Özkan Solmaz, Bülent Ataş, Adnan Karaibrahimoğlu
Şevket Arslan, İlknur Albayrak, Fatma Ünsal, Merve Karademirci, Abdülkadir Baştürk, Adem Küçük
Özlem Özer Çakır, Gökhan Güngör, Hüseyin Ataseven, Ali Demir
Ahmet Tekin, Adil Kartal, Celalettin Vatansev, Tevfik Küçükkartallar, Mustafa Şahin, Selçuk Duman
Turan Akdağ, Celalettin Korkmaz
Amaç: Sarkoidoz, etiyolojisi bilinmeyen ve non-kazeifiye granülomatöz inflamasyon ile karakterize multifaktöriyel bir hastalıktır. Sarkoidoz patogenezi ise inflamasyon ve otoimmün aktivasyon olarak tanımlanır. Bu nedenle sarkoidoz hastalığında plazma clusterin ve α-klotho düzeylerini değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve yöntemler: Sarkoidozlu 40 hasta (ortalama yaş: 52,10±12.60 yıl; 12 erkek, 28 kadın) ve 40 sağlıklı gönüllü (ortalama yaş: 37,40±18.20 yıl; 12 erkek, 28 kadın) çalışmaya alındı. Her iki gruptan alınan kan örnekleri ile plazma clusterin ve α-klotho düzeyleri enzime bağlı immünosorban testi (ELISA) ile araştırıldı.
Bulgular: Sarkoidozlu hastalarda plazma clusterin düzeyleri (309.73±40.68 ng/ml) sağlıklı gruba (117.86±102.03 ng/ml) kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.005). α-klotho plazma düzeyleri ise sarkoidoz grubunda 5.34±7.30 ng/ml ve sağlıklı grupta 7.21±9.84 ng/ml olarak belirlendi, minimal bir azalma gözlendi ancak istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0.338). Sarkoidozlu hastaların hemoglobin düzeylerinin sağlıklı gruba göre azaldığı belirlendi (12.93±1.02 g/dL'ye karşılık 14.06±1.50 g/dL) (p=0.012).
Sonuç: Sarkoidozun bağımsız olarak yüksek seviyelerde clusterin ile ilişkili olduğu sonucuna varıldı. Plazma clusterin düzeyleri sarkoidoz için potansiyel bir biyobelirteç olabilir. Literatüre göre bu çalışma, sarkoidozda clusterin ve α-klotho' nun plazma seviyeleri için bilgi verilen ilk çalışmadır. Bu konuda daha fazla ve kapsamlı araştırmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Sarcoidosis is a multifactorial disease with unknown aetiology and characterized by non-caseous granulomatous inflammation. The pathogenesis of sarcoidosis is defined as inflammation and autoimmune activation. Here, we aimed to evaluate plasma clusterin (CLU) and α-klotho levels in those with sarcoidosis.
Patients and methods: Forty patients with sarcoidosis (mean age: 52.10±12.60 years; 12 males, 28 females) and 40 healthy volunteers (mean age: 37.40±18.20 years; 12 males, 28 females) were enrolled into the study. Blood samples were drawn from both groups, and plasma CLU and α-klotho levels were investigated by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) technique.
Results: Patients with sarcoidosis had significantly higher plasma CLU levels (309.73±40.68 ng/mL), compared with healthy controls (117.86±102.03 ng/mL) (p=0.005). The plasma levels of α-klotho were measured as 5.34±7.30 in the sarcoidosis patients and 7.21±9.84 ng/mL in the controls. A minimal decrease was observed, but there was no statistically significant difference (p=0.338). The hemoglobin levels of sarcoidosis patients were decreased, when compared with the control group (12.93±1.02 g/dL vs 14.06±1.50 g/dL) (p=0.012).
Conclusion: We concluded that sarcoidosis is associated with high levels of CLU. Plasma CLU may be a potential biomarker of sarcoidosis. Based on literature and to the best of our knowledge, this is the first study to provide insight in the determination of plasma levels of CLU and α-klotho in sarcoidosis. Further and comprehensive investigations are needed to clarify the entity.
Osman Koç, Ganime Dilek Emlik, Hamdi Arbağ, Kemal Ödev
Sinan Demircioğlu, Serhat Sayın, İrfan Fırat Özcan, Serdar Karaköse, Aynur Uğur Bilgin, Hakkı Polat
Tamer Ertan, Mehmet Kılıç, A. Keşşaf Aşlar, Ömer Yoldaş, Erdal Göçmen, Mahmut Koç
İlkay Özer, Şükrü Balevi, Arzu Ataseven
Seyit Erol, Ramazan Dertli, Mehmet Asil, Yusuf Kenan Boyraz, Ülkü Kerimoğlu
Amaç: İnflamatuar Barsak Hastalığı(İBH) tanılı aktif bulguları olan ve remisyondaki hastalar arasında MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemelerinin ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmamıza, hastanemizde 01.12.2015 ve 31.08.2016 tarihleri arasında İBH tanısı olan hastalar dahil edilmiştir. Toplam 47 hasta olup bunların 30’u erkek (%63,8), 17’si kadındır (%36,2). Hastaların 32’sinde (%68,1) Ülseratif kolit, 15’inde (%31,9) Crohn hastalığı vardır. Hastalara yağ baskılı T2 trufi ve difüzyon ağırlıklı görüntüleme sekansları alınmıştır. Daha sonra intravenöz kontrast madde sonrası 60. saniyede T1 VİBE sekansları alınmıştır. 47 hastanın 1. grup olan 10 tanesinde aktif ve remisyonda MR incelemeleri olup, 2. gruptaki 37 hastanın ise aktif ve inflame olmayan barsak duvarından ADC, duvar kalınlıkları ve kontrastlanma miktarları karşılaştırıldı.
Bulgular: Birinci grupta aktif ve remisyon MR incelemelerindeki ADC değerleri ile aktif ve remisyondaki duvar kalınlıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p=0.005). Birinci grupta aktif ve remisyondaki barsak duvar kontrastlanmaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0.059). İkinci gruptaki aktif ve normal barsaktan ADC değerleri, duvar kalınlıkları ve kontrastlanmalarında da istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0.001).
Sonuç: MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemesi bu hastalardaki inflamasyonun derecesi ve tedaviye yanıtın belirlenmesinde yararlı olabilir.
Aim: We aimed to evaluate the relationship between magnetic resonance (MR) enterography and diffusion magnetic resonance imaging (MRI) investigations in inflammatory bowel disease (IBD) patients during active inflammation and remission phases.
Patients and Methods: We included patients diagnosed with IBD between 01.12.2015-31.08.2016 at our hospital. 47 patients were included; 30 were male (63.8%) and 17 were female (36.2%). Thirty two (68.1%) of them had ulcerative colitis and 15 (31.9%) had Crohn’s disease. Standard institutional sequences for upper and lower abdomen scan included: sagittal and axial T2 TRUFI, axial and coronal fat suppressed T2 TRUFI and coronal and axial T1 VIBE following intravenous (at 60 seconds) contrast medium administration. First group of patients (n=10) had MRI investigations both at active and remission phases, whereas in the second group of patients (n=37) apparent diffusion coefficient (ADC) values, bowel wall thickness and contrast enhancement grades were compared between actively inflamed and non-inflamed bowel segments.
Results: A statistically significant difference was found regarding ADC values and bowel wall thickness measurements in the first group of patients when compared between active and remission phase MRI investigations (p=0.005). Bowel wall contrast enhancement degree did not differ between active and remission phases in the first group (p=0.059). In the second group, there was a statistically significant difference between active and normal bowel segments regarding ADC values, bowel wall thickness and contrast enhancement (p<0.001).
Conclusion: MR enterography and diffusion MRI may be beneficial to determine the degree of inflammation and response to treatment in IBD patients.
Orkide Kutlu, Şamil Ecirli, Abdullah Sakin, Mustafa Çaycı
Fatma Hümeyra Zengin, Efsun Karabudak
Adipoz dokunun sadece pasif bir enerji deposu değil, aynı zamanda endokrin bir organ olduğunun anlaşılması ile salgıladığı biyoaktif faktörlere ilgi artmıştır. Adipositlerin yanı sıra
pre-adipositler, makrofajlar, endotel hücreler, fibroblastlar ve lökositlerden oluşan adipoz doku, sistemik metabolik regülasyonda önemli bir role sahiptir. Tazaroten ile indüklenen gen 2 (TIG2) veya retinoik asit reseptör cevaplayıcı 2 (RARRES2) olarak adlandırılan chemerin ilk olarak 1997'de psoriatik cilt lezyonlarında, retinoik aside duyarlı bir gen olarak keşfedilmiştir. Daha sonra chemerin'in, adiposit farklılaşmasını, glukoz ve lipit metabolizmasında önemli genlerin ekspresyonunu değiştirdiğini gösteren verilerle adipogenezi ve adiposit metabolizmasını düzenlediği belirlenmiş ve yeni bir adipokin olarak sınıflandırılmıştır. Chemerin dolaşımda ve inflamatuvar sıvılarda etkilerine reseptörü G protein-bağlı reseptör kemokin benzeri reseptör 1 (CMKLR1) yoluyla aracılık etmektedir. Obezite, metabolik sendrom (MetS), tip 2 diyabet (T2DM), polikistik over sendromundan (PKOS) inflamatuvar hastalıklara kadar çeşitli hastalıklarda lokal ve/veya dolaşımdaki chemerin seviyelerinin artması ile ilişkili klinik araştırmaların sayısındaki artış chemerinin bu hastalıkların patogenezindeki önemli rollerini desteklemektedir. Her ne kadar bu hastalıklarda serum chemerin seviyelerinin yükseldiği açık olsa da, chemerin ekspresyonunu düzenleyen mekanizmalar tam olarak anlaşılamamıştır. Chemerinin etki mekanizmalarının anlaşılabilmesi için daha fazla randomize kontrollü çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
With the understanding that adipose tissue is not only a passive energy store, but also an endocrine organ, interest in bioactive factors secreted from adipose tissue has increased. Adipose tissue, consisting of pre-adipocytes, macrophages, endothelial cells, fibroblasts and leukocytes, as well as adipocytes, has an important role in systemic metabolic regulation. Chemerin, called tazarotene-induced gene 2 (TIG2) or retinoic acid receptor responder 2 (RARRES2), was first discovered in 1997 in psoriatic skin lesions as a retinoic acid-sensitive gene. It was later determined that chemerin regulates adipogenesis and adipocyte metabolism, with data showing that it alters adipocyte differentiation, expression of important genes in glucose and lipid metabolism, and is classified as a new adipokine. The effects of chemerin in circulating and inflammatory fluids are mediated through receptor G protein-bound receptor chemokine-like receptor 1 (CMKLR1). The increase in the number of clinical trials associated with increased levels of local and / or circulating chemerin in various diseases, from obesity, metabolic syndrome (MetS), type 2 diabetes mellitus (T2DM), polycystic ovarian syndrome (PCOS) to inflammatory diseases, supports the important roles of chemerin in the pathogenesis of these diseases. Although it is clear that serum chemerin levels increase in these diseases, the mechanisms regulating the expression of the chemerin are not fully understood. More randomized controlled studies are needed to understand the mechanisms of action of chemerin.
Haluk Gümüş, Meltem Gümüş
Zehra Akpınar, Aysun Hatice Akça
Hasan Önner, Mustafa Erol
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Aim
The decision to start treatment in sarcoidosis is made based on clinical and radiological findings and changes in pulmonary function test findings during follow-up, and more useful tools are needed in treatment management. F-18 fluorodeoxyglucose (18F-FDG) positron required important tomography / computed tomography (PET/CT) contains important information about the extent of sarcoidosis. On the other hand, the neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) opens as a good prognostic marker for tissue-related inflammation. This study evaluated the relationship between the 18F-FDG PET/CT findings of sarcoidosis and NLR and other clinical findings.
Material and methods
The data of the patient who was diagnosed with sarcoidosis after 18F-FDG PET/CT examination in our clinic were retrospectively reviewed. Patients' age, gender, NLR values, smoking status, extrathoracic involvement and symptoms, and 18F-FDG PET/CT findings were compared.
Results
This study consisted of 41 patients. There was a strong correlation between NLR and whole body total lesion glycolysis (TLG), and moderate correlation between MAIA and NLR (r values: 0.852, 0.660, both of them p value: <0.001, respectively). There was a significant difference between the groups showing only thoracic involvement and additional extrathoracic involvement with MAIA, TLG and NLR values (p values,: 0.002, 0.001 and, 0.003, respectively). In the classification made according to the symptoms of the patients, there was no significant difference between the groups with SUVmax, MAIA, TLG and NLR values. Median values were found to be significantly higher in the elderly group (p values: 0.037 and 0.040, respectively). In the classification made according to gender; there was no significant difference in both PET/CT parameters and NLR values.
Conclusion
The close relationship between the NLR value, which is accepted as a prognostic indicator in sarcoidosis, and the 18F-FDG PET / CT findings which show the involvement of the disease in the whole body, may provide the clinician with significant benefits in treatment management.
Suat Keskin, Zeynep Keskin, Sinan Tan
Aylin Yücel, Ahmet Osman Kılıç, Sümeyye Beyza Kılınç
Amaç: Yıllardır erişkin literatürünün gölgesinde kalmış olan pediatrik akut pankreatit çalışmaları,
pediatrik şiddet sınıflamasının kabul edilmesinden sonra ivme kazanmıştır. Artık hangi hastalarda ciddi
hastalık gelişeceğini erken aşamada hızla öngörebilecek inflamatuar biyobelirteçlerin belirlenmesine
ihtiyaç vardır. Bu çalışmanın amacı, sistemik immün-enflamasyon indeksi (SII) ve nötrofil-lenfosit oranı
(NLO) gibi inflamatuar biyobelirteçlerin erken prediktör olarak etkinliğini değerlendirmek ve eşik değerler
belirlemekti.
Hastalar ve Yöntem: 2019-2022 yılları arasında akut pankreatit tanısı alan 53 çocuğun klinik özellikleri,
laboratuvar test sonuçları ve görüntüleme bulguları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar şiddetine
göre “hafif” ve “orta şiddetli-şiddetli” olarak iki gruba ayrıldı. Gruplar inflamatuar belirteçler açısından
karşılaştırıldı. Hastalık şiddetini öngören faktörler ROC eğrisi analizi ile incelendi. Anlamlı eşik değerler
için duyarlılık, özgüllük, pozitif prediktif değer (PPD) ve neg atif prediktif değer (NPD) hesaplandı.
Bulgular: NLO ve SII değerleri “orta şiddetli-şiddetli” grupta “hafif” gruba göre istatistiksel olarak anlamlı
derecede yüksekti (tümü için p<0,001). NLO≥3.33 (AUC:0.894, %95 güven aralığı: 0.81-0.979, PPD %89.7,
NPD %83.3%) ve SII indeksi≥1225.57(AUC: 0.912, %95 güven aralığı:0.831-0.992, PPD %90.0, NPD
%87.0) eşik değerlerinin hastalık şiddetini yüksek duyarlılık ve özgüllükle tahmin edebildiği belirlendi.
Sonuç: NLO ve SII pediatrik akut pankreatitte kötü klinik sonucu erken tahmin edebilir. Mevcut çalışma
pediatrik akut pankreatitte bu biyobelirteçlerin prognostik öne minini değerlendiren ilk çalışmadır .
Aim: Studies of paediatric acute pancreatitis have remained in the shadow of adult literature for many
years, and have only increased following the recent acceptance of the severity classification. There is now
a need to determine inflammatory biomarkers which will be able to rapidly predict in the early stage which
patients will develop severe disease. This study's purpose was to research the efficacy as early predictors
and determine cutoff values for inflammatory biomarkers including the systemic immune-inflammation
index (SII), and the neutrophil-lymphocyte ratio (NLR).
Patients and Methods: A retrospective evaluation was made of the clinical characteristics, laboratory
test results, and imaging findings of 53 children diagnosed with acute pancreatitis between 2019-2022.
The study population were separated into groups as ‘mild’ and ‘moderately severe-severe’ according
to severity. The groups were compared in respect of inflammatory markers. Factors predicting disease
severity were evaluated with ROC curve analysis. For the significant cutoff values, positive predictive
value (PPV), negative predictive value (NPV), sensitivity and s pecificity were calculated.
Results: The NLR, and SII values were found to be statistically significantly higher in the “moderately
severe-severe” group than in th “mild” group (p<0.001 for all). The cutoff values of NLR≥3.33 (AUC:0.894,
95% CI:0.81-0.979, PPV 89.7%, NPV 83.3%), and SII≥1225.57 (AUC:0.912, 95% CI:0.831-0.992, PPV
90.0%, NPV 87.0%) were determined to be able to predict disease severity with high sensitivity and
specificity.
Conclusion: The NLR, and SII are inflammatory biomarkers that can make an early prediction of a poor
outcome in paediatric acute pancreatitis. To the best of our knowledge, this is the first study to have
evaluated the prognostic importance of these biomarkers, in pae diatric acute pancreatitis.
Çağla Çiçek
Yara iyileşmesi hemostaz, inflamasyon, proliferasyon ve maturasyon evrelerinden oluşan fizyolojik bir
süreçtir. Bu iç içe geçmiş evrelerin herhangi bir aşamasında meydana gelen bozulma, klinisyenin karşısına
için kronik bir yara olarak çıkar. Lipoaspiratın enzimatik veya mekanik sindiriminden sonra sulu fraksiyonun
bir parçası olarak izole edilen stromal vasküler fraksiyon, aynı zamanda önemli bir mezenkimal kök hücre
rezervidir. İçerdiği preadipositler, endotelyal öncüler, immün hücreler, hematopoietik hücreler, fibroblastlar
ve perisitler nedeniyle heterojen bir doku kokteyli olarak kabul edilir. Proanjiyogenik, antiapoptotik,
antifibrotik, immünomodülatör ve antiinflamatuar aktivitelerinin yanı sıra izolasyondaki avantajları
nedeniyle, stromal vasküler fraksiyon son zamanlarda mevcut yara tedavisinde önem kazanmıştır. SVF
tek başına yara iyileşmesi için etkili olmasa da, uygun yara bakımı ve rekonstrüksiyon öncesi yara yatağı
hazırlığı için yeterli hücre sayısı ve canlılığı sağlayan ve cerrahi başarısızlığı en aza indiren yeni ve etkili
bir teknolojidir.
Wound healing is a physiological process consisting of hemostasis, inflammation, proliferation, and
maturation phases. The disruption that occurs at any stage of these intertwined phases is presented to the
clinician as a chronic wound. The stromal vascular fraction, isolated as a part of the aqueous fraction after
enzymatic or mechanical digestion of lipoaspirate, is an important mesenchymal stem cell reserve, as
well as. It is considered a heterogeneous tissue cocktail due to the preadipocytes, endothelial precursors,
immune cells, hematopoietic cells, fibroblasts and pericytes it contains. Because of its proangiogenic,
antiapoptotic, antifibrotic, immunomodulatory, and anti-inflammatory activities, as well as its advantages
in isolation, stromal vascular fraction has lately acquired prominence in current wound therapy. Although
SVF alone is not effective for wound healing, it is a new and effective technology that provides adequate
cell count and viability for proper wound care and wound bed preparation prior to reconstruction and to
minimize surgical failure.
Ahmet Lütfü Sertdemir, Halil İbrahim Erdogan, Bahadir Feyzioglu, Mehmet Tokac, İlknur Can
Amaç: Kemik iliğinde bulunan kök hücreler, doku onarımını artırmak için miyokardiyal hasar sonrası dolaşıma salınmaktadır. Başta atriyal fibrilasyon olmak üzere; kardiyak aritmilerin radyofrekans ile ablasyonu sonrası dolaşımda bulunan kök hücrelerin inflamatuar aracılar vasıtasıyla salınımının tetiklendiği gösterilmiştir. Bizim çalışmamızda, yavaş yol veya aksesuar yol gibi geniş olmayan ablasyon işlemlerinden sonra dolaşımdaki kök hücre sayısının artıp artmadığı araştırılmıştır.
Method: 26 hastaya [13 kadın, yaş 54 (18-74)] radyofrekans ablasyon işlemi uygulandı. Bu hastalardan 18’ine atriyoventriküler nodal reentran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu; 8’ine ise atriyoventriküler reentran taşikardi nedeniyle aksesuar yol ablasyonu yapıldı. Hastalarda periferikdolaşımdan alınan kan örneklerinde işlem öncesi ve işlem sonrası 7. ve 30. günlerde CD34+ hücre sayıları ve çeşitli serolojik belirteçlerin [Troponin-I (Tn-I), interlökin-6 (IL-6), Stromal deriveted faktör 1-α (SDF 1-α) ve C-reaktif protein (CRP)] düzeyleri incelendi.
Bulgular: CD34+ hücrelerin, işlem sonrası 7. günde bazal ölçüme gore anlamlı artış gösterdiği [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) hücre/mikrolitre sırasıyla, P<0.001] ve 30. günde bazal seviyelere indiği gözlendi. Ablasyon sonrası Tn-I, CRP, IL-6 ve SDF1-α düzeylerinde istatiksel anlamlı artış izlenmedi. İşlem sırasında uygulanan enerji miktarı (watt) ile işlem sonrası 30. günde artan CD34+ hücreleri arasında doğru orantı izlendi (r: 0.460; p= 0.018).
Sonuç: Çalışmamızda periferik kanda bulunan kök hücrelerin atriyal fibrilasyon ablasyonundan daha az enerji uygulanan yavaş yol veya aksesuar yol ablasyonundan sonrası 7. günde anlamlı şekilde arttığı ve izlemde 30. günde bazal seviyelerine döndüğü gösterilmiştir. Ayrıca, dolaşımda bulunan kök hücrelerdeki artışın işlem sırasında uygulanan eneji miktarı ile doğru orantılı olduğu da bulunmuştur.
Introduction: Circulating stem cells (CSCs) are released from bone marrow in to the circulation after myocardial injury to improve tissue repair. Radiofrequency ablation (RFA) of cardiac arrhythmias, particularly for atrial fibrillation, has been shown to trigger the release of CSCs through inflammatory mediators. We aimed to investigate whether CSCs are increased in the circulation following non-extensive ablation procedures such as slow pathway or accessory pathway ablations.
Methods: Twenty-six patients [13 females, 54 (18-74) years old] who underwent slow pathway ablation for atrioventricular nodal reentrant tachycardia (n=18) and accessory pathway ablation for atrioventricular reentrant tachycardia (n=8) were included. Peripheral blood CD34+ cell count and multiple serologic markers [troponin I (Tn-I), C-reactive protein (CRP), interleukin-6 (IL-6), stromal cell derived factor (SDF) 1 alpha] were evaluated before the ablation procedure and 7 and 30 days after the procedure.
Results: The CD34+ cell count was significantly increased on the 7th day after the procedure when compared to baseline [33 (15-133) vs. 22,5 (5-79) cells per microliter respectively, P<0.001]. The CD34+ cell count was similar to baseline on the 30th day following the procedure. Levels of Tn-I, CRP, IL-6 and SDF1-α did not change significantly following ablation. The amount of energy applied during RFA (watts) was significantly correlated with the 30th day CD34+ cell count (r: 0.460; p= 0.018).
Conclusions: Peripheral blood CSCs are increased after slow pathway or accessory pathway ablations which are less extensive ablations compared to atrial fibrillation ablation. The levels return to baseline by the 30th day following the procedure. The increase in CSCs was positively correlated with the amount of energy delivered during the procedure.
İsmail Reisli, Yavuz Köksal
İsmail Hakkı Korucu, Osman Serhat Tokgöz, Sami Küçükşen, Hasan Hüseyin Kır, Sinan İyisoy
Amaç: Lateral dirsek tendinopatisi öncelikle ekstansör digitorum communis, ekstansör karpi radialis brevis
ve ekstansör karpi ulnaris kaslarının ekstansör disfonksiyonu ile ilişkilidir.Ekstansör karpi radialis brevis
ve ekstansör karpi ulnarisin ikincil işlevleri, sırasıyla bileğin radyal ve ulnar deviasyon hareketidir. Bileğin
(radio-ulnar) bu antagonistik kuvveti nedeniyle bir kısır döngü olarak ortak ekstansör tendonun tam olarak
dinlenemeyeceğini varsaydık. Bu çalışmada tam iyileşmeyi engelleyen kronik persistan patofizyolojik
mekanizmayı açıklamayı ve bu yeni egzersiz yönteminin sonuçları nı sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: 2015-2016 yılları arasında 47 LET hastası (egzersiz: 27; kontrol: 20) vaka kontrol
çalışmasına dahil edildi. Egzersiz, egzersiz grubu için ulnar-radial deviasyondan oluşuyordu. Hasta
dereceli tenisçi dirseği değerlendirme (PRTEE) testi başlangıç, 1., 6. ve 12. aylardaki ölçümler için
kullanıldı. İki grubun bu puanlarını karşılaştırmak için karma modeller kullanıldı.
Bulgular: Egzersiz ve kontrol gruplarının PRTE başlangıç puanları arasında fark yoktu (t:-0.22, p:0.830).
1., 6. ve 12. aylardaki PRTE puanları, egzersiz grubunda kontrollere göre anlamlı olarak daha düşüktü (t:
-3.71, p: 0.0003; t: -3.88, p:0.0002; t: -2.28, p:0.024 , sıras ıyla).
Sonuç: Ortak ekstansör tendon bu antagonistik kuvvet nedeniyle tam olarak dinlenemez. Tendon
üzerindeki antagonistik gerilimi azaltmayı amaçlayan egzersiz yönteminin, uzun süreli inflamasyon ve/
veya tendinoz mekanizmasının anlaşılmasına katkı sağlayabilecek etkili olduğu bulundu.
Aim: Lateral elbow tendinopathy is primarily associated with an extensor dysfunction of extensor digitorum
communis, extensor carpi radialis brevis and extensor carpi ulnaris muscles. The secondary functions
of extensor carpi radialis brevis and extensor carpi ulnaris are radial and ulnar deviation movement
of the wrist, respectively. We hypothesized that common extensor tendon cannot fully rest, due to this
antagonistic strength of wrist (radio-ulnar) as a vicious circle. We aimed to explain the chronic persistent
pathophysiological mechanism that prevented complete recovery and to present results of this novel
exercise method in the study .
Patients and Methods: 47 LET patients (exercise: 27; control: 20) were included in the case-control
study between 2015 and 2016. The exercise consisted of ulnar to radial deviation for the exercise group.
The patient-rated tennis elbow evaluation (PRTEE) test was used for measurements at baseline, 1st , 6th,
and 12th months. Mixed models were used to compare these score s of the two groups.
Results: There was no difference between the PRTEE baseline scores of the exercise and control groups
(t:-0.22, p:0.830). The PRTEE scores in the 1st ,6th, and 12th months were significantly lower in the
exercise group than in the controls ( t: -3.71, p: 0.0003; t: -3.88, p:0.0002; t: -2.28, p:0.024, respectively).
Conclusion: Common extensor tendon cannot fully rest, due to this antagonistic strength. The exercise
method, which aims to decrease the antagonistic tension on the tendon, was found to be effective, which
may contribute to understand the prolonged inflammation and/or tendinosis mechanism.
Ayşegül Bükülmez
Akut pankreatit, çocuklarda akut karın ağrısının önemli bir nedenidir ve acil tedavi gerektirir çünkü hayatı tehdit edici olabilir. Akut pediatrik pankreatit insidansı artmaktadır. Her ne kadar akut pankreatit epidemiyolojisi, çocuklarda klinik bulgular ve akut pankreatit seyri genellikle yetişkinlerden farklı olsa da, yetişkin çalışmaları temelinde etiyoloji, tedavi ve sonuçlar hakkında bilgi edinilir. Çoğu durumda, inflamasyon kendini sınırlayabilir, ancak bazı durumlarda akut pankreatit, akut tekrarlayan pankreatit veya kronik pankreatit ilerleyebilir. Sekonder komplikasyonları önleyebileceğinden, çocuklarda akut pankreatit döneminde en uygun tedaviyi sağlamak gereklidir. Bu derlemede akut pankreatit epidemiyolojisi, akut pankreatit tanısında görüntüleme ve görüntüleme bulgularının rolü, tedavi yöntemleri ve tedavisi ve akut pankreatit komplikasyonları özetlenmiştir.
Acute pancreatitis is an important cause of acute abdominal pain in children and requires prompt treatment because it may become life-threatening. The incidence of acute pediatric pancreatitis is increasing. Although epidemiology of acute pancreatitis, clinical manifestations and acute pancreatitis course in children are generally different than in adults, information about etiology, management and results are obtained on the basis of adult studies. In most cases, inflammation may limit itself, but in some cases acute pancreatitis, acute recurrent pancreatitis or chronic pancreatitis may progress. It is necessary to provide optimal management in the acute period of pancreatitis in children, as this may prevent secondary conplications. In this review we summarise the epidemiology of acute pancreatitis, role of imaging and imaging findings in the diagnosis of acute pancreatitis, treatment methods and management and complications of acute pancreatitis.