Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
İlter Kuş, Jale Öner, Ahmet Songur, Oğuz Aslan Özen, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Melatonin Hormonunun Tiroid Folliküler Hücreleri Üzerine Etkisi: Agnor Boyama Ve Elektron Mikroskobik Çalışma
Effects Of MelatonIn Hormone On The ThyroId FollIcular Cells In Rats: Agnor StaInIng And Electron MIcroscopIc Study
Bu çalışma, pinealektominin ve pinealektomi sonrası uygulanan melatoninin tiroid bezi üzerine etkisinin araştırılması amacıyla yapıldı. Bu amaçla 18 adet VVistar-Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Hayvanlar üç gruba ayrıldı. Grup I ve Grup II sırasıyla kontrol (Sham-pinealektomi) ve pinealektomili sıçanlar olarak düzenlendi. Grup IH’deki sıçanlara da pinealektomi sonrası günlük olarak ve bir ay süresince melatonin enjeksiyonu yapıldı. Deney süresi sonunda hayvanlar vasküler perfüzyonla öldürüldü. Daha sonra sıçanlardan alınan tiroid doku örneklerinden bir kısmı AgNOR tekniği ile boyandı ve ışık mikroskopta incelenerek tiroid hücre çekirdeklerindeki AgNOR sayıları belirlendi. Tiroid doku örneklerinin bir kısmında da elektron mikroskobik inceleme yapıldı. Çalışmamızda, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında artışla birlikte mitoz aktivasyon artışını gösteren bulgular gözlendi. Ayrıca hücre sitoplazmalarındaki lizozom ve salgı granüllerinde artış görüldü. Melatonin enjekte edilen grupta ise, hücre çekirdeklerindeki AgNOR taneciklerinin sayısında düşüş olduğu belirlendi. Bununla birlikte, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücrelerinde gözlenen ve hücre aktivasyon artışını gösteren ultrastruktürel değişikliklerin melatonin uygulaması ile kaybolduğu tespit edildi. Sonuç olarak, pinealektomi sonrası tiroid epitel hücre proliferasyonunda ve hücre aktivasyonunda artış meydana geldiği, melatonin enjeksiyonu ile de bu artışın gerilediği görüldü.
This study was undertaken to examine effects of pinealectomy and pinealectomy followed by melatonin adminis- tration on thyroid gland. For this purpose 18 male VVistar rats were used. Animals were divided into three groups. Group I and II were designated as sham-pinealectomized (control) and pinealectomized, respectively. The rats in Group III were pinealectomized and daily injected with melatonin for 1 month. At the end of the experiment, ali animals were killed by vascular perfusion. The thyroid glands of rats were removed, then some of the thyroid tissue specimens were stained with AgNOR techniçue and examined by light microscopy. AgNOR numbers in nuclei of thyroid follicular cells were counted. Some of the tissue specimens were examined by electron microscopy. İn our study, some findings proving the increase of mitoz activation along with the increase in the number of AgNOR granules in celi nuclei of thyroid epithel were observed after pinealectomy. Furthermore, lizozomes and secretory granules in the cytoplasm of thyroid follicular cells were increased. İn the melatonin injected group, the number of AgNOR granules in celi nuclei were decreased. Additionally, ultrastructural changes, which indicate the increase of celi activation and is visible in thyroid epithel cells after pinealectomy were disappeared follovving injection of melatonin. İn conclusion, it was observed that there has been an increase in thyroid epithel celi proliferation and in celi activation after pinealectomy and this increase has been reversed by melatonin injection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Kemal Arslan, Bülent Erenoğlu, Hande Köksal, Ersin Turan, Arif Atay, Osman Doğru
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Onarımında Desarda Yöntemi
Desarda Procedure In InguInal HernIa Surgery
Kasık fıtık cerrahisinde operasyonun başarısını nüksün
yanında hasta konforuda belirlemektedir. Yama kullanılarak
geliştirilen operasyonlar nüks gelişimini belirgin olarak azaltmakla
birlikte yamaya bağlı gelişen problemler hasta konforunu olumsuz
etkileyebilmektedir. Desarda’nın tarif ettiği yamasız teknik fizyolojiye
uygunluğu, düşük nüks oranları ve yüksek hasta konforuyla dikkati
çekmektedir. Burada Desarda tekniğini uyguladığımız hastalarımızın
sonuçları sunulmaktadır. Kliniğimize 2010-2012 tarihleri arasında
kasık fıtığı şikayeti ile başvuran hastalar çalışmaya dahil edildi.
Femoral ve nüks inguinal hernisi olanlar, 18 yaşının altındakiler, yara
iyileşmesini etkileyecek sistemik hastalığı olanlar çalışmaya dahil
edilmedi. Çalışmaya alınan hastalara Desarda prosedürü uygulandı.
Hastalar demografik özellikleri, fıtık tipleri, postoperatif komplikasyon
ve nüks açısından incelendi. Toplam 72 hastaya Desarda prosedürü
uygulandı. Hastaların 71’i erkek 1’i kadındı. Ortanca yaş 51 (18-85)
idi. Vakaların 62’si tek, 10 tanesi 2 taraflı idi. Tek taraflı vakaların
18 tanesi Modifiye Rutkow-Gilbert sınıflamasına göre Tip 2, 16
tanesi Tip 4, 14 tanesi Tip 3, 9 tanesi Tip 6, 5 tanesi Tip 1 herni idi.
Ortalama operasyon süresi tek taraflı vakalarda 34.7±11.5, iki taraflı
vakalarda 76.1±15.4 idi. Ortalama hastanede kalış süresi 1.02 gün
(1-2 gün), ortama takip süresi 22.0±4.2 ay idi. Bir hastada 6.ayda
erken nüks (%1.3), 1 hastada skrotal ödem (%1.3), 3 hastada kord
ödemi (%4.1), 1’i antikoagulan kullanan 2 hastada hematom(%2.7)
gelişti. Hastaların hiçbirinde erken dönemde nonsteroid aneljezikler
dışında ek narkotik analjeziklere ihtiyaç duyulmadı ve geç dönemde
nöralji görülmedi. Desarda prosedürü uygun vakalarda ucuz, kolay
ögrenilebilen ve uygulanabilen, dokuların fizyolojisine uygun, düşük
nüks ve yüksek hasta konforu ile fıtık cerrahisinde önemli bir yöntem
olarak göze çarpmaktadır.
Successful management of inguinal hernia depends on not
only prevention of recurrence but also patient comfort. Although
recurrence is lower in procedures using prosthetic meshes,
complications related to these meshes negatively affect patient
comfort. The procedure described by Desarda, draws attention due
to lower recurrence, conformance to physiology and higher patient
comfort. In this study we present results of patients treated using
desarda procedure. Seventy two patients admitted to our clinic with
inguinal hernia between 2010 and 2012 and treated using Desarda
procedure were included in this study. Patients with recurrent
inguinal hernias, femoral hernias, patients below 18 years of age and
patients with systemic disease excluded. Demographic properties,
types of hernias, postoperative complications and recurrence of the
patients were recorded. Of the patients, 71 were male and 1 was
female. Median age was 51 (range 18-85). Median operating time was
34.7±11.5 for single sided cases and 76.1±15.4 minutes for bilateral
cases. Mean hospitalization was 1.02 days (range 1-2), mean
follow up was 22.0±4.2 months. Early recurrence was observed in 1
(1.3%) patient at 6th month. One (1.3%) patient had scrotal edema,
3 (4.1%) patients had edema of spermatic cord, 2 (2.7%) patients,
one of these using anticoagulant, developed hematomas. None of
the patients required analgesics beside routinely used non-steroid
analgesics and no neuralgia was observed. Desarda procedure is
a remarkable technique for treatment of inguinal hernias of suitable
patients, which is non-expensive, easy to learn and more physiologic
technique providing lower recurrence and higher patient comfort.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplet Atriyoventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Sevim Karaaslan, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Komplet Atriyoventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Outcomes In Complete AtrIoventrIcular Septal Defects
Komplet atriyoventriküler septal defektlerin (KAVSD) tamirinden sonra, cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde, 2001 - 2009 yılları arasında, 29 hasta KAVSD tanısıyla operasyona alındı. Kardiyak tamirde çift yama tekniği kullanıldı. Sol atrioventriküler (AV) kapaktaki klefti kapatmak için tüm girişimler mümkün olduğu kadar tam yürütüldü. Tamirden sonra erken mortalite 3 hastada (%10.3) gelişti. Yirmi hasta ortalama 3.5 yıl süreyle takip edildi. Sol AV kapak yetmezliği, rezidü atriyal septal defekt (ASD) ve ventriküler septal defekt (VSD) için tekrar cerrahi gereksinim olmadı. KAVSD için tamir, erken bebeklik döneminde yapılabilir. İki yama tekniği düşük mortalite oranına ve iyi-orta dönem sonuçlara sahip, güvenilir bir cerrahi yöntemdir.
Our surgical results have been reported after repair of complete atrioventricular septal defects (CAVSD). Between 2001 and 2009, 29 patients with CAVSD underwent operation at our institution. Double patch repair of CAVSD were performed in all patients. All attempts to close the cleft of the left atrioventricular valve (LAVV) were conducted as completely as possible. Early mortality occurred in three cases (% 10.3) after repair. Twenty patients could be followed-up for a mean of 3.5 years. Reoperation wasn’t needed for LAVV insufficiency, residual atrial septal defect or ventricular septal defect. Repair for CAVSD can be performed in early infancy. The double - patch repair in a safe surgical method that can achieve low mortality and good midterm outcomes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
İlhami Demirel, Mustafa Çetin
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
Use Of RadIofrequency ElectromagnetIc FIeld To DetermIne Total Ion ConcentratIon Of Blood Serum
Kan serumundaki elektrolitlerle pek çok araştırma yapılmış olmasına rağmen, toplam iyon konsantrasyonu ile çalışmaya literatürde rastlayamadık. Radyofrekans elektromagnetik alan kullanılarak kan serumunda toplam iyon konsantrasyonu tayini yapılabileceğini göstermek amacı ile, yaşları 17 ile 40 arasında değişen, sağlıklı 40 kişiden aldığımız 5 cc'lik kan örneklerinden elde ettiğimiz serumlardan toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 290 m mol/L olarak bulduk. Söz konusu 40 kişinin 35 inden aynı anda aldığımız idrarlarından toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 730 m mol/L,idrar toplam iyon konsantrasyonu /kan serumu toplam iyon konsantrasyonu oranlarının ortalamasını ise 2,537 olarak tespit ettik.
Although many studies have been conducted on electrolytes in blood serum, we could not find a study with total ion concentration in the literature. In order to show that the total ion concentration in blood serum can be determined using radiofrequency electromagnetic field, we found the average of the total ion concentrations as 290 m mol / L from the 5 cc blood samples we obtained from 40 healthy people aged between 17 and 40 years. We determined the average of the total ion concentrations of 730 m mol / L and the average of the urine total ion concentration / blood serum total ion concentration ratio to be 2,537 from the urine of 35 of these 40 people simultaneously.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
Yeliz Uçar Tavlı, Hacı Hasan Esen, İnci Mevlütoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Mikozis Fungoidesli Olgularda Tedavi Öncesi Ve
sonrası Biyopsilerde İmmunhistokimyasal Cd4, Cd8 Ve
matriks Metalloproteinaz-9 (mmp-9) Ekspresyonunun
değerlendirilmesi
ImmunohIstochemIcal EvaluatIon Of Cd4, Cd8 And MatrIx
metalloproteInase-9 (mmp-9) ExpressIons In BIopsIes Before And
after Treatment Of MycosIs FungoIdes PatIents
CD4/CD8 T lenfosit oranının mikozis fungoides (MF) hastalarında
yükseldiği birçok çalışmada belirtilmektedir. Dokudaki matriks
metalloproteinaz (MMP) düzeyindeki yükseklik ve tümör yayılımı
arasında paralel bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada,
tedavi öncesi ve sonrasında MF hastalarının CD4, CD8 ve tümöral
invazyonun göstergesi olan MMP-9 düzeylerindeki değişiklikleri
değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı’nda
biyopsileri örnekleri alınarak plak evresinde patolojik MF tanısı
konulan 32 hasta ile nonspesifik kronik dermatoz olarak tanı alan 10
kontrol hastası dahil edildi. MF tanılı hastaların tümüne 3 ay süreyle
fototerapi uygulandı ve 3 ay sonunda kontrol biyopsileri alındı.
Yirmi hastada MF lehine bulgu saptanmazken 12 hastada patolojik
olarak MF ile uyumlu bulgular saptandı. Histopatolojik inceleme için
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı’nda
yeterli sayıda kesitler alınarak kontrol grupları yanı sıra tedavi
öncesi ve tedavi sonrası MF’li hasta gruplarına CD4, CD8 ve MMP9
immunohistokimyasal boyamalar uygulandı. Çalışmada tedaviden
fayda görmeyenlerde epitel altı CD4/CD8 değerleri ile epitel içi MMP9’un
anlamlı yüksek olduğu gözlendi. Tedaviden fayda görenlerde
epitel içi ve altı CD4/CD8 değerleri ile epitel altı MMP-9 değeri tedavi
sonrasında anlamlı düşük tespit edildi. MF hastalarında kontrol
grubuna göre CD4/CD8 ve MMP-9 düzeyleri anlamlı yüksek bulundu
ve tedaviden fayda gören olgularda bu oranlarda düşme gözlendi.
Tüm bulgular ışığında çalışmanın literatür bilgileriyle paralellik
gösteren sonuçlar içerdiği gözlendi.
Several studies reported increased CD4/CD8 ratio in patients
with mycosis fungoides (MF). A parallel relationship was indicated
between tumor progression and elevated matrix metalloproteinase
(MMP) levels. The aim of this study was to evaluate levels of CD4,
CD8 and MMP-9, which is an indicator of tumoral invasion, in before
and after treatment of MF patients. A total of 10 control patients
and 32 patients with plaque stage MF pathologically diagnosed as
nonspecific chronic dermatosis were included. Biopsies were taken at
the Department of Dermatology, Meram Faculty of Medicine, Selçuk
University. Phototherapy was performed for 3 months on all patients
diagnosed with MF and control biopsies were taken at the end of 3
months. In 20 patients, there were no findings in favor of MF was
diagnosed. MF pathological findings were observed in the other 12
patients. For histopathological examination, sections were taken
from a sufficient number of control groups and as well as groups
of MF patients before and after treatment. CD4, CD8 and MMP-9
immunohistochemical staining was performed at the Department of
Pathology, Meram Faculty of Medicine. Intraepithelial MMP-9 and
subepithelial CD4/CD8 values were found to be significantly higher in
MFA patients having no benefit from the treatment. It was determined
that subepithelial MMP-9, intraepithelial and subepithelial CD4/CD8
values were significantly lower after treatment in the MF patients who
had benefit for the treatment. Comparing with the controls, CD4/CD8
and MMP 9 levels were significantly higher in MF patients, and these
levels were observed to be decreased in patients who respond well
to treatment. Findings of this study were concordant with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
Hasan Esen, Metin Çapar, Gülşah Şafak
Olgu sunumu
Özeti
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
FlorId ReactIve LymphoId HyperplasIa (lymphoma-LIke LesIon) Of UterIne CervIx
Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazisi (lenfoma benzeri lezyon), başlıca kadınların üreme dönemlerinde görülen reaktif bir olaydır. Histolojik olarak bu lezyonlar lenfomaya benzer. Bu lezyonların etyolojileri multifaktöriyeldir fakat çoğu olguda neden tespit edilememiştir. 49 yaşında bayan hasta adet düzensizliği ve pelvik ağrı şikayetleri nedeni ile başka bir merkeze başvurmuş. Serviks biopsisi yapılmış ve biyopsi sonucu, serviks karsinomu ile uyumlu olarak rapor edilmiş. Hastanemize başvuran hastaya bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. BT’ de serviks hipodens ve volümü artmış görünümde idi. Probe küretaj, endoservikal küretaj ve vajinal smearinde spesifik bir özellik görülmedi. Mevcut bulgular ve şikayetleri sonrası hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi yapıldı. Makroskopik olarak serviks büyümüş ve düzensiz görünümdeydi. Subserozal yerleşimli bir adet 1,8 cm çapında myom tespit edildi. Histopatolojik incelemede serviks epitelinde erezyon ve epitel altında yoğun lenfoid hücre infiltrasyonu görüldü. Görünüm lenfomaya benzemekteydi fakat İmmunhistokimyasal CD3 ve CD20 boyamalarda lenfoid hücrelerde heterojen boyanma görüldü. Bu bulgular sonucunda olgu lenfoma benzeri lezyon olarak rapor edildi. Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazileri reaktif lezyonlardır. Yanlış tanıdan kaçınmak için; dikkatli klinik, histolojik ve immunfenotipik korelasyon gereklidir. İmmunhistokimyasal reseptör çalışmaları bu olgularda en güvenilir tanı yönetimidir.
Florid reactive lymphoid hyperplasia of uterine cervix is a reactive inflammatory process that mainly occurs in women during their reproductive years. These lesions are histologically similar to lymphoma. Etiology of these lesions are multifactorial but in many cases the cause has not been identified. A 49-year-old female patient admitted to another center with menstrual irregularity and pelvic pain complaints. A cervical biopsy was performed in that examination and the biopsy findings were compatible with cervix carcinoma. The patient referred to our hospital and computerized tomography(CT) was performed. At CT imaging cervix was hypodense and there was an enlargement in cervical volume. There were no specific findings in patient’s endometrial curettage, endocervical curettage and vaginal smear preparations. After the current findings and complaints of the patient, total abdominal hysterectomy and bilaterally Salpingo-oophorectomy were performed. Cervix was enlarged and it was in irregular appearance in the macroscopic examination. A subserosal located myoma in 1,8 cm diameter was detected. In the histopathological examination, erosion of cervical epithelium and dense lymphoid cell infiltration was observed under the epithelium. The appearance was similar to lymphoma, but immunohistochemical staining of CD3 and CD20 staining was heterogeneous in lymphoid cells. As a result of these findings, the case was reported as lymphoma-like lesion. Florid reactive lymphoid hyperplasia of cervix uteri are reactive lesions. Careful clinical, histologic and immunphenotypic correlations are required to avoid misdiagnosis. Immunohistochemical receptor studies are the most reliable diagnosis and management method of these cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
Zeydin Acar, Abdulkadir Kırış, Mustafa Tarık Ağaç, Hakan Erkan
Olgu sunumu
Özeti
Genişlemiş Koroner Atardamarda Renal Kafes Kullanılarak Yapılan Birincil Deri Yoluyla Koroner Girişim
PrImary Percutaneous Coronary InterventIon UsIng A Renal Stent In A Large EctatIc Coronary Artery
Koroner atardamar genişlemesi (KAG), koroner atardamarların
yerel veya yaygın çap artışıdır. Darlığın eşlik ettiği vakalarda, deri
yoluyla koroner girişimi (DYKG) hakkındaki veriler sınırlıdır. Bu
lezyonlarda, karotis, biliyer ve venöz yama damarı için tasarlanmış
farklı kafes sistemleri kullanılmıştır. Kafes yerleştirilmesi sonrası
ek genişletme gerektiğinde çevresel balon kateter kullanılmaktadır.
Bu vakada, renal kafes kullanılarak yapılan birincil DYKG ile tedavi
edilen, genişlemiş sağ koroner atardamarı olan ivegen alt duvar
yürek kası infartüslü bir hastayı bildirdik.
Coronary ectasia is localized or diffuse dilation of coronary arteries. There are limited data about the percutaneous coronary intervention (PCI) of ectatic coronary arteries with stenosis. Different stent systems such as carotid, bilier and venous graft have been used in these lesions. Post-dilation has been performed by peripheric balloon catheter, if necessary. In this case, we reported a patient with acute inferior myocardial infarction and ectatic right coronary artery who was treated with primary PCI using a renal stent.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Emre Korkut, Alparslan Esen, Fatma Demiray, Yağmur Şener
Derleme
Özeti
Pediatrik Onkoloji Hastalarında Dental Yaklaşım
Dental Approach In The PedIatrIc Oncology PatIent
Çocukluk çağı kanserlerinin oranı son iki yıldır nispeten sabit
kalmış olmasına rağmen, erken tanı ve tedavi yöntemlerindeki
gelişmeler sayesinde ölüm oranlarında ciddi düşüşler olmuştur.
Günümüzde yaşanan tüm bu gelişmelere rağmen halen, kanser tanısı
alan çocukların %75’inden fazlası beş yıldan fazla yaşayamamaktadır.
Ağız ve diş sağlığı problemleri; kanser tedavisi öncesinde, sırasında
ve sonrasında çocuğun sağlığını ve yaşam kalitesini bozabilir. Bu
nedenle pediatrik diş hekimleri, bu hastaların ağız hijyeni ve diş
tedavi gereksinimlerinin sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.
Although it remains relatively stable childhood cancer rates
in the last two years, thanks to advances in early diagnosis and
treatment there has been a serious decline in the mortality rate.
Despite all these developments, it still experienced today that
children diagnosed with cancer 75% more than they can not survive
more than five years. Before cancer treatment, oral and dental health
problems may impair during and after the child’s health and quality of
life. Therefore, pediatric dentists, the provision of oral hygiene and
dental treatment needs of these patients have a very important place.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptojenik Organize Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Turgut Teke, Resul Altuntaş, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Pınar Doğan
Olgu sunumu
Özeti
Kriptojenik Organize Pnömoni
CryptogenIc OrganIzIng PneumonIa
Organize pnömoni (OP) histopatolojik olarak respiratuar bronşiol
ve alveollerde fibroblast kümeleri ve immatür kollojenlerin birikimi
ile karakterizedir. Genellikle öksürük ve dispne gibi nonspesifik
semptomları vardır. Radyolojik olarak OP sıklıkla bilateral yer
değiştirebilen yamalı infiltrasyonlar şeklinde görülür. Kriptojenik
organize pnömoni (KOP) nonspesifik semptomları olan ve OP’nin
herhangi bir sebebe bağlanamadığı alt grubu olarak tariflenebilir.
Kırk dokuz yaşında kadın hasta, 2 yıldır efor dispnesi ve 20 gündür
kuru öksürük şikayeti ile başvurdu. Pnömoni tanısıyla uygulanan
antibiyoterapiler ile hastanın şikayetlerinde ve akciğer grafilerinde
düzelme olmadı. Hastanın fizik muayenesi, rutin laboratuvar
incelemeleri ve bronkoskopisi normaldi. Akciğer grafisinde sol üst
zonda 4 adet yaklaşık 1 cm boyutlarında nodüler dansite artışı
mevcuttu. Toraks BT’sinde her iki akciğer üst lobda ve sol alt lob
superiorda düzensiz konturlu en büyüğü 35X7 mm ebadında multiple
nodüller izlendi. Bronko alveolar lavajda ARB negatifti. Kollojen doku
belirleyicileri normaldi. Hasta klinik ve radyolojik olarak KOP olarak
değerlendirildi. Sistemik kortikosteroid tedavisi başlandı. Tedavinin
altıncı ayında tam klinik düzelme gözlendi ve çekilen kontrol toraks
BT’de nodüler lezyonların kaybolduğu gözlendi. Antibiyoterapiye
cevap alınamayan, radyolojik olarak yer değiştiren ve geçici
infiltrasyonları olan hastalarda ayırıcı tanıda KOP akılda tutulmalıdır.
Organizing pneumonia (OP) is characterized histopathology cally
by tufts of fibroblasts and immature collagen filling of respiratory
bronchioles and alveoli. Symptoms are usually nonspecific and
include cough and dyspnea. Radiograph cally, OP frequently
manifests as patchy bilateral infiltrates that can be relapsing and
migratory. Cryptogenic organizing pneumonia (COP) may be defined
as having non-specific symptoms which can ultimately be described
as a subset of the OP that cannot be attributed to any reason.
Forty-nine-year-old female patient admitted with the complaints of
2 year exertional dyspnea and 20 day dry cough. The patient was
diagnosed of pneumonia and prescribed with antibiotics; however,
no improvement was observed in her complaints and lung graphics.
The physical examination of the patient, routine laboratory analyses,
collagen tissue markers and bronchoscopy were normal. In chest
X-Ray, there were 4 nodular density approximately 1 cm in size, in
the upper zone. In thorax CT, there were irregular contours multiple
nodules, and the biggest one was approximately 35x7 mm in the
upper lobes and in the superior of the left lower lobe of lungs. Acid
fast bacteria was negative at bronchoalveolar lavage. The patient
was diagnosed COP as clinically and radiologically. Then, systemic
cortico steroid therapy was started. A complete clinical recovery was
observed in the sixth month of the treatment and at the control thorax
CT displayed that nodular lesions were disappeared completely. In
the cases that were not respond to antibiotic therapy and patients
having radiologically mobile and temporary infiltrations may be taken
into consideration in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tekin, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Memenin İnfiltratif Duktal Karsinomlarında P53, Östrojen Reseptör Proteini, Pcna Ve Ki-67 Ekspresyonu İle Agnor İndeksi Özelliklerinin Araştırılması
The InvestIgatIon Of P53, Oestrogen Receptor ProteIn, Pcna, KI-67 ExpressIon And Agnor Index In InfIltratIng Ductal CarcInoma Of Breast
Memenin infiltratif duktal karsinomu olgularında proliferasyon belirleyicileri olan PCNA, Ki-67 ve AgNOR indeksi ile östrojen reseptör proteini ve P53 ekspresyonu arasındaki ilişkileri araştırmak istedik. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi kliniğinde öpere edilmiş 25 infitratif duktal karsinom olgusu çalışmaya alındı. Tümöral yapıyı bulunduran kesitler PCNA, Ki-67, östrojen reseptör proteini, P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Bin tümör hücresi içerisinde pozitif ekspresyon gösteren hücre sayıları toplanıp 1000'e bölünerek her bir boyama için indeksler hesaplandı. Ayrıca 100 tümör hücresinde gümüş impregnasyon yöntemi ile bE- lirlenen NOR cisimleri sayılıp 100'e bölünerek AgNOR indeksi saptandı. Tüm indeksler birbirleri ile istatistiksel olA- rak karşılaştırıldı. Östrojen reseptör proteini pozitifliği ile P53 ekspresyonu arasında negatif bir ilişki gözlendi. Östrojen reseptör proteini pozitifliği gösteren hücre sayıları artarken, PCNA, Ki-67 ve AgNOR idekslerinin is tatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük değerlerde seyrettiği görüldü. Sonuç olarak memenin infiltratif duktal kar- sinomlarında tüm bu belirleyicilerin istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler içerisinde olduğunu, dolayısıyla, tanı sonrası prognozun belirlenilmesinde de yol gösterici olabileceğini gösterdik.
İn this study, we investigated the relationships betvveen tumour proliferating determinants (PCNA, Ki-67, and index of AgNOR) in infiltrating ductal carcinoma of breast both oestrogen receptor protein and P53. Twenty-five cases vvhose were operated and diagnosed as infiltrating ductal carcinoma were included in the study. The tu mour containing slides were stained immunohistochemically with PCNA, Ki-67, estrogen receptor protein and P53. One thousand cells were counted and the indexes for each staining were established as the number of po- sitive cells was divided to 1000. Additionally, the NOR corpuscles which were established by silver impregnation technique in 100 tumour cells were counted and the AgNOR index was determined by dividing this count to 100. AH indexes were compared to each other by statistical means. VVe found that oestrogen receptor positiviness was negatively linked to the expression of P53 and the indexes of PCNA, Ki-67, and AgNOR. İn conclusion, we de- monstrated that ali of above mentioned indexes had close relationships to each other, so they may have prog- nostic values.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
Ahmet Yılmaz, Önder Akkaş, Meral Bayar, Hakan Uslu, Kemalettin Özden
Araştırma makalesi
Özeti
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
The InvestIgatIon Of CryptosporIdIum Spp. In PatIents WIth DIarrhea
by MIcroscopIc And ElIsa Methods
Cryptosporodium spp. gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde
ishale neden olan parazitler arasında hala önemli bir yere sahiptir.
İmmün sistemi baskılamış bireylerde ölümcül ishallere neden
olabilen, zorunlu olarak hücre içi yerleşim gösteren bir protozoondur.
Bu çalışmada hastanemizde kronik ve akut ishal ön tanısı almış
hastalarda etken olarak Cryptosporidium spp.’nin araştırılması,
etkenin tanısında Modifiye Asit Fast boyama ve ELISA (Enzim Linked
Immunassay Absorbant) yöntemini birlikte uygulayarak iki yöntemin
sonuçlarını karşılaştırmak amaçlanmıştır. Kasım 2013-Mayıs 2014
tarihleri arasında Erzurum Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi kliniklerinden Mikrobiyoloji laboratuarına gönderilen
86 ishalli dışkı örneği araştırma kapsamına alınmıştır. Çalışma
grubundaki dışkı örneklerine aynı gün Modifiye Asit Fast boyama
yöntemi uygulanarak mikroskopta 100X objektifde incelendi.
Toplanan dışkı örneklerinin bir kısmı ise hiçbir koruyucu madde ilave
edilmeden ependorflara alınarak -20 °C’de saklandı. Saklanmış bu
örnekler daha sonra Cryptosporidium antijenlerini aramaya yönelik
hazırlanmış ELISA yöntemiyle çalışıldı. Kit üretici firmanın önerdiği
şekilde uygulandı. Değerlendirme 450 nm dalga boyunda ELISA
okuyucusunda yapıldı. Yaşları 0-83 arasında değişen 43 kız, 43
erkek bireylerden oluşan 86 kişiye ait gaita örneklerinde toplam 6
örnekte Modifiye Asit-Fast boyama ile pozitif sonuç saptanırken,
ELISA yöntemiyle 8 örnekte pozitiflik saptanmıştır. ELISA yöntemiyle
pozitiflik saptanan olguların 4’ü (%50) erkek, 4’ü (%50) kız idi.
Modifiye Asit Fast boyama yönteminde ise pozitiflik saptanan olgular
2’si erkek (%33.3), 4’ü kız idi (%66.7). Sonuç olarak, dışkıda özgül
antijen arayan ELISA’nın maliyeti, boyama yöntemine göre yüksek
olmasına rağmen, uygulamada sağladığı avantaj, çok sayıda örneğe
birlikte uygulama kolaylığı sağlaması ve hızlı sonuç vermesi gibi
nedenlerle ELISA yönteminin Cryptosporidium tanısında tercih
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Cryptosporidium spp. has still an important place among
parasites which are the main reason of diarrhea both developing and
developed countries. It is an obligate intracellular protozoan that may
lead fatal diarrhea in immune-suppressed persons. In this study, our
aim was to investigate the presence of Cryptosporidium oocysts as
an agent in pre-diagnosed patients with chronic and acute diarrhea
by using both Modified Acid Fast Staining and ELISA methods. For
our study, 86 diarrheal stool samples were collected which were sent
from Ataturk University Medical Faculty Research and Application
Hospital Clinics to Microbiology Laboratory between December 2013
and May 2014. At the same day, Modified Acid Fast Staining method
was performed to stool samples and examined under the microscope
(with 100X magnification). A small pieces of feces were placed in
eppendorf tubes without adding any preservatives and stored at
-200
C. After a while, ELISA method was performed to these stored
samples for detecting Cryptosporidium antigens. Kit was performed
as recommended by the manufacturer and the results was evaluated
with ELISA reader at 450 nm. A total 6 of samples by Modified Acid
Fast Staining and 8 samples by ELISA were detected as positive in
stool samples of 86 patient (43 female and 43 male) having age range
of 0-83 years. Four (50%) positive samples, which were detected by
ELISA, were belong to either female or male patients. For Modified
Acid Fast Staining, 2 (33.3%) of positive samples were belong to
male patients, 4 (66.7%) of positive samples were belong to female
patients. As a consequent; although ELISA method is costly than
staining method, we suggest that ELISA method should be preferred
for Cryptosporidium diagnosis because of the advantages including
quick results and ease of application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Erdal Ege, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Ahmet Nihat Baysal, Tamer Baysal, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Fallot Tetralojisindeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results Of Tetralogy Of Fallot
Bu çalışmanın amacı, Fallot tetralojisinde (FT) tam düzeltme sonrası, cerrahi sonuçlarımızın değerlendirilmesidir. Kliniğimizde 2001–2009 yılları arasında 35 hasta, FT tanısıyla operasyona alındı. 5(%14.2) hastada Down sendromu, 3(%8.5) hastada patent duktus arteriozus, 2(%5.7) hastada pulmoner atrezi, 1 (% 2.8)hastada hipotroidi ve 1(%2.8) hastada koroner arter anomalisi mevcuttu. Ayrıca 5 hastaya daha önceden kliniğimizde modifiye Blalock-Tausing şant işlemi yapılmıştı. Komplet tamir yapılan hastaların geç dönemlerinde pulmoner kapakta yetmezlik oluşturmamak için transanuler girişim sınırlı yapılmakla beraber, 12(%34.2) hastada transanüler yama ile tamir uygulamak zorunda kalındı. Tamirden sonra erken mortalite 3(%8.5) hastada gelişti. 23 hasta ortalama 6.7 yıl süreyle takip edildi. Bir hasta, pulmoner gradient nedeniyle 15. ayda reoperasyona alındı, ancak multiorgan yetmezliğinden kaybedildi. Komplet atrioventriküler blok ve geç devre disritmi görülmedi. Transanüler yama yerleştirilen 12 hastada gelişen 2˚ pulmoner yetmezlikler izlemde kaldı. VSD ve infundibuler stenozun transatriyal yolla, gerekirse transpulmoner yolla düzeltilebileceği ve uzun dönemde de pulmoner yetmezlik ve sağ ventrikül disfonksiyonunun engellenebileceği düşüncesindeyiz.
The aim of this study is to evulate our surgical results of Tetralogy of Fallot. Between 2001–2009, 35 patients with Tetralogy of Fallot underwent to total correction at our department. Five of them had Down syndrome (%14.2), 3 had patent ductus arteriousus (%8.5), 2 had pulmonary atresia (%5.7), 1 had hypothyroidism (%2.8) and 1 had coronary artery anomaly (%2.8). Five patients had Blalock-Tausing shunt in their medical history. Transannular approach was avoided because of causing pulmonary valve insufficiency in late period, but it was obliged to apply in 12 patients. Early mortality occured in 3 cases (%8.5) after repair. Twenty three patients were followed for mean 6.7 years. One patient with pulmonary gradient underwent reoperation at postoperative 15th month and died due to multiple organ failure. There were no complet atrioventricular block and disrhythm in long term. Second degree pulmonary insufficiency that was developed in 12 patients who underwent transannular patch closure was followed up to day. We think that ventricular septal defect and infundibular stenosis could be corrected via transatrial approach, if necessary via transpulmonar approach and in long term, pulmonary insufficiency and right ventricular disfunction could be prevented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
Safiye Özkan
Derleme
Özeti
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ında (koah) Palyatif Ve Yaşam Sonu Bakımı
PallIatIve And The End-LIfe Care In The ChronIc ObstructIve Lung DIsease
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tüm dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Hastaların çoğu için KOAH’ın en son tedavisi semptomları rahatlatmak ya da yatıştırmaktır; semptomlar büyük ölçüde yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Ağır KOAH’la ilgili yüksek morbidite ve mortaliteye rağmen hastaların çoğu için palyatif bakım yetersiz kalır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, palyatif ve yaşam sonu bakımı ile ilgili hasta-sağlık ekibi iletişimi yetersizdir. İkincisi ise, KOAH’lı hastalar için prognozun tahmininde belirsiz kalınması yaşam sonu bakımı ile ilgili etkileşimi daha da zorlaştırır. Sonuç olarak, hastalar ve aileleri sıklıkla şiddetli KOAH’ın ilerleyici ve terminal bir hastalık olduğunu anlayamazlar. Bu makalenin amacı KOAH’lı hastalar için palyatif ve yaşam sonu bakımı hakkında bilgi vermektir. Son çalışmalar yaşam sonu bakımı ile ilgili iletişimi geliştirmenin palyatif veyaşam sonu bakımının kalitesini artırarak hastanın düzelmesine etkisinin önemi üzerinde durur. Bakımın kalitesini etkileyebilen iki alan göze çarpar: 1) KOAH’lı hastalar için yaygın sorun olan anksiyete ve depresyonun rolü, 2) ileri bakım planlarının önemidir. İletişimin gelişmesi palyatif ve yaşam sonu bakımının gelişmesi için önemli bir fırsattır.
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD) is a leading cause of morbidity and mortality worldwide. For many patients, maximal therapy for COPD produces only modest or incomplete relief of disabling symptoms and these symptoms result in a significantly reduced quality of life. Despite the high morbidity and mortality associated with severe COPD, many patients receive inadequate palliative care. There are several reasons for this. First, patient– physician communication about palliative and end-of-life care is infrequent and often of poor quality. Secondly, the uncertainty in predicting prognosis for patients with COPD makes communication about end-of life care more difficult. Consequently, patients and their families frequently do not understand that severe COPD is often a progressive and terminal illness. The purpose of the present review is to give knowledge regarding palliative and end-of-life care for patients with COPD. Recent studies provide insight and guidance into ways to improve communication about end-of-life care and thereby improve the quality of palliative and end-of-life care the patients receive. Two areas that may influence the quality of care are also highlighted: 1) the role of anxiety and depression, common problems for patients with COPD; and 2) the importance of advance care planning. Improving communication represents an important opportunity for the improvement of the quality of palliative and endof-life care received by these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kaposi Sarkomunun Klinik Ve Patolojik Özellikleri: Tek Merkez Çalışması
Zeynep Bayramoğlu, Yaşar Ünlü
Araştırma makalesi
Özeti
Kaposi Sarkomunun Klinik Ve Patolojik Özellikleri: Tek Merkez Çalışması
Clınıcal And Pathologıcal Characterıstıcs Of The Patıents Wıth Kaposı Sarcoma: A Sıngle Center Study
AMAÇ: Kaposi sarkomu (KS) HHV-8 ile ilişkili vasküler bir proliferasyondur. KS için Türkiye’de epidemiyolojik veriler hakkında çok fazla çalışma yoktur. Biz bu çalışmada 78 KS olgusunun klinik, patolojik ve immünohistokimyasal özelliklerinin literatür bilgileri eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Klinik ve histopatolojik olarak KS tanısı alan 78 hastanın lezyonun klinik ve histopatolojik özelliklerini retrospektif olarak inceledik.
BULGULAR: Olgularımızın yaş aralığı 46-93 yıl arasında olup ortalama yaş 74,06’idi. Olgularımızın 59’u erkek 19’u kadın saptanmıştır. Lezyonlar daha çok alt ekstremitede yerleşim göstermekteydi. Hastalarımızın 54’ünde KS erken dönemini yansıtan yama ve plak evresinde iken, 24 hastamız nodüler evrede olduğu saptandı. Hastalarımızdan 23 tanesinden punch biyopsi, 55 tanesinden eksizyonel biyopsi yapılmıştır. Eksizyonel biyopsi yapılan hastalarımızın en küçük tümör çapı 0,35 en büyük tümör çapı 2,8 cm olup ortalama tümör çapı 0.98’dir.
TARTIŞMA: Bizim çalışmamızda Konya’da görülen KS’larının geç yaş başlangıçlı olduğu ve erkeklerde daha sık görüldüğü izlenmiştir. Retrospektif olarak değerlendirdiğimiz olguların demografik bilgileri ve histopatolojik tipler açısından literatürde sunulan çalışmalarla benzerlikler gösterdiği görülmektedir.
AIM: Kaposi sarcoma (KS) is a vascular proliferative disease associated with human herpesvirus-8 (HHV-8). The studies about the epidemiology of KS in Turkey are limited. We aimed to evaluate the clinical, pathological, and immunohistochemical features a total of 78 KS patients, presenting them along with the available information in the literature.
MATERIALS AND METHODS: We retrospectively evaluated the clinical and histopathological characteristics of a total of 78 patients with KS.
RESULTS: The age of the patients ranged from 46 to 93 years and the mean age was 74.06 years. Of the patients, 59 were males and 19 were females. The lesions were most commonly found on the lower extremities. In the study patients, KS was found both at earlier stages with patches or plaques in 54 of the patients and at the nodular stage in 24 patients. A punch biopsy or an excisional biopsy was performed in 23 and 55 patients, respectively. In the excisional biopsies, the smallest tumor diameter was 0.35 cm and the largest one was 2.8 cm with a mean diameter of 0.98 cm.
DISCUSSION: This retrospective study demonstrated that; in Konya, KS developed in older people and it was most commonly seen in males. It was observed that the demographic features and histopathological types of KS in the study patients were similar to the reports in the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Atopik Dermatitinde Total Ige, Eosinofil, Prick Ve Yama Test Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Elif Şentürk, İnci Mevlitoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Atopik Dermatitinde Total Ige, Eosinofil, Prick Ve Yama Test Sonuçlarının Değerlendirilmesi
The InvestIgaIton Of The Total Ige, EosInophIl, PrIck And Patch Test Of The ChIldren WIth AtopIk DermatItIs.
Atopik Dermatit tanısı alan 50 hasta ile 25 sağlıklı çocuktan oluşan kontrol grubuna prick test (PT) ve yama testi (YT) uygulandı. Total IgE ve eozinofil düzeyleri ölçüldü. Total IgE, eozinofil düzeyleri ve prick-yama testi ilişkisi araştırıldı. Atopik dermatitlilerin 27’sinde (%54) PT pozitif, 22’sinde (% 44) YT pozitif, 28’inde (%56) yüksek tootal IgE, 9’unda (% 18) eozinofili saptanmıştır. PT pozitif olan hastaların % 70,4’ünde total IgE düzeyi yüksekti, % 29,6’sında eozinofili mevcuttu. YT pozitif olan hastaların % 50’sinde yüksek total IgE, % 13,6’sında eosinofili vardı. Çalışma ve kontrol grubu ile pozitif YT karşılaştırılmasında anlamlı fark vardı (P=0.032). Kontrol grubunun % 36’sında PT, % 16’sında YT pozitifliği, % 4’ünde total IgE yüksekliği saptandı. Eozinofili görülmedi. Çalışma ve kontrol grubunun total IgE ve eozinofil düzeyleri karşılaştırıldı. Total IgE (P=0.025) düzeyi çalışma grubunda kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulundu.
Fifty patients with atopic dermatitis and 25 healthy controls were enrolled in this study. Prick and patch tests were applied. Serum IgE and eosinophilia levels were measured, Relationship between IgE, eosinophilia and prick-patch test was investigated. Prick and patch tests were positivite in 27 (54%) and 22 (44%) respectively. Serum total IgE levels were elevated in 28 patients (56%) and eosinophilia was found in 9 patients (18%). Total IgE levels were elevated in 70.4 % and eosinophilia was found in 29 % of prick positivite patients. 50 % of patch positivite patients had elevated serum total IgE levels. Eosinophilia was found in 13.6 % of them. There was a statistically significant difference in the results of patch test between study and control groups (P=0.032). Prick, patch test and elevated serum total IgE levels were found in 36 %, 16 %, 4% in the control group, respectively. Eosinophilia was not seen. When total IgE and eosinophilia levels in the study and control group were compared, statistically significant relation was found (P=0.000) (P=0.025).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Şamil Ecirli, Ali Borazan, Sefa Yavuz, Ahmet Temizhan, Selda Çam
Derleme
Özeti
Erişkin Stili Hastalığı Belirlediğimiz 2 Vakanın Takdimi Ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Report Of Two Cases Of Adult Onset StIlI DIsease And RevIevv Of The LIteratüre
Erişkin Stili Hastalığı, etiyoiojisi bilinmeyen sistemik bir hastalıktır. Klinik ve laboratuar özellikleri patognomonik değildir. Teşhisi zor olup, enfeksiyon hastalıkları, hematolojik ve otoimmün hastalıklar ekarte edildikten sonra Yamaguchi kriterlerine göre tanı konulur. Tedavisi çok iyi belirlenmemiş olup; steroidler, sistemik belirtilerin ve ateşin kontrolü için son derece etkilidir. Erişkin başlangıçtı Stili hastalığının spesifik tanı ve tedavisi için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır. Biz burada, Stili hastalığı belirlediğimiz 2 vakayı sunmayı ve literatürü gözden geçirmeyi amaçladık.
Adult onset Still’s disease is a systemic disease of unknovvn etiology. Clinical and laboratory features are not pathognomonic. The diagnosis is difficult and based upon Yamaguchi’s criteria after exclusion of infectious diseases, hematologic process or autoimmune diseases. Treatment is not well codified but steroids represent the most efficient therapy to control fever and systemic manifestations. Search for new treatments and specific markers of adult onset Still’s disease are needed. İn this study, we present the cases of two patients with adult onset Still’s disease and revievv of the literatüre.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelerin Kan Lenfositlerinde Agnor Ve Mn Değeri İle
anae Ve Acp-Az Pozitivitelerinin Belirlenmesi
Baki Akbulut, Emrah Sur, Dürdane Nil Okur
Araştırma makalesi
Özeti
Gebelerin Kan Lenfositlerinde Agnor Ve Mn Değeri İle
anae Ve Acp-Az Pozitivitelerinin Belirlenmesi
DetermInatIon Of The Agnor Parameters, Mn Frequency, Anae And
acp-Ase PosItIvIty Of Pbl In Pregnants
Bu çalışma, bayanlarda hamileliğin perifer kan lenfositlerinin alfa
naftil asetat esteraz (ANAE) ve asit fosfataz (ACP-az) aktiviteleri
ile perifer kan lenfosit oranları üzerindeki etkilerinin belirlenmesi
amacıyla yapıldı. Ayrıca perifer kan lenfositlerinde mikronükleus
(MN) sıklığı ile bazı AgNOR parametreleri de belirlendi. Bayanlar
Kontrol; I. trimester; II. trimester ve III. trimester olmak üzere 4
gruba ayrıldılar (n= 10). Perifer kan örneklerinden hazırlanan kan
frotilerine ANAE ve ACP-az demonstrasyonu ile modifiye MayGrünwald-Giemza
ve AgNOR boyamaları uygulandı. En düşük ANAEpozitif
lenfosit oranı II. trimesterde tespit edilirken (%58,2) gruplar
arasındaki farklar istatistiksel açıdan önemli bulundu (p<0,05). I.
(57,9%) ve III. trimesterde (%57,8) ACP-az pozitif lenfosit oranlarında
istatistiksel olarak önemli düşüşler gözlendi. Hamilelik süresince
perifer kan lenfosit oranlarında belirgin düşüşler dikkati çekerken
(p<0,05) en yüksek null hücre oranı (%11) I. trimesterde tespit
edildi. MN sıklığında hamilelik süresince belirgin artışlar gözlendi
(p<0,05). AgNOR sayılarında gruplar arasında fark tespit edilmezken;
AgNOR alanı/Çekirdek alanı oranının hamilelikle birlikte artarak en
yüksek değerine (%10,22) III. trimesterde ulaştığı görüldü (p<0,05).
Trimesterler arasında bazı farklar olsa da hamileliğin ANAE- ve ACPaz
pozitif perifer kan lenfosit oranları ve perifer kan lenfosit oranı ile
MN sıklığı ve bazı AgNOR parametrelerini etkilediği sonucuna varıldı.
This study was performed to determine the effects of pregnancy
on the positivity rates of alpha- naphthyl acetate esterase (ANAE)
and acid phosphatase (ACP-ase) of the peripheral blood lymphocytes
(PBL) and PBL percentages in pregnant women. Micronucleus
frequency (MN) and some AgNOR parameters of PBL were also
estimated. Women divided into four groups as Control; Trimester I
(TRI); Trimester II (TRII) and Trimester III (TRIII) (n= 10 for each
group). ANAE and ACP-ase demonstrations, modified May-Grünwald
Giemsa and AgNOR staining were performed on blood smears
prepared from peripheral blood samples. The lowest T-lymphocytes
percentage (58,2%) was determined in TRII and the differences
between the groups were statistically important (p<0,05). There was a
statistically significant decrease in the proportions of the ACP-ase (+)
lymphocytes in TRI (57,9%) and TRIII (57,8%). A dramatic reduction
in the percentage of PBL was recorded during pregnancy (p<0,05),
whereas the highest null cell rates (11%) were found in TRI. A distinct
increasing was observed in MN frequency during pregnancy (p<0,05).
There was no difference in mean AgNOR counts between the groups,
whereas AgNORs area/nucleus area increased during pregnancy and
it gained its highest value (10,22%) in TRIII. It was concluded that the
ANAE- and ACP-ase positive PBL proportions, PBL percentages, MN
frequency and some AgNOR parameters were affected by pregnancy
although there were some differences among the TRs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cep Telefonun İnsan Sperm Motilitesine Ve Dna Bütünlüğüne Etkisi
Duygu Çoruh, Selçuk Duman, Aslıhan Şaylan, Tahsin Murat Aktan
Araştırma makalesi
Özeti
Cep Telefonun İnsan Sperm Motilitesine Ve Dna Bütünlüğüne Etkisi
The Effect Of MobIle Phone On The MotIlIty And Dna
ıntegrIty Of Human Sperm
Çalışmanın amacı farklı uzaklıklarda ve 1800 ile 900 MHz
frekanslardaki cep telefonlarına maruz kalan insan sperm hücrelerinin
motilite ve DNA bütünlüğünü değerlendirmektir. Hastalar 20’şer
örnekten oluşan 2 ana gruba ayrılmışlardır ve 15 dk boyunca 900 ve
1800 MHz yayılımı olan aktif radyasyona maruz bırakılmışlardır. Her
grup kendi içerisinde; Kontrol Grubu, 2,5 cm ve 10 cm olmak üzere 3 alt
gruba ayrılmıştır. Ayrıca sperm motilitesi (WHO 2010 Kriteri) ve DNA
bütünlüğü (Acridine Orange Boyama) bakımından değerlendirilmiştir.
2,5 ve 10 cm uzaklıktan radyasyona maruz kalan gruplarda motilite
parametresi (Class A+B), hem 900 hem de 1800 MHz’lik frekanslarda
istatistiksel olarak farklılık göstermemiştir (p>0,05). Fakat DNA
bütünlüğü bakımından karşılaştırıldığında gruplararasında mesafe
ile ters ilişkili olarak istatistiksel bakımdan anlamlı bir farklılık vardır
(p<0,05). Çalışmamız radyasyon kaynağından uzaklık azaldıkça
DNA bütünlüğündeki hasarın artacağını göstermektedir ve güvenlik
için cep telefonlarının vücuttan uzak mesafede konumlandırılması
önerilmektedir.
To determine human sperm cell motility and DNA integrity
exposed to mobile phones broadcasting at 900 MHz and 1800 MHz
frequency bands according to different distances. Two main groups
were created with each containing 20 samples. Samples were treated
for 15 minutes with 900 MHz and 1800 MHz radiofrequency actively
emitted radiation. Each group was divided into three subgroups as;
control group, 2,5 cm and 10 cm distance exposed group. Each group
was evaluated in terms of sperm motility (according to WHO 2010
criteria) and DNA integrity (Acridine Orange Staining). Statistically
the motility parameter (Class A+B type) of 2,5 and 10 cm radiation
exposed groups showed no any significant difference for both 900
MHz and 1800 MHz frequency bands (p>0,05). But for comparisons
of DNA integrity there was a statistically significant difference for
groups related inversely with the distance (p<0,05). Our data reveals
that reduction of the distance from the source of radiation increases
the rate of damage of DNA integrity. Therefore it can be suggested
that it is as safer as one keeps mobile phone as long away from his/
her body.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hodgkin Dışı Lenfomada Lenf Bezi İnce İğne Aspirasyonu Örneklerindeki P Glikoprotein Ekspresyonu
Bahriye Payzin, Melek Üstün, Ayhan Kılıç, Binnur Önal, Arzu Avcı, Dilek Soysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hodgkin Dışı Lenfomada Lenf Bezi İnce İğne Aspirasyonu Örneklerindeki P Glikoprotein Ekspresyonu
P GlycoproteIn ExpressIon In FIne Needle AspIratIon SpecImens From Lymp Nodes Of Non-HodgkIn’s Lymphoma
Histolojik olarak Hodgkin dışı lenfoma (HDL) olduğu ispatlanmış 30 olgunun lenf bezlerinin ince iğne aspirasyonu örneklerinde, C-494 antikoru kullanarak immunositokimyasal bir test yöntemiyle, P glikoprotein (Pgp) ekspres- yonunu tanıdı ve üç kür kemoterapi sonrasında inceledik. Pgp ekspresyonu tamda; evde l-ll'deki iki hastanın birinde, evre lll-IV'deki sekiz hastanın üçünde saptandı. Hastalık evresi, B semptomlarının varlığı, tedaviye cevap oranı ve toplam sağkalım süresi, Pgp negatif ve Pgp pozitif hasta grupları arasında anlamlı bir fark göstermedi. Sonuç olarak Pgp ekspresyonunun, olası ilaç direncinin diğer çok etmenli mekanizmalar nedini ile, HDL'da kemoterapiye olan direnci tek başına açıklayamayacağnı ileri sürmekteyiz.
We studied P glycoprotein (Pgp) expression by testing fine needle aspiration specimens from lymp nodes with C- 494 antibody using an immunocytochemical assay in 30 cases of hlstologically proven non-Hodgkin’s lymphoma (NHL) at diagnosis and after three courses of chemotherapy. Pgp expression was detected İn two of eight patients with stage l-ll, 10 of 22 patients with stage lll-IV at diagnosis and in one of two patients with stage l-ll, three of eight patients with stage lll-IV after chemotherpy. The stage of disease, the presence of B symptoms, the rate of response to treatment and duration of overall survival showed no significant difference between the group of Pgp negative patients ad the group of Pgp positive patients. İn conclucion we suggest that Pgp expression alone can not explain the treatment of chemotherapy resistance in NHL probably due to multifuctorial mechanisms of drug resistance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Amyand Fıtığı
Mehmet Saydam, Hüseyin Sinan, Muharrem Öztaş, Ahmet Ziya Balta, Mehmet Yıldız
Olgu sunumu
Özeti
Amyand Fıtığı
Amyand’s HernIa
Amyand fıtığı; inguinal fıtık kesesi içerisinde apendiks
vermiformisin bulunması durumu olarak tanımlanmaktadır. Amyand
fıtığı insidansı, tüm inguinal fıtık olguları içerisinde yaklaşık %1
oranındadır. Fıtık kesesi içerisindeki apendiksin enflame olup
olmamasına göre tedavi yaklaşımı değişmektedir. Biz de, bir olgu
nedeniyle, nadir görülen ve tedavi yaklaşımı açısından tartışmaların
devam ettiği Amyand fıtığı olgumuzu paylaşmayı amaçladık. Sağ
inguinal herni ameliyatı sırasında Amyand fıtığı saptanan hastanın
tedavisi ve sonucu değerlendirildi. Yirmi bir yaşındaki erkek
hasta, yaklaşık 1 yıldır mevcut olan sağ kasıkta ağrı ve şişlik
yakınmasıyla genel cerrahi polikliniğine müracat etti. Hasta sağ
inguinal herni tanısıyla elektif olarak ameliyata alındı. İntraoperatif
eksplorasyonda Amyand fıtığı saptandı ve aynı kesiden apendektomi
ile birlikte polipropilen yama kullanılarak fıtık tamiri yapıldı. Hastanın
postoperatif dönemi sorunsuz seyretti ve 3. gün taburcu edildi.
Amyand fıtığı özellikle değişik tedavi modalitelerinin olduğu; tedavisi
konusunda fikir birliğinin tam olarak sağlanamadığı ve genellikle
intraoperatif tanı konulabilen olgulardır. Bu olgularda, uygun tedavi
yaklaşımına, cerrahın intraoperatif bulgularına göre karar verilmelidir.
Amyand hernia is described presence of appendices
vermiformis in inguinal hernia sac. The incidence of Amyand
hernia is approximately 1% of all hernias. There are many treatment
procedures of Amyand’s hernia. Since Amyand hernia is extremely
rare and there are many controversial surgical managements, we
wanted to share our case. We have encountered a Amyand hernia
case during right inguinal hernia repair surgery. Treatment method
and outcome were evaluated. Twentyone-year-old male patient was
suffering from right groin pain and swelling for almost one year. He
was operated with the diagnosis of right inguinal hernia, electively.
Intraoperative exploration revealed Amyand hernia, appendectomy
and hernia repair were performed using polypropylene patch with
same incision. The patient’s postoperative course remained without
complication and after 3 days he was discharged. Amyand hernia
which especially difficult to diagnose preoperatively, particularly in
terms of therapeutic approach, the debate continues, is extremely
rare entity. There is no current consensus about appendectomy and
using patch. We think that; regardless of the appendix is inflamed
or noninflamed, appendectomy should be done. If the appendix
is inflamed or perforated, prosthetic materials shouldn’t be used
and while repairing hernia, anatomic repair or biological materials
resistant to infection should be used.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Mehmet Yeniterzi, Erdal Ege, Cüneyt Narin, Ahmet Özkara, Gamze Sarkılar, Raşit Önoğlu, Mücahit Demirtaş, Bülent Oran, Ali Sarıgül
Araştırma makalesi
Özeti
Ventriküler Septal Defektlerdeki Cerrahi Sonuçlarımız
Our SurgIcal Results In VentrIcular Septal Defects
Ventriküler septal defektlerin (VSD) tamirinden sonra cerrahi sonuçlarımız bildirildi. Kliniğimizde 2001 – 2009 yılları arasında 92 hasta VSD tanısıyla operasyona alındı. 27 (% 29.3) hastada pulmoner hipertansiyon, 10 (% 10.8) hastada patent ductus arteriozus, 7 (% 7.6) hastada Down sendromu , 5 (% 5.4) hastada ise aort yetmezliği mevcuttu. Kardiyak tamirlerde defekt tek tek sütürler kullanılarak Dacron yama ile kapatıldı. Cerrahiden sonra erken mortalite 5 (% 5.4) hastada gelişti. 65 hastada ortalama 6.1 yıl süreyle asemptomatik olarak takip edildiler. Rezidü VSD 3 hastada görüldü ve 1 hastaya tekrar cerrahi gereksinim oluştu. Komplet atrioventriküler blok görülmedi. Triküspit ve aort kapaktaki 1˚- 2˚ yetmezlikler takibe alındı. Orta Anadolu’da yeni bir merkez olarak, VSD operasyonlarını daha düşük mortalite ve morbidite ile gerçekleştirmeyi ümit ediyoruz.
The aim of this study is to report our surgical results in ventricular septal defects. Between 2001 and 2009, 92 patients with ventricular septal defect underwent surgical correction in our center were included in this study. Additional cardiac defects were pulmonary hypertension in 27 (29.3 %) patients, patent ductus arteriozus in 10 (10.8 %) patients, Down Syndrom in 7 (7.6 %) patients, and aortic regurtation 5 (5.4 %) patients. Defects were closed with Dacron patch using separately sutures. Early mortality was developed in 5 (5.4 %) patients. 65 patients were followed for 6.1 years. Residual VSD was detected in 3 patients and one of them underwent secondary operation. There was no complet atrioventriculary block. 1˚- 2˚ degree aortic and tricuspit regurtation were not operated and included in our follow up programme. We hope to perform surgery for ventricular septal defect with low mortality and morbidity as a new Middle Anatolian center.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
Selmin Ökesli, Ateş Duman, Hülagü Barışkaner, Ali Kart, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of The Effects Of Isoflurane And Propofol AnaesthesIa On Serum Tsh, T3 And T4 Levels
Cerrahi ve anestezinin endokrin fonksiyona etkileri iyi bilinmektedir. Ancak propofol anestezisinin tiroid fonksiyonuna etkilerini içeren detaylı bir çalışmaya rastlayamadık. Amacımız propopofol anestezisinin tiroid hormonları üzerine etkilerini araştırarak, isofluran anestezisi ile karşılaştırmaktır. ASA l-ll sınıfı, ötiroid, başka endokrin bozukluğu olmayan 30 olguda çalışma gerçekleştirildi. Rutin premedikasyon uygulanan olgularda indüksiyon 1. grupta (n=15) İ.V. 0.05 mg fentanil, 5-7 mg/kg tiyopental, II. grupta (n=15) İ.V. 0.05mg fentanil, 2 mg/kg propofol ile yapıldı*. 1 mg/kg süksinilkolin ile entübe edilen olgularda 1. grupta % 1-1.5 isofluran, II. grupta 6-10 mg/kg/saat propofol ve %50 02 + % 50 N2O ile anestezi idamesi uygulandı. Kas gevşemesi atrakuryum ile sağlandı. Serum TSH, T3, T4 ( Total, Serbest) düzeylerini saptamak için kan örnekleri indüksiyon öncesi ( kontrol) , sonrası, intraoperatif 1 .saat postoperatif 2. ve 24. saatlerde alındı. Kemilüminesans yöntemi ile elde edilen veriler student's t ile istatistiksel olarak değerlendirildi. p<0.05 Anlamlı kabul edildi. (p< 0.01) (p< 0.05). Gruplar arası karşılaştırmada 1. Gruptaki bu düşme anlamlı. Her iki grupta TSH serum düzeyleri değişmedi. Grup 1'deki postoperatif 24. saatteki T T3, FT3 serum düzeylerindeki düşme anlamlı idi (p< 0.05). TT4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif 1. saatte anlamlı yükselme oldu( p< 0.05). Gruplararası fark analizinde bir anlamlılık yoktu. F T4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif l.saat ve postoperatif 2. saatte anlamlı yükselme ( p < 0.01) (p< 0.05) tespit edildi. Gruplar arası karşılaştırmada FT41eki bu yükselmeler anlamlı bulundu (p<0.01) (p<0.05). Sonuç olarak,propofolun hipertiroidi hastalar güvenle kullanılabilecek, isoflurana iyi bir alternatif ajan olduğu kanısına varıldı.
The effects of surgery and anaesthesia on endocrine functions are well known. Hovvever detailed studies about the effects of propofol on thyroid functions are absent. The aim of this study is to study the effect of propofol anaesthesia on thyroid hormones and to compare it with isoflurane anaesthesia. This study was performed on ASA l-ll class.euthyroid 30 patients vvithout endocrine pathologies. After premedication, induction was performed in the first group (n=15) with i.v. 0,05 mg fentanyl, 5-7 mg thiopental; in the second group (n=15) with i.v. 0,05 fentanyl, 2 mg/kgpropofol. Patients were intubated with i.v. 1 mg/kg succinylcholine, maintenance was done with %1-1,5 isoflurane %50 O2-%50 N2O + atracurium in the first group and 6-10 mg/kg/h propofol + %50 O2+%50 N2O atracurium in the second group. Blood samples were obtained before induction(control), after induction, first hour intraoperatively on postoperative 2nd and 24 th hours chemiluminesance method was used for the plasma TSH,TT3, FT3,İ7'4, FT4 analyses. The TSH serum levels did not change in both groups. A significant decrease in TT3, FT3 serum levels in the 24th hour postoperatively was observed in the first group (p<0,01), (p<0,05).This decrease, in the first group was significant betvveen the groups (p<0,05). Significant increases in serum TT4 levels occured first hour intraoperatively in the first group (p<0,05). No difference was found betvveen the groups. Asignificant increases in serum FT4 levels was recorded in the 1st hour intraoperatively and 2nd hour postoperatively in the first group(p<0.01) (p<0.05)The increases was significant betvveen the groups (p<0.01)(p<0.05). We conclude that propofol is saf e alternative agent to isoflurane in hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alüminyum Ve İnsan Sağlığı
Hüseyin Uysal, Neyhan Ergene, Abdulkerim Kasım Baltacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alüminyum Ve İnsan Sağlığı
AlmnInIurn And Human Health
Alüminyum, yeryüzünde bulunan en yaygın metal ve üçüncü yaygın elementtir (1). Yerkabuğunun %5 ilâ %8 kadarını oluşturur ve her yerde bulunur (2,3). Tabiatta bileşikler halinde bulunan alüminyum metalinin, boksit cevherinden elde edilmesi uzun ve karmaşık işlemler sonucunda gerçekleşir. Bu zorluklara karşılık, teknik özelliklerinin üstünlüğü sebebiyle, alüminyum giderek daha çok kullanılmaktadır. Yüzyılımızın başlarında 7 bin ton dolaylarında olan dünya alüminyum üretimi bugün 20 milyon tona yaklaşmıştır. Alüminyum, demirden sonra en çok kullanılan metaldir. Alüminyum, başka metallerin bir arada, ya da ayrı ayrı sağlayamadığı özelliklere sahiptir. Yüksek dayanım/ağırlık oranı, mükemmel korozyon direnci, iyi elektrik ve ısı iletkenliği, şekillendirilebilme ve işleme kolaylığı bu metalin özelliklerinden birkaçıdır(4).
Aluminum is the most common metal and third common element found on earth (1). It makes up 5% to 8% of the earth's crust and is ubiquitous (2,3). It takes a long and complicated process to obtain the metal, which is found in compounds in nature, from bauxite ore. Despite these difficulties, the superiority of its features, other usage technical uses. At the beginning of our century, around 7 thousand tons of global aluminum production has reached 20 million tons today. Aluminum is the most used metal after iron. Aluminum can learn that other metals cannot coexist, or else separately. High strength / weight ratio, excellent rust resistance, good electrical and thermal conductivity, formability and processing are some of these metal properties (4).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta