Ümit Kamış, Işık Tuncer, Ahmet Özkağnıcı, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Burhan Mayir, Umut Rıza Gündüz
Eda Köksal, Hande Mortaş, Merve Şeyda Karaçil Ermumcu
Hatice Solak, Işık Solak Görmüş, Raviye Özen Koca
Amaç: Lateral hipotalamik alanda (LHA) intravenöz glukoz uygulanmasının noradrenalin, dopamin ve
metabolitleri olan dihidroksi fenil glikol (DHPG)- dihidroksifenilasetik asit (DOPAC) düzeylerine etkilerinin
beyin mikrodiyaliz yöntemi ile araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Normal beslenen 2 grup ve 24 saat besin alımı kısıtlanan 2 grup (serum fizyolojik
ve glikoz uygulanan) yetişkin erkek Wistar albino sıçan kullanıldı. Sıçanlara anestezi altında LHA'da
mikrodiyaliz işlemleri yapıldı ve örnekler 20’şer dakikalık sürelerde toplandı. İlk örnekler kontrol olarak
kaydedildikten sonra, kontrol gruplarına serum fizyolojik, glikoz gruplarına %50’lik glikoz çözeltisi 1.4ml/
kg dozunda intravenöz yolla uygulandı. Sonraki 40 dakika boyunca örnekler toplanarak HPLC-ECD
sisteminde analiz edildi. İstatiksel değerlendirme için tek yön lü ANOVA kullanıldı.
Bulgular: Başlangıçta noradrenalin konsantrasyonu, aç sıçanlarda tok olanlara göre daha yüksek
bulunurken 20. dakikadaki noradrenalin seviyeleri tok ve aç grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak
azaldı (p=0.01). 40. dakika noradrenalin değerlerinde ve dopamin-DHPG-DOPAC seviyeleri ile kontrol
seviyeleri karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı bi r fark elde edilmedi.
Sonuç: Sistemik glukoz uygulaması aç ve tok sıçanlarda LHA noradrenalin konsantrasyonunu azaltmıştır.
Bu sonuçlara göre LHA'daki noradrenerjik nörotransmisyon, plazm a glukozu ile modüle edilebilir .
Aim: We aimed to investigate the effects of intravenous glucose administration in the lateral hypothalamic
area (LHA) on the levels of noradrenaline, dopamine and their metabolites dihydroxyphenylglycol (DHPG)-
dihydroxyphenylaceticacid (DOPAC) by brain microdialysis method.
Patients and Methods: Adult male Wistar albino rats in 2 normally fed groups and 2 groups of restricted
food intake for 24 hours (saline and glucose administered) were used. Microdialysis procedures were
performed on the rats in LHA under anesthesia and samples were collected in 20 minutes. After the first
samples were recorded as control, 0.9% saline was administered to the control groups and 50% glucose
solution was administered intravenously to the glucose groups at a dose of 1.4 ml/kg. During the next 40
minutes, samples were collected and analyzed on the HPLC-ECD system. One-way ANOVA was used for
statistical evaluation.
Results: Noradrenaline concentration was higher in fasted rats than in satiated animals at baseline.
Noradrenaline levels at the 20th minute were significantly decreased in both fasted-satiated groups
compared to control group (p=0.01). There was no statistically significant difference in the 40th minute
noradrenaline values and dopamine-DHPG-DOP AC levels compared to control.
Conclusion: Systemic glucose administration decreased LHA noradrenaline concentration in fasted and
satiated rats. It can be mentioned that noradrenergic neurotransmission in LHA can be modulated by
plasma glucose.
Ali Bayram, Mehmet Erkoç, İdris Akkuş, Aşkın Işımer, Ahmet Soyal, Ahmet Aydın, Alaaddin Avşar
Sevinç Şahin, Seda Sabah Ozcan, Levent Elmas, Uguray Payam Hacısalihoglu, Serdar Yanik
Amaç: Glioblastoma yetişkinlerde en sık görülen ölümcül beyin kanseridir. Toll-benzeri reseptörler, patojen tanıma ve doğal bağışıklığın aktivasyonu ile ilişkili 10 reseptörden (Toll-benzeri reseptör 1-10) oluşan hücre yüzey reseptörleridir. Ancak, çelişkili sonuçlar içermekle birlikte bazı çalışmalar Toll benzeri reseptör ekspresyonunun, glioblastom dahil bazı tümörlerde, kanser hücresi proliferasyonu ve ilerlemesi ile ilişkili olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, bu çalışmada literatürde ilk kez glioblastomda Toll-benzeri reseptörlerin on üyesinin tamamının ekspresyon profilinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: 2018 yılı Ocak ve Aralık ayları arasında tanı alan 25 glioblastoma hastasına ait formalinle fikse edilmiş parafine gömülmüş dokularda Toll-benzeri reseptörlerin mRNA ekspresyonu kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu kullanılarak değerlendirildi. Ayrıca her bir Toll-benzeri reseptörlerin ekspresyonu, beş farklı insan glioblastom hücre dizisi (T98G, U87-MG, U373, LN18 ve A172) kullanılarak hücre kültürü analizi ile araştırıldı.
Bulgular: Glioblastom grubunun formalinle fikse edilmiş parafine gömülmüş dokularında kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu analizi ile Toll-benzeri reseptör 1, Toll-benzeri reseptör 6 ve Toll-benzeri reseptör 7 mRNA düzeyleri anlamlı olarak arttığı (her biri, p<0.001), Toll-benzeri reseptör 4 ve Toll-benzeri reseptör 10 düzeylerinin ise kontrol grubu ile kıyaslandığında anlamlı olarak azaldığı görüldü (sırası ile, p=0.023, p<0.001). Ek olarak, Toll-benzeri reseptör mRNA ekspresyon profilleri farklı hücre hatları arasında farklılık sergiledi.
Sonuç: Çalışmamızda birçok Toll-benzeri reseptör üyesi glioblastom mikroçevresinde farklı ekspresyon düzeyi gösteriyor ve onu farklı şekilde etkiliyor gibi görünüyordu. Glioblastomda her bir Toll-benzeri reseptörün endojen protein seviyesini doğrulamak, glioblastomun patogenezi ve prognozu üzerindeki kesin rollerini netleştirmek ve yeni hedef tedavilere ışık tutmak için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Aim: Glioblastoma is the most frequent, and fatal brain cancer in adults. Toll-like receptors are cell surface receptors comprised of 10 receptors (Toll-like receptor 1−10) related to triggering innate immunity by recognizing pathogens. However, some studies suggested that the expression of Toll-like receptors might be related to cancer cell proliferation and progression in some tumors including glioblastoma with some contradictory results. Thus, we aimed to investigate all ten members of the Toll-like receptor expression profile in glioblastoma for the first time in the literature to contribute additional data to the literature.
Patients and Methods: Quantitative real-time polymerase chain reaction was applied to formalin-fixed paraffin-embedded tissues of 25 glioblastoma patients, diagnosed between January and December 2018, to evaluate the mRNA expression of Toll-like receptors. Also, the expression of each Toll-like receptor was investigated by cell culture analysis using five different cell lines of human glioblastoma (T98G, U87-MG, U373, LN18, and A172). The results were compared statistically.
Results: Toll-like receptor 1, Toll-like receptor 6, and Toll-like receptor 7 mRNA levels were significantly increased in the formalin-fixed paraffin-embedded tissues of the glioblastoma group (p<0.001, each) whereas the expression of Toll-like receptor 4 and Toll-like receptor 10 was downregulated compared to the control group (p=0.023, p<0.001, respectively), by qPCR analysis. Additionally, Toll-like receptor mRNA expression profiles differed among the cell lines.
Conclusion: In our study, many Toll-like receptor members seemed to display different expression level in the glioblastoma microenvironment and affect it diversely. Further comprehensive studies are required to confirm the endogenous protein level of each Toll-like receptor in glioblastoma, to clarify their precise role in the pathogenesis and prognosis of glioblastoma, and to shed light on new target therapies.
Yüksel Tatkan, Adnan Kaynak, İrfan Tunç
Yüksel Tatkan, Adil Kartal, Adnan Kaynak, İrfan Tunç
Mesut Ünal, Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Sema Tuncer, Mustafa Cihat Avunduk, Selmin Ökesli
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
Gülşah Barğı, Merve Koku
Amaç: Yeni koronavirüs hastalığının (COVID-19) uzamış süreci ve ilgili kısıtlamalar bireylerde fiziksel
inaktiviteye, COVID-19 korkusuna ve yorgunluğa neden olmaktadır. Pandemi sürecinde, hastalarda
kinezyofobi ölüm korkusu ve fiziksel inaktiviteyi artırabilmektedir. Ancak bireylerde kinezyofobi ve
kinezyofobinin fiziksel aktivite, COVID-19 korkusu ve yorgunlukla ilişkisi henüz bilinmediğinden mevcut
çalışmada araştırılması amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yetişkin bireyler (n=166, 36,3±15,37 yıl) dâhil edildi. Kinezyofobi
(Tampa Kinezyofobi Ölçeği), fiziksel aktivite düzeyleri (Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi-Kısa Formu),
COVID-19 korkusu (COVID-19 Korkusu Ölçeği (CKÖ-19)) ve yorgunluk (Sayısal Derecelendirme Ölçeği) 3
Haziran 2021 ve 30 Haziran 2021 arasında çevrimiçi platform üze rinden uzaktan değerlendirildi.
Bulgular: Bireylerin 91’inde (%54,8) yüksek derecede kinezyofobi vardı, 55'i (%33,1) inaktif, 84'ü (%50,6)
minimal aktif ve 27'si (%16,3) çok aktifti. Kinezyofobi puanı yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, eğitim
düzeyi, yürüme, toplam fiziksel aktivite, CKÖ-19 ve yorgunluk puanları ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0,05).
Sonuç: Bireylerin çoğunluğunda kinezyofobi ve fiziksel inaktivite yaygındır. COVID-19 pandemisi boyunca
bireylerin hastalığı olmamasına rağmen, yürüme, fiziksel aktiviteler ve eğitim düzeyi azaldıkça bireylerde
kinezyofobi artmaktadır. Yaş, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksi, COVID-19 korkusu ve yorgunluk arttıkça
da kinezyofobi artmaktadır. Kinezyofobinin ve uzamış pandemi sürecinin olumsuz etkileri düşünüldüğünde,
bireyler acilen fiziksel aktivite danışmanlığı programlarına yö nlendirilmelidir.
Aim: The prolonged process of new coronavirus disease (COVID-19) and related restrictions cause
physical inactivity, fear of COVID-19, and fatigue in individuals. During the pandemic, kinesiophobia may
raise fear of death and physical inactivity in patients. However, kinesiophobia and its relationship with
physical activity (PA), fear of COVID-19, and fatigue in individuals have not been known yet, which was
therefore aimed to investigate in the current study .
Patients and Methods: Adult individuals (n=166, 36.3±15.37 years) were included in the study.
Kinesiophobia (Tampa Scale of Kinesiophobia), PA levels (International Physical Activity Questionnaire-
Short Form), fear of COVID-19 (Fear of COVID-19 Scale (FCS-19)), and fatigue (Numeric Rating Scale)
were evaluated remotely between 3 June 2021 and 30 June 2021 th rough an online platform.
Results: Of the individuals, 91 (54.8%) had a high level of kinesiophobia, 55 (33.1%) were inactive, 84
(50.6%) were minimally active, and 27 (16.3%) were very active. Kinesiophobia score was significantly
correlated with age, weight, body mass index, education level, and walking, total PA, FCS-19, and fatigue
scores (p<0.05).
Conclusion: Kinesiophobia and physical inactivity are prevalent in many individuals. Although individuals
have no disease during the COVID-19 pandemic, their kinesiophobia level increases as walking, physical
activities, and education levels decrease. Kinesiophobia also increases as age, weight, body mass
index, fear of COVID-19 and fatigue increase. Considering the negative effects of kinesiophobia and the
prolonged pandemic process, individuals should be urgently dire cted to P A counseling programs.
Yıldız Divanlı, L. Nur Şan, Şerife Ataş
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Orhan Gül
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mahmut Mutlu, Necmettin Reis
Haluk Gümüş, Ekrem Akkurt, Faruk Ömer Odabaş, Halim Yılmaz, Ramazan Şimşek
Moyamoya hastalığı ön ve orta serebral arterler ile internal karotid arterler arasındaki sahada obstrüksiyon veya stenoza bağlı olarak oluşan, etiyolojisi tam olarak bilinmeyen ve anjiyografik olarak tanımlanan bir durumdur. Erişkinlerde hemoraji, çocuklarda iskemi sıklıkla başlangıç semptomlarıdır. Bu yazımızda baş ağrısı, bulantı, kusma ve sol hemiparazi şikayetleri ile acil servisimize başvuran ve radyolojik bulguları sağ basal ganglion hemorajisini gösteren 21 yaşında erkek hastada teşhis edilen bir Moyamoya Hastalığı vakası sunuyoruz.
\r\nMoyamoya disease is an entity, which is caused by obstruction or stenosis in the area between the internal carotid artery, and anterior and middle cerebral arteries, identified angiographically, and does not have an exactly known etiology. The most frequent symptoms of onset are hemorrhage in adults and ischemia in children. In this paper, we present a case of Moyamoya disease which was diagnosed with a 21 year old male patient who was admitted to our emergency department with headache, nausea vomiting and left hemiparasi complaints and whose radiological findings showed right basal ganglia hemorrhage.
\r\nHande Çağlıyan, Işık Solak Görmüş, Hatice Solak, Raviye Özen Koca, Burcu Gültekin
Amaç: Morfin, kronik ağrı tedavisinde tercih edilen opioidlerdendir. Tekrarlayan kullanımı bağımlılığa
neden olabilir. Opioid bağımlılığının kalp kontraksiyonuna olan etkilerini araştırmak amacıyla deneysel
morfin bağımlılığı/yoksunluğu oluşturulan sıçanlarda miyokardiyal kontraktilite/histolojik değişiklikler
araştırıldı.
Gereçler ve Yöntem: Resmi olarak 28.05.2021’de tamamlanan çalışmada kullanılan 32 yetişkin erkek
Wistar albino sıçan, Kontrol(C), Morfin(M), Morfin+Nalokson(MN) gruplarına ayrıldı. GrupC’ye 10mg/kg
%0,9 NaCl, GrupM'ye 10mg/kg morfin 7 gün subkutan uygulandı. Son morfin uygulamasından sonra C-M
gruplarına 3mg/kg NaCl, GrupMN’ye 3mg/kg nalokson intraperitoneal verildi. 30dk morfin yoksunluğu
belirtileri puanlandı. 3-4mm atriyum şeritleri izole organ banyosu haznelerine asıldı. 2g gerimle adrenalin
kaynaklı kasılmalar(0,001M) gözlemlendi. Gerim değişiklikleri kaydedildi. İstatistiksel analizde SAS
University Edition 9.4 programı kullanıldı.
Bulgular: MN grubunda morfin yoksunluğu davranışları gözlendi. GrupM-MN’de adrenalin öncesi
gerim değerleri GrupC’ye göre daha yüksekti. Adrenalin kaynaklı verilerden 15 dakika öncesi/sonrası
kasılmadaki en büyük artış GrupC’de tesbit edildi.
Sonuç: Morfin bağımlılığı-yoksunluğu, sıçanlarda inotropik/kronotropik etkilerde değişikliğe neden
olmadı. Mast hücrelerinde histolojik farklılık gözlenmedi. Çalışma morfin bağımlılarında, sistem analizi
açısından kalp için olumlu bir kaynak oluşturabilir .
Aim: Morphine is one of the most preferred opioids in treatment of chronic pain. Recurrent use can
cause addiction. There is no consensus on cardiovascular system treatment/side effects of opioids. In
order to investigate effects of opioid addiction on heart, myocardial contractility/histological changes were
investigated in rats via experimental morphine addiction/withdr awal.
Materials and Methods: 32 adult male Wistar albino rats used for study, which was officially completed
on 28-05-2021, were divided into Control(C), Morphine(M), Morphine+Naloxone(MN) groups randomly. In
GroupC 10mg/kg 0.9% NaCl solution, in GroupM-MN 10mg/kg morphine were administered subcutaneously
for 7 days. After the last administration of morphine, 3mg/kg NaCl was given to GroupC-M, 3mg/kg naloxone
was given to GroupMN intraperitoneally. Signs of morphine withdrawal were observed for 30 minutes
and scored. 3-4mm strips of atria were hung in isolated organ bath chambers. Tension was adjusted to
2g. Adrenaline-induced contractions (0.001M) were observed. Changes in tension were recorded. SAS
University Edition 9.4 program was used for statistical analysi s.
Results: Morphine withdrawal behaviours were observed in GroupMN. There was no statistically
significant difference between atrial contractility tension values of GroupC-M-MN(p>0.05). Pre-adrenaline
tension values were higher in GroupM-MN than in GroupC. But the greatest contraction increase between
15minutes before/after adrenaline-induced data was in GroupC.
Conclusion: Morphine addiction/withdrawal didn’t cause inotropic/chronotropic changes. No histological
differences were observed in mast cells. These results may constitute a positive resource for the heart for
systems analysis in morphine addicts.
İsmail Reisli, Şebnem Yosunkaya
Duygu İlke Yıldırım
SARS-CoV-2’nin tanımlanmasından bu yana COVID-19 hastalığı sonrası çocuklarda ortaya çıkan ve
Kawasaki hastalığını taklit eden multisistem inflamatuar bir sendrom (MIS-C) İngiltere’de Nisan 2020’de
bildirilir iken, yetişkinlerde ortaya çıkan COVID-19 ile ilişkili multisistem inflamatuar sendrom (MIS-A)
Haziran 2020’de bildirilmiştir. MIS-A hastalarının literatürde 50 yaşına kadar olduğu bildirilmiş olup MIS-C
ile karşılaştırıldığında altta yatan bazı sağlık koşullarına sahip olma ve yakın dönemde tanımlanabilir bir
solunum yolu hastalığı geçirmiş olma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan MIS-A hastaları ile MIS-C
hastaları örtüşen birçok klinik özelliğe sahiptir fakat MIS-A’da kardiyak disfonksiyonun ciddiyeti, tromboz
insidansı ve MIS-A mortalitesi daha yüksek olabilir. MIS-C/A’da nötrofili, lenfopeni ve trombositopeninin
yaygın olarak bulunduğu açık olmakla beraber bu özellikler troponin ve BNP/NT-proBNP’deki yükselmelerle
birlikte hastalık aktivitesinin ölçüleri olarak kabul edilmişti r.
Since the identification of SARS-CoV-2, a multisystem inflammatory syndrome (MIS-C) that appears in
children after COVID-19 disease and mimics Kawasaki disease was reported in the UK in April 2020,
while it is associated with Covid-19 in adults. Multisystem inflammatory syndrome (MIS-A) was reported
in June 2020. MIS-A patients have been reported to be up to 50 years of age in the literature and are more
likely to have some underlying health condition and have recently had an identifiable respiratory disease
compared to MIS-C. On the other hand, MIS-A patients and MIS-C patients have many overlapping clinical
features, but the severity of cardiac dysfunction, incidence of thrombosis, and MIS-A mortality may be
higher in MIS-A. While it is clear that neutrophilia, lymphopenia, and thrombocytopenia are common in
MIS-C/A, these features, together with elevations in troponin and BNP/NT-proBNP, have been considered
measures of disease activity .
Muharrem Keskin
Amaç: Bu çalışmada, sıçanlarda fruktoz ve demir aracılığıyla insan fenotipine yakın bir steatohepatit modeli oluşturulması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada 90 adet 1,5-2 aylık Wistar-Albino cinsi dişi sıçanlar randomize bir şekilde 30' lu 3 gruba ayrılmıştır. Ad libitum beslenen kontrol grubu, içme suyu içinde %60 konsantre fruktoz çözeltisi verilen fruktoz grubu ile içme suyu içinde %60 konsantre fruktoz çözeltisi ve ikişer haftalık aralıklarla parenteral demir uygulanan fruktoz-demir grupları çalışılmıştır. Tüm gruplara günlük eşit miktarda kalori verilmiştir. İkişer haftalık aralıklarla (2., 4., 6., 8. ve 10. haftalarda) tüm gruplardan 5’er sıçana laparotomi uygulandıktan sonra karaciğer ve kan örnekleri alınarak biyokimyasal ve histopatolojik progress değerlendirilmiştir.
Bulgular: On haftalık çalışma sürecinde hiçbir grupta karaciğer yağlanması ve fibrozisi saptanmamıştır. Fruktozla beslenen sıçanlarda hepatosellüler balonlaşma skorları kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulunmuştur (p<0,001). Fruktoz ve fruktoz-demir gruplarında kontrol grubuna göre serum AST ve ALT değerlerinde yükselme saptanmamıştır. Fruktoz-demir grubunda 10. haftada kontrol ve fruktoz gruplarına göre ferritin düzeyi anlamlı yüksek saptanmıştır (p<0,001). Ayrıca histopatolojik olarak 4. haftadan itibaren fruktoz-demir grubunda karaciğerde demir birikimi de saptanmıştır.
Sonuç: Genç ve dişi sıçanlarda %60 konsantrasyonda fruktozlu içme suyuyla ve demir yüklemeyle 10 haftalık süreçte biyokimyasal ve histopatolojik steatohepatit modeli oluşturulamamıştır. İnsan fenotipine yakın bir steatohepatit modeli oluşturabilmek için en az 16 haftalık bir süreyle yetişkin erkek sıçanlarda çalışılması, yeterli hidrasyon ve beslenmenin sağlanabilmesi için de fruktozun yemle kombine edilerek verilmesi daha uygun görünmektedir.
Background: The aim of this study was to develop a fructose- and iron-mediated model of steatohepatitis, which is similar to the human phenotype.
Methods: We randomly divided ninety 1.5 months old female Wistar-Albino rats into three groups. All three groups contained 30 rats in each group and 5 subgroups per group. While the control group was fed ad libitum, the fructose group’s feed consisted of 60% fructose in drinking water and that of the fructose-iron group consisted of 60% fructose in drinking water along with intraperitoneal administration of iron every 2 weeks. We performed laparotomies at 2-week intervals (at 2, 4, 6, 8, and 10 weeks) in all subgroups.
Results: None of the groups had hepatosteatosis or fibrosis at the end of the 10th week. Hepatocellular ballooning scores were significantly higher in the fructose-fed groups than in the control group (p<0.001). At 10th week serum ferritin levels in the fructose-iron group were significantly higher than those in the control and fructose groups (p<0.001). Iron accumulation in the rat liver was observed in the fructose-iron group histopathologically by the 4th week.
Conclusion: Chemically and histopathologically, a model of steatohepatitis can not be developed in young and female rats with 60% concentrated fructose feeding and administration of iron for 10 weeks. To develop a model of steatohepatitis resembling the human phenotype, it is more advisable and feasible to use adult male rats fed meals combined with fructose in order to maintain adequate hydration and nutrition for at least 16 weeks.
Recep Memik, Abdurrahman Kutlu, Salim Güngör, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Osman Kurtuluş, Eyüp S: Karakaş
Fatıma Bilgin, Özhan Özcan, Mustafa Dönmez, Erdem Şentatar, Erhan Ayşan, Arslan Kaygusuz
Mustafa Yel, Recep Memik, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Abdurrahman Kutlu
Ayhan Bilgiç, Özlem Bilgiç
Şakir Gıca, Sena Yunden, Ayşegül Kırkaş, Fatma Sevil, Faik Özdengül, Mehmet ak
Amaç: Çalışmamızın amacı klinik öncesi tıp eğitimi alan öğrencilerde akıllı telefon / sosyal medya kullanımı ve uyku ile ilgili değişkenlerin akademik başarı üzerine etkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya aynı kurumda klinik öncesi tıp eğitimi alan 226 öğrenci dahil edilmiştir. Tüm katılımcılar Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ), Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği - Yetişkin Formu (SMBÖ-YF), Akıllı-telefon Bağımlılığı Ölçeği (ATBÖ) ve çalışma için hazırlanmış Kişisel Veri Formu doldurmuştur.
Bulgular: Akıllı telefon bağımlılığı risk durumuna göre bağımlılık riski düşük olan grubun not ortalaması 71.8±8 iken, bağımlılık riski orta olan grubun 68.4±8.77 ve yüksek olan grubun ise 67.4±9.75 idi. Akıllı telefon bağımlılığı açısından düşük riskli grubun not ortalamaları yüksek riskli grubun not ortalamalarından anlamlı bir şekilde yüksekti (p=0.035). Benzer şekilde katılımcıların sosyal medya bağımlılığı toplam skorları incelendiğinde; düşük riskli grubun ortalaması 40.4±11.17, orta riskli olan grubun ortalaması 51.7±9.2, yüksek riskli grubun ortalaması ise 50.8±12.9 idi. Akıllı telefon bağımlılığı açısından yüksek riskli grubun sosyal medya bağımlılık toplam skorları orta ve düşük riskli gruptan anlamlı bir şekilde yüksekti (p<0.001). Gruplar arasında uyku süreleri, PUKİ toplam skorları arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Not ortalamaları ile ilişkili faktörler Pearson korelasyon analizi ile incelendiğinde, uyku etkinliğinin pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkisi saptanırken (r=0.19, p<0.001), ATBÖ toplam skorları, yatakta geçirilen süre gibi verilerin not ortalamaları ile negatif yönde anlamlı bir ilişkisi olduğu tespit edildi (sırasıyla r=-23, p<0.001; r=-27, p<0.05). Oluşturulan multivariate Hiyerarşik Regresyon Analizi modelinde cinsiyet, uyku etkinliği, ATBÖ ve SMBÖ-YF skorlarının not ortalamaları üzerinde etkili olduğu saptandı.
Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızın sonuçları tıp öğrencilerinin klinik öncesindeki eğitim dönemlerinde sosyal medya / akıllı telefon kullanımlarının ve uyku alışkanlıklarının akademik başarı üzerine etkili olduğunu desteklemektedir. Bilinçli sosyal medya ve akıllı telefon kullanımıyla ilgili eğitimler planlanması ve uyku alışkanlığının öneminin vurgulanması tıp eğitiminde daha donanımlı hekimlerin yetiştirilebilmesine katkı sağlayabilecek potansiyele sahiptir.
Objective: The aim of this study was to evaluate the effects of smartphone / social media use and sleep related variables on academic achievement in pre-clinical medical students.
Material and Methods: 226 students receiving pre-clinical medical education at the same institution were included in the study. All participants completed the Pittsburg Sleep Quality Index (PSQI), Social Media Addiction Scale - Adult Form (SMAS-AF), Smartphone Addiction Scale (SAS) and Personal Information Form prepared for the study. All participants were questioned Average Academic Marks (AAM). The participants were categorized as low / medium / high risk according to the scores of smartphone addiction scale.
Results: According to the risk of smartphone addiction, the mean score of AAM of the group with low dependency risk was 71.8 ± 8, the mean score of AAM of the group with the middle risk dependency risk was 68.4 ± 8.77, and the mean score of AAM of the group with the high dependency risk was 67.4 ± 9.75. The mean scores of AAM of the low-risk group in terms of smartphone addiction were significantly higher than the high-risk group (p = 0.035). Similarly, when the total scores of the participants' social media addiction are examined; the average of the low-risk group was 40.4 ± 11.17, the average of the medium-risk group was 51.7 ± 9.2, and the average of the high-risk group was 50.8 ± 12.9. Social media addiction total scores of the high risk group in terms of smartphone addiction were significantly higher than the medium and low risk group (p <0.001). There was no significant difference between sleep times and PDQI total scores between groups. When the factors associated with AAM were analyzed by Pearson correlation analysis, a positive statistically significant relationship was detected with sleep efficiency (r = 0.19, p <0.001), while a significant negative correlation was observed with total SAS score and hours spent in bed (r = -23, p <0.001; r = -27, p <0.05, respectively). A multivariate hierarchical regression analysis model suggested that gender, sleep efficiency, SAS and SMASAF scores affected AAM.
Conclusion: Use of social media / smartphone by medical students can affect sleep habits and academic success during the period of pre-clinical education. Inclusion of training on conscious use of social media and smartphone and emphasizing the importance of sleep habits in medical education have the potential to contribute to the development of better-equipped physicians.
Hatice Solak, Zülfikare Işık Solak Görmüş, Raviye Özen Koca, Selim Kutlu
Amaç: İntravenöz glikoz infüzyonunun ventromediyal nükleusta (VMN), dopamin ve metaboliti dihidroksifenilasetik
asit, norepinefrin ve metaboliti dihidroksifenil glikol düzeylerine etkilerinin beyin mikrodiyaliz yöntemiyle
araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Deneylerde normal beslenen 2 grup ve 24 saat besin alımı kısıtlanan 2 grup (serum
fizyolojik ve glikoz uygulanan) yetişkin erkek Wistar albino sıçan kullanıldı. Mikrodiyaliz örnekleri 20’şer dakikalık
sürelerde toplandı. İlk örnekler kontrol olarak kaydedildikten sonra, kontrol gruplarına serum fizyolojik, glikoz
gruplarına da %50’lik glikoz çözeltisi 1.4 ml/kg dozunda intravenöz yolla uygulandı. Tok ve aç hayvanlarda serum
fizyolojik ve glikoz uygulamasından sonraki 40 dakika boyunca örnekler toplanıp HPLC-ECD sisteminde analiz
edildi. Değerler, uygulama öncesi kontrolleriyle normalize edilip tek yönlü varyans analizi kullanılarak istatistiksel
olarak değerlendirildi.
Bulgular: Dopamin konsantrasyonları fizyolojik salin uygulanan aç ve tok hayvanlarda ve glikoz uygulanan aç
hayvan grubunda değişmezken, glikoz uygulanan tok grupta istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir artış gözlendi.
DOPAC konsantrasyonları glikoz uygulanan tok grupta kontrolle karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir
artış gösterdi (p=0,004).
Sonuç: Çalışmanın bulguları, hipotalamik VMN’deki dopaminerjik nörotransmisyonun kan glikoz düzeyiyle
değişebileceğini göstermektedir. Besin alımını takiben ortaya çıkan hiperglisemi, VMN’de dopaminerjik
nörotransmitter konsantrasyonunu artırarak tokluk duygusunun ol uşmasına katkı yapabilir.
Aim: We aimed to investigate the effects of intravenous glucose infusion in dopamine and its metabolite
dihydroxyphenylacetic acid, norepinephrine and its metabolite dihydroxyphenylglycol levels in ventromedial
nucleus (VMN) by brain microdialysis method.
Patients and Methods: 2 groups of normally fed (saline and glucose administered) and 2 groups of 24 hours
food restricted (saline and glucose administered) male adult Wistar albino rats were used. Microdialysis
samples were collected at 20-minute intervals. After recording the first samples, 1.4 ml/kg 50% glucose
solution and 0.9% saline were infused via tail vein. Then, other microdialysis samples were collected for 40
minutes from satiated and fasted rats. All microdialysis samples were analyzed by HPLC-ECD system. All
values were normalised with controls before application and sta tistically analysed by SPSS 20.0.
Results: While dopamine concentrations didn’t change in physiological saline administered fasted and
satiated animals and glucose-administered fasted animals, a statistically insignificant increase was noticed
in glucose-administered satiated groups. DOPAC concentrations showed a statistically significant increase in
satiated glucose group compared to control group about DOPAC concentrations (p=0.004).
Conclusion: Dopaminergic neurotransmission in VMN may vary with blood glucose level. Hyperglycemia
following food intake may contribute to the feeling of satiety by increasing dopaminergic neurotransmitter
concentration in VMN.
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Mustafa Yel, Mahmut Mutlu
Halim Bozoklu, Kadir Yılmaz, Tamer Yazıcıoğlu, Atilla Semerciöz, Ahmet Öztürk, Mehmet Arslan
Halim Bozoklu, Kadir Yılmaz, Tamer Yazıcıoğlu, Atilla Semerciöz, Ahmet Öztürk, Mehmet Arslan
Ayşegül Bükülmez
Akut pankreatit, çocuklarda akut karın ağrısının önemli bir nedenidir ve acil tedavi gerektirir çünkü hayatı tehdit edici olabilir. Akut pediatrik pankreatit insidansı artmaktadır. Her ne kadar akut pankreatit epidemiyolojisi, çocuklarda klinik bulgular ve akut pankreatit seyri genellikle yetişkinlerden farklı olsa da, yetişkin çalışmaları temelinde etiyoloji, tedavi ve sonuçlar hakkında bilgi edinilir. Çoğu durumda, inflamasyon kendini sınırlayabilir, ancak bazı durumlarda akut pankreatit, akut tekrarlayan pankreatit veya kronik pankreatit ilerleyebilir. Sekonder komplikasyonları önleyebileceğinden, çocuklarda akut pankreatit döneminde en uygun tedaviyi sağlamak gereklidir. Bu derlemede akut pankreatit epidemiyolojisi, akut pankreatit tanısında görüntüleme ve görüntüleme bulgularının rolü, tedavi yöntemleri ve tedavisi ve akut pankreatit komplikasyonları özetlenmiştir.
Acute pancreatitis is an important cause of acute abdominal pain in children and requires prompt treatment because it may become life-threatening. The incidence of acute pediatric pancreatitis is increasing. Although epidemiology of acute pancreatitis, clinical manifestations and acute pancreatitis course in children are generally different than in adults, information about etiology, management and results are obtained on the basis of adult studies. In most cases, inflammation may limit itself, but in some cases acute pancreatitis, acute recurrent pancreatitis or chronic pancreatitis may progress. It is necessary to provide optimal management in the acute period of pancreatitis in children, as this may prevent secondary conplications. In this review we summarise the epidemiology of acute pancreatitis, role of imaging and imaging findings in the diagnosis of acute pancreatitis, treatment methods and management and complications of acute pancreatitis.
Aysun Acun, Nurcan Çalışkan
Bu derlemenin amacı, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemeye yönelik yapılan ve yayınlanan
müdahale çalışmalarının sistematik olarak incelenmesidir. Bu çalışmada anahtar kelime olarak “Preventing
CLABSI infections” (Central Line-associated Bloodstream Infection=CLABSI) kullanılarak MEDLINE, CINAHL
COCHRANE Library ve PUBMED veri tabanları taranmıştır. 1 Ocak 2016-10 Kasım 2020 tarihleri arasında
uluslararası dergilerde yayınlanan çalışmalar değerlendirilmiş olup, yapılan tarama sonucunda 99 yayına
ulaşılmıştır. Dahil edilme/çıkarılma kriterleri doğrultusunda yedi çalışma derleme kapsamına alınmıştır. İncelenen
çalışmaların sonucunda, el hijyeni, kateter yerleştirilmesi sırasında maksimum bariyer önlemlerine uyulması,
%2’lik klorheksidin ile cilt antisepsisi, uygun pansuman uygulaması, femoral venden kaçınma ve günlük kateter
gerekliliğinin sorgulanması gibi kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin uygun yöntemler aracılığıyla
uygulanmasının santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonlarını önlemede etkin olduğu saptanmıştır. Bu
sistematik derlemenin sonucunda, santral kateter ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu insidansının düşürülmesi için
kanıta dayalı enfeksiyon kontrol önlemlerinin özellikle yetişkin yoğun bakım ünitelerinde uygun yöntemler eşliğinde
uygulanmaya devam edilmesinin gerekliliği saptanmıştır.
The purpose of this review is to systematically review the intervention studies conducted and published to
prevent central catheter-related bloodstream infections. In this study, MEDLINE, CINAHL COCHRANE Library
and PUBMED databases were searched using “Preventing CLABSI infections” (Central Line-associated
Bloodstream Infection = CLABSI) as a keyword. Studies published in international journals between January
1, 2016 and November 10, 2020 were evaluated, and 99 publications were reached as a result of the search.
Seven studies were included in the scope of the review in line with the inclusion / exclusion criteria. As a
result of the investigated studies, the application of evidence-based infection control measures such as
hand hygiene, adherence to maximum barrier precautions during catheter insertion, skin antisepsis with 2%
chlorhexidine, appropriate dressing, avoiding the femoral vein and questioning the need for daily catheters
through appropriate methods It has been found to be effective in preventing associated bloodstream infections.
As a result of this systematic review, it was determined that evidence-based infection control measures
should be continued to be applied in adult intensive care units, especially in adult intensive care units, in order
to reduce the incidence of central catheter-associated bloodstr eam infections.