve muayenede RİA ipleri görülmeyen hastalarda mutlaka RİA lokalizasyonu belirlenmelidir. Uterus kavitesinin boş olduğu hastalarda uterus perforasyonu akılda tutulmalıdır.
Intrauterine devices (IUDs) are the most commonly used method of contraception, worldwide, especially in developing countries. Uterine perforation by an IUD is a rare but an important complication of IUD insertion. In this case report; we present, a patient who had “a neglected lost IUD”, in whom string of IUD was not seen in her follow up examination. The patient was told that in spite of the absence of the string; it will reserve its contraceptive effect. The patient had uneventful pregnancy and delivered at term. Thirty eight years old patient who had gravida 4, parity 4 was referred to our clinic because of lost IUD. In her history she had normal vaginal delivery before 2 years, after 6 weeks IUD was introduced in a health centre. She had pelvic pain and consulted the same health centre where she was told that the string was not seen but it will reserve its contraceptive effect. The patient got pregnant and delivered a full term baby. She had normal gynecological examination uterus and adnexa were normal in ultrasonographic examination but an echo of IUD was seen in Douglas. The IUD was extracted laparoscopically. We think that uterine perforation occurred during insertion of the IUD and it passed to Douglas pouch. For patients who have IUDs with lost string we should determine the location of the IUD. Uterine perforation should be thought of when empty uterine cavity is seen.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin Primer Anjiosarkomu
Mustafa U. Kalaycı, Ceyhan Uğurluoğlu, Hakan Bulak, Erol Eroğlu, Hüseyin Eraslan, Süleyman Oral
Olgu sunumu
Özeti
Memenin Primer Anjiosarkomu
PrImary AngIosarcoma Of Breast
Memenin primer anjiosarkomu nadir görülen, memenin perilobüler kapiller ağından köken aldığı düşünülen, erken dönemde hematojen metastaz yapan, kötü prognoza sahip bir tümör tipidir. Kırk yaşında kadın olgu, fizik mu ayenede sol memede kitle ve aksiller lenfadenopati mevcuttu. Biyopsi sonucu memenin primer anjiosarkomu ola rak değerlendirildi. Modifiye radikal mastektomi sonrasında adjuvan radyoterapi ve kemoterapi uygulandı. Olgu postoperatif 12. ayda akciğer ve kemik metastazı ile kaybedildi.
Primary angiosarcoma of breast is a rarely seen tumor type. İt considered that tumor is developing from the pe- rilobular capillary netvvork. İt metastased with hemotagen pathvvay in early State ıt shows a poor prognosis. Fourty years old woman. Left breast mass and axillary lymphadenopathy presenced in physical examination. Biopsy was reported primer angiosarcoma of the breast. After the modified radical mastectomy, adjuvant chemotheraphy and radiotheraphy was performed. Patient was tost inpostoperative 12th month with lung and bone metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
Buğra Kaya, Oktay Sarı, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
CervIcal Lymph Nodes MImIckIng Metastases: A Case WIth Breast Cancer
Meme kanseri nedeniyle takip edilen ve 18F-FDG PET/BT’de servikal bölgede artmış FDG tutulumu olan lenf nodları tespit edilen, biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit gelen vakayı sunmayı amaçladık. Boyun ve sırt bölgesinde ağrısı olması nedeniyle PET/BT önerilen 63 yaşındaki meme kanserli hastanın hastanemizde yapılan PET/BT’sinde bilateral servikal zincirde, sol submandibuler bölgede ve mediastende sol prevertebral bölgede FDG tutulumu artmış lenf nodları izlendi. Hastayı takip eden klinik tarafından bu görünümler geçirilmekte olan bir enfeksiyona sekonder olarak düşünüldü ve kemoterapiye devam edildi. Takip USG’de karaciğerde solid lezyon tespit edilen hastaya ilk çalışmadan 4 ay sonra yapılan PET/BT’de bilateral servikal ve sol submandibuler bölgedeki lenf nodlarının sayı ve SUVmax değerlerinde, sol prevertebral lenf nodunun SUVmax değerinde artış olduğu, sağ aksillada lenf nodu ve karaciğerde FDG tutulumu artmış hipodens lezyon olduğu tespit edildi. Kemoterapi sonrası lenf nodlarının sayısında ve FDG tutulumunda artış olması ve karaciğerde solid lezyon olması nedeniyle biyopsi önerildi. Lenf nodlarının biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit, karaciğer biyopsi sonucu ise meme karsinom metastazı geldi. Tüberkülozun ülkemizde yaygın bir hastalık olması nedeniyle FDG PET çalışmalarında hatalı pozitif sonuçlarla sıklıkla karşılaşılabilmektedir. Atipik bulguların varlığında mutlaka biyopsi yapılmalıdır.
We aimed to present a case with breast cancer which has cervical lymph nodes with increased FDG uptake in 18F-FDG PET/ CT and has biopsy result of tuberculosis lymphadenitis. Sixty-three year-old female patient with breast cancer complaining cervical and thoracal pain was imaged with PET/CT. PET/CT showed increased FDG uptake in bilaterally cervical, left submandibular and left prevertebral lymph nodes. The clinician considered that this image was related to an infectious process and continued to chemotherapy. A solid lesion was determined in follow-up ultrasonography. A PET/CT imaging was done to confirm this lesion. Increasing in quantity and SUVmax values of cervical, submandibular and prevertebral lymph nodes was determined. There was also a right axillary lymph node and a hypodense lesion with increased FDG uptake in liver. Biopsy was recommended because of increasing quantity and FDG uptake of lymph nodes and a new lesion in liver after chemotherapy. Biopsy result was tuberculosis lympadenitis in lymph nodes and metastasis in liver. False positive results in FDG-PET studies should be kept in mind because tuberculosis is a common disease in Turkey. Biopsy should be done in atypical cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troıd-Follıkuler Karsınom Metastazı Saptanan Sternum Tumoru Vakası
Aydın Şanlı, Sami Ceran, Güven Sadi Sunam, Mehmet Gök, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Troıd-Follıkuler Karsınom Metastazı Saptanan Sternum Tumoru Vakası
A Sternal MetastasIs Of FollIculer CarcInoma Of ThyroId Case Report
56 yquidaki bayan hastada saptanan sternuma metastaz yapnus troid folikiiler karsinomu nadir ol-mast sebebiyle literatiir go den gecirilerek su-nuhnnflrir.
Fifty six old year women with sternal metastazis of foliculer carcinoma of thyroid was operated on since it is rarely seen, it is thqught to publish in-volving the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
F-18 Fdg-Pet/ct’de Multiple Kemik Metastazını Taklit Eden Benign Bir Patoloji: Brown tm
Özlem Şahin, Ahmet Eren Şen, Zeynep Aydın, Buğra Kaya
Olgu sunumu
Özeti
F-18 Fdg-Pet/ct’de Multiple Kemik Metastazını Taklit Eden Benign Bir Patoloji: Brown tm
A BenIgn Pathology MImIckIng MultIple Bone MetastasIs On F-18 Fdg-Pet/ct: Brown Tumor
\r\n Brown tümörler uzun süreli hiperparatiroidinin nadir bir komplikasyonu olarak ortaya çıkabilen, benign ancak lokal agresif seyreden tümörlerdir. Klinik ve radyolojik olarak kemik metastazları ile karışabilirler. F-18 FDG PET/CT’de Brown tümörler tıpkı metastatik kemik lezyonları gibi artmış metabolik aktivite gösterirler. Çalışmamızda multiple kemik metastazı ön tanısı ile primer odak aramak için PET/CT çekilen, görüntülerde primer odak saptanmayıp paratiroid lojlarında artmış FDG tutulumu görülmesi nedeni ile Brown tümörden şüphelenilen ve ileri tetkiklerle tanısı doğrulanan bir hasta sunulmuştur. Bu olgu sunumu ile klinik ve radyolojik olarak kemik metastazı düşünülen hastalarda Brown tümörünün de ayırıcı tanıda akılda tutulması gerektiğini vurgulamayı amaçladık.
\r\n
\r\n Brown tumors are benign, but locally aggressive tumors that may emerge as a rare complication of prolonged hyperparathyroidism. They may be clinically and radiologically confused with bone metastases. Browns tumors show increased metabolic activity on F-18 FDG-PET/CT just as metastatic bone lesions. In this study, we present a patient who underwent PET/CT to seek a primary focus with the presumed diagnosis of multiple bone metastasis, and Brown tumor was suspected because no primary focus was detected on imaging and increased FDG enhancement was seen in parathyroid locations, and the diagnosis was confirmed with further investigations. Herein, we aimed to underline that Brown tumors should be kept in mind in the differential diagnosis in patients who are clinically and radiologically considered to have bone metastasis.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Ali Acar, Kadir Karabacak, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
İleri Evre Mesane Tümörlerinde Neoadjuvan M-Vac (metotreksat, Vinblastin, Doksorubisin, Sisplatin) Tedavisi Sonuçlarımız
Neoadjuvant M-Vac (methotrexate, VInblastIne, DoxorubIcIn, CIsplatIn) Treatment Results In HIgh Grade Bladder Tumors.
Kliniğimizde 1996-1999 tarihleri arasında radyolojik ve patolojik olarak değerlendirilerek ileri evre mesane tümörü tanısı konmuş 27 hastaya neoadjuvan MVAC kemoterapisi uygulandı. % 15.4 klinik tam yanıt, % 34.6 klinik kısmi yanıt, % 34.8 klinik yanıtsızlık ve % 19.7 progresyon gözlendi. Hastalardan bir tanesi tedavi sırasında yaygın tümör metastazı ve nötropenik sepsise bağlı olarak yaşamını yitirdi. En sık görülen yan etkiler bulantı-kusma, geçici böbrek yetmezliği, lökopeni ve trombositopeni idi. M-VAC tedavisi kinik yanıt oranının çok yüksek olmamasına karşın düşük yan etki profiliyle ileri evre mesane tümörü olan uygun hastalarda stage düşürmek suretiyle TUR ve diğer alternatif cerrahi seçeneklerine imkan sağlamaktadır.
During 1996 and 1999, we applied MVAC in 27 patients whose final stage bladder tumor depends on pathological and radiological bases at urological department. 15.4 % had complete response, 34.6 % had partial clinical response, 34.8 % hadn’t any clinical response and 19.7% had progression. One of the patient died due to a wide spreed tumor metastasis and neutropenic sepsis during the treatment. The most common side-effects were nausea- vomiting, transient renal failure, leucopenia, and trombocytopenia. M-VAC therapy showed it’s beneficial effect by decreasing the stage so providing TUR possibility and other alternative surgical procedurs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
Özgür Külahcı, Gülay Turan
Araştırma makalesi
Özeti
Sindirim Sistemi Primer Ve Metastatik Malign Melanomları
PrImary And MetastatIc MalIgnant Melanomas Of The DIgestIve System
Amaç:
Primer ve metastatik sindirim sistemi malign melanomları oldukça nadirdir. Çalışmamızda safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölge malign melanomlarında lenf nodu metastazı ile klinik ve patolojik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler:
Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010- Ocak 2020 yılları arası XXXXXXXXXXXX gastrointestinal sistem organlarından safra kesesi, mide, ince bağırsak ve anorektal bölgede malign melanom tanısı konan 20 olgu dahil edildi. Çalışmamızda gastrointestinal sistemde görülen primer ve metastatik malign melanom olgularında bölgesel lenf nodu metastazı ile yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, ekstraintestinal melanom öyküsü, melanin pigmenti, nötrofil-lenfosit oranı ve tanı sonrası yaşam süreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek istedik. Ayrıca melanomun sindirim sisteminde kaynaklandığı hücrelerin kökenini ve literatürü gözden geçirdik.
Bulgular:
Tümör çapı ile bölgesel lenf nodu metastazı arasında istatistiksel bir ilişki vardı(p=0.000). Tümör çapı arttıkça lenf nodu metastaz oranı artmaktaydı. Hayatta kalma ile cinsiyet, tümör lokalizasyonu, uzak metastaz, primer ve metastatik sindirim sistemi melanomları arasında ilişki vardı(tümü p<0.05). Erkeklerin ve sindirim sisteminden uzak metastaz yapmayan olguların çoğu hayattaydı. Sindirim sistemine melanom metastazı olan hastaların tamamı ile safra kesesi ve ince bağırsak lokalizasyonlu hastaların tamamı hayattaydı. Safra kesesi primer malign melanom tanılı 70 yaşındaki olgumuz literatürde belirleyebildiğimiz en yaşlı hastaydı.
Sonuç:
Kutanöz veya kökeni ne olursa olsun, tüm melanomlar, embriyolojik sinir krestinden türetilen hücreler olan melanositlerden kaynaklanır. Malign melanom gastrointestinal sistemde anorektal bölgede daha sık olmak üzere her bölgede primer görülebilir. En sık metastaz ise ince bağırsağa olmaktadır. Sindirim sistemi gibi az görüldüğü yerlerde doğru tanı hayati önem taşımaktadır. Son zamanlarda metastatik melanomda, hastalığın metastatik yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için immüno-onkolojik ajanların adjuvan tedavide kullanımı söz konusudur. Bu tedaviler sayesinde cerrahi rezeksiyon sonrası metastaz riski taşıyan melanomlu hastaların yarıdan fazlasında rekürrensiz sağ kalım sağlandığı bildirilmektedir. Çok nadir görülmesine rağmen sindirim sistemi biyopsilerinin değerlendirilmesinde primer veya metastatik malign melanom olabileceği akılda tutulmalıdır.
Purpose:
Primary and metastatic digestive system malignant melanomas are extremely rare. In our study, we aimed to compare lymph node metastasis with clinical and pathological parameters in gallbladder, stomach, small intestine and anorectal region malignant melanomas.
Materials and methods:
This retrospective study included 20 cases diagnosed with malignant melanoma in the gastrointestinal tract organs between January 2010 and January 2020 at XXXXXXXXXXXX. In our study, we wanted to evaluate the relationship between regional lymph node metastasis and age, gender, tumor localization, tumor size, extraintestinal melanoma history, melanin pigment, neutrophil-lymphocyte ratio and post-diagnosis life span in primary and metastatic malignant melanoma cases. We also reviewed the origin and literature of the cells from which melanoma originates in the digestive system.
Results:
There was a statistical relationship between tumor diameter and regional lymph node metastasis (p =0.000). As the tumor diameter increased, the lymph node metastasis rate increased. There was a relationship between survival and gender, tumor localization, distant metastasis, primary and metastatic digestive system melanoma (all p <0.05). Most of the men and those who did not metastasize away from the digestive system were alive. All patients with melanoma metastases to the digestive system and all patients with gallbladder and small intestine localization were alive. Our 70 year old patient with gallbladder primary malignant melanoma was the oldest patient we could identify in the literature.
Conclusions:
Regardless of cutaneous or origin, all melanomas originate from melanocytes, cells derived from embryological nerve crest. Malignant melanoma can be primary in every region, more frequently in the anorectal region in the gastrointestinal tract. The most common metastasis is to the small intestine. Accurate diagnosis is vital in places where it is rarely seen, such as the digestive system. Recently, in metastatic melanoma, immuno-oncological agents are used in adjuvant therapy to help prevent metastatic spread of the disease. Thanks to these treatments, it is reported that more than half of patients with melanoma who have the risk of metastasis after surgical resection provide recurrence-free survival. Although it is very rare, it should be kept in mind that there may be primary or metastatic malignant melanoma in the evaluation of digestive system biopsies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
Aysun Gökçe
Araştırma makalesi
Özeti
Mide Kanserlerinde Ekstrakapsüler Invazyonun Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of Extracapsular InvasIon In GastrIc Cancer
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mide kanserinde ekstrakapsüler invazyonun prognostik önemi ve
klinikopatolojik verilerle ilişkisini araştırmaktır .
Hastalar ve Yöntem: 2013-2020 yılları arasında total ve subtotal gastrektomi yapılan toplam 190
primer mide kanseri hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların 133’ü (%70)’ü erkek, 57’si (%30) kadındı.
Metastatik lenf nodu kapsülünün dışına tümör hücrelerinin invazyonunun saptanması ekstrakapsüler
invazyon olarak tanımlandı ve bunun yanısıra histolojik tip, lenf nodu pozitifliği, lenfovasküler ve perinöral
invazyon, invazyon derinliği ve metastatik lenf nodu sayıları d eğerlendirildi.
Bulgular: 136 (%71.4) hastada lenf nodu metastazı saptandı. Bunların 87'sinde (%64) ekstrakapsüler
invazyon izlendi. Ekstrakapsüler invazyonlu olguların 36'sı (%65,5) diferansiye, 51'i (%63) andiferansiye
idi ve sırasıyla 68 (%68) ve 80 (%68,4) olguda perinöral - lenfovasküler invazyon görüldü. Perinöral
invazyon (p=0.01), lenfovasküler invazyon (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.001) ve metastatik lenf
nodu sayısı (p=0.001) ile ekstrakapsüler invazyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki gözlendi.
Ekstrakapsüler invazyon cinsiyet, histolojik tip ve rezeksiyon tipi ile ilişkili değildi. Çok değişkenli analizde
mide kardia yerleşimli tümörlerde ekstrakapsüler invazyon olma riski 5,501 kat, perinöral invazyon
olanlarda ise ekstrakapsüler invazyon olma riski 1 1,44 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir .
Sonuç: Ekstrakapsüler invazyon görülen vakalar kötü prognostik parametrelerle ilişkilidir. Mide
kanserlerinin gelecekteki evreleme sistemine ekstrakapsüler invazyon durumu dahil edilmeli ve patoloji
raporları ekstrakapsüler invazyon durumu hakkında bilgi içermel idir.
Aim: The aim of this study was to investigate the prognostic significance of extracapsular invasion and its
relationship with clinicopathological data in gastric cancer .
Patients and Methods: A total of 190 patients with primary gastric carcinoma underwent total and
subtotal gastrectomy between 2013 and 2020 were included in the study. 133 (70%) were men, and 57
(30%) were women. Tumour invasion beyond the lymph node capsule was diagnosed as extracapsular
involvement. and evaulated in addition to histological type, lymph node positivity, lymphovascular and
perineural invasion, depth of invasion, and numbers of lymph no de metastasis.
Results: 136 patients (71.4%) had lymph node metastasis. Of these, 87 patients (64%) had extracapsular
invasion. Of the cases with extracapsular invasion, 36 (65.5%) were differentiated and 51 (63%) were
undifferentiated and perineural - lymphovascular invasion was seen in 68 (68%) and 80 (68.4%) cases,
respectively. A statistically significant association was observed with extracapsular invasion in terms of
perineural invasion (p=0.01), lymphovascular invasion (p=0.008) and depth of invasion (p=0.001) and
number of metastatic node (p=0.001). Extracapsular invasion was not associated with sex, histological
type, and resection type. In the multivariate analyse, the risk of extracapsular invasion is 5,501 higher
in those with cardia localization. Those with perineural invasion have an 11,44 higher risk of having
extracapsular invasion.
Conclusion: Cases with extracapsular invasion are associated with poor prognostic parameters. It
should be included in the future staging system of gastric cancers and pathology reports should include
information about extracapsular invasion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okkült Testikuler Seminom (vaka Takdimi)
Salim Güngör, Özden Vural, Dilek Bitik, Hilal Koral, Metin Bitik
Araştırma makalesi
Özeti
Okkült Testikuler Seminom (vaka Takdimi)
Occult TestIcular SemInoma (a Case Report)
Testis tömürleri % 25 vakada, metastazkırına bağlı •semptorn ve şikayetlerle ortaya çıkarlar. Bu makalede, bel agıı-ısı olan ve retroperitoneal lenf nodüllerinde seminom metastazı bulunan 34 yaşında bir erkek hastayı sunuyoruz.
Testicular tumors, 25 percent will first present with sign or svınptoms of metastatic disease. We describe a 34- year- old man who had lomber pain with metastatic seminoma in retroperitoneal lymph nodes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gastrointestinal Sistemin Gıst Dışı Mezenkimal Tümörleri
Meryem İlkay Eren Karanis, İlknur Küçükosmanoğlu, Tuğba Günler, Yaşar Ünlü, Hande Köksal
Araştırma makalesi
Özeti
Gastrointestinal Sistemin Gıst Dışı Mezenkimal Tümörleri
Non-Gıst Mesenchymal Tumors Of The GastroIntestInal Tract
Amaç: Gastrointestinal stromal tümörler dışındaki gastrointestinal sistemin mezenkimal tümörleri nadirdir ve çoğu iyi huyludur. Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistemin gastrointestinal stromal tümör dışı mezenkimal tümörlerinin klinik ve patolojik özelliklerini ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntemler: 2008-2018 yılları arasında tüm gastrointestinal endoskopik ve cerrahi rezeksiyon materyalleri retrospektif olarak incelendi. Gastrointestinal stromal tümör dışındaki mezenkimal tümör tanısı alan olgular dahil edildi.
Bulgular: Yirmi dört lipom, 14 inflamatuar fibroid polip, altı leiomyom, dört lenfanjiyom, dört hemanjiyom, dört schwannom, iki nöroma, iki malign melanom, bir leiomyosarkom, bir granüler hücreli tümör ve bir Kaposi sarkomu saptandı. Olguların ortanca yaşları 61 (29-87), ortanca tümör boyutu 1.5 cm (0.2-14) idi. Otuz yedi olgu (% 58,7) kadın, 26 olgu (% 41,3) erkekti. Bu tümörler spesifik olmayan semptomlara neden oldular. Benign tümörlerde eksizyon sonrası patolojik tanıya bakılmaksızın nüks veya metastaz saptanmadı.
Sonuç: Gastrointestinal sistemin gastrointestinal stromal tümör dışı mezenkimal tümörleri her yaşta görülebilen ve sıklıkla kadınlarda izlenen, çoğunlukla küçük ve iyi huylu tümörlerdir. En yaygın olanları lipomlar ve inflamatuar fibroid poliplerdir. Mide tümörlerinin çoğu dispeptik şikayetlere, barsak tümörleri de karın ağrısı, bulantı veya kusmaya neden olurlar. Ayrıca bağırsak tümörlerinin bazıları akut ve kronik kanama, obstrüksiyon, perforasyon, volvulus veya intussussepsiyon gibi ciddi, hatta ölümcül klinik durumlara yol açarlar. İyi huylu tümörlerin tedavisi için eksizyon yeterlidir, nüks veya metastaz göstermezler.
Aim: Mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract other than gastrointestinal stromal tumors are rare and most of them are benign. The aim of this study to reveal the clinical and pathological features of non-gastrointestinal stromal tumor mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract.
Materials and Methods: All gastrointestinal endoscopic and surgical resection materials, between 2008-2018, were retrospectively reviewed. Cases diagnosed with mesenchymal tumor other than gastrointestinal stromal tumors were included.
Results: Twenty four lipomas, 14 inflammatory fibroid polyps, six leiomyomas, four lymphangiomas, four hemangiomas, four schwannomas, two neuromas, two malignant melanomas, one leiomyosarcoma, one granular cell tumor and one Kaposi sarcoma were detected. The median ages of the cases were 61 years (29-87), the median tumor size was 1.5 cm (0.2-14). Thirty seven (58.7%) cases were female and 26 (41.3%) were male. They caused nonspecific symptoms. No recurrence or metastasis was detected after excision in benign tumors regardless of the pathological diagnosis.
Conclusion: Non-gastrointestinal stromal tumor mesenchymal tumors of the gastrointestinal tract are mostly small and benign tumors that can be seen at any age and are frequently seen in women. The most common ones are lipomas and inflammatory fibroid polyps. Most gastric tumors cause dyspeptic complaints and intestinal tumors cause abdominal pain, nausea or vomiting, as well as some of the intestinal tumors lead to serious, even fatal clinical situations such as acute and chronic bleeding, obstruction, perforation, volvulus or intussusception. For benign tumors’ treatment, excision is sufficient, they do not exhibit recurrence or metastasis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Lema Tavlı, Özden Vural, Şakir Tavlı, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Safra Kesesı Adenokarsınomları
Adenocarcznomas Of The Gallbladder
Bu yaztda, 17 safra kesesi adenokarsinontunun klinikopatolojik ozellikleri sunuldu. Histolojik tipler ile safra taslart, karaciger invazyonu ye lenf nodiilii metastazlan arasindaki iliskiler incelendi. Lenf no-data metastazlanna ye karaciger invazyonuna en sik, az diferansiye adenokarsinomda rastlandi. Safra taslan papiller adenokarsinomda sik bu-lundu.
In this study, the clinicopathologic cha-racteristics of 17 cases of carcinoma of the gall bladder was presented. The relationship between. histological types, gallstones, liver invasion and lymph node metastasis were investigated. Frequent lymph node metastasis and invasion of the liver, was encountered in the poor differentiated ade-nocarcinoma The presence of gallstones were fre-quent in papillary adenocarcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
Coskun Ulucakoy, Ismail Burak Atalay, Recep Öztürk, Aliekber Yapar, Guray Togral, Emek Mert Duman, Bedii Safak Gungor
Araştırma makalesi
Özeti
Dirsek Çevresi Malign Tümörlerde Endoprotetik Rekonstrüksiyonun Klinik Sonuçları
ClInIcal And FunctIonal Results Of EndoprosthetIc ReconstructIon In MalIgnant Tumors Around The Elbow
Amaç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastaların klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntemler: Kliniğimizde 2011-2018 yılları arasında dirsek çevresinde malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan 14 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 4'ü primer tümör (1 fibromiksoid sarkom, 1 leimyosarkom, 1 multipl miyelom ve 1 ewing sarkom) iken 10'u uzak organ metastazı (4 meme kanseri, 3 akciğer kanseri, 1 mide kanseri, 1 renal hücre kanseri ve 1 tiroid) kanser) idi. Musculoskeletal Tumor Society (MSTS) skoru ve Mayo dirsek performans skoru (MEPS) ve sağkalımı değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların minimum takip süresi 7 ay, maksimum takip süresi 55 aydı. Hastaların ortalama MEPS skoru 67.5 ± 12.0 (aralık, 45-90) ve MSTS skorunun ortalaması 19.4 ± 2.3 (aralık, 16-24) idi. 3 hastada takipte nüks, 7 hastada takipte exitus görüldü. Bu çalışmada hastaların medyan sağkalım süresi 44 aydı. 1 yıllık sağkalım oranı% 70.1 iken 3 yıllık sağkalım oranı% 54.5 idi.
Sonuç: Dirsek çevresindeki malign tümör nedeniyle tümör rezeksiyonu ve endoprotetik rekonstrüksiyon yapılan hastalarda ağrı ve fonksiyonel sonuçlar tatmin edicidir. Gelecekte daha geniş hasta serileri ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
Purpose: It was aimed to present the clinical and functional results of the patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow.
Methods: 14 patients who underwent tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor in the elbow circumference between 2011-2018 in our clinic were included in the study. While 4 of the patients were primary tumors (1 fibromixoid sarcoma, 1 leimyosarcoma, 1 multiple myeloma and 1 ewing sarcoma), 10 were distant organ metastases (4 breast cancer, 3 lung cancer, 1 stomach cancer, 1 renal cell cancer and 1 thyroid cancer). Musculoskeletal Tumour Society (MSTS) score and Mayo elbow performance score (MEPS) and survival were evaluated.
Results: The minimum follow-up period of the patients was 7 months, and the maximum follow-up period was 55 months. The mean MEPS score of the patients was 67.5 ± 12.0 (range, 45-90), and the mean of the MSTS score was 19.4 ± 2.3 (range, 16-24). Recurrence occurred at follow-up in 3 patients and exitus at follow-up in 7 patients. In this study, the median survival time of the patients was 44 months. The 1-year survival rate was 70.1% while the 3-year survival rate was 54.5%.
Conclusion: Pain and functional results are satisfactory in patients who undergo tumor resection and endoprosthetic reconstruction due to malignant tumor around the elbow. In the future, studies with larger patient series are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
Burhan Apillioğulları, Buğra Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
18f-Fdg Pet/ct FIndIngs In Esophageal Ca StagIng: A RetrospectIve AnalysIs
Amaç: Özofagus kanseri(ca) tanısı alan ve 18F-Florodeoksiglukoz (18F-FDG) Pozitron Emisyon Tomografi /
Bilgisayarlı Tomografi (PET/BT) görüntüleme kullanılarak evrelemesi yapılan hastaların bulgularını retrospektif
olarak analiz etmeyi ve sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Şubat 2015 ile Şubat 2020 tarihleri arasında hastanemizde 18F-FDG PET/
BT ile evrelemesi yapılmış 37 özofagus ca tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, primer tümörün
lokalizasyonu ve 18F-FDG PET/BT maksimum standardize alım değeri (SUVmax), mediastinal, abdominal
ve servikal lenf nodları, akciğer(AC), karaciğer(KC), kemik ve diğer alanlara olan metastazlarına ait bulgular
retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 66,97± 4,54 yıl bulundu. 20 hasta (%54) erkek, 17 hasta (%46) kadındı. 10
hasta (%27) özofagus üst bölge tümörü, 23 hasta (%62) özofagus alt bölge tümörü, 4 hasta özofagus orta bölge
tümörüydü (%11). 23 hastanın patolojik tanısı squamöz hücreli ca, 14 hastanın adeno ca olarak tespit edildi. Tüm
hastalarda primer tümör SUVmax ortalaması 14,09±6,36 olarak ölçüldü. Squamöz ca tanılı hastaların primer tümör
SUVmax ortalaması 14,51±6,63, adeno ca tanılı hastaların primer tümör SUVmax ortalaması 13,40±6,03 olarak
bulundu. 8 hastada hiçbir metastaz bulgusuna rastlanmazken 29 hastada metastaz belirlendi. Ayrıca 3 hastada
ise ikinci bir primer malignite (ikisi kolon ca, birisi nazofarenks ca) saptandı. Tedavi ve takiplerine hastanemizde
devam edilen 9 hastanın 7’ sinde progresyon, 2’sinde ise regresyon izlendi.
Sonuç: Özofagus ca tanısı alan hastaların ilk evrelemesinde, 18F-FDG PET/BT günümüzde kullanım sıklığı
gittikçe artan faydalı bir görüntüleme yöntemidir . Bizim çalışmamızda bunu destekler niteliktedir .
Aim: We aimed to retrospectively analyze and present the findings of patients diagnosed with esophageal
cancer and staged using 18F-Fluorodeoxyglucose (18F-FDG) Positron Emission Tomography/Computed
Tomography (PET/CT) imaging.
Patients and Methods: Thirty-seven patients diagnosed with esophagus who were staged with 18F-FDG
PET/CT in our hospital between February 2015 and February 2020 were included in this study. Patients'
age, gender, localization of the primary tumor and 18F-FDG PET/CT maximum standardized uptake value
(SUVmax), findings of metastases to mediastinal, abdominal and cervical lymph nodes, lung, liver, bone and
other areas were retrospectively evaluated as.
Results: The meanage of the patients was 66,97 ± 14,54 years. 20 patients (54%) were male, 17 patients
(46%) were female. 10 patients (27%) had upper esophagus tumors, 23 patients (62%) had lower esophagus
tumors, 4 patients had middle esophageal tumors (11%). The pathological diagnosis of 23 patients was
squamous cell ca, 14 patients were adeno ca. The mean of primary tumor SUV max was measured as 14,09
± 6,36 in all patients. The mean primary tumor SUVmax of the patients diagnosed with squamous ca was
14,51 ± 6,63, and the mean of primary tumor SUV max of the patients diagnosed with adeno ca was found to
be 13,40 ± 6,03. Progression was observed in 7 of 9 patients whose treatment and follow-ups were continued
in our hospital, and regression was observed in 2 of them.
Conclusion: In the initial staging of patients diagnosed with esophageal ca, 18F-FDG PET/CT is an
increasingly useful imaging method. Our study supports this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Rekonstrüktif Cerrahi İle Tedavi Edilen
dev Suprapubik Desmoid Tümör
Murat Akıcı, Erkan Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Rekonstrüktif Cerrahi İle Tedavi Edilen
dev Suprapubik Desmoid Tümör
GIant SuprapubIc DesmoId Tumor Treated WIth
reconstructIve Surgery
Desmoid tümörler, metastaz yapma riski olmayan ancak
lokal agresif seyir gösteren nadir görülen benign tümörlerdir.
Etyopatogenezleri kesin olarak bilinmemektedir. Travma sonrası
gelişebilmektedirler. Sıklıkla abdominal duvarda yerleşirler.
Suprapubik lokalizasyon ise çok nadirdir. Desmoid tümörler için
standard bir tedavi yaklaşımı yoktur. Tedavide öncelikle geniş
cerrahi eksizyon uygulanmalıdır. Lokal nüks oranları yüksek olduğu
için hastalar cerrahi sonrası yakın takibe alınmalıdır. Burada,
rekonstruktif cerrahi ile başarıyla tedavi edilen ve nüksüz takip edilen
suprapubik bölgede yerleşen dev desmoid tümörlü olgu sunulmuştur.
Desmoid tumors are rare benign tumors with local aggressive
clinical course but without the risk of metastasis. Etiopathogenesis
of desmoid tumors is not known clearly. They can develop after
trauma. Desmoid tumors are mostly located on abdominal wall and
very rarely on suprapubic region. There is not a standard treatment
approach for desmoid tumors. Firstly a wide surgical excision should
be performed. As local recurrence rates are high patients should be
followed up closely after surgery. Here in, a case with giant desmoid
tumor located on suprapubic region treated successfully with a
reconstructive surgery and followed up without a recurrence was
reported.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neoözofagusta Neolokalizasyon: Presternal Transpozisyon
Murat Çakır, Mehmet Biçer
Olgu sunumu
Özeti
Neoözofagusta Neolokalizasyon: Presternal Transpozisyon
NeolocalIzatIon In The Neoesophagus: Presternal TransposItIon
Erken evre distal özofagus kanserleri ve proksimal mide kanserlerinde en yaygın tedavi yöntemi cerrahidir.
Özofagus cerrahisinin zorluklarından biri gastrointestinal devamlılığının sağlanmasıdır. Bu amaçla mide,
ince barsak ve kolon kullanılabilir. Neoözofagus posterior mediastinal veya retrosternal alandan servikal
bölgeye ulaştırılır. Distal özofagus kanseri nedeniyle opere edilip özofagusu güdük halinde bırakılan
hastanın yapılan presternal kolonik transpozisyonu literatür eşliğinde tartışılması amaçlandı. 61 yaşında
erkek hasta, özofagus ca nedeniyle transhiatal olarak total gastrektomi ve distal özofajektomi cerrahisi
uygulanmış. Anastomoz kaçağı nedeniyle sağ torakotomi yapılmış ve özofagus güdük olarak bırakılmış.
Beslenme jejunostomisi açılmış. Akciğer metastazı nedeniyle sol torakotomi ile metastazektomi yapılmış.
Rekonstruksiyon amaçla sol kolon presternal alandan ilerletilerek servikal bölgeye ulaştırılarak özofagus
amastomozu yapıldı. Özofagus cerrahisinde konduitin lokalizasyonunda son çare olarak presternal alanda
ilerletilmesi akılda tutulmalıdır .
The most common therapeutic method for early stage distal esophageal cancers and proximal stomach
cancer is surgery. One of the challenges in esophageal surgery is to maintain gastrointestinal continuity.
The neoesophagus is transferred from the posterior, mediastinal, or retrosternal areas to the cervical
region. A 61-year-old male patient with esophageal cancer had received transhiatal total gastrectomy,
distal esophagectomy, and Roux-en-Y esophagojejunostomy. Right thoracotomy had been performed due
to anastomotic leak with the esophageal stump left behind. Left thoracotomy and metastasectomy were
also performed due to lung metastasis. The left colon was transpositioned from the presternal area to
the cervical region for reconstructive purposes. Physicians should bear in mind that the conduit can be
advanced in the presternal area as the last resort for its localization in esophageal surgery. The aim of this
study was to present, along with literature review, the case of a patient with distal esophageal cancer for
whom presternal colonic transposition was performed with the es ophageal stump left behind.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanserin Ayırt Edici Özelliklerine Güncel Bakış
Esra Bozgeyik
Derleme
Özeti
Kanserin Ayırt Edici Özelliklerine Güncel Bakış
A Current Perspectıve To The Hallmarks Of Cancer
Kanser, genomda meydana gelen bir seri bozukluklar sonucu ortaya çıkan ciddi bir genetik hastalıktır. Yüksek verimli yeni nesil dizileme teknolojilerinin geliştirilmesi ve büyük ölçekli projelerin verilerinin yayınlanması farklı kanser türlerinde değişik ifade profili gösteren birçok kodlanmayan RNA (ncRNA) molekülünün tespit edilmesine olanak sağlamıştır. Uzun kodlanmayan RNA (lncRNA) ve mikroRNA (miRNA) gibi ncRNA transkriptlerinin kanserin oluşumunda ve ilerlemesinde kritik rollerinin olduğu ve kanser tanısında/tedavisinde kullanılabilir olduğu bildirilmiştir. Özellikle, miRNA’lar gen ifadesini post-transkripsiyonel seviyede kontrol eden ve kanserin önemli ayırt edici özellikleri olan metastaz, invazyon, hücre çoğalması, farklılaşması, anjiyogenez gibi önemli süreçlerde kritik rolleri olduğu bilinen küçük RNA molekülleridir. Benzer şekilde, lncRNA’lar da kanserin moleküler mekanizmasının aydınlatılmasında önemli yeri olan RNA transkriptleri olarak tanımlanmışlardır. Dolayısıyla, bu kapsamlı derlemede miRNA, lncRNA, T-UCR gibi protein kodlama kapasitesi olmayan ancak işlevsel olan ncRNA’lar ile kanserin ayırt edici özellikleri güncel bir bakış açısı ile ele alınmıştır.
Cancer is a serious genetic disease caused by a series of disorders in the genome. Development of hightroughput sequencing approaches as well as the publication of large-scale projects have enabled the identification of several non-coding RNA molecules that are differentially expressed in various types of cancer. It has been reported that ncRNA transcripts such as long non-coding RNAs (lncRNAs) and microRNAs (miRNAs) have critical roles in the development and progression of cancer and can be used in the diagnosis/treatment of cancer. In particular, miRNAs are small RNA molecules which control gene expression at the post-transcriptional level and play critical roles in the important hallmark capabilities of cancers such as metastasis, invasion, cell proliferation, differentiation, and angiogenesis. Similarly, lncRNAs have also been identified as RNA transcripts that have important roles in the understanding of the molecular mechanism of cancer. Accordingly, in this comprehensive review, functional ncRNA molecules without protein coding capacity such as miRNAs, lncRNAs, and T-UCRs and the hallmarks of cancer were discussed together with a current perspective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Unilateral Sakroileiti Taklıt Eden Ewing's Sarkom
Aydın Karabacakoğlu, O. Cem Türeli, Serdar Karaköse, Önder Murat Özerbil, Bekir Börekçi, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Unilateral Sakroileiti Taklıt Eden Ewing's Sarkom
EwIngs Sarcoma MImIckIng An UnIlateral In-FectIous SacroIlIItIs
Unilateral sakroileiti taklit eden, akciğer ve be-yine metastaz yapan Ewing's sarkom olgusu su-nUM11.
Ewing's sarcorna nıimicking an unilateral in-1ectious sat and that cause to metastasize at the lung and brain is reported.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta